10 Haziran 2007 Pazar

SAFFAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı : Sure adını ilk kelimesi olan "saffat"tan almıştır.

Nüzul Zamanı : Muhtevasından surenin Mekke dönemi ortalarında veya sonlarına doğru nazil olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim surenin üslûbundan Hz. Peygamber'in (s.a.) ve ashabının şiddetli bir muhalefet ile karşı karşıya bulundukları belli olmaktadır.

Konu: Mekkeli müşrikler, "Sizler Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ ettiği tevhid ve ahiret akidesini, alayla karşılıyor ve onun peygamberliğini inkâr ediyorsunuz. Ancak reddettiğiniz bu peygamber kısa bir süre içinde sizleri hüsrana uğratacak ve kendinizi Allah'ın askerlerinin ayakları altında bulacaksınız" şeklinde ikaz edilmektedir. (171,179). Bu ültimatom, Rasûlullah'ın (s.a.) zafere ulaşacağı ile ilgili hiçbir belirti dahi bulunmadığı ve Allah'ın "ordu" biçiminde vasıflandırdığı müslümanların, günlerini baskı ve zulüm altında geçirdiği bir dönemde verilmişti. O dönemlerde müslümanların dörtte üçü, ülkelerini terk ederek hicret etmek zorunda kalmışlardı. Rasûlullah (s.a) ile birlikte Mekke'de kalan 40-50 müslüman ise, her bakımdan çaresizlik içinde oldukları halde, her türlü zulüm ve işkenceye de hâlâ dayanmaktaydılar. Böyle bir ortamda, Rasûlullah'ın (s.a) ve bir avuç çaresiz müslümanın zafere ulaşacaklarını hiç kimse tahmin dahi edemezdi. Hatta çoğu insan bu hareketin Mekke dağları arasında yok olup gideceğini sanıyordu. Fakat daha 15-16 yıl bile geçmeden Mekke fethedildi ve oradaki müşrikler Allah'ın önceden bildirdiği gibi kendilerini Allah'ın askerlerinin ayakları altında buldular.

Bu bölümde, sadece ikaz ve tehdit ile yetinilmemiş, kafirlerin idrak edebilmeleri için nasihat yoluyla tevhid ve ahiret hakkında da deliller öne sürülmüştür. Ayrıca onlar bâtıl düşüncelerden ötürü eleştirilerek bunun kötü sonuçlarından haberdar edilirken, müminlere de salih amellerinin güzel sonuçları hakkında müjde verilmiştir. Bunların yanısıra geçmiş kavimlerin, kıssaları aktarılmak suretiyle, Allah'ın peygamberlerine nasıl yardım ettiği, peygamberlerini yalanlayanları nasıl helâk ettiği ve kendisine itaat eden kullarını nasıl mükâfatlandırdığı beyan edilmiştir.

Burada beyan edilen kıssalardan en dikkati çekeni Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasıdır. Hz. İbrahim'in (a.s) bir işaret aldıktan hemen sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere, biricik oğlunu kurban etmeyi göze alışının zikredilmesi, sadece kendilerini Hz. İbrahim'e (a.s) nisbet etmek suretiyle övünen kafirlere yönelik bir uyarı değildir. Ayrıca müslümanlara, mümin bir kimsenin Allah'ın rızası için herşeyi nasıl göze aldığı örneği verilerek, İslâm'ın gerçek ruhu öğretilmek istenmiştir.

Surenin son ayetlerinde yalnız kafirlere uyarıda bulunulmakla kalınmıyor, ayrıca Rasûlullah (s.a) ile birlikte güç bir dönem geçirmekte olan müminlere de müjde veriliyor. Onlara şöyle denilmektedir. "Yolun başında çektiğiniz meşakkatlerden ye'se kapılmayın, sonunda mutlaka sizler galip geleceksiniz. Şimdi bu kafirler belki galip durumda gözükmekdedirler ama aynı kimseler çok geçmeden sizlere mağlup olacaklardır." Gerçektende bir kaç yıl sonra, Allah'ın bildirdiklerinin bir teselliden ibaret olmadığı ve O'nun iman edenlerin kalplerini sağlamlaştırmak için verdiği haberlerin kesin birer gerçek olduğu ortaya çıkmıştır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Saflar halinde dizilenlere andolsun,

2 Haykırıp sürükleyenlere,

3 Zikir okumakta olanlara,1

AÇIKLAMA

1. Müfessirlerin çoğu, bu üç grubun hepsinin "melek" olduğu konusunda birleşmişlerdir. (Örneğin, İbn Abbas, İbn Mes'ud, Katade, Mesruk, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Süddi, İbn Zeyd ve Rubeyye b. Enes). Daha farklı bir şekilde tefsir etmek daha uygundur.

"Saf saf dizilenler" ifadesiyle, Allah'ın kâinatın işlerini yürüten emir kulları kastolunmaktadır. O melekler ki, Allah'ın emirlerini yerine getirmek için, O'nun huzurunda saf saf dizilmiş beklemektedirler. Aynı husus daha ileride (ayet : 165) tekrarlanmıştır ve zaten orada meleklerin kendileri şöyle demektedirler: "Biziz o saf saf dizilenler, biz."

"Haykırıp sürükleyenler" ifadesinden bazı müfessirler, bulutları süren ve yağmurun yağmasını sağlayan meleklerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu anlayış yanlış değilse de, burada konu itibarıyla daha uygun olanı, onlar ile meleklerden, asileri ve mücrimleri süren ve sadece kelimelerle değil, tabii afetlerle de insanların başına felaket getiren bir grubun kastedilmiş olmasıdır.

"Zikir okuyanlar" ile de Allah'ı zikreden ve ibret verici hadiselerle insanlara ders veren melekler veya peygamberlere vahiy götüren melekler ya da Allah'ın salih kullarına ilham eden melekler kastedilmiş olabilir.

4 Hiç tartışmasız, sizin ilahınız gerçekten birdir.2

5 Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir, doğuların da3 Rabbi'dir.4

6 Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü5 'çekici bir süsle', yıldızlarla süsleyip-donattık.

7 Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;6

8 Ki onlar, Mele-i Alâ'ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar;

9 Uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azab vardır.

AÇIKLAMA

2. Tüm kâinat nizamının tâ başlangıcından günümüze değin Allah'ın emriyle ayakta durduğu gerçeğini vurgulamak için yukarıdaki özellikleri taşıyan meleklerin adına yemin edilmiştir. Bu sistemin dışına çıkmak isteyenlerin kötü akibetleri sonucunda ortaya bir tek hakikat çıkar: İdareyi elinde tutan ilâh tek bir ilâh'dır. "İlah" kavramı iki anlamı tazammun eder. Birincisi başkaları tarafından kendisine kulluk edilen kimse, ikincisi kulluk edilmeye gerçekten layık olan zat. Burada "ilah" kavramı ikinci anlamda kullanılmıştır. Çünkü birinci anlamda insanların pek çok ilâhı vardır. Bu yüzden ayeti "gerçek ilâhınız birdir" şeklinde tercüme etmeyi uygun gördük.

3. Güneş ufukta hergün aynı noktadan doğmadığı gibi, hergün biraz daha kayarak ayrı açılardan göğe yükselir ve böylece dünyanın her bölgesinde muhtelif zamanlarda görülmesi mümkün olur. İşte bu yüzden ayette "meşarik" (doğular) ifadesi kullanılmıştır.

Zikredilmemiş olmasına rağmen "mağarıb" (batılar) ifadesini de, aynı mantık yolunu kullanarak, zikredilmiş olarak kabul edebiliriz. Çünkü "meşarik" ifadesi, aynı zamanda "mağarib" ifadesine de delâlet eder. Nitekim Mearic Suresi'nin 40. ayetinde "Doğuların da Rabbi, Batıların da Rabbi" ifadesi kullanılmıştı.

4. Bu ayetlerde, kâinatın sahibi ve hükümdarı kim ise, gerçek ilâh ve ma'budun da ancak O'nun olabileceği vurgulanıyor. Emir sahibinin terbiye eden ve yetiştiren olması ma'budun bir başkası olmasını akla ve mantığa aykırı kılar. Çünkü kendisine ibadet edilecek olan varlık, insana fayda ya da zarar verebilmeli, onun ihtiyaçlarını karşılamalı, kısmet ve kaderini tayin etmeli ve hatta insanın hayatının devam edip etmemesine karar verebilmelidir. Ma'bud bu özelliklere sahip olduğu takdirde kendisine teslim olmak ve kulluk etmek insan fıtratına uygun olur. Yukarıdaki temel ilkeleri kavrayan bir kimse, ancak yetki sahibi olanın ma'bud kabul edileceği, yetki sahibi olmayanın ise ma'bud kabul edilmeyeceği sonucuna kendiliğinden varacaktır. Dolayısıyla Allah'tan başkalarını ma'bud kabul etmek, onlara dua ve münacaatta bulunmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Çünkü onların hiçbir gücü ve yetkisi olmadığı halde ağlayıp yakararak bir kimsenin onlardan isteklerde bulunması anlamsızdır. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz.

"Bir adamın işi vardır, bu adam mahkemeye gittiğinde dilekçesini yetkili şahsa vermeyip, orada bulunan herhangi birine verir ve ondan bir sonuç almayı bekler. Ancak hiçbir sonuç alamaz, çünkü kendisine dilekçe verilen şahsın meseleyle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur."

5. "Yakın gök" ifadesi ile, gözlerimizle görebilmenin mümkün olduğu uzaya işaret edilmektedir. Nitekim daha uzakta bulunan, yerlerini bilemediğimiz birçok "sema" vardır. Başlangıçtan günümüze kadar insan, "sema=gök" fadesi ile belli bir yeri kastetmemiş ve uzayın görebildiği kadarını "sema" olarak adlandırmıştır.

6. Yani, sema sadece herkesin gördüğü uzay değildir ve belirli bir takım sınırları vardır. Hiçbir asi şeytan o sınırları aşamaz. Her yıldız ve gezegen kendi ekseni etrafında döner ve kendi yolu dışına çıkamaz. Onların yollarına da başka birşey giremez. Görünüşte uzay boş bir alan olarak gözükmektedir. Oysa uzaydaki sınırlar o kadar kesin hatlar ile çizilmiştir ki, insanların yaptıkları duvarlar bir hiç mesabesinde kalır. İnsanoğlunun aya çıkabilmek için ne kadar güçlükle karşılaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla aynı güçlükler, yeryüzündeki diğer mahluklar için de söz konusudur. Yani bundan cinlerin Alem-i Bâlâ'ya çıkmasının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.

10 Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen 'yakıcı bir alev' izler (ve yok eder).7

11 Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa bizim yarattıklarımız mı?8 Doğrusu biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.9

12 Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.

13 Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar.

14 Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar.

15 "Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir" dediler.10

16 "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

17 "Veya önceki atalarımız da mı?"

18 De ki: "Evet, üstelik sizler boyun bükmüş kimseler olarak."11

AÇIKLAMA

7. Bu ayetin tazammun ettiği anlamı iyice kavrayabilmek için Rasûlullah'a (s.a) peygamberlik geldiği dönemde, Araplar arasında kehanetin çok makbul olduğunu bilmek gerekir. Öyle ki o dönemde her yer adeta gaybten haber getirenler, gayb hakkında bilgi verenler ile kaynıyordu. Araplar kendi geçmiş ve gelecekleri hakkında haber veren bu kimselere inanırlardı.

Bu kimseler de (kahinler), cin ve şeytanların emirleri altında olduklarını ve kendilerine gaybten haberler getirdiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber'e (s.a) ilk kez vahiy geldiğinde, o böyle bir atmosferde Kur'an'ın ayetlerini tebliğ etti ve bu ayetlerin kendisine, Allah tarafından ve bir melek aracılığıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine kafirler Hz. peygamber'e (s.a) "kahin" demeye başladırlar. Öyle ki şeytanın kahinlere haber getirdiği gibi Hz. Peygamber'e de getirdiğini, onun da bu bilgileri kendilerine vahy diye aktardığını iddia ettiler. Kur'an bu iddiaları şu şekilde cevaplamıştır. "Şeytan kesinlikle değil Mele-î A'lâ'ya yaklaşmak, Alem-i Bâlâ'ya bile giremez. Şayet şeytan Mele-i A'lâ'ya yaklaşmak için çabalayacak olsa, hemen onu delici bir ateş kovalar."

Bir diğer anlamı da şöyle olabilir: "Allah'ın emriyle melekler kâinatı idare etmekdetirler. Dolayısıyla onlar şeytan'ın kendilerine müdahalesinden korunmuşlardır. Şeytan bırakın onlara müdahale etmeyi, yanlarına bile yaklaşamaz." (Bkz. Hicr Suresi an: 8-12)

8. Bu, kafirlerin ahiret hakkında sorularına verilmiş bir cevaptır. Onlar ölümden sonra dirilmenin mümkün olmadığı düşüncesiyle, ahiret hayatının da olamayacağını sanmaktadırlar. Onlara cevap olarak şöyle denilmektedir: "Ölümünüzden sonra tekrar yaratmanın zor olduğunu zannediyorsunuz. Fakat bir düşünün, bu kâinatı, yeryüzünü, gökyüzünü ve içindeki sayısız mahlukatı yaratmak sanki daha mı kolaydır. Hiç aklınız yok mu ki böyle bir zanda bulunuyorsunuz? Bu muazzam kâinatı ve sizi ilk defa yaratan Allah, sizleri tekrar yaratmaktan aciz midir"

9. Yani, insan topraktan yaratılmış ve yine toprak olacaktır. "Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık." ayeti ile Hz. Adem'in yaratılışı kastolunmaktadır. Dolayısıyla sonraki nesiller aynı insandan türeyerek devam edegelmiştir. Ayrıca, insanın vücudundaki tüm maddelerin topraktan alındığı anlamına da gelebilir.

Gerçekten de insan hayatı doğumdan ölüme kadar, topraktan meydana gelen ürünlere dayanır. Sözgelimi et, sebze, meyve tüm gıdalar su ile toprağın bileşimiyle oluşurlar.

Özetle; şayet bu toprak verimsiz olsaydı, insanın hayatta kalması mümkün olmazdı. Çünkü insanın hayatta kalmasını bu toprak sağlamaktadır. O halde ölümünden sonra insanı yeniden diriltmek niçin mümkün olmasın?

10. Yani, kafirler "öldükten sonra yeniden dirileceğiz, mahkeme kurulacak, cennet ve cehennem olacak" şeklinde sözler sarfettiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) için "büyülenmiş gibi konuşuyor" diyorlardı.

11. Allah herşeye kadirdir. Ölürsünüz ve sizleri dilediği zaman diriltir. Sizler O'nun karışısında aciz ve çaresizsiniz.

19 İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.12

20 Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür."

21 "Bu, sizin yalanlamakta13 olduğunuz (mü'mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür."

22 "Zulmetmekte olanları,14 eşlerini15 ve tapmakta olduklarını bir araya getirip toplayın."

23 "Allah'tan başka (taptıklarını);16 artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün."

24 "Ve onları durdurup-tutuklayın, çünkü onlar, sorguya çekileceklerdir."

25 (Onlara seslenilir:) "Ne oluyor size, birbirinizle (dünya olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?"

26 Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.17

AÇIKLAMA

12. Yani, "Vakit geldiğinde herkesin ayağa kalkması için, Allah'ın emri (bir ses) yeterlidir." Burada ölümden sonraki diriliş tablosu şöyle çizilmiştir. Adeta tüm insanlık başlangıçtan, tâ kıyamete kadar sürekli uyumaktadır ve kendilerine yapılan bir çağrıdan sonra hemen ayağa kalkacaklardır.

13. Muhtemelen ya müminler onlara hatırlatmaktadırlar, ya da bu meleklerin bir sözünden ibarettir veya haşr meydanının manzaraları bunları akla getirmektedir ya da bir süre sonra kendi kendilerine anlamsızca şöyle söylemiş olabilirler: "Vah halimize tüm hayatımız boyunca, yalanlayıp, inkâr ettiğimiz kıyamet günü ile şimdi karşılaştık."

14. "Zalimler" ifadesi sadece başkalarına zulmeden kimseleri değil, Allah'a karşı gelip, isyan eden herkesi kapsamaktadır.

15. "Eşleri" ifadesiyle, kendileriyle birlikte isyan ettikleri hanımları da kastediliyor olabilir veya bu ifadeden tüm asilerin, birlikte bu suçu işleyen kimselerin gruplar halinde bulunacağı manası da anlaşılabilir.

16. Burada, biri, başkalarını Allah'a isyan ettirmek için çalışan insanlar ve şeytanlar, diğeri, müşriklerin taptıkları ağaçlardan ve taşlardan putlar olmak üzere ma'budun her iki türü de kastolunuyor.

Birinci anlamdaki ma'budlar, asilerdir ve cehenneme gireceklerdir. İkinci anlamdaki ma'budlar ise, "Kendilerine tapanlar onların ne kadar zavallı olduklarını görsünler ve taptıkları saçmalıktan utansınlar" diye hep birlikte cehenneme sevk edileceklerdir. Bir de bunların dışında bazı cahillerin kendilerine yaptıkları ma'budlar vardır. Ancak ma'bud edinilen bu kimseler hayatları boyunca şirke karşı çıkmış ve insanları tevhide davet etmiş olan peygamberler, veliler ve hatta meleklerdir. Elbette bunlar, diğer ma'budlar gibi kendilerine tapanlarla birlikte cehenneme sevk edilmeyeceklerdir.

17. Burada ilk cümle ile sadece asi ve mücrimlere hitap edilirken, ikinci cümleyle umuma hitap edilmekte ve sonuçta ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır. "Orada bu günün isyan eden müstekbirleri çaresizlik içindedirler ve hiç ses çıkarmadan, karşı koymadan cehenneme sevk edilmektedirler. Örneğin ekselanslar (!), hizmetçilerinin gözleri önünde götürülürken, dünyanın o ünlü fatih ve diktatörleri rezil bir halde sürüklenmekte ve onların bu haline askerleri bile gülmektedirler. Sahte şeyhler, mahatmalar ve kutsal pederler, rezalet içinde yüzerlerken bu, müridlerinin hiç birinin umrunda bile olmaz. Yine liderler, önderler çaresizlik içinde cehenneme giderken, dünyada arkalarından koşup alkışlayanlar, onların yüzlerine bile bakmamaktadırlar. Hatta, sevgilileri için ölümü bile göze alan aşıklar, orada sevgililerin haline hiç aldırmazlar." Böyle bir manzaranın çizilmesinin amacı, insanoğlunun dünyada Allah'ın dışında kurduğu tüm ilişkilerinin kopacağının vurgulanmak istenmesidir. Çünkü dünyada şımarık olanların, kibirlenenlerin orada bu hallerinden eser bile kalmayacaktır.

27 Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar:

28 "Gerçekten sizler bize sağdan (sağ duyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz"18 derler.

29 (Diğerleri de:) "Hayır" derler. "Zaten sizler mü'min olanlar değildiniz."

30 "Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz."

31 "Böylece Rabbimizin sözü (yıkım ve azab va'di) üzerimize hak oldu. Hiç tartışmasız, (azabı) tadıcılarız."

32 "Evet, biz sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik."19

33 Artık o gün onlar azabda ortaktırlar.20

34 Doğrusu biz, suçlu-günahkârlara böyle yaparız.

35 Çünkü onlara: "Allah'tan başka ilah yoktur" denildiği zaman, büyüklük taslarlardı.

36 Ve derlerdi ki: "Biz, ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz?"

37 Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştı.21

38 Hiç tartışmasız, siz, acıklı azabı tadıcılarsınız."

39 Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.

40 Ancak muhlis olan kular başka.

41 İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır.22

AÇIKLAMA

18. Yani, "Sizler bize sağ tarafımızdan yaklaşırdınız." Arapça'da bu ifadenin bir kaç şekilde anlaşılması mümkündür. Şayet ifadeyi "kuvvet" anlamında ele alırsak ayet, "O zamanlar biz güçsüzdük, sizler galiptiniz ve bizleri dalâlete sizler götürdünüz" şeklinde yorumlanabilir. Fakat "iyilik" anlamında ele alırsak, ayet, "Siz çağırdığınız yolun iyilik olduğunu söylediniz. Biz de size güvenerek, dalâlete düştük" şeklinde de yorumlanabilir. Ancak "yemin" anlamında kabul edersek, o takdirde de ayet, "Siz yolunuzun doğru olduğuna yemin ettiniz. Biz de inandık" şeklinde anlaşılır.

19. İzah için bkz. Sebe an: 51-53.

20. Yani, dalâlete götürenlerle götürülenler hep birlikte aynı azaba çarptırılacaklardır. Müridlerin "Biz kandırıldık" şeklindeki mazeretleri kabul olunmazken, şeyhlerin "biz onları saptırmadık, onlar zaten dalâlette idiler" şeklindeki mazeretleri de kabul olunmayacaktır.

21. "Peygamberleri tasdik etmek" ifadesi üç anlamı da içerir ve burada üçü de kastedilmiştir: Birincisi, Rasûlullah (s.a) kendisinden önceki peygamberleri reddetmediği için, o peygamberlerin ümmetlerinin onu reddetmelerinin makul bir açıklaması yoktur. Üstelik Hz. Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen tüm peygamberleri de tasdik etmiştir. İkincisi, Hz. Muhammed (s.a) yeni birşey söylemiyor, bilakis tüm peygamberlerin tâ baştan beri taşıdıkları mesajı aktarıyordu. Üçüncüsü daha önceki peygamberlerin işaret ettikleri tüm özellikler (alâmetler) Rasûlullah'da (s.a) bulunmaktaydı.

22. Yani, rızk kendisi hakkında hiç kimsenin şüphe duyamayacağı şekilde, her yönüyle açıklanmıştır ve bu rızk onlara sürekli verilecektir.

42 Çeşitli-meyveler.23 Onlar ikram görenlerdir.

43 Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde.

44 Birbirlerine karşı, tahtlar üzerinde (otururlar).

45 Kaynaktan24 (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerine dolaşılır.25

46 Bembeyaz, içenlere lezzet (veren bir içki).26

47 Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir.27

48 Ve yanlarında bakışlarını28 yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır.29

AÇIKLAMA

23. Burada, cennetteki nimetlerin beslenmek için olmayıp, sadece lezzet için verileceği şeklinde ince bir ima vardır. Bu nimetler dünyadaki normal gıdalar gibi olmayacaktır. Çünkü cennette açlık gibi bir duygu bulunmayacaktır. İşte bu yüzden oradaki gıdalar "meyvalar" olarak ifade edilmiştir ve bu, bir gıdadan ziyade lezzete işaret etmektedir.

24. Ayette, "içki"nin niteliği açıklanmamış, sadece "kâse" ifadesi kullanılmıştır. Kâse ise Arapca'da yalnızca şarap ile ilgili olarak kullanılır. Şayet kabın içinde şarabın dışında başka bir sıvı, meselâ su veya süt bulunuyorsa, o kap "kâse" şeklinde ifade edilmez.

25. Bu içki dünyadaki içkiler gibi çürümüş meyva ve arpadan yapılmamıştır. Oradaki içki nehir ve çeşmelerden akacaktır. Nitekim bu husus Muhammed Suresi'nde "İçkiler nehirlerden akacak ve içenlere lezzet verecek" şeklinde açıklanmıştır.

26. Her ne kadar kadehleri dolaştıranların kimliği burada bildirilmemiş ise de, Kur'an'ın diğer bölümlerinde bu husus açıklığa kavuşturulmuştur.

"Kendilerine ait, sedefle saklı inci gibi civanlar dolaşır çevrelerinde" (Tur: 24)

"Çevrelerinde öyle ölümsüz gençler dolaşır ki, onları görsen saçılmış inci sanırsın." (İnsan: 19)

Ayrıca bu hususu izah sadedinde, Hz. Enes ve Semîre b. Cündüb'den rivayet edilen bir hadis vardır. Rasûlullah (s.a) "müşriklerin çocukları cennette hizmet edeceklerdir" diye buyurmuştur. (Ebu Davud, Tayalisî, Taberanî ve Bezzar). Bu rivayet senet itibarıyla zayıf olmasına rağmen, birçok hadisten, rüştüne ermemiş çocukların cennete gireceklerini öğrenmekteyiz. Ayrıca yukarıdaki hadisten anne ve babası cennette olan çocukların, mutlu olabilmeleri için onlarla birlikte cennette bulunacaklarını anlamaktayız. Dolayısıyla anne ve babası cehenneme giden çocukların cennet ehline hizmet etmeleri oldukça makuldur. (Ayrıntı için bkz. Fethu'l-Bari, Umdetu'l-Karî, Kitabu'l-Cenaiz, müşriklerin çocukları babı ve benim Resail ve Mesail adlı eserimin 3. cildi, sh: 177-187

27. Yani, bu "içki" dünyadaki içkilerde bulunan iki zarardan ârî olacaktır. Sözgelimi dünyadaki içkilerin kokusu pis, tadı acı olur ve içildikten sonra mideyi etkilerler. Daha sonra beyine de tesir eder ve baş döndürürler, sonunda karaciğerin işleyişini bozarak, vücudu hasta yaparlar. Hatta sarhoşluk etkisini kaybettikten sonra bile insan sersemleşir. İşte bunlar bedenî zararlardır. İkincisi, insanlar içki içtikten sonra aldıkları alkolün etkisiyle ağızlarına geleni hiç düşünmeden söylerler. Bu da içkinin akıl üzerindeki tahribidir. İnsanlar bu zararlara sırf zevk alabilmek uğruna katlanmaktadırlar. Ancak cennetteki içkinin "berrak, içenlere lezzet veren" bir özellik taşımasına rağmen, dünyadaki içkiler gibi zararlar ihtiva etmeyeceği bildirilmiştir.

28. Yani, kendi kocasından başkasına bakmaz.

29. Bu kızların büluğa ermeden ölmüş olmaları, anne ve babaları ise cennete girmediği için, aynı (öldüğü) yaşta bırakılarak cennete "huri" olarak gönderilmeleri ihtimal dahilindedir. Tıpkı erkek çocukların aynı yaşta kalarak cennette "huddam" olarak hizmet edecekleri gibi, bu kızlarda pekala aynı şekilde cennette bulunup hizmet edebilirler. En doğrusunu Allah bilir.

49 Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz). 30

50 Böyleyken, kimi kimine yönelmiş olarak, birbirlerine soruyorlar:

51 Onlardan bir sözcü der ki: "Benim bir yakınım vardı."

52 "Der ki: -Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın?"31

53 "Bizler öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda mı, gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz?"

54 (Konuşan yanındakilere) Der ki: "Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?"

55 Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.

56 Dedi ki: "Andolsun Allah'a, neredeyse beni de ( şu bulunduğun yere) düşürecektin."

57 "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, muhakkak ben de (azab yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım."32

58 "Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz?"

59 "Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar da değil miymişiz; (öyle mi)?"33

60 Hiç şüphe yok, bu, asıl büyük 'kurtuluş ve mutluluğun' ta kendisidir.

61 Böylece, çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır.

62 Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı, yoksa zakkum34 ağacı mı?

AÇIKLAMA

30. Yani, onlar gizli ve saklı yumurta gibidirler. Bu ayet müfessirler tarafından çok çeşitli şekillerde yorumlanmış olmasına rağmen en doğrusu, Hz. Ümmü Seleme'den rivayet edilen şu hadistir. Rasûlullah'a (s.a.) bu ayetin anlamı sorulduğunda o şöyle dedi: "Bunlar, yumurtanın kabuğu ile içi arasındaki zar kadar nazik ve yumuşak olacaklardır." (İbn Cerir.)

31. Yani, senin de aklın çalışmıyor ve ölümden sonraki hayata inanacak kadar basit düşünüyorsun.

32. Bu ifadelerden ahirette, insanların görme ve işitme melekelerinin çok kuvvetli olacağı anlaşılıyor. Bir kimse arada telefon ve televizyon olmaksızın, belki de kilometrelerce uzaklıktaki cehennemde azab çekmekte olan başka bir kimseyi görüp duyabilecek ve onunla konuşabilecektir.

33. Sözün gelişinden, cennet ehlinden olan bir şahsın, cehennemdeki tanıdığı ile konuşurken, tıpkı ümit ettiğinden fazlasını bulduğunda hayretler içinde kalarak, sevinçle kendi kendine söylenen kimse gibi, ağzından birkaç cümlenin çıkıverdiği anlaşılıyor. Böyle hallerde karşısındaki kişiye soru sorar gibi konuşan kimse, aslında soru sormuyor, sadece hissettiklerini ifade ediyordur. İşte yukarıda da cennet ehlinden olan şahıs, cehennemdeki tanıdığıyla konuşurken aniden, "cennete girmekle ne kadar şanslı olduğunu, orada azab ve ölümün olmadığı, tüm dertlerinin sona ererek, ebedi bir hayata kavuştuğunu" düşünmüştür. İşte bu düşünceleri sonucunda kendini kontrol edememiş ve ağzından sözkonusu cümleler çıkmıştır.

34. "Zakkum" bir ağaç cinsidir. Tihame bölgesinde bulunur. Tadı çok acı, kokusu da çok kötüdür. Dallarını koparan kimsenin ellerine ve bedenine ağaçtan çıkan sıvı bulaştığı takdirde, o kimse bir çeşit deri hastalığına yakalanır. Bu ağacın Hindistan'da "Tor" diye bilinen ağaçla aynı olması muhtemeldir.

63 Doğrusu biz, onu kâfirler için bir fitne35 (bir imtihan konusu) kıldık.

64 Şüphesiz o, 'çılgınca yanan ateşin' dibinde bitip çıkar.

65 Onun tomurcukları, şeytanların başları36 gibidir.

66 Artık hiç tartışmasız, onlar, ondan yiyecekler, böylelikle karınlarını da ondan dolduracaklar.

67 Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.

68 Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir.37

69 Çünkü onlar, atalarını da sapık kimseler olarak bulmuşlardı.

70 Kendileri de onların izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı.38

71 Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.

72 Andolsun, biz onlara uyarıcı-korkutucular göndermiştik.

73 Uyarılıp-korkutulanların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.

74 Ancak muhlis olan kullar başka.

75 Andolsun, Nuh bize39 (dua edip) seslenmişti de,40 ne güzel icabet etmiştik.

76 Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık.41

77 Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık.42

AÇIKLAMA


35. Kafirler bu ayeti işitir işitmez Hz. Paygamber (s.a) ile alay etmek için, bir fırsat daha ele geçirdiklerini sanmışlardı. Onlar şöyle diyorlardı : "Cehennemin kavurucu ateşi içerisinde bir ağaç nasıl yetişebilir."

36. Zakkum tomurcuklarının şeytanlara benzetilmesi dolayısıyla bazı kimseler, şeytanları kimsenin görmediğini öne sürebilirler. Lakin bu, teşbihtir. Tıpkı güzel bir kızın periye benzetildiği veya çirkin bir kadının "cadı"diye isimlendirildiği yada nuranî bir yüze sahip olan kimseye "melek" dendiği hatta kötü huylu bir insanın şeytana benzetildiği gibi...

37. Bu ayetlerden cehennem halkının açlık ve susuzluktan kıvrandıklarında, kendilerinin zakkum ağacının ve kaynar su akan çeşmelerin bulunduğu yere götürülecekleri, orada zakkumdan yedikten, kaynar sudan içtikten sonra tekrar geriye döndürülecekleri anlaşılmaktadır.

38. Yani, bunlar atalarının yolunu tuttular ve Allah'ın verdiği aklı kullanmayarak, takip ettikleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu hiç düşünmeden, bir sürü gibi yollarına devam ettiler.

39. Bu ayetin önceki ayetlerle olan ilişkisini düşündüğümüzde, bu hususun niçin zikredildiğini anlarız.

40. Bununla, Hz. Nuh'un feryadına işaret olunuyor. O uzun bir tebliğ döneminden sonra ümidini kesmiş ve Allah'a feryad etmişti :"Rabbim ben yenildim, bana yardım et."

41. Yani, "kavminden muhalif" olanların yaptığı büyük zulümden. Burada ince bir işaret vardır. Hz. Nuh (a.s) kavminin zulmünden nasıl kurtarılmış ise, Hz. Muhammed (s.a) ve beraberindekiler de bir süre sonra Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtarılacaklardır.

42. Bu ayet, biri, "Sadece Hz. Nuh (a.s) ve beraberindekiler kurtulmuş, kavmi ise helâk olmuştur" şeklinde, diğeri de "Tüm insanlık helâk olmuş ve sadece Hz. Nuh (a.s)ile beraberindekiler kurtularak, insan nesli onlarla devam edegelmiştir." şeklinde olmak üzere iki anlama da gelebilir. Müfessirlerin çoğunun ikinci anlamı kabul etmiş olmalarına rağmen, bu husus Kur'an'da yeterince açıklığa kavuşturulmuş değildir. En doğrusunu Allah bilir.

78 Sonra gelenler arasında da ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

79 Âlemler içinde selam olsun Nuh'a.43

80 Gerçekten biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

81 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı.

82 Sonra diğerlerini suda-boğduk.

83 Doğrusu İbrahim de, onun (soyunun) bir kolundandır.

84 Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalb ile gelmişti.44

85 Hani babasına ve kavmine45 demişti ki: "Sizler neye tapıyorsunuz?"

86 "Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah'tan başka ilahlar istiyorsunuz?"

87 "Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız46 nedir?"

88 Sonra47 yıldızlara bir göz attı.48

89 "Ben, doğrusu hastayım"49 dedi.

90 Böylelikle arkalarını çevirip ondan kaçmaya başladılar.50

91 Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: "Yemek yemiyor musunuz?"51 dedi.

AÇIKLAMA

43. Bu gün yeryüzünde hiç kimse Hz. Nuh'u (a.s) kötülükle anmaz. Bilakis Nuh tufanından binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen herkes onu hayırla yad eder.

44. "Rabbine geldi" ifadesi ile Allah'a yönelmesi, "selim bir kalb" ifadesiyle de salih ve temiz yani akidevî ve ahlâkî noksanlıklardan arınmış, şirk, küfür, şek ve şüpheden azâde, isyan ve itaatsizlikten uzak, kendisinde eğrilik bulunmayan ve kötü niyetten, buğz ve hasedden arî bir kalb kastolunmaktadır.

45. Hz. İbrahim'in kıssasının izahı hakkında bkz. En'am an: 50-55, Meryem an: 26-27, Enbiya an: 51-66,Şuara an: 50-64, Ankebut an: 25-48.

46. Yani, siz Allah'ı ne sanıyorsunuz? O sizlerin taş, toprak ve ağaçlardan yaptığınız putlar gibi midir? Yine O'nun sıfatlarının putlarınızın sıfatlarıyla bir alâkası mı var? Allah'a küstahlık yapmanıza rağmen, O'ndan kaçıp kurtulabileceğinizi mi düşünüyorsunuz?

47. Burada özel bir olay anlatılmaktadır. İzah için bkz. Enbiya an: 51-73, Ankebut an: 16-27.

48. İbn Ebi Hatim, tabiinden meşhur müfessir Katade'nin "Nazraten fi en-nücum" ifadesini Arapların bir deyim olarak kullandıklarını söylediğini naklediyor. Nitekim İbn Kesir de aynı görüşe katılmıştır. Zaten insanın düşünürken gayri ihtiyari, bakışlarını gökyüzüne çevirdiği bilinen bir husustur.

49. Bu, bazılarının görüşüne göre Hz. İbrahim'in (a.s) söylediği iddia edilen üç yalandan birisidir. Ancak bu sözün yalan olup olmadığını belirleyebilmek için, Hz. İbrahim'in (a.s) gerçekten hasta olup olmadığını bilmek gerekir. Bu hususta kesinlikle tespit yapılamıyorsa eğer, hangi mantığa uyarak Hz. İbrahim'e (a.s) "yalan söyledi"diye iftira atabilirsiniz? (İzah için bkz. Enbiya an: 60 ve Resail ve Mesail adlı eserim, c.ll,sh: 35-39)

50. Bu cümleden Hz. İbrahim'in ailesinin festivale giderken, Hz. İbrahim'i yanlarında götürmeyi istedikleri, ancak onun "rahatsızım gelemem" demesi üzerine, mazeretini kabul ederek, Hz. İbrahim'i (a.s) evde bıraktıkları anlaşılmaktadır. Yani, Hz. İbrahim (a.s) gerçekten de rahatsızdır. Bu nezle gibi basit bir rahatsızlık da olabilir. Çünkü ailesi Hz. İbrahim'in mazeretini kabul etmiş ve gelmesinde ısrar etmemişlerdir.

51. Putların önlerinde çeşitli yiyeceklerin bulunduğu anlaşılmaktadır.

92 "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?"

93 Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.

94 Çok geçmeden (halkı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler.52

95 Dedi ki: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

96 "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır."

97 Dediler ki: "Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın."

98 Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık.53

99 (İbrahim) Dedi ki54 "Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim;55 O, beni hidayete eriştirecektir."

100 "Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk)56 armağan et."

101 Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.57

AÇIKLAMA

52. Burada kısaca zikredilen bu hadise, Enbiya Suresi'nde daha ayrıntılı bir şekilde aktarılmıştır.

Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi, mabedlerinin içindeki putları paramparça bir halde görünce, hemen bu işi kimin yaptığını araştırmaya başlamıştır. Bazılarının "İbrahim adlı bir genç putlarımıza karşıydı" demeleri üzerine halk, "onu yakalayıp, getirin" diye bağrıştı ve bir grup gidip Hz. İbrahim'i yakalamış ve halkın önüne getirmiştir.

53. Enbiya 69'da: "Biz de, ey ateş İbrahim'e serin ve esenlik ol dedik." Ankebut, 24'de ise: "Allah onu ateşten kurtardı" şeklinde buyurulmuştur. Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, Hz. İbrahim (a.s) ateşe atılmış, Allah da onu ateşten kurtarmıştır. "Ona bir tuzak kurmak istediklerinde biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık" ayetinin anlamı, "Onlar İbrahim'i ateşe attılar ve Allah onu mucizeyle ateşten kurtararak, kafirleri yenilgiye uğrattı" şeklinde anlaşılır. Bu hadisenin aktarılmasıyla gözetilen amaç, Mekkeli müşriklere şu hususun anlatılmasıdır: "Sizler Hz. İbrahim'in (a.s) soyuna mensup olmakla övünüyorsunuz. Ancak Hz. İbrahim'in (a.s) yolu, Hz. Muhammed'in (s.a) sizleri çağırmakta oluduğu yolun aynısıdır. Şayet sizler onu yenilgiye uğratmak için başvurduğunuz çeşitli hilelere devam ederseniz, Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi gibi sizlerde en sonunda yenilgiye uğrarsınız."

54. Yani, Hz. İbrahim (a.s) bu sözü, ateşten mucize kabilinden kurtulduktan sonra ülkesini terkettiği sırada söylemiştir.

55. Bu ifade şu anlama gelir: "Ben Allah yolunda hizmet ediyorum. Ve benim kavmim, sırf Allah yolunda yürümek istediğimden dolayı bana düşman oldu. Ben de şimdi Allah'a teslim oldum ve O'na hicret ediyorum. Benim hedefimi belirleyen ve bana yol gösteren O'dur. O beni nereye götürürse, ben oraya gideceğim."

56. Bu duadan, Hz. İbrahim'in (a.s) o dönemde daha çocuğu olmadığı anlaşılıyor. Yanında sadece hanımı ve yeğeni Hz. Lût (a.s) vardı. O da doğal olarak "bana hicret esnasında teselli olması için bir çocuk ihsan et" diye Allah'a dua etmiştir.

57. Bu ifadeden Allah Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'e (a.s) hemen müjde verdiği şeklinde bir anlam çıkartmak doğru olmaz. Nitekim, "İhtiyarlık çağımda bana İsmail ve İshak'ı lûtfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (İbrahim. 39) ayetinden de anlaşılacağı üzere, Hz. İbrahim'in dua ettiği zaman ile kendisine müjde verildiği zaman arasında yıllarca mesafe vardır. Kitab-ı Mukaddes'te, Hz. İsmail doğduğunda Hz. İbrahim (a.s) 86, (Tekvin: 16:16), Hz. İshak doğduğunda ise 100 yaşında olduğu yazılıdır. (Tekvin 21:5)

102 Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): "Oğlum" dedi. "Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyordum.58 Bir bak, sen ne düşünüyorsun."59 (Oğlu İsmail) Dedi ki: "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap.60 İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın."

103 Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı;61

104 Biz ona: "Ey İbrahim" diye seslendik.62

105 "Gerçekten sen, rüyayı doğruladın.63 Hiç şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz."64

106 Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.65

AÇIKLAMA

58. Hz. İbrahim (a.s) rüyasında oğlunu kurban etmiş olduğunu değil, kurban etmek üzereyken görmüştür. Ancak o oğlunu kurban etmiş olarak gördüğünü sanmış ve bu niyetle onu kesmeye karar vermiştir. Bu nokta 105. ayette daha da açıklığa kavuşturulmuştur: " Sen rüyayı doğruladın. İşte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız."

59. Hz. İbrahim'in (a.s) oğluna, gördüğü rüya ile ilgili düşüncesini sormasının nedeni, onun iznini almak değil, sadece Allah'ın kendisine daha önce müjdelediği evladın 'salih' olup olmadığını öğrenmekti. Nitekim bilindiği gibi o daha önceden Allah'tan salih bir evlad istemiş ve Allah da ona salih bir evlad ihsan ettiğini müjdelemişti.

Çocuk, Allah rızası için canını feda etmeye hazır olduğu takdirde, Hz. İbrahim'in duasının kabul edildiği ve Hz. İsmail'in sadece sülbî olarak değil, ahlâk ve şahsiyet açısından da onun oğlu olduğu anlaşılacaktı.

60. Bu ifadeler, Hz. İsmail'in, babasının rüyasında gördüklerini sadece bir rüya olarak değil, Allah'ın vahyi ve bir emri olarak telakki ettiğini gösteriyor. Hz. İsmail'in bu düşüncesi doğru olmasaydı eğer, pekâlâ Hz. İbrahim (a.s) bunun Allah'ın emri derecesinde bir rüya olmadığını söyleyebilir ve ayrıca Allah Teâlâ da vahiy göndererek durumu açıklığa kavuşturabilirdi. Fakat burada böyle bir işaret yoktur. İşte bu nedenden ötürü İslâm'da peygamberlerin rüyalarının bir çeşit vahiy olduğuna inanılır. Aksi varid olsaydı, Allah, Hz. İbrahim'i (a.s) ikaz eder, yanlış anlamayı düzeltir ve Kur'an'da böylesine yanlış bir anlayışın oluşmasına izin vermezdi.

61. Hz. İbrahim (a.s) oğlunu kurban edeceği sırada, onu sırt üstü değil de, yüzükoyun yatırmasının nedeni, oğlunun yüz ifadesini görüp, baba sevgi ve şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeme korkusuydu.

62. Bir grup nahiv alimi ayette geçen "ve" edatının "sonra" anlamına geldiğini ileri sürerken, bir grup da, olayın okuyucunun zihninde canlanmasını sağlamak için "tam o esnada" anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. "Allah yaşlı bir insana, ömrünün son demlerinde bir oğul ihsan ediyor ve büyüdüğünde yaşlı baba biricik oğlunu yüzükoyun yere yatırarak, elinde bıçak Allah rızası için kesmek üzere öylece duruyor." İşte bu manzara Allah'ın engin rahmetini kimbilir nasıl coşturmuş ve bu baba ile oğula Allah ne kadar şefkat beslemiştir? İnsanın bunu kelimelerle ifade etmeye gücü yetmez. Olsa olsa tasavvur edebilir ancak.

63. Yani, "Biz sana rüyanda oğlunu kurban ettiğini değil, kurban etmek üzere iken göstermiştik. Ve sen onu kesmek için hazırlandığında, rüyan doğrulandı. Zaten asıl maksat da buydu. Sonuçta sen sadakatini ispatlamak suretiyle, imtihanı başarıyla geçtin."

64. Yani, " Biz ihsanda bulunanları (muhsinleri) işte böyle mükâfatlandırır, onu sıkıntı ve çilelerden geçirmek suretiyle imtihan eder, tereddütleri varsa, giderir ve böylece derecelerini yükseltiriz. İşte sen de oğlunu kurban etmeyi göze aldığın için, hem oğlunu kurtardık, hem de derecenizi yükselttik."

65. Yani, "maksat senin oğlunun canını almak değildi. Maksat, Allah'tan başka hiçbir şeyin sana daha sevgili olmadığını ortaya çıkarmak için, seni imtihan etmekti."

107 Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.66

108 Sonra gelenler arasında da ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

109 İbrahim'e selam olsun.

110 Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

111 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandır.

112 Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik.

113 Ona da, İshak'a da bereketler verdik.67 İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmetmekte olan da.68

AÇIKLAMA

66. "Büyük bir kurbanlık" ifadesi ile Kitab-ı Mukaddes'e göre de İslâmi kaynaklara göre de, Allah'ın bir melek vasıtasıyla Hz. İbrahim'e oğlunun yerine kurban etmesi için gönderdiği "koç" kastedilmektedir. "Büyük bir kurbanlık" denmesinin nedeni ise, onun Hz. İbrahim'in hatırı için gönderilmesi ve sabırlı, fedakâr oğlunun canının bedeli için bir fidye olmasıdır. Bu yüzden Allah, Hz. İbrahim'in o emsali düşünülemeyen kurban niyetini, bu koç ile yerine getirmesini istemiştir. Bunun yanısıra "Büyük bir kurbanlık" denmesinin diğer bir nedeni de Hz. İbrahim'in sünnetinin kıyamete kadar sürmesi ve müminlerin tarih boyunca, o teslimiyet olayını, hayvanları kurban etmek suretiyle canlı tutmalarının istenmesidir.

67. Hadisenin bu bölümünde, Hz. İbrahim'in sözü edilen oğlunun hangisi olduğu sorusu ile karşı karşıyayız. Öncelikle Kitab-ı Mukaddes'e şöyle bir bakalım: "Allah İbrahim'i imtihan etti ve dedi ki: "Ey İbrahim! Tek ve yegâne sevdiğin oğlun İshak'ı yanına alarak Merish ülkesine git ve orada benim göstereceğim dağlardan birinde onu kurban et." (Doğuş, 22:1-2)

Bu satırlarda dikkate değer iki nokta vardır. Birincisi, kurban edilecek evladın, Hz. İshak olduğu belirtilmiştir. İkincisi, bu çocuğun Hz. İbrahim'in tek evladı olduğu söylenmiştir. Oysa bizzat Kitab-ı Mukaddes'in diğer yerlerinden bu sözlerin tamamıyla yanlış olduğu anlaşılıyor. Meselâ Kitab-ı Mukaddes'in şu paragrafına bakalım:

"Ve İbrahim'in zevcesi Sârâ'nın hiçbir çocuğu yoktu. O'nun Mısır'lı bir hizmetçisi vardı. Adı Hacer idi. Sârâ, İbrahim'e dedi ki; "Bak Allah beni çocuk sahibi olmaktan mahrum etmiştir. Onun için sen benim hizmetçinin yanına git. Belki böylece evimiz neş'e ile dolar." Ve İbrahim Sârânın dediğini yaptı. Ve İbrahim Ken'an ülkesinde 10 seneden beri kalıyordu ve işte o sıralarda karısı Sârâ kendi hizmetçisini ona verdi ki onun karısı olsun. Ve o Hacer'in yanına gitti ve o hamile kaldı."(Doğuş: 16:1-3)

"Allah meleği, ona dedi ki: "Sen hamilesin ve sen bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin, adını İsmail koy." (Doğuş 16:11)

"İbrahim ve Hacer'den İsmail doğduğu zaman İbrahim 86 yaşındaydı." (Doğuş:16:16)

"Ve Allah İbrahim'e dedi ki, senin karın olacak Sârâ'dan da sana bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını İshak koyarsın... O gelecek yıl aynı tarihte Sârâ'dan doğacaktır... O zaman İbrahim, oğlu İsmail'i ve evin diğer erkeklerini yanına aldı ve aynı gün Allah'ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim 99 yaşında sünnet oldu. İsmail ise sünnet olduğu zaman 13 yaşındaydı." (Doğuş: 17:15-25)

"Ve oğlu İshak doğduğu zaman İbrahim 100 yaşında idi. (Doğuş:21:5)

Bu ifadeler ile Kitab-ı Mukaddes'in içine düştüğü çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor. Şöyle ki, 14 yaşına kadar Hz. İbrahim'den tek evladının kurban edilmesini istemişse, o İsmail olmalıdır. Yok eğer Allah, Hz. İshak'ın kurban edilmesini istemişse, o zaman onun Hz. İbrahim'in tek evlâdı olduğunu söylemek yanlış olur.

Bu hususda İslâm kaynaklarında da derin ihtilaflar vardır. Müfessirlerin bir bölümünün sahabeler ve tabiilerden naklettikleri hadislere göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshak'dı. Bu grupta şu isimler yer almaktadır:

Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mes'ud, Hz. Abbas b. Abdulmuttalib, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebu Hureyre, Katâde, İkrime, Hasan Basri, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, Şâ'bî, Mesruk, Mekhûl, Zuhrî, Atâ, Mukâtil, Süddî, Ka'b'ul-Ahbar, Zeyd b. Eslem.

İkinci grupta yer alanlar ise, kurban edilmesi emrolunan çocuğun Hz. İsmail olduğunu savunuyorlardı ki, bunlar şöyle sıralanabilir: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Muaviye, Hz. İkrime, Hz. Mücahid, Hz. Yusuf b. Mehren, Hz. Hasan Basri, Hz. Muhammed b. Ka'b el-Kurzî, Şâ'bî, Hz. Said b. Müseyyeb, Dahhâk, Hz. Muhammed b. Ali b. Hüseyin (İmam Muhammed el-Bâkır), Hz. Rebî b. Enes ve Hz. İmam Ahmed b. Hanbel v.s.

Bu iki listeyi birbiriyle karşılaştırınca bazı isimlerin müşterek olduğunu görürüz. Yani aynı zat'ın değişik hadisler naklettiği belirtilmiştir. Meselâ, İkrime'nin Abdullah b. Abbas'dan naklettiği hadise göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshak'tı. Fakat Atâ b. Ebi Rebâh'ın yine Hz. Abdullah b. Abbas'tan naklettiği hadis şöyledir: "Yahudiler, kurban edilmesi istenilen çocuğun İshak olduğunu iddia ediyorlar. Ama Yahudiler yalan söylemektedir." Aynı şekilde Hasan Basri'nin, Hz. İshak'ın "zebih" (Allah yolunda kurban edilen) olduğuna dair bildiği bir hadis var. Fakat, Amr b. Ubeyd'in ifadesine göre, Hasan Basri, Hz. İsmail'in zebih olduğu konusunda hiç tereddüt etmiyordu.

Hadisler ve tefsirlerde bu konuda ortaya çıkan anlaşmazlık, gayet doğal olarak ulema ve fakihlerin de iki ayrı kampa bölünmesine yol açmıştır. Nitekim, İbn Cerir ile Kâdı İyâz v.s reylerini kesinlikle Hz. İshak lehine vermişlerdir. İbn Kesir gibi alimler ise kesinlikle Hz. İsmail'in zebih olduğuna karar vermişlerdir. Fakat Celalettin Suyuti gibi alimler de ortada kalmış ve kesin bir tavır takınmaktan kaçınmışlardır. Fakat elimizdeki bütün kaynakları bilimsel ve objektif şekilde değerlendirecek olursak "zebih"in, Hz. İsmail olduğuna karar verebiliriz. Bu hususta şu delilleri öne sürebiliriz.

1) Saffat Suresi'nde, Hz. İbrahim'in anayurdundan ayrılırken Allah'tan kendisine salih bir evlat ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak, Allah kendisine halim (uysal ve mütevazi) bir evlat bahşedeceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, Hz. İbrahim'in o an içinde bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim'in duasını evlatsız olduğu bir sırada yaptığını gösteriyor. Müjdelenen çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca surenin dili, üslûbu ve hadisenin mahiyeti aynı çocuğun delikanlılık çağına geldiği zaman Hz. İbrahim'in onu Allah'ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böylece, Hz. İbrahim'in ilk evladının Hz. İsmail olduğu kesinlikle ortaya çıkıyor. Buna ilaveten Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in iki oğlundan bahsedilirken, isimleri de sıra ile anılmıştır: "Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk'ı bahşeden Allah'a hamdedirm." (İbrahim:39)

2) Kur'an-ı Kerim'de Hz. İshâk'ın doğacağına dair verilen müjdede kendisi için "ilim sahibi" (Zariyat: 28) kelimesi kullanılmıştır. Hicr Suresi'nde de şöyle denilmiştir. "Biz seni alim bir evlad ile müjdeliyoruz."(53). Fakat Sâffât Suresi'nde müjdelenen çocuğun "halîm" (uysal, mütevazi) olduğu beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk ayrı ayrı huy ve karaktere sahiptiler. Hz. İsmail'in karakterinin belirgin özelliğinin "halîm" olduğu anlaşıldıktan sonra, kurban edilmesi emrolunan çocuğun Hz. İsmail'den başka birisinin olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zira, Hz. İbrahim tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halîm olduğu Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir. Ayrıca halîm olan ilk çocuk ancak delikanlılık çağına yaklaştığı zaman âlim olan ikinci çocuk doğmuştu. İkinci çocuğun doğacağına dair müjde de ancak kurban vakasından sonra verildiğine göre, kurbanlık muhakkak Hz. İsmail'di.

3) Kur'an-ı Kerim'de, Hz. İshâk'ın doğacağına ilişkin müjde verilirken İshâk'ın da Yakub adında bir çocuğa sahip olacağı belirtilmiştir. "Ayakta duran İbrahim'in zevcesi güldü. Biz de ona İshâk'ı, onun ardında da Yakub'u müjdeledik." (Hûd: 71)

Şimdi, Hz. İbrahim rüyasında ileride olacak bir çocuğunu boğazlerken görmüş olsaydı, Allah'ın onun gerçekten kurban edilmesini istediğine ihtimal vermezdi. Zira, bu çocuk kurban edildiği takdirde onun Yakub adında bir evladın babası olması sözkonusu olamazdı. Allame İbn Cerir, bu delili çürütmek maksadıyla diyor ki, belki de Hz. İbrahim rüyasını, Hz. İshâk, Yakub adında bir erkek çocuğuna sahip olduktan sonra görmüştü. Fakat bu çok uzak ve gülünç bir tahmindir. Zira, Kur'an-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun "babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği" zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir önyargısı olmayan bir kişi bu cümleyi okuyunca kurbanlık çocuğun ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Çoluk çocuk sahibi bir gençten sözedilirken böyle bir ifadenin kullanılabileceği düşünülemez.

4) Kur'an-ı Kerim'de kurban vak'asının tümü anlatıldıktan sonraki ayetlerde Hz. İbrahim'e "Peygamber olacak İshâk adında salihlerden bir evladın müjdelendiği," belirtilmiştir. Bu ayetlerden de kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığı belli oluyor. Aksine, önce İsmail adında başka bir çocuğun müjdelendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği zaman onun kurban edilmesinin istendiği ifade edilmiştir. Hz. İbrahim bu imtihandan başarıyla geçtikten sonra ona İshâk adında başka bir çocuk müjdelenmiş oldu.

Olayların bu zinciri ve sıralaması, kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığını, aksine bu çocuğun İshâk'dan birkaç sene önce doğmuş olduğu açık seçik bir şekilde ortaya çıkarıyor. Allame İbn Cerir bu açık delili şu tezle reddediyor: İlk önce İshâk'ın doğacağı müjdelenmişti ve o, Allah'ın dileği üzerine ölmeye hazır olunca ona mükâfat olarak peygamberlik verileceği bildirilmişti. Ne var ki, İbn Cerir'in bu delili eskisinden daha da zayıftır. Çünkü gerçekten böyle birşey olsaydı, o zaman Allah "Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik" yerine "Aynı çocuğun salihlerden bir peygamber olacağını ona müjdeledik" ifadesini kullanırdı.

5) Güvenilir rivayet ve hadislere göre Hz. İsmail'in fidyesi olarak kurban edilen koçun boynuzu Ka'be'de Abdullah b. Zübeyr (r.a) dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra, Haccac b. Yusuf, Harem'de İbn Zübeyr'i kuşatıp Ka'be'yi yerle bir edince bu boynuz da ortadan kayboldu. İbn Abbas ve Amir b. Şâ'bi bu boynuzu Ka'be'de gördüklerini belirtiyorlar. (Bkz. İbn Kesir). Bu gösteriyor ki, Kurban vak'ası Suriye'de değil, Mekke-i Muazzama'da vuku bulmuştu ve kurbanlık Hz. İsmail'di. Çünkü böyle olmasaydı, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilen Ka'be'de kurban vak'asının bir hatırası olarak boynuz saklanmazdı.

6) Arap rivayetlerine göre Araplar yüzyıllar boyu Kurban vak'asının Mina'da meydana geldiğine inanagelmişlerdi. Ve tâ o zamandan başlayarak Hz. Peygamber (s.a) zamanına kadar, hacılar Mina'ya gidip Hz. İbrahim'in geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)peygamberlik payesine yükselince bu geleneği İslâmiyet'in Hacc farizasının bir parçası haline getirdi. Bugün dahi Müslüman Hacılar 10 Zilhicce tarihinde kurbanlıklarını Mina'da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri kesintisiz sürdürülen bu gelenek, Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği oğlunun İshâk değil, İsmail olduğunun inkar edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshâk'ın soyundan oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında müslüman ümmeti gibi, bütün milletin belirli bir sürede kurban kesmesi veya bunun gibi Hz. İbrahim'in kurban kesmesinin bir anısı olarak sürdürülen bir gelenek yoktur.

Bunlar öylesine sağlam ve inkâr edilmez delillerdir ki, bunların ortada bulunmasına rağmen bizzat müslümanların bazı ileri gelenlerinin, Hz. İshâk'ı "zebih" (kurbanlık) olarak neden kabul ettiklerine hayret edilebilir. Yahudilerin böyle iftihar edilmesi gereken bir olayı, Hz. İsmail yerine ataları olan Hz. İshâk'a maletmeleri anlaşılır birşeydir. Ama müslümanların bir grubunun bu haksızlığı kabullenmelerine ne demeli? Allame İbn Kesir bu sorunun gayet tatminkar cevabını meşhur tefsirinde vermiştir:

"Gerçeği ancak Allah bilir. Fakat dikkat edildiğinde, Hz. İshâk'ın zebih (kurbanlık) olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin Ka'b'ul-Ahbar tarafından nakledildiği ortaya çıkar.

Bu zat, Hz. Ömer döneminde müslümanlığı kabul etmişti ve Müslümanlara, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarından pasajlar okurdu. Ka'b'ul-Ahbar'ın okuduğu parçaları önceleri sadece Hz. Ömer dinlerdi, daha sonra bazı kimseler de bunları dinlemeye başladılar. Böylece, Ka'b'ın bazı doğru, yanlış ve uydurma hikaye ve masallarını da müslümanlar dinler hale geldiler. Halbuki, ümümetin Ka'b'ın bilgi hazinesine ihtiyacı yoktu."

Bu konuya Muhammed b. Ka'b Kurazî'nin bir hadisi de ışık tutuyor. Muhammed b. Ka'b Kurazî diyor ki; "Bir defasında benim yanımda Hz. Ömer b. Abdülaziz ve bazı diğer arkadaşlar arasında "zebih"in İsmail mi, yoksa İshâk mı olduğu tartışması çıktı. Toplantıda daha önce Yahudi ama sonradan müslüman olan dindar bir zât da vardı. O dedi ki, "Ey müminlerin emiri! Vallahi billahi, zebih, Hz. İsmail'di. Yahudiler bu gerçeği çok iyi biliyorlar, fakat Araplara karşı kin ve kıskançlıkları olduğu için Hz. İshâk'ın zebih oluduğunu iddia ediyorlar." (İbn Cerir)

Bu iki olayı biraraya getirip inceleyecek olursak, Hz. İsmail'in kurban oluşuyla ilgili ortaya çıkan ihtilafın Yahudilerin sinsi ve planlı bir propagandasının sonucu olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar başından beri ilmi konularda toleranslı davrandıkları için Yahudiler tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihi gerçek olarak kabul ediverdiler ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip reddetmediler.

68. Bu cümleyle Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etme kıssasının niçin beyan olunduğu açıklanmaktadır. Hz. İbrahim'in (a.s) iki oğlundan iki soy ve kavim türemiştir. Birincisi, kendilerinden dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış olan iki dinin (Yahudilik ve Hıristiyanlık) çıktığı İsrailoğullarıdır. İkincisi ise, Hz. İsmail'in torunları olan Araplardır.

Nitekim Arapların içinde oldukça önemli bir konumda bulunan ve Mekke'de yaşayan Kureyş kabilesi, Hz. İsmail'in, ataları olduğuna ve kendilerinin de onun dini üzerinde bulunduklarına inanıyorlardı. Böylece Hz. İbrahim 'in (a.s) ismi yeryüzünde bu iki oğlu sayesinde yükselmiş ve bu iki nesil vasıtasıyla da yayılmıştır. Oysa yeryüzünden birçok soy ve sülale geçmiş olmasına rağmen bugün onlardan çoğunun ismi bile bizlere intikal etmemiştir. Burada Allah Teâlâ bu soyun tarihçesini beyan etmek suretiyle, Hz. İbrahim'in her iki nesline de, onlar Allah'a ihlasla iman etmelerinden ötürü, böyle bir şerefin kendilerine nasip olduğunu, yaptıkları fedakârlıklarının gelecek nesillere bırakıldığını hatırlatmaktadır: "Atanız, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshâk, Allah'ın muhlis kulları oldukları için şerflendirilmişlerdir, yoksa tesadüfen seçilmemişlerdir. Çünkü onlar ihlaslarını isbat etmişlerdir. Şimdi ise sizler onların torunları olmakla övünüyorsunuz. Oysa sırf onların torunları olmakla benim nimetlerime layık olamazsınız. Biz en çok muhlisleri mükâfatlandırır ve zalimlere de hak ettikleri şekilde cezalarını veririz."

114 Andolsun, biz Musa'ya ve Harun'a lütufta bulunduk.

115 Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık.69

116 Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler onlar oldular.

117 Ve ikisine anlatımı-açık olan kitabı verdik.

118 Onları dosdoğru olan yola yöneltip-ilettik.

119 Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

120 Musa'ya ve Harun'a selam olsun.

121 Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

122 Şüphesiz ikisi, bizim mü'min olan kullarımızdandırlar.

123 Gerçekten İlyas da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.70

124 Hani kendi kavmine demişti ki: "Siz korkup sakınmaz mısınız?"

125 "Siz Ba'l'e71 tapıp da yaratıcıların en güzeli (olan Allah'ı) mı bırakıyorsunuz?"

AÇIKLAMA

69. Yani, "Firavn ve kavminden gelen büyük bir musibetten."

70. Hz. İlyas, İsrailoğullarından gelen bir peygamberdir. Kur'an'da biri burada diğeri de En'am: 85'te olmak üzere iki kez anılmıştır. Günümüz araştırmaları M.Ö.875 ve 850'de yaşadığını kabul ediyorlar. Cil'ad, kadim dönemlerde Ürdün'ün kuzey bölgesi ve Yermuk nehrinin güneyinde bulunmaktaydı. Kitab-ı Mukaddes'te Hz. İlyas'ın ismi "İlya Tişbi" olarak zikredilmektedir. Onun kısa tarihçesi şöyledir:

Hz. Süleyman'ın (a.s) ölümüden sonra, saltanatı, oğlu Rehobam'ın beceriksizliği ve liyakatsizliği dolayısıyla ikiye parçalanmıştır. Kudüs ve Güney Filistin, Hz. Davud'un torunlarına kalırken, Kuzey Filistin, merkezi Şamriya olmak üzere "İsrail" adıyla müstakil bir devlet haline gelmiştir. Her iki devletin durumu da oldukça kötü bir mahiyet arzediyordu. Öyle ki, İsrail devleti tâ başlangıcında bile şirk, putperestlik, zulüm, fısk ve fücur içindeydi. Hatta İsrail hükümdarı, Ahyap, Sayda (Lübnan) hükümdarının kızı Ezbil ile evlendikten sonra, bu fesat daha da çoğaldı. Bu müşrike kraliçenin etkisiyle kendisi de şirke düşen Ahyab, İsrail'de Baal Tanrısı adına mabedler, adak yerleri v.s. inşa ettirdi. Böylelikle Allah'ın yerine Baal Tanrısı'na tapılmaya başlanmış ve Baal Tanrısı için adak adama, kurban kesme adet haline gelmiştir.

İşte böyle bir dönemde Hz. İlyas (a.s) ortaya çıktı ve Cil'ad'dan gelerek, "Şayet sen bu şirk üzerinde ısrar edersen Yüce Allah sana su vermeyecek, hatta toprağına kırağı bile düşmeyecek" diyerek hükümdar Ahyab'ı uyardı. Sonuçta Hz. Peygamber'in (s.a.) bu uyarısı gerçekleşmiş ve tam üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Bunun üzerine Ahyab, Hz. İlyas'ı bulmak için arattırmaya başlamış ve onu bulduğunda kendisinden yağmur yağması için dua etmesini istemiştir. Hz. İlyas dua etmeden önce şart koşarak İsrailoğullarının hepsini toplamış ve Allah ile Baal Tanrısı arasındaki farkı göstermeye çalışmıştır. O "Baal Tanrısı'na tapanlar tanrıları için kurban kessinler, ben de Allah için kurban keseceğim. Ateş kimin kurbanına gelirse, bilinsin ki o hak üzeredir" dedi ve hükümdar Ahyab da bu şartı kabul etti. Bunun üzerine Karmal dağında İsrailoğullarıyla Baal'a tapan 850 kişi toplandı. Sonuçta ateş Hz. İlyas'ın kestiği kurbana değince, Hz. İlyas (a.s) herkesin önünde Baal'ın sahte bir tanrı olduğunu ve gerçek ilahın ise sadece Allah olduğunu ve kendisini peygamber olarak görevlendirdiğini ispatlamış oldu.

Dolayısıyla Baal tanrısına tapanlar yenilmiş oldular ve Hz. İlyas da (a.s) onları öldürttü. Sonra yağmur yağması için dua etti ve tüm ülke yağmurla sulandı.

Fakat böyle bir mûcize bile Ahyab'ı bir müşrik olan karısının yıkıcı etkisinden kurtaramadı. Kraliçe, Hz. İlyas'a düşman olmuş ve tıpkı Baal'a tapanların öldürülmesi gibi peygamberi öldürmeye yemin etmişti. Bu şartlar altında Hz.İlyas ülkeyi terketmek zorunda kaldı ve yıllarca Sina Dağı'nın eteklerindeki bir mağarada gizlendi. Bu olayla ilgili olarak Allah'a figânı Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır: "İsrailoğulları ahdini bozdu; sunaklarını alaşağı etti ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi; yalnızca ben kaldım; ve şimdi de beni öldürmek istiyorlar." (1 Krallar, 19:10)

Aynı dönemlerde Kudüs'deki Yahudi hükümdarı Jeroham, İsrail'in hükümdarı olan Ahyab'ın kızıyla evlendi. Bu müşrik prensesin tesiriyle fısk ve fücur İsrail'de de yayılmaya başlayınca, Hz. İlyas (a.s) Yahudi devletine karşı da görevini yerine getirmek için, hükümdar Jeroham'a bir mektup yazdı. Bu mektup Kitab-ı Mukaddes'te şu şekilde kaydedilmiştir:

"Ve ona peygamber İlyas'dan şu yazı geldi: "Atan Davud'un Allah'ı Rab şöyle diyor: Madem ki, baban Yehoşafat'ın yollarında ve Yahuda kralı Asa'nın yollarında yürümedin, fakat İsrail krallarının yollarında yürüdün ve Yahuda'da ve Yerüşalim'de oturanlara, Ahab evinin yaptığı gibi zina ettirdin ve baban evinde senden daha iyi olan kardeşlerini öldürdün; işte Rab, senin kavmini ve oğullarını ve karılarını ve bütün malını büyük vuruşla vuracak ve hastalık yüzünden günden güne bağırsakların çıkıncaya kadar bağırsak hastalığı ile ağır hastalanacaksan." (II. Tarihler: 21:12-15).

Bu mektupta Hz. İlyas'ın söylediği her söz harfiyyen doğru çıktı ve düşmanları hükümdar Jeroham'ın saltanatını yerle bir ettiler, karılarını alıp götürdüler ve kendisi de bir iç hastalığa yakalandı.

Birkaç sene sonra Hz. İlyas (a.s) yeniden İsrail'e döndü ve hükümdar Ahyab ile oğlu Ahya'yı doğru yola getirebilmek için uğraştı. Ancak tüm uğraşlarına rağmen Samriye hanedanına yayılan fısk ve fücuru gidermek mümkün olmadı. Bunun üzerine Hz. İlyas "Allah'ım bu hanedanı yok et" diye dua etti ve daha sonra da Allah onu katına aldı.

Bu olayın ayrıntıları için Kitab-ı Mukaddes'in aşağıda yazılan kısımlarına bakınız. (1. Krallar bölüm: 17,18,19,21;II. Krallar bölüm: 1,2,II. Tarih bölümü:21)

71. "Baal" sahip, efendi, reis, koca anlamlarında kullanılır. (Örneğin Bakara: 128,Hûd: 72, Nur:31) Sami toplumları kadim dönemlerde de bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya özel isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan'daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile Güneşin mi, Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay'ın mı, Zühre yıldızının mı, kastedildiği ihtilaf konusudur. Ancak her halukârda Babil'den Mısır'a kadar tüm Ortadoğu'da özellikle Lübnan, Şam ve Filistin'de Baal'e tapmanın yaygın olduğu tarihten sabittir. İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan sonra Filistin'e ve Doğu Ürdün'e geldikleri dönemde, Tevrat'ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve "müşriklerle evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen, onlar müşriklerle evlenmiş, onlarla sosyal ilişkiler kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı kendilerine de bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes'in açıklamasına göre, İsrailoğulları'ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa'nın halifesi, Hz. Yeşu b. Nun'un vefatını müteakip başlamıştır:

"İsrailoğulları Allah'ın huzurunda kötülük yaptılar ve Baal'e tapmaya başladılar.... ve onlar Allah'ı bırakarak Baal ve İştir'e tapmaya başladılar" (Hakimler 2:11-13)

"Böylece İsrailoğulları, Kenanlılar, Hititler, Asurlular, Ferisîler v.s ile evlenmeye ve onların tanrılarına tapmaya başlamışlardır. (Hakimler 2:5-6)

Yine Kitab-ı Mukaddes'in açıklamalarından aynı dönemlerde İsrailoğulları arasında Baal'e tapmanın çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Öyle ki İsrailoğullarının putlara kurban kestikleri bir yerleşim bölgesinde, Allah'tan korkan bir İsrailli dayanamayıp, bir gece oranın kurbangâhını yıkınca hemen ertesi gün halk toplanıp, sırf şirkin mabedini yıktığı için o İsrailliyi öldürmeye kalkışmışlardır. (Hakimler 6:25-32)

Ancak daha sonraları Hz. Samuel, Hz. Talût, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bu durumu düzeltmişler ve sadece İsrailoğullarını ıslah etmekle kalmayıp tüm ülkeyi şirkten temizlemişlerdir. Ancak Hz. Süleyman'ın ölümü üzerine bu fitne yine canlanmış ve özellikle Kuzey Filistin'deki İsrail devletinde Baal'e tapınma yaygınlaşmıştır.

126 "Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir."

127 Fakat onu yalanladılar; bundan dolayı gerçekten onlar, (azab için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.

128 Ancak, muhlis olan kullar başka.72

129 Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.73

130 İlyas'a selam olsun.74

131 Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

132 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı.

133 Gerçekten Lût da gönderilmiş (peygamber)lerdendi.

134 Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık;

135 Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı-kadın dışında.75

136 Sonra da geride kalanları yerle bir ettik.

137 Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakti.76

138 Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?

AÇIKLAMA

72. Yani bu cezadan sadece Hz. İlyas'ı yalanlamayan kimseler kurtulacaklardır. (O) Allah da bu kurtulanlara hidayet nasip etmiştir.

73. Yukarıda da anlatıldığı gibi, İsrailoğulları, hayatta iken Hz. İlyas'a çok kötülük etmişler, ancak o aralarından ayrıldıktan sonra (Hz. Musa'nın dışında) en çok ona saygı göstermişlerdir. İsrailoğulları arasında Hz. İlyas'ın ateş ile birlikte yukarı kaldırıldığı (II. Krallar 2. Bölüm) ve dolayısıyla dünyaya yeniden döneceği inancı çok meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes meseleyi şöyle ifade eder:

"Allah o kutsal ve korkunç gün gelmezden önce, İlyas'ı sizlere geri gönderecektir." (4. Bölüm: 5)

Onlar Hz. Yahya ve Hz. İsa'nın zamanında üç kişinin gelmesini bekliyorlardı. 1) Hz. İlyas, 2) Hz. Mesih, 3) O Nebi, yani, Hz. Muhammed (s.a). Hz. Yahya'nın peygamberliğinin başlangıcında Yahudi din adamları ona gelerek "Sen Mesih misin?" diye sordular. Hz. Yahya "Hayır" diye cevap verdi. Bu sefer "Sen İlyas mısın?" diye sordular. O yine "hayır" diye cevap verince "Sen O Nebi misin" diye sordular. Hz. Yahya'nın "hayır" diye cevap vermesi üzerine, "Sen Mesih değilsin, İlyas değilsin, O Nebi değilsin, o halde niçin vaftiz yapıyorsun?"dediler (Yohanna 1:19-26). Hz. İsa'nın meşhur olduğu zamanda ise Yahudiler arasında "İlyas geldi" diye haberler yayılmıştı. (Markos 6:14-15) Hatta Hz. İsa'nın havarılerini dahi "bu gelen İlyas'dır" diye bir düşünce kaplayınca, Hz. İsa onların düşüncelerini, "İlyas geldi ve gitti. Ancak halk ona tabii olmadı." diyerek düzeltti. Bunun üzerine havariler gelenin 800 sene önce gelip-gitmiş olan Hz. İlyas olmayıp, Hz. Yahya olduğunu anlamışlardı. (Matta II, 14 ve 17:10-13)

74. "Selamun ala il-Yasin" ifadesinden bazı müfessirler, bunun Hz. İlyas'ın diğer bir adı olduğu anlamını çıkarmışlardır. Tıpkı Hz. İbrahim'in ikinci adının "Abraham" olduğu gibi. Diğer bazı müfessirler ise, Arapların İbrani isimlerini farklı biçimlerde telaffuz etmelerinden yola çıkarak (Örneğin bir meleğin ismi olan Mekal, Mikail veya Mikain gibi) aynı hususun Hz. İlyas için de geçerli olabileceğini öne sürmüşlerdir. Nitekim Kur'an'da bir dağın adı, bir yerde "Tûrî Sîna", bir başka yerde ise "Tûrîsinîn" şeklinde geçmektedir.

75. Bu ifade ile hicret vuku bulunca kavmini tercih ederek, kocasıyla gelmeyen ve böylece azaba müstehak olan Hz. Lût'un karısı kastolunmaktadır.

76. Burada Lût kavminin gazaba uğradığı yerlere telmihte bulunulmaktadır. Kureyş'in tüccarları Şam ve Filistin'e gidip gelirken sürekli olarak bu yerlerden geçiyorlardı.

139 Hiç şüphesiz Yunus da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.77

140 Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.78

141 Böylece kur'aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.

142 Derken onu balık yutmuştu, oysa kendisi (kendini) kınanmış (sayanlardan)dı.79

143 Eğer (Allah'ı çokça) tesbih edenler olmasaydı,80

144 Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.81

145 Sonunda o hasta bir durumdayken onu çıplak bir yere (sahile) attık.82

AÇIKLAMA

77. Bununla birlikte Kur'an'da üçüncü defadır Hz. Yunus'dan (a.s) bahsolunmaktadır. Daha önce Yunus ve Enbiya Surelerinde (Bkz. Yunus, an:98-100, Enbiya an: 82-85) geçmişti.

78. "Abaka", Arap dilinde bir kölenin sahibinin elinden kaçması anlamında kullanılır. Örneğin, Lisan'ul- Arab'da "Köle sahibinden kaçtı" denilmektedir.

79. Bu ayetler üzerinde düşündüğümüzde hadisenin şu şekilde cereyan ettiğini anlıyoruz:

1) Hz. Yunus'un içinde olduğu gemi, oldukça yüklüydü.

2) Kur'a, geminin içinde çekilmişti. Çünkü gemi fazla yük dolayısıyla muhtemelen batma tehlikesiyle karşı karşıya idi ve bu yüzden yolcularının çoğunun hayatlarının kurtulabilmesi için, bir kısmının gemiden atılması gerekiyordu. Binaenaleyh kur'a çekilecek ve kimin ismi çıkarsa, o, denize atılacaktı.

3) Çekilen kur'ada Hz. Yunus'un ismi çıktığı için onu denize attılar ve bir balık onu yuttu.

4) Hz. Yunus'un böyle bir derde duçar olmasının nedeni sahibi olan Allah'ın izni olmaksızın, memur edildiği görevi terkedip kaçmış olmasıdır.

Nitekim açıklama notu, 78'de açıklaması yapılan "Abaka" kelimesi bu olayı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yine aynı anlamdaki "Mulîym" kelimesi bu hususa işaret etmektedir. "Muliym" diye, bir kusur işleyen kimseye denir. Öyle ki o kimse kendisini bir başkası suçlasa da suçlamasa da, manen yıkılmayı hak eder hale gelmiştir. (İbn Cerir)

80. Burada her ikisinin de kastedilmesi muhtemel iki anlam sözkonusudur. Birincisi, Hz. Yunus, gafillerden olmayıp, Allah'ı tesbih eden kimselerdendir. İkincisi, Hz. Yunus balık tarafından yutulunca Allah'ı tesbih etti. Nitekim Enbiya: 87'de "Nihayet o, karanlıklar içinde; Senden başka ilâh yoktur. Sen noksanlıklardan münezzehsin, yücesin, kuşkusuz ben zalimlerden oldum, diye yalvardı" şeklinde buyurulmuştur.

81. Yani, bu, balığın kıyamete değin yaşayacağı ve Hz. Yunus'un onun karnında kalacağı anlamına gelmez. Bu ayet, meşhur müfessir Katade'nin de kanaatı olduğu üzere, "Bu balığın karnı kıyamete değin Yunus'a mezar olabilirdi" şeklinde bir anlamı tazammun eder....(İbn Cerir)

82. Yani, Hz. Yunus, hatasını anlar anlamaz, salih bir mü'min olarak hemen hatasını itiraf etmiş ve Allah'a yalvarmaya başlamıştır. Allah'ın emriyle balık onu, ağaçsız ve bitkisiz olan ve ne bir gölge ne de bir yiyecek bulunan bir kumsala atmıştır.

Bu ayet ile ilgili olarak bazı rasyonalistler (akılcılar) balığın karnında bir insanın yaşayamayacağını öne sürdüler. Ancak ne ilginçtir ki rasyonalizmin anavatanı sayılan İngiltere'de 19.yy. sonlarında vuku bulan bir olay, rasyonalistlerin bu sözkonusu iddialarını çürütmüştür.

1891 yılının Ağustos ayında "Star of East" adındaki bir balıkçı teknesi, balina avlamaya çıkar. Balıkçılar yaklaşık 20 fit uzunlukta 5 fit genişlikte ve tam 100 ton ağırlığında olan bir balinayı yakalarlar. Balinayı yakalamak için mücadele ettikleri bir esnada "James Bartly" adlı balıkçı denize düşer ve balina da onu yutar. Ertesi günü aynı balina ölü olarak bulunduğunda, balıkçılar onu güç bela tekneye çekerek karnını yararlar. Arkadaşları "James Bartly"yi balığın karnından diri olarak çıkartıklarında, balığın onu yutmasından bu yana tam 60 saat geçmiştir. (Urdu Digest, Şubat 1964) böylesine bir olay herhangi bir insan için mümkün olabiliyorken, Allah'ın mucizesi olması münasebetiyle Peygamber Yunus (a.s) için neden mümkün olmasın?

146 Ve üzerine, sık-geniş yapraklı (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.83

147 Onu yüzbin olan veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.84

148 Sonunda ona iman ettiler, biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.85

149 Şimdi sen onlara sor:86 Kızlar senin Rabbinin, erkek çocuklar onların mı?87

AÇIKLAMA

83. "Yaktîn" kelimesi Araplar arasında "ağaç" için değil, kabak, karpuz v.s. gibi gövdesi olmayan bitkiler için kullanılır. Ancak öyle veya böyle orada mucize kabilinden bu tür bir ağaç meydana gelmiş ve Hz. Yunus'u gölgelendirerek ona yiyecek ve su vermiştir.

84. "Yüzbin insan veya daha fazla" ifadesinden -hâşâ- Allah'ın onları saymaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Bu ifade, "Bir şahıs o yerleşim merkezini gördüğünde, nüfuslarının yüzbin veya daha fazla olduğunu tahmin eder" anlamına gelmektedir.

Hz. Yunus işte burayı terk ederek gitmişti. Hz. Yunus'un kavmi, o aralarından ayrıldıktan sonra azabın geldiğini görünce hemen tevbe etmişlerdir. Allah da onların tevbesini kabul etmiş ve onların üzerinden azabı kaldırmıştır. Bunun üzerine Hz. Yunus, kavmine İslâm'ı anlatmak üzere tekrar Nebi olarak gönderilmiştir. Bu hususu daha iyi kavrayabilmek için Yunus:98'in yeniden okunması gerekir.

85. Hz. Yunus'un kıssası ile ilgili görüşlerimi Yunus ve Enbiya surelerinin ilgili yerlerinde zikretmiş ve bazı kimseler görüşlerime itiraz etmişlerdi. Bu nedenden ötürü ben aşağıya diğer müfessirlerin görüşlerini de alıyorum.

Meşhur müfessir Katade, Yunus Suresinin 98. ayetini tefsir ederken şöyle diyor: "Hz. Yunus'un kavminin dışında, kafir oldukları halde azabın geldiğini görerek tevbe etmiş ve affedilmiş başka bir kavim yoktur. Onlar peygamberlerini aramışlar, fakat bulamayınca azabın yakın olduğunu hissetmişler ve bunun üzerine iman etmişlerdir. (İbn. Cerir, c:II, sh:433)

Allame Alusi, bu kıssayı şöyle anlatıyor: Hz. Yunus, Musul bölgesinde yaşayan Nenva (Ninova) halkına gönderilmiştir. Bu halk müşrikti ve Hz. Yunus onlara tek bir ilâha kulluk etmeleri ve diğer putları terketmeleri gerektiğini tebliğ edince, onu yalanladılar. Bunun üzerine Hz. Yunus onlara "sizlere üç gün sonra azab gelecek" diyerek, üçüncü gün gelmeden gece yarısı şehri terketti. Azab vakti gelip çatınca, halk felaketin gerçekten vuku bulacağını anlayarak, telaşa düşmüş ve Hz. Yunus'u aramaya başlamıştı. Fakat onu bulamayınca, yanlarına çoluk çocuklarını ve hayvanlarını almış ve şehri terkederek çöle çıkmışlardı. Çölde Allah'a iman ederek tevbe ettiklerinde ise, Allah onlara acımış ve tevbelerini kabul etmiştir." (Ruh'ul-Meani, c:11, sh:170) "Daha sonra Hz. Yunus "kuşkusuz ben zalimlerden oldum" yani, "ben bir hata yaptım ve peygamberlik sünnetinin aksine, emir gelmezden önce hicret ettim" diye dua etmiş ve yaptığı yanlışlığı itiraf ederek, tevbe etmiştir. Bunun üzerine Allah onu affetmiş ve kendisini musibetten kurtarmıştır." (Ruh'ul-Meani, c:17, sh:78)

Mevlana Eşref Ali Tanavi'nin bu ayeti izahı şu şekildedir: "Hz. Yunus, kavmi iman etmediği için darılmış ve emir gelmeden önce onları terketmiştir. Ancak Allah'ın kavminin üzerinden azabı kaldırmış olmasına rağmen, yine de kavminin yanına geri dönmedi." (Beyan'ul-Kur'an)

Mezkur ayeti, Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî ise şöyle açıklamıştır: "Hz. Yunus kavmine darıldı ve onlara azabın üç gün sonra geleceğini haber verdikten sonra kavmini terketti...." Kuşkusuz ben zalimlerden oldum"...demek suretiyle de hatasını itiraf etmiştir. Yani şüphesiz ben acele ettim ve senin emrini beklemeden kavmimi terkederek ayrıldım."

Saffat Suresi'nin yukarıdaki ayetlerini İmam Razi şu şekilde tefsir etmiştir: "Hz. Yunus'un hatası, Allah'ın "seni yalanlayan kavmi helak edeceğim" şeklindeki buyruğunu, azabın mutlaka geleceği şeklinde yorumlamış olması ve sabredemeyerek kavmini terketmesidir. Oysa onun davete devam etmesi üzerine vacip iken, Allah'ın kavmini helak etmeme ihtimali ise hâlâ sözkonusuydu." (Tefsir-i Kebir, c:7, sh:158)

Allame Alusi "dolu gemiye kaçtı" ayetini tefsir ederken şunları söylüyor: "Abaka kelimesi, bir kölenin sahibinden kaçması anlamına gelmektedir. Hz. Yunus, Allah'ın emri olmaksızın kavminden ayrıldığı için, burada "Abaka" kelimesi kullanılmıştır. Yani Hz. Yunus, Rabbi izin vermeden önce kavmini terketmiştir. Kavmi üç gün içinde Hz. Yunus'u bulamayınca çoluk çocuk ve hayvanlarıyla birlikte şehirden çıkmışlar ve tevbe ederek Allah'dan af dilemişlerdir. Allah da onları affetmiştir. (Ruh'ul-Meani, c:23, sh:130)

Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî: "O muliymlerdendi" ayetini tefsir ederken, "muliym" kelimesini şöyle açıklamaktadır. "Hz. Yunus'un Allah'ın emrini beklemeden kavmini terketmesi ve azabın vaktini adeta kendisinin belirlemeye kalkışması onun içtihadi bir hatasıdır. Yine aynı müfessir Kalem Suresindeki "Sen Rabbi'nin hükmüne sebret, balık sahibi gibi olma. Hani o sıkıntıdan yutkunarak Allah'a seslenmişti." ayetini, "Yani, kavmine kızarak hem Allah'dan onlara azab göndermesini istemişti, hem de önceden azabın geleceğini kavmine bildirmişti" şeklinde yorumlamıştır.

Müfessirler, Allah'ın Hz. Yunus'u sıkıntıya sokmasının nedeni olarak onun üç hatasını gösterirler. Birincisi, azabın geleceği vakti kendi tayin etmeye kalkışmıştır. Oysa ona Allah tarafından azabın vakti tayin edilerek bildirilmemişti. İkincisi, azap vakti gelmezden önce sabredemeyerek kavmini terketmiş ve hicret etmişti. Oysa hiçbir Nebi Allah'dan emir gelmeden bulunduğu yeri terketmemiştir. Üçüncüsü, kavminden azab kaldırıldıktan sonra bile kavmine geri dönmemiştir.

86. Burada konu değişmektedir. Önceki konu 11. ayetten başlamış ve "sizi yaratmak mı, yoksa tüm kâinatı yaratmak mı daha zordur?" şeklinde bazı sorular yöneltilmişti. Şimdi ise onlara değişik bir soru yöneltilmektedir. İlk soru onların ölümden sonraki hayatın mümkün olmadığını zannetmeleri dolayısıyla Rasûlullah (s.a.) ile alay etmelerine yönelik iken, ikinci soru ile onların Allah'a çocuk isnat etmelerinin ellerinde hiçbir delil olmadıkça saçma bir iddiadan öteye bir anlam taşımayacağı vurgulanmak isteniyor.

87. Bazı rivayetlerden Kureyş, Cüheynî, Beni Selma, Huzaa, Beni Müleyh ve bazı diğer kabilelerin, meleklere Allah'ın kızları olarak inandıkları anlaşılıyor. Kur'an onların bu cahilce inançlarından birçok yerde bahsetmektedir. Örneğin, Nisa: 117, Nahl: 57-58, İsra: 40, Zuhruf: 16-17, Necm: 21-27

150 Yoksa onlar, şahidlik etmekteyken, biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?

151 Dikkat edin; gerçekten onlar, düzdükleri yalanlardan dolayı derler ki:

152 "Allah doğurdu." Onlar, hiç şüphesiz, muhakkak yalan söyleyenlerdir.

153 (Allah,) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş?

154 Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?

155 Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz?

156 Yoksa sizin apaçık olan ispatlı bir deliliniz mi var?

157 Eğer doğru söyleyenler iseniz, öyleyse getirin kitabınızı.88

AÇIKLAMA

88. Yani onların "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki iddialarının iki nedeni olsa gerek. Birincisi, onlar böyle bir karara kendiliklerinden varmışlardır. İkincisi, onların elinde -hâşâ- Allah'ın melekleri benim kızlarımdır" diye buyurduğuna dair yine Allah tarafından bir belgeleri vardır. Onların elinde ilâhi bir belge bulunmadığı ve herhangi bir şahsi bilgileri olmadığı halde böyle bir iddia öne sürmeleri cehaletten başka bir şey değildir.

158 Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında da bir soy-bağı kurdular.89 Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.

159 Onların nitelendirmekte olduklarından Allah yücedir.

160 Ancak muhlis olan kullar başka.

161 Artık siz de, tapmakta olduklarınız da,

162 O'na karşı kimseyi fitneye sürükleyecek olanlar değilsiniz.

163 Ancak kendisi çılgınca yanan ateşe girecek olan başka90 (onu sürüklersiniz).

164 (Melekler der ki:) "Bizden her birimiz için belli bir makam vardır."91

165 "Biziz, o saflar halinde dizilmiş olanlar, gerçekten biziz."

166 "Biziz, o tesbih edenler de, gerçekten biziz."

167 Onlar (putatapıcılar), her ne kadar şöyle diyor idiyseler de:

168 "Eğer yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) bulunmuş olsaydı,"

169 "Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk."92

170 Fakat (kitap gelince) onu tanımayıp-küfrettiler; yakında bileceklerdir.

171 Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:

172 Hiç tartışmasız onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır.93

AÇIKLAMA

89. Burada melekler için "el-cinn" kelimesi kullanılmıştır. Bu gizli yabancı bir mahluk anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre, melekler de gizli, yabancı varlıklar olduğundan, "el-cinn" kelimesi ile melekler kastolunmaktadır. Nitekim daha sonra gelen konu bu hususu teyid etmektedir.

90. Bu ayetin diğer bir anlamının şöyle olması mümkündür. "Sizler ve ma'budlarınız bir kimseyi yoldan çıkarma gücüne sahip değilsiniz." Diğer anlamı alırsak manâ şöyle olur: "Bizi Allah'ın kızları zannederek bizlere tapıyorsunuz, ancak bu yaptıklarınız bizi yoldan çıkaramaz. Bu şekilde ancak kendilerine azabın gelmesini isteyen ahmaklar yoldan çıkar." Kısaca melekler "Bu sapıklığınızın benimle bir ilgisi yoktur" demektedirler.

91. Yani, değil Allah'ın kızları olmak, bizler, bizim için çizilmiş sınırları bir santim bile aşamayız.

92. Aynı konu Fatır: 42'de geçmektedir.

93. "Ordumuz (Allah'ın ordusu) ile, Rasûlullah'la (s.a.) birlikte savaşan müminler kastolunmaktadır. Ayrıca Allah'ın emriyle Müslümanlara yardım eden gizli güçler de kastediliyor olabilir.

Ancak bu, peygamberlerin her zaman sıyasi sahada galibiyet sağlayacakları anlamına gelmez. Galibiyet elde edilecek olan sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler, siyasal başarı kazanamadıkları birçok yerde ahlâkî başarılar elde etmişlerdir. Bazı kavimler kendilerine gelen peygamberleri yalanlayarak, onları reddettiklerinde helâk olmuşlardır. Ancak cahili düşünce ve inanışlar geçici bir süre rağbet görmüş olsalar dahi, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçek, binlerce sene geçmiş olmasına rağmen bugün de hakikattir, kıyamete değin de hakikat olarak kalacaktır.

173 Ve hiç şüphesiz, bizim ordularımız; üstün gelecek olanlar da onlardır.

174 Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

175 Ve onları seyret; onlar da (azabı) yakında göreceklerdir.

176 Şimdi onlar, bizim azabımızı mı acele istiyorlar?

177 Fakat (azab) onların sahasına indiği zaman, uyarılıp-korkutulanların sabahı ne kadar da kötü olur.

178 Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

179 Ve seyret; onlar da (azabı) yakında göreceklerdir.94

180 Üstünlük ve güç (izzet) sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.

181 Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun.

182 Ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

AÇIKLAMA

94. Yani, "Çok geçmeden senin galip geldiğini, kendilerininse mağlup olduklarını göreceklerdir." Gerçekten de bu ayetlerin nüzulundan 14-15 yıl bile geçmeden Mekke'deki Kureyşliler, Rasûlullah'ın (s.a.) Mekke'ye muzaffer olarak girdiğini ve yine bir kaç yıl sonra İslâm'ın sadece Arapları değil, koskoca İmparatorlukları, Kayser ve Kisraları dahi yendiğini görmüşlerdir.

SAFFAT SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Andolsun sıra sıra duranlara .

2- Önlerindekini sürdükçe sürenlere .

3- Zikir okuyanlara .

4- Ki, ilahınız birdir.

5- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir.

Sıra sıra duranlar, sevk ve idare edip men edenler ve okuyanlara... Bunlar bir grup meleklerdir. Allah burada onları sadece kendisinin bildiği sadece kendisi tarafından bilinen davranışlarla zikreder. Bu melekler namazda ayakları ile saf tutmuş olabilecekleri gibi Allah'ın emrini beklemeden kanatları ile de saf tutmuş olmaları da mümkündür. Saf bağlayan melekler böyledir. Bağırıp azarlayarak men edenler ise mesele bağırıp çağırılarak men edilmeyi hak etmiş asilerin ruhlarını alırken, men edenler veya kıyamet günü toplanma ve cehenneme sevk etme sırasında bağırıp-çağırarak onları sürenler, yahut herhangi bir durumda ve yerde o asileri azarlayarak süren meleklerdir. Zikri okuyanlar... Kur'an'ı ya da başka bir Kutsal Kitab'ı okuyanlar yahut da Allah'ı anarak tesbih edenler olabilir...

Allah, meleklerin bu zümresi üzerine birliğine yemin etmektedir: "Ki, ilahınız birdir" Daha önce belirttiğimiz gibi, bu yeminin sebebi, cahiliye devri Arapları arasında yaygın olan meleklerin Allah'a nisbet edilmesi, onların -zanlarına göre- Allah'ın kızları olması dolayısı ile melekleri ilah edinmeleri masalıdır. Bu yeminden sonra Allah kendisini kullarına, birliğine uygun sıfatlarla tanıtır:

"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir."

Şu gökler ve yeryüzü insanların gözleri önüne dikilmiştir. Onları yoktan var eden, yaratan ve şu müthiş kâinatı idare eden yaratandan söz etmektedirler. Bu, öylesine müthiş bir mülktür ki, hiç bir kimse onu yaratmaya ve idare etmeyi iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kimse onun yaratıcısının mutlak kudretini ve gerçek Rabb'lığını itiraf etmekten kaçınamaz.

Bunlar, göklerin ve yerin arasında olan, hava, bulut, ışık, nur ve insanoğlunun mahiyetleri hakkında peyderpey bilgi sahibi olabildiği ve bilmedikleri yanında mahiyetlerinden öğrenip ortaya çıkardıkları, çok az olan ince yaratıklardır.

Gökler, yeryüzü ve bunlar arasındaki korkunç uzaklık, büyüklük, çok hassas dengeler, çeşitlik; güzellik, ahenk... İnsanoğlu -eğer kalbi uyanıksa- bunlar karşısında derin bir etki duymaktan, son derece güzellik müşahede etmekten ve uzun bir düşünceye dalmaktan kendisini alamaz. İnsan ancak, kalbi ölmüş ve hayret verici şeylerle dopdolu olan şu kâinatın etkisi karşısında etkilenip tepki gösterme gücünü kaybetmişse, ancak bu takdirde şu büyük yaratma olayının karşısında etkilenip duygulanmadan ve düşünmeden geçip gidebilir.

Doğuların da Rabb'idir."

Her yıldızın doğduğu bir yer vardır. Her gezegenin doğduğu bir yer vardır. Şu engin göklerin her yöresinde birçok doğuş yerleri vardır. Bu ilahi ifadede, yaşadığımız şu yer küremizde meydana gelen bir realiteye de düşündürücü bir şekilde temas edilmektedir. Şöyle ki; yerküre güneşin karşısında ekseni etrafında dönerken dünyanın çeşitli yörelerinde ard arda "doğu"lar ve "batı"lar oluşmaktadırlar. Güneşin karşısında yer alan yörenin "doğu"su oluşurken, bunun karşısındaki yörenin de "batı"sı meydana gelmektedir. Sonra yerküre dönmesine devam ettiğinden, bir sonraki yörenin doğusu oluşurken, buna karşın diğer yörenin de "batı"sı oluşmakta böyle sürüp gitmektedir.

Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zamanlar insanlar bilmiyorlardı. İşte o eski zamanda bunu onlara Allah haber vermiş oluyordu. Şu yeryüzünde doğuların arka arkaya gelmesindeki çok hassas düzen, doğuların doğduğu yerlerde şu kainatı saran hayret verici güzellik... İşte bunların insanoğlunun kalbine etki etmesi doğaldır. Bunlar insanı eşsiz şekilde yaratıcısının sanat üzerinde düşünmeye ve yaratıcı ve idare edici Allah'ın birliğine imana çağırması da normaldir. Çünkü o "yaratıcı", güzel ve hassas yapısında farklılık göstermeyen tek bir sanatın meyveleri arasından ortaya çıkmaktadır.

Bir olan Allah'ın sıfatları arasında bu sıfatın burada zikredilmesi bu yüzdendir. Bu surede, bu ayetlerden sonra gelen ayetlerde, sema'dan ve "doğu" lardan bahsedilmesinin başka bir gerekçesi daha vardır. Onu da orada gezegenden, ateş almış yanan yıldızlardan, şeytanlardan ve yıldız mermilerinin atılmasından söz ederken göreceğiz.



6- Bize en yakın göğü, bir süsle ve yıldızlarla süsledik.

7- Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.

8- O şeytanlar, yüce alemi (Mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan kendilerine mermi gibi yıldızlar atılır.

9- Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli azap vardır.

10- Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder.

Yüce Allah, surenin başında müşriklere uydurulan masalın meleklere ilişkin bölümüne temas ettikten sonra, burada da o masalın şeytanlara ilişkin ikinci yarısına değinmektedir. Cahiliye Arapları, Allah ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna inanıyorlardı. İçlerinden bazıları gerek bu yüzden ve gerekse şeytanların seçkin melekler topluluğu (Mele-i A'la) ile ilişkileri olacağı varsayımı ile gaybı bileceklerini düşünerek şeytanlara tapıyorlardı.

Göklerin, yeryüzünün ve aralarında olanlarla "doğu"ların zikrinden sonra, "doğu"lar da ister yıldız ve gezegenlerin doğusu olsun, isterse yeryüzü bölgelerine arka arkaya gelen "doğu"lar olsun ister her ikisi birden olsun ve bunların nurları ve ışıklarından söz edildikten sonra söz sırası yıldızlara gelmektedir.

"Bize en yakın göğü, bir süsle ve yıldızlarla süsledik."

Bu süsü görmek ve bu kâinatın kuruluşunda ana unsurun "güzellik" olduğunu kavramak için gökyüzüne bir kez bakmak yeterlidir. Orada sanatkârın sanatında eşsiz bir var ediş, güzel bir ahenk görürsünüz. Orada "güzellik" derinde ve karakterdedir, yoksa gelip geçici ve yüzeysel değildir. Sanatkârın tasarımı, yaratmada güzellik ve aynı derecede "görevi eksiksiz yerine getirme" üzerine kuruludur. Gökte her şey bir ölçü üzeredir. Her şey görevini hassasiyetle yerine getirir. Gökyüzü her şeyi ile güzeldir.

Gökyüzü... Üzerine serpilmiş yıldızlar... Bu tablo, insanın gözünün görebileceği en güzel tablodur. Göz bu tabloya bakmaya doyamaz. Her yıldız ve her gezegen gözünü ışık-ışık büzüp sana dikmektedir. Sanki sana bir göz atan sevgi gözüdür o. Ona göz attığın zaman sanki gözünü yumup kaybolmakta, ondan yüzünü çevirdiğinde tekrar canlanmakta ve parlamaktadır. Gönüllere bir teselli olmak üzere geceden-geceye ve bir andan diğerine yerleri değişmekte, bulundukları yerler birbirini izlemektedir. Onların verdiği doyumdan gönüller asla usanmaz.

Sonra, bundan sonraki ayet bu yıldızların başka bir görevi daha olduğunu, bunların içinden şeytanlar, seçkin meleklerin topluluğuna (Mel-i A'la) yaklaşmasınlar diye onlara atılan alevli gök cisimleri olduğunu ifade etmektedir: "Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk." "O şeytanlar yüce alemi (mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan kendilerine mermi gibi yıldızlar atılır." "Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli azap vardır." "Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder."

Yıldızlar içinde, gökyüzünü azgın ve haddi aşan bütün şeytandan koruyan; onların arkasından atılan mermi gibi yıldızlar vardır. Bu yıldızlar, gökyüzünü korur ve seçkin meleklerin konuşmalarım duymalarına engel olurlar. Şeytan onları dinlemeye yeltendiğinde, atılan o yıldızlar her yönden şeytanı yakarlar ve derhal kovup uzaklaştırırlar... Ve o şeytana ahirette de sürekli, ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Şeytan bazen seçkin meleklerin toplumunda geçen konuşmaları aniden çalıp kapabilir. Onun peşine de alev almış yıldız takılır, Şeytan gökten inerken ona yetişir onu vurur ve adamakıllı yakıp kül eder.

Bizler azgın, sapkın şeytanın nasıl kulak verip dinlediğini, nasıl çalıp çarptığını ve atmosferi delen alevli yıldız ile nasıl kendisine ateş edildiğini bilmiyoruz. Çünkü bütün bunlar karşımızda olan şeyler değildir. Bunların nasıl olduğunu düşünmekten insan olarak aciziz. Bu tür konularda bizlerin yapacağı, Allah'tan bu konuda gelen açıklamaları tasdik edip inanmaktır. Zaten şu kainatta, bilgi namına dış kabuktan başka ne biliyoruz ki?

Allah ile aralarında akrabalık bağının olduğunu iddia ettiklerinden burada önemli olan seçkin meleklerin topluluğuna ulaşmalarına engel olunan ve orada olup bitenleri dinlemelerine set çekilen şeytanların bu şeytanlar olduğudur. Bu iddialarından bir parçası doğru olsaydı, onlara yapılan muamele değişik olurdu. Bu sözde hısım ve nesep akrabalarının sonucu asla kovulmak, ateşe tutulmak ve yakılmak olmazdı.

KÖR, SAĞIR VE ALAYCI KÂFİRLER

Yüce Allah, meleklerden söz ettikten sonra, göklerden, yeryüzünden ve bunların aralarında olanlardan bahsedip azgın şeytanlardan ve arkalarından yetişen mermilerden söz ettikten sonra, Resullullah'dan onlara "kendilerini yaratmak mı daha zordu, yoksa bizim yarattıklarımız mı?" diye sormasını ïstiyor. Şayet bu yaratıkları yaratmak daha zor ve daha güç ise, o halde öldükten sonra dirilme konusu karşısında, neden dehşete kapılıp bu konuyu alaya alıyorlar Olabilirliğini uzak görüyorlar. Çünkü öldükten sonra dirilmek bu büyük yaratıkları yaratmakla mukayese bile edilemez.



11- Şimdi sor onlara; "Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa, Bizim yarattıklarımız mı?"Aslında biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yarattık.

12- Ey Muhammed! Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seninle alay ediyorlar.

13- Onlara öğüt verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar.

14- Bir mucize görseler onunla alay ederler.

15- "Bu apaçık büyüdür" derler.

16- "Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz?"

17- "Bizden önceki atalarımızda mı dirilecek?"

Onlardan haber vermelerini iste ve sor onlara: Melekler, gökler, yeryüzü ve bunların arasında bulunan her şey, şeytanlar, yıldızlar, alevli gök cisimleri, bütün bunlar Allah'ın yaratıklarıdır. O halde onların yaratılması mı daha zordur, yoksa şu kâinatın ve şu yaratıkların yaratılması mı?

Onların cevap vermesi beklenmez. Çünkü Allah'ın bu sorusu onların durumunun çirkin tuhaf olduğunu göstermek, çevrelerinde olanlardan ne kadar gaflet içinde olduklarını gözler önüne sermek ve bir şeyi, bir durumu değerlendirmede ne kadar gülünç olduklarını sergilemek içindir. Buradan hareketle yüce Allah, ilk yaratılmış oldukları ana maddeyi onlara sunuyor. Bu madde, yüce Allah'ın yaratıklarından biri olan, yeryüzünün bir parçası cıvık yapışkan çamurdur. "Aslında biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yarattık."

Onların yaratılışı bunca yaratıkların yaratılmasından asla zor değildir. O halde durumları çok tuhaftır. Çünkü onlar yüce Allah'ın ayetleri ile alay etmekte ve kendilerine yeniden dirilmeyi ve ikinci bir hayatı vaadeden kimseyi eğlenceye almaktadırlar. Onların umursamazlık içinde alaya almaları Resulullah'ı hayrete düşürmüştür:

"Ey Muhammed! Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seninle alay ediyorlar.

"Onlara öğüt verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar." Bir mucize görseler onunla alay ederler."

Resulullah onların durumlarına hayret etmekte haklıdır. Çünkü Hz. Muhammed'in gördüğü gibi kalbin yüce Allah'ı gören ve Allah'ın ayetlerinin bu derece net ve bu kadar çok olduğunu temaşa eden bir mü'min hiç şüphesiz hayrete düşer ve kalpler nasıl olur da bu ayetlere karşı bu derece kör olabilir, nasıl olur da bunlar karşısında bu tuhaf tutuma girer diye dehşete düşer.

Resulullah onlara bu şekilde hayret ederken, kendilerine sunmuş olduğu ister Allah'ın bir bilinmesi konusu olsun, ister öldükten sonra kıyamet günü dirilme olsun, böylesine apaçık bir konuyu eğlenceye almalarına hayret ederken... Bir de ne görsün onlar kör değiller mi? Kalpleri öğüde kapalı değil mi? Bir de üstüne üstlük onlar yüce Allah'ın ayetlerini şiddetli bir alay konusu yapıp kendilerine göstermiş olduğu ayetlere hayret edip bu ayetleri (eğlenceye alırlar) ifadesinin de ilham ettiği gibi, birbirlerini çağırıp alaya almaya sebep saymazlar mı?

Buna ek olarak Kur'an'ı "sihir" diye nitelemeleri ve kendilerine öldükten sonra dirilmeyi vaad etmesine "hayret etmeleri" ni de ekleyelim. "Bu apaçık büyüdür derler. Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz? Bizden önceki atalarımız da mı dirilecek?"

Onlar gerek çevrelerinde, gerek bizzat kendi nefislerinde olan yüce Allah'ın kudret izlerinden gafildirler... Bu gücün, göklerin, yeryüzünün ve aralarında bulunanların yaratılmasındaki ve yıldızlarla alev almış gök cisimlerinin yaratılmasındaki izinden de gafildirler... Bütün bunlarda, kudretin izlerinden gafil olmuşlar ve bu gücün onlar öldükleri ve toprak ve kemik haline geldikleri zaman kendilerini ve daha önce yaşayan atalarını yeniden dirilteceğini imkânsız görmüşlerdir. Bu güce göre, bu yeniden diriltme ve yeniden hayat verme hiç de tuhaf değildir. Yeter ki, insan gerek kendi nefsinde ve gerekse etrafında kendini kuşatan bunca şeylerin ışığı altında, bu gerçeği azıcık düşünsün.



18- De ki; "Evet, hem de hor ve hakir olarak dirileceksiniz. "

19- O dirilme sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir. Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar.

20- "Vah bize, bu ceza günüdür" derler.

21- Onlara "İşte bu yalanladığınız hüküm günüdür" denir.

KUR'AN'DA KIYAMET SAHNESİ

Onlar şahit oldukları bunca şeylerden soğukkanlılık, güven, gönül huzuru içinde ibret almayınca, yüce Allah da onları şiddet ve sertlikle, ahiretteki diriliş tabloları ile onları uyarmaktadır. Kendilerine o sahne içinde, nasıl çırpınıp duracaklarını ve kıvranacaklarını tasvir etmektedir.

"De ki; "Evet, hem de hor ve hakir olarak dirileceksiniz."

Evet sizler de daha önce geçmiş atalarınız da diriltileceksiniz. Sizler zelil, hakir olarak, teslim bayrağını çekerek, karşı gelemeyerek ve isyan edemeyerek diriltileceksiniz. Evet... Sonra, yüce Allah, bunun nasıl olacağını sergilemeye geçiyor: Onlar ansızın,kendilerini çok yönlü, üslubu çeşit-çeşit ve birbirini izleyen hareketlerle ve canlı manzaralarla dopdolu sahnelerden birinin karşısında buluyor. Bu sahnede "niteleme" karşılıklı konuşma ile kucaklaşıyor. Üslup, bazen "düz anlatım" biçiminde gelişirken bazen de "karşılıklı konuşma" şekline bürünüyor. Bu olay ve hareketlerin arasına "yorum" ve "değerlendirme" giriyor. Böylece sahne hayatın bütün özelliklerini tamamlamış oluyor.

"O dirilme sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir. Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar."

İşte böyle bir haykırışlık sürede yıldırım hızı ile dirilecekler. Buna "çığlık" denmesi, içindeki "şiddet unsuru"na dikkat çekmek ve yöneltilmesindeki "sertlik" kaynağının "yüceliğini" anlatmak içindir. "Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar." Birdenbire, hiçbir ön hazırlık olmaksızın gözlerini açıverecekler ve birdenbire dehşet içinde bağırmaya başlayacaklar.

"Vah bize, bu ceza günüdür" derler.

Onlar dehşet ve hayret içinde iken, bir de bakarlar ki bir ses... Bu ses onlara hiç beklemedikleri bir yerden azar ve kınama yağdırmakta.

"Onlara `işte bu yalanladığınız hüküm günüdür' denir."

İşte böylece ifade biçimi 3.ncü şahıstan 2.nci şahsa geçmektedir. Bu hitap, ceza gününü yalan sayanlaradır. Bu sadece kendilerine kesin bir azarlama yöneltmek içindir. Sonra emir, gerekli işlemleri yapmakla görevli olanlara yönelir:



22- Yüce Allah meleklerine emreder: "Zalimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve taptıklarını

23- Allah'dan başka (taptıklarına) onlara cehennemin yolunu gösterin.

24- Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.

Zulmedenleri ve günahkârlardan onlara benzeyenleri, bir araya toplayın. Onlar birbirinin benzeridir. Bu emirde kesin bir ifade yanında "Onlara cehennemin yolunu gösterin" sözünde açık bir "alay" vardır. Sapıklıktan daha hayırlı ne güzel bir hidayettir bu... Bu söz, doğru hidayeti bırakıp da sapıklık içinde olmalarına denk düşen bir cevaptır. Çünkü onlar dünyada iken doğru yola girmediler. O halde bugün cehennemin yoluna girsinler.

İşte onlar "hidayete" erdiler... Cehennemin yoluna girdiler. Sorguya çekilmek üzere durduruldular.

25-Şöyle sorulur: ''Size ne olduki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?''

Ne diye kiminiz kiminize yardım etmiyorsunuz. Oysa hepiniz burada toplu haldesiniz ve hepiniz yardımcıya muhtaçsınız. Üstelik taptığınız tanrılarınız da yanınızda...

Tabii hiç bir ses yok...Bunu müteakip ilave ediliyor:

26-Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.

Tapanların, tapılanların hepsi...

Sonra tekrar hikaye faslına dönülüyor; birbiriyle mücadele edişleri şöylece sahneye konuluyor:

27-Onlardan kimi kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar.

28-''Doğrusu siz bize sağdan gelirdiniz''derler.

Umumiyetle vesvese vermede adet olduğu üzere siz sağımızdangelerek bizi aldattınız. Sizsiniz bizim bu duruma düşmemizin sorumluları.

B u defa karşı taraf bu ithamı reddedip sorumluluğu ötekilere yüklemek isteyerek:

29- Onlar da şöyle derler: '' Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.''

İmandan sonra sizi aldatan, hidayete erdikten sonra sizi sapıtan bizim vesvesemiz değildir.

30- '' Ve bizim size karşı bir hakimiyetimiz de yoktu.''

Fikrimizi zorla size kabul ettirecek, istemediğiniz halde sizi cebren kendi tarafımıza çekecek güç ve imkana sahip değildik.

''...Bilakis siz azgınlar güruhu idiniz.''

Hakkı çiğneyen,haddini bilmeyen zalimlerdiniz.

31- '' Bu sebeple, Rabbimizin sözü hepimizin üzerine hak olmuştur. Şüphesiz azabı tadacağız.''

Biz ve siz azaba müstehak olduk; azabı tadacağımızı bildiren tehdit haberi bize hak oldu.

Sapıklığa meyliniz sebebiyle bizimle sürüklenip gittiniz.Biz size bir şey yapmış değiliz. Yalnız siz bize uydunuz.

32- '' Çünkü biz sizi baştan çıkardık. Zira bizde azgın kimselerdik.''

Burada mülahaza edilmesi gereken bir nokta daha var. Sanki şahitler huzurunda ilan edilen, sebepleri açıklanan bir hüküm var ortada. Bu hüküm Allah'ın aleyhlerindeki kesin sözü ahirette gerçekleştiren, dünyada işlediklerinin karşılığıdır:

33- O gün hepsi azab'da birleşirler.

34- İşte biz, suçlulara böyle yaparız.

35- Çünkü onlara `Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.

36- Deli bir şair için tanrılarımızı mı bırakalım? derlerdi.

37-Hayır! O gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı. ·

38-Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız. ·

39- Sadece yaptığınız işlerle cezalandırılıyorsunuz. ·

40- Ancak Allah'a gönülden bağlı kulları bu cezanın dışındadır.

Acıklı azabı tatmaktan müstesna tutulan Allah'ın ihlaslı kullarından söz edilirken yüce Allah, hesaplaşma günü o kulların manzarasını da bizlere sunmaktadır. Ayetin ifadesi yalanlayanların acıklı azabına karşın, ihlasa erdirilmiş olanların içinde yüzdükleri nimeti tasvirli haber biçiminde sunuşa geçiyor:

41- Onlar için bilinen rızık vardır.

42- Çeşit-çeşit meyveler vardır.

43- Nimet cennetlerinde.

44- Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.

45- Önlerinden akan kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.

46- Berraktır, içenlere lezzet veren bir içki.

47- O içkide ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.

48- Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.

49- Saklı yumurtalar gibi bembeyaz eşler.

Bu, gerçekten bütün nimetleri içeren katmerli bir refahtır. Öyle bir refah ki, bundan nefis yararlanır, duygu yararlanır. Bu nimette, her nefis arzuladığı nimeti bulur. Her şeyden önce, Allah'ın küfür ve şirke düşmekten korunmuş kullarıdır. Bu nitelemede ikramın en büyük mertebesine işaret vardır. İkinci olarak onlar Mele'i A'la (seçkin melekler topluluğu) da ağırlanmaktadır. Ne güzel bir ağırlamadır bu! Sonra onlar (karşılıklı tahtlar) üzerinde oturmakta ve (meyveleri) vardır. Kendilerine hizmet edilmekte, hoşnutluk, rahat ve nimet yurdunda, hiç çaba sarf etmeleri gerekmemektedir.

"Önlerinden akan kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır."

"Berraktır, içenlere lezzet veren bir içki."

"O içkide ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar."

Bu nitelikler şarap lezzeti veren, ondaki sakatlığı da yok eden şarabın en güzel nitelikleridir. Ne insanın bayı ağrıtır ve ne de yararlanmanın lezzetini giderecek tükenme ve mahrum kalma söz konusudur. "Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır." Yanlarında iffet ve utançtan eşlerinden başkasına bakmayan utangaç huriler vardır. Oysa onların güzel ve iri gözleri vardır. Yine böyle onlar incelik, naziklik ve yumuşaklıkları yanında korunmuşlardır. Saklı yumurtalar gibi bembeyaz eşler." Onlar, dikkatsizce el sürülmeyen ve göz önüne bırakılmayan, saklanmış yumurta gibidirler.

Ayetin ifadesi tasvirli anlatımına şöyle devam eder: Birden Allah'ın bu korunmuş kullarının -her türlü nimete kolayca erdikten sonra- sakin sohbetlerine tanık oluruz. Aralarında geçmişi ve şu anı değerlendirmektedirler... Bu sahne, ilk sahnede günahkârların arasında geçen çekişme ve kınamaya karşılıktır. Bu bahtiyar kullardan birisi geçmişini hatırlar ve kardeşlerine başından geçenlerden bir kesit anlatır:

50- Cennet ehli birbirine dönmüş sorarlar.

51- Onlardan biri: "Benim de bir arkadaşım vardı. "

52- Bana "Sende mi doğrulayanlardansın?"

53- "Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilip yaptığımız işlere göre cezalanacağız?"

Cennette söz alan o kişinin bu arkadaşı, ahiret gününü yalan sayar ve ona insanların öldükten sonra yeniden dirileceğine ve bir yığın kemik ve toprak olduktan sonra hesaba çekileceklerine inananlardan birinin kendisi mi olduğunu dehşet içinde sorarmış.

Bu kişi sohbetinde, kardeşlerine hikâyesini anlatmaya devam ederken, sözünü ettiği bu arkadaşının akıbetini öğrenmek için aklına onu araştırmak gelir. Doğal olarak onun cehenneme gittiğini bilmektedir. Başını kaldırıp bakar ve kardeşlerini de kendisi ile birlikte bakmaya çağırır. Sohbet arkadaşlarına der ki:

54- Yanındakilere; "Siz onu bilir misiniz?" der.

55- Bir bakar, onu cehennemin ortasında görür.

Tam o esnada cehennemin ortasında bulduğu arkadaşına yönelir ve ona: Arkadaş! Allah'ın bana nimeti olmayıp da beni sana kulak vermekten korumasaymış sen az kalsın beni de mahvedecekmişsin.

56- Ona der ki; "Yemin ederim ki, sen az daha beni helâk edecektin. "

57- "Rabb'imin lütfu olmasaydı şimdi ben de cehenneme götürülürdüm" dedi.

Yani Rabb'imin bana nimeti olmasaydı ben de hoşlanmadıkları yerlere götürülen kimselerden olurdum.

Bu kişinin dünyadaki arkadaşını cehennemin ortasında görmesi, kendisinin ve Allah'ın ihlaslı kullarından olan kardeşlerinin elde etmiş oldukları nimetin ne kadar büyük olduğunu hissetmelerini sağlar. Böylece kurtulan o kişi, o nimeti pekiştirmek ve gündeme getirmek ister. Çünkü onlardan zevk alır ve o nimetlerden daha fazla yararlanmak ister ve der ki:

58- Biz bir daha ölmeyecek miyiz?" der. ·

59- İlk ölümümüzden başka ölüm yok ve biz azaba da uğramayacağız ha!

60- İşte büyük başarı ve mutluluk budur. ·

61- Çalışanlar bunun için çalışsınlar.

Burada kalpleri uyandıran ve onları amele ve böyle bir akıbet için yarışa sevk eden bir değerlendirme gelmektedir. (Bunun gibi) elden çıkmaz, tükeneceğinden korkulmaz, arkasından ölüm gelmeyen ve azabın da tehdit etmediği bir nimet için, işte böyle bir nimet için çalışsın çalışanlar... Asıl törene layık nimet budur işte... İnsanoğlunun yeryüzünde uğrunda ömür tükettiği bunun dışında nimetler, şu ebediyet ile mukayese edilirse önemsizdir, hem de çok önemsiz...

Bu ebedi, güvenli ve hoş nimetle diğer grubu bekleyen akıbet arasındaki korkunç farkı ortaya çıkarmak için, ilahi ifadeler, eşsiz sahnenin başında yer alan mahşer günü ve hesaptan sonra onları bekleyen öteki ayrıntılara geçmektedir.

62- Cennet gibi konak mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?

63- Biz, o ağacı zalimler için fitne yaptık.

64- O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.

65- Tomurcukları, şeytanın başı gibidir.

66- İşte cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar.

67- Sonra, bu yemeğin üzerine kaynar su katılmış içki onlar içindir.

68- Sonra dönüşleri yine cehennemedir.

Kalacak ve duracak yer olarak şu ebedi cennetmi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum ağacı nedir? "O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanın başı gibidir." İnsanlar, şeytanların başlarının nasıl olduğunu bilmezler. Ancak şüphe yok, başları korkunç olsa gerek. Şeytanların başını sadece tasavvur etmek bile insana korku ve ürperti veriyor. O halde, bir de bunun, yedikleri ve karınlarına doldurdukları meyve olduğunu düşünün.

Yüce Allah bu ağacı zalimler için bir deneme aracı kılmıştır. Çünkü ağacın adını duyduklarında eğlenceye dalmışlar ve "Cehennemde ağaç yanmadan nasıl yetişir? demişlerdir. Aralarından Hişamoğlu Ebu Cehil alay etmiş, şaşırmış ve "Ey Kureyş halkı! Muhammed'in size korku verdiği zakkum ağacının ne olduğunu biliyormusunuz? diye sormuştu. Onlar "Hayır" deyince, Ebu Cehil "Zebed'deki Medine hurmasıdır. Vallahi, onu elimize geçirirsek çiğner çiğner yutarız" demişti. Fakat burada söz konusu olan zakkum ağacı, onların bildikleri yemişten başka bir şeydir. "İşte cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar." Bu ağacın meyvesi, onların boğazlarına takılınca -çünkü şeytanların başları gibidir- içtiklerinde karınlarını yakıp kavurunca, çünkü cehennemin ortasından bitip çıkmakta yanmaktadır -çünkü ana maddesi cehennemdendir- işte bu esnada onlar susuzluğu giderecek ve susuzluğun alevini söndürecek bir içeceğin soğukluğunu ararlar. Ve onlara bu yemeğin üstüne bulanık, çok sıcak, kaynar bir sıvı içerler. "Sonra bu yemeğin üzerine kaynak, su katılmış içki onlar içindir."

Bu günlük öğünlerinden sonra, bu sofrayı terk edip devamlı kalacakları yerlerine giderler. Konakları ne fena bir konak ve akıbetleri ne fena bir akıbet! "Sonra dönüşleri yine cehennemedir." Bu eşsiz sahne, bunlarla bitiyor. Surenin birinci kısmı son buluyor. Sanki bu kısım gözle görülen gerçeğin parçası...

SAPIKLIK VE HİDAYETİN ÖYKÜSÜ

Bu derste ilahi ifadeler, ahiret alanında, nimet ve azap vadilerinde birinci bölümde yapılan ilk gezintiden sonra, bu dünyadan ilk zamanlarda göçüp gitmiş olanların arkasından, beşer tarihine başka bir gezinti düzenliyor. Bundan àmaç, bu gezinti esnasında ilk insanoğlunun azıp günaha dalmasından bu yana, "sapıklık ve hidayet öyküsünü" bizlere sunmaktır. Bu hikâyelere baktığımızda bir de ne görelim, bunlar bugün de işlenip tekrar-tekrar yapılan şeyler değiller mi?.. Resulullah'ın karşısına Mekke'de küfür ve sapıklıkla dikilen hemşehrileri işte eski zamanlarda sözü edilen ve ilahi mesajı yalan sayıp, sapıtan insanların kalıntıları değiller mi? İşte ilahi ifadeler bunlara, kendilerinden önce yaşamış olanlar için neler olup bittiğini açıklamakta ve tarihin derinliklerine dürülmüş olan bu sayfalarla onların kalplerine dokunmakta, öte yandan mü'minlere de geçmişte Allah'ın mü'min olanlardan asla yardımını esirgemediği mesajı vererek, kalplerine güven vermektedir.

Yüce Allah bundan sonra Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Musa, Harun, İlyas, Lût ve Yunus -selâm üzerlerine olsun- peygamberlerin öykülerinden birer kesit sergiliyor. Hz. İbrahim ve İsmail'in öyküsü üzerinde biraz daha uzun durmakta, bu öyküde imanın, fedakârlığın ve itaatin büyüklüğünü bizlere sunmakta, İbrahim ve İsmail'in gönüllerinde yeraldığı gibi, İslamın gerçek yüzünü başka bir surede ve bundan başka bir yerde- sunmadığı bir şekilde ele alıp sunmaktadır. Bu öyküler eşsiz ve şerefli dersin, dayanağıdır.

69- Çünkü onlar atalarını sapık yolda buldular.

70- Öyle iken yine de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı.

71- Andolsun onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır.

72- Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik.

73- Bak, o uyarılanların sonu nice oldu.

74- Ancak, Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı.

Onlar sapıklıkta köklüdürler. Aynı zamanda taklid ederler, düşünmezler. Ölçüp biçmezler. Aksine düşünmeyen, kafalarını çalıştırmayan sapık atalarının izine girmek için, hızla uçarcasına onların yolunu tutarlar. "Çünkü onlar atalarını sapık yolda buldular. Öyle iken yine de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı." Onlar ve ataları, önce geçenlerin çoğunluğunun temsil ettiği sapıklığın bir örneğini teşkil ederler. "Andolsun onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır." Onların sapması da ilahi uyarı ve sakındırmadan sonra olmuştu: "Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik." Fakat sonuç ne olmuştur? Yalanlayanların akıbeti nasıl olmuştu? Ve Allah'ın samimi kullarının akıbeti nasıl olmuştu? İşte bunlar, hikâyeler zinciri içinde sunulmaktadır. Öykülerin başında yer alan şu ilan uyarı içindir: "Bak, o uyarılanların sonu nice oldu. Ancak Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı."

HZ. NUH

Hikâyeler zincirinden, Hz. Nuh'un öyküsü, akıbeti açıklayan ve Allah'ın samimi kullarına verdiği önemi belirten, seri bir işaret içinde başlıyor.

75- Andolsun Nuh bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik.

76- Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.

77- Ancak O'nun soyunu sürekli kıldık.

78- Sonra gelenler arasında O'na iyi bir ün bıraktık.

79- Alemler içinde Nuh'a selâm olsun.

80- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

81- Çünkü O bizim, inanan kullarımızdandı.

82- Sonra ötekileri (inanmayanları) suda boğduk.

Bu işaretin içinde Nuh'un Rabb'ine seslenmesi, ve yüce Allah'ın onun duasına tam ve mükemmel olarak cevap vermesi vardır. Bu duaya, en hayırlı sonuçla yüce Allah'ın kabul etmesi vardır. "Ne güzel kabul etmiştik." Bu işaretin içinde, Hz. Nuh ve çocukları ile kendisine inananların, büyük sıkıntıdan kurtulmaları vardır. Ancak Allah'ın kurtulmalarını dilediği ve yaşamasını takdir ettiği kimselerin kurtulduğu tufan sıkıntısından... Bu işaretin içinde, yüce Allah'ın Nuh'un -selâm üzerine olsun- dünyanın sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının anılmasını takdir etmesi vardır. Nuh'un -selâm üzerine olsun- dünyanın sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının anılmasını takdir etmesi vardır. "Sonra gelenler arasında O'na iyi bir ün bıraktık." Bu işaret, ihsanına karşılık olmak üzere, Nuh'a yeryüzünde Allah'ın selâmını ilan ediyor. "Alemler içinde Nuh'a selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız."

Allah'ın selâmından ve hayat boyu anıldıktan sonra geriye, mükafat olarak ne kalır ki? İhsanın ve mükafatın sebebi ise imandır. "Çünkü O bizim, inanan kullarımızdandı." Müminlerin akıbeti budur.

Nuh'un kavminden mü'min olmayanlara gelince: Yüce Allah onlar için helâk olup yok olmayı takdir etmiştir: "Sonra ötekileri (inanmayanları) suda boğduk." Bu ilahi öykünün başında özetlendiği gibi, çağlar ötesinden, insanlığın doğuşundan bu yana Allah'ın adeti hep böyle olagelmiştir. "Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik. Bak, o uyarılanların sonu ne oldu. Ancak Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı." (saffat Suresi, 72-74)

HZ. İBRAHİM

Sonra İbrahim -selâm ona olsun-in hikâyesi gelmektedir. Bu hikâye, iki ana bölüm halinde anlatılmaktadır. Birinci bölümde, İbrahim'in kavmine çağrıda bulunması, putları kırması, kavminin onu öldürmeye karar vermeleri ve yüce Allah'ın onu koruması ve kendisine kin besleyenleri yüzüstü bırakması yer alır. Bu bölüm, daha önce Kur'an surelerinde yer almış bir bölümdür. İbrahim'in hikâyesinde bir de yeni bir bölüm vardır ki, sırf bu surede anlatılmaktadır. Bu bölümde İbrahim'in rüya görmesi, oğlunu boğazlaması, oğluna bedel fidye verilmesi, olayları yer alır. Bunlar, bu bölümün etkileyici üslubu, müthiş ifade gücü içinde adım adım, merhale merhale açıklanır. Ve bizlere uzun insanlık tarihi içinde, akide dünyasında, itaatin, fedakârlığın, bedel vermenin ve teslimiyetin en yüce tablolarını sergiler!

83- İbrahim de Nuh'un milletindendi.

84- Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti.

85- Babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.

86- Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?

87- Alemlerin Rabb'i hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?

Hikâyenin giriş ve ilk sahnesi böyle... Nuh'dan İbrahim'e geçiş... İki peygamber arasında akide, davet ve yol bağı var. İki peygamber ve iki peygamberlik arasında uzun zamanlar geçmiş olmasına rağmen, Hz. İbrahim ile Nuh aynı davanın bağlılarındandır. Çünkü karşılaştıkları, ortak oldukları ve bağlısı oldukları, sistem aynı sistem. İbrahim'in sıfatlarından, temiz kalplilik, inanç sağlamlığı ve saf bir gönül ön planda ortaya çıkmaktadır!

" Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti."

Bu tasvir, Rabb'ine gelişinde şekillenen katıksız bir "teslimiyetin" ve kalp temizliği şeklinde beliren "duruluğun", temizliğin ve doğruluğun görüntüsüdür. "Temizlik" ifadesi, kendi anlamını da kalbi ilham eden bir ifadedir. Bu aynı zamanda basittir, anlamı kolay ve mefhumu açık bir ifadedir. Bununla birlikte temizlik, arınmışlık, samimiyet ve (doğruluk) gibi birçok nitelikleri de kapsar. Ancak şu kadar var ki, ayette geçen bu ifade basitliği karmaşık olmaması ile birlikte, sıraladığımız niteliklerin hep birden ifade ettikleri anlamdan daha geniş bir ifade gücüne sahiptir. İşte bu, Kur'an ifadelerinin eşsiz anlatım harikalarından biridir.

Hz. İbrahim, bu tertemiz kalp ile, kavminin yaptıklarını hoş görmemiş çirkin görmüştür. Sağlam bir sağduyunun tiksinmiş olduğu, her türlü düşünce ve tutumu çirkin görmesi gibi çirkin görmüştür. "Babasına ve kavmine `Neye tapıyorsunuz?' demişti. Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?" Hz. İbrahim onların putlara taptıklarını görmekte ve sağlam bir fıtratın sesi ile şiddetli bir tiksinme ile seslenmektedir. "Neye tapıyorsunuz?" Nelere? Çünkü sizin taptıklarınızın ne tapılacak ve ne de kendisine ibadet edenlerinin olması uygundur. Ne de gerçeği bilmemekten kaynaklanan kuşkulu bir tapınmadır. Bu sadece katıksız bir yalan ve şüphesiz bir iftiradır. O halde siz bu iftiraya kasten mi, bilerek mi yöneliyorsunuz? "Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?" Siz Allah ı ne zannediyorsunuz? Allah kavramının insan sağduyusunun ilk anda bile nefret ettiği bu seviyeye düşeceğini ve böylesine sapık olabileceğini mi zannediyorsunuz? "Alemlerin Rabb'i hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?" Bu ifade temiz ve sağlam insan sağduyusunun yadırgamasını yansıtmaktadır. Bu ifade, insanın hislerine, aklına ve vicdanına ters olan apaçık bir durumun üzerine gitmektir.

İlahi ifade burada, onların Hz. İbrahim'i cevaplamalarına, onunla konuşmalarına yer vermiyor, direkt olarak bunu izleyen sahneye geçiyor. Hz. İbrahim'in bu apaçık iftira karşısında,.içinden verdiği kararı sergilemeye geçiyor!

88- İbrahim yıldızlara bir baktı.

89- "Ben hastayım " dedi.

90- Bunun üzerine onun yanından kaçtılar.

91- İbrahim de; gizlice onların tanrılarına sokuldu. "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?"

92- "Neyiniz var konuşamıyor musunuz?" dedi.

93- Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi.

Rivayete göre, Hz. İbrahim'in kavminin o gün bayram günüdür. Bu -belki de nevruz bayramıydı- halk ilahlarının önüne kutsanmak ve hayır beklentisi ile yiyecek bırakır, bahçelere ve hoş vakit geçirecekleri yerlere çıkar, daha sonra eğlence ve dinlenme dönüşü, kutsanmak için bıraktıkları yiyecekleri almaya gelirlerdi. İbrahim artık bunların kendine uyacaklarından ümidi kesmiş ve kesinlikle bunların sapık fıtratlarının düzelmeyecek bir biçimde bozulmuş olduğunu kesinkes anlamıştı. Bunun üzerine bir karara varır, kararını uygulayabilmek için onların putlardan ve mabedlerden uzaklaştıkları bu bayram gününü bekleme e koyulur. İbrahim'in, onların bu sapıklıklarından duymuş olduğu sıkıntı artık dayanılmaz noktaya varmış, kalbini yormuş, artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Kendisini mabedden ayrılıp bayram şenliklerine katılmaya çağırdıkları zaman gözünü gökyüzüne çevirir ve ?"Ben hastayım" gezip eğlenceye çıkacak gücü kendimde bulamıyorum, oralara keyif ve eğlence arzusu içinde olup kalbinde sıkıntı ve keder olmayanlar gider. Oysa kendim rahat ve gönül huzur içinde değilim der. İbrahim, sıkıntı ve yorgunluğunu dile getirmek için böyle konuşmuştu. Onları kendileri ile baş başa bırakmak için bunları dile getirmişti, yoksa yalan söylemek için böyle konuşmamıştı. Bu söz, o günkü yaşamış olduğu gerçeklerin ta kendisi idi, çünkü sıkıntı, huzursuzluk insanı hasta eder.

Halk ise bu bayram günü adet, gelenek ve şenlikleriyle baş başa kalmak için acele ediyorlardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- ne şikayeti olduğunu onlara anlatabilmesi için beklemediler. Aksine, geriye dönüp ondan uzaklaştılar. Kendi işlerine koyuldular. İşte bu, İbrahim'in beklediği fırsattı. İbrahim soydaşlarının düzmece ilahlarına doğru koşar. Putlarının önünde yiyeceklerinin en hoşu en tazesi vardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- alay ederek onlara: "İbrahim de gizlice onların tanrılarına sokuldu: "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?" der. Doğal olarak putlar ona cevap vermezler. Alay ederek soruyu değiştirir, putlara, kinle: "Neyiniz var, konuşamıyor musunuz?" dedi. İnsanın aslını astarım bildiği, duyup konuşmadığından kesinlikle emin olduğu bir şeye hitap etmesi bilinen psikolojik bir durumdur. Asıl kızgınlık nedeni, düzmece ilahların gerisinden halkın tutumundan ve zayıf tasavvurlarından duyulan can sıkın-tısıdır. Bu soruya da putlar cevap vermezler. İşte bu noktada İbrahim, gizli kin yükünü söz halinde değil de, aksiyon olarak boşaltır: "Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi." Ve içini kin, keder ve sıkıntıdan yatıştırmış olur.

94- Bunun üzerine puta tapanlar koşarak İbrahim'in yanına geldiler.

95- İbrahim onlara "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

96- "Oysa sizi de, yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır" dedi.

97- Puta tapanlar: "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" dediler.

98- İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler, biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları alçalttık.

99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni doğru yola iletecek. "

Halk eğlenceden dönmüş ve putların paramparça olmuş kırıntılarına rastlamıştır. İlahi ifadenin akışı burada, hikâyenin başka surede açıklandığı üzere, bu işi ilahlarına yapanın kim olduğunu sormaları ve sonunda bu cesur suçluyu ortaya çıkarmaları kısmına değinmiyor. Onların İbrahim ile yüz yüze gelmelerine geçiyor. "Bunun üzerine puta tapanlar koşarak İbrahim'in yanına geldiler." Haberi dinlerler, bu işi yapanın kim olduğunu anlarlar; koşar adımlarla üzerine giderler ve çevresini çabucak çevirirler. Onlar kızgın, heyecanlı büyük bir topluluk, İbrahim ise, bir tek kişidir... Fakat O, mü'min, inanmış bir tek kişi. Yolunu bilen bir kişi. İlahı hakkında açık tasavvurlu bir kişi... Akidesi kendince belli ve malum, onu kendi benliğinde özümlenmiş ve çevresindeki kâinatta onu görmüş bir kişi. İşte bu tek kişi o heyecanlı, azgın, akidesi bulanık tasavvuru çelişik olan bu çoğunluktan daha güçlüdür. Bundan dolayı Hz. İbrahim onların karşısına basit ve fıtri hak ile dikilmekte, onların çokluğuna, azgınlığına ve birbirlerine girerek üzerine gelmelerine hiç de aldırmamaktadır.

İbrahim onlara: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

Bu düşündüğünü yüzlerine dobra dobra vuran fıtrat mantığıdır. Gerçek ma'budun yaratıcı olması, yoksa yaratık olmaması gerekir.

"Oysa sizi de yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır" dedi.

O, ma'bud olmaya lâyık yegâne yaratıcıdır. Bu mantık bu kadar açık ve yalın olmakla birlikte, İbrahim'in kavmi gafletlerine dalmış, O'nu dinlemiyorlar bile! -Zaten batıl,yalın olan hakkın sesine ne zaman kulak vermiştir ki-? İçlerindeki emredip yasaklayabilecek olanlar da en çirkin şekli ile azgınlıklarını sürdürüyorlar:

Puta tapanlar: "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" der. Zalimler apaçık güçlü hak söz karşısında sıkıştıklarında ve delil dayanaktan yoksun olduklarında bu mantıktan başkasını, ateş ve demir mantığından başkasını tanımazlar. Onların bu sözlerinden sonra ilahi ifadeler, Allah'ın samimi kullarına vaadi ve düşmanlarına tehdidini gerçekleştiren akıbeti sergile-. meye geçiyor :

"İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler, biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları alçalttık."

Allah dilerse, kulların tuzakları neye yarar? Allah samimi kullarını kendi himayesine alınca, zayıf, çelimsiz olan azgınların, böbürlenenlerin, otorite sahiplerinin ve buralara yardım eden kibirli yardımcılarının,ellerinden ne gelir ki?

İSMAİL VE KURBAN

Bundan sonra İbrahim'in hikâyesinin ikinci bölümü gelmekte... Artık babası ve kavmi ile işi bitmiştir. Onu alevli ateş dedikleri ateşe atarak öldürmek isterler. Yüce Allah ise -aksine- onların kaybeden taraf olmalarını diler ve onu onların hilelerinden kurtarır.

İbrahim işte o anda, hayatından bir bölümü geride bırakır. Ve yeni bir merhaleyi kucaklayıp bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa açar.

"İbrahim dedi ki: Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni doğru yola iletecek.

İşte böyle... Ben Rabb'ime gidiyorum. Bu bir hicrettir. Yer ve mekân hicretinden önce, bir iç alemi hicretidir. Bir hicret ki, bununla İbrahim hayatının tüm geçmişini terk edip bırakmaktadır. Babasını, kavmini, ailesini, evini, vatanını, kendini şu toprağa bağlayan her şeyi ve bütün şu insanları bırakmaktadır. Kendini engelleyen, kafasını meşgul eden, her şeyi arkasında bırakmakta, her şeyden sıyrılarak, her şeyi geride bırakarak Rabb'ine hicret etmektedir. Benliğinden hiçbir şeyi geri bırakmadan her şeyi ile, bütün benliği ile Rabb'ine teslim olmaktadır. Rabb'inin kendisine yol göstereceğinden kesinlikle emindir.

Bu bir hicrettir... Bir halden diğerine, bir durumdan ötekine, bu benliğinde başka bağların ortak olmadığı yalnız bir bağa hicrettir. Bu "soyutlanmanın, samimiyetin, teslimiyetin, iç huzurun ve kesin bir imanın" ifadesidir.

100- Rabb'im bana iyilerden olacak bir çocuk ver.

101- Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjde/edik.

102- Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince ona; "Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin? Çocuk; "Babacığım sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın " dedi.

103- İkisi de Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca.

Hz. İbrahim şu ana kadar gerçekten bitip tükenmez bir yalnızlık içinde idi. Akrabalık, arkadaşlık ve tanışıklık bağlarını geride bırakıyordu. Hayatının geçmişinde alıştığı her şeyi, üzerinde büyüdüğü şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi, o toprak üstünde yaşayan ve kendisini ateşe atan kavmi ile yol ayrımına geldiği şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi geride bırakıyordu. Kendisine gittiğini açıkladığı Rabb'ine yöneliyordu. O'na yöneliyordu, O'ndan imanlı bir nesil, iyi bir evlat dilemek için O'na yöneliyordu.

"Rabb'im bana iyilerden olacak bir çocuk ver."

Yüce Allah, her şeyi geride bırakıp her şeyden soyutlanan ve temiz bir kalp

ile kendisine gelen salih kulunun duasını kabul eder.

"Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik."

Sözün gelişi ve surenin akışına göre bu oğul İsmail'dir. Rabb'inin kendisini "oğul" diye nitelediği İsmail'in uysallığının örneklerini ileride göreceğiz. Şimdi biz zihnimizde yapayalnız, bir başına bütün yakınlarından ve ailesinden kopmuş ve hicret etmiş olan İbrahim'in sevincini canlandıralım. Rabb'inin "uysal" diye nitelediği bu "oğul" müjdesi ile ne kadar sevindiğini bir düşünelim.

Şimdi İbrahim'in hayatında yer alan eşsiz, büyük ve değerli bir tutuma göz atmamızın zamanı gelmiştir. Hatta bu tutum bütün insanlık hayatında eşsiz ve benzersiz bir tutumdur. Şu an, Kur'an'daki anlatılan hikâyenin eşsiz ifadesi ile, yüce Allah'ın müslüman ümmete vahy ettiği ve gözlerimizin önünde sergilediği, babaları İbrahim'in "örnek tutumu"nu öğrenmemizin zamanıdır.

"Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?' Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi."

Aman Allah'ım! Bu ne hoş bir iman, itaat ve teslimiyettir! Bu, ailesinden ve yakınlarından kopmuş, toprak ve vatanından hicret etmiş bu yaşlı İbrahim, işte bu kişiye ihtiyarlığında kendisine bir oğul veriliyor. Uzun zamandır ümitle beklemişti onun gelmesini. Bu çocuk dünyaya gelince, Rabb'inin "uysal" diye nitelediği meziyete sahip bir "oğul" olarak dünyaya geliyor. İşte İbrahim'i izliyoruz.

Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup da onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde ve yaşantısında ona eşlik edebilecek çağa geldiğinde... Evet İbrahim ona tam alışıp bu biricik çocukla huzur bulduğu anda rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın Rabb'inden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Niçin? Tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez? Evet bu bir işarettir. Sadece bir işaret... Açık bir vahy değil, direkt bir emir de değil. Ancak Rabb'inden bir işaret... İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek için bu yeterli. İtiraz etmeden, "Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin boğazlayayım" diye Rabb'ine sormadan itaat için bu yeterli. Fakat İbrahim bu isteğe can sıkıntısı içinde uymuyor. Sabırsızlık göstererek teslim olmuyor. Gönül huzursuzluğu içinde boyun eğmiyor. Asla! Tutumunda görülen kabul, hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnettir. Bütün bunlar, korkunç durumu acaip bir iç huzuru ve sükûnetle oğluna açtığı sözlerinde görülüyor.

"Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?"

Bu sözler sinirlerine hakim, yüzyüze geldiği emrin hak olduğundan emin, görevini yaptığına güvenen bir insanın sözleridir. Aynı zamanda bu sözler, karşılaştığı emir kendini korkutup da, acele ve telaşla bir an önce ondan kurtulmaya ve işi bitirmeye çalışan ve işin sinirlerinin üzerindeki baskısını atıp rahata ermeye çabalayan bir kimsenin sözleri değildir.

Durum gerçekten zordur. -Bunda hiç şüphe yoktur- Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun hayatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğlunu boğazlayacak. O -bununla birlikte- emri bu şekilde karşılamakta, oğluna bu teklifi götürmekte, oğlundan kendi durumunu iyice düşünmesini ve bu konuda görüşünü bildirmesini istemektedir.

İbrahim Rabb'inin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim e göre diğer emirler gibidir. Rabb'i istiyor... Rabb'inin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da, itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte. "Çocuk. Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi." Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. "Babacığım" bu sözde sevgi ve yakınlık var... "Boğazlanma" durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. "Sana emredileni yap." Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah'a karşı edebtir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabb'inden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi." Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisiné kalkışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah'ın dilemiş olduğu şeylere, Allah'dan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah'a bağlamaktır. "İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." Allah'a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!

İlahi sahne burada söz ve diyalogtan sonra bir adım daha atmaktadır. Emrin uygulanması adımını atmaktadır.

İkisi de Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca:

Bir kez daha, insanoğlunun adet edindiği şeylerin arkasından itaatin şerefi, imanın büyüklüğü, hoşnutluğun iç huzuru yükselmekte. Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kıpırdamıyor. Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte "İslam" budur. İslamın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama... İkisinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın doğurduğu bu duygular.

Bu, cesaret ve kahramanlık değil. Atılganlık ve cüret değil. Savaş meydanında mücahit atılganlık yapabilir, ölürler ve öldürülürler. Bir fedai artık dönmeyeceğini bile bile atılganlık yapabilir. Fakat bütün bunlar başka, İbrahim ile İsmail'in burada yaptıkları şey başkadır. Ortada ne akan kan vardır, ne itici kahramanlık ve ne de geri dönme ve acizlik korkusu. Gizli olan acele ile atılganlık vardır. Bu ancak bilinçli, şuurlu, yönelen, arzu eden, ne yaptığını bilen, olup bitene karşı iç huzuru taşıyan bir teslimiyettir. Hayır, hayır! Aksine ortada, sakin bir hoşnutluk, tadı müjdelenmiş bir itaat ve onun hoş lezzeti vardır.

İşte burada İbrahim ve İsmail görevlerini yerine getirmişlerdi. Emir ve teklifi uygulamışlardı. Artık geriye, İbrahim'in İsmail'i boğazlaması, kanını akıtması ve canını alması kalmıştı. Bu da yüce Allah'ın ölçüsünde hiçbir şey ifade etmezdi. İbrahim ve İsmail o ölçüye Rabb'lerinin kendilerinden istemiş olduğu bütün ruhlarını, azimlerini ve duygularını koyduktan sonra bunun bir değeri yoktu.

İmtihan bitmişti. Gerçekleşmişti. Sonuçları ortaya çıkmıştı. Hedefleri gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmıştı. Sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah'ın imtihan etmekteki hedefi insanların canını yakmak değildi. Onların kanlarından ve cesetlerinden bir beklentisi yoktu. Kullar Allah'a samimi olduklarında, bütün benlikleri ile görevlerini yapmaya hazır olduklarında o görevi yerine getirmiş olurlar. Teklifi gerçekleştirmiş olurlar ve imtihanları başarı ile vermiş olurlar.

Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in doğruluklarını bilmişti. Böylece onları görevlerini yapmış, gerçekleştirmiş ve doğru olmuş saydı.

104- Biz ona "Ey İbrahim " diye seslendik.

105- Sen rüyayı doğruladın; biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

106- Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi.

107- Ona fidye olarak büyük bir kurban verdik.

Rüyana sadakat gösterdin ve onu eylem halinde gerçekleştirdin. Yüce Allah'ın istemiş olduğu, ancak boyun eğmek ve kendisine samimi bağlılıktır. Ancak bunun, gönülde Allah'dan başkasına yer olmayacak şekilde olması, onun emrinden başkasına değer verilmemesi ve O'ndan başkasına sevgi beslenmemesi şeklinde olması istenir. Söz konusu insanın ciğerparesi oğlu, canı ve hayatı da olsa... Ve sen -ey İbrahim- bunu yaptın. Her şeyi ve en değerli varlığını cömertçe verdin. Ve onu hoşnutluk içinde, sükûnetle, gönül huzuru içinde ve kesin bir imanla cömertçe sundun. Geriye et ve kandan başka bir şey kalmadı. Bunun yerine kurbanlık geçerlidir. Yani et ve kandan ibaret olan kurbanlık bunun yerine geçer. Yüce Allah teslim olan ve görevini yerine getiren bu nefsi kurtarır. Evet bunu büyük bir kurbanlıkla kurtarır. Derler ki: "Bu kurbanlık bir koçtu. İbrahim onu Rabb'inin iradesi ve yaratması ile İsmail'in yerine bedel olarak kesmek için hazır halde bulmuştu." İbrahim'e şöyle denilir: "Sen rüyayı doğruladın; biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız." Onları böyle bir imtihana sokarak mükafatlandırırız. Onları, kalplerini yönlendirerek ve vefakârlık seviyesine çıkararak mükafatlandırırız. Onlara, görevlerini yerine getirirken sabır, güç vererek ödüllendiririz. Böylece onları, hakettikleri ödüllerle ödüllendiririz.

Böylece imanın gerçek yüzü, itaatin güzelliği ve teslimiyetin büyüklüğü için bir meşale olarak yükselen bu büyük olayın anısı olmak üzere, kurban kesme geleneği devam etmektedir. İslam toplumu, bu olayı inceleyip dinine uymuş oldukları, soyuna ve inanç sistemine mirasçı oldukları babaları İbrahim'in gerçek kimliğini tanır. Akidenin üzerinde durduğu veya dayandığı asıl karakterini kavrar... Akidenin asıl karakterinin, hoşnutluk içinde güvenle ve O'nun çağrısına uyarak Rabb'ine "Niçin?" diye sormadan, O'ndan ilk işaret ve ilk emir gelir gelmez O'nun iradesini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmeden nefsinde kendine hiçbir pay çıkarmadan, Rabb'ine sunacağı şeyin "metod ve şekli"nin seçimini kendi yapmaksızın, Rabb'i kendisine nasıl sunulmasını istiyorsa, öyle davranarak "Allah'ın takdirine teslimiyet" olduğunu öğrenir... Sonra İslam toplumu, bu olayı inceleyerek, Rabb'lerinin "imtihan"la kendilerine azap vermek ve "bela" ile canlarını yakmak istemediğini, O'nun asıl hedefinin kendisine boyun eğerek, çağrısına uyarak, ahdine vefa göstererek ve görevini yaparak, O'nun huzurunda ne ileri giderek ne de gevşek davranarak "teslimiyet içinde huzuruna gelmek" olduğunu öğrenir... Onların bu konudaki samimiyetleri belli olunca, canlarını feda etmekten ve acı çekmeden bağışlayacağını, sözlerini yerine getirmiş, görevlerini yapmış kabul edeceğini, yaptıklarını kabul edeceğini öğrenirler... Kendi yerlerine bedel kabul edip, canlarını kurtaracağın, babaları İbrahim'e ikram ettiği gibi onlara da ikram edeceğini öğrenirler.

108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.

109- "İbrahim'e selâm olsun. "

110- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

111- Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı.

İbrahim nesiller ve asırlar boyu anılmaktadır. O bir ümmettir. O peygamber babasıdır. O, şu müslüman milletin babasıdır. Bu müslüman millet, O'nun dinine mirasçıdır. Yüce Allah bu millet için ve onların üzerine İbrahim'in dini üzere insanlığın yönetimini farz kılmıştır. Ve bu yönetimi, kıyamete kadar İbrahim'in çocuklarına ve soyuna yüklemiştir.

"İbrahim'e selâm olsun."

Rabb'inden selâm ona... Rabb'inin ebedi Kitab'ında yazılı ve büyük varlığın her köşesine nakşedilen selâm ona...

"İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız."

Böylece onları, bela ve vefa ile, anılmakla ve selâmla ve ikram ile ödüllendiririz.

"Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı."

Bu, imanın karşılığıdır, öbürü ise açık bir imtihanla ortaya çıkan "aslı"dır. Sonra Rabb'i, İbrahim'e ihtiyarlık çağında İshak'ı bahşederek bir kez daha fazlı ve nimeti ile tecelli ediyor. Ona da İshak'a da hayır ve bereket veriyor... Ve İshak'ı salih peygamberler kafilesine katıyor...

112- Biz ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.

113- Kendisini ve İshak'ı kutlu ve bereketli kıldık. Her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, açıkça kendisine zulmeden de olacaktır.

Bunların arkasından arka arkaya nesilleri gelir. Fakat bu nesillerin onlara varis olması kan ve nesep varisliği değil, ancak din ve inanç sistemi varisliğidir. Uyup tabii olan iyi hareket etmiş, uymayıp yüz çeviren ve dönen zalim olmuştur, kendisine ne yakın ne de uzak nesebi yarar sağlamaz.

"Her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi açıkça kendisine zulmeden de olacaktır."

MUSA VE HARUN'A SELÂM

114- Andolsun Musa'ya ve Harun'a da lütuflarda bulunduk.

115- Onları ve kavimlerini büyük sıkıntılardan kurtardık.

116- Onlara yardım ettik de üstün geldiler.

117- Onlara, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik.

118- Ve onları doğru yola ilettik.

119- Sonra gelenler arasında onlara iyi bir ün bıraktık.

120- Musa'ya ve Harun'a bizden selâm olsun.

121- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

122- Çünkü onların ikisi de bizim mü'min kullarımızdı.

Musa ve Harun'un hikâyelerinden bu kısa kesit, yüce Allah'ın onlara yapmış olduğu iyilikleri ön plana çıkarıp vurgulamaktadır. Bu iyilikler yüce Allah'ın kendilerini seçip tercih etmesi, kendilerini ve kavimlerini ayrıntılarını başka surelerin hikâyelerinin açıkladığı "büyük sıkıntı"dan kurtarmasıdır. Kendilerine cellatları Firavun ve kodamanlarına karşı yardım etmesi ve zafer nasip etmesidir. Bu iyilik kendilerine apaçık bir Kitap vermesi ve onları doğru yola, yüce Allah'ın mü'minleri ilettiği doğru yola iletmesidir. Ve nihayet bu iyilikler, yüce Allah'ın onların gelecek nesillerin ve son çağların dilinde anılmalarını sağlamaktır. Bu kısa kesit, yüce Allah'dan Musa ve Harun'a "selâm" ile son bulmakta ve bunu iyilik yapanların elde edecekleri ödülün cinsi ile mü'minlerin ikram görmesine neden olan imanın değerini vurgulamak için bu surede tekrarlanan final cümlesi izlemektedir.

İLYAS'A SELÂM OLSUN

Bu kısa kesiti, Hz. İlyas'a dair benzeri bir kısa kesit izlemektedir. Hz. İlyas'ın Kitab-ı Mukaddes'in eski ahid bölümünde anılan "İlya" adı ile bir peygamber olduğu ağır basmaktadır. İlyas, Suriye'de "Beal'e" adında puta tapan bir topluluğa gönderilmişti. Bugün "Balebek" şehri bu tapınmanın izlerini hala taşımaktadır.

123- İlyas da peygamberlerdendir.

124- Kavmine demişti ki; "Allah'ın azabından korkmaz mısınız?"

125- "Yaratanların en güzeli olan Allah'ı bırakıp da Beal'e putuna mı tapıyorsunuz?"

126- "Sizin ve babalarınızın Rabb'i olan Allah'ı terk mi ediyorsunuz?"

127- Onu yalanladılar, bunun üzerine hepsi cehenneme götürülecekler.

128- Yalnız Allah'a gönülden bağlı kulları bunun dışındadır.

129- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.

130- İlyas'a selâm olsun. ·

131- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

132- Çünkü O bizim mü'min kullarımızdandı.

İlyas kavmini "Tevhid"e çağırmıştı. Onların kendilerinin ve daha önce geçmiş babalarının Rabbi olan "En güzel yaratıcı"yı bırakıp da, "Beal"e tapmalarını çirkin karşılamıştı. Nitekim İlyas'dan önce, İbrahim de kendi babasının ve kavminin putlara tapmalarını çirkin görmüşlerdi. Fakat sonuç; onların İlyas'ı yalanlamaları şeklinde idi. Yüce Allah yemin etmekte ve onların zorla getirileceklerini ve yalanlayanlara verilecek karşılığı göreceklerini kesinlikle ifade etmektedir. Bu kötü akıbetten ancak iman edenlerin ve yüce Allah'ın kulları arasından seçmiş olduğu kimselerin kurtulacağını belirtmektedir.

İlyas'a dair bu kısa kesit, bu surede tekrarlanması hedeflenen sonuç cümlesi ile bitiyor; yüce Allah, bununla İlyas'dàn önce peygamberlerine "selâm" ile ikram ettiğini, iyi hareket edenleri ödüllendirdiğini ve inananların imanının değerini vurgulamaktadır. İlyas'ın hikâyesi, böyle bir kısa kesitte ilk kez yer almaktadır. Burada bir an durup ayette "İlyas'a selâm" ifadesindeki teknik yönü tanıyalım. Burada ayetlerin fasılası (ayet sonlarındaki kafiye benzeri ses uyumu) ve bu fasılanın, "İlyas" adı geçtikten sonra, Kur'an'ın metoduna uygun olarak "İlyas'ın' şeklinde getirilerek, müzikal etkisi hedeflenmiştir. Çünkü

Kur'an'a göre ifadenin etkisi birbirine ahenkli olmalıdır. Sonra Lût'un hikâyesinden bir kesit gelmekte... Lût'un hikâyesi başka yerlerde İbrahim'in hikâyesini izler:

133- Lût da gönderilen peygamberlerdendi.

134- Onu ve ailesini kurtardık.

135- Yalnız azaba uğrayanlar arasında kalan ihtiyar bir kadın hariç.

136- Sonra diğerlerini yok etmiştik.

137 Ey insanlar! Sabahleyin onların yanından geçip gidiyorsunuz.

138- Ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?

Bu kısa kesit, Nuh'un hikâyesine dair kısa kesite benzemektedir. Bu kısa kesit, Lût'un peygamberliğine işaret etmektedir. Lût'un hanımı dışında yakınları ile birlikte kurtulmasını, sapık olan yalanlayıcıların yok olmalarını ifade etmektedir. Ve bu kısa kesit, Lût kavminin yaşadığı yerlerden sabah akşam geçip de uyumakta olan kalbi uyanmayan, o ıssız diyarın sesine kulak vermeyen ve onların hazin akıbeti bizlerin de başına gelir" diye korkmayan Araplar'ın kalbine bir dokunuş ile son bulmaktadır.

HZ. YUNUS

139- Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.

140- Dolu bir gemiye kaçmıştı.

141- Gemide olanlar arasında kura çekilmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebepten denize atılmıştı. ·

142- Yunus kendini kınarken, balık onu yutmuştu.

143- Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı. ·

144- İnsanlar yeniden dirileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.

145- Biz de onu halsiz bir durumda ağaçsız çıplak bir yere attık.

146- Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik. ·

147- Ve onu yüzbin insan ya da daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.

148- İnandılar, biz de onları belli bir süreye kadar geçindirdik.

Kur'an'da Yunus'un kavminin nerede yaşadığı belirtilmiyor. Fakat anlaşılan; deniz kıyısına yakın bir yerde yaşamaktaydı. Rivayete göre; kavminin yalanlamasından üzülmüş ve canı sıkılmıştı. Onları yakında gelecek olan bir ceza ile korkutmuş ve hiddet içinde kaçarak aralarından ayrılmıştı. Kızgınlığı Yunus'u deniz kenarına götürmüş, orada dolu bir gemiye binmişti. Denize açıldıklarında, dalga ve rüzgârlar, gemiye hücum etmiş ve gemi batma tehlikesi göstermişti. Bunun anlamı, onlara göre, yolcular arasında, işlemiş olduğu günahtan dolayı Allah'ın gazabına uğramış birinin varolması anlamına geliyordu. Geminin batmaktan kurtulması için, o günahkârın denize atılması gerekirdi. Gemiden atılacak kişiyi belirlemek için kura çekerler. Kura Yunus'a çıkar. Yunus onların arasında iyi birisi olarak tanınıyordu. Fakat kura ona çıkmıştı. Bunun için gemidekiler onu denize atarlar. Veyahut Yunus kendisini denize atar. Ve hemen bir balık kendisini yutar. Yunus kınanmayı haketmişti. Çünkü O, Allah'ın kendisine vermiş olduğu görevden çekilmişti. Allah kendisine izin vermeden, öfkeli olarak kavmini bırakmış, aralarından ayrılmıştı. Balığın karnında sıkışınca, Allah'ı tesbih eder, O'ndan bağışlanmasını diler ve kendisinin "zalimlerden olduğu"nu hatırlar. Ve "Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben haksızlık edenlerden oldum" (Enbiya Suresi, 87) der. Cenab-ı Hak onun duasını işitir ve kabul eder. Bunun üzerine balık onu ağzından çıkarır. "Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı. İnsanlar yeniden dirileceği güne kadar balığın karnında kalırdı." Yunus, balığın karnından hasta ve çıplak olarak denizin sahiline çıkar. "Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik." Bu bitki kabaktır. Bu kabak geniş yaprakları ile Yunus'u gölgeliyor ve O'na yaklaşan sineklere engel oluyordu. Söylendiğine göre sinekler bu bitkiye yaklaşmazmış. Bu olay, yüce Allah'ın tedbir ve lütfunun eseri idi. Yunus sağlığına kavuşunca, yüce Allah, O'nu öfke ile terk ettiği kavmine tekrar gönderir. Onlar, Yunus'un korkutmuş olduğu o cezadan onun arkasından korkmuşlar, iman etmişler, bağış dilemişler. Allah'dan af dilemişlerdi. Yüce Allah da onları işitmiş ve onlara yalanlayanlara vermiş olduğu cezayı vermemişti. "İnandılar, biz de onları belli bir süreye kadar geçindirdik." Ona inananlar yüzbinden çoklardı az değillerdi. Top yekün iman etmişlerdi.

Daha önce geçen hikâyeler iman etmeyenlerin akıbetini açıklarken bu kısa kesit, burada iman edenlerin akıbetini açıklamaktadır. Böylece Hz. Muhammed'in kavmi iki akıbetten hangisini diliyorlarsa onu tercih etsinler diye...

Böylece surenin ikinci bölümü de, Nuh'dan bu yana tarih boyu gerek mü'min ve gerek mü'min olmayan korkutulanlara geniş bir gezintiden sonra son bulur.

Bu surenin ikinci kesiminde yer alan hikâyeler ve bunların kapsamış olduğu "Allah ile kulları arasındaki bağ"ın gerçek yüzü ve bu gerçeğe göre Allah'dan başkasına tapanları veya yarattıklarından bazılarını kendisine şirk koşanları cezalandırması... İşte bunların ışığı altında, bu surede yer alan birinci dersin de içermiş olduğu aynı gerçeğin ışığı altında... Surenin bu son bölümünde, Resulullah'dan, uydurdukları meleklerin Allah'ın kızı olduğu safsatasını, Allah ile cinler arasında akrabalık olduğu düzmecesini tartışması istenmektedir. Ve kendilerine, peygamberlik gelmezden önce ve "eğer bir peygamber gelirse, hidayete ermeye hazır oldukları" şeklindeki sözleri ile karşılarına geçmesini ve kendilerine bir peygamber gelince niçin inkâr ettiklerini sormasını istemektedir. Ve sure, Allah'ın elçilerine "Asıl galip geleceklerin" kendileri olduğunu ve Allah'ın onların niteledikleri sıfatlardan yüce o1duğunu ifade ile ve alemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd ile son bulmaktadır.

149- Ey Muhammed! Putperestlere sor bakalım kızlar Rabb'inin de erkekler onların mı?

150- Yoksa biz melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?

I51- Dikkat edin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:

152- ".Allah doğurdu" onlar elbette yalancıdırlar.

l53- Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?

154- Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?

155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?

156- Yoksa sizin açık deliliniz mi var?

157- Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin.

Yüce Allah onların masallarını her yönünden kuşatma altına almakta, kendileri ile kendi mantıkları ve yaşamış oldukları toplumun mantığı ile mücadele etmektedir. Kendileri oğulları kızlara tercih ederler, bir kimsenin çocuğunun kız olarak dünyaya gelmesini bela sayarlar, kızları erkek çocuklardan daha aşağı bir yaratık kabul ederlerdi. Sonra onlar, meleklerin dişi olduğunu ve Allah'ın kızları olduklarını iddia edenler yine onlardı.

Burada yüce Allah onların mantığına uygun olarak onların karşısına geçmekte ve onları kendi mantıkları ile susturmakta, hatta aralarında yaygın olan ölçülerine göre bile tutarsız ve saçma olduğunu onlara göstermektedir.

"Ey Muhammed! Putperestlere sor bakalım, kızlar Rabb'inin de, erkekler onların mı?"

Eğer onların ileri sürdükleri gibi kızlar daha düşük bir mertebede ise, kızları Rabb'lerine veriyorlar ve kendilerine oğulları mı alıkoyuyorlar? Veya Allah kızları tercih etmekte ve oğulları onlara mı bırakmaktadır? Birinci de ikinci de tutarlı değildir. Şimdi bu sakat ve tutarsız görüşü sor onlara. Ve yine sor onlara, bütün masalları... Meleklerin dişi olduklarını nereden biliyorlar. Melekler yaratıldıkları zaman onlar da mevcutlardı da onların cinsiyetlerini oradan mı öğrenmişler? "Yoksa biz melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?" Ve yüce Allah, kendisine yalan ve iftira atarak söyledikleri sözü sergiliyor. "Dikkat edin onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu' onlar elbette yalancıdırlar." Onlar "Oğlanların kızlara tercih edilmesi" şeklinde yaygın olan adetleri ve mantıklarına göre bile yalancıdırlar. Peki o halde Allah neden kızları oğlanlara tercih etsin? "Allah, kızları oğlanlara tercih mi etmiş?" Ve yüce Allah onların kendi mantıklarını unutarak verdikleri hükmün tuhaflığını ortaya koymakta ve "Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" buyurmaktadır. Bu zanna dayanan hükmünüze delil ve dayanağı nereden elde ettiniz? "Yoksa sizin açık deliliniz mi var? Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin." Öteki masal, yüce Allah ile cinlerin arasında akrabalık olduğu düzmece ise:

158- Allah'la cinler arasında soy bağı uydurdular. Andolsun cinler de, kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilir.

159- Naşa, Allah, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir.

160- .4llah'a gönülden bağlı kullar, bunların dışındadır.

Cahiliye Arapları, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlar ve onları Allah'ın çocukları olarak cinlerin doğurduğuna inanıyorlardı. Bu hısımlık ve akrabalıktı. Oysa cinler, kendilerinin Allah'ın yaratıklarından biri olduklarını ve kıyamet günü Allah'ın izni ile huzuruna çıkarılacaklarını biliyorlardı. O halde akrabalık ve hısımlık muamelesi böyle olmazdı.

Burada, yüce Allah kendi zatını bu tutarsız iftiradan uzak kılmaktadır. "Haşa, Allah onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir." Yüce Allah azap için zorla getirilecek olan cinler zümresinden, mü'min olanlarını ayırmaktadır. Çünkü cinlerin arasında inananlar vardır.

Sonra ilahi sözler, müşriklere, onların taptıkları düzmece ilahlara ve taşıdıkları bozuk inançlarına yönelmekte ve ifade tarzından ortaya çıktığı gibi, onlara bu hitap meleklerden yöneltilmektedir.

161- Ey inkârcılar! Ne siz ne de taptıklarınız.

162- Kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.

163- Ancak cehenneme girecek olanları kandırırsınız.

164- Melekler: "Bizim içimizden herkesin belli makamı vardır. "

165- "Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız. "

166-"Allah'ı tesbih edenleriz. "

Yani siz ve taptıklarınız, Allah'a karşı kullarının aklını çelemez, cehenneme girmesi takdir olunan cehennemliklerden sayılanlar hariç, kimseyi saptıramazsınız. Sizler, mü'min olarak yaratılmış ve boyun eğenler zümresinden olan bir kalbi saptıramazsınız. Cehennemin bilinen türden bir yakıtı vardır. O "yakıt''ın fitneye düşmeye ve fitnecilere kulak vermeye uygun bir mizacı vardır.

Melekler o masala şöyle cevap verir: İçlerinden her birinin daha ilerisine geçemeyeceği bir makamı vardır. Kendileri Allah'ın kullarından olup Allah'a itaatle görevlidirler. Namaz için saf saf dizilip Allah'a hamd ile tesbih etmektedirler. Her biri yine bir derecededirler. Ve hadlerini aşmazlar. Allah yine O Allah'dır.

İfadenin akışı bundan sonra, bu masalları öne süren müşriklerden söz etmeye başlar. Onların vaad ve sözlerini yüzlerine vurur. "İbrahim ve ondan sonra gelenlerden, öncekilerden bizim de yanımızda bir zikir olsaydı, bizler de imandan bir hayli derece elde eder ve o imanımız sayesinde Allah bizi seçer ve tercih ederdi" demişlerdi.

167- Putperestler şöyle diyorlardı.

168- Eğer yanımızda evvelkilere gelen bir uyarı kitabı olsaydı.

169- Elbette biz Allah'ın temiz kulları olurduk. ·

170- Ancak o uyarıyı inkâr ettiler, yakında inkârlarının sonucunu bileceklerdir.

Nihayet kendilerine kitap gelince hem de şu yeryüzüne inen kitapların en büyüğü inince, daha önce söylemiş oldukları sözlere sahip çıkmadılar. "İnkârlarının akıbetini ileride bilecekler" sözündeki gizli tehdit, temenni etmelerinden ve verdikleri sözden sonra inkârlarına uygundur. Bu tehdit münasebeti ile, yüce Allah peygamberlerine zafer ve galibiyet müjdesi vermektedir:

171- Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir.

172-Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.

173- Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.

Verilen bu ilahi vaad gerçekleşmiş ve yüce Allah'ın sözü üstün gelmiştir. Tüm engellere, yalanlayanların olanca yalanlamalarına rağmen, akide yeryüzüne kök salmıştır. Kâfir ve müşriklerin inançları yeryüzünden silinmiş, galibiyet ve üstünlükleri gitmiştir. Peygamberlerin getirmiş oldukları inanç sistemi ayakta kalmış ve bu sistem, insanların gönül ve kalplerini ele geçirmiş, onların düşünce ve zihinlerine şekil verir olmuştur. Ve halâ her türlü engele rağmen, yeryüzünde insanoğluna egemen olan inanç sistemleri içinde bu ilahi sistem en üstünü ve en kalıcı olanıdır. Peygamberlerin getirmiş olduğu ilahi inanç sistemi (akaid)in ortadan kaldırmak ve başka fikir ve felsefeyi üstün kılmak girişimlerinin tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evet bu girişimler hatta doğduğu yerde bile yapılmaya fırsat bulamadan başarısızlığa uğramıştır. Yüce Allah'ın peygamberlerine vermiş olduğu söz gerçekleşmiştir. Onlar galip gelmişler ve yüce Allah'ın ordusu üstün olmuştur.

Bu söylediklerimiz, genel olarak, tüm yeryüzünde ve bütün çağlarda ortaya çıkan manzara ve kaidedir.

Ve bu, Allah'a yapılan çağrılarda; gönül erleri o çağrıda samimi olurlar ve davetçiler o dava için kendilerini verirlerse, yine gerçekleşecek bir görüntüdür. Bu ilahi inanç sistemi, (akaid) yoluna ne kadar set çekilirse çekilsin, önüne ne kadar engel çıkarsa çıksın, batıl güçler demir ve ateş gücü ile propaganda ve iftira gücü ile, savaş ve karşı mukavemet gücü ile ne kadar pusu kurarsa kursunlar, bu ilahi inanç sistemi üstün ve galip geleceklerdir. Bu savaş, sonuçları her zaman aynı olmayan bir savaştır. Fakat sonunda bu savaşlar Allah'ın peygamberlerine vaadinin gerçekleşmesi ile son bulur. Bu öyle bir vaaddir ki, yeryüzünün bütün güçleri yoluna dikilse, yine bozulmaz. Bu vaad üstünlük, zafer ve yardım vaadidir.

Bu vaad, Allah'ın kâinatta uyguladığı bir kanundur. Şu yıldızlar ve gezegenler nasıl yörüngelerinde hiç şaşmadan dönüyorlarsa, yeryüzünde zaman gece, ile gündüz nasıl birbirini izliyorsa, yağmur alan ölü topraktan hayat nasıl fışkırıyorsa, bu da böylesine devam eden ilahi bir kanundur. Fakat gerçekleşmesi yüce Allah'ın takdirine bağlıdır. Onu Allah dilediği zaman gerçekleştirir. Fakat açık neticeleri, insanoğlunun sınırlı ömrüne kıyasla yavaştır. Fakat asla bozulmaz, geri kalmaz, bazen de insanoğlunun hissedemeyeceği bir şekilde gerçekleşir. Çünkü insanoğlu, zafer ve galibiyeti kendi alışmış olduğu şekilde ister. Yüce Allah'ın kanununun yeni biçimi ile gerçekleşmiş olduğunu ancak bir süre sonra fark eder.

İnsanoğlu, Allah'ın erlerinin ve peygamberlerin izinden gidenlerin zafer ve galibiyetlerinin belli bir zafer biçimi ile gerçekleşmesini ister. Oysa yüce Allah, başka bir biçim, daha mükemmel, daha kalıcı olmasını ister. Bu, orduda bekledikleri daha çok çileye ve uzun bir zamana mal olmuş olsa bile, sonunda ardım Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşir. Müslümanlar, Bedir savaşından hemen önce, Kureyş'in kervanını ele geçirmek istemişti. Oysa yüce Allah bu karlı ve kolay kafileyi kaçırmalarını ve güçlü kuvvetli zümre ile savaşmalarını dilemişti

Allah'ın onlar için dilemiş olduğu kendileri ve İslam için daha hayırlı idi. Yüce Allah'ın peygamberi için, onun ordusu ve çağrısı için, uzun vadede dilemiş olduğu şey "zafer" idi.

Allah erleri herhangi bir savaşta yenilebilir. Mağlup olabilirler. İmtihanları sert olabilir. Çünkü yüce Allah, kendilerine daha büyük bir savaşta zafer vaad etmiştir. Çünkü yüce Allah, çevrelerinde "zafer" meyvesini, daha geniş bir alanda, daha sürekli bir nasip içinde ve daha kalıcı bir neticede versin diye hazırlamıştır. Allah'ın vaadi önceden gerçekleşmiş, yüce iradesi vaadine yönelmiş, bozulmayan ve şaşmayan ilahi adeti sabit olmuştur. "Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." Bu kesin vaadin, bu daha önce geçmiş olan kelimenin ilanı esnasında yüce Allah peygamberine onlardan yüz çevirmesini, onları kendi vaadi ve sözü ile baş başa bırakmasını, onların akıbetlerini görmek için, onları gözetlemesini, akıbetleri nasıl olacakmış, ayan beyan kendileri de görsünler diye onları bırakmasını emretmektedir.

174- Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. ·

175- Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir. ·

176- Azabımıza uğramakta acéle mi ediyorlar?

177- Fakat o azap yurtlarına indiği vakit uyarılmış olanların hali ne kötü olur! ·

178- Bir süreye kadar onları kendi hallerine bırak.

179- Ve bekle de gör, onlar da göreceklerdir.

Sen onlardan yüz çevir. Yüz çevir onlarâ aldırma. Allah'ın senin hakkında ve onların hakkındaki vaadi nasıl sonuçlanacakmış, sen ve onlar göreceğiniz güne kadar bırak onları. Eğer onlar bizim azabımızın çarçabuk gelmesini istiyorlarsa, azabımız başlarına gelince vay onların haline. Çünkü azabımız bir kavmin üzerine indi mi, sabahları acı olacaklar. Çünkü kendilerine daha önce bir korkutucu gelmişti.

Ve yüce Allah, onlardan yüz çevirmeyi ve onları kendileri ile baş başa bırakmayı yeniden emretmekte, bu korkunç emirde gizli olan tehdidi tekrarlamaktadır. "Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir." Nitekim olacak şeylerin korkunçluğuna işaret de tekrar edilmektedir. "Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir." Ve onları korkunç bir musibet ima eden kısa bir ifade ile baş başa bırakmaktadır.

Bu sure, yüce Allah'ın tenzihi ile kuvvet ve üstünlüğü O'na has kılarak, Allah'dan peygamberlerine selâm ile, hamd'in bir olan, ortağı olmayan alemlerin Rabbi olan Allah'a ilanı ile son bulmaktadır.

180- Kudret ve şeref sahibi Rabb'in, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir, yücedir.

181- Selâm gönderilen peygamberlere.

182- Hamd, alemlerin Rabb'i Allah'a!

Bu bitiş, surenin konularına uygun ve ele almış olduğu konuları özetleyen bir bitiştir.