19 Haziran 2007 Salı

AHKAF SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, 21. ayette geçen "... hani o Ahkaf'ta kavmini uyarmıştı..." ibaresinden almaktadır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı 29-32. ayetler arasında anlatılmakta olan bir tarihi vakıadan tespit olunmaktadır. Bu ayetlerde, cinlerin Kur'an-ı Kerim'i dinleyerek topluluklarına geri dönmeleri açıklanır. Bu hadise hakkında hadis ve siyer kitaplarındaki ittifak edilen rivayete göre, Allah Rasulü Taif'ten Mekke'ye geri dönerken yolda Nahle denilen yerde konaklamıştı. Ve bütün güvenilir tarihi rivayetlere göre Allah Rasulü'nün Taif'e gitme olayı hicretten üç sene önce meydana gelmiştir. Dolayısıyla o zaman bu sure nübüvvetin 10. senesinin sonu ile 11. senesinin başlarında nazil olmuştur.

Tarihsel Arka-Plan: Nübüvvetin 10. yılı Allah Rasulü'nün hayatındaki en zor ve çetin yıldı. Tam üç seneden beri Kureyş'in bütün kabileleri Haşimoğulları'na ve müslümanlara boykot uyguluyorlardı. Allah Rasulü, kabilesi ve diğer arkadaşlarıyla beraber Şi'bi Ebi Talip denilen yerde mahsur idiler.

Kureyşliler bu mahalleyi tamamıyla kuşatma altında tutuyorlar ve kimse de bu ablukayı yararak müslümanlarla irtibata geçemiyor ve alışveriş yapamıyordu. Ancak Hac sırasında müslümanlar dışarı çıkarak alış-veriş yapabiliyorlardı. Fakat o zaman bile eğer Ebu Leheb bir kimseyi pazarda gelen ticaret kervanlarından bir şey satın almak isterken görürse hemen satıcıya "Bunlara en yüksek fiyatı söyle ki alamasınlar, daha sonra ben o malı senden alırım, bir zararın olmaz" demekteydi. Peşpeşe üç senelik bu kuşatma müslümanların, Haşimoğulları'nın belini iyice bükmüştü. O kadar zor günler geçirdiler ki bazen ot bazen de ağaç yaprakları yemeye mecbur kaldılar.

Üç sene sonra bu kuşatma kalkacaktı ama bu sefer de bir müddet sonra, on küsür yıldır Kureyşlilere karşı Allah Rasulü'nü korumakta olan amcası Ebu Talip vefat edecek ve bu hadiseden bir ay bile geçmeden de, nübüvvetin başlangıcından bu güne kadar Allah Rasulü'nün en büyük destekcisi ve teselli edicisi olan hanımı Hz. Hatice vefat edecekti. Peşisıra gelen bu darbeler yüzünden Allah Rasulü bu seneyi "Hüzün Yılı" olarak adlandırmıştı.

Ebu Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Mekkeli kafirler, Allah Rasulü'ne karşı daha bir cüretlenmişler ve ona eskisinden daha fazla eziyet etmeye başlamışlardı. Hatta Allah Rasulü evinden dışarı bile çok zor çıkabiliyordu. Ve İbn Hişam'ın rivayetine göre gene bu dönemde Kureyşli serserilerden biri Allah Rasulü geçerken onun yüzüne toprak atmıştı.

Daha sonra Allah Rasulü, Beni Sakîfe'yi İslam'a davet etmek veya hiç olmazsa orada kalmasına izin verirler belki diye Taif'e gitti. O zaman Allah Rasulü'nün bir binek almaya bile maddi gücü yoktu. Taif'e kadar bütün yolu yaya olarak gitti. Bazı rivayetlere göre giderken yalnız başınaydı. Bazı rivayetler ise yanında Hz. Zeyd bin Harise'nin olduğunu söylemektedir. Orada birkaç gün kaldı. Beni Sakîf'in ileri gelenleri ile tek tek görüştü. Fakat hiçbirisi ona kulak asmadılar. Üstelik acele şehri terk etmesini istediler. Çünkü Allah Rasulü'nün davetinin gençleri ifsad edeceğinden endişeliydiler. Sonunda Taif'i terk etmeye mecbur kaldı. Allah Rasulü şehri terk ederken beni Sakif'in ileri gelenleri bazı serserileri peşinden gönderdiler. Bunlar yolun iki tarafına geçerek Allah Rasulü'ne hem küfür ediyorlar hem de taş atıyorlardı. Allah Rasulü (s.a) yaralandı, ayakları kan içerisinde kaldı. Bu halde Taif'in dışarılarında bir bahçenin duvarının gölgesine yaslanarak Allah'a şöyle nidada bulundu. "Ey Allahım! Senin huzurunda çaresizliğimi ve halkın nazarında kıymetsizliğimi şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen mustazafların Rabbisin.

Benim Rabbim Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana bu kadar sert davranan insanların eline bırakıyorsun, üzerime çullanan bir düşmana bırakıyorsun. Eğer sen benden dargın değilsen, ben bu musibetlere aldırmam. Fakat eğer tarafından bana bir afiyet nasib olursa daha rahatlayacağım. Sana sığınırım. Senin Nurun bu zulmeti aydınlatır. Dünya ve ahiret işlerini düzeltir. Beni, senin gazabının üzerime gelmesinden ya da ikabına müstehak olmamdan koru. Benden hoşnut olacağın şekilde senin rızana uyayım. Senin kuvvetinden başka kuvvet yoktur." (İbn Hişam C. 2, Sayfa: 62.)

Allah Rasulü üzgün bir vaziyette geriye dönerken Karnel-Menazil'e yaklaştığında havada bir bulut sezdi. Yukarı bakınca da Cebrail'i (a.s) gördü. Cebrail ona "Senin kavmin sana nasıl bir karşılıkta bulunmaktaysa Allah (c.c) onu duymuştur. Dağların idaresinden sorumlu meleği gönderdi. Şimdi ne istiyorsan emret" dedi. Bunun üzerine bu melek Allah Rasulü'ne selam vererek şöyle dedi: "Emret, bu iki dağı bunların kafasına geçireyim" Allah Rasulü ise "Hayır" dedi. "Ben ümid ederim ki, Rabbim onların zürriyetinden, bir Allah'a ibadet eden ve O'na eş koşmayanlar çıkaracaktır." (Buhari; Yaratılışın Başlangıcı, Meleklerin Zikri. Müslim: Kitabu'l-Meğazi. Nesai: Baas.)

Allah Rasulü bu olaydan sonra bir kaç gün daha Nahle denilen mevkide konakladı. "Taif'te olup bitenler büyük ihtimalle Mekke'ye ulaşmıştı, şimdi nasıl Mekke'ye geri döneceğim? Kafirler bundan da cesaret alarak daha şedidleşecekler" diye düşünüyordu. Ayrıca bu günlerde bir gün Allah Rasulü namazda Kur'an okuyorken cinlerden bir taife oradan geçmekteydi. Onun Kur'an okuyuşunu duymuştular. Ve ona iman etmişler, kendi topluluklarına geri dönerek İslam'ı tebliğ etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Allah (c.c) "İnsanlar senin davetinden yüz çevirmelerine rağmen, bu cinler sana iman ettiler ve kendi topluluklarına onu tebliğ etmekteler," diyerek onu müjdelemişti.

Konu: İşte bu şartlar altında Allah Rasulü'ne bu sure nazil olmuştur. O şartları göz önünde bulundurarak bu sureyi mütalaa edecek herkesin, bu kelamın gerçekten Muhammed'in sözü olmadığına, bunu nazil edenin kuvvet ve hikmet sahibi Allah olduğuna dair hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Surenin başından sonuna kadar hiçbir yerinde yukarıda anlattığımız bu gibi zor şartların altından henüz çıkmış bu insani hislerden ve cezbelerden bir eser görülemez. Eğer bu kitap, peşpeşe bu darbelere, musibetlere maruz kalan ve Taif'teki o son hadisenin hâlâ şiddetli ıstırabı içerisinde olan Muhammed'in (s.a) kelâmı olsaydı muhakkak bütün bu hadiseler ona yansırdı.

Aksine bu surede onlardan bir iz bile yok. Az yukarıda Allah Rasulü'nün Allah'a yakarışını nakletmiştik. Kendi kelâmıydı o, her kelimesi dert ve ıstırap dolu. Ama o sırada nazil olan ve onun mübarek ağzından aktarılan bu surede bu acılara hiç rastlanılmamaktadır.

Surenin konusu, kafirlerin sapık amellerinin kötü sonucundan onları uyarmaktır. Onlar kibirle bu sapıklıklarında ısrar ediyorlar ve onları bu sapıklıklardan korumaya çalışan şahsa da saldırıyorlardı. Kafirler bu dünyayı sadece amaçsız bir oyun ve kendilerini de bu dünyada sorumsuz mahluk zannediyorlardı. Tevhid daveti onlara göre batıldı. Allah'a bir takım şerikler koşarak onlara ibadet ediyorlardı. Bu Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğuna inanmıyorlardı. Risalet hakkında ise kafalarında acaip cahilane düşünceler vardı. Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasını sınamak için çeşit çeşit acaip sorularda bulunuyorlardı. İslâm'ın hak bir din olmadığına en büyük şahit olarak kabilelerinin ileri gelenlerinin, reislerinin bu dine inanmamaları fakat bir kaç tane genç, bir kaç fakir ve birkaç kölenin inanmalarını gösteriyorlardı. Ayrıca, kıyamet, ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafatı da uydurma ve bunların vuku bulmalarının imkansız olduğunu zannediyorlardı.

Bu surede özet olarak, kafirlere, akıllarıyla ve burhanlarla hakikatı anlatmaya çalışma yerine, taassub ve inatlarından dolayı Kur'an'ı ve Peygamber'in risaletini inkar etmeleri halinde sonlarını harap ettikleri, tek tek şahitler gösterilerek anlatılmıştır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır.1

3 Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak yarattık.2 Küfredenler ise, uyarılıp-korkutuldukları şeyden yüz çevirmekte olanlardır.3

4 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, yerden neyi yaratmışlar, bana gösterin? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlüler iseniz,4 bundan önce bir kitap ya da ilim kalıntısı (veya bir eser) varsa, bana getirin."

5 Allah'ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek olan şeylere tapmakta olandan daha sapık kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından6 habersizdirler.

AÇIKLAMA

1. İzah için bkz. Zümer an: 1, el-Casiye an: 1, ayrıca Secde suresi an: 1, göz önünde tutulursa bu surenin başındaki espriyi kavramak daha kolay olur.

2. İzah için bkz. En'am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 23, el-Hicr an: 47, en-Nahl an: 6, el-Enbiya an: 15-17, el Mü'minun an: 102, Ankebut an: 75-76, Lokman an: 51, el-Casiye an: 28, el-Duhan Suresi an: 34.

3. Yani, gerçek şu ki, bu kainat gayesiz bir eğlence değildir. Tersine bu hikmetli nizam belirli bir maksada binaen kurulmuştur. Muhakkak iyi ve kötünün, zalim ve mazlumun bütün amelleri en sonunda görülecektir. Bu kainat daimi ve ebedi değildir. Belirli bir müddeti vardır. En sonunda muhakkak bu nizam altüst olacaktır. Allah'ın adaleti için de belirli bir zaman kararlaştırılmıştır. O zaman geldiğinde muhakkak vukubulacaktır. Allah'a, Rasulü'ne ve Kitab'a inanmayı inkar edenler bu hakikatlerden yüz çevirmektedirler. Bu yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç düşünmüyorlar. Zannediyorlar ki, Allah Rasulü bu gerçeklerden haber vererek onlara kötülük yapmaktadır. Halbuki Peygamber'in onlara geleceklerini bildirmesi ve dahası, hesap sorulacağını ve buna karşı hazırlıklı gerektiğini bildirmesi, onlar için bir iyiliktir.

İleriki hitapları daha iyi anlayabilmek için şunu dikkatimizde tutalım ki, insanın en büyük hatası Allah hakkında bazı yanlış inanışlar tayin etmesidir. Tembellik ederek hiç derince düşünmeden yüzeysel ve ondan bundan duyduklarıyla yanlış bir akide oluşturuyor. Bu en büyük bir ahmaklıktır. Çünkü onun böyle inancı bütün hayatını doğru yoldan saptırarak ebedi hayatını mahvetmektedir. Asıl sebep kendini sorumsuz zannederek tembellik etmesi ve kendini tehlikeye atmasıdır. Allah Teala hakkında nasıl bir inanca sahip olursa olsun, bir şeyin değişmeyeceği yanılgısına düşüyor. Çünkü ölümden sonraki hayata ve orada her şeyden sorulacağına inanmamaktadır. İnanıyorsa da, orada eğer bir sorgu sual olduğunda bu dünyada onu himaye eden bazı zevatın kendisini kurtaracağını zannetmektedir. Bu gibi sorumsuz düşünceler dolayısıyla insan, bir inanç seçme konusunda ciddiyetsizlik göstermektedir. Onun için rahatça ateizmden şirke kadar bir dizi mantıksız düşünceleri bir inanç haline getirerek, kendini de başkalarını da saptırarak batağa sürüklemektedir.

4. Çünkü muhatap olan kavim müşrikti. Bu yüzden onlara, sorumsuzca, ciddi ciddi düşünmeden, gayri makul bir inanç üzerinde ısrar etmekte oldukları uyarısında bulunulmaktadır.

Onlar her ne kadar bu dünyanın yaratıcısının Allah olduğuna inanıyorlarsa da, bununla beraber başkalarını da ma'bud olarak kabul edip onlara yalvarmakta, hacetlerinin ve problemlerinin hallolmasını onlardan istemekteydiler. Onlara secde edip adaklar adıyorlardı. Kendi talihlerini bunların değişteribileceğini zannediyorlardı. Aynı kişilere, "Neye dayanarak siz bunları ma'bud olarak kabul etmektesiniz", diye sorulmaktadır. Açıktır ki, Allah (c.c) yanında başkalarına da ma'budiyyet nisbet etmenin iki temel sebebi olabilir: Birincisi, ya bir kimse yer ve göğün yaratılmasında Allah'tan başkalarının da bir payı olduğu konusunda bir bilgi sahibidir, ya da falanca kimsenin ilahlıkta kendi ortağı olduğunu bizzat Allah Teala'nın kendisi söylemiştir. Şimdi hiç bir müşrik ibadet etmekte olduğu ma'bud hakkında, bunun Allah'ın ortağı olduğunu iddia edecek bir bilgi sahibi değildir. Ayrıca Allah tarafından indirilen hiçbir kitap gösterilemez ki, Allah kendisinin bir ortağı olduğunu bildirmiş olsun. O zaman onların bu şirk inançlarının kesinlikle bir aslı-astarı yoktur.

Bu ayatteki "Önceden gelmiş kitaplardan" murad, Allah'ın daha önce inzal ettiği kitaplardır. "Bir bilgi kalıntısı"ndan murad, sonraki nesillere itimat edilen bir vasıtayla ulaşmış eski devirlerdeki nebilerin ve salihlerin talimatlarının kırpıntılarıdır. Bu iki vasıtayla insana ulaşan hiçbir şeyde şirkten bir iz yoktur. Şimdi Kur'an'ın tebliğ etmekte olduğu bütün semavi kitapların ittifak ettiği tevhid ve evvelki ilimler hakkında ne kadar eser kalmışsa bunlarda da şirkin hiçbir izine rastlanmamaktadır. Bunlarda herhangi bir nebi, veli ya da salih kişinin herhangi bir zaman Allah'tan başkasına kullukta bulunmak için vaaz verdiğine dair hiçbir iz de yoktur. "Kitap"tan murad ilahi kitaplardır..."Bilgi kalıntısı"ndan murad da "Nebilerin ve salihlerin bıraktığı ilimdir" sözünü bir an için bir kenara bıraktığımızı var sayalım. Bu sefer hiçbir bilimsel kitapta veya dini ve dünyevi bilimler mutahassıslarının bu güne kadar yapmış oldukları hiç bir araştırma da, yeryüzü ve gökyüzünün herhangi bir kısmını Allah Teala'nın yanında başka bir tanrının yarattığına dair ya da bu dünyada insanların istifade ettiği nimetleri Allah (c.c) değil de başka birisinin yarattığına dair en ufak bir emare yoktur.

5. "Cevap"tan murad, karşılık verme, harekette bulunmadır. Sadece kelimelerle, sesle ya da yazıyla cevap veriş değildir. Bundan anlaşılan şudur: Her kim eğer bu ma'butlara yakarır, yardım talebinde bulunursa, ellerinde yetkileri olmadığı için bunlar olumlu veya olumsuz bir karşılık veremezler. İzah için bkz. Ez-Zümer an: 33.

"Kıyamete kadar cevap veremiyecek" demek, bu dünya kaim olduğu sürece onlar hiçbir cevap veremiyecek demektir. Ama daha ileriki ayetlerde de açıklandığı gibi kıyamet meydana geldikten sonra ise bu ma'budlar kendilerine ibadet edenlere düşman olacaklardır.

6. Yani, onların yalvarış-yakarışları zaten onlara ulaşamaz. Ne kendi kulaklarıyla onları duyarlar, ne de başka bir vasıtayla, bu dünyada onları birisinin çağırdığı haberi kendilerine ulaşmaz. Bu ayeti şöyle izah edebiliriz; dünyadaki müşriklerin Allah'tan başka dua ettikleri ma'budları şu üç grupta toplayabiliriz: Birincisi, bu ruhu ya da şuuru olmayanlar, ikincisi, geçmişteki salih insanlar ve üçüncüsü, kendileri sapıttıkları gibi başkalarını da yoldan çıkararak bu dünyadan göçen insanlar. Birincilerin ne kendilerine ibadet edenler ne de yapılan dualar hakkında bir haberleri yoktur. İkinci kısımdakiler ise aslında Allah'ın sevdiği mukarreb kullardı. Bunlar da şu iki sebepten dolayı bu durumda oluşlarından habersizdirler. Evvela, Allah'ın yanında öyle bir alem vardır ki bu dünyanın sesleri oraya ulaşamaz ve ikinci olarak, Allah Teala ve melekler kasten bu haberleri onlara ulaştırmazlar. Çünkü bu olanları duymak onlar için üzüntü kaynağı olacaktır. Onlar bütün hayatları boyunca yalnızca Tevhidi ve sadece Allah'a istigâse'de bulunmayı öğretmişlerdi. Şimdi ise bazıları onlardan yardım dilemekteler. Allah Teala bunlara böyle haberleri vererek onları üzmek istemez. Üçüncü gruptaki ma'budlara gelince, düşünürsek bunların da habersiz kalmalarının iki sebebinin olduğunu anlarız: Birincisi, bunlar suçlu olarak Allah'ın indinde beklemektedirler ve bu dünyadan hiç bir sada onlara ulaşamaz. İkinci sebep ise, Allah Teala ve melekler, bu dünyada yapmış oldukları misyonun başarıya ulaştığı ve şimdi bazı kimselerin kendilerine taptığı haberlerini duyurarak onları sevindirmek istemez. Allah zalimlere böyle memnuniyetler bahşetmez.

Burada şu hususu da izah edelim ki, Allah (c.c) kendi salih kullarına bu dünyada gönderilen selam ve rahmet dualarını ulaştırır. Çünkü bu onlara memnuniyet verecektir. Öte yandan suçlulara da bu dünyadan gönderilen lanet ve bedduaları ulaştırır. Mesela bir hadise göre, Bedir Savaşı'nda kafir olan ölülere Peygamber'in (s.a) gönderdiği lanet onlara duyurulmuş ve bu onların eziyetini artırmıştı. O, hiçbir şekilde kendi salih kulları için üzüntü verecek, kafir ve mücrimlere memnuniyet verecek bir haberi onlara ulaştırmaz. Böylece "sem'i mevta" (ölülerin işitmesi) konusuna bir açıklık getirilmiş olmaktadır.

6 İnsanlar (bir araya getirilip) haşrolunduğu zaman, (Allah'tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve onların (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar.7

7 Onlara açık belgeler olarak ayetlerimiz okunduğu zaman, o küfredenler kendilerine gelmiş olan hak için dediler ki: "Bu, apaçık bir büyüdür."8

AÇIKLAMA

7. Yani, onlar açık açık "Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet edin demedik. Onların bize ibadet ettiklerinden bizim hiçbir ilgimiz yok. Bu sapıklıklarının sorumlusu kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri çeksin, onların bu suçlarında bizim bir payımız yoktur," diyeceklerdir.

8. Mekke'de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri okunduğu zaman, bunun bir insan kelamı olmadığını, insan üstü bir şey olduğunu onlar hissediyorlardı. Hiç bir şair, hatip ve en büyük edebiyatçı bile Kur'an'ın emsalsiz fesahat ve belâgatine (büyüleyici uslubuna), hitabet ve kalpleri etkileyen yüksek muhtevasına yaklaşamazdı bile. En önemlisi, Allah Rasulü'nün kendi kelamı bile Allah tarafından nazil olan kelamla aynı değildir. Allah Rasulü'nü daha çocukluğundan beri çok iyi tanıyan ve onun dilini çok iyi bilen Mekkeliler de, Allah Rasulü'nün kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim'in sözleri arasında çok büyük farklar olduğunu görüyorlardı. Aralarında kırk-elli sene gece gündüz yaşamış olan şahsın birdenbire böyle kendi dilinden tamamıyla farklı bir kelam uydurduğunu kabul etmek zordu. Bu gerçek onların gözleri önünde açıkça görülüyorken onlar küfürlerinde ısrar etmekte kararlı idiler. Bu yüzden, bu aşikar işaretleri görmelerine rağmen değil kabul etmek, üstelik "Bu bir sihirdir" diyorlardı. (Onların Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemelerinin açıklamasını daha önce yapmıştık. Bkz. El-Enbiya an: 5, Sâd an: 5)

8 Yoksa: "Kendisi onu uydurdu" mu diyorlar?9 De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz, Allah'tan bana (gelecek) olan hiç bir şeye (karşı) malik olamazsınız. Sizin kendisi (Kur'an) hakkında, ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu O daha iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. 10O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."11

9 De ki: "Ben peygamberlerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uymaktayım ve ben, apaçık bir uyarıcı-korkutucudan başkası değilim."12

10 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer (bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de ona (karşı) küfretmişseniz13 ve İsrailoğullarından bir şahid de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)?14 Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez."

AÇIKLAMA

9. Bu şekilde sorarak beyan etmede şiddetli bir hayret ifadesi vardır. Yani, bunlar o kadar hayasızdırlar ki, Allah Rasulü'nü, Kur'an'ı uydurmakla itham edebilmekteler. Halbuki çok iyi biliyorlar ki, bu onun tasnif ettiği bir kelam değildir.

Onların "sihirdir" demeleri ise bu kitabın sıradan, alalede bir kelam olmadığının ve bunu bir insanın tasnif edemeyeceğinin, bir insan için böyle bir kelamı meydana getirebilmenin mümkün olamayacağının kendi ağızlarıyla itirafıdır.

10. Çünkü onların bu ithamı asılsızdır ve tamamıyla bir inat mahsulüdür. Bu yüzden bir delil ileri sürmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece "Gerçekten eğer sizin dediğiniz gibi bu kelamı ben tasnif etmişsem bu, Allah'a en büyük iftiradır. O zaman Allah'ın cezasından beni siz mi kurtaracaksınız? Ve eğer sizin bana yalan iftirada bulunarak reddettiğiniz bu kelam Allah'ın kelamı ise o zaman Allah size ne yapacaktır, göreceksiniz" demekle yetinilmiştir. Allah'tan hiç bir şey gizli kalmaz. Doğru kimdir? Yalancı kimdir? Bunlar hakkında en iyi kararı verecek O'dur. Eğer bir şey hususunda bütün dünya yalan dese ama, Allah'ın indinde o şey doğruysa son karar Allah'ın ilmine göre verilir. Eğer bütün dünya bir şeyi doğrulasa da Allah'ın indinde o şey yalan ise o zaman Allah'ın indinde son karar yine yalan olarak verilecektir. Onun için saçma sapan şeyler konuşmak yerine kendi ahiretinizi düşünün.

11. Bu cümlenin iki manası vardır. Birincisi, sizin hâlâ bu dünyada yaşıyor olmanız Allah'ın bir lütfudur. Eğer Allah'ın rahmeti ve lütfu olmasaydı, O'na karşı yaptığınız iftiralar sizi hemen yok ederdi. İkinci bir nefesi almaya bile size müsade edilmezdi. Diğer bir manası da "Ey insafsızlar! Şimdi artık bu inadınızdan vazgeçin. Allah'ın rahmet kapısı hâlâ açıktır. Yaptıklarınızı affedebilir," şeklinde olabilir.

12. Bu buyruğun arka-planı şudur: Nebi (s.a) risaletini ilan ettikten sonra Mekke'dekiler ona acayip şeyler söylemeye başladılar. Diyorlardı ki, "Bu ne biçim Rasuldür, çoluk çocuğu var, pazarda dolaşır, yer içer ve bizim gibi bir insandır. Bizden ne farkı var ki biz onu Allah'ın özel olarak gönderdiği bir elçi olarak tanıyalım?" Ve yine bunlar diyorlardı ki "Eğer bu şahıs Allah'ın Rasulü olsaydı en azından Allah onun peygamberliğini ilan etmek için hizmetine bir melek verirdi. Her kim ona karşı çıkar, saygısızlık yaparsa bu melek onları kamçılardı. Nasıl olur da Allah bir kimseyi Rasul olarak göndersin de o kimseyi Mekke'nin sokaklarında böyle eziyetlere karşı çaresiz bıraksın? Kendi Rasulü için hiç olmazsa bahçe içerisinde muhteşem bir saray yapardı. Hanımının serveti bittikten sonra açlık çekmez ve Taif'e giderken altında bir bineği olurdu." Dahası ondan acaip acaip mucizeler göstermesini ve gaipten haber vermesini talep etmekteydiler. Onların düşüncesine göre bir kimsenin Allah'ın Rasulü olması, onun insan üstü bazı güçlere sahip olmasını gerektirir.

Bir işaretiyle dağları yerinden oynatır, bir işaretiyle kurak çölleri güllük gülistanlık hale çevirirdi. Bütün olmuş ve olacak her şeyin ilmine sahip olmalıdır. Gaipteki bütün gizli şeyleri görebilmelidir.

Bu itirazlara, her cümlesinde bir anlam taşıyan bu ayette cevap verilmiştir. Buyrulmaktadır ki "Onlara söyle: "Ben türedi bir peygamber değilim" Yani, "Benim peygamberliğim dünya tarihinde ilk kez olan bir şey değildir ki, bu size acaip gelsin. Peygamberlerin böyle değil de şöyle olmasına niye o kadar şaşırıyorsunuz? Benden önce de pek çok Rasul gelmişti. Benim onlardan bir farkım yok. Ne zaman bir peygamber gelmiştir de onun çoluk çocuğu olmamış, yiyip içmemiş ve diğer normal insanlar gibi yaşamamıştır? Hangi peygamberin yanında (onun risaletini duyurmak için) elinde kırbaç bulunan bir melek vardı. Hangi Rasulün bağlar-bahçeler içerisinde bir sarayı vardı? Hangi Rasul, insanları Allah'ın tarafına davet etmek için eziyetler çekmemişti? Ve hangi Rasul kendi yetkisiyle mucizeler göstermiş ve yine kendi izniyle her şeyi bilmiştir. Öyleyse şimdi siz benim peygamberliğimi sınamak için bu acaip acaip soruları nereden çıkarıyorsunuz?" Daha sonra şöyle buyurulmuştur: "Onlara de ki: Bana ve size yarın ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilen şeye uyarım." Yani, ben gaybı bilen değilim ki geçmiş, hal ve gelecek bana açık olsun ve dünyada her şey benim bilgim içerisinde bulunsun. Değil sizlerin geleceği, ben kendi geleceğimi bile bilmiyorum. Ben ancak vahiy vasıtasıyla bana verilen ilim kadar bilebilirim. Hiç bir zaman bundan daha fazlasını bildiğimi iddia etmedim. Ve hangi Rasul gelmiş ki o şimdi sizin benden istediğiniz gibi herşeyi bildiğini iddia etmiştir? Gayb hakkında bazı haberler soruyorsunuz. Ne zaman bir Rasulün görevi, sizin kaybettiğiniz şeyleri, hamile bir kadının erkek veya kız doğuracağını, falan hastanın öleceğini veya iyi olacağını bildirmek olmuştur.

En sonunda da "Onlara de ki: Ben apaçık uyarıcıdan başka bir şey değilim" buyuruluyor. Yani ben Allah'ın yetkilerine sahip değilim ki her gün sizin istediğiniz acaip acaip mucizeleri göstereyim. Benim gönderilmemin gayesi, size doğru yolu göstermek ve onu reddedenleri de kötü akibetlerinden uyarmak içindir.

13. Bu husus bundan önce Fussilet Suresi 52. ayette işlenmiştir. İzah için bkz. Fussilet an: 69.

14. Müfessirlerin çoğu bu şahitten maksat Hz. Abdullah bin Selâm'dır, demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur yahudi alimiydi.

Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur. Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet Medenidir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah bin Selam hakkında nazil olmuştur. (Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir) Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf bin Malik el-Eşci' gibi pekçok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk "Bu ayet Abdullah bin Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî'de aynı görüşe katılarak şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki hep Mekkeli müşrikler muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde (context) yalnız başına Medine'de nazil olmuş bir ayetin buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci görüşü tercih ederlerken Saad bin Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkar etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin adetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Yalnız ne var ki bu ayet gerçekten de tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.

Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de uyum sağlamamaktadır. En doğru izah müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri sürebilirsiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği talimatların acaip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. Aslında sizin inanmanıza mani olan sizin kendi kibir ve böbürlenmenizdir.

11 Küfretmekte olanlar, iman etmekte olanlar için dedi ki: "Eğer O (Kur'an veya iman) hayırlı bir şey olsaydı, ona bizden önce koşup-yetişemezlerdi."15 Oysa onlar, onunla hidayete ermediklerinden: "Bu, eski bir yalandır" diyecekler.16

12 Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarıp-korkutmak17 ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere, (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.

13 Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.18

14 İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

15 Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır.19 Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde20 bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım."

AÇIKLAMA

15. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin, halkı Rasulullah'tan soğutmak için kullandıkları delillerden biridir. Diyorlardı ki, "Eğer Kur'an hak bir söz olsaydı bunu en önce biz kabul ederdik. Nasıl olur ki, bir kaç tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekalarına herkesin itibar ettiği kişiler görmez. O halde onun sıradan halkı inandırmak gayreti içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de ondan uzak durun."

16. Yani, bunlar kendilerini hak ile batıl arasında bir kıstas olarak görmekteler. Zannediyorlardıki eğer kendileri bir şeyi hidayet olarak kabul etmemişlerse, bu demektedir ki bu muhakkak bir dalalettir. Ama buna "Yeni bir yalan" demeye cesaret edemiyorlar. Çünkü bundan evvelki peygamberler de aynı şeyi tatbik etmişlerdi. Onların ellerinde olan bütün semavi kitaplar da aynı hidayeti göstermekteydi. Onun için bunlar da "Eski bir yalan" demekteler. Güya onlara göre onların dışında herkes akılsızdır. Binlerce senedir bu gerçekleri tebliğ eden ve ona inananlar akıldan mahrumdurlar da sadece akıl bunlara kalmıştır.

17. Yani, sapıklıkları dolayısı ile ahlak ve amel bakımından kötülük içerisine düşen, toplumu da türlü zulüm ve haksızlıklarla dolduran ve Allah'tan başkalarına ibadet edenlerin kötü sonuçları hakkında onlara haber ver.

18. İzah için bkz. Fussilet an: 33-35.

19. Yani, bir evlat, hem anasına hem de babasına hizmet etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o evladı için daha fazla ızdırap çeker. Aynı şey az çok farklı rivayetlerle Bahuri, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Müsned-i Ahmed ve İmam Buhari'nin Edebül-Müfred'inde rivayet edilen şu hadisten de anlaşılmaktadır: "Birisi Allah Rasulü'ne gelerek "Üzerime en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?" diye sordu. Allah Rasulü "Annen" buyurdu. Adam "Sonra kim?" dedi. Allah Rasulü yine "Annen" diye cevapladı. Adam aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasulü bu sefer de "Annen" karşılığını verdi. Dördüncüde "Babana" buyurdu." Allah Rasulü'nün bu cevabı yukarıdaki ayeti tam manasıyla tercüme etmektedir. Burada annenin hakkına işaret edilmiştir. Çünkü, 1) Anne onu meşakkatle karnında taşımış, 2) Meşakkatle onu dünyaya getirmiş ve, 3) Hamilelik ve emzirme süresi otuz ay almıştır.

Bu ayet ile, Lokman Suresi'nin 14. ayeti ve Bakara Suresi'nin 233. ayetlerinden şöyle hukuki bir netice çıkmaktadır. Bir hadisede Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Osman bununla hüküm vermişlerdi. Hadise şuydu: Hz. Osman'ın hilafeti döneminde bir şahıs Cüheyna kabilesinden bir kadın ile evlenmişti. Evliliklerinden tam altı ay geçmişti ki sapa sağlam bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine o şahıs Hz. Osman'a gelerek olayı anlattı. Hz. Osman da kadının zina yapmış olduğu kanaatine vararak recm olunması hükmünü verdi. Hz. Ali'nin bundan haberi olunca hemen Hz. Osman'ın yanına giderek böyle bir hükme nasıl vardığını sordu. Hz. Osman da cevaben "Kadın 6 ay sonra sağlam bir çocuk doğurmuştur, bu açıkça onun zina yaptığının delilidir" deyince Hz. Ali "Hayır" karşılığını vermişti. Sonra Hz. Ali yukarıda adı geçen üç ayeti okudu. Bakara Suresi'nde Allah (c.c) buyuruyor ki "Babaları isterse anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler", Lokman Suresi'nde ise yine buyuruyor ki "... İki sene onu emzirdi..." Ve Ahkaf Suresi'nde (bu sure) buyuruyor ki "... Onun ana karnında taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürdü... "Ve şimdi eğer otuz aydan iki sene emzirme müddetini çıkarırsak geriye altı ay hamilelik zamanı kalır. Burdan anlaşılıyor ki hamilelik süresi en az altı aydır. Bundan sonra çocuk tam olarak oluşmaktadır. O halde bir kadın tam altı ay sonra bir çocuk dünyaya getirse ona zaniye hükmü verilemez." Hz. Osman bunu duyunca Hz. Ali'ye "Ben bunu hiç düşünmemiştim" diyerek kadını çağırtmış ve daha önce verdiği hükmü değiştirdiğini söylemiştir. Rivayette şu da zikredilmektedir:

Hz. Ali'nin bu istidlalini İbn Abbas da teyid etmiş ve ondan sonra Hz. Osman kendi görüşünden rücu etmişti. (İbn Cerir, Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, ve İbn Kesir)

Şimdi bu üç ayetten aşağıdaki hükümleri çıkarabiliriz:

1) Bir kadın evlendikten sonra altı aydan daha öce sağlam (düşük değil) bir çocuk dünyaya getirirse onun hakkında zaniye hükmü verilir ve çocuğun nesebi kocasına intisab ettirilemez.

2) Bir kadın evlendikten altı ay veya daha fazla bir süre sonra sağlam bir çocuk dünyaya getirirse, onun hakkında sadece bu doğuma dayanarak zaniye ithamı yapılamaz, kocasının da onu böyle itham etmeye ve çocuğun nesebini inkar etmeye hakkı yoktur. Çocuğu muhakkak kabul edecektir, kadın da cezalandırılamaz.

3) Emzirme hakkının müddeti de en fazla iki senedir. Bu süreden sonra eğer bir çocuk başka bir kadının sütünü emecek olsa, o kadın onun süt annesi olamaz, kararı verilir. O zaman emzirme hakkında Nisa Suresi 23. ayette beyan edilen hükümler geçerli olmayacaktır. Bu konuda ihtiyaten Ebu Hanife iki sene yerine iki buçuk sene ileri sürerek "Emzirme yakınlığı" gibi nazik bir konuda bir hata yapma ihtimaline karşı tedbir almıştır. Bkz. Lokman an: 23.

Burada şunu da söyleyelim ki; bugünkü tıbbi araştırmalar bir çocuğun anne karnına en az yirmisekiz hafta ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Bu süreden sonra artık tam bir insan olarak dünyaya gelebilir. Bu süre altı buçuk aydan biraz fazladır. İslam hukukuna göre takriben yarım ay daha takdir edilmektedir. Böylece bir kadına zina ithamında bulunmak ve bir çocuğu kendi nesebinden mahrum etmek gibi nazik bir mesele dolayısıyla bir hata olmasın diye bir yarım ay daha süre eklenmiştir. Öte yandan hiç bir doktor, hiç bir hakim ve bizzat hamile kalan kadının kendisi ve onu hamile bırakan erkek dahi kesinkes hamileliğin ne zaman başladığını bilemez. Bu yüzden hamileliğin en az süresinden biraz fazla süre tanımak uygundur.

20. Yani, bana öyle bir salih amel uygun gör ki, hem zahiri olarak senin kanununa göre olsun ve hem de gerçek olarak senin indinde makbul olsun. Bir amel dünyada ne kadar çok övgü görse de Allah'ın kanununa muvafık değilse, o zaman dünyadakiler onu ne kadar överlerse övsünler, Allah'ın katında hiçbir karşılığa müstahak olmayacaktır. Öte taraftan bir amel tam manasıyla şeriata uygun düşse ve zahiren hiçbir eksiği olmasa ama onun niyetinde eksiklik, riya, kibir, gösteriş veya dünya menfaati saklı olsa bu sefer de bu amel hüsn-ü kabul görmeyecektir.

16 İşte bunlar; yapmakta olduklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz;21 (bunlar) cennet halkı içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan dosdoğru bir vaaddir.

17 O kimse ki, anne ve babasına: "Öf size, benden önce nice kuşaklar gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?" dedi. O ikisi (anne ve babası) ise, Allah'a yakararak: "Yazıklar sana, iman et, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır." (derler; fakat) O: "Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir" der.

18 İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, (azab) sözü üzerlerine hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.22

19 Her biri için yapmakta olduklarından dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar.23

20 Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi' tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız."24

AÇIKLAMA

21. Dünyada onların yaptığı en iyi amellerine göre hüküm verilecek ve ahirette dereceleri ona göre tayin edilecektir. Onların hata ve zayıflıkları görmemezlikten gelinecektir. Tıpkı asil ve değer bilir bir efendinin kendi vefakar hizmetkârlarının küçük bir takım hatalarına göre değil de onların yapmış olduğu en büyük hizmetler, fedakârlıklar ve üstün vefalarına göre davranması gibi. O, bu hizmetkârlarının küçük hataları dolayısıyla diğer bütün amellerini yakmayacaktır.

22. Burada iki tip karakter vurgulanmaktadır. Ve adeta dinleyiciye bu iki karakterden hangisinin daha üstün olduğu sorularak buna kendisinin karar vermesi istenilmektedir. Bu dönemde toplum içerisinde bu iki tip karakter de fiilen mevcuttur. Dinleyenler için birinci tip karakterde olanlar kimdir, ikinci tipte olanlar kimdir? Ayırdedebilmek zor değildir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin "Eğer kitaba inanmak iyi bir şey olsaydı bu bir kaç genç ve köleden evvel bizim inanmamız gerekirdi" demelerine cevaptır. Bunlara verilen cevapta, sanki onlara inananların karakteri ile inanmayanların karakteri nasıl olurmuş diye herkesin kendini kontrol edeceği bir ayna tutulmaktadır.

23. Yani, salih insanların yaptığı iyilikler karşılıksız ve kötü insanların yaptığı kötülüklerde de cezasız kalmayacaktır. Eğer iyi bir insan ecirlerinden mahrum kalır veya hakkettiğinden daha azını alırsa bu bir zulüm olduğu gibi aynı şekilde kötü bir insan da hakettiği cezayı görmez ya da hakkettiğinden fazlasını bulursa bu da bir zulüm olacaktır.

24. Burada gösterdikleri kibirden dolayı orada zelil olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasulü'ne iman etmeleri halinde yoksul ve fakir mü'minlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. "Onların iman ettikleri İslam'a inanmamız halinde şerefimizi lekelemiş oluruz" diye gururlanıyorlardı. Allah (c.c) onları ahirette zelil ve rezil edecek ve gururlarını ayaklar altına alacaktır.

21 Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım" diye uyarıp-korkutmuştu.25

22 Dediler ki: "Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir."

23 Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır.26 Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik etmekte olan bir kavim olarak görüyorum.27

AÇIKLAMA

25. Çünkü Kureyş'in ileri gelenleri, bu servetleri ve reislikleri dolayısıyla çok gururlanıyorlardı. Bu yüzden onlara Ad Kavminin kıssası anlatılıyor. Arap Yarımadası'nda bu kavim, bu bölgede eski zamanlarda yaşamış en güçlü kavim olarak çok iyi bilinmekteydi.

Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük manası "kum tepeleri" demektir. Fakat ıstılahen Arabistan çölünün (Rubul-Hali) güney-batı kısmının ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır. Bkz. aşağıdaki harita:

İbn İshak'ın rivayetine göre, Ad Kavminin yurdu, Umman'dan Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ehkaf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine hakimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan halklar, bu bölgede bir zamanlar Ad Kavminin yaşadığını bilmektedirler.

Şimdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hud'un (a.s) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hud ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da burada bir kabrin inşa edilmiş olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahalli rivayetlere göre Ad kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harabeyi (ruins) bu güne kadar Ad kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bu günkü halini gören kimse, bir zamanlar buralarda şanlı ve pek güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu düşünemez. Muhtemeldir ki binlerce sene önce bu bölgeler verimli ve yeşillik idi. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bir çöl haline gelmiş olabilir. Bu gün ise ıssız bir çöl halindedir. İçerlerine girmeye kimse cesaret edememektedir. 1943 yılında Bavyeralı bir asker bunun güney kenarına kadar ulaşmıştı. Bu şahıs anlatıyor: "Hadramut'un kuzeydeki yüksek tepelerinden aşağıya bakınca bu çöl sanki bin feet kadar aşağıda gözüküyordu. Yer yer beyaz kısımları vardı ki eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve tamamen çürürdü. Arabistan bedevileri bu bölgeden çok korkarlar ve katiyyen oraya gitmeye cesaret edemezler. Bir kere hiçbir bedeviyi razı edemeyince yalnız başıma gittim. Buranın kumu adeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin uç kısmı ise çürümüştü." Daha fazla malumat için bkz. (Arabia and Isles Harold Ingrams, London, 1946, The Empty Quarter, Philby, London 1933. The Unveiling of Arabia, R.H. Kirnan, London, 1937.)

26. Yani, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceğini ancak Allah bilir. Çünkü, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceği ve size daha ne kadar bir sürenin tanındığının kararını O verecektir.

27. Yani, siz kendi ahmaklığınız yüzünden benim uyarılarımı bir alay olarak alıyor ve yine alay ederek azab istiyorsunuz. Allah'ın azabının ne kadar korkunç olduğunu bilemiyorsunuz. Bu tutumunuzdan dolayı o azap size çok yakındır.

HARİTA - I -

Ahkaf Çölünün yerini gösteren harita

24 Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, "Bu bize yağmur yağdıracak olan bir buluttur" dediler. Hayır,28 o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acıklı bir azab vardır.

25 Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız.29

26 Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık30 ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik.

Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı; Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı.31 Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp-kuşattı.

27 Andolsun, biz çevrenizde bulunan şehirlerden (birçoğunu) yıkıma uğrattık ve belki dönerler diye ayetleri çeşitli şekillerde açıkladık.

28 Bu durumda, Allah'ı bırakıp yakınlık (sağlamak) için edindikleri ilahlar,32 onlara yardım etselerdi ya. Hayır, onlar, kendilerinden kaybolup gittiler. Bu (edindikleri ilahlar ve onlara yükledikleri), onların yalanları ve uydurmakta olduklarıdır.

AÇIKLAMA

28. Bu cevabın kim tarafından verildiği açık değildir. Sözün gelişinden bazı fiili şartların böyle bir cevabı oluşturduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu bulutların tarlalarına su getireceğini sanıyorlardı. Aslında bu bir tufandı. Ve onları mahvetmek için geliyordu.

29. Ad kavminin hikayesinin detayı için bkz. El-Araf an: 56, Hud an: 54-65, El-Müminun an: 34-37, Eş-Şuara an: 88-94, El-Ankebut an: 65, Fussilet an: 20-21.

30. Yani, mal-mülk, güç ve iktidar bakımından hiçbir zaman mukayese yapamazsınız. Sizin iktidarınız sadece Mekke şehriyle sınırlıyken, onlar çok geniş bir ülkenin iktidarını ellerinde tutuyorlardı.

31. Bu kısa cümlede önemli bir gerçek açıklanmaktadır. İnsana, hakikati kavrayabilmek için doğru anlayış yeteneğini ancak Allah'ın ayetleri vermektedir. İşte bu yetenek insanda hasıl olduktan sonra insanın gözü gerçeği görür, kulakları doğru işitir, kalbi ve zihni doğru düşünüp doğru karar verir. Ama eğer o insan Allah'ın ayetlerini inkar ederse, o zaman gözleri olmasına rağmen doğruyu göremez, kulakları olmasına rağmen doğruyu ve nasihatları duyamaz, Allah'ın verdiği kalp ve zihin nimetine sahip olmasına rağmen onlarla yanlış düşünür ve yanlış sonuçlara varır, bu sayede onun bütün bu yetenekleri kendini mahvetmek için kullanılır.

32.En başta, Allah'ın Mukarreb kullarıdırlar, onların vesilesiyle Allah'a yaklaşırız düşüncesiyle bu zatlara iltifat etmişler ama daha sonra yavaş yavaş bu zatları ma'budlar edinerek, onları medet için çağırmaya ve onlara yalvarmaya başlamışlardır. Bunların tasarruf sahibi olduklarını ve feryadlarını dinleyerek onların sorunlarını giderebileceklerini zannediyorlardı. İşte bu sapıklıktan onları kurtarabilmek için Allah (c.c), peygamberleri vasıtasıyla kendi ayetlerini göndererek onları doğru yola getirmeye çalışmıştır. Ama onlar, "Bizim, Allah yerine bunların eteklerine yapışmamız lazım" diyerek bu sahte ilahlara ibadet etme hususunda ısrar ettiler. Şimdi, bu müşrik topluluklara bu gibi sapıklıkları yüzünden azap geldiği zaman o edindikleri tanrılar neredeydiler, niye onları kurtarmadılar, görün.

29 Hani cinlerden birkaçını, Kur'an dinlemek üzere 33sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: "Kulak verin;" sonra (dinleme işi) bitirilince de kendi kavimlerine (birer) uyarıcı-korkutucular olarak döndüler.

30 Dediler ki: "Ey Kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri de doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip-iletmektedir."34

31 "Ey Kavmimiz, Allah'a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun."35

32 "Kim Allah'a davet edene icabet etmezse,36 artık o, yeryüzünde (Allah'ı aciz bırakacak değildir ve onun O'ndan başka) velileri de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler."

33 Onlar görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan (Allah), ölüler de diriltmeye güç yetirir. Hayır; gerçekten O, her şeye güç yetirendir.

34 Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş?" Onlar: "Rabbimize and olsun, evet (öyledir)" derler. (Allah da:) "Öyleyse küfretmekte olduklarınızdan dolayı azabı tadın" dedi.

35 Artık sen sabret; peygamberlerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi, onlar için de acele etme.37 Onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı) gördükleri gün, sanki kendileri gündüzün yalnızca bir saati kadar yaşamışlar. (Bu,) Bir tebliğdir. Artık fasık olan bir kavimden başkası yıkıma uğratılır mı?

AÇIKLAMA

33. Bu ayetin tefsirinde, Hz. Abdullah bin Me'sud, Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Said bin Cübeyr, Zer bin Ubeyş, Mücahid, İkrime ve diğer büyüklerden rivayet olunur ki, hepsi bu ayette zikrolunan cinlerin ilk gelişinin Batn-ı Nahle'de vuku bulduğu hususunda müttefiktirler. İbn İshak, Ebu Nuaym El-İsfahani ve Vakîdî'nin beyanına göre bu hadise, Allah Rasulü Taif'ten üzgün olarak Mekke'ye dönerken yolda Nahle denilen yerde konakladığında, orada kıldığı yatsı veya sabah ya da teheccüd namazı sırasında olmuştur.

Cinlerden bir grup bu sırada oradan geçmekteydiler ve Allah Rasulü'nün Kur'an okuyuşunu duyduklarında dinlemek için durdular. Bütün rivayetler ittifakla cinlerin, orada Allah Rasulü'ne kendilerini belli ettirmediklerini ve Rasulüllah'ın da onları farketmediğini söylemektedirler. Fakat bilahare Allah Teala vahiy vasıtasıyla onların Kur'an dinlediklerinin haberini vermiştir. Bu hadisenin geçtiği yer, Ez-Zeyma veya Es-Sebil-ul-Kebir denilen yerlerden birisidir. Bu yerlerin ikisi de Vadi-n-Nahle'de bulunmaktadır. Su ve yeşillik vardır.

Taif'ten gelmekte olan bir kimse eğer yolda mola verirse ancak bu iki yerden birisinde konaklar. Bkz. Aşağıdaki harita:

HARİTA - II -

Nahle Vadisinde ez-Zeyme ve es-Seylu'l Kebir'i gösteren harita

34. Buradan da anlaşılıyor ki, bu cinler daha önce Hz. Musa'ya ve diğer semavi kitaplara inanıyorlardı. Kur'an'ı işittikten sonra bunun da daha önceki peygamberlerin tebliğ ettiği aynı kelam olduğunu anladılar. Bu yüzden bu kitaba ve onu getiren Rasulüllah'a hemen iman ettiler.

35. Muteber rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu hadiseden sonra cinler, peşpeşe heyetler halinde Allah Rasulü'nün huzuruna gelmeye ve onunla yüzyüze sohbet etmeye başladılar. Hadis kitaplarında bu konudaki rivayetleri topluca mütala edecek olursak hicretten önce Mekke'de Allah Rasulü'nün huzuruna en azından altı heyetin geldiği anlaşılır.

Bir heyet hakkında Abdullah İbn-i Mes'ud diyor ki: "Mekke'de bir gün Allah Rasulü bütün bir gece yok oldu. Biz de acaba ona birisi mi saldırdı diye merak ediyorduk. Sabah olunca Hira dağındaki mağaradan geldiğini gördük. Sorduğumuzda "Bir cin çağırmıştı, onunla giderek bir cin taifesine Kur'an okudum" dedi (Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizi ve Ebu Davud.)

Yine Abdullah İbn Mes'ud'dan başka bir rivayette "Allah Rasulü bir gün Mekke'de ashab-ı kirama "Bu gece cinlerle konuşma yapacağım, içinizden bana refakat edecek var mı?" diye sordu. Ben de hemen "Evet, ben varım" dedim. Mekke'nin kuzeyinde bir yere vardık. Allah Rasulü bir çizgi çizerek bana bu çizgiden daha ileriye geçmememi söyledi. Sonra kendisi daha ileri giderek orada Kur'an okumaya başladı. Gördüm ki pek çok kişi Allah Rasulü'nün etrafında toplanmış ve benimle Allah Rasulü'nün arasını doldurmuşlar." (İbn Cerir, Beyhaki, Delail-ün-Nübüvve; Ebu Nuaym el-Isfahani)

Daha sonra başka bir gece yine Abdullah İbn-i Mesud, Allah Rasulü Mekke'de Hecun denilen yerde cinlerin bir meselesini hallediyorken onun yanındaydı. Yıllar sonra İbn-i Mesud (r.a) Kufe'de toprağı işleyen bazı insanlar gördüğünde "Hecun mevkiinde gördüğüm cinler işte bunlara benziyordu." demişti. (İbn Cerir.)

36. Bu cümle, cinlerin sözlerinin bir kısmı olabilir. Ya da bu söz cinlerin sözlerine eklenmiş Allah'ın sözüdür. Siyak ve sibaktan ikinci görüşün daha tercihe şayan olduğu anlaşılmaktadır.

37. Yani, nasıl senden önceki peygamberler kavimlerinin eziyet, muhalefet ve kötü davranışlarına karşı senelerce yılmadan mücadele vermişlerse, sen de öyle çalışmaya devam et. Bunların hemen iman edeceğini, eğer iman etmezlerse Allah'ın onlara hemen azab indireceğini hiç düşünme.

AHKAF SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ha, Mim.

2- Bu Kitab'ın indirilişi aziz, hakim olan Allah katındandır.

3- Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, ancak gerçek üzere ve belirli bir süre için yarattık; inkar edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.

Surenin girişindeki ilk vurgu; onların kullandığı arap harfleri ile o harflerin cinsinden insan sözü arasında benzeri görülmemiş biçimde oluşan Kur'an arasındaki ilişki, bu görünüşün O'nun aziz, hakim olan Allah tarafından indirildiğine tanıklık ettiği ve yanısıra da, Allah'ın kendi katından indirilen kitab eliyle yapılan gözlemler ile gözlerin görüp kalplerin okuduğu varlık kitabı arasındaki ilişkiye parmak basıyor.

Her iki kitap da, haktır ve düzenlenip oluşturulmanın sonucudurlar. İşte okunan kitabın "Aziz, hakim olan Allah katından" indirilmesi kudret ve hikmetin göstergesi olup; göklerin, yerin ve aralarındaki varlıkların yaratılışları ise; hak ve duyarla takdir ile bürünmüş durumdadır: "Gökleri, yeri ve aralarındaki ancak hak" ve Allah'ın yaratmadaki hikmetinin gerçekleşeceği ve yarattığına biçtiği ömrün tamamlanacağı " Belirlenmiş bir süre ile yarattık...

Her iki kitap da açık olup, kulağa ve gözlere sunulmuş durumdadırlar. Allah'ın kudretini söylüyor, hikmetine tanıklık ediyor, düzenlemesi ve yazgısı çerçevesinde varlıklarını sürdürüyorlar. Ayrıca evren kitabı okunan kitabın kendisi ve içerdiği uyarılarla müjdelemelerin doğruluğuna delalet ediyor. Buna karşın "Kafirler uyarıldıklarından yüz çeviriyorlar". İşte okunan ve gözlemlenen kitaplara işaretle dikkat çekilmek istenen bu yadırganacak tutumdur!

İndirilen, okunan kitap, Allah'ın bir ve her şeyin yaratıcısı, düzenleyicisi, yazgısını belirleyen olması dolayısıyla her şeyin Rabbi olduğunu belirtirken; canlı varlık kitabı da bu gerçeğin aynısını söylemektedir. İşte düzeni, varlığını sürdürmesi ve uyumluluğu hep birlikte; bilgiye dayanarak yapan ve icad eden, düzenleyen, yazgı belirleyen sanatkarın birliğine tanıklık etmekteler. Yapılan ve icad edilenlerin tümündeki imza da aynı imzadır. Öyle ise nasıl oluyor da insanlar O'nun dışında ilahlar ediniyorlar? O ilahlar ne yaratmış, ne icad etmiş? İşte bu varlık, gözler ve kalplerde açık olarak varlığını sürdürmektedir.

4- Ey Muhammed! De ki: "Allah'ı bırakıp taptığınız şeyleri gördünüz mü? Bana gösterin, onlar yerden neyi yarattılar? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortay mı var? Eğer doğru iseniz bundan önce inmiş olan bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısını getirin."

Bu Allah'ın Rasulüne toplumun karşısına, göz önündeki evren kitabının tanıklığını dayanak göstererek çıkması konusundaki telkinidir. O kitap ki; düşmanlık ve salt karşı olmaya dayanır durumun dışında, tartışma ve yanıltmaya şans tanımaz, insan fıtratına, aralarındaki bastırılması veya yanıltılması zor, özgün gizli bir bağlantı aracılığı ile seslenir.

"Bana gösterin onlar yerden neyi yarattılar?"

İnsan; taş, ağaç, cin, melek veya bu türden başka tapınılanların dünya ve dünya üzerindeki varlıklardan bir şey yarattıklarını asla ileri süremez. Çünkü fıtratın mantığı, realitenin mantığı olup; bu türden herhangi bir iddianın hemen karşısına dikilmektedir.

"Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortağı mı var?"

Yine insan, o ilahların göklerin yaratılışı ve sahipliğinde de bir ortaklığı olduğunu ileri süremez. Zira göklere bir tek bakış, yaratıcısının eşsizliğini hissettirir, birliğini sezinletir ve onu sapıklıkları, temelsiz yanılgılarından arındırır. Çünkü bu Kur'an'ı indiren Allah, varlığa bakışın insan kalbine etkisini çok iyi bilir. O burda onları; düşünmeleri, kanıt edinmeleri ve kalbe doğrudan etkilerine eğilmeleri için yöneltiyor varlık kitabına.

Sonra kimi ruhlarda görülen, onları dayanaksız şu veya bu iddiada bulunmaya götüren sapıkların önüne set çekiyor.

Onlara yolu kapatarak iddialarına kanıt getirmelerini isterken, aynı zamanda onlara doğru akıl yürütmenin metodunu da öğretiyor. Görüş, yargı ve değerlendirmede uyulması gereken sağlıklı yöntemi izlemeğe zorluyor onları:

"Eğer doğru iseniz, bundan önce inmiş olan bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin: '

Ya Allah katından gönderilmiş tahrife uğramamış kitap, ya da önceki kuşaklardan aktarılarak gelen ve doğruluğu kesin olarak bilinen bilgi kalıntısı. İddialara temel oluşturabilecek şeyler sadece bunlar. Kur'an'dan önce indirilen kitapların durumu ise ortada; hepsi de, yazgı koyan, düzen veren, örneksiz vareden yaratıcının birliğine tanıklık etmekteler. İçlerinde, çok sayıda ilah olduğu hurafesini onaylayan ya da göklerin yaratılmasında bir ortaklıkları olduğunu veya yerdekilerin bir kısmını onların yarattığını söyleyen bir kitap yok! Ortada bu tutarsız iddiaları doğrulayan kesin bir bilgi de yok.

Kur'an; kelimeleri az, ufku geniş, vurgusu güçlü ve keskin kanıtlı bir tek ayette; onları, varlığın söz götürmez tanıklığı ile karşı karşıya getirip dayanaksız iddia yolunu kapatarak onlara doğru araştırma yöntemini öğretiyor.

Sonra Allah'tan başka şeyleri ilah edinmelerindeki sapıklıklarını kınayarak onları; dünyada kendilerine karşılık veremiyen, çağrılarını duymayan ve ahirette de düşman kesilip onlara kulluk ettiklerini reddedecek olan bu ilahların gerçeği-ne objektif bir göz atmaya çağırıyor:

5- Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların yalvardıklarından habersizdirler.

6- İnsanlar kıyamet günü toplatılınca, putları onlara düşman olurlar ve tapınmalarını inkar ederler.

Peygamberimizin geldiği toplumun mensuplarının kimileri; ya doğrudan ya da meleklerin sembolleri oldukları varsayımı ile putları, kimileri ağaçları, kimileri de doğrudan melekleri veya şeytanı ilah ediniyordu. Onların hepsi de, çağırana ya hiç veya yararlı bir karşılık vermeyen şeylerdir. Ağaçlar taşlar hiç karşılık vermezler, melekler de müşriklere karşılık vermez. Şeytanlar ise; vesvese verir sapıklığı önerirler. Sonra; kıyamet günü insanlar Rabb'inin huzurunda toplandıklarında, bu ilahlar tapanlarından uzaklaşacaklar. Şeytan dahil. Nitekim başka bir surede bu gerçek şöyle açıklanıyor:

"Herkese ilişkin hüküm verilip iş işten geçtikten sonra şeytan, cehennemliklere der ki. Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim. Benim size yönelik, somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım siz de çağrıma uyuverdiniz'.. O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayınız, şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak Koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz zalimler, acıklı bir azap çekeceklerdir." (İbrahim suresi, 22)

Allah'tan başka şeylerin ilah olduğu iddiasını reddeden evrensel gerçeğin ardından onları, iddialarının gerçeği ile dünyada ve ahirette vereceği sonuçla işte böyle yüzyüze getiriyor. Her iki durumda da değişmez gerçek kendini gösteri-yor: Varlık kitabının dile getirdiği, müşriklerin kendi çıkarlarının gerektirdiği ve dünya ile ahirette ulaşacakları sonucun değerlendirilmesinin ortaya koyduğu Allah'ın birliği gerçeği.

Kur'an'ın, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap vermeyecek ilahlara yal-varanların sapıklığını kınaması, Kur'an'ın indiği dönemdeki toplumların tanıdığı tarihsel ilahlara yönelik ise de, nassın delaleti ve boyutları bu tarihsel olgudan daha kapsamlı, daha geniştir. Kendisine yalvarana cevap vermeyen, cevap verme yeteneğinden yoksunken, hangi yer ve zamanda olursa olsun Allah'ın dışında birine yalvarandan daha sapık kimdir? Herkes -kim olursa olsun- kendisine yal-varana cevap veremez. Allah'ın dışında dilediğini yapan yoktur. Kuşku yoktur ki şirk eski müşriklerin bildiği basit türleri ile sınırlı değildir. Sulta, makam ve mal sahiplerini Allah'a ortak koşan nice müşrikler var ki, umutlarını onlara bağlamış yalvarmaktalar. Oysa onların hepsi de, yalvaranlarına, gerçek bir karşılık verme gücünden yoksundurlar. Dahası onlar kendilerine yarar veya zarar verme gücüne sahip değiller. Dolayısıyla onların o üstün gördükleri kişilere yalvarmaları şirktir. Onlardan hayır ummaları şirktir. Onlardan korkmaları şirktir. Fakat bu, çoklarının bilincinde olmadan işledikleri gizli şirktir.

MÜŞRİKLERİN İFTİRASI

Müşriklerin durumları ve şirk inancının tutarsızlığının dile getirilmesinin ardından surenin akışı onların Allah'ın Resulü ve onlara getirdiği gerçek konusundaki tutumlarını gündeme alarak, Allah'ın birliği meselesini çözüme kavuşturduğu biçimde vahiy meselesini de çözüme kavuşturuyor:

7- Ayetlerimiz onlara açıkca okunduğu zaman inkar edenler kendilerine gelen gerçek için: "Bu apaçık bir büyüdür" derler.

8- veya "Onu Muhammed uydurdu"derler. De ki: "Eğer ben onu uydurduysam, beni Allah'a karşı hiçbir şekilde savunamazsınız O Kur'an için yaptıklarınız taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. O, bağışlayandır, merhamet edendir."

9- Ey Muhammed! De ki: "Ben Peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."

10- De ki: "Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an Allah katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız; İsrailoğullarından bir şahid de bunun benzerini Tevrat'ta görüp inandığı halde siz inanmaya tenezzül etmemişseniz durumunuz nice olur? Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."

11- İnkar edenler inananlar için: "Eğer İslam iyi bir şey olsaydı, onlar ona uymada bizi geçemezlerdi" derler. Onlar doğru yola girmedikleri için de "Bu, eski bir uydurmadır" derler.

12- Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı Tevrat, bir rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an, zulmedenleri uyarmak ve güzel davrananlara müjde olmak ütere arap diliyle indirilmiş, kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitab'dır.

Vahiy meselesine, onların vahye ilişkin dillerinde sakız ettikleri sözlerinin değersizliği ve ona karşı tutumlarının çirkinliğini belirterek başlıyor. Vahiyle gelenler, karışıklık, kapalılık ve kuşku içermeyen "apaçık" ayetler, vahiy olayı da yine kuşku içermez `hak' iken onlar, bu ayetlere: "Bu apaçık bir büyüdür" diyorlar. Oysa hakla büyü birbirine ne kadar uzaktırlar. Bu iki unsur asla bir yerde kesişmezler ve benzerlik içermezler.

Onların ne bir şüpheye ne de bir kanıtın delaletine dayanmayan tekerlemeleri ve çirkin iddialarına başlangıçtan itibaren hücum işte böyle başlıyor. Ardından geveleyip durdukları "Onu uydurdu" tekerlemelerine geçiyor...

Görüldüğü gibi Kur'an onu, söylenmesi imkansız veya uzak bir ihtimal imajı vererek haber kipinde değil de soru kipinde veriyor:

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar?"

Demek büyüklenme onları, bu akla hayale sığmaz tekerlemeyi söylemeye götürüyor ha!

Peygamberimize onlara Rabbi, görevi ve tüm bu varlıktaki güç ve değerlerin gerçeğine ilişkin bilincinden kaynaklanan peygamberlik edebine yaraşır biçimde cevap vermesini telkin ediyor:

"De ki: `Eğer ben onu uydurduysam, beni Allah'a karşı hiçbir şekilde savunamazsınız; O Kur'an için yaptığınız taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. O, bağışlayandır, merhamet edendir."

Onlara de ki: Onu nasıl, kimin hesabına ne amaçla uydurmuş olabilirim? Bana inanasınız ve bana bağlanasınız diye mi uyduracağım onu? Fakat, eğer ben onu uydurursam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz ve O beni onu uydurmama karşılık yakalayıverir. O beni, iftirama karşılık cezalandırdığı durumda; beni korumak ve bana yardım etmekten aciz olduğunuza göre, benimle birlikte olup bana uymanız, bana ne yarar sağlar?!

Bu; ne yapacağını Rabb'inden öğrenen, varlıkta O'ndan başkasını görmeyen, O'ndan başka güç tanımayan bir peygambere yakışır cevap olmasının yanında mantıklıdır da. Üzerinde düşünenler onu kavrayabileceklerdir. Eğer bu konuda akıllarını hakem edinseler onlara bu cevabı verecektir. Sonra onları yaptıkları ile birlikte Allah'a havale ediyor: "O, Kur'an için yaptığınız taşkınlıkları daha iyi bilir." Allah onlara yaptıklarına göre karşılık verecektir. "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter." Tânıklık eder, yargılar. O'nun tanıklığı ve yargılaması konumu gereği tek başına yeterlidir. "O, bağışlayandır, merhamet edendir." O'nun size acıması rahmetiyle doğru yolu göstermesi, iman ve hidayetten önceki günahlarınızı bağışlaması umulur.

Uyarı, korkutma ve özendirme içeren bir cevap. Kalbin duyarlığına, tüm kaçamak yollarını tutarak dokunduğundan dinleyenler, meselenin; müşriklerin ciddiyetsiz tekerlemeleri ve gülünç iddialarından beri olduğunu ve davetçinin iç dünyasında hissettiklerinden daha büyük ve derin olduğunu anlıyorlar.

Onlarla meselenin -vahiy meselesinin- irdelenmesini gözlemlenen olayları başka bir açıdan sürdürüyor. Vahiy ve peygamberliğin neyini yadırgıyorlar da büyü veya uydurma ithamında bulunuyorlar aceleyle? Oysa durum ne yabancılık ne de acayiplik içermemektedir:

"De ki: `Ben peygamberlerin ilki değilim. Benim ve sizin başına gelecekleri bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum; sadece apaçık bir uyarıcıyım."

Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ilk peygamber değildir. O'ndan önce peygamberler geçmiş olup durumu onların durumu gibidir. Dolayısıyla peygamberlerin ilki değildir. O, Allah'ın peygamberliğe layık gördüğünü bilip kendisine vahiy indirdiği bir insan olarak kendisine emredileni insanlara duyurmaktadır. İşte peygamberliğin özü ve yapısı budur. Peygamber kalbi, bağlantı kurduktan sonra Rabb'ine kanıt sormaz, kendisi için ayrıcalık istemez. Sadece yolunda yürür, kendisine gelen vahiy doğrultusunda Rabb'inin mesajını insanlara iletir: "Benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem. Ben sadece bana vahyedilenlere uyuyorum." O peygamberlik yolunda; gaybi bildiği veya yaşadığı toplumu müjdelediği Allah'ın mesajının durumunun iç yüzünü bildiği için yürüyor değil, Rabb'ine güven, iradesine teslimiyet ve direktifine boyun eğerek, işaret ve direktife göre hareket etmekte ve adımlarını Allah'ın sevkettiği yere koymakta-dır. Önündeki gayb bilinmez olup sırrı Rabb'inin katındadır. O, örtünün arkasındaki sırrı öğrenmeğe çalışmamaktadır. Çünkü içi rahattır. Yine Rabb'ine olan edebi de kendisine açılmayan şeyi öğrenmeye çalışmasını meneder. Kısaca O, kendi ve görevinin sınırları içinde durur: "Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım"

Bu aynı zamanda, Resulullah'ı örnek alarak Allah'a çağrı yoluna koyulanların da tutumu olup mü'minlerin iç rahatlığını ifade eder. Onların bu tutumları, davetin ne sonuç vereceğini veya geleceği bildikleri yahut davetten az ya da çok bir şeye sahip olduklarından kaynaklanıyor değil. Sadece görevlisi olduğu için çalışıyorlar o kadar. Onlar Rabb'lerinden kanıt isteğinde de bulunmazlar kanıtları kalplerindedir. Kendileri için ayrıcalık da istemezler, ayrıcalıkları Allah'ın kendilerini seçmiş olmasıdır sadece. Allah'ın yol boyunca adımlarını atacakları yerleri belirleyerek çizdiği duyarlı çizginin dışına taşmazlar. Sonra onları hemen yakınlarındaki bir tanıkla yüzyüze getiriyor; onun tanıklığının önemi var. Çünkü o vahyin yapısını bilen ehl-i kitaptandır:

"De ki: `Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an Allah katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız; İsrailoğullarından bir şahid de bunun benzerini Tevrat'ta görüp inandığı halde siz inanmaya tenezzül etmemişseniz, durumunuz nice olur? Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."

Ayette dile getirilen, özel bir olayın doğrudan ifadesi olabileceği gibi; İsrailoğullarından bir veya daha çok kişinin, Tevrat'ın yapısına ilişkin bilgisi sayesinde, Kur'an'ın yapısının Allah katından indirilen kitapların yapısıyla aynı olduğunu anlayarak iman etmelerinin ifadesi de olabilir. Ayetin Abdullah b. Selâm hakkında indiğine ilişkin rivayetler gelmiştir. Fakat bu sure Mekke'de inmiş, Abdullah b. Selâm ise Medine döneminde müslüman olmuştur. Sadece bu ayetin Medine'de ve Abdullah b. Selâm'a ilişkin olarak indiğini teyid etmek için bu ayetin Medine'de indiğini söyleyen rivayetler olduğu gibi, bu ayetin de Mekke'de indiği ve Abdullah'a ilişkin olarak inmediğini söyleyen rivayetler de vardır.

Mekke'deki başka bir olaya ilişkin de olabilir. Az sayıda olmakla birlikte Mekke döneminde de ehl-i kitaptan bazıları müslüman olmuştur. Ümmi müşriklerin yaşadığı bir ortamda ehl-i kitaptan bazılarının iman etmeleri müşriklerin yanında kıymet ifade ediyordu. Kur'an birkaç yerde bu durumu ön plana çıkararak; bir bilgi, yol gösteren veya aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın peygamberi ve getirdiğini yalanlayan müşriklerin karşısına çıkmaktadır.

Tartışmada "De ki: `Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an Allah katındansa..." türü bir yöntemin uygulanması, Mekke toplumunun psikolojisine egemen olan inat ve yanlışta ısrarın sarsılması, içlerine korku salınması ve yalanlama yönünde ilerlemelerine engel olunmasına yöneliktir. Onların durumu, şöyle bir değerlendirmeye götürülmeye çalışılıyor: Madem bu Kur'an'ın Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- söylediği gibi gerçekten Allah katından olma ihtimali olup; doğru çıktığında ise onlar için sonuç korkunç olacaktır. Öyle ise onlar için en akla yatkın tutum; tüm uyarıların başlarına gelme olasılığını içeren bu varsayıma karşı ihtiyatlı olmaktır. Bu durumda da ihtiyatlılığın gereği, korkunç sonuçla yüzyüze gelmeden önce, yalanlamada acele etmeyip çekingenlik ve tedbirlilik içinde durumu değerlendirmeleri olacaktır. Özellikle de, bu ihtimale; ehl-i kitaptan bir veya daha çok kişinin Kur'an'ın yapısının kendinden önceki kitapların yapısında olduğuna tanıklık etmesi ve imandan zevk alma eklendiği durumda. Buna karşın bakıyoruz ki, Kur'an'ın kendilerinden biri aracılığı ve dilleriyle geldiği toplum büyükleniyor; gerçekleri görmezlikten geliyor. Bu tutum; Allah tarafından cezalandırılmayı ve yapılanların boşa çıkarılmasını hakeden, açık bir zulüm ve hoyrat bir şaşkınlık olan gerçeğin çiğnenmesidir: "Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."

Kur'an insan kalbinin; kuşkuları, sapıklıkları ve hastalıklarına karşılık vermek için çeşitli yollar ve üsluplarla kaçamak yolları kapatarak her türlü yöntemle tedaviye alıyor. Davet ve bu dine çağıranların azığı Kur'an'ın bu çeşitli yöntemlerindedir. Kur'an Allah katından olmasına karşın, değindiğimiz amaca yönelik olarak konuyu doğrudan verme yöntemini değil de kuşkuya düşürme yöntemini kullanmaktadır. Kimi durumlarda ikna yöntemlerinden biridir bu.

Sonra, müşriklerin Kur'an ve bu dine ilişkin temelsiz tekerlemelerinin sunuşu konusunda ilerleyerek, onların bu dini yalanlayıp yüz çevirmelerine dayanak olarak ileri sürdükleri özürlerini ele alıyor, mü'minleri küçümseyen kendilerini beğenmişlerin özürleri:

"İnkar edenler inananlar için `Eğer islam iyi bir şey olsaydı, ona uymada bizi geçemezlerdi' derler. Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir uydurmadır' derler."

Başlangıçta islamın çağrısına yoksul ve kölelerden oluşan bir grup icabet ederek öncü konumunu aldı. Bu durum, kibirlilerin önde gelenlerinin gözünde islamın kusurluluğundan kaynaklanıyordu. Duruma kendilerince şöyle açıklık getiriyorlardı: Eğer bu din hayırlı olsaydı, bunlar onu bizden iyi anlayamaz ve ona uymada bizden erken davranamazlardı. Toplum içindeki konumumuz, kavrayışımızın güçlülüğü ve değerlendirme yeteneğimizin üstünlüğü gereği hayrı biz onlardan daha iyi anlarız!..

Oysa işin asli öyle değil. Onları islamın çağrısına uymaktan alıkoyan, ondan kuşkulanmaları veya dayandığı gerçeklerin içerdiği hayrı anlamamaları değil; Hz. Muhammed'e boyun eğerek sosyal konum ve ekonomik çıkarlarını yitir-meyi kendilerine yedirememeleri ve babaları, ataları ve üzerinde bulundukları inanç sistemi sayesinde şerefli oldukları boş kuruntusuydu. İslam a koşarak gelip öncü konumunu alanların psikolojik yapısında ise; toplumun ileri gelenlerini islama gelmekten alıkoyan bu engellerin hiç biri bulunmuyordu.

Temel neden kuşkusuz psikolojik eğilimler. Onların etkisinde kalıp büyüklük kuruntusuna kapılan insanlara; Hakka boyun eğme, fıtratın sesine kulak verme ve kanıta teslim olma ağır geliyor. Onlara hak ve ehline karşı, inatçı tutum takınma, mazeret uydurma, tutarsız iddialar ileri sürme ve onlardan yüz çevirmeyi dikte ettiren o psikolojik eğilimlerdir. Onlar bu dikte ettirilenleri benimsedikten sonra, hiç bir biçimde kendilerinin batıl yolda olabileceklerini kabul etmiyor, kendilerini hayatın ekseni kılıp onun çevresinde dönüyor ve hayatın da onun çevresinde dönmesini istiyorlar:

"Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir uydurmadır' derler."

Başka türlü düşünmek mümkün mü?(!) Onlar onunla doğru yolu bulamadıkları ve ona baş eğemediklerine göre, mutlaka Hakk'ın bir kusuru olmalı. Çünkü onların hata etmeleri düşünülecek şey değildir. Onlar kendi nazarları veya topluma lanse etmek istedikleri durumları açısından; kutsal, masum ve hatasızdırlar(!)..

Vahiy ve peygamberlik meselesine ilişkin olan bu geziyi, İsrailoğullarından bir tanığın tanıklığında da yaptığı gibi Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kitabına işaretle bitiriyor:

"Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı, Tevrat, bir rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an zulmedenleri uyarmak ve güzel davrananlara müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş, kendisinden öncekileri doğrulayan bir Kitab'dır."

Kur'an, kendisi ile kendisinden önceki kitaplarla özellikle de Musa'nın kitabi arasındaki bağlantıya işareti tekrarlayıp durur. Bilindiği gibi İsa'nın kitabı İncil, Tevrat'ın tamamlayıcısı ve uzantısıdır. Şeriat ve akidenin kaynağı Tevrat'tır. Burda da Musa'nın kitabına `imam' adını vermekte ve O'nu rahmetle nitelemektedir. Esasen gökten inen mesajların tümü; rahmetin tüm anlamlarını kapsamak üzere hem bu hayatta hem de öbür hayatta dünya ve dünyada bulunanlara rahmettirler. "Bu da kendinden öncekileri doğrulayan Arap dilinde bir kitaptır..." Tüm dinlerin dayandığı ilk temeli, yöneldikleri ilahi yolu ve Rabb'ine ulaşmak için insanlığın yöneldiği yüce yönelişi doğrulayan bir saygın kitap.

Gelen vahyin Arapça olmasının belirtilmesi, Araplara; bu risalet için kendilerinin, bu eşsiz Kur'an için dillerinin seçilmiş olmasının ortaya koyduğu, Allah'ın onlara bağışladığı nimeti, gözetip kollaması ve önem vermesini hatırlatmak içindir.

Ardından peygamberliğin yapısı ve görevinin açıklanmasına geçiyor:

"Zulmedenleri uyarmak, güzel davrananlara müjde olmak üzere"

Bu ilk turun sonunda onlara, güzel davrananların görecekleri karşılığı tasvir ediyor, Kur'an'ın onlara; yalnız Allah'ın Rabb'lığının itirafı, bu inanç ve gerektirdikleri doğrultusunda hareket etme şartı ile getirdiği müjdenin içeriğini açıklıyor

13- Doğrusu, "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.

14- İşte onlar cennetliklerdir; yaptıklarına karşılık olarak, içinde temelli kalacaklardır.

"Rabbimiz Allah'tır" sözü, dille söylenip geçilecek bir kelime değil; dahası, insanın iç dünyasında kalan salt bir inanç da değil. O eksiksiz bir hayat düsturu olup, hayattaki tüm girişim ve yönelimleri, hareket ve heyecanları kapsar. Düşünce, bilinç, insanlar, nesneler, eylemler, olaylar ve bu varlığın tüm öğeleri arasındaki bağlantı ve ilişkilere bir ölçü koyar.

"Rabbimiz Allah'tır": Kulluk O'na, yönelim O'nadır, yalnız O'ndan korkulur ve yalnız O'na dayanılır.

"Rabbimiz Allah'tır": O'nun dışında ne bir kimseye ne de herhangi bir şeye hiçbir şekilde hesap verilmez. O'nun dışında kimseden korkulmaz, bir yararlılık da umulmaz.

"Rabbimiz Allah'tır": Her girişim, her düşünce, her değerlendirme O'na yönelik olup, rızası gözetilir.

"Rabbimiz Allah'tır": O'ndan başkasının hakimliğine başvurulmaz. O'nun şeriatından başkasına egemenlik tanınmaz. O'nun yol göstermesinden başka şeyle doğru yol bulunmaz.

"Rabbimiz Allah'tır": Varlığın içerdiği canlı cansız bütün varlıklar bizimle bağlantılıdır. Allah'la olan bağlantımız üzerinde onlarla kesişiriz.

İşte bu açılardan "Rabbimiz Allah'tır", dilin telaffuz ettiği bir kelime veya hayatın gerçeklerinden uzak edilgen bir inanç sistemi değil, eksiksiz bir hayat programıdır.

"Sonra dosdoğru gidenler." Bu da diğer önemli bir mesele. Rabbimiz Allah'tır düsturunun benimsenmesini izleyen tutumun düstura uyarlanması ve gereklerini yerine getirilmesi konusunda direnilmesi aşaması kısaca şöyle özetlenebilir: Psikolojinin dengeye oturması; kalbin dinginliğe ermesi; duygu ve heyecanların kararlılık kazanarak çok çeşitli ve etkin olan iç dürtülerle dış dünyadaki cazibeli şeylerin etkisiyle sallantı, sarsıntı ve kuşkuya düşmemeleri. Yolun kayganlıklar, dikenler ve engeller içermesi ve şurdan burdan sapıklığa çağıran özellikte olmasına karşın amel ve davranışların seçilmiş düstur çerçevesinde yürütülmesi.

Dolayısıyla "Rabbimiz Allah'tır" bir düstur, öğrenilip seçildikten sonra ona göre hareket etme ikinci aşamadır. Allah'ın kendilerine doğru olma ve bilgi nasib ettikleri, seçilmiş kişilerdir. Ayetin "Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" ifadesiyle değindiği kimseler onlardır. Sistem hedefe götürür ve ona göre hareket etme de hedefe ulaşmanın güvencesi iken, korku üzüntü niçin olsun?

İşte "Onlar cennetliklerdir, yaptıklarına karşılık olarak içinde temelli kalacaklardır."

"Yaptıkları" kelimesi; "Rabbimiz Allah'tır" düsturu ile hayatta ona göre hareket etmenin anlamına açıklık getiriyor. O, ortada karşılığı cennette temelli kalış olan bir amelin varlığına işaret ediyor ki o da; "Rabbimiz Allah'tır" düsturu çizgisinde gevşemeksizin çalışmanın vücuda getirdiği ameldir.

Bu noktada, bu dindeki inanca ilişkin kelimelerin, dille söylenen soyut lafızlar olmadığı bilincine eriyoruz. İşte `Lâ ilâhe illallah'la yapılan şahitlik, bir söz olmayıp bir düsturdur. Eğer salt bir söz olarak kalmış olsa, islamın müslüman olmak için istenilen sayılı esasları arasında yer almazdı.

Yine bu noktada; günümüzde milyonların söyleyip de dudaklarından öteye geçmeyen, hayatlarında herhangi bir etkisi görülmeyen tanıklığın gerçek değerini de kavrıyoruz. Onlar putçuluk benzeri cahili bir hayat düsturu çerçevesinde yaşıyorlar, fakat bir de bakıyorsunuz ki bu tür sözleri döktürüyor boş dudakları!

Kuşku yok ki; `Lâ ilâhe illallah' veya `Rabbimiz Allah'tır' bir hayat düsturudurlar. Vicdan ve ruhların, bu tür sözlerin işaret ettiği eksiksiz hayat programının arayışına girmeleri için onlarda önce bunların yer etmesi gerekir.

Bu bölüm, düzelmesi, sapması; düzeldiği ve saptığı durumlarda karşılaştığı sonuçlar konusunda fıtratı izliyor. Çocuklara ana babaya iyi davranmaları tavsiyesi ile başlıyor. Bu konuya ilişkin tavsiyeler Kur'an'da genellikle ya Allah inancına ilişkin sözleri izliyor veya onunla birlikte yer alıyor. Nedeni, güç ve önem açısından babalık oğulluk bağının, iman bağından sonra en öncelikli ve gözetilip üstün tutulmaya en layık bağ olması. Bu birliktelik iki işareti içerir: Biri yukarıda söylediğimiz. Diğeri: İman bağı ilk ve öncelikli bağ olup, en güçlü durumu gözönüne alındığında da kan bağının onun ardından geldiği.

Bu bölümde insan tutumuna iki örnek yer alıyor: Birinci örnekte, iman bağı ile ana baba bağı; hidayete erdiren ve Allah'a ulaştıran doğru yolda kesişirler. İkincisinde soy bağı karşılaşmamak üzere iman bağından ayrılır. Birinci örnekte görülenin varacağı yer cennet, nasibi müjdelenmektir. İkincidekinin varacağı yer ateş, azabı haketmektir. İkinci örnektekinin varacağı yer ve azabı haketmesine bağlı olarak; kıyamet sahnelerinden bir sahnede, yoldan çıkma ve büyüklenmenin cezalandırılmasını canlandıran azabın görünümünü de veriyor.

15- Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihayet insan güçlü çağına erip kırk yaşına varınca: "Ya Rabbi, dedi, beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeye razı olacağın yararlı işler yapmaya sevk eyle. Benim içinde zürriyetim içinde iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm ve elbette ki ben müslümanlar-danım."

O, insan olmanın ötesinde başka herhangi bir nitelik aranmaksızın, insan cinsinin tümüne yönelik, insanlık temeli üzerine oturan bir tavsiye. O hiçbir kayd ve şarta bağlamadan iyilik etmeyi öngören bir tavsiyedir. Başka bir niteliğe gerek olmaksızın salt annelik niteliği, kendisi bu iyiliği gerektirir. Bu o insanın yaratıcısından gelen tavsiye olup belki de sadece bu türe özgüdür. Nitekim; kuşlar veya hayvanlar ya da böcekler, haşereler dünyasında küçüklerin, büyüklerini koruyup gözetmekle yükümlü olduğu bilinmiyor. Gözlemlenen hayvanların, kimi türlerde bu yaratıkların fıtratının büyüklere küçükleri gözetip korumayı yüklemesinden ibarettir. Dolayısı ile bu tavsiyenin insan cinsine özgü olması muhtemeldir. .

Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadislerinde ana babaya iyilik emretme çokca yinelenir. Ana babaya çocuklara iyi davranmaları konusundaki tavsiyeler i e; özel durumlarla sınırlı olmak üzere pek nadir görülür. Çünkü fıtrat, ana babanın bir özendiriciye gerek olmaksızın özden kaynaklanan yapısal bir güdü ile çocukları koruyup gözetmelerini tek başına güvenceye alır. Onlar bu koruyuculuk görevini; sıkıntı çekmelerini geçin, çoğunlukla ölüm sınırına ulaşan ilginç mükemmel soylu bir özveri ile ikilemeden, karşılık beklemeksizin hatta teşekkür bile ummaksızın yerine getirirler. Doğmakta olan kuşak ise; arkada kalanlar ve tüm varlığını kurban edip yokolmaya yüz tutmuş olan kuşakla pek az ilgilenir. Çünkü o, ileriye itici rolü gereği varını yoğunu kurban ederek gözetip koruyacağı kendisinden oluşacak bir kuşak istediğindedir! Hayat sürecinin karakteri budur!

İslam aileyi; yapısının ilk kerpici, yeni yavruların adım adım gelişip büyüdükleri ve yapıları gereği beklentisi içinde oldukları sevgi, yardımlaşma, birlikte yaşama ve yapıcılık mefhumlarıyla karşılaştıkları yuva olarak görür. Aile yuvasından mahrum kalan çocuk -aile kapsamı dışında eğitim ve rahat etme olanakları ne derece sağlanırsa sağlansın- birçok yönden anormal olarak büyür. Aile yuvasının dışında hangi yuvada olursa olsun ilk kaybettiği de sevgi hissidir. Nitekim çocuğun fıtratı gereği, ömrünün ilk iki yılında annesine yalnız başına kendisi sahip olmak istediği kanıtlanmıştır. Onu başkasıyla paylaşmaya katlanama-maktadır. Çocuk yuvalarında bunun sağlanması mümkün değildir. Çünkü bir çocuk bakıcısı çok sayıda çocuğun bakımını yürüttüğünden, çocuklar çok çocuk bakıcı karşısında birbirlerine kinlenmekte kalplerine kin tohumları ekilmektedir. Dolayısıyla sevgi tohumu hiçbir zaman gelişememektedir. Ayrıca çocukta sarsılmaz kişilik oluşması için, hayatının bir bölümünde kendisini kontrol edecek değişmez bir yöneticiye ihtiyaç duyar. Bu ortam da doğal olarak aile yuvasının dışında sağlanamaz. Çocuk. yuvaları, çocuk bakıcılarının nöbetleşe değişmeleri zorunluluğundan ötürü değişmez yönetici sağlayamıyorlar. Bunun sonucu da çocukların kişilikleri sağlıksız gelişiyor, sarsılmaz kişilik oluşumu imkanından mahrum kalıyorlar. Çocuk yuvalarındaki deneyimler; islamın sağlam fıtrat temeli üzerine oturtmayı hedeflediği, tutarlı toplum yapısında ailenin ilk tuğla olarak görülmesinin üstün hikmetini günbe gün ortaya çıkarmaktadırlar.

Kur'an burada, analığın gerçekleştirdiği karşılık beklemeyen saygın soylu özveriyi tasvir ediyor. Öyle ki; çocuklar Allah'ın ana babaya ilişkin tavsiyesi konusunda ne ölçüde özen gösterirlerse göstersinler hiçbir şekilde onun karşılığım ödeyemeyeceklerdir:

"Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü."

Kelimelerin dizimi ve verdiği ses neredeyse; zorluk çekme, emek harcama, zayıflık ve yorgunluğu somutlaştırmaktadır: "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu." Sanki, ağır bir yük yüklenmiş, zorlukla nefes alıp veren, nefes alıp vermeden ötürü dili dışarıya sarkmış gamlı bir çilekeşin ahları ile karşı karşıyayız! Başka değil, özellikle son günleri olmak üzere hamilelik, doğum ve doğum sancılarının görüntüsünün ta kendisi!

Döl bilimi ilerliyor. Hamileliğin içerdiği özveriye ilişkin verdiği bilgilere baktığımızda olayın insanı etkin biçimde duygulandırıcı görünümü ile karşılaşıyoruz. Yumurta sperme ile birleşir birleşmez, yeteneği ile donatılmış olarak çeperine tutunmak için döl yatağına koşuyor. Yapıştığı döl yatağının çeperini yiyerek deliyor, hemen o noktaya anne kanı akın ediyor. Öyle ki; bu döllenmiş yumurta, sürekli besleyici anne kanı bolluğu içinde yüzüyor ve canlanıp gelişmek için onu emiyor. O sürekli döl yatağı çeperini yemekte, hayat suyunu emmektedir. Zavallı anne ise; temiz besleyici olarak bu yeme hırslısı, doymaz, obur yumurtaya sunmak için yer içer sindirir ve özümler. Ceninin kemik oluşumu döneminde, anne kanından kireç alımının artmasından ötürü anne kireç açısından zayıflar. Çünkü o, bu küçüğün kemiklerinin oluşması için kemiklerinin eriğini vermektedir. Bütün bu söylediklerimiz söylenebileceklerin yanında az kalır.

Sonra doğum. O, zor ve yıpratıcı bir iş, fakat yolaçtığı korkunç ızdırapların tümü de ne fıtratın önüne geçebiliyor ne de anneye meyvenin çekiciliğini unutturabiliyor. Cazibesi unutulmayan meyve, fıtratın emrine uyma ve hayata yaşayan gelişen bir fidan vermeden ibarettir. Bu arada kendisi solup ölürken!

Sonra annenin süt içinde kemiğinin etinin öz soyunu sunduğu emzirme ve gönlünün sinirlerinin enerjisini sarfettiği koruyup gözetme. Bununla birlikte o ferah mesut olup merhamet ve sevgi doludur. Ne usanır ne de bu çocuğun verdiği zorluğu kötü görür. Yaptıklarına karşılık olmak üzere en büyük arzusu onu sağlıklı ve gelişir görmektir. Onun beklediği biricik sevgili karşılık işte budur!

İnsan bu özveriye karşılık verme ölçüsüne nasıl ulaşacak? Ne yaparsa yapsın, onun yapacağı azın azı olmanın ötesine geçemeyecektir.

Resulullah, -salât ve selâm üzerine olsun- annesini omuzunda taşıyarak tavaf ettiren biri gelip Hakkını ödedim mi?" diye sorduğunda; "Hayır bir nefes soluğun hakkını bile ödeyemedin" (Hafız Ebu Bekr El-Bezzaz, Bureyde'den ve babasından bu hadisi rivayet eder.) karşılığını verdiğinde ne kadar doğru söylemiş.

ANA-BABAYA SAYGI

Ana babaya iyi davranmanın emredilip, annenin ortaya koyduğu soylu özveride görülen özelliklerle vicdanların uyarıldığı bu bölümden, fıtratın dengelendiği ve kalbin doğru yolu bulduğu olgunlaşma aşamasına geçiyor:

"Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca: `Ya Rabb'i dedi; beni, bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmeğe, razı olacağın yararlı işler yapmağa sevkeyle Benim için zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm ve elbette ki ben müslümanlardanım".

Güçlü çağına erme otuzla kırk yaşlar arasında gerçekleşir. Kırk yaş olgunlaşmanın son sınırıdır. Ona ulaşıldığında tüm güçler tamamlanır; insan olgunluk ve dinginlik içinde ölçüp biçme ve düşünmeye hazır duruma gelir. Doğru yoldaki sağlam fıtrat bu yaşta, hayatın ötelerine, hayattan sonrası ve dönüp varacağı yeri araştırmaya yönelir.

Kur'an burada, ömrün arkasını dönüp giden yarısı ile başlamak üzere olan diğer yarasının ayrım noktasında bulunan, Allah'a yönelmiş doğru yolda olan nefsin içinden geçen duyguları tasvir ediyor:

"Ya Rabb'i beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeye sevk eyle."

Rabb'inin nimetini algılayan, o ve önceden de ana babasının nasiblenmesi dolayısı ile eski vefalısı olan bu nimeti büyük görüp onun şükrü konusundaki abasını küçük görüp azımsayan kalbin yakarışı. Tüm gücüyle O'na yönelmesi konusunda yardım etmesi için yakarıyor Rabb'ine: "Bana ilham et". Dileği; her şeyden soyutlanıp şükür görevine yönelerek güç ve dikkatini bu devasa görevin dışında başka bir uğraşa bölmemek.

"Ve razı olacağın yararlı iş işlememi..."

Diğer bir dileği... Görüldüğü gibi, mükemmellik ve iyilik açısından Rabb inin ondan razı olmasın sağlayacak düzeye ulaşan yararlı iş işlemede başarı elde etmesi için yardım diliyor. Yani istediği Rabb'inin rızası. Umulan sadece o.

"Benim zürriyetim içinde de iyiliği devam ettir."

İşte üçüncü dileği de bu. Mü'min kalbin, salih amelinin zürriyeti yoluyla etkisini sürdürmesi ve arkasında Allah'a kulluk eden, rızasını dileyenler olduğu konusunda içinde rahat olması arzusu. Salih zürriyet salih kulun amelidir, O, onun katında hazinelerden daha değerli ve dünyanın tüm güzelliklerinden daha çok huzur veren şeydir. Allah'a itaatin gelecek kuşaklarda da sürmesine yönelik ana babadan soya uzanan dua.

Dileğini Rabb'ine yöneltiyor. Bu içtenlikli duanın önüne aldığı dileğini. Ki o, tevbe ve teslimiyetten ibarettir:

"Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım."

İşte doğru yolda olan, sağlam fıtrat sahibi salih kulun tutumu. Rabb'inin ona olan tutumuna gelince Kur'an ona açıklık getiriyor:

16- Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların günahlarım bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu dünyada kendilerine söylenen doğru sözün gerçekleşmesidir.

Amellerin en güzeline göre karşılık, günahların bağışlanması. Dönüş yeri asıl dostlarla birlikte olmak üzere cennet. Dünyada va'dolundukları doğru va'din gerçekleşmesi. Allah va'dinden caymaz. Doğrusu bol ve rahata erdiren bir karşılık.

17- Fakat o kimse ki anasına babasına: "Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana va'dediyorsunuz?" dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak "Yazık sana, etme, gel inan; Allah'ın sözü gerçektir" derken O; "Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir" der.

Ana baba müslüman, çocuk ise isyankar; ilk inkar ettiği de onların iyiliği. Onlara, onlardan bıkkınlığını yansıtan, kaba küstah ve incitici bir dille hitab ediyor: "Öf size!" Ardından asılsız bir bahaneye yaslanarak ahireti inkar ediyor: "Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, benim öldükten sonra diriltilip çıkarılacağını mı bana va'dediyorsunuz?" Yani gittiler ve onlardan hiç kimse dönmedi.

Kıyametin zamanı gelinceye kadar kopmayacağına ilişkin hüküm kesinleşmiştir. Diriliş ise dünya hayatının süresi bittikten sonra topluca oluşacaktır. Dirilişin; önce ölen bir kuşağın, doğmakta olan kuşağın döneminde olacağı biçimde, parça parça oluşacağını kimse söylememiştir. O bir oyun eğlence veya hedef gözetmeyen anlamsız bir olay bir yolculuk değil, sona erdiğinde son hesabın yapılacağı olaydır.

Bilerek yapılan inkarı görüp küfrü işiten ana baba, bu saldırı ve tecavüz karşısında ürpererek ona bağırıyorlar: "Onlar Allah'a sığınarak: `Yazık sana, etme, gel inan, Allah'ın sözü gerçektir". Duyduklarının ürkütücülüğünün oluşturduğu korku, sözlerinin aktarımında kendini gösteriyor. Buna karşın o küfründe ısrar ediyor, inkarında ilerleyerek: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyor.

Burda Allah onu, kaçınılmaz olan sonu açısından ele alıyor:

18- İşte onlar da kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında azab içinde bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.

Bu ve benzerlerine gerekli olan söz, dini yalanlayan inkarcıların uğrayacakları cezadır. Onlar çokturlar. Bu türden nice insan ve cin kuşakları gelip geçmiştir. Onlara Allah'ın geri kalmaz, değişmez olan doğru tehdidi yeter: "Onlar kaybedenlerdir" Dünyada iman, ahirette Allah'ın rızası ve huzura ermeyi yitirip, inkarcı ve sapıklara hak olan azaba düçar olmaktan daha büyük olan hangi kayıptır?

Doğru yolu bulanlarla sapıkların görecekleri karşılığı özet olarak verdikten sonra; bunlardan her bir ferde özel olarak uygulanacak değerlendirmenin duyarlılığını tasvir ediyor:

19- Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.

Yani her grubun göreceği karşılığa ilişkin bu özetin sınırları içinde kalmak üzere, özel olarak her ferd kendi yaptığı ve derecesinin karşılığını elde edecek. Bunlar insanlar için genel iki örnektirler. Fakat, örneğin neredeyse iki şahsın kimliklerini. belirleyen ölçüye varan bu üslup içinde verilmesi, örneğin gerçekmişçesine canlandırılması açısından daha etkilidir.

Onlarla özel kişilerin kastedildiğine ilişkin rivayetler de var. Fakat bu rivayetler doğru değil. İbret kaynağı ve örnek sayılmaları daha uygundur. Her örneğin ardından gelen değerlendirmenin ifade tarzı da bu görüşü doğruluyor. İşte birinci örneğe ilişkin değerlendirme. "Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve günahlarını bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu, dünyada kendilerine söylenen en doğru sözün gerçekleşmesidir" İkinci örneğin değerlendirilmesi de şöyledir: "Onlar da kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce gelen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." Sonra bir genel değerlendirme yapılıyor: "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir; asla kendilerine haksızlık yapmaz." Bu değerlendirmelerden anlaşılan onlarla bu gruplar içinde tekrarlanan örneğin kastedildiği izlenimi veriyorlar.

ATEŞE ATILDIKLARI GÜN

20- İnkar edenler ateşe sunuldukları gün kendilerine denir ki: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; onların zevkini sürdürdünüz. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.

Tablo hızlı hareket eden kesitlerden oluşuyor, fakat derin kapsamlı bir vurgu içeriyor. Çünkü o ateşe sunulma tablosu. Ateşin karşısında, oraya sürülmelerinin hemen eşiğinde veya sürülmelerinin nedeni açıklanıyor: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; onların zevkini sürdünüz". İfadeden anlaşıldığına göre, güzel şeylere sahiptiler. Fakat onları, dünya hayatında tüketiyor ahiret için bir şey ayırmıyorlar. Yine onlardan ahireti hesaba almaksızın yararlanıyorlar. Onlardan, ahireti gözönüne almadan, nimetine karşılık Allah'a şükretmeden ve fuhuş veya haramdan da sakınmadan lezzet elde etme uğruna hayvanların yararlandığı gibi yararlanıyorlar. Sonuçta dünya onların oluyor ahirette elleri boş kalıyor. Boyutlarını Allah'tan başkasının bilmediği bu görkemli sonu verip dünyadaki geçici çekiciliği satın alıyorlar.

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız."

Yeryüzünde büyüklenen her kulun büyüklenmesi haksızcadır. Çünkü büyüklük Allah'a özgü olup kullarından hiç biri az veya çok büyüklük özelliğine sahip değillerdir. Alçaltıcı azab yeryüzünde büyüklenene yerinde bir karşılıktır. Dolayısıyla, büyüklenme ve Allah'ın düsturu ile yolundan ayrılmanın karşılığı da alçalıştır. Üstünlük Allah'a, peygamberine ve mü'minlere özgüdür.

İşte böylece, o iki örnek ve sonunda ulaşacakları yerleri ile ahireti yalanlayan, Allah'ın düsturundan ayrılıp O'na baş eğmeyi kendilerine yediremeyenlerin karşılaştıkları azabı tasvir eden bu etkin tablonun sunuşu ile sona eriyor. İnsan kalbine; dengeli sağlam fıtratları güvenilir yolu isteme yönünde uyaran bir değini.

Bu bölüm; surenin işlediği meselenin çözümüne hizmet eden, insan kalbini önceki iki turun ele aldığı yönlerin dışında bir yönden ele alan ve başka bir alanda gerçekleşen bir gezidir. Ad kavminin ve Mekke çevresinde onun dışındaki azaba uğrayan kentlerin harabelerinin verdiği anlamı deşeleyen bir gezi. Ad kavmi kardeşleri ve peygamberleri Hz. Hûd'a -selâm üzerine olsun-; müşriklerin kardeşleri ve peygamberleri Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındıkları tutumu takınarak itirazlarını ortaya sürdüler, peygamberleri itirazlarına; insanlığı ve görevinin sınırları içinde, peygamberlik edebine yaraşır biçimde cevap verdi. Uyarıyı dinlememeyi sürdürünce, onları ağır, yokedici bir azap yakaladı. Onlar güçlü, zengin ve zeki kimselerdi. Fakat güçleri, servetleri ve zekaları onlardan birşey savamadı. Gözleri, kulakları ve akıllarından yararlanamadılar. İddialarına göre Allah'a yaklaşma aracı olarak edindikleri ilahları da onları azabtan koruyamadı.

Mekkeli müşrikleri; önce kendileri gibi olan geçmişlerinin harabeleri, sonları dolayısıyla kendi sonları ardından da kopukluk göstermeyen, istisna içermeyen değişmez çizgi ile yüzyüze getiriyor. Tek değişmez temeli üzerinde varlığını sürdüren peygamberlik ve değişim dönüşüm göstermeyen ilahi yasa çizgisi ile. Konunun bu bağlantılarının ön plana çıkarılması sayesinde akide ağacı; kökleri derin, dalları zamanın her derinliklerine uzanan, yer ve zamanın değişimine karşın bir tek olarak beliriyor.

21- Ey Muhammed! Ad kavminin kardeşi Hud'u an; ondan önce ve sonra, `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" diyen nice uyarıcılar gelmişken, Ahkaf bölgesindeki kavmini uyarmış, "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum" demişti.

Ad kavminin kardeşleri Hûd'dur -selâm üzerine olsun-. Kur'an O'nu burada; O'nunla kavmi arasındaki sevgi ve kavminin O'nun çağrısına eğilim duymaları, O'na ve çağrısına karşı besledikleri zannın olumlulaşmasının dayanağı olan akrabalık bağlarının zihinlerde canlandırılması için kavmine kardeşliği niteliği ile anıyor. O Hz. Muhammed'le O'na düşmanlık eden kavmi arasındaki bağın aynısıdır da.

`Ahkaf', `Hıkf'ın çoğulu olup kum tepeler anlamınadır. Ad kavminin yurtları Arap yarımadasının güneyinde Hadramut diye anılan çevreye dağılmış tepeler üzerinde idi.

Allah peygamberini, Ad'ın kardeşlerini ve Ahkaf'taki kavmini uyarmasını anmaya çağırıyor. Kur'an O'nu Resulullah'ın, kardeşleri olmasına rağmen, kavminin kendisinden yüz çevirmesinin benzeri ile karşılaşan peygamberlerden bir kardeşini örnek alması ve Mekkeli müşriklerin de, yakın çevrelerinde bulunan kendi benzerlerinin sonunu hatırlamaları için anıyor.

Ad'ın oğullarını kardeşleri Hud uyardı. O kavmini uyaran ilk kişi değildi. O'ndan önce de kavimlere peygamberler gelmişti.

"O'ndan önce ve sonra `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' diye nice uyarıcılar da gelip geçti."

Zaman mekan açısından O'na uzak olarak da yakın olarak da peygamberler gelip geçmiştir. Uyarılar kesintisiz, peygamberlik zinciri süreklidir. Dolayısıyla bu durumda bir gariplik söz konusu değildir. Alışılmış bilinen bir şeydir.

Onları, her peygamberin kavmini uyardığı ile uyarıyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum." Yalnız Allah'a kulluk; insanın iç dünyasında bir inanç, yaşayışında bir düsturdur. Ona muhalefet etme; insanı, dünyada veya ahirette ya da her ikisinde felakete götürür. "Büyük bir günün azabı" deyiminin işaret ettiği gün; bu kavmin uğradığı azabdan daha zorlu durumlar yaşanacak olan kıyametin koptuğu an anlamınadır. Peki, Allah'a yöneltme ve azabı ile uyarmaya karşı kavminin cevabı ne oldu?

22- Dediler: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin şeyi getir."

Kötü zan, anlayışsızlık, uyarıya meydan okuma, uyardığı azabın acele istenmesi, alaya alma, yalanlama, büyüklenme ve batılda direnme!

Hud'a gelince tüm bunları; aşamayacağı sınırlar içinde kalmak üzere ileri sürdükleri tüm iddiaların tutarsızlığını ortaya koyacak biçimde, peygamber edebi ile cevaplıyor:

23- De ki: "Azabın ne zaman geleceğine dair bilgi, ancak Allah katındadır. Ben görevlendirildiğim şeyi size duyuruyorum; fakat sizi cahillik eden bir kavim görüyorum."

24- Nihayet azabın ufukta geniş bir bulut halinde vadilerine doğru geldiğini görünce "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur"dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır.

25- Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder. Derken onlar o hale geldiler ki evlerinden başka birşey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırınız.

Sizi, uyarmaya sorumlu tutulduğum gibi uyarıyorum sadece. Size haber verilen azabın ne zaman nasıl olacağım bilmiyorum. Ben sadece Allah'ın görevlendirdiği bir elçiyim. Allah la birlikte bilgi ve kudret sahibi oldu umu da söylüyor değilim, "fakat sizi cahillik eden bir kavim görüyorum" ahmaklık ediyorsunuz. Öğüt veren, uyarıcı yakın kardeşi; böyle yalanlama ve meydan okuma ile karşılamaktan hangi cahillik hangi ahmaklık daha ileri olabilir?

Anlatım, bu konuda asıl gözetilen son yönünde ilerlemek için, meydan okuma ve azabı acele isteme tutumlarına cevap olmak üzere Hud'la kavmi arasındaki uzun mücadeleyi özet olarak veriyor:

Rivayetler, olayı; sıcaklığın artıp yağmurun kesilmesiyle havanın kirlenmesi biçiminde geliştiğini, ardından Allah üzerlerine bir bulut gönderdiğinde, yağmur yağacağı samsıyla sevinerek onu vadilerinde karşılamaya çıkıp "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediklerini bildiriyorlar.

Onlara cevap olgunun diliyle geliyor: "Hayır o, sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır. Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder." O, başka bir surede sözü edilen uğultulu azgın kasırgadır. Nitekim niteliğine ilişkin gelen ayetten de anlaşılmaktadır: "Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu çürütüp kül gibi ediyor." (Zariyat, 42)

Kur'an metni rüzgarı, yıkmakla emrolunmuş akıllı bir canlı gibi tasvir ediyor; "Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder". Bu, Kur'an'ın insana göstermeye özendiği varlığın durumuna ilişkin gerçektir. Bu varlık canlı olup, tüm güçleri aklı selim sahibidir. Hepsi Rabb'ini idrak etmekte ve O'nun tarafından yükümlü tutulduğuna yönelmektedir. İnsan da bu güçlerin biridir. Gerçekten inanıp kalbi hedefe ulaştıran bilgiye açıldığında; çevresindeki varlığa ilişkin güçleri anlayabilmekte ve onlarla, hayat ve kavrayışa ilişkin insanların bildiği, dışarıdan görünen biçimin dışında başka bir yolla, akıllı canlıların gerçekleştirdiği iletişime girebilmektedir. Her şeyde ruh ve hayat vardır. Fakat biz dış görünüş ve şekillerce, içler ve gerçeklerden engellenmiş olduğumuzdan bunu anlayamıyoruz. Çevremizdeki varlık, açık gözlerin görüp sıradan gözlerin görmediği örtülerle örtülen sırlarla doludur.

Rüzgar emrolunduğunu yerine getirerek herşeyi yıkıyor. Bunun sonucu Ad kavmi "Evlerinden başka bir şeyin görülmediği bir ortada kalıyorlar". Ne kendileri, ne hayvanları, ne eşyaları hiçbir şey görünmüyor; ne bir kimse ne de tüten bir ocağın bulunmadığı ürperti veren boş evleri ayakta, sadece: "İşte biz suçlu"ları böyle cezalandırırız." Suçlularda hükmünü yürüten, istisnaya yer vermeyen bir yasa ve yazgı.

Yıkım ve harabeye uğrayanların görünümünü içeren tablodan, şimdiki benzerlerine dönerek iç dünyalarına, kalpleri titreten bir değini de bulunuyor:

26- Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.

İşte yıkımla görevlendirilen rüzgarın yıktıkları. Onlara, size vermediğimiz -özetle- güç, mal ve bilgiyi vermiştik. Yine onlara, kulaklar, gözler, gönüller vermiştik. -Kur'an anlama yeteneğini; kimi kez kalp, kimi kez gönül, kimi kez zeka, kimi kez de akıl sözüyle dile getirir. Hepsi de kavramanın biçimlerinden bir biçimde kavrama anlamınadır- Fakat bu duygular ve kavrama güçleri onlara yarar sağlamadı. Çünkü onlar, onları işlevsiz bıraktılar, görevlerini yapmaktan alıkoydular; "Zira bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı".. "Düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi."

Anlatılan olaydan, her göz, kulak ve akıl sahibinin alacağı ibret; güçlünün gücü, varlıklının malı ve bilgilinin bilgisiyle gururlanmaması gerektiği olacaktır. İşte durum ortada, evrensel güçlerden biri güç; amel bilgi ve güç sahiplerinin üzerine inip herşeyi yıkarak onları "Evlerinden başka birşey görülmez halde bırakıyor. Bu Allah'ın onları, suçluları yakaladığı yasasıyla yakalamasının sonucu oluyor.

Rüzgar, Allah'ın oluşturduğu evrensel sistem uyarınca biteviye iş gören bir güç. Allah yıkım için göndereceği zaman ona güç verir. Rüzgâr da kendisinin de varlıktan olması sebebiyle varlıksal yapısının gerektirdiğini yoluna koyarak, çizilmiş yasa uyarınca işlevini yerine getirir. Kuruntu hastalarının ileri sürdükleri gibi evrensel yasaların aşılmasına gerek yoktur. Zira belirlenmiş yazgının sahibi de çizilmiş yasanın sahibidir. Her olay, her hareket, her yönelim, tüm canlı ve cansız varlıkların durumu değerlendirilmiş olup evrensel yasanın planı dahilinde gerçekleşmektedir.

Rüzgarda, diğer evrensel güçler gibi Rabb'inin emrinde olup o ve tüm varlık için çizilen yasa çerçevesinde kendisine verilen görevi yerine getirir. Allah'ın kendisi için istediğine bağlı kalmak zorunda olan insan gücü de onun gibidir. Evrensel güçlerden, insan gücüne boyun eğenler, Allah'ın ona boyun eğmelerini istedikleridir. İnsanlar hareket ettiklerinde, Allah'ın onlar için istediğini, dilediği biçimde yerine getirmek için, bu varlıktaki rollerini oynuyorlar sadece, başka değil. Hareket ve seçimdeki özgürlükleri ise; genel evrensel uyuşumla sonuçlanan külli yasanın bir parçasıdır. Her şey kusursuz kurulmuştur. Eksiklik düzensizlik göstermesi söz konusu değildir.

Bu turu, Ad kavminin ve Mekke'nin çevresinde bulunan diğer kent halklarının cezalandırılmalarından çıkarılacak genel bir ibret ile bitiriyor:

27- Andolsun, Biz çevrenizdeki kentleri de yok ettik ve belki küfredenlerden dönerler diye ayetleri tekrar tekrar açıkladık.

28- O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Hayır, tanrılar onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir.

Allah, Arap yarımadasında; güneyde Ahkaf yöresinde Ad, kuzeyde Hicr'de Semud, Mekkelilerin Şam yolları üzerinde bulunan Medyen ve yine Mekkelilerin kuzeye yaptıkları yaz gezisi yollarının uğrak yeri Lût kavmi kentlerinin halkları gibi peygamberlerini yalanlayan kentleri harab etmiştir.

Görünen o ki; Allah, dini yalanlayanların tevbe edip Rabb'lerine dönmeleri için ayetlerini çeşitlendiriyor. Fakat onlar sapıklıklarında direniyorlar, bunun üzerine onları, çeşit çeşit belalar yakalıyor. Onların başına gelen belalar, arkalarından gelenlerce haber verildiğinden daha geriden gelenlerce de biliniyor. Mekke müşrikleri de o haberleri duyuyor, gidip gelirken kalıntılarını da görüyorlardı.

Burda onları somut gerçekle yüzyüze getiriyor: İşte Allah onlardan önceki müşriklerin her türlü varlıklarını yıkıp yok ediyor, fakat Allah'ın dışında edindikleri ilahlar onları yıkımdan kurtaramıyor. Onlar o ilahlarla Allah'a yaklaştıkları iddiasındalar, oysa onlar sadece Allah'ın azabını indirmektedirler: "Allah'ı bırakıp O'na yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi?"

Taptıkları kendilerine yardım etmediler, "Tanrılar onlardan uzaklaştılar". Onların elinden tutup Allah'ın azabına karşı yardım etmek bir yana, onlara bir yol bile göstermemiş, yalnız başlarına bırakmışlardır.

"Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir."

O; yalan, uydurma olup ulaştığı sonuç bu, gerçeği de budur: Yıkım ve yokoluş... Onları Allah'a yaklaştırdıkları iddiasıyla Allah'tan başka ilahlar edinen müşrikler, bu somut gerçeklere rağmen neyin beklentisindedirler? İşte sonuç, işte varacağı yer.

CİNLER

Bu son bölüm, tüm surenin işlediği mesele dahilinde yeni bir gezi. Kur'an'ı dinleyen bir grup cinin öyküsü; Kur'an'ı işittiklerinde birbirlerini susturup dinlemeye çağırmaları, içlerinin iman konusunda kararlılığa ermesi ve toplumlarına onları Allah'a çağıran, kurtuluş ve bağışlanmayla müjdeleyen sapıklık ve yüz çevirmenin tehlikelerinden sakındıran uyarıcılar olarak dönmeleri tertibi ile Kur'an'ı ilk işittiklerinde söyledikleri "susup dinleyin" sözlerinde somutlaşan Kur'an'ın onların iç yapılarına yaptığı etkinin tasviri ile veriliyor.

Kur'an'ın cinlere etkisi, toplumlarına O'na ilişkin anlattıkları ve onları O'na çağırmalarında somutlaşmaktadır. Kur'an'ın durumuna ilişkin tüm bunların ortaya konulması insan kalbini harekete geçirmeğe yöneliktir. O Kur'an ki esasen o kalpler için inmiştir. Kuşkusuz bu etkin bir vurgu. Kalpleri derinden sert biçimde etkilemektedir. Aynı zamanda, cinlerin diliyle Musa'nın kitabı ile Kur'an arasındaki bağlantıya dikkat çekerek, cinlerin kavrayıp da insanların görmezlikten geldiği bu gerçek açıklığa kavuşturuluyor. Surede gelen diğer konular ile uyum içinde olan bu vurgunun engin dolaysız etkileme özelliği gözden kaçmıyor.

Yine cinlerin sözlerinde yer alan, açık evrensel kitabı ve onun; Allah'ın göklerle yerin yaratılmasında gözlemlenen, öldürüp diriltmeğe kadir olduğuna tanıklık eden gücüne, ilişkin değini de etkin bir vurgu içerir. Ki bu insanların çekişmeye girdikleri kimi kez de inkara yeltendikleri bir gerçektir.

Ölümden sonra dirilmenin ilintisi dolayısıyla, kıyamet sahnelerinden bir sahne de sunuyor: "İnkar edenler ateşe sunulacaklardır..: '

Bitişte, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- onların tutumlarına sabretmesi, çizilen yazgıya bırakıp cezalandırılmaları konusunda acele etmemesi tavsiye ediliyor. Çünkü onlara tanınan süre çok kısa olup helaktan önce duyurunun gerçekleşmesi için verilmiştir.

29- Bir zamanlar cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde "Susun dinleyin" dediler. Kur'an okuması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.

30- "Ey kavmimiz, dediler, biz Musa'dan sonra indirilen kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir Kitab dinledik."

31- "Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi, acı bir azabın korusun."

32- Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

33- Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O, herşeye kadirdir.

Sözü edilen cin grubunun sözleri -Kur'an'ı işittiklerinde saygılı tutum takınmaları ile birlikte- kusursuz inanmanın temel ilkelerini kapsıyor ki onlar: Vahiy ve Kur'an'la Tevrat arasındaki akide birliğinin doğrulanması. Kur'an'ın gösterdiği gerçeğin itirafı, ahirete ve amellerin kiminin azaba, kiminin bağışlanmaya neden oluşturduğuna iman. Allah'ın yaratmak için gereken güç ve kudrete sahip kulların tek yardımcısı olduğu ve evrenin yaratılışı ile ölülerin diriltilmesi arasında ilişki olduğunun itirafı. Bunlar esasen surenin tümünün içerdiği ilkeler ve diğer bölümlerin de ele aldığı meselelerdir. Hepsi de bir grup cinin ağzından veriliyor. Yani insanlar aleminin dışında başka bir alem tarafından dile getiriliyorlar.

Cinlerin sözlerini ele almadan önce, cinler ve olaya ilişkin birkaç söz söylememiz yerinde olacak.

Kur'an'ın; bir grup cinin Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- Kur'an dinlemeye yöneltilmeleri olayından söz etmesi ve cinlerin konuştukları ve yaptıklarını aktarması, tek başına; cinlerin varlığı, olayın gerçekten yaşanmış olduğu, cinlerin Resulullah'ın seslendirdiği yapısı ile konuşulan Arapçayı dinleyip anlayabildikleri, iman etme, küfre sapma, doğru yolu bulma, sapıklığa düşme kabiliyetinde olduklarının kabul edilmesi için yeterlidir. Bu gerçeğin bunun ötesinde herhangi bir güçlendirme veya pekiştirme öğesine ihtiyacı yoktur. Zaten insan Allah'ın değişmez olarak ortaya koyduğu gerçeğe bir eklemede bulunma hakkına sahip değildir.

Ama biz yine de bu gerçeği, insan düşüncesi çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.

Çevremizdeki evren, öz nitelik ve etkileri açısından bilmediğimiz yaratıkları güçler ve sırlarla doludur. Biz bu güç ve sırların kucağında yaşamamıza rağmen, çok azını tanıyor çoğundansa habersiziz. Hergün bu sırların bir kısmını keşfediyor, kimi güçleri de kavrıyoruz. Bu yaratıkların bazılarını da, kimi kez özü, kimi kez niteliği, kimi kez de salt çevremizdeki varlıkta gözlemlenen etkileriyle öğreniyoruz.

Biz halâ yolun başlangıcındayız. Evrenin bilinmesi yolunun. O evren ki, biz atalarımız, dedelerimiz, çocuk ve torunlarımız onun çok küçük bir zerresinin üzerinde yaşıyoruz. Evrenin hacmi veya ağırlığı açısından, sözü edilecek kadar önem taşımayan bu yer gezegeninin üzerinde hayatımızı sürdürüyoruz.

Yolun başlangıcında olmamıza karşın, bugün bildiklerimiz; sadece beş asır öncesi insanının bilgisine kıyasla cinlerin durumundan daha büyük gariplik gösterir. Beş asır önce biri, atomun bugün sözünü ettiğimiz sırlarına ilişkin bir şey söyleyecek olsaydı, onun deli olduğunu veya cinlerin durumundan daha garip şeylerden sözettiğini sanırlardı.

Bu, yeryüzünde hilafet ve bu hilafetin gerekliliği için hazırlanan beşeri gücümüzün sınırlarını ve yeryüzünde hilafet görevini yürütmemiz için Allah'ın bize sırlarını açıp boyun eğer olsunlar diye emrimize verdiklerinin çerçevesi içinde öğrenir keşfederiz. Varlığın güçleri bize ne ölçüde boyun eğerlerse ve sırlarını ne ölçüde açarlarsa açsınlar; ne yapı ne de boyut açısından bize -yani insanlığa tanınan süre ne kadar uzarsa uzasın- Allah'ın hikmeti ve takdiri uyarınca, yeryüzünde hilafet için gerek duyduğumuz çemberin ötesine geçmezler.

Daha çok buluş yapacak, çok şey öğreneceğiz. Bize, yanında atom sırlarının çocuk oyuncağı kalacağı evrenin sır ve güçlerinden bir çok ilginçlikler açılacak. Fakat ine de biz, bilgi konusunda insan için çizilen çemberin sınırları içinde kalacağız. Allah'ın şu sözleri bu sınırlara ayrıntı getirmekteler: "Size bilgiden -yalnız yaratıcı ve yaşatıcının bildiği bu varlığın içerdiği sır ve gayblere kıyasla pek az bir şey verilmiştir"(İsra suresi, 85)

"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep olup arkasından yedi deniz daha gelip mürekkep olsa ona yardım etse de Allah'ın kelimeleri yazılsa, yine onlar tükenir Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman, 27)

Bu durumda bizim salt düşünsel alışkanlıklarımızın veya bilinen deneyimlerimizin dışında olmasına dayanarak, bilinmeyen gayp alemi ile bu varlığın sır ve güçlerine ilişkin bir şeyin varlığı-yokluğu ve düşünülüp-düşünülemeyeceği konusunda kesin tutum takınmamız gerekir. Unutmamalıyız ki biz, akıl ve ruhlarımızın sırlarının kavranmasını bırakalım bir yana, vücutlarımızın, içerdiği aygıtlar ve güçlerin sırlarını bile kavramış değiliz!

Bize açılacak program içine hiç girmeyecek sırlar olabileceği gibi, özünün program dışı kalıp, sadece niteliği, etkisi veya salt varlığı bilgimize açılacak sırlar da olabilir. Çünkü onlar yeryüzünde hilafet görevi açısından bize yarar sağlamayacak olan sırlardır.

Allah'ın bu güç ve sırlardan bize ayrılanı; bağışladığı gücümüze dayanan bilgi ve deneyimlerimiz kanalıyla değil de, doğrudan sözü aracılığı ile vermesi durumunda bize düşen, bu bağışı şükür ve teslimiyet içinde kabul etmektir. Onları ne eksiltir ne artırır olduğu gibi alırız. Çünkü bu tür bilgiyi aldığımız biricik kaynak, bize sadece bu kadarını veriyor. Ortada bu tür sırları alacağımız başka bir kaynak da yok!

Burdaki, Cin suresindeki -bu iki yerdeki cinlere ilişkin ayetlerin aynı olaya ilişkin olduğu görüşü tercih edilen görüştür- ve Kur'an'ın başka yerlerine dağılmış olan cinlere ilişkin diğer ayetler ve bu cinlerin Kur`an`ı dinlemeleri olayını anlatan hadislerden cinlere ilişkin gerçeklerin bazılarını kavrayabiliriz. Fakat daha ötesine geçemeyiz. O gerçekler şöyle özetlenebilir:

Adı cin olan bir yaratık türü vardır. İblisin Adem'e ilişkin sözlerinden ateşten yaratıldıkları anlaşılmaktadır: "Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın." (A'raf suresi, 12) Allah'ın şu sözüne göre de İblis cinlerdendir. "İblis secde etmedi. O, cin kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu dışına çıktı." (Kehf suresi, 50)

O yaratıklar; ateşten yaratılma ve Allah'ın İblise -ki o cindir- ilişkin "Çünkü o sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)

Anlaşıldığı üzere, onların insanı görüp insanların onları görememeleri gibi insanın özelliklerinin dışında başka özelliklere de sahiptirler.

Geçen ayette `O ve soydaşlarından söz edilmesi onların da insanlar gibi belirli toplumsal birimlerinin olduğunu gösterir.

Allah'ın Adem ve iblise birlikte yönelttiği, "Oradan aşağıya inin, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınacak, geçineceksiniz." (A'raf, 24) sözünden anlaşılıyor ki onlar bu gezegende -nerede olduğunu bilmiyoruz- hayat sürebilecek yapıdadırlar.

Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- emrine verilen cinlerin yeryüzünde O'nun için çeşitli işler görmüş olmaları da onların dünyada yaşayabilecek yapıda olmalarını gerektirir.

Allah'ın, cinlerden doğrudan aktarma biçiminde gelen, "Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk ve biz onun dinlemeğe mahsus olan oturma yerlerine oturur, gayb haberlerini dinlemeğe çalışırdık. Artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur." (Cin suresi, 8,9) sözü de; onların dünya dışında da yaşayabilecek yapıda olduklarını gösterir.

Yukarıda verdiğimiz naslar, ayrıca Allah'ın lanetli iblisle geçen konuşmasının doğrudan aktarımı olan, "Senin izzet ve şerefine yemin olsun ki; onların tümünü azdıracağım yalnız onlardan ihlas sahibi kulların hariç" (Sad suresi, 82-83) sözü ve bunların dışında başka benzer naslar, onların insanın psikolojik yapısına etki edebilir olup, sapıkları yönlendirme iznine sahib olduklarını gösterir. Fakat onların insanlara nasıl vesvese verdiklerini ve bunu hangi araçla yaptıklarını bilmiyoruz.

Bir grup cinin Kur'an'ı dinlemesi, anlaması ve ondan etkilenmesi gösteriyor ki; onlar insanların sesini dinleyebilir, dillerini anlayabilirler.

Bu cin grubunun Cin suresindeki "Ve biz, bizden de müslümanlar var, Hak yoldan sapanlar var. Kimler müslüman olursa işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır." (Cin suresi, 14-15) sözleri ve kendileri iman ettikten sonra, iman etmediklerini bildikleri kavimlerine imana çağırıcı uyarıcılar olarak dönmeleri, doğru yolu bulma ve sapıklığa düşme kabiliyetinde olduklarını gösterir.

Cinlerin durumuna ilişkin kesin olarak bilinenler bu kadar. Kanıta dayanmayan bir ekleme yapılmaksızın bunlar bizim için yeterlidir.

Bu ayetler ve tercih edilen görüşe göre Cin suresinin tümünün ele aldığı olayın durumuna gelince, bu konuda birçok rivayet gelmiştir. En sağlıklılarını buraya alıyoruz:

Buhari, Müslim, İmam Ahmed, İmam Hafız Ebu Bekr El-Beyhaki İbn. Abbas -Allah ondan razı olsun- çıkışlı olarak şu haberi veriyorlar: İbn. Abbas "Resulullah ne cinlere Kur'an okudu nede onları gördü. Resulullah arkadaşlarından bir grupla, Ukaz panayırına gitmek üzere yola çıkmıştı. Bu esnada şeytanlarla gökten gelen haber arasına bir engel giriyor ve üzerlerine alev gönderiliyor. Onlar da kavimlerine geri dönüyorlar. Kavimleri onlara: Neyiniz var? diye sorduklarında, onlar: Gökten gelen haberle aramıza girildi ve üzerimize alev gönderildi karşılığını veriyorlar. Dinleyenler: Sizinle gökten gelen haber arasına giren, yeni oluşan bir olaydan başka şey olamaz. Gidip dünyanın doğusunu batısını araştırın bakalım, gökten gelen haberle aranıza giren nedir? dediler. Bunun üzerine, gökten gelen haberle onların arkasına giren engelin ne olduğunu, dünyanın her yerinde araştırmak üzere yola koyuluyorlar. İşte araştırmaya çıkanlar arasından Tihame'ye yönelen grup, Ukaz panayırına giderken `Nahle'de konaklayan Resulullah'a arkadaşlarıyla sabah namazını kılarken denk geliyorlar. Okuduğu Kur'an'ı işittiklerinde dinliyorlar ve "Allah'a yemin olsun, gökten gelen haberle aranıza giren işte bu" diyorlar İşte ordan kavimlerine döndüklerinde: "Ey kavmimiz: `Biz harikulade güzel bir Kur'an dinledik. Doğru yola iletiyor, O'na inandık. Artık Rabb'imize hiç kimseyi ortak koşmayacağız" (Cin suresi, 1-2) diyorlar. Ardından yüce Allah, Peygamberimize "De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an'ı dilediler"le başlayan ayetlerini indiriyor. Ona vahyedilen cinlerin sözlerinden başkası değildir.

Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi -taşıma zinciri ile birlikte- Alkame'den vermişler. Alkame: "İbni Mesud'a -Allah ondan razı olsun- `cinlerin denk geldiği gece sizden Resulullah'a -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlık eden biri var mıydı?' dediğimde şunları anlattı:"Bizden kimse O'na arkadaşlık etmedi, fakat biz bir gece O'nunla birlikte idik, O'nu kaybettik. Vadilerde dağ yollarında O'nu aradık bulamayınca: Kaçırıldı veya suikaste uğradı dedik ve geceyi çok sıkıntılı geçirdik. Sabahleyin bir de baktık Hira yönünden geldi. Ya Resulallah, sizi kaybettik, aradık bulamadık, bulamayınca çok sıkıntılı bir gece geçirdik, dediğimiz de: "Bana cinlerden bir davetçi geldi, onunla gittim, onlara Kur'an okudum" dedi. Sonra bizi götürüp kendileri ve ateşlerinin izlerini gösterdi. O'ndan yiyecek istemişler O da: "Üzerine Allah'ın adı anılmış elinize geçen her kemik et olarak tam sizin yiyeceğinizdir. Deve veya tırnaklı hayvan pisliği de hayvanlarınızın yiyeceğidir" demiş, ardından da "Siz onlarla taharet almayın çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir" demiş" dedi.

İbni İshak -İbni Hişam `El-Siyre'de vermiş- cinlerin Kur'an'ı dinlemesi olayının Resulullah Taif gezisinden dönerken gerçekleştiğini bildiriyor. Peygamberimiz amcası Ebu Talib'in ölümünün ardından, Mekke'de kendisi ve müslümanlara eziyetin artması üzerine, Sakif kabilesinden yardım istemek için Taif'e gitti. Sakif kabilesi O'nun isteğine çok kötü karşılık verdi ve çocuklarla ayak takımını O'na karşı kışkırttı. Onlar da Peygamberimizi taşa tutarak, mübarek ayaklarını yaralayıp kanattılar. Bunun üzerine şu güzel, derin anlamlı ve etkileyici yakarış ile Rabb'ine yöneldi: "Ey Allah'ım; gücümün zayıflığını, becerimin azlığını ve insanlar karşısında etkisiz kalışımı sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi, ezilenlerin ve benim Rabb'im sensin. Beni kime bırakacaksın, bana uzaktan surat asana mı, yoksa üzerime egemen kıldığın bir düşmana mı? Eğer bana kızgınlığın yoksa, başka şeye aldırmam. Fakat senden gelecek afiyet beni daha çok rahatlatır. Üzerime kızgınlığını indirmen veya hoşnutsuzluğunun üzerime inmesinden; karanlıkların aydınlanması ve dünya ile ahiretin durumlarının düzelmesini sağlayan yüzünün nuruna sığınırım. Senin yolunda her sıkıntıya katlanırım, yeter ki razı ol. Senden başka güç, beceri sahibi yoktur.

Sonra, Sakif kabilesinin yardım yapmasından umut kestiğinde Resulullah Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldı. Nahle'deyken gece namazına durduğu esnada Allah'ın sözünü ettiği bir grup cin O'na denk geldi. Bana söylendiğine göre onlar yedi cindi. O'nu dinlediler. Namazı bitirdiğinde kavimlerine dönerek onları uyardılar. Kendileri dinlediklerini benimseyip iman etmişlerdi. İşte Allah onların haberini, Peygamberimize: "Bir zamanlar cinlerden bir grubu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik"ten "Ve sizi acı bir azabtan korusun"a kadar olan ayetleri ve "De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir grup Kur'an'ı dinlediler"le haşlayarak onların bu sure(Cin)deki haberlerinin bitimine kadar olan ayetleri bildirdi.

İbni Kesir tefsirinde, İbni İshak'ın rivayetine ilişkin şunları söylüyor: "Bu rivayet doğrudur. Fakat cinlerin Peygamberimizi Taif dönüşünde dinledikleri sözü, üzerinde durulması gereken bir konu. Sözü edilen İbni Abbas'tan gelen hadisin de delalet ettiği gibi, cinlerin Resulullah'ı dinlemeleri vahyin başlangıcında olmuştur. Resulullah'ın Taif'e gidişi ise, İbni İshak ve diğerlerinin de belirttikleri gibi, amcasının ölümünden sonra ve hicretten bir veya iki yıl öncedir. Allahu alem."

Bu olaya ilişkin başka birçok rivayet var, biz tüm bunlar arasında İbni Abbas'tan gelen ilk önce verdiğimiz rivayete güven duyuyoruz. Çünkü o, Kur'an'la tam bir uyum içindedir: "De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir grup Kur'an'ı dinlediler..." Peygamberimiz'in olayı vahiy yoluyla öğrendiği kesindir. O cinleri ne görmüş ne de hissetmiştir. Diğer yandan bu rivayet taşıma zinciri açısından da en güçlü rivayettir. Sonra Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- olayı vahiy yoluyla öğrendiği konusunda İbni İshak'tan gelen rivayette onunla ittifak halindedir. Ayrıca cinlerin niteliğine ilişkin Kur'an'dan öğrendiklerimiz de bu görüşü güçlendirmektedir: "Sizin şeytanı ve adamlarım göremeyeceğiniz yerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)

Olayın gerçekliğinin ve mahiyetinin belirtilmesi konusunda bu kadarı yeterlidir.

"Bir zamanlar cinlerden bir topluluk, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde birbirlerine: `Susun, dinleyin' dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler."

İfadeden anlaşıldığı üzere, bu cin grubunun Kur'an'ı dinlemeğe yönelmeleri rastlantı olmayıp Allah'ın düzenlemesi sonucu gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, cinlerin önceden Hz. Musa'nın peygamberliğini öğrendikleri gibi, son peygamberliğin haberini de öğrenmeleri bir kısmının iman ederek, insan şeytanları için hazırlanmış olduğu kadar cin şeytanları için de hazırlanmış olan ateşten kurtulmalarının Allah'ın takdirinde olması dolayısıyla bu olay gerçekleşmiştir.

Metin bu grubun -sayıları üçle on arasındadır- Kur'an'ı dinlerkenki görünümlerini çizerek, psikolojilerinde meydana gelen ürperme, etkilenme ve baş eğmişliği tasvir ediyor: "O'na geldiklerinde birbirlerine: `Susun, dinleyin' dediler". Dinleme süresince ortama tümüyle bu söz egemen oluyor.

"Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler..."

Bu da diğeri gibi, Kur'an dinlemenin psikolojilerine etkisini tasvir ediyor. Görüldüğü gibi sonuna kadar susarak dikkatle dinliyorlar. Okuma bittiğinde beklemeden kavimlerine koşuyorlar. Çünkü ruhları ve duyguları ondan; onun duyurulması ve onunla uyarma konusunda, sessiz kalma veya oyalanmaya güç yetirilmez bir yük yüklenmişlerdir. Bu; duygu ve düşüncesi, onu kendisinin gerektirdiklerine göre hareket etmeye, durumunun gereklerini eksiksizce üslenmeye, ciddiyetle, özenle başkalarına duyurulmasına iten ezici etkinlikte yeni bir şeyle dolan kimsenin durumudur:

"Ey kavmimiz dediler, biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir kitap dinledik:'

Hızla kavimlerine dönerek: Biz Musa'dan sonra indirilen, temel ilkeleri açısından Musa'nın kitabını doğrulayan yeni bir kitap dinledik diyorlar. Bundan anlaşılıyor ki onlar Musa'nın kitabını biliyorlardı. Dolayısıyla Kur'an'dan salt birkaç ayet dinlemekle iki kitap arasındaki bağlantıyı kavrıyorlar. Dinledikleri ayetlerde Musa'nın ve kitabının sözü geçmemiş de olabilir. Fakat yapıları onların Musa'nın kitabının kaynağından olduklarını ele vermektedir. Göreceli olarak insan hayatının etkenlerinden uzak olan cinlerin, Kur'an'ın ayetlerini salt tatmakla böyle bir tanıklıkta bulunmaları, yol göstericilik ve doğrudan etkileme öğeleri içerir.

Sonra, duygularının etkilenişini ve vicdanlarının ona ilişkin hissettiklerini şöyle dile getiriyorlar:

"Hakk'a ve doğru yola götürüyor."

Kur'an'daki hak ve hidayet vurgusu çok etkilidir. Körelmemiş bir kalbin ona dayanması düşünülemeyeceği gibi; inatkar, kendini beğenmiş ve iğrenç havailikle eli kolu bağlı olmayan ruhun da ona direnmesi mümkün değildir. Diğer yandan bu kalplere ilk kez dokunmasına karşın, bakıyoruz onlar hemen böyle bir tanıklıkta bulunuyor, onun kendilerini etkilemesini böyle dile getiriyorlar.

Ardından, uyarmaları konusunda mutlaka yerine getirmeleri gereken bir görevleri olduğuna inanarak coşku ve iç yatışkanlığı cesareti içinde kavimlerini uyarmaya koyuluyorlar:

"Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun. O'na inanın ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi, acı bir azabtan korusun."

Bu kitabın yeryüzüne inişini, insan ve cinlerden ulaştığı herkes için Allah'tan bir çağrı ve Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- salt Kur'an okuması ve insanlarla cinlerin onu dinlemesine dayanarak Allah'a çağıran davetçi kabul ederek kavimlerine sesleniyorlar: "Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın."

Sözlerinden ahirete inandıkları da anlaşılıyor. Görüldüğü gibi, inanma ve Allah'ın çağrısına uymanın, günahların bağışlanması ve azabdan korunmayı sağlayacağını biliyor, bu bildikleriyle de kavimlerini uyarıyor, müjdeliyorlar.

İbni İshak, cinlerin sözlerinin bu ayetin sonuna gelindiğinde bittiğini söylüyor. Fakat sözün akışı gelen iki ayetin de bu grubun sözleri olduğunu gösteri-yor. Biz bunu tercih ediyoruz, özellikle de gelen ayeti:

"Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."

Görüldüğü gibi, ayet bu grubun kavimlerine yönelttikleri uyarmalarının doğal tamamlayıcısı görünümündedir. Onlar kavimlerini, çağrıya uymaya ve inanmaya çağırdıklarına göre; onlara, çağrıya uymamanın sonucunun çok kötü olacağı, çağrıya uymayanın, Allah'ı ona bela indirip acı azabı taddırmadan aciz bırakamayacağı, onun Allah'tan başka, başarıya ulaştıracak veya yardım edecek dostlar da bulamayacağı ve bu hakka yüz çeviren sapıkların doğru yoldan uzaklaşmış olduklarının açık olduğunu açıklamaları tercih edilir bir durum olarak görünüyor.

Kurtulacakları veya hesaba çekilip sonucuna göre karşılık görmenin olmadığı hesabı ile Allah'ın çağrısına uymayanların tutumuna duyulan şaşkınlığı dile getiren, onun ardından gelen ayet de onların sözlerinden olma ihtimali gösteriyor:

"Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeğe de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir."

Bu, surenin başında ele alınan, gözlemlenen varlık kitabına dönüştür. Kur'an üslubu; surede doğrudan verilen görüşle, hikaye içinde gelen görüş arasında bu tür ardarda gelişleri çokca içerir. Böylece aynı gerçeği dile getiren iki kaynak arasındaki paralellik ortaya konulmuş olur.

Göklerle yerin oluşturduğu bu görkemli yaratıktan başlamak üzere varlık kitabı bütünüyle yaratıcı kudrete tanıklık eder ve insan hissine ölümden sonra diriltilmenin kolaylığını ilham eder. Vurgulanmak istenen bu diriltmenin gerçekliğidir. Bu gerçeğin zihinlere yerleştirilmesi konusunda en etkin yöntem de meselenin soru cevap üslubuyla dile getirilmesidir. Ardından kapsamlı yorum geliyor: "O her şeye kadirdir". Görüldüğü gibi ölümden sonra diriltme ve başkaları, olmuş olacak her şeyi kapsamına alan bu kudretin çerçevesi içine girmektedir.

HESAP GÜNÜ

34- İnkar edenler ateşe sunulacakları gün Allah onlara: "Nasıl bu ger-çek değil miymiş?" der. '`Evet Rabb'imizin hakkı için gerçekmiş" derler. "Öyleyse inkar etmenizden dolayı azabı tadın" der.

Tablonun çizimi; öykü veya öyküye başlangıç tarzı bir anlatımla başlıyor: "İnkar edenler ateşe sunulacakları gün..."

Dinleyici, olacakların nitelenmesi beklentisi içindeyken, ansızın tablo karşısında beliriyor. Aynı beklentisizlik içinde tablonun hesap günü cereyan edecek diyalogların içeriğiyle de karşılaşıyorlar: "Nasıl, bu gerçek değil miymiş?"

Hakkı yalanlayan, alaya alan ve uyarıldıkları azabı acele isteyenlerin karşılaştıkları soru ne korkunç, esasen soru değil bela! Bugün inkar ettikleri hak karşısında boyunları büküktür.

Rüsvalık, ezilmişlik ve korku içinde gelen cevap: "Rabb'imiz hakkı için gerçekmiş: '

"Rabb'imizin hakkı için" sözleriyle yemin ediyorlar bugün. Davetçisine uymadıkları, peygamberini dinlemedikleri ve varlığını tanımadıkları Rabblerine yemin ediyorlar... Evet şimdi inkar ettikleri gerçeğe O'nun adıyla yemin edenler onlardır! ..

Rezil rüsvay etme ve dehşete düşürme konusunda soru bu noktada amacına ulaşıyor, iş bitiyor diyalog noktalanıyor:

"Öyleyse, inkar etmenizden dolayı azabı tadın' der."

İş tamamdır. Suç açık, suçlu suçunu itiraf etmiş durumda haydi cehenneme. Burda tablonun hızlı hareketi özellikle planlanmıştır. Artık yaptıklarının sonucuyla yüzleşme kaçınılmaz olup kabul veya reddetme konusunda seçim yapmalarına yer kalmamıştır. Geçmişte inkar ediyorlardı, şimdi ise, itiraf ediyorlar, öyle ise hemen tadacaklar!

Kafirlerin Kur'an-ı Kerim ve Resulullah'a ilişkin tekerlemelerinin üzerinde durulduğu an surenin sonunda; kafirlerin sonuna ilişkin bu keskin çizgili tablo ile başka alem mensuplarının iman etme sahnelerinin ardından son vurgu geliyor. Vurgu Resulullah'a kafirlerin tutumlarına sabredip onlara azabın çabuk gelmesini istememesi konusunda verilen direktifin içerdiği anlamın ortaya koyduğu vurgudur. Onları bekleyen akıbeti görüyor ve bu akıbet onların yakınındadır.

35- O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar va'dedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada gündüzün sadece bir saat kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmışlardan başkası helak edilir mi hiç?

Ayetteki her kelime kabarık bir içeriği, her ibarenin arkasında da; görüntüler, gölgeler, anlamlar, doğrudan etkileme öğeleri, meseleler ve değerlerden oluşan bir alem var.

"Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme."

Ölçüsüz zorluklara katlanmış ve kavminin eşi görülmemiş zulmüne göğüs germiş Hz. Muhammed'e gelen direktif bu! O ki; veli ve koruyucudan yoksun yetim büyümüş; her türlü dayanak veya arkalılıktan yoksun olduğu gibi, baba, anne, dede,amca ve şefkatli eş olmak üzere, dünyaya ilişkin sevgi öğelerinden ve her türlü meşgul edici şeylerden soyutlanarak kendisini yalnız Allah ve çağrısına adamıştır. O, müşrik akrabalarından, ellerden gördüğü kötülüğün daha beterini görmüştür. Kabile ve fertlerden birçok kere yardım isteğinde bulunmuş, her keresinde yardımsız geri çevrilmiş, bazılarında ise; beyinsizlerin alayı ve mübarek ayaklarının yaralanması ölçüsüne varan taşlamaları ile karşılaşmış fakat bu O'nu; yukarıda geçen güzel saygılı yakarışı ile Rabb'ine yönelmesinin dışında bir tavıra itmemiştir.

Tüm bu özelliklerine rağmen O bile Rabb'inin yönlendirmesi ihtiyacındadır: "Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret, onlar hakkında acele etme."

Dikkat edilmelidir ki o, zorlu bir yoldur. Bu davetin yolu. Acı bir yol. Öyle ki; Allah sevgisinde içtenliği, arılığı; cihatta metaneti, direnci; dava için her şeyden soyutlanması Hz. Muhammed'in nefsi gibi olan bir nefis; sabır ve davanın inatçı hasımlarına azabın çabuk gelmesi konusunda acele etmemesi için ilahi direktife gerek duymaktadır.

Evet, bu yolun meşakkati, teselli; zorlukları, sabır ve acılığı da ilahi kaynaklı sevgi şarabından tatlı bir yudum almayı gerektirir.

"Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret, onlar hakkında acele etme..."

Yüreklendirme, sabra çağırma, teselli... Sonra tatmin:

"Onlar, va'dedildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün sadece bir saat kadar kaldıklarını sanırlar..: '

Kuşkusuz dünyada kalış kısa bir süredir. Günün bir anı kadar. O çabuk geçecek bir hayattır, şu ahiretten önce yaşayacakları. Değersizdir de. Arkasında, nefislerde gündüzün bir saatinin bıraktığı izlenimden daha çok bir şey bırakmaz. Sonra kaçınılmaz sonuçla karşılaşacaklar ve orada sürekli kalacaklardır. Onlara verilen bu süre, helak ve acı azabın gerçekleşmesinden önce duyurunun sağlanması içindir:

"Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmışlardan başkası helak edilir mi hiç?"

Hayır. Allah kullara zulmetmek istiyor değil. Asla. Davetçi karşılaştığına sabretmelidir. Çünkü bu hayatının günün bir anı kadar önemi vardır. Sonra olan olacak...