31 Mayıs 2007 Perşembe

NEML SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, bu surenin karınca kıssasının anlatıldığı bir sure olduğunu ima eden 18. ayetteki "vadi'in-neml" ibaresinden alır.

Nüzul zamanı: Surenin konu ve üslubu Mekke döneminin ortalarında inen surelere çok benzer. Bu benzerlik bazı rivayetlerle de desteklenmektedir. İbn Abbas ve Cabir bin Zeyd'e göre "Sözkonusu surelerden önce Şuara, sonra Neml, ondan sonra da Kasas Suresi indirildi."

Anafikir ve konular: Bu sure iki bölümden meydana gelir. Birinci bölüm baştan 58. ayetin sonuna kadar devam eder. İkinci bölüm ise 59. ayetle başlayarak son ayetle son bulur.

Birinci bölümün anafikri şudur: Yalnız Kur'an'ın getirdiği gerçekleri kainat konusunda temel hakikatler olarak kabul eden ve hayatını bu gerçeklere itaat ve teslimiyet içerisinde sürdüren kimseler bu Kitap'ın hidayetinden faydalanabilir ve dolayısıyla vaadedilen mükafatlara layık olabilir. Ne var ki, böyle bir hayatı sürdürmenin en büyük engeli ahireti inkar etmektir. Çünkü bu inançsızlık kişiyi sorumsuz, bencil ve dünya hayatına aşırı derecede bağlı duruma getirir. Böyle bir kimsenin Allah'a teslim olabilmesi, hırs ve arzularını sınırlama yoluna gidebilmesi mümkün değildir.

Bu girişten sonra ortaya üç insan tipi konulur. Birinci tipin özellikleri Firavun, Semud kavminin ileri gelenleri ve Lut kavminin soyluları ile karakterize edilmektedir. Sayılanların tümü ahiret sorumluluğuna aldırmayan ve bunun sonucu olarak da dünyaya kul olmuş kişilerdir.

Bu insanlar mucizeleri gördükten sonra inanmamakta direnmişlerdi. Dahası iyiliğe ve salih olmaya çağıranların aleyhlerine dönmüş ve onlara düşman kesilmişlerdi. Aklı başında her insanın nefretle karşıladığı çirkin davranışlarını ısrarla sürdürmüşler, kendilerini helak eden Allah'ın azabı gelip kapıya dayandığında bile uyarılara kulak vermemişlerdi.

İkinci tip Hz. Süleyman'ın (a.s) kişiliğinde sergilenir. Allah Hz. Süleyman'a (a.s) Mekkeli kafirlerin ileri gelenlerinin hayal bile edemeyeceği bir derecede zenginlik, mülk ve ihtişam bağışlamıştı. Ne var ki, Allah önündeki sorumluluk bilincinden ve sahip olduğu herşeyin yalnızca Allah'ın bir lütfu olduğu duygusunu taşıdığından tam bir teslimiyet içinde olmuş ve kendini beğenmişlik onun kişiliğini lekelememişti.

Üçüncüsü ise Sebe melikesinin karakterize ettiği tiptir. Sebe melikesi Arabistan tarihinin en zengin ve ünlü insanlarını yönetmiştir. Bir insanı kibir ve gurura sevkedecek her türlü imkana sahipti. Kureyş'in sahip olduğu mal-mülkten çok daha fazla bir zenginliğe sahipti. Gene de "şirk" içinde olduğunu kabul ve itiraf etti. "Şirk", onun sadece atalarının hayat tarzı olmakla kalmıyor, ayrıca bir idareci olarak durumunu sürdürebilmek için takip etmek zorunda olduğu bir hayat biçimiydi de. Bundan dolayı "şirk"i terketmesi ve "tevhid" yolunu benimsemesi sıradan bir müşrikin kabulünden daha güçtü. Buna rağmen gerçek apaçık ortaya çıkınca, hiçbir şey onu kabulden alıkoymadı. Aslında onun sapıklığı tutku ve arzularına kul olmaktan değil, müşrik bir çevrede doğup yetişmesinden ileri geliyordu. Yine de vicdanı Allah önünde sorumluluk duygusundan yoksun değildi.

İkinci bölümün hemen başlarında evrenin çok açık, gözle görülebilen bazı gerçeklerine dikkat çekilmiş ve Mekke kafirlerine ardı ardına şu anlamda sorular yöneltilmiştir: "Bu gerçekler, halen sizin takip etmekte olduğunuz "şirk" inancını mı, yoksa Kur'an'ın sizi davet ettiği "tevhid" gerçeğini mi doğruluyor?" Bundan sonra kafirlerin asıl şu gerçek hastalığına işaret edilerek şöyle denilmektedir: "Gözleri kör eden ve her türlü apaçık gerçeğe karşı onları taş gibi duygusuz hale getiren ahireti inkar etmeleridir. bu inkarları onlara hayatın her konu ve meselesini önemsiz ve gayri ciddi kılmaktadır. Onlara göre herşey bütünüyle yok olacağına, hayattaki tüm çabalar sonuçsuz kalacağına, bütün gayeler, hedefler anlamsız olacağına göre, hak ve bâtıl eşittir ve birbirine benzer şeylerdir. Hayat mücadelesi tümüyle gayesiz ve varacağı bir hedef yoktur. Böyle olunca, kişinin hayat sistemini hak veya bâtıl temeller üzerine dayandırma meselesi tümüyle önemini yitiriyor.

Yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz bu bölüm Hz. Peygamber (s.a) ve müslümanları, asi ve imansız kimseleri "tevhid"e davet etmekten caydırma amacı gütmüyor. İşin doğrusu bu bölümde güdülen amaç onları uyuşukluk ve uykudan uyandırmaktır. Bu nedenle 67-93. ayetleri arasında insanlarda ahiret duygusunu oluşturmak, onları inançsızlığın sonuçları konusunda uyarmak ve onları ahireti gözleriyle görüyormuşçasına inandırmak için belli şeyler tekrar tekrar vurgulanmıştır.

Sonuç olarak Kur'an'ın gerçek daveti, yani yalnız tek bir ilâha kul olma çağrısı kısa fakat mucizevi bir şekilde sunulmaktadır. Bunu kabul etmenin kendi yararlarına, reddetmenin de kendi zararlarına olacağı hususunda insanlar uyarılmıştır. Kabul ve teslimiyetten başka bir seçenek bırakmayan Allah'ın ayetlerini görünceye kadar imanlarını ertelemeleri durumunda -ki o zaman kıyamet gelip çatmış demektir- artık inanmalarının bir yararı olmayacağı unutulmamalıdır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Tâ,sîn. Bunlar, Kur'an'ın ve apaçık1 olan Kitabın ayetleridir.

2 Mü'minler için bir hidayet ve bir müjdedir.2

3 Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı3 verirler ve onlar, ahirete kesin bilgiyle iman edenlerdir.

4 Ahirete4 inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yapmakta olduklarını süsleyivermişiz; böylece onlar, 'körlük içinde şaşkınca5 dolaşmaktadırlar.'

AÇIKLAMA

1. "Kitab-ı Mübin" terkibinin üç anlamı vardır. 1) Bu Kitap, öğreti, talimat ve emirlerini apaçık ortaya koyan, gösteren bir kitaptır. 2) Hak ile bâtılı açıkça ayırır ve 3) Onun ilâhî bir Kitap oluşunda şüphe yoktur. Uyanık bir gözle inceleyen herkes onun bizzat Hz. Peygamber (s.a) tarafından uydurulmuş olmadığını anlar.

2. Yani ayetlerin bizzat kendileri birer "hidayet" (rehber) ve müjdedirler. Çünkü onlar en mükemmel anlatımla müminlere hidayeti gösterir ve müjde verirler.

3. Yani, bu ayetler, yalnız şu iki vasfı taşıyanlara doğru yolu gösterir ve mutlu sonun müjdesini verir: 1) İmanı benimseyenler, yani Kur'an ve Hz. Muhammed'in davetini kabul edenler, rab ve ilah olarak Bir Allah'a inananlar, Kur'an'ı Allah'ın Kitap'ı kabul edenler, Hz. Peygamber'i (s.a) gerçek bir peygamber ve kendisinin önderi olduğunu, dünyadaki hayattan başka bir hayat bulunduğu inancını kabul edenler, orada yaptıklarının hesabını vermek zorunda olduğunu ve buna göre ödül veya ceza alacağına inananlar.

2) Ayetlerin müjdelerine layık olmak isteyenlerin imanı yalnızca dille ikrar etmeleri yetmez. Aynı zamanda ilâhî emirlere itaat etmeleri ve fiiilen uygulamaları gerekir. Bu teslimiyetin ilk göstergesi de namaz kılmak ve zekat vermektir. Kur'an ancak bu şartları taşıyan kimselere doğru yolu (hidayet) gösterir. Hayatın her aşamasında onlara hak ve bâtıl arasındaki farkı açıklar, hayatın her dönüm noktasında onları bâtıldan korur ve dünyadaki Hak Yol'u takip etmenin mutluluk ve zevkleri ile mükafatlandırır. Şüphesiz bu sayede ahirette ebedî kazanç sahibi olacak ve dolayısıyla Allah'ın rızasını kazanacaklardır. Nitekim bir kimsenin öğretmenden tam olarak faydalanabilmesi için herşeyden önce öğretmenine güvenmesi, sonra ona talebe olmayı kabul etmesi, daha sonra da talimatları doğrultusunda çalışması gerekir. Doktordan şifa görmeyi uman hastanın durumu da buna benzer. Hastanın öncelikle o kimseyi doktor olarak kabul etmesi ve ona güven duyması, sonra da ilaçların dozajı ve alacağı tedbirler konusunda kendisine verilecek talimata uyması ve dikkat etmesi gerekir. Ancak bu takdirde hekim hastaya, istenen neticeleri elde etme hususunda umut verebilir.

Bu ayetteki "yu'tûnez-zekat" ibaresini bazı kimseler "ahlak temizliğini benimseyenler" anlamında tefsir etmişlerdir. Fakat Kur'an'da "ikamet-i salat" tabiri ile birlikte kullanılan bütün "ita'üz-zekat" ibareleri "zekat vermek" anlamını dile getirir. Bilindiği gibi Zekat, 'Namaz'dan hemen sonra gelen İslam'ın ikinci temel direğidir. Ayrıca Kur'an burada 'Zekat' vermek manasında olan 'itâ' tabirini değil de, takva ve temizlenmek (arınma) anlamına gelen "tezekka" kelimesini kullanmıştır. Gerçekte, burada vurgulanmak istenen mânâ şudur: Kur'an'ın hidayetinden hakkıyla faydalanabilmek için, İman'ı kabul, 'Namaz'ı ifa ve 'Zekat'ı verdikten sonra kişinin benimseyeceği ilk açık hareket, hayatı yaşarken itaat ve teslimiyet tavrını fiilen kabul edip yaşamasıdır. Şayet görünürde böyle bir teslimiyetin alametleri yoksa, kişinin asi olacağı açıktır. Bu haliyle o, bir idarecinin varlığını kabul etmekle birlikte onun emirlerini yerine getirmekten kaçınan kişi gibi olur.

4. Ahiret'e inanmak imanın bir rüknüdür. Tevhîd ve peygamberlik müessesesiyle beraber bir mümin, buna da inanır. Ancak bu husus burada, onun asıl önemli yönünü özellikle ortaya koymak için ayrıca zikredilmiştir. Burada gaye, ahirete inanmayan kimseler için, Kur'an'ın ta'lim ettiği yolu takip etmenin imkansızlığını vurgulamaktır. Çünkü bu şekilde düşünen kimselerin, hayır ve şer konusundaki ölçülerini, tabiî olarak, bu dünyada görülen sonuçları tayin eder. Bundan dolayı, bu gibi insanların hayrı ve şerri ahiretteki kazanç veya kayıp ölçüsüyle tayin etmeyi hedef alan herhangi bir nasihatı veya hidayeti kabul etmeleri mümkün değildir.

İlk örnekteki kimseler, öğretilerine asla aldırmazlar. Ancak herhangi bir sebebten ötürü müminler arasında sayılsalar da iman ve İslâm yolunda ilk adımları atmak bile güç gelir. Bu da, ahirete olan inanç eksikliğinden dolayıdır. Onlar, dünyevî kazanç ve ahiretle ilgili menfaat arasında kaldıkları ilk durumda, ahiret kayıpları hususunda en ufak kaygı duymaksızın kendilerini rahatlıkla dünya menfaatlerinin bulunduğu yöne bırakıverirler.

5. Yani, "Bu, Allah'ın tabiattaki kanununun (=Sünnetullah) ve insan ruh yapısının tabiî mantığının bir sonucudur: İnsan, hayattaki mücadele sonuçlarının sadece bu dünya ile sınırlı olduğuna, dünyada yaptığı işlerinden dolayı hesaba çekilmeyeceği ve neticede, yaptıklarının hayır ve ya şer olduğu konusunda karar verecek herhangi bir mahkemenin varlığına inanmadığı zaman, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak hayata karşı, kendi iç dünyasında maddeci bir görüş ve anlayış geliştirir. Yine aynı şekilde kişi, dünya hayatında işlediği amellerin gerçek değerleriyle mütenasip olarak mutlaka karşılık göreceği bir öte dünya hayatının varlığına inanmazsa, o kimse, tabiî olarak hayat konusunda bencil bir kanaate sahip olur. Bunun neticesi olarak, Hakk ile bâtıl, hayır ile şer ve ahlâk ile ahlâksızlık arasında geçen her türlü mücadele bu insana bütünüyle mânâsız gelir. O takdirde kendisine, zevk ve neşeyi, maddî gelişme ve serveti, güç ve otoriteyi sağlayan herşey ona göre iyi olacaktır. Bunları sağlayan hayat anlayışı, hayat tarzı ve ahlâk sisteminin şu veya bu felsefeye dayanmış olması onun için önemli değildir. Neticede, böyle bir kimsenin, hak ve gerçekle alâkası kalmaz. Onun tek düşüncesi, sadece bu dünya hayatının başarılarını elde etmek ve nimetlerini devşirmek olacaktır. Bunları elde etme kaygısı tabiî olarak onu, her hususta yoldan çıkaracaktır. Daha sonra bu kanaatle dünya menfaatini elde etmek için yapacağı her hareket, ona güzel ve hoş görünecektir. Ayrıca, kendisi gibi dünya nimetlerini elde etme konusunda aşırı tutku göstermeyen, bu hususta fazla bir şey yapmayan ve bu gaye için hiçbir ahlâkî sınırlamayı tanımadan herşeyi göze almayanları da saf kimseler olarak görecektir.

Kur'an'da kafirlerin amellerinin kendilerine güzel gösterilmesi olayı, bazı yerlerde Allah'a, bazı yerlerde ise Şeytan'a atfen zikredilir. Kişinin dalâlete saplanıp, fıtratının bozulması durumunda yaptığı kötü işler kendine hoş gelir. İşte bu durumlarda kişinin amellerinin kendisine hoş gösterilmesi Allah'a izafe edilir. Kişinin şeytan tarafından kötü yola sürüklenmesi ve şeytanın ona bu yolu güzel göstermesi durumunda ise, tabiatı icabı burada şeytan zikredilir.

5 İşte onlar; en kötü azab6 onlarındır ve onlar ahirette de en büyük kayba uğrayanlardır.

6 Hiç şüphesiz, bu Kur'an, sana, hüküm ve hikmet sahibi olan, (ve her şeyi gerçeğiyle) bilen7 (Allah'ın) katından ilka edilmektedir.

7 Hani Musa ailesine:8 "Şüphesiz ben bir ateş gördüm" demişti. "Size ondan ya bir haber getireceğim veya ısınmanız için9 bir kor ateş getireceğim."

8 Oraya gittiğinde, kendisine seslenildi:10 "Ateş (yerin)de olanlar da, çevresinde bulunanlar da kutlu kılınmıştır. Alemlerin Rabbi olan11 Allah yücedir.

9 "Ey Musa, gerçekten ben, güçlü ve üstün, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ım."

10 "Asanı bırak;" (Bıraktı ve) onun çevik bir yılan12 gibi hareket etmekte olduğunu görünce, geriye doğru kaçtı ve arkasına bakmadı. "Ey Musa, korkma; şüphesiz ben(im); Benim yanımda13 peygamberler korkmaz."

AÇIKLAMA

6. Bu "kötü azab"ın şekli, zamanı ve yeri konusunda belli hiçbir şey söylenmemiştir. Çünkü bu azab bu dünyada, çeşitli şahıs, grup ve milletlere sayılamayacak kadar çeşitli şekillerde çektirilir: Kötü insanlar bu cezanın bir kısmını hayatta iken, bir kısmını ölüm ile Haşr arasında çekerler. Haşr'den daha sonra da bu azab, ebedî hale dönüşür.

7. Yani, Kur'an'da zikredilmekte olan hususlar ne hayalî, ne de bir insanın varsayımı ve kanaatlerine dayanır. Aksine bunlar, hakîm ve alîm bir varlığın vahyetmekte olduğu gerçeklerdir. O, hikmet ve ilim sıfatlarında kamildir. O, yarattığının geçmişi, hali ve geleceğine ait meseleleri hakkında eksiksiz bir ilme sahiptir. Hikmeti, kullarının ıslahı ve hidayeti için gerekli en uygun tasarı ve tedbirleri ortaya çıkarır.

8. Bu olay, Hz. Musa (a.s), Medyen'de sekiz on sene geçirdikten sonra ailesi ile birlikte yerleşmek için uygun bir yer aramak üzere dolaşması sırasında Tûr Dağı'nın eteğinde meydana gelmiştir. Akabe Körfezi'nin her iki tarafında, Arabistan ile Sina Yarımadası'nın deniz sahillerine kadar uzanan bir bölgeyi içine alan Medyen'den kalkarak adanın güneyinde Sina Dağı ile Cebel-i Musa adındaki yere vardı. Adı geçen yer, Kur'an nazil olduğu sırada "Tûr" diye meşhurdu. (Bu husus için bkz. Şuara an: 115). Bu kıssanın ayrıntıları Taha: 9-24. ayetlerin öncesinde ve bunu takip eden Kasas Suresi'nin 29-36. ayetler sonrasında verilmiştir.

9. Ayet metni, Hz. Musa'nın (a.s) soğuk bir kış gecesi tanımadığı ve bilmediği bir yerden geçmekte olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı ailesine şöyle der: "Gideyim ve şu ateş yanmakta olan mahallin nasıl bir şey olduğunu anlayayım. Seyahat güzergâhımız ve onun yakınındaki evler hakkında biraz bilgi alayım. Hiç olmazsa, ateş yakmanız ve ısınmanız için biraz ateş közü getireyim."

Hz. Musa'nın (a.s), yanmakta olan çalıyı gördüğü nokta, deniz seviyesinden yaklaşık 1500 m. yüksekliğinde, Tûr Dağı'nın eteğinde bir sahada idi. Roma Devleti'nin ilk Hristiyan İmparotoru Konstantine, M.S. takriben 365 yılında tam bu olayın meydana geldiği yerde bir kilise inşa ettirmiştir. Bundan ikiyüzyıl sonra İmparator Justinian aynı yerde, Konstantine'nin yaptırdığı kiliseyi de içine alan bir manastır yaptırdı. Gerek manastır ve gerek kilise bugün bile hâlâ ayakta ve Yunan Ortodox Kilisesi'ne bağlı rahiplerin idaresi altındadır.

10. Kasas Suresi'nin 30. ayetine göre, ağaçtan yükselen bir ses çağırmakta idi. Bundan anlayacağımız şey şudur: Vadinin kenarında bir yerde bir çeşit ateş yanmakta, fakat, ortada ne yanan bir şey ne de yükselen bir duman vardı. Ateşin ortasında duran yemyeşil bir ağaçtan birden bir ses çağırmaya başladı.

Bu tür garip ve tuhaf hadiselerin peygamberlerin hayatında vuku bulması gayet doğaldır. Hz. Peygamber(s.a) de peygamberlikle şereflendirildiği zaman, Hira mağarasında inzivada iken önünde bir melek göründü ve Allah'ın Vahyini sunmaya başladı. Buna benzer bir durum da Hz. Musa'ya vaki oldu. Bir yolcu bir yerde durur, uzakta bir ateş görür; yol güzergâhı hakkında biraz bilgi edinmek veya bir miktar ateş közü almak için ona yaklaşır. Bu esnada ihata edilmesi mümkün olmayan Alemlerin Rabbi Allah, ansızın onunla konuşmaya başlar. Bu gibi durumlarda peygamberlerin kendi içlerinde ve dışarda bir olağanüstülük bulunur. Bu sayede onlar, başlarına gelen şeylerin ne cin, ne şeytan, ne kendi zihnî yanılgılarının neticesi, ne de duyu organlarının bir aldanması olmadığı konusunda kesinlikle emindirler. Aksine, onlar muhataplarının ya Kainâtın Rabbi'nin bizzat kendisi veya onlara vahiy getiren melek olduğu konusunda emindirler. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Necm an:10)

11. "Sübhânellah" (Şânı yüce) terkibinin burada kullanılması ile Hz. Musa'nın (a.s) şu konuda dikkati çekilmek istenir: "Sakın sen, alemlerin Rabbi olan Allah'ın bu ağaçta oturmakta olduğunu veya o ağacın içine girdiğini sanmayasın. Yine sen, O'nun mutlak nurunun, senin dar görüş sahan içinde bizatihi toplanmış olduğunu sanma! Ayrıca duyduğun ve konuşmayı sağlamak üzere, ağız içinde bir dilin hareket ettirildiğini de düşünme! Aksine bu, herşeyden münezzeh ve bu gibi tüm sınırlamalardan uzak olan Allah'ın bizatihi kendisidir ve sana konuşmakta olan da O'dur."

12. A'raf ve Şuara surelerinde, yılan, büyük bir yılan mânâsına "sû'ban" denmiştir. Burada ise aksine, küçük ve çevik bir yılan anlamında "cânn" kelimesi kullanılmıştır. Böyle ayrı ayrı kelimelerin kullanılmasının sebebi, görünüşte büyük, fakat çevik ve süratle hareket etmesi bakımından küçük bir yılana benzer olmasındandır. Ta ha Suresi'nin 20. ayetinde aynı şey "hayyatun tes'a" (süratle hareket eden bir yılan) terkibi ile ifade edilmiştir.

13. Yani, "Benim huzurum'da, elçiye (Peygambere) zarar gelmez, O'nun için hiçbir tehlike sözkonusu değildir. Peygamberliğin yüksek mertebesine tayin etmek üzere bir kimseyi huzuruma çağırdığım zaman, onun güvenliğini de bizzat ben üstlenirim. Binaenaleyh, her türlü alışılmamış durumda rasûl korkmamalı ve emin olmalıdır. Bu gibi haller ona, hiç bir surette zarar vermez."

11 "Ancak zulmeden başka.14 Sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse, artık şüphesiz Ben, bağışlayanım, esirgeyenim."15

12 "Ve elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıkıversin, (bu,) Firavun ve kavmine olan dokuz ayet (mucize)16 içinde(n biri)dir. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdir."

13 Ayetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince dediler ki: "Bu, apaçık olan bir büyüdür."

14 Vicdanları kabul ettiği halde,17 zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak.

AÇIKLAMA

14. Bu İstisna, bir önceki ayetle birlikte veya ondan ayrı olarak düşünülebilir. Birinci durumda ayet, Rasûl şayet suç işlemişse korkması için haklı ve makul bir sebebin olduğunu ifade eder; ikinci durumda ise şöyle bir manayı içerir: "Şüphesiz, bir günah işlemedikten sonra bir kimsenin, benim huzurumda korkması için hiç bir neden yoktur."

15. Yani, "Şayet bir günahkâr tövbe eder, kendini ıslah etmeye çalışır ve şer yerine hayır olan şeyleri işlerse, ben de onu affeder, bağışlarım." Bu ibare, hem ihtarı, hem müjdeyi ifade eder. Hz. Musa (a.s), bir Kıptîyi öldürmüş ve Mısır'dan kaçmıştı. Buradaki üstü kapalı telmih işte bu suça yapılmıştır. İstemeyerek böyle bir günah işledikten sonra Hz. Musa (a.s),"Yarabbi ! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla!" (Kasas: 16) diyerek hemen tevbe etti.

Böylece Allah (da) onu affetti." Adeta burada, "Ya Musa ! Benim huzurumda korku hissetmen için haklı bir nedenin vardır. Çünkü sen bir kabahat işlemiş bulunuyorsun. Fakat, bu kötülüğü iyiliğe dönüştürdüğün, bundan vazgeçip tevbe ettiğinden, senin hakkında sadece af ve mağrifet dilerim. Bu anda seni buraya, cezalandırmak üzere çağırmış değilim. Aksine ben seni, mucizelerle desteklenmiş yüce bir vazife ile göndereceğim," diyerek affedildiği konusundaki müjdeli haberler de verilmiş oluyordu.

16. İsra Suresi'nin 101. ayetine göre, Hz. Musa'ya (a.s) gözle görülen dokuz ayet (mucize) verilmiştir. Hakkında A'raf Suresi'nde verilen ayrıntılı bilgiye göre bunlar şöyledir: 1- Yılan şekline dönüşen asa. 2- Koynundan çıkarıldığında ışık saçan el (Yed-İ Beyza). 3- Sihirbazları açıkça yenilgiye uğratması. 4- Hz Musa'nın (a.s) daha önceden verdiği habere göre uygun olarak, ülkede umumi bir kıtlığın meydana gelişi. 5- Fırtına (Tufan). 6- Çekirge. 7- Ve ambarlarda buğdayları yiyip bitiren buğday kurdu ile beraber insan ve hayvanları saran bit istilası olayı. 8- Her tarafı kurbağaların kaplaması. 9- Gökten yağmur halinde kan yağması. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Zuhruf an: 43)

17. Kur'an-ı Kerim'in daha başka yerlerinde zikredildiği gibi, Hz. Musa'nın (a.s) önceden verdiği habere uygun olarak Mısır'a bir musibet geldiği zaman Firavun, ona müracaat ederek " Ey Musa ! Rabbine dua et de üzerimizden bu musibeti kaldırsın; biz de o zaman sana inanalım ve seninle birlikte İsrailoğulları'nı salalım" derdi. Fakat musibet kalkınca Firavun verdiği sözü tutmaz, yapmaya söz verdiğini yapmazdı. (A'raf: 134, Zuhruf: 49-50), Aynı hususu(Çıkış: 8-10. bölümlerinde) Kitab-ı Mukaddes de zikretmiştir. Yoksa, ülkeyi baştan başa kaplayan bir kıtlığın vukuu, şiddetli bir tufanın gelişi, aşırı derecede haşerat, kurbağa ve buğday kurdunun (güveler peydahlanması), her hangi bir sihir oyununa bağlı olarak tahayyül bile edilemezdi. Gösterilen mucizeler aptal bir kimsenin dahi anlayacağı şekilde açıktı. Hatta felaketlerin böyle geniş alanlarda meydana gelmesi ve bunların bütün yaratıkların halıkı ve rabbi olan yalnız Allah'ın gücü ve kudretine bağlı olarak Peygamber'in duası ile ortadan kalktığını anlamaması mümkün değildi. İşte bu sebeblerden dolayı Hz. Musa (a.s) Firavun'a şöyle dedi; (Ey Firavun !) göklerin ve yerin Rabbi'nin bunları, sırf deliller olarak insanlara indirdiğini pekâla biliyorsun. " (İsra: 102) Fakat Firavun ve avanesinin Musa Peygamber'i bile bile reddetmelerinin sebebi şu idi: "Neee .....! Şu iki adamın kavmi daha önce bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp bizim gibi bu iki insana mı inanacağız?" (Müminun:47)

15 Andolsun, biz Davud'a ve Süleyman'a18 bir ilim verdik: "Bizi inanmış kullarından19 birçoğuna göre üstün kılan Allah'a hamdolsun" dediler.

16 Süleyman, Davud'a mirasçı oldu20 ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili21 öğretildi ve bize her şeyden22 (bol bir nimet) verildi. Hiç şüphesiz bu, apaçık olan bir üstünlüktür."

AÇIKLAMA

18. Yani Hakikat bilgisi, sahip oldukları şeylerin sadece Allah'ın bir lütfu olduğu konusundaki bilgileri demektir. Yani eşyayı tasarruf hususunda kendilerine verilen hakların, Allah'ın iradesine tam uygun bir şekilde kullanılmasının gerektiği konusundaki bilgi. Çünkü kendilerine ilim verilen kimseler, bu hak ve yetkilerin doğru veya yanlış kullanılmasından dolayı bunların gerçek sahibi (maliki) Allah huzurunda hesaba çekilecektir. İşte bu, bunun şuurunda olanlardaki ilim demektir. Bu ilim ise, Firavun'un içine yuvarlandığı cehaletin zıddıdır. Bu cehalet üzerine inşa edilen karakter tipi, daha önce sunulmuş bulunuyor. Aşağıda gelen ayetlerle şimdi, ilim temeli üzerine yoğrulan şahsiyet tipi anlatılmaktadır. Hakimiyet, servet, güç ve büyüklük gibi hususlar her iki karakter sahiplerinde de müşterek özellikler teşkil ediyordu. Hz. Davud ve Süleyman'a (a.s) verildiği gibi bu imkanlar, Firavun'a da verilmişti. Fakat aralarındaki ilim ve cehalet ayırımı onları, bütünüyle birbirinden ayrı şahsiyetler halinde yoğurmuştur.

19. Yani, "Yeryüzündeki hilafeti şereflendirebilecek daha başka inanan kulları da vardı. Fakat bizim bu durumumuz, bizdeki herhangi bir özelliğimizden dolayı değil, aksine sadece Allah'ın bir lütfudur. Bu mülk üzerine idareci olarak bizi, O, seçmiştir."

20. " Yerine geçmek " demek burada, servet ve mülkün varisi olmak mânâsına gelmez; aksine, peygamberlik ve halifelik konusunda Davud'a (a.s) varis olmak mânâsınadır. Çünkü, intikal etmiş olan servet olmuş olsaydı, sadece Hz. Süleyman'a (a.s) geçmezdi. Zira Davud'un (a.s) daha başka çocukları da vardı.Binaenaleyh bu ayet, Hz. Peygamber'den (s.a) nakledilen hadisi geçersiz kılacak bir mânâda anlaşılamaz. Şöyle ki, Peygamberimiz (s.a) bir hadislerinde: "Biz peygamberlerin, geriye bıraktığı miras olarak paylaştırılamaz, onlar sadakadır" (Buhari). Yine: " Peygamberlerin hiçbir varisi yoktur. Geride ne bırakırlarsa mutaç ve fakir müslümanlar arasında taksim edilir. " (Ahmet b. Hanbel, Müsned:, Ebû Bekir'den gelen 60. ve 78. no'lu hadisler.)

Hz. Süleyman (a.s), Hz. Davud'un (a.s) en küçük oğlu idi. İbranîce olan Salomon ismi, akl-ı selim ve nazik mânâlarına gelen Selim ile eş anlamlıdır. O, Hz. Davud'un (a.s) yerine geçti. (M.Ö 965) ve (M.Ö 926) yılına kadar kırk yıl süre ile onun krallığını idare etti. (O'nun hayatı ve icraatları hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Hicr:7 ve Enbiyâ 74-75. ayetlerin açıklama notları.) Ülkesinin genişliği konusunda tefsircilerimiz abartmalarda bulunmuş ve onun, dünyanın büyük bölümünde hüküm sürdüğünü ileri sürmüşlerdir. Mamafih gerçek olanı şudur: O'nun krallığı, sadece bugünkü Filistin, Ürdün ve Suriye'nin bir kısmını içine alıyordu.

21. Hz. Süleyman'a (a.s) kuş ve hayvan dillerinin öğretilmiş olduğuna dair Kitab-ı Mukaddes'te hiçbir işaret yoktur. Fakat İsrailî kaynaklı eserlerde bilgiler vardır. (Bkz. Yahudi (Jewish) Ansiklopedisi, cild:11,sh:439)

22. Yani " Allah bize, her türlü şeyle ihsanda bulundu." Mamafih bu husus, lügat mânâsı ile anlaşılmamalı; sadece Allah'ın ihsanda bulunduğu servet ve hayat imkanlarının bolluğunu ifade eder. Hz. Süleyman (a.s) bunu, gururlanmak için değil, sadece Allah'ın lütfu, ihsanı ve bereketine karşı şükrünü ifade etmek için söylemiştir.

17 Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan23 orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı.

18 Nihayet karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi ki: "Ey karınca topluluğu, kendi yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın24 sizi kırıp-geçmesin."

19 (Süleyman) Onun bu sözü üzerine gülerek tebessüm etti ve dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et25 ve beni rahmetinle salih kullarının26 arasına kat."

AÇIKLAMA

23. Tevrat olsun İncil olsun, hiçbiri Hz. Süleyman'ın (a.s) ordularında cinlerin olduğuna ve Peygamber'in onları istihdam ettiğine dair hiçbir atıfta bulunmazlar. Fakat Talmud ve hahamlara ait rivayetlerde, bu hususta ayrıntılı bilgiler vardır. (Yahudi (Jewish) Ansiklopedisi: Cild:11, sh: 440).Günümüz yazarlarından bazıları, ayetteki 'cin' ve 'tair' kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini; aksine, Hz. Süleyman'ın (a.s) ordusunda çok çeşitli vazifeler icra eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: 'Cin' kelimesinin, Hz. Süleyman'ın (a.s) idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kaabiliyet gerektiren olağanüstü işler yapan dağ kabileleri, 'tair' kelimesinin de, piyade askerden çok daha süratli haraket edebilen süvarileri ifade ettiğini söylerler.

Ne var ki bunlar, Kur'an-ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur'an-ı Kerim burada, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i tarif) ön eki kullanılmıştır. Binaenaleyh "el-cin" ve "et-tair" kelimeleri ve mânâları "el-ins" kelimesinin içine dahil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür. Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs tek "el-cin" kelimesinin bir grup insanı veya "et-tair"in atlı askerî birlikleri ima ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi bir Arapda bu kelimelerden bu mânâları çıkarmaz. Olağanüstü bir maharetinden dolayı bir adama cin, güzelliği sesebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecazi olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimelerinin sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi mânâsına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil mecazî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecazi anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz olduğuna dair bir karine varsa, ancak o zaman onu muhatap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada "cin" ve "tair" kelimelerin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karineden anlayabiliriz ? Oysa bunun aksine, takip eden ayetlerden zikredilen iki gruptan her bir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şayet bir kimse Kur'an'da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur'an-ı Kerim'deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur'an'ın dediğine inandığınıda dünyaya ilan ederse, aslında bu kimse, Kur'an'a değil, kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entellektüel namus yoksunluğundan başka bir şey değildir.

24. Günümüz müfessirlerinden bir kısmı, bu ayete çok ters bir mânâ vermişlerdir. Bunlar, "vadi'n-neml" terkibinin "karıncalar vadisi" anlamını ifade etmediğini, aksine, Suriye'de bu isimde bir vadinin bulunduğunu, "nemle"nin de, karınca değil, bu vadide yaşamış olan bir kabilenin ismi olduğunu söylerler. Dolayısıyla bunlara göre ayet şöyle bir anlama gelir: "Hz. Süleyman (a.s), bu karınca vadisine vardığı zaman, Nemle kabilesine mensup biri: 'Ey Nemle kabilesi halkı....' diye başlayan ayette işaret edilen konuşmasını yaptı." Ancak bu da, Kur'an ayetlerinin desteklemediği bir tefsirdir. "Vadi'n-neml" terkibinin, bir vadinin ismi olduğunu kabul etsek ve Beni Nemle adında da bir kabile ile de meskûn olduğunu farzetsek bile, böyle bir kabileye mensup birinden 'Nemle' diye bahsetmemiz Arapça ifade tarzına ve kullanımına aykırıdır.

Hayvan isimleri ile anılan birçok Arap kabilesi - mesela, Esed (aslan), Kelb (köpek) gibi- bulunmasına rağmen hiçbir Arap, Kelb veya Esed kabilesinin mensûbundan; " Bir köpek dedi" veya " Bir aslan dedi" diye bahsetmez. Binaenaleyh "Nemle" kabilesine mensup birisinden; " Bunu bir karınca dedi" diye sözetmek Arapça ifade tarzına aykırı olur. Sonra, Nemle kabilesinden bir ferdin; "Ey karıncalar ! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman (a.s) ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler." diyerek konuşması anlamsız olur. İnsanlardan oluşmuş bir ordunun, bir grup insanı farkında olmayarak ezdiği (tarihte) hiç vaki değildir. Eğer bir ordu bir yere hücum niyeti ile gelmişse, baskına uğrayan tarafın evlerine sığınmaları zaten bir fayda vermez. Çünkü işgalciler onları evlerine kadar takip eder ve daha acımasız bir şekilde ezerdi. Fakat ordu sadece sefer yürüyüşü halinde ise ona, yalnızca yolu açmak yeterli olur. Orduların sefer yürüyüşlerinden insanlar zarar görebilir, ancak farkında olmayarak insanları ezmeleri hiç de olacak şey değildir. Binaenaleyh, şayet Beni Nemle insanlardan meydana gelen bir kabile ve böyle bir hucüm anında, fertlerden biri kendi kabilesini uyarmak zorunda kalmış olsaydı, o şöyle demiş olurdu: "Ey Nemleliler! Hz. Süleyman'ın (a.s) ordularının sizi ezip imha etmemeleri için, evlerinizi terkedip dağlara sığının." Dahası, bir hücûm tehlikesinin sözkonusu olmadığı bir durumda o şöyle demiş olurdu: "Ey Nemleliler! Hz. Süleyman'ın (a.s) ordularının sizi ezip imha etmemesi için, evlerinizi terkedip dağlara sığının. " Dahası, bir hucüm tehlikesinin söz konusu olmadığı bir durumda o şöyle demiş olacaktı: "Ey Nemleliler! Hz. Süleyman'ın (a.s) ordularının geçişinin size zarar vermemesi için yolları açınız."

Ayetin yorumundaki bu hata, Arapça ifade tarzı ve konunun yanlış anlaşılmasından ileri geliyor.Terkibin vâdi ismi ve orada oturan Beni Nemle kabilesinin ismi olmasına gelince bu, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan sırf bir varsayımdan ibarettir. "Vadi'n-neml"in bir vadi ismi olduğunu kabul edenler,içinde çok miktarda karınca bulunması nedeniyle böyle bir isim almış olduğuna bizzat işaret etmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Katede ve Mukatil, "Bu bölge, karıncası bol bir vadidir. " derler. Hiçbir tarih ve coğrafya kitabı ile hiçbir arkeolojik kazı, bir önceki görüşün aksine orada, Beni Nemle adında bir kabilenin yaşamış oduğunu zikretmez. Öyleyse bundan böyle bir mânâ çıkarmak, kişinin kendi kişisel yorumunu desteklemek için ortaya attığı, tam bir hezeyanıdır.

Böyle bir kıssa İsrail rivayetlerinde vardır. Ancak oradaki hikayenin son bölümü, Hz. Süleyman'ın (a.s) vakarına olduğu kadar Kur'an'a da terstir. Bu açıklamaya göre Hz. Süleyman (a.s) karıncası bol vadiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: "Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Hz. Süleyman'ın orduları sizi çiğneyecektir." Bu anda Hz. Süleyman (a.s) karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, "Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz ? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk! " diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Hz. Süleyman (a.s), bu durum karşısında çok utandı ve mahcûp oldu. (Yahudi Ansiklopedisi, Cild 11, sh: 440).

Bu husus Kur'an-ı Kerim'in İsrailoğulları'nın çarpıtmış oldukları rivayetleri nasıl düzelttiğini ve peygamberlerinin temiz şahsiyetlerini,bizzat İsraillilerin bulaştırdığı çirkinlik ve ayıplardan nasıl temizlediğini gösterir. İsrailoğullarına gönderilen peygamberler hakkındaki Kur'an'ın bu açıklamalarını ele alan batılı müsteşrikler, Kur'an'ın bu kısımları, İsrailiyyattan aşırdığını hayasızca iddia ederler.

Bir karıncanın kendi türünün fertlerini, vukubulacak bir tehlike karşısında uyarması ve yuvalarına girmelerini söylemesi aklen hiç de hayret verici değildir. Hz Süleyman'ın (a.s) bunu nasıl işittiği sorusuna gelince, bunun cevabı şudur: Vahiy Kelam'ı gibi çok hafif bir çağrıyı kavrayıp anlayabilen duyular sahibi bir şahıs için, karıncanın sesli konuşmasını anlamak hiç de zor değildir.

25." Rabbim ! Beni nefsimle başbaşa bırakma ! (günah işlemekten beni koru), (....) lütfettiğin nimetlerinden dolayı sana şükretmemi ve senin beğeneceğin faydalı iş yapmamı gönlüme ilham et !" cümlesi şunu demek ister: "Ey Rabbim ! Sen bana fevkalade üstün yetenekler bahşettin. Ancak, en ufak bir gaflet ve dikkatsizlik göstersem kulluk hududlarını aşabilir ve kibirlenip neticede doğru yoldan sapabilirim. Bundan dolayı, ey Rabbim, kötülüklerden beni alıkoy ki, tüm nimetlerinden dolayı nankörlük etmeyeyim ve sana karşı minnettarlığım devam etsin."

26. Ayetin "Beni salih kullarının arasına al." kısmı muhtelemen şuna işaret eder: " Ben ahirette iyi kullarının arasına alınayım ve onlarla beraber cennetine girenlerden olayım. " Çünkü salih amel işleyen kimse kendiliğinden salihlerden olur. Gene de insanın, sadece iyi amellerinin sonucu cennete girmesi mümkün değildir. Bu husus ancak Allah'ın rahmetine bağlıdır. Hadis-i Şerife göre Hz. Peygamber (s.a) bir gün şöyle buyurdular: " Sizden birisinin sadece amelleri, o kişiyi cennete sokamaz." " Durum sizin için de aynı mı, ya Rasûlellah?" diye sorulduğunda da: " Evet, yüce Allah'ın beni kaplayan rahmeti olmadıkça, ben dahi, sadece amellerimin desteği ile cennete giremeyeceğim" diye cevap verdiler.

" En-neml" insanlardan müteşekkil bir kabile, 'nemle'de bu kabileye mensup bir fert mânâsına alınırsa, Hz. Süleyman'ın (a.s) bu münasebetle yapmış olduğu duası yersiz ve mânâsız olur. Netice itibariyle bir kimsenin kabilesini güçlü bir hükümdarın ordularının yaklaşmakta olduğu hususunda uyarmasında, o hükümdarı, Allah'a böyle bir dua yapmaya zorlayacak olağanüstü hiçbir durum olmaması gerekirdi. Maamafih böyle muhteşem ve anlamlı bir güce sahip birisinin, karıncanın konuşmasını uzaktan duyabilmesi ve anlamasında şüphesiz o kimseyi gurur ve kibire sevkedecek bazı olağanüstülükler vardır. Bu da insanı gurur ve kibire sevkeder. Ancak böyle bir durumda, Hz. Süleyman'ın (a.s) yaptığı duanın bir anlamı olabilir.

20 Ve kuşları denetledikten27 sonra dedi ki: "Hüdhüd'ü neden göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu?"

21 "Onu gerçekten şiddetli bir azabla azablandıracağım, ya da onu boğazlayacağım veya o, bana apaçık olan ispatlayıcı bir delil28 getirmelidir."

22 Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: "Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan29 kesin bir haber getirdim."

23 "Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her şeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var."

AÇIKLAMA

27. Yani Süleyman (a.s), asker kuşlarını teftiş etti. Daha önce anlatıldığı gibi Hz. Süleyman'ın (a.s) insanlardan ve cinlerden oluşan ordularını teftiş ettiği gibi kuşlardan meydana gelen birlikleri de teftiş etti. Hz. Süleyman (a.s) bu kuş birliklerini, muhtelemen haberleşme, avlanma ve buna benzer görevler için kullanıyordu.

28. Çağımızda bazı kimseler "Hüdhüd" kelimesinin, genellikle bu isimle bilinen kuşu ifade etmediğini, aksine bunun, Hz. Süleyman'ın (a.s) ordusunda görevli bir subayın ismi olduğunu söylemektedirler.

Bu iddia her hangi bir tarihi araştırmaya dayalı değildir. Hz. Süleyman'ın (a.s) hükümetindeki görevliler arasında 'Hüdhüd' adında bir şahsın bulunabileceğini gösteren herhangi bir tarihi delil yoktur. Tersine bunlar iddialarını, diğer dillerde ve İbranicede görüldüğü gibi Arapçada da yaygın olan insanlara hayvan ismi verme geleneğinin yaygın olduğu görüşüne dayandırırlar. Ayrıca bu iddia sahiplerine göre daha sonraki ayetlerde 'Hüdhüd'e isnad edilen iş ve Hz. Süleyman'la (a.s) yapılan karşılıklı konuşma, ancak bir insan tarafından yapılabilir. Oysa bunun aksine bir kimse, Kur'an-ı Kerim'de bu olayın geçtiği metni gözönünde bulundurursa, açıkça görülür ki bu, Kur'ân'ın tefsiri değil, tahrifidir. Sonra bütün bunlar bir tarafa, Kur'an-ı Kerim, insan akıl ve zekâsını sınamak için neden bu karmaşık dili kullanmış olsun? Yani Hz. Süleyman'ın (a.s) süvarilerinden bir askerin kaybolduğunu, sonra onun bu askerin aranmasını emrettiğini, daha sonra askerin geri geldiğini ve Hz. Süleyman'ın onu görevlendirdiğini bu kadar karmaşık bir dille anlatsın ve bir kuşla konuşurmuş gibi bir ifade kullansın? Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de sunulduğu gibi olayları sırasıyla gözden geçirelim. Önce Hz. Süleyman (a.s) lütuf ve ihsanından dolayı Allah'a karşı şükür borcunu dile getirir: "Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi." Birincisi bu cümlede, Arap ve Arapça bilen herkesin ilk elde kesin olarak kuş olduğunu anlayacağı 'tâir' kelimesi kullanılmıştır. Çünkü kelimenin mecaz olarak kullanıldığını metinde gösteren hiçbir işaret yoktur. İkincisi 'tâir' sözcüğü şayet bir kuşa değil de bir grup insana işaret etseydi, "söz' kelimesi yerine bununla ilgili olarak 'dil' ve 'lisan' sözcüğü kullanılmış olacaktı. Yine bir kimsenin başka bir kavmin dilini bilmesinde özellikle zikredilmeye değer bir olağanüstülük yoktur. Bugün aramızda birçok dili konuşabilen ve anlayabilen binlerce insan vardır. Bu hiç de Allah'ın fevkalade bir lütfu diye zikredilebilecek veya görülmemiş bir başarı değildir.

Ayrıca Kur'an, "Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordular toplandı, " diyor. Herşeyden önce bu cümlede, Arapçada 'cin', 'ins', 'tâir' kelimeleri, çok iyi bilinen ve birbirinden tamamen farklı üç ayrı tür için isim olarak kullanılmıştır. Arapça'da bu sözcükler bu türleri ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu kelimeler metinde açık ve kesin anlamlarıyla yer almış bulunuyorlar. Bu kelimelerin ayetlerde mecaz veya teşbih olarak kullanıldığını gösterecek hiçbir karine de yoktur ki, insan bunları lügat manaları dışında başka bir anlama yorsun. Ayrıca 'ins' kelimesi, 'cin' ve 'tâir' sözcüklerinin arasına gelmiştir. Bu da, aslında bu kelimeyi 'cin' ve 'tâir'in insan türü içine dâhil olan iki grup olduğu mânâsına alınmasına mânidir. Böyle bir mânâ düşünülmüş olsaydı ifadelerde: "Min el-cin ve'l-ins ve't-tâir" değil; "el-cin ve't-tâir min el-ins" şeklinde olurdu.

Ayetlerin devamından anlıyoruz ki, Hz. Süleyman (a.s) bu sözü, kuşları teftişi sırasında "Hüdhüd"ün olmadığını gördüğünde söylemiştir. Şâyet 'tâir' insanlar demek ve 'Hüdhüd' de bir insanın ismi olsaydı o zaman, en azından okuyucunun kelimeyi kuş diye anlamaması için, bunu belirtmek üzere bir iki kelime ilâve edilmesi gerekirdi. Zikredilmekte olan grubun kuşlar ve onlardan birinin adı da 'Hüdhüd' olduğu açıkça belli iken okuyucunun, bunların insan olduğunu kendiliğinden anlaması nasıl beklenebilir.

Sonra Hz. Süleyman (a.s) devamla şöyle diyor: "Bana makul bir özür sunmazsa ona ağır bir ceza vereceğim ya da onu keseceğim." Bir insan öldürülür, asılır veya ölüme mahkum edilir, fakat hiçbir zaman boğazlanmaz. Bazı katı yürekli kimseler intikam almak için düşmanını boğazlayabilir. Ancak böyle bir şey bir peygamberden beklenemez. Sadece firar etme suçundan dolayı bir askeri bir peygamberin, kafası kesilerek ölüme mahkum etmesi ve peygamberin bu çirkin hareketine karşı Allah'ın memnuniyetsizliğini belirtecek bir kelime bile zikretmeden, bu menhus olaydan söz etmesi beklenemez.

Biraz sonra Hz. Süleyman'ın (a.s) bir mektupla aynı 'Hüdhüd'ü Sebe Melikesine gönderdiğini ve "mektubu Melike'nin önüne at" dediğini görüyoruz. Böyle bir talimat şüphesiz ancak kuşa verilir. Yoksa ulak veya elçi olarak gönderilen bir adama asla buna benzer bir emir verilmez. Bir kralın elçisini, bir mektupla başka bir ülkenin kraliçesine göndereceğine ve mektubunu onun önüne havadan bırakmasını veya atmasını emredeceğine ancak aptal birisi inanabilir. Hizmetçimizi bir komşumuza gönderdiğimiz zaman, bizim gibi sıradan birisinin bile gözettiği en basit görgü kurallarını, Hz. Süleyman'ın (a.s) bilmediğini mi düşünelim yani? Bir beyefendi hizmetçisine, mektubunu başka bir beyefendiye götürmesini ve önüne fırlatmasını (atmasını) hiç söyler mi? Bütün bunlar, 'Hüdhüd' kelimesinin burada, insanı değil, aksine bir kuşu ifade ettiğini belirtir ve kelimenin lügat mânâsında kullanıldığını gösterir.

Şimdi, eğer bir kimse Kur'an-ı Kerim'de isnad edilen bu şeyleri "Hüdhüd"ün söyleyebileceğine inanmıyorsa (buna ruhen hazır değilse), kalkıp Kur'an'ın bu rivayetine inanmadığını açık açık (mertçe), eğip bükmeden söylemelidir. Sırf kendi imansızlığını gizlemek (örtbas etmek) için, bir kimsenin kalkıp, Kur'an-ı Kerim'deki açık-seçik kelimelere yanlış mânâ vermesi tam bir münafıklıktır.

29. Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de, şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzey-doğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da; Yemen ve Hadramut, Afrika'da da Habeşiştan'ı idare etmiş, Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler, bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dahil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhûr olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de, ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur suları toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. Kur'an-ı Kerim de, Sebe Suresinin 15. ayetinde buna işaret eder.

Hüdhüd'ün söylediği "Senin bilmediğin şeyler hakkında bilgi edindim" anlamındaki cümle, Hz. Süleyman'ın (a.s) Sebe ülkesi hakkında hiç haberi olmadığını göstermez. Sınırları Kuzey Kızıldenizine (Akabe Körfezi ve çevresine) kadar uzanan Filistin ve Suriye hükümdarının, aynı denizin güney (Yemen ve çevresi) kıyılarını idare eden ve dünya ticaretinin de en önemli bir kısmını ellerinde tutan bir kavimden haberi olmaması imkansızdır (düşünülemez). Kaldı ki, Mezmurlar'a göre, Hz. Süleyman'ın (a.s.) babası Davud (a.s.) Sebe ülkesini biliyordu. Mezmurlar'da nakledilen duasında aşağıdaki kısımlara rastlamaktayız: "Ey Allah(ım), krala senin hükümlerini ve kralın oğluna senin adaletini (doğruluğunu) ver. Senin kavmine adaletle ve zayıf kullarına hakk ile hükmetsin." (Mezmurlar, 72: 1-2) "Tarşiş ve adaların kralları ona baç getirsinler; Şeba ve Sebe (Yemen ve Habeş kolları) kralları hediyeler takdim etsinler." (Mezmurlar, 72: 9-10)

O halde 'Hüdhüd'ün demek istediği husus şudur: "Sebelilerin merkez şehrinde gözlerimle görüp de bildiğim şeyler hakkında sana henüz bir bilgi ulaşmış bulunmuyor."

24 "Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde30 etmektelerken buldum, onlara şeytan31 yapmakta olduklarını süslemiştir,32 böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."

25 "Ki onlar, göklerde ve yerde33 saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da34 bilmekte olan Allah'a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar)."

26 "O Allah, "O'ndan başka ilah yoktur, büyük Arş'ın da Rabbidir."35

AÇIKLAMA

30. Bu da, Sebe halkının o dönemde, güneşe-tapmayı esas alan bir dine mensup olduğunu gösterir. Eski Arap rivayetleri de bu hususu doğrular mahiyettedir. İbn İshak, Soybilimcilerin bu mealdeki ifadelerini nakletmiş bulunuyor. Şöyle ki, Sebeliler aslında, adı Abdüşşems (güneşin kulu veya güneşe tapan), ünvanı da 'Sebe' olan bir atanın soyundan gelmişlerdir. Böyle bir izah İsrail kaynaklarınca da desteklenmektedir. Bütün bunlara göre, 'Hüdhüd' Hz. Süleyman'ın (a.s) mektubu ile bu ülkeye vardığı anda, Sebe melikesi güneş tanrısına tapmak üzere mabede doğru gidiyordu. Ve "Hüdhüd" o sırada getirdiği mektubu melikenin önüne attı.

31. Buradan itibaren paragrafın sonuna kadar olan kısmın, 'Hüdhüd'ün konuşmasından bir parça olmadığı, aksine konuşmasının, "onları güneşe secde eder gördüm" cümlesiyle bittiğini anlıyoruz. Üslûp da gösteriyor ki bu, kuşun konuşmasına Allah tarafından yapılan bir ilavedir."

O, gizlediğiniz ve ortaya çıkardığınız her şeyi bilir," cümlesi ile onun konuşması bitmiştir. Bu ifadeler, burada konuşanın 'Hüdhüd', muhatapların da Hz. Süleyman ve maiyyetinin olmadığı, aksine hitapta bulunanın Allah ve muhataplarının da Mekkeli müşrikler olduğu intibaını veriyor. Bu kıssa, ibret alsınlar diye onlara anlatılmıştır. Müfessirlerden 'Ruhu'l-Meanî' sahibi Allame Alûsî de aynı görüşü tercih etmiştir.

32. Yani "Şeytan onları, maddî ve manevî güçlerini, dünya nimetlerini elde etmek ve hayatlarını giderek daha müreffeh ve görkemli hale getirmek uğrunda harcamalarının yegâne gerçek ve yerinde kullanma yolu olduğuna inandırmıştı. Ayrıca, başka bir şeyi ciddi olarak düşünmeleri de gerekmezdi. Bu görünen hayatın ötesinde fiilî bir gerçeklik olup-olmadğı hususunda düşünüp kendilerinin huzursuz olmalarının da bir mânâsı yoktu. Aynı zamanda, din, ahlâk, kültür ve hayat tarzlarını şekillendiren sistemin dışında bir gerçeğin (Hakikat) varlığı ve yaşayışlarının bütünüyle buna zıt olup-olmadığını düşünmek artık onlar için anlamsız bir iş idi. Zengin olma, güç ve maddî refah yönünde yeterli gelişmeyi sağlamakta oldukları hususunda şeytan onları ikna edince, artık onlar da inanç, ilim ve kanaatlerinin doğru olup-olmadığı konusunda düşünmeye hiç ihtiyaç duymadılar. Çünkü kendilerince doğru olduklarının tek delili; servet elde etmeleri ve gönüllerince hayatlarını yaşamaları idi."

33. Yani yerden bitmelerinden önce şurada-burada gizli olarak bulunup etrafımızda görmekte olduğumuz şeyleri Allah (c.c.), sürekli olarak varlık alemine çıkarıyor; sayısız bitki türlerini ve maden çeşitlerini toprağın derinliklerinden devamlı bir şekilde ortaya çıkarıyor; bitmeden önce insanın hayal bile edemeyeceği şeyleri, uzayın üst tabakalarından sürekli olarak gözlerimizin önüne seriyor.

34. Yani, Allah'ın (c.c) ilmi her şeyi kuşatır; gizli-aşikâr O'nun için farketmez; O, her şeyden haberdardır.

Allah'ın (c.c) bu iki sıfatının zikredilmesinden maksat, şeytan aldatmamış olsaydı, onların hakkı açıkça görebilmiş olacakları hususunu vurgulamaktır. Yani, kendi varlığından habersiz kızgın (ateşten) güneş küresinin tapılmaya layık olmadığının farkına varmış olacaklardı. Aksine ibadetin, Alîm, Hakîm ve her yeni şeyi varlık alemine çıkaran ve sonsuza dek çıkaracak kadir-i mutlak yalnız tek Allah'a ait olduğunu anlarlardı.

35. Bu, okunduğu zaman secde yapmanın vacip olduğu Kur'an ayetlerinden birisidir. Bu konuda müçtehidlerin icmaı vardır. Burada secde etmenin mânâsı şudur: Bir müminin, kendisini güneşe tapanlardan ayırması ve bu davranışıyla, ilah ve rabb olarak yalnızca Yüce Allah'ı tanıdığını fiilen ilan etmesidir.

27 (Süleyman:) "Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi.

28 "Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak, sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?"36

29 (Hüdhüd'ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs:) Dedi ki: "Ey önde gelenler, gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı."

30 "Gerçek şu ki, bu, Süleyman'dandır ve 'Şüphesiz Rahman Rahim Olan Allah'ın Adıyla' (başlamakta)dır."

31 (İçinde de:) "Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olmuşlar olarak gelin" diye (yazılmaktadır).37

AÇIKLAMA

36. "Hüdhüd"ün rolü burada sona eriyor. Rasyonalistler, onun bir kuş olduğunu inkar etmektedirler. Onlarca, temyiz ve ifade gücü gibi kabiliyetlerin, bir kuşta bulunması aklen mümkün değildir. Nitekim, bir ülkeye gitmesi ve orasının Sebe toprakları olduğunu anlaması, orada şöyle vaya böyle bir idare sisteminin varlığını, belli bir kadının idare ettiğini, güneşe-tapmanın onların dini olduğu, bir tanrıya tapmış olmaları gerekirken sapıttıkları gibi karmaşık hususları bir kuşun bilemeyeceğini ileri sürerler.

Üstelik kuşun, dönüşünde, Hz. Süleyman'a (a.s), son derece ayrıntılı bir raporu sunmasının yine aklî bakımdan mümkün olmadığını iddia ederler. Sadece bu basit sebeplerden dolayı şaşkın ateistler, hayvan hikâyeleri ve masallardan (Kelile ve Dimne) ibaret bir kitap olduğunu ileri sürerek Kur'an'ı reddederler. Diğer taraftan ise, Kur'an'ı akıl yoluyla yorumlamaya çalışanlar, "Hüdhüd"ün kuş değil, aksine bir insan olduğunu ispat etmek için de Kur'an'ın açık kelimelerine yanlış mânâlar verirler.

Fakat (aslında) işin aslı şudur: Peki bu beyler, çeşitli hayvan türleri ile onların çeşitli fertleri hakkında, bu kadar kesin konuşabilecekleri hangi sağlam bilgilere sahiptirler acaba? Halbuki onların bu konuda sahip oldukları bilgi, hayvanların hayatı ve davranışlarından yalnızca onların dikkatini çekenleri, sadece üstünkörü ve yetersiz gözlemin neticesinden çıkardıkları bir takım sonuçlardan ibarettir. Doğrusu insanoğlu, çeşitli hayvanların neyi ne kadar bildiği, neyi görüp duyduğu, nasıl hissettiği, nasıl düşündüğü ve nasıl anladığı konusunu bilebileceği yanılmaz imkanlara şu ana kadar sahip olamamıştır. Bununla beraber çeşitli hayvan türlerinin yaşayışları üzerinde yapılan basit bir gözlem bile, hayvanlardaki olağanüstü yetenekler konusunda bazı bilinmeyenleri açıklamış bulunuyor. Şimdi, bu hayvanların yaratıcısı olan Allah (c.c), peygamlerinden birine kuş dili öğrettiğini ve ona kuşlarla konuşma yeteneğini ihsan ettiğini haber verdiği zaman biz orada durmalı, haddimizi bilmeliyiz. Ayrıca Allah'ın (c.c), yabancı topraklarda doğru gözlemler yapabilecek ve Peygamber'e ayrıntılı bir rapor verebilecek şekilde Peygamberi'nin bir 'hüdhüd'ü evcilleştirip eğitmesinden bahsettiği yerde, aslında bizim durup Allah'ın (c.c) bildirdiği hükümlerin ışığı altında, hayvanlar hakkında sahip olduğumuz yetersiz bilgimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekir; bize bu yakışır. Ne var ki böyle yapacak yerde, bu hususta kendi yetersiz bilgimizi ölçü alarak Allah'ın (c.c) bu hükmünü yalana çıkarmak, ya da mânâsını çarpıtma budalalığını gösteriyoruz.

37. Yani mektup, çeşitli sebeblerden dolayı mühimdir: 1- O, olağanüstü bir yoldan bana ulaşmış bulunuyor. Onu bana bir ulak değil de bir kuş getirmiş ve yukarıdan önüme atmıştır. 2- Mektup, Filistin ve Suriye'nin büyük hükümdarı Sultan Süleyman'dan geliyor. 3- O, Rahman ve Rahim olan Allah'ın (c.c) adıyla başlıyor. Bu tarz ise bizim bilmediğimiz ve zamanımızdaki hiç bir hükümdarın tatbik etmediği olağanüstü bir usüldür. 4- Gene, diğer bütün tanrı ve tanrıçalarını hariç bırakan bir şekilde, yalnız Allan'ın ad ve hamdine münhasır bir mektubun yazılması alışık olmadığımız bir tarzdır. 5- Ayrıca açık bir ifade ile, isyanı bırakıp itaatı benimsemeye bizi davet etmesi ve müslüman olarak Hz. Süleyman'ın (a.s) huzurunda hazır bulunmamızı istemesi mektubun en önemli özelliğidir.

" Müslümanlar olarak bana geliniz" ibaresinin farklı iki anlamı olabilir: 1- Bana, boyun eğmiş, teslim olmuş olarak geliniz! 2- "(İslam'ı kabul ettikten sonra.) Bana müslümanlar olarak geliniz." Birinci şekildeki anlam, Peygamber Süleyman'ın (a.s) sultan olarak sahip olduğu konumuna uygundur. İkinci anlam ise, Süleyman'ın (a.s) peygamberlik vasfına uygundur. Muhtelemen her iki anlamı da ifade etmek için bu geniş kapsamlı kelime kullanılmıştır. Bağımsız devlet ve hükümetlere İslam da aynı tip daveti sunmuştur. Yani ya İslam'ı kabul eder ve onun hayat tarzını benimserler veya siyasi bağımsızlıklarından vazgeçerek İslam'a boyun eğer ve 'Cizye' öderler.

32 Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her şeye) şahidlik etmedikçe38 ben hiç bir işte kesin (karar veren biri) değilim."

33 Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız, iş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)

34 Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar;39 işte onlar, böyle yaparlar."40

35 "Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler."

36 (Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana vermekte olduğu, size verdiğinden daha hayırlıdır;41 hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi.

AÇIKLAMA

38. Metinde kullanılan kelimeler. "Hattateşhedûn" (siz hazır bulunmadıkça, veya siz şahid olmadıkça) ibareleridir. Yani " önemli konularda karar alacağım zaman, ben yanımda olmanıza önem verir ve aldığım kararların doğru ve uygunluğunu onaylamanız için sizin de orada bulunmanızı isterim. " Sözkonusu ifadeler, krallık olmasına rağmen Sebelilerdeki idare şeklinin bir diktatörlük olmadığını, aksine zamanın hükümdarlarının mühim işlerde, devletindeki önemli zevatla istişare ettikten sonra karar verdiğini gösterir.

39. Bu bir cümle ile emperyalizmin mükemmel bir tenkidi yapılmıştır. Kralların başka ülkeleri işgal etmeleri, galip orduların esareti altına girmiş olan halklara karşı uyguladıkları baskı ve şiddet, hiçbir zaman onların ıslahı ve hayrı uğruna olmamıştır. Bir topluma Allah'ın lütfettiği imkan ve gıda kaynaklarını ele geçirmek ve sömürmek işgallerde her zaman değişmez hedefler olagelmiştir. Böylece o toplum, direnemeyecek ve ülkenin imkanlarından hiçbir pay alamayacak bir şekilde kuvvetsiz ve zayıf bir duruma düşürülür. Bu hedefe ulaşmak için de ülkenin refah, güç ve saygınlığını sağlayan tüm kaynaklarına el koyar. Bir milletin saygınlık ve bağımsızlığını sağlayan herşeyini yok eder. Ayrıca kölelik, dalkavukluk, ihanet ve birbirini jurnal etmek gibi aşağılık davranışlar benimsettirilerek ülkenin asıl sahibi olan kimseler dejenere edilip soysuzlaştırılır. Neticede yerlilerin, sömürgeci emperyalistleri taklit ve kültürlerine karşı hayranlık duymaları sağlanmış olur. Bunun yanısıra, yerli halkın, kendi kültür ve şahsiyetini oluşturan ortak değerleri küçümseme kompleksine kapılması için ne gerekiyorsa yapılır. Böylece, kültürlerine ait en kutsal ata miraslarını satmaktan çekinmeyecek ve ülkenin gerçek sahiplerini menfaat karşılığı her türlü ihaneti yapmaya hazır aşağılık bir şahsiyetler derekesine düşürmüş olacaklar.

40. Bu cümlenin iki anlamı var ve burada her ikisi de eşit olarak muhtemeldir: 1- Sözkonusu cümle, Sebe melikesinin yaptığı konuşmanın bir parçası olabilir. Bunun da, daha önce geçen sözlerini vurgulamak için ilave etmiş olabilir; veya 2- Bunlar, Melike'nin konuşmasını te'yid için arada, Allah tarafından ilave edilmiş sözler olabilir.

41. Bu cümle gurur ve kibir ifade etmez. Onun demek istediği husus şudur: "Ben sizin malınızı istemiyorum; benim sizden istediğim şey, inanmanız ya da hakça olan bir sisteme teslim olmanızdır. Şayet bu iki şıktan birini kabul etmezseniz, mallarınızdan rüşvet almam ve sizi çok tanrılı ve kötü bir hayat sürdürmeyle başbaşa bırakmam mümkün değildir. Allah'ın bana verdiği, mal ve mülkünüze karşı herhangi bir arzu beslettirmeyecek derecede bol ve yeterlidir."

37 "Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onlar için karşı koymak mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız."

38 (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:)42 "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar43 olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını44 bana getirebilir?" dedi.

39 Cinlerden ifrit:45 "Sen daha makamından kalkmadan önce, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi.46

AÇIKLAMA

42. Bu ve bundan önceki cümle arasında ince bir boşluk vardır. Bu bölüm üstünde dikkatli bir araştırmada bulunan kimse bu boşluğu kolaylıkla doldurabilir. Bu husus ise şu anlama gelir: " Ey elçiler, bu hediyeleri, sizi buraya gönderen kimselere geri götürün. Onlar ya bizim birinci teklifimize teslim olur; yani müslüman olarak huzurumuza gelirler, ya da onlar üzerine kuvvet göndeririz."

43. Kıssanın hazfedilmiş olan ayrıntıları şu mealdedir: Elçiler, getirdikleri hediyelerle birlikte, geri dönüp gördükleri ve duydukları hakkında bir rapor sundular; Melike, Süleyman (a.s) hakkında duyduklarına dayanarak Kudüs'e resmi bir ziyarette bulunmaya ve Peygamber'i şahsen görmeye karar verdi. Saray erkanının eşliğinde Kudüs'e gitmek üzere Sebe'den ayrıldı. Bu arada Hz. Süleyman'ın maiyetine, daveti bizzat Peygamber'den duymak ve onunla doğrudan konuşmak üzere şahsen gelmekte olduğuna dair önceden bir haber gönderdi. Burada, Melike'nin Kudüs yakınında bir yere varışından itibaren ara verilen kıssaya (buradan) tekrar devam edilir ve neticede Melike, bir-iki gün içinde Hz. Süleyman'ın (a.s) huzuruna çıkar, kıssaya da buradan itibaren yeniden başlanır.

44. Yani bu, " O'nun büyük bir tahtı da var. " diye hakkında 'Hüdhüd'ün haber verdiği tahttır.Bazı müfessirler burada garip yorumlarda bulunmuşlardır. Şöyle ki; " Hz. Süleyman (a.s), Melike Kudüs'e varmadan önce, ona ait tahtın kendi huzuruna getirilmesini istedi. Zira Süleyman (a.s) tahtı ele geçirmek arzusundaydı. Melike müslüman olduğu taktirde tahtını ve onun mülkünü artık ele geçirmenin kendisi için gayri meşru olmasından korkuyordu. Bundan dolayı Süleyman (a.s), Melike daha Kudüs'e varmadan önce onun tahtını ele geçirmek istedi. Zira o anda onu, kendi mülküne katmak meşru sayılırdı." Allah (c.c) bizleri affetsin!.... Bu, Peygamber'in niyeti hususunda saçmasapan bir anlayıştır. Ayeti niçin Hz. Süleyman'ın (a.s) tebliğ esnasında mucize göstermek istemesi şeklinde anlamayalım? Ayet'in manasını neden, Hz. Süleyman'ın (a.s) kendisinin kesinlikle Allah'ın bir peygamberi olduğuna inandırması doğrultusunda, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın peygamberine, nasıl olağanüstü güçler lütfettiği mânâsına almayalım? Bazı çağdaş yorumcular bu ayete daha da saçma bir mânâ vermektedirler: Ayeti, " Sizden hanginiz Melike için bir tahtı bana getirebilir? diye tercüme ederler. Halbuki Kur'an-ı Kerim,"O'nun tahtı" mânâsında olan "biarşiha" ifadesini kullanmış, fakat, "O'nun için bir taht" anlamındaki "biarşi leha" ibaresini kullanmamıştır. Hz. Süleyman'ın (a.s), Melike'ye ait tahtın Yemen'den Kudüs'e getirilmesini, hem de bunun, Melike'nin gelişinden önce olması şeklindeki Kur'an'ın ifadesini gözardı ederek bu kimseler sözkonusu ayeti yanlış tercüme ediyorlar.

45. Zamanımızın bazı akılcı müfessirlerine göre, Hz. Süleyman'ın (a.s) emrinde çalışan cinlerin insanlardan mı, yoksa yaygın olarak cin diye bilinen görünmeyen yaratıklardan olan kimseler mi olduğu hususu, bu konuşmadan açıkça ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Hz. Süleyman'ın (a.s) bulunduğu saray ile Sebe başşehri Ma'rib arası, en iyimser bir tahmin ile üç-dört saat, kuş uçuşu ile bile bu mesafe 1500 milden daha az değildir. Çok güçlü ve kuvvetli bile olsa bir insanın bir melikeye ait tahtı, bu kadar kısa bir zaman zarfında o kadar uzaklıktan getirmesi mümkün değildir.Jetle bile bugün bu görevin yerine getirilmesi imkansızdır. Kaldı ki taht, açık bir ormanda bekler halde değil, aksine kraliçenin sarayında idi ve saray da sıkı koruma altında olmalıydı. Kraliçenin yokluğunda tahtın, daha emin bir yerde saklanmış olması gerekirdi. Tahtı alıp getirmek üzere birisi onun bulunduğu yere gitmiş olsayd, tabîî olarak oradaki nöbetçileri etkisiz hale getirip onu alabilmesi için, beraberinde bir kuvvetin eşlik etmesi kaçınılmazdı. Bu şartlar altında, saray ayaklanmadan önce bütün bu işler nasıl başarılabilirdi? (O halde) Bu iş, ancak bir cin ile ilişki sonunda düşünülebilir, makul olabilir!

46. Yani, "Tahtı alıp başka bir yere götürmeyeceğim ve de üstünden değerli bir şey almayacağım hususunda bana güvenebilirdin."

40 Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri,47 dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için49 (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim de nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (kimseye ve hiç bir şeye karşı ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.49

41 Dedi ki:50 "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?"51

AÇIKLAMA

47. Bu şahıs kimdi, ne gibi özel bir bilgiye sahipti, burada atıfta bulunulan kitap hangi kitaptı ve kimler hakkında bilgi sahibi idi, kesin hiçbir şey bilinmiyor. Ne Kur'an'ı Kerim'de ne de sahih hadislerde, bu konular hakkında hiç bir açıklamaya rastlamıyoruz. Bazı müfessirler onun bir melek; diğer bir kısmı da onun bir insan olduğunu söyler. "İnsandır" diyenler, bu sefer kimliğinde birleşmiyorlar. Bazısı onun, şifahi Yahudi rivayetlerinde vezir olarak ismi geçen Asaf b. Bahriya, kimi de onun, Hızır (a.s) olduğunu zikreder. Başka bir grup da ona başka bir isim verir. İmam Razî ise bu şahsın bizzat Süleyman'ın (a.s) kendisi olduğunda ısrar eder. Fakat bunlardan hiçbiri güvenilir bir kaynağa dayanmamaktadır. Razî'nin görüşü, Kur'an-ı Kerim'in metnine dahi uymaz.

Bunun gibi metinde geçen 'Kitap' konusunda müfessirler farklı görüştedirler. Kimi onun, "Levh-i Mahfuz'a" işaret ettiğini söyler, diğer bir kısmı da onu, 'Şeriat Kitab'ı (Kanun Kitabı) mânâsına alır. Fakat bütün bunlar tahmindir. O kişinin "Kitap"tan elde ettiği bilgiler hakkında da benzeri tahminler yürütülmüştür. Biz, sadece Kur'an'da ifade edilene ya da ayetlerde açıkça ortaya çıkana inanır ve itibar ederiz. Her halükârda sözkonusu zat, cinlerden biri değil muhtemelen bir insandı. Bu şahıs, kaynağı İlahî Kitap (el-Kitap) olan başkalarınınkinden farklı, olağanüstü bir bilgiye sahipti. Cin, sahip olduğu güç sayesinde tahtı alıp birkaç saat içinde getirebileceğini; bu insan da, bilgisinin gücüyle onu bir an içinde getirebileceğini iddia etmişti.

48. Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki ifadeleri çok açıktır. Bu insanın iddiası cininki gibi kuru bir iddia olarak kalmadı, aksine iddiada bulunur bulunmaz konuşmayı müteakip taht Hz. Süleyman'ın (a.s) önünde fiilen görüldü. Bu ibareler üzerinde şöyle bir düşünelim:

"Sözkonusu zat, "göz açıp-kapayıncaya kadar, tahtı sana getireceğim" dedi. Hemen ardından da Hz. Süleyman (a.s), önünde tahtın durduğunu gördü..." Bu ifadeleri okuyan biri, o zatın bu sözleri söyler-söylemez hadisenin, söylendiği şekilde önlerinde vuku bulduğunu, olayın olağanüstü özelliğini düşünmeden ve bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde anlayacaktır. Binaenaleyh böyle açık bir meselede, konuyla yakından ilişkisi olmayan yorumlarda bulunmak gereksizdir. Nitekim Hz. Süleyman'ın (a.s) tahtı gördüğünde, "Bu Rabbimin lütfundandır! (Lütfuna) şükür edip-etmeyeceğim hususunda beni sınamak istiyor!" diye dile getirdiği hayret, ancak hadise olağanüstü ise uygun olabilirdi. Yoksa, bir kraliçe için, çok acele bir tahtın, kralın teb'asından kabiliyetli bir zanaatkar tarafından yapılmış olmasında, yüksek sesle "Bu Rabbimin lütfundandır...!" demesinde Hz. Süleyman'ı (a.s) hayrete düşürecek farklı bir hadise olamazdı. Bütün bunlar gözönünde tutulduğunda, böyle küçük başarılardan dolayı mümin bir idarecinin, kibir ve gurura kapılması sözkonusu olamazdı. Kaldı ki, burada bu sözleri söyleyen sıradan biri değil, Allah'ın bir peygamberi idi.

Bir kral tahtının, 1500 milden daha uzak mesafeden göz açıp-kapayıncaya kadar nasıl alınıp-getirildiği sorusuna gelince, bunun cevabı kısaca şu şekilde olabilir: "Yer-zaman ve madde-hareket gibi, bizim gözlem ve deney esasına dayanan kavramlar, bize uygulanabilir ve ancak bizim için geçerlidir. Bu kavramlarımız Allah katında değişmez olmadığı gibi O'nu bağlamaz da.

Nitekim sıradan bir taht şöyle dursun, O'nun gücü, güneşi, ondan daha da büyük yıldızları bir anlık maddeler halinde, milyon kere milyon mil mesafelere bir anda yürütebilir ve sevkedebilir. Bir emri ile bu kainatı varlık alemine çıkaran Allah'ın, Sebe melikesinin tahtını, ışık hızından daha hızlı hareket ettirecek gücü elbette vardır. İşte bununla Kur'an'da, güç ve kudretiyle Allah'ın (c.c.), kulu Hz. Muhammed'i (s.a) Mekke'den Kudüs'e götürüp oradan aynı gece tekrar geri getirdiği anlatılmaktadır.

49. Yani Allah (c.c.), kimsenin şükrüne ve hamdine muhtaç değildir. Ulûhiyyeti, bir kimsenin nankörlüğü ya da şükran duygusundan yoksunluğu yüzünden ne bir damla eksilir, ne de bir damla artar. O, bizatihi kendi öz gücüyle herşeye hükmedendir. O'nun hakimiyeti, yaratıkların O'nu tanımasına veya inkar etmesine bağlı değildir. Aynı husus Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa'nın dilinden de ifade edilmiştir: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi biliniz ki Allah mustağnîdir, (sizin şükrünüze muhtaç değildir, O zatında) övülmüştür." (İbrahim:8). Müslim'de rivayet edilen bir Hadis-i Kudsi'de de aynı husus anlatılır ve şöyle denmektedir:

"Allah (c.c) diyor ki, ey kullarım! Geçmiş ve gelecek, siz bütün ins ve cinler bir araya gelerek, aranızdaki en muttaki kimsenin kalbi gibi olsanız, sizin bu durumunuz, benim hakimiyetimi zerre kadar arttırmaz; gene, ey kullarım! Geçmiş gelecek bütün ins ve cin bir araya toplansanız ve aranızdaki en günahkâr birinin kalbi gibi olsanız, benim hakimiyetime en ufak bir noksanlık getiremezsiniz. Ey kullarım! Hakkınızda itibar ettiğim şey, amellerinizdir; ve daha sonra siz onlara göre eksiksiz olarak mükafatlandırılacak veya cezalandırılacaksınız. Öyleyse kim bir hayır işlemeye muvaffak olursa, bundan dolayı Allah'a şükretsin; kim de hayrın dışında başka bir şey işlerse, bundan dolayı da kendi nefsini suçlasın!"

50. Melike'nin Kudüs'e nasıl ulaştığı ve huzura nasıl kabul edildiğinden ise hiç söz edilmemiştir. Hz. Süleyman'ı (a.s.) görmek üzere Melike saraya vardığı andan itibaren Kıssaya yeniden başlanır.

51. Bu cümle çok mânâlıdır, şu hususları demek ister: 1- Acaba o melike, kendi başkentinden Kudüs gibi uzak bir bölgeye hemen, hiç zaman geçmeden getirilen tahtın kendi tahtı olup-olmadığını anlayacak mı? 2- Bakalım, bu mucizeyi gördükten sonra, hakkı kabul edecek mi yoksa hatasında direnecek mi? Hz. Süleyman'ın (a.s.), onun tahtına sahip olmak niyetinde olduğunu söyleyen kimselerin iddialarını ayetin bu kısmı çürütüyor. Hz. Süleyman (a.s) burada, Melike'nin Hidayet Yolunu bulmasında yardımcı olmak için bu işi yaptığını, bizzat kendisi açıkça ifade ediyor.

42 Böylece (Belkıs) geldiği zaman ona: "Senin tahtın böyle mi?" denildi. Dedi ki: "Tıpkı kendisi.52 Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz müslüman olmuştuk."53

AÇIKLAMA

52. Bu aynı zamanda, Hz. Süleyman'ın (a.s) Melike için bir taht yaptırmak istemesi şeklinde olayı yansıtan kimselerin düşüncelerini de çürütür. Bu maksatla onun, teklif sahiplerini çağırdığı, içlerinden en güçlü ve kuvvetli bir sanatkara, birkaç saat içinde kendisine bir taht yapmasını teklif ettiği, fakat sadece usta bir zanatkarın hemen bir taht yapabileceğini söylediği şeklindeki spekülasyonları da çürütür. Hz. Süleyman'ın (a.s), tahtın kendi huzuruna getirilmesini emretmesi (ayet:38), alınıp getirildiği zaman hizmetçilerinden onun, rastgele Melike'nin önüne konmasını istemesi (ayet:41) Melike vardığı zaman da ona, tahtının,kendisine gösterilen tahta benzeyip-benzemediğinin sorulması ve onun da, "tıpkı tahtımın aynısı" diye cevap vermesi, yukarıdaki tahmine dayanan görüşleri çürütür. Belli ki, olayların böyle bir ifade ile anlatılması karşısında saçma sapan yorumların artık yeri olmaz. Yine de hâlâ geriye kalmış herhangi bir şüphe varsa, onu da daha sonra gelen cümle yeteri kadar açıklamaktadır.

53. Yani, "Biz bu mucizeyi görmeden önce bile, hakkında duyduklarımızdan, Hz, Süleyman'ın (a.s) bir ülkenin sadece bir idarecisi değil, aynı zaman da O'nun, Allah'ın (c.c) bir peygamberi olduğuna da inanmıştık." Artık tahtı görüp "taa kendisidir" dedikten sonra, Hz. Süleyman'ın (a.s) bir taht yaptırdığı ve onu Melike'nin önüne koydurduğu varsayılıyorsa, o zaman, bu cümlenin eklenmesinin ne gibi bir anlamı olabilir? Kraliçeninkine tıpatıp benzer bir tahtın yaptırılması için hiçbir çabanın gösterilmemiş olduğunu farzetsek bile, bunda güneşe tapan bir Melike'ye, "Biz bunu zaten önceden bilmiş ve müslüman olmuştuk" dedirtecek ne gibi bir özel mükemmellik olabilirdi?

43 Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (müslüman olmaktan) alıkoymuştu. Gerçekte o, küfre sapan bir kavimdendir.54

44 Ona: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı55 ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zeminidir."

Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum."56

45 Andolsun, biz Semud57 (kavmine de) kardeşleri Salih'i: "Yalnızca Allah'a kulluk edin" diye (demek üzere) gönderdik. Bir de ne görsün, onlar birbirlerine düşman kesilmiş iki gruptur.58

AÇIKLAMA

54. Melike'nin inatçı ve söz dinlemez birisi olmadığını belirten bu cümleyi Allah (c.c.) onun durumunu vuzuha kavuşturmak için ilave etmiş, parantez içi bir cümle olarak zikretmiştir. Çünkü o, özellikle inançsız bir toplumdan geliyordu. Çocukluğundan beri sahte tanrılar önünde eğilmeye alışık olduğundan, bu durumu hak yolu bulmasına engel olmuştu. Nitekim o, Hz. Süleyman (a.s) ile karşılaşır-karşılaşmaz, doğru yolu farketti ve böylece engel de ortadan kalkmış oldu.

55. Bu husus Melike'yi gafletten uyandıran son olay oldu. İlki, Hz. Süleyman'ın (a.s) "Rahman Rahim olan Allah'ın (c.c) adı ile" başlayan mektubu idi. Bu şekilde mektuba başlamak, hükümdarlar arasında geçerli olan protokolden tamamen farklı bir usûl idi. İkincisi, Hz. Süleyman'ın (a.s) Melike'nin gönderdiği hediyeleri geri çevirmesiydi. Bu sayede Melike, onun bilinen krallardan farklı bir hükümdar olduğunu anlamıştı. Üçüncüsü, Hz. Süleyman (a.s) hakkında, Melike'nin elçilerinin verdiği rapordu. Bununla Melike, Hz. Süleyman'ın (a.s) hayatı, hikmeti ve Hakk'a olan daveti hususunda bilgi edindi, Melike'yi, Kudüs'e bizzat yolculuk yapmaya ve şahsen Hz. Süleyman'la (a.s) görüşmeye sevkeden yegâne sebep de bu oldu. O, "biz bunu zaten önceden bilmiş ve müslüman olmuştuk" dediği zaman buna işaret etmiş oluyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir zaman zarfında, Melike'ye ait tahtın Ma'rib'den Kudüs'e getirilmesi olayı da dördüncü hususu teşkil ediyordu. Melike, Hz. Süleyman'ın (a.s) şahsının gerisinde Allah'ın (c.c) gücünün bulunduğunu bu olaydan çıkarmış idi. Bu, Hz. Süleyman'ın (a.s) yüce ve temiz şahsiyeti hakkında, Melike'nin kafasında bulunan tüm şüpheleri gideren son husustu. Rahat ve konforu sağlayan her türlü imkana ve ikamet etmek için muhteşem bir saraya sahip olan Hz. Süleyman'ın (a.s), en ufak bir nimetinden dolayı hemen Allah'a (c.c) secde eden bir karaktere sahip, her çeşit kibir ve gururdan uzak, Allah'a çok şükreden ve yaşadığı hayatın, dünyaya kul köle olanlarınkinden farklı olduğunu gördüğü zaman Melike, hayretini ifade eden bu kelimeleri söylemekten kendini alamamıştı.

56. Hz. Süleyman (a.s.) ile Sebe Melikesi arasında geçen bu kıssa, İncil, Tevrat ve İsrailî rivayetlerde çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Fakat Kur'ân-ı Kerim'in bu kıssayı nakledişi, diğerlerinden tümüyle farklıdır. Tevrat'a geçtiği şekliyle kıssanın özeti şöyledir: "Ve Sebe Melikesi (kraliçesi) Süleyman'ın şöhretini duyunca, bazı zor sorularla onu sınamak üzere, kalabalık bir maiyet ile Kudüs'e geldi. Süleyman'ın huzuruna vardığında, içinde sormayı tasarladığı herşeyi sordu. Ve onun bütün sorularına Süleyman cevap verdi; (...) ve Süleyman'ın derin hikmetini, yaptırdığı sarayı, sofrasındaki yemekleri, görevlilerin (bakanlar) oturuşunu ve elbiselerini, hizmetçilerin duruşu ve kıyafetlerini, sakileri ve giydiklerini ve nihayet Rabbin evine çıkan merdivenin ihtişamını görünce Sebe Melikesi'nde bu ihtişam ve debdebeye karşı dayanacak takat kalmadı. Ve Sultan'a şöyle dedi: Senin yaptığın işler ve sahib olduğun hikmet hakkında, ülkemde duymuş olduklarım tümüyle doğru imiş.

Buraya gelip bizzat kendi gözlerimle görünceye kadar onların sözlerine inanmamıştım: Ve ben görüyorum ki, sahib olduğun hikmetinin yarısı bile bana anlatılmamış; halbuki Senin şöhretin, duyduğumun çok çok üstündedir. Ne mutlu senin adamlarına, ne mutlu senin hizmetçilerine! Onlar daima senin huzurunda duruyor ve her zaman senin hikmetini dinliyor ve işitebiliyorlar! Seni, kendi tahtına oturtan Rabbin ne Yücedir! (...) Ve o krala yüzyirmi kantar altın, bol miktarda baharat ve paha biçilmez kıymetli taşlar verdi; ve Sebe Melikesi'nin kral Süleyman'a verdiği baharatın bir benzeri dünyada yoktu (...) ve Kral Süleyman da, kraliçenin bütün arzularını yerine getirdi ve istediği herşeyi ona verdi (...) ve böylece Kraliçe maiyeti ve kulları ile beraber memleketine dönüp gitti. (II. Tarihler, 9:1-12, I. Krallar, 10:1-13)

İncil'de ise, Hz. İsa'nın, Sebe kraliçesi hakkında yaptığı konuşmasından sadece aşağıdaki cümle nakledilmiştir.

"Cenup karliçesi, hesap günü bu neslin adamlarıyla kalkacak ve onu ayıplayacak; çünkü o, Süleyman'ın hikmetini dinlemek üzere, dünyanın uzak bölgelerinden buraya geldi; ve işte Süleyman'dan daha büyüğü buradadır (huzurumuzdadır)." (Matta, 12:42; Luka, 11:31).

Süleyman (a.s) ile Sebe Melikesi arasında geçen kıssa, Yahudilerin şifahî rivayetlerinde anlatılan şekliyle, birçok kısımlarda Kur'anî ifadeleri andırır. Şöyle ki Hüdhüd'ün kaybolması, daha sona geri gelmesi, Sebe ülkesi ve melikesi hakkında bir rapor vermesi, Hüdhüd vasıtasıyla Hz. Süleyman'ın (a.s) Melike'ye mektup göndermesi, güneşe ibadet etmek için, Melike tam mabede gitmekte olduğu bir sırada, Hüdhüd'ün mektubu onun önüne atması, meseleyi görüşmek üzere Melike'nin, bakanlar kurulunu toplantıya çağırması, daha sonra Süleyman'a (a.s) değerli hediyeler göndermesi, Melike'nin Kudüs yolculuğu ve şahsen Hz. Süleyman'la (a.s) görüşmesi, saraya varışı ve Hz. Süleyman'ın (a.s) oturduğu bu sarayın bir gölün ortasında olduğunu sanması ve sudan geçip tahta varması için Melike'nin, eteklerini yukarıya doğru çekme gibi hususlar, şifahî İsrail rivayetlerinde Kur'an'dakine benzer bir şekilde anlatılır. Fakat, Hz. Süleyman'ın (a.s) getirilen hediyeler kendisine verilirken yaptığı cevabî konuşma, Melike'nin tahtını Ma'rib'den getirilmek üzere cereyan eden müzakereler, bir şükran ifadesi olarak her lütfuna karşı Allah'a (c.c) secdeye varması, sonunda, Melike'nin Hz. Süleyman'ın (a.s), huzurunda İman'ı kabul etmesi ve Peygamber'in, Allah'ın (c.c) birliğine olan inancı gibi konularda, bu rivayetlerde herhangi bir işaret yoktur.

Bunların en kötüsü bu habis insanlar, Allah'ın (c.c) yasaklamasına rağmen, Hz. Süleyman'ı (a.s), Sebe Melikesi ile zina yapmakla itham ettiler. Bu birleşmenin neticesinde, Kudüs'ü harab eden babil kralı Buhtunnasr'ın mensup olduğu neseb-i gayri sahih bir neslin ortaya çıktığını ileri sürdüler. (Yahudi Ansiklopedisi, Jewish Encyclopedia- Cilt. 11; sh: 443). Görüldüğü gibi Yahudi alimleri, Hz. Süleyman'ı (a.s) tenkitte çok aşırı gitmiş ve bir peygambere hiç yakışmayan suçlar isnad etmiş oluyorlar. Aynı zamanda Tevrat'ın emirlerini bozmak gibi ihanet suçları işlediğini de ileri sürerler. Kendisine verilen hikmet ve saltanattan dolayı gurura kapılmak, kılıbık bir koca olmak, çok lüks bir hayat sürmek, çok tanrılı ve putperest olmak gibi suçlarla da onu itham etmişlerdir. (Yahudi Ansiklopedisi-Jewish Encylopedia- Cilt, 11, sh:439-444). Kitab-ı Mukaddes'in Hz. Süleyman'ı (a.s) peygamber yerine, sadece bir hükümdar olarak takdim etmesi, bu menfî propagandaya bağlıdır. Nitekim Hz. 'Süleyman'ı (a.s), ilahî emirlerin aksine çok tanrılı müşrik ve putperest kadınlara kapılmak, böylece Allah'tan yüz çevirmek ve başka tanrı ve tanrıçalara yönelmekle suçlamışlardı. (I. Krallar, 11: 1-11). Bunun tam aksine Kur'an-ı Kerim'in şimdi olduğu gibi, nankör İsraillilerin kendi peygamber ve ileri gelenlerine bizzat attıkları iftira kirlerinden aklamış olmasının ne büyük bir lütûf olduğu açıkça görülebilir. Kur'an'a ve onu getirene düşmanları olarak bakmaları tam bir nankörlük ve küfran-ı nimetin ta kendisidir.

57. Bu hususu mukayese için,. A'raf: 73-79, Hud: 61-68, Şuara: 141-159, Kamer: 23-32 ve Şems: 11-15 ayetlerine bakınız.

58. Yani, Hz. Salih (a.s), vazifesine başlar başlamaz halkı, mümin ve kafirler olmak üzere iki gruba ayrıldı. Kur'an'ın başka yerlerinde de ifade edildiği gibi aralarında hemen bir çekişme başladı:

"O'nun (Salih) kavminin ileri gelenlerinden (bu sözleri) kibirlerine yediremeyenler, içlerinden zayıf ve aciz saydıkları müminlere sordular: "Salih'i, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber mi tanıyorsunuz?" Onlar, "evet" dediler, "biz onunla ne gönderilmişse biz ona iman edenlerdeniz." Fakat imanı kibirlerine yediremeyenler dediler ki; "Biz de, sizin iman ettiklerinizi inkâr ediyoruz." (A'raf: 75-76).

Mekke'de Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a) zuhurunda da, tamamiyle benzer bir durumun ortaya çıkmış olması şayan-ı dikkattır. Nitekim Mekke ahalisi iki ayrı fırkaya ayrılmış ve aralarında bir mücadele başlamıştı. Dolayısıyla bu kıssa, bu ayetlerin nazil olduğu zamandaki şartlara mükemmel bir şekilde işaret etmiş oluyor.

46 Dedi ki: "Ey kavmim, neden iyilikten önce, kötülük konusunda acele davranıyorsunuz?59 Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz"

47 Dediler ki: "Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık."60 Dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz."61

48 Şehirde dokuzlu bir çete62 vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.

AÇIKLAMA

59. Yani, "Allah'tan iyi şeyler istemek yerine niçin siz, kötülüğü ve azabı istemede acele ediyorsunuz?" Hz. Salih'in kavminin ileri gelenlerine ait: "Ey Salih, gönderilmiş peygamberdensen, bizi korkuttuğun azabı getir!" (A'raf: 77) şeklindeki sözlerine benzer sözler Kur'an'ın başka bir yerinde de zikredilir.

60.Onların dedikleri şeyin anlamı şudur: "Senin bu hareketinin bizim için uğursuz olduğu kanıtlanmış bulunuyor. Sen ve ashabının, atalarımızın dinine karşı gelişinizden beri hemen hemen her gün üzerimize, bir veya birkaç uğursuzluk -adeta- yağıyor. Çünkü tanrılarımız bu hareketinizden dolayı bize gazaplanmış bulunuyorlar. Bu söz, peygamberlerini uğursuz kimseler olarak telakki eden çok-tanrılı kavimlerin söylediği, bu mânâdaki sözlere aşağı-yukarı benzer. Mesela Yasin Suresi'nde, peygamberleri hakkında " Siz bize uğursuzluk getirdiniz" (Yasin:18) diyen bir kavme işaret edilmiştir.

Firavun'un kavmi de Hz. Musa (a.s) hakkında aynı şeyleri söylemişti: " Onlara bir iyilik gelince " Bu bize gerekti (davranışlarımızla bunu hak etmiştik)" derler. Bir kötülük gelirse, bunu, Musa ile onunla beraber olanların uğursuzluğuna yorarlardı. " (A'raf: 131). Mekke'de Hz Peygamber (s.a) hakkında da buna benzer şeyler söylenmiştir.

Onların bu sözlerinin bir diğer anlamı da şudur: " Senin zuhurun, halkımız arasındaki bölünmeleri yeniden canlandırmıştır. Daha önce biz, tek bir dine mensup bütünleşmiş bir toplum idik. Senin uğursuz gelişin kardeşi kardeşe düşürmüş, oğulu babadan ayırmıştır." Bu, düşmanlarının Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı tekrar tekrar ileri sürdükleri başlıca ithamları idi. Hz. Peygamber (s.a.) İmana Davet görevine başlar başlamaz, Ebu Talib'e giden Kureyş ileri gelenlerinden müteşekkil bir heyet şöyle demişti: " Siz bu yeğeninizi bize bırakın; O, senin ve atalarının dinine karşı gelmekte, kavminin arasına nifak saçmakta ve bütün bir toplumu aptal yerine koymaktadır. " (İbn Hişam, Cild: 1, sh. 285) Hac münasebetiyle çevreden Mekke'ye gelen kafirleri, Hz. Muhammed'in (s.a) etkilemesinden korkan Mekkeli Kureyş müşrikleri, bu hususu görüştü ve Arap kabilelerini biraraya toplamaya karar verdiler. Onlara şunu anlattılar: " Bu adam bir sihirbazdır. Sahip olduğu bu hünerle, oğulu babadan, kardeşi kardeşten, hanımı kocasından ve ferdi ailesinden koparıyor. (İbn Hişam, Cild. 1, sh. 289)

61. Yani, " Sizin Hakk diye kabul ettiğiniz şey gerçekte Hakk değildir, sizin hâlâ anlamadığınız gerçek şudur: Benim peygamber olarak gelmemle siz bir imtihana tabi tutulmuş bulunuyorsunuz. Gelişimden önce siz de, herkesin gittiği cahiliyye yolundan gidiyordunuz. Hakk'ı bâtıldan ayırdedemediniz; gerçeği sahtesinden ayırmak için elinizde hiçbir ölçü yoktu; en şerlileriniz, iyi olanlarınıza tahakküm ediyordu. Böylece bâtılın çamur bataklığında yuvarlanıp gidiyordunuz. Fakat değerlendirilip takdir edildiğiniz şeyin aksine şimdi bir ölçü gelmiştir. Şu anda Hakk ve bâtıl, her ikisi de açık açık ortaya çıkmıştır. Hakk'ı kim kabul ederse, şu ana kadar önemseyip-önemsemediğine bakılmaksızın kendisine itibar edilecek; şayet dâlalette ısrar ederse, bundan önce başkanların başkanı olarak itibar edilmiş olsa bile, kendisine hiçbir değer verilmeyecektir. Şimdiki değer ölçüsü, ne asalet veya köklü bir aileden gelmiş olma esasına, ne kişinin sahip olduğu kaynaklar ve imkanlar temeline, ne de beden gücüne değil, aksine kişinin, Hakk'ı kabul etmesine veya bâtılda kalmayı sürdürüp-sürdürmeyeceği esasına dayanacaktır."

62. Yani, " kabilelerden seçilmiş ve arkalarında çeteleri bulunan dokuz ileri gelen kimse. "

49 Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine:63 Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim."64

50 Onlar, hileli bir düzen kurdu, biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.65

51 Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.

52 İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Hiç şüphe yok, bilmekte olan bir kavim için bunda bir ayet vardır.66

AÇIKLAMA

63. " Velisine" ifadesi; Hz. Salih'in (a.s) mensup olduğu kabilenin reisini ifade eder. Eski kabile anane ve geleneğine göre, kabile reisi, kabilenin fertlerinden her hangi birisinin kan davasını güdebilirdi. Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a) amcası Ebu Talib için de durum aynı idi. Eğer Hz. Peygamber'e (s.a) saldırır ve öldürürlerse, mensubu bulunduğu Beni Haşim kabilesinin reisi ve aynı zamanda amcası olan Ebu Talib'in, kabilesi adına bir kan davası iddiası ile ortaya çıkıp çıkmayacağı konusunda Kureyşliler kararsız idi.

64. Bu, Mekke ileri gelenlerinin Hz. Peygamber'e (s.a) karşı düzenledikleri tam bir komplo idi. Onlar Hz. Peygamber'i (s.a) öldürmek üzere, benzer bir komployu hicreti esnasında da düzenlediler. Şöyleki, her kabileden birer kişi olmak kaydıyla bir çete teşkiline karar verdiler.

Bu çete gürûhu, Hz. Peygamber'e hep beraber hucüm edecek ve öldürecekti. Öyleki onun hangi kabile tarafından öldürüldüğü belli olmayacak ve böylece, Beni Haşim de, bu cinayetin failini bulamayacak, dolayısıyla Haşimoğulları'nın, olaya karışan kabilelerin hepsi ile birden, intikam almak üzere savaşması imkansız hale gelmiş olacaktır.

65. Yani, " Kararlaştırdıkları gece Salih'e (s.a) baskın yapamadan önce, Allah (c.c) onların üstüne, hepsini tamamıyla yok eden, azabını indirdi. Hz. Salih'in (s.a) mûcizevi dişi-devesini sakatladıktan sonra, bu komployu hazırlamış oldukları anlaşılmaktadır. Hud Suresi'nin 65. ayetine göre, kavmi dişi deveyi öldürdüğü zaman, Hz. Salih (s.a) onlara üç gün yurtlarında istediklerini yapabileceklerini söyledi. Çünkü bu süre içinde onları Allah'ın azabı yakalamıştı. Bu noktada onlar, Salih'in kendilerini korkuttuğu azabın gelebileceği gibi gelemeyeceğini de düşünmüş olabilirler. Binaenaleyh, azabı başlarına indirmek için Allah'ın (c.c) tayin etmiş olduğu geceyi, büyük bir ihtimalle onlar da, Peygamber'e saldırmak için seçmişlerdir. Böylece Hz. Salih'e (a.s) dokunamadan hemen önce Allah (c.c) onları yerle bir etmiştir."

66. Yani, " Cahil kimseler şöyle der: " Hz. Salih'in devesinin öldürülmesiyle Semûd kavmini yerle bir eden deprem arasında hiçbir alâka yoktur. Bu gibi olayların kendi tabîî sebebleri vardır. Bu gibi şeylerin olması veya olmamasının, o yerde oturan insanların dindarlığı ya da günahkârlığı, zorba ya da adil olmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur." Şu şehir veya ülke günah ve kötülüklerle doldu; bundan dolayı, bir tufan onları yoketti ya da deprem, oraların sakinlerini yerle bir etti veya ani bir felaket onları helak etti." gibi sözler mânâsızdır. İlim ve hikmet sahibi kimseler ise, bu kâinatın kör ve sağır bir tanrı tarafından değil, aksine Alîm ve Hakîm olan Bir Allah'ın vermekte olduğu kararlarla idare edilmekte olduğunu anlar ve bilir. O'nun kararları maddi sebeblere bağlı değil, maddî sebebler O'nun idaresine tabidir. Toplumları hor ve aşağılık kılan kararları, körü körüne değil aksine hikmet ve adalete uygun olarak alınır. O'nun Kitabı cezalandırma ilkesini de içerir. Buna göre günahkârlar işledikleri kötü amellerinden dolayı ahlakî alanlarda bu dünyada da cezalandırılır. Bu gerçeklerin farkında olanlar, maddî ve tabîî sebebleri ileri sürmek suretiyle deprem v.s gibi doğal afetleri te'vil edip saptırmazlar. Aksine. bu olayları kendileri için bir ihtar cezası olarak değerlendirir ve onlardan ibret dersleri alırlar. Bizzat kendisinin yaratmış olduğu mamur bir yer ve sakinleri, Yaratıcı'nın, hangi ahlâkî sebeblerden dolayı yok ettiğini anlamaya çalışırlar. Hal ve haraketlerini, Allah'ın gazabını celbedecek yoldan, O'nun rahmetini çekecek yola doğru çevirirler.

53 İman edenleri ve korkup-sakınanları da kurtardık.

54 Lût67 da; hani kavmine demişti ki: "Siz, açıkça gördüğünüz halde,68 yine de o çirkin utanmazlığı yapacak mısınız?"

55 "Siz gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen69 bir kavimsiniz."

56 Onun kavminin cevabı: "Lût ailesini şehrinizden sürüp çıkarın. Temiz kalmak isteyen insanlarmış" demekten başka olmadı.

57 Biz de, onu ve ailesini kurtardık, yalnızca karısı hariç; onu geride (azab içinde kalanlar arasında) takdir ettik.70

58 Ve onlar üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar kötüdür.

59 De ki: "Hamd Allah'ındır ve selam O'nun seçtiği kullarının üzerinedir.71 Allah mı daha hayırlı yoksa onların ortak koşmakta oldukları mı?"72

60 (Onlar mı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitiriverdik, sizin içinse onun bir ağacını bitirmek, (bile) mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilah mı?73 Hayır, onlar sapıklıkta devam etmekte olan bir kavimdir.

AÇIKLAMA

67. Bu hususun mukayesesi için, A'raf: 80-84; Hud: 74-83; Hicr: 57-77; Enbiya: 71-75; Şuara: 160-174; Ankebut: 28-75; Saffat: 133-138 ve Kamer: 33-39. ayetlere bakınız.

68. Bunun çeşitli mânâları olabilir ve muhtemelen hepsi de şu hususlara işaret eder: 1- " Siz bu fiilin işlenişinin kötü olduğunun farkındasınız ve fakat buna rağmen siz onu, öyle bir iş olması niyetiyle bile bile yapıyorsunuz. "; 2- " Siz erkeğin cinsi arzusunu tatmin için erkeğin değil, kadının yaratılmış olduğunun da farkındasınız. Kadın ile erkek arasındaki fark, sizin anlamayacağınız kadar müphem değildir. Fakat bu çirkin işi siz göz göre göre yapıyorsunuz. " 3- "Siz bu hayasızlığı, hiçbir şeye aldırmayarak, halkın gözü önünde açıkça icra ediyorsunuz. " Nitekim Ankebut Suresi'nin 29. ayetinde bu husus şöyle ifade edilmiştir: "....ve siz, toplantılarınızda (erkekler arası seks partilerinde) hayasızca şeyler yapıyorsunuz. "

69. 'Cehalet' kelimesi burada, ahmaklık ve budalalık anlamında kullanılmıştır. Fakat, cahillik ve ilimden yoksunluk anlamında alınsa bile, şu mânâyı ifade eder: " Siz hareketlerinizin kötü sonuçlarını kestiremezsiniz. Siz sadece şehevî arzuları sürdürmeyi bilirsiniz. Fakat siz haince ve ceza gerektiren bu şehvet tutkusunun, nasıl bir cezayı gerektirdiğini bilemezsiniz. Allah'ın cezası başınıza inmeye hazır, fakat siz bunu hissetmeyecek kadar gafil ve bu pis eğlenceye dalmış durumdasınız."

70. Yani, "Lût'a (a.s) hanımını beraberinde götürmemesi için gereken talimat verilmişti. Çünkü karısı, kavmi ile beraber yok olması gerekenlerdendi. "

71. Buradan itibaren ikinci bölüm başlar. Bu cümle de, sözkonusu bölümün girişini teşkil eder. Bu giriş cümlesi, bir konuşmaya nasıl başlanacağını müslümanlara öğretiyor. Gerçekten İslam düşüncesine sahip kişiler, hitabet ve konuşmalarına Allah'a (c.c) hamd ve O'nun salih kullarına da selât-u selam getirerek başlarlar. Fakat günümüzde bu usüle riayet, ne yazık ki yobazlığın özelliği olarak telakki edilir ve günümüz müslüman konuşmacılarının konuşmalarını bununla başlatmak diye bir hassasiyet ve kaygıları da yok ve yapmaktan da böyle bir ızdırap duymuzlar.

72. Allah mı yoksa (ortak koştuğunuz) sahte tanrılar mı daha hayırlıdır, gibi yüzeysel olarak sorulan bir soru, doğrusu insana tuhaf geliyor. Aslında sahte tanrılarda hayrın bulunup bulunmadığı konusunda soru sormak abestir. Binaenaleyh bu hususta onlar Allah (c.c) ile hiçbir surette mukayese edilemezler. Allah'ın, O'na ortak koşmakta oldukları kendi tanrılarıyla mukayese edebileceği konusunda yanlış bir anlayışa müşriklerde bile rastlanmaz. Fakat hatalarından dolayı müşrikleri ikaz etmek için onlara bu soru yöneltilmiştir. Zira bu dünyada hiçbir kimsenin, içinde -az da olsa- hayır görmediği bir işi yapmayacağında şüphe yoktur. Şimdi şayet müşrikler, Allah'ın yerine kendi tanrılarına hizmet etti, onlara yalvardı ve bir takım adaklar sunduysa, bu, onlarda hayır bulunduğuna inandıklarındandı. Aksi halde bu yaptıkları işler onlara, mânâsız ve saçma gelmiş olurdu. Allah'ın mı yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı olduğu hususunda düşünmeye sevketmek için onlara, bu sorunun açıkça sorulmuş olması da bundandır. Çünkü onlar böyle açık bir soruya karşı duramaz ve cevap veremezlerdi. İçlerinden en bağnaz bir müşrik bile, kendi tanrılarının Allah'tan daha hayırlı olduğu şeklinde bir şey söylemeye cüret edemezdi. Lakin onlar, Allah'ın daha hayırlı olduğunu itiraf etmiş olsaydılar, bu seferde inançlarını tümüyle yıkmış olacaklardı. Çünkü öyle bir durumda, daha yüce bir inanca karşı daha süfli bir inancı benimsemek makul olmayacaktı. Böylece Kur'an, muhaliflerini, daha ilk başta çaresiz bırakmış oluyordu. Bundan sonra, Allah'ın kudreti ve yaratışına ilişkin deliller hakkında, şu mealde sorular sorulmuştur: " Bunlar kimin eserleridir? Allah'ın dışında, O'na bu işlerde yardım eden başka herhangi bir tanrı mı var? Şayet yoksa, ne diye bunları, tanrılarınız olarak uyduruyorsunuz?"

Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) bu ayeti okur-okumaz hemen arkasında, "Hayır, sadece Allah (c.c) hayırlıdır. Ebedi mübarek ve yüce olan yalnız O'dur " diyerek bunun cevabını da bizzat kendisi verirdi.

73. Bu işleri, Allah'tan başka birisinin yaptığı ya da bunları yaparken Allah'ın bir ortağı olduğu şeklindeki bir cevabı, hiçbir müşrik veremezdi. Mekkeli putperest ve Arap müşriklerine gelince, Kur'an-ı Kerim bunlar hakkında şöyle der: "Onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? diye soracak olursan, onlar herşeye galip (Kadir-i Mutlak) olan, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) Allah yarattı, derler." (Zuhruf:9). "Ve onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, muhakkak ki, Allah'tır! derler" (Zuhruf: 87). "Onlara: 'gökten yağmur indirip, ölümünden sonra topraklara can veren kimdir?' diye soracak olursan, şüphesiz Allah'tır derler." (Ankebut: 63). "De ki: Size gökten ve yerden rızıklar veren kim? Gözleri, kulakları yaratan ve koruyan kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? Dünya nizamını (işlerini tedbir ile) çekip çeviren kim? Onlar şüphesiz, "Allah'tır" diyecekler." Kainatın yaratıcısının Allah (c.c) olduğu, onun nizamını tek başına O'nun tayin ve idare ettiğini sadece çok tanrılı Araplar değil, aynı zamanda tüm dünya genellikle kabul etmiş ve halen de kabul etmektedir. Binaenalyeh hiçbir müşrik, sırf tartışma olsun diye bu soruya, kendi tanrılarının bu işlerde Allah'ın yardımcıları olduğu şeklinde cevap veremezdi. Zira içlerinden biri böyle bir cevap vermeye kalkışmış olsaydı, içinde yaşadığı toplumun binlerce ferdi: "Bu bizim inancımız değildir" diye onu yalanlamış olacaktı.

Bu ve benzer sorular sadece 'şirk' inancını değil, aynı zamanda tanrıtanımazlık görüşünü de çürütmeyi hedef alır. Mesela, daha ilk soruda, "Semadan yağmur indiren ve ağaçlarını yetiştirmeye güç yetiremeyeceğiniz, ferahlık verici bahçeleri yeşerten kimdir? Toprak veya ona benzer yerlerde, sayısız bitki türünün beslenmesi için gerekli temel maddelerin mevcudiyetini, hayvan ve bitki hayatının idamesi için lüzumlu sudaki vasıfların varlığını, denizlerdeki suların tekrar tekrar buharlaşması, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde düzenli bir şekilde zaman zaman yağmur halinde düşmesini; özellikle canlı sayısız bitki türlerinin beslenip yeşermesine vesile olan ve dolayısıyla her çeşit hayvan türünün sayısız ihtiyaçlarını karşılayan toprak, hava, su ve ısı arasındaki koordinasyonu; bütün bunların sadece bir tesadüfün mü, yoksa yüce bir kudret ve Hakîm bir Müdebbir'in iradesi neticesinde ortaya çıkan bir plan ve programın sonucu olup olmadığını şöyle bir düşünelim. Ayrıca, sonuna dek milyonlarca yıl bu tesadüfün, sürekli olarak tekrar tekrar aynı şekilde yeniden vukuu mümkün müdür? Basireti ön yargılarla bağlanmış olan, sadece inatçı bir kimse bunu bir tesadüf olarak niteler. Zira haksever ve makul hiçbir insan, ne böyle bir saçma iddiada bulunur, ne de böyle bir iddiayı doğru kabul eder.

61 Ya da yeryüzünü bir karar yeri kılan,74 onun arasında ırmaklar var eden ve ona (yeryüzü için) sarsılmaz dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir ara-engel75 (haciz) koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.

AÇIKLAMA

74. Sayısız ve çeşitli mahlukat türünün yerküresi üzerinde bulunması ve yaşaması basit bir olay değildir. İnsan, bu yerküresinde tesis edilmiş olan hakîmâne uyum ve koordinasyonu tetkik ederse o, sadece hayrette kalır ve bu fevkalâde uyum, ilişki ve oranların, ancak, Alîm, Hakîm, ve Kadir-i Mutlak olan bir Tanrı'nın yaratıp düzenleyebileceği hissini duyar ve kabul eder. Üzerinde yaşadığımız bu yer küresi uzay boşluğunda çok hassas bir hareketle seyrediyor. Hareketinde henüz herhangi bir sarsıntı ve sapma görülmemiştir. Dünyanın bu hareketinde şayet, depremler esnasında gördüğümüz cinsten en ufak bir sarsıntı olmuş olsaydı gezegenimizde hayat olamazdı. Son derece hassas bir biçimde bu küre, hem kendi hem de güneş etrafında düzenli olarak dönüyor. Kendi etrafında dönmesi ve dolayısıyla her yüzünün düzenli olarak güneşi görmesi veya görmemesi, gece ve gündüzün oluşmasına sebep olur. Dünyanın bir yüzü sürekli olarak güneşe bakmış olsa, diğer cephesi de hiç güneş almamış olsaydı, bu ikinci yüzünde hiç hayat bulunmaz ve yaşamak mümkün olmazdı. Çünkü devamlı güneş alan kısmı, hiçbir canlının yaşamasına elverişli olmayacak şekilde kururdu. Bunun aksine sürekli karanlıkta kalan yüzünde ise, canlı denecek bir şeyin yaşamasına imkan vermeyecek derecede dondurucu soğuk hüküm sürmüş olurdu. Üstünde yaşadığımız yer küresini, milyonlarca meteorun sürekli bombardımanına karşı koruyan beşyüz mil kalınlığında bir atmosfer tabakası çevreler. Aksi halde, saniyede otuz mil hızla dünyaya doğru fırlamakta olan ortalama yirmi milyon meteor, dünyayı, üzerinde insan, hayvan ve bitki türünden hiçbir canlının yaşamasına müsait olmayacak derecede tahrip etmiş olacaklardı. Yine aynı atmosfer tabakası, hava ısısını ayarlar, okyanuslardaki suların buharlaşmasından meydana gelen yağmur bulutlarının yukarılara doğru yükselmesini temin eder, dünyanın çeşitli yerlerine bu yağmur bulutlarını taşır ve insan, hayvan ve bitki hayatı için lüzumlu çeşitli gazları sağlar.

Atmosfersiz dünya hiçbir canlı varlık için, yaşamaya uygun bir yer değildir. Aynı şekilde bu tabiî kaynakların bulunmadığı yerlerde, orada toprak hiçbir canlıyı besleyemez. Okyanus, nehir, kaynak, yeraltı su rezervleri ve eriyip çaylar şeklinde akan dağlar üzerindeki karlar halinde, yeryüzünde bol miktarda su depolanmış bulunuyor. Bu şekilde bir su düzenlemesi olmasaydı yeryüzünde hayat olmazdı.

O halde yer küresi üstünde bulunan, su, hava ve çevresindeki şeyleri kendisine doğru cezbeden uygun bir yerçekim-gücü ihsan edilmiş ve böyle bir özellikle techiz edilmiştir. Bu çekim gücü şayet normalden biraz daha az olsaydı, hava ve suyun yer küresinden ayrılıp uzay boşluğuna doğru akışı durdurulamazdı. Yine yer küresindeki ısı, şimdikinden fazla olmuş olsaydı, hayat orada oldukça zorlaşmış olacaktı. Diğer yandan yer çekim kuvveti, normalden biraz daha fazla olsaydı, atmosfer daha yoğun olmuş olacak, neticede basınç yükselmiş, buharlaşma zorlaşmış ve dolasıyla yağmur yağması imkansız hale gelmiş olacak; soğuklar artmış ve yeryüzünün oturulabilir yerleri daha da azalmış olacak; insan ve hayvanlar hacim bakımından daha küçük, buna mukabil daha ağır hale gelmiş olacaklardı. Bu durum da onların hareket kaabiliyetini azaltmış olurdu. Ayrıca yer küresi, güneşten, üzerinde insan ve canlıların yaşamasına elverecek uygun bir uzaklıkta yeralmış bulunuyor. Bu mesafe biraz daha uzun olsaydı, yer küresi daha az ısı alacak, iklim daha soğuk, mevsimler daha uzun olup, yer küresi üzerinde yaşanmaz bir yer haline dönüşecekti. Diğer taraftan bu mesafe daha kısa olmuş olsaydı, diğer faktörlerle beraber yüksek ısı, üzerinde halen yaşamakta olan insan hayatına imkan vermeyecek dereceye ulaşacaktı.

Bunlar, yer küresini, insanların yaşadığı bir mekan haline getiren tabiî kaynaklar arasında mevcut olan uyum ve ahenkten sadece birkaçıdır. Bu olaylara dikkatle bakan insaf sahibi her insan, bunlar arasındaki uyumun, hakim bir yaratıcının bir planı olmaksızın sadece bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş olduğunu bir an bile kabul edemez ve bir tanrı veya tanrıça, bir cin veya peygamber, bir veli veya meleğin bu varoluşta dahil olduğu ve bu muazzam nizamı işler hale soktuğunu da asla kabul edemez.

75. Yani, yeryüzünde tatlı ve tuzlu su kütleleri vardır ve bunlar birbirine karışmazlar. Yeraltı su rezervleri, tatlı ve tuzlu su halinde yanyana bir arada bulunur ve fakat çoğunlukla ayrı ayrı akarlar. Hatta tam denizin ortasında, tatlı su kaynaklarının bulunduğu bazı yerler vardır; bunların akıntıları deniz suyundan ayrı olarak, ona karışmadan kalır ve denizde seyahat edenler, içme suyu ihtiyacını buralardan temin ederler. (Daha geniş malumat için bkz. Furkan an: 68)

62 Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren76 ve sizi yeryüzünün halifeleri77 kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne kadar da az öğüt-alıp düşünüyorsunuz.

63 Ya da karanın ve denizin78 karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmetinin79 önünde rüzgârları müjde vericiler olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Allah, onların şirk koşmakta olduklarından yücedir.

64 Ya da halkı sürekli yaratmakta olan,80 sonra onunla iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı?81 Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, kesin-kanıt (burhan)ınızı getiriniz."82

AÇIKLAMA

76. Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah'ın kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyorlardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları zaman yardım için yalnız Allah'a yalvardıklarını, Kur'an-Kerîm onlara tekrar tekrar hatırlatır.

Ama, kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıldığında, Allah'ın yanında daha başka tanrılara dua ve yakarmaya başladıklarını da ifade eder. (Daha geniş açıklamalar için bkz. En'am an: 29-41, Yunus an: 31, ayet: 21-22, Nahl an: 46, İsra an: 84). Bu durum sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda diğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdüren dinsiz sosyalist Ruslar bile, İkinci Dünya Savaşı'nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları zaman Tanrı'ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar.

77. Bunun iki mânâsı vardır: 1- "O, bir kuşaktan sonra başka bir kuşağı, bir kavmin arkasından başka birini ortaya çıkarır"; ve 2- "Dünyada hüküm sürmeniz için O, size güç-kuvvet verir."

78. Yani, "O (Allah), gece karanlığında yol bulabilmeniz için, yıldızlarla bu tip düzenlemelerde bulunmuştur." Kara ve deniz yolculuklarında insanın, yönünü ve menziline giden yolunu tayin edebilmesi için Allah (c.c), bu gibi imkanlar yaratmıştır. Bu da, Allah'ın hakîmâne planının bir sonucudur. İnsan gündüzleri yolunu, çeşitli yol işaretleri, güneşin doğuşu ve batış noktaları ile; geceleri de, yıldızlar vasıtasıyla bulur. Bu husus Nahl Suresi'nde Allah'ın lütufları arasında sayılmıştır: "(Yol bulmak için faydalanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldızlarla yol bulurlar." (Nahl: 16)

79. "Allah'ın rahmeti"(nden maksat), gelişini, hemen öncesinden rüzgârların haber verdiği yağmurdur.

80. Bir cümle şeklinde ifade edilen bu basit gerçek, mânâ ve detay olarak çok geniştir. Bunun üzerinde iyice düşünen bir kimse, Allah'ın varlığı ve birliği hakkında yeni ve hiç eskimeyen deliller elde eder. Görüldüğü gibi ilk merhalede, yaratma işinin bizatihi kendisi bile başlı başına cevaplanması gereken bir sorudur. Hayatın ne olduğunu, nasıl ve nereden geldiğini, insan kendi bilgisi ile keşfedemez. Şu ana kadar gelip dayanılan bilimsel gerçek şudur: Cansız maddenin sadece bir araya getirilip düzenlenmesiyle bizatihi hayat denilen gerçek ortaya konamaz. Bilimsel olmamasına rağmen tanrıtanımazlar, varlık için gerekli temel maddelerin, rastgele uygun oranlarda biraraya geldiği zaman, hayat denilen olgunun varlık olarak ortaya çıkacağını sanırlar, yeter ki, şansın matematiksel kanunu buna el vermiş olsun. Yine de böyle bir şeyin meydana geliş imkanı sıfırdır. Laboratuvarlarda cansız bir maddeden deneme yolu ile canlı bir varlık meydana getirmek üzere şu ana kadar yapılan bütün teşebbüsler, mümkün olan her türlü ihtimamın da gösterilmesine rağmen tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede meydana getirilen şey, sadece canlı hücrenin temel yapısını teşkil eden DNA'dır.

Bu ise hayatın özü ve fakat hayatın bizatihi kendisi değildir. Hayat olayı bugün bile, bilimsel olarak izah edilemeyen bir mucizedir. Bu noktada yaratılışın, ancak Yaratıcı'nın iradesi, emri ve tasvirinin bir sonucu olduğunu söylemenin ötesinde bir şey denilemez.

Bir de hayat, sadece bir şekilde değil, sayısız farklı şekillerde bulunur. İnsanoğlu şu ana kadar yeryüzünde, aşağı-yukarı bir milyon hayvan ve ikiyüzbin de bitki türü keşfetmiş bulunuyor. Bunların tümü, yapısı ve özel karakterleri bakımından, son derece açık ve kesin olarak birbirinden tamamen farklıdır. Ayrıca sahip oldukları farklı yapılarını, bilinen ilk zamandan beri öyle ısrarla sürdürmektedirler ki, hiçbir Darwin(!) buna, bir olan tanrının yaratıcı planının bir neticesi olduğu şeklindeki itiraf dışında herhangi bir aklî izah getiremez. Bir türün yapısı ve şeklini değiştiren ve başka bir türün yapı ve özelliklerini ona kazandırmış olan bir bağ, şu ana kadar keşfedilmemiştir. Varolan hiçbir türün hiçbir mensubu, kendi türünden farklı özellikler taşımaz. Gözden kaçan bir bağın keşfine dair zaman zaman uydurulan ve yaygarası koparılan hikayeyi, bizzat olayların kendileri yalanlıyor. Dolayısıyla kaçınılmaz gerçek şudur ki, bu yaratma işini yapan, sayısız farklı şekilleri ile hayatı ihsan eden hakîmâne düzenleyici yaratma eylemini planlayıcı, üstün ve musavvir bir varlık vardır.

Yukarıda verilen malumat, yaratılışın başlangıcı hakkındadır. Şimdi biz, mahlukatın birbirinden üremesi, Allah'ın onları birbirinden yaratması üzerinde biraz düşünelim. Halik, her çeşit hayvan ve bitki türünün yapısı ve düzeninde mükemmel bir mekanizmayı yerleştirmiştir. Hayvan ve bitki türleri bu özellikleriyle, tamamen kendi türünün yapı, şekil ve karakterine sahip fertlerini sonsuz bir akış ile üretmeye devam ederler. Türlerin hayatiyetini sürdürmesini ve üremelerini sağlamak için gerekli olan bu element, her canlı ve bitki hücrelerinin bir parçasında ayrı ayrı mevcuttur. (Bu harika görevi üstlenen genler, son derece güçlü mikroskopla ancak görülebilir.) Modern genetik bilimcilerin bu konudaki gözlemleri, önümüze harika gerçekler sunuyor. Bunlara göre her bitkiye, sadece kendi türünü üretme yeteneği lütfedilmiştir. Öyle ki, her nesil kendi türünün tüm farklı özelliklerine sahip olur. Özel yapıları bakımından her türün fertleri, diğer bütün fertlerden ayrılır, farklı olur. Türlerin bekası için gerekli olan bu unsur ve üreticilik, bütün canlı ve bitkilerin her hücresinde ayrı ayrı vardır. Harikalara vesile olan bu genler, ancak güçlü mikroskopla görülebilir. Bu ufacık harika mühendis, bitkinin gelişmesini özellikle de kendi farklı türü istikametinde olmasını temin eder. Dünyanın her yanında, buğday tanesinden elde edilenin yine buğday tanesi olması bundandır. Nitekim, dünyanın hiçbir iklim ve yerinde, tam bir buğday tohumunun cinsinden, bir tane bile olsa arpa elde edildiği görülmemiştir. Hayvan ve insan türleri için de aynı şey sözkonusudur.

Türlerin hiçbiri bir defada yaratılmış değildir. Aksine büyüklüğü tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir üretim fabrikası her yerde çalışmakta ve aynı türün sayısız fertleri arasından bazılarını varlık alemine çıkarmaktadır. Canlı dediğimiz varlıkların en küçük parçasının bir bölümünde yeralan ve kendi türünün tüm farklı yapısı ve kalıtım özelliklerini de beraberinde taşıyan mikroskopik geni bir kimse düşürür ve sonra da son derece hassas, aynı zamanda kompleks psikolojik sistem ve her türün her bir ferdinin, aynı türün bir ferdini meydana getiren üretici genin geçtiği çok derin ve girift sürecine bakacak olursa, böyle mükemmel ve dakik bir nizamın kendi kendine (tesadüfen) olabileceğini ve daha sonra çalışmaya devam ederek çeşitli türlerin milyarlarca fertlerini kendiliğinden üretebileceğini bir an bile kabul edemez. Bu mükemmel nizamın, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda, bu sistemin muntazam ve daimî çalışması için de Hakîm, Ebedî ve bu tezgahlardaki işleri gözeten ve sevkeden Kayyûm bir Müdebbir'e ihtiyacı vardır.

Bu gerçekler, şirk inancını yıktığı gibi, ateistlerin, tanrıyı inkar etmekte hareket noktası olarak kabul ettikleri temelleri de yok eder. Melek, cin, peygamber veya bir velinin, Allah'ın bu işinde dahli olduğuna ancak aptal bir insan inanabilir. Fakat, biraz vicdan sahibi ve tarafsız hiçbir kimse, temelinde tümüyle hikmet ve intizam bulunan bu kocaman yaratma ve üretme fabrikasının sadece bir tesadüf eseri olarak çalışmaya başladığı ve o andan itibaren, aynı şekilde otomatik olarak çalışmakta olduğunu asla söyleyemez.

81. Bu kısa cümlenin gelişigüzel incelenmesinden kişi, beslenme için gerekli gıda maddelerinin tedariki meselesinin pek basit bir iş olmadığını anlayabilir. Yer küremiz üstünde milyonlarca hayvan ve bitki türü vardır. Her tür, milyonlarca ferdi ihtiva eder ve bunların çeşitli gıda maddelerine ihtiyacı vardır. Halik ve Rezzak, hiçbir türün mensubunun gıdasız kalmayacak beslenme imkanları bol ve kolayca ulaşılabilir şekilde ayarlamıştır. Böylece can taşıyan hiç bir varlık gıdasız kalmaz. Sonra bu sistem içinde birleşip birlikte çalışan, yer ve gökteki koordineli faaliyetler, çeşitli ve sayısızdır. Isı, ışık, hava, su ve yeryüzündeki maddeler arasında gerekli koordinasyon ve uyum olmadıkça, gıda maddelerinin bir teki dahi üretilemez.

Hakîm bir yaratıcının hakîmâne bir plan ve programı olmaksızın, fevkalade mükemmel olan bu sistemin, sadece bir tesadüf eseri olarak meydana geldiğini bir kimse düşünebilir ve kabul edebilir mi? Yine bir insan, bu sistemin işleyişinde cin, melek veya bir velinin elinin bulunduğunu tahayyül edebilir mi?

82. Yani, "Allah'ın bu işlerde bir ortağı olduğunu göstermek için ya bir delil getirmelisiniz, veya şayet bu mümkün değilse, Allah (c.c) ile beraber başka bir tanrıya niçin hizmet edip taptığınızı, en azından bir delille izah etmeniz gerekir. Halbuki bütün bu işleri önceden de, şimdi de bir olan Allah (c.c) yapmış ve de yapmaktadır.

65 De ki: "Göklerde ve yerde gaybı83 Allah'tan başka kimse bilmez. onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar."84

AÇIKLAMA

83. Yaratma, idare ve besleme için gerekli imkanları temin açısından düşünüldüğü zaman, Allah'ın bir ve tek ilah olduğunu ispat etmek için, daha önce geçen ayetlerde gerekli deliller serdedilmiştir. Bu ayetle şimdi, ilahlığın önemli bir vasfı olan bilme (bilgi sahibi olma) açısından, aynı husus tekrar anlatılmaktadır. Allah (c.c), tektir ve ortağı yoktur. Göklerde ve yerde bulunan, ister melek ister cin, ister peygamber ister veli, ister diğer insan ve başka yaratıklar olsun, bütün bunlar sınırlı bir bilgiye sahiptirler. Bilginin büyük bir kısmı onlardan gizlenmiştir. Her şeyi bilen tek alim sadece Allah'tır. Bu kainattan hiçbir şey O'na gizli ve saklı değildir. O, geçmiş, hal ve gelecekte olacak her şeyi bilir.

'Gayb' kelimesi, gizli ve kapalı olan şeyleri ifade eder. Bir terim olarak bilinmeyen herşeyi ve kişinin içinde bulunduğu saha ve çevresinin dışındaki bilgi ve malumatı ifade eder. Ferdî olarak bazı kimselerin bilip, diğer bir kısım insanların bilmediği birçok hususlar vardır bu dünyada. Bir bütün olarak geçmişte hiçbir insana bildirilmemiş, halen bilinmeyen ve gelecekte de bilinemeyecek daha birçok şey vardır. Cin, melek ve diğer yaratıklar açısından da durum aynıdır: Belli bazı şeyler onların bir kısmına malum, diğerlerine gizlidir. Pek çok husus ise bunların tümüne gizli ve hiçbirine malum değildir. Gizli olan şeylerin tümü sadece, alim olan tek varlık Allah tarafından bilinir ve sadece bunlar O'na açık-seçiktir. Çünkü, O'na hiçbir şey gaib (gizli) değildir, herşey O'na açık ve zahirdir.

Bu gerçeği ortaya koymak için, yaratma, tasvir ve kainattakilerin beslenmesi ile ilgli, daha önce serdedildiği gibi burada, soru sorma metodu benimsenmemiştir. Bunun sebebi ise şudur; bu sıfatların tezahürleri, herkesin, bu arada putperest ve çok tanrılı kimselerin bile farkedebileceği şekilde açıktır. Bugün de durum aynıdır. Bütün bunların, Allah'ın (c.c) işleri olduğunu bilmeyen yoktur.

Binaenaleyh burada, şu şekilde bir yöntem izlenmiştir: İtiraf ettiğiniz gibi tüm bu işler Allah (c.c) tarafından yapılmaktadır. O'nun bu işlerde, başka bir ortağı yoktur. O halde, ilahlık ve ibadetinde başkalarını niçin O'na ortak koştunuz? Bununla beraber, işaret edilen ve (beş duyu ile) hissedilen hiçbir tezahürü yoktur. O, düşünce ve tefekkürle kavranılabilir. Bundan dolayı mesele, soru sorma yerine bir iddia olarak ileri sürülmüştür. O halde, her aklı başında olana yaraşan, alîm olan Allah'tan başka Kadir-i Mutlak bir varlığın bulunduğuna inanmanın makul olup-olmadığını tefekkür etmesi ve düşünmesidir. Yani, geçmişte kainatta varolan, halen bulunan ve gelecekte de varolacak olan tüm şartları, eşyayı ve gerçekleri bilen Allah'tan başka biri var mıdır? Ve eğer alîm başka birisi yoksa ki zaten olamaz; öyleyse gerçekler, şartlar ve durumlardan tam olarak haberdar olamayan biri, insanların duasına karşılık verici (Mucîb), onların ihtiyaçlarını yerine getirici ve zorluklarını giderici olabildiğine inanmak makûl olur mu?

İlâhlık ile gaybı bilme arasında kesin bir ilişki vardır. Bir şeyi varlık halinde düşündüğü ilk günden beri insan, Tanrı'nın heryerde hazır va nazır olma sıfatını, o, her şeyi bilen ve kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmamasını, böyle bir varlığın tabiî bir vasfı olarak kabul etmiştir.

Başka bir ifade ile, kaza ve kader, yapılan dualara karşılık verme, ihtiyaç içindeki herkesin ihtiyacını karşılama gibi hususlar, herşeyi bilen ve kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı varlığa insanın inanması için, bizatihi olayın yapısı yeter bir delildir. Bundan dolayı, Allah'ın güç ve otoritesinin sahibi olarak kendisini kabul eden insan, ister-istemez kendisini, gizli olan herşeyi bilen şeklinde kabul etmiş oluyor. Çünkü onun aklı, ilim ve otoritenin birbirine bağlı şeyler olduğunu kabule, haklı olarak zorlayacaktır. Yukarıda geçen ayetlerde ifade edildiği gibi, Halik, Musavvir, dualara karşılık veren (Mucîb) ve Basîr'in sadece Allah'ın olduğu hususu bir gerçekse, o zaman gizli (gaybı) olan şeyleri bilen'in (Alîm) de yalnızca Allah (c.c) olduğu açıktır. Netice itibariyle (bütün bunlardan sonra), melek, cin, bir peygamber veya bir veli ya da diğer yaratıklardan hangisi, okyanuslarda, atmosferde, yerin altı ve üstünde, nerede ve hangi çeşit hayvanların bulunduğunu aklıyla düşünüp ihata edebilir? Göklerdeki uyduların adedi hakkında hangi sayı doğrudur? Ve onların herbirisinde ne çeşit yaratıklar vardır? Ve bu yaratıklardan herbiri nerede yaşamakta ve ihtiyaçları nelerdir? Bütün bunlar, zorunlu olarak Allah (c.c.) tarafından bilinmesi gerekir, çünkü onları O yaratmıştır.

Şartları tek başına O gözetme, meselelerini O kontrol etme ve beslenmelerini O ayarlama durumundadır. Sınırlı varlığı ile başka birisi, bu geniş ve herşeyi kuşatan ilme nasıl sahip olabilir ve bilmesi gereken bu varlıkların yaratma ve beslenme gibi işlerini nasıl yapabilir?

Sonra bu keyfiyyet bölünmez ki, mesela birisi sadece yeryüzünde olan şeyleri veya yalnız yeryüzünde bulunan insanlara ait hususları bilebilsin. Aynı şekilde Tanrı'nın yaratıcılığı, Rezzak, Kıyam Binefsihi (Zatı ile Kaim) oluşu da birbirinden ayrılamaz. Nihayet sonuç itibariyle yaratılıştan bu ana ve kıyamete kadar, ana karnında canlı hale geldikten son nefesine kadar bütün yaratıkları hal hareket ve durumlarını, bir insan nasıl bilebilir? Tüm bunları bir insan nasıl ve nereden bilebilecektir? O, bu sayısız yaratıkların yaratıcısı mıdır? Babalarının menilerindeki insanların varlık alemine çıkmalarına sebep olan tohum zerreciklerini o mu yarattı? Anne rahminde onlara biçim ve şekli o mu verdi? Onların normal doğumlarını o mu düzenledi? Kaderlerini, bu çok kısır bilgisi ile o mu tayin etti? Onların dünyadaki hayat ve ölüm, sıhhat ve hastalık, refah ve darlık, yükselme ve düşüşlerine dair kararlar almaktan o mu sorumludur? Ve bu hususlarda ne zamandanberi sorumludur? Bütün bu sorumluluk, nasıl sadece insanlarla sınırlı kalabilir? Bu ise, göklerin ve yerin evrensel idaresinin sadece bir kısmını teşkil eder. Ancak tüm kainatı idare eden bir varlık, aynı zamanda hem insanların yaradılış ve ölümünden, hem rızıklarını kısmak ve bollaştırmaktan, hem de kaza ve kaderlerinden tek başına sorumlu olabilir.

Gaybı ve görünmeyen şeyleri Allah'tan başka bir varlığın bilememesi prensibinin İslam'ın temel ilkelerinden birisi olması bundandır. Allah (c.c), kullarından istediğine, bilgisinden dilediğini ifşa edebilir ve gayb olan şeylerden bir bütün halinde bir veya birkaç hususu, hikmetinden (ilminden) ona ihsan edebilir. Alim'ul-Gayb; gizli her şeyi bilen ve tüm yaratıkların rabbi olan sadece Allah'ın sıfatıdır. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları ancak O bilir." (En'am: 59) "Beklenen saatin ne zaman dolacağını (Kıyametin kopacağını) bilmek ancak Allah'a aittir. Yağmuru O yağdırır, anarahminde neyin teşekkül ettiğini O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez... Yine hiçbir kimse nerede öleceğini bilmez. Hak Tealâ herşeyi hakkıyla bilir. Herşeyden haberdardır." (Lokman: 34). "O, (kullarının) önünde-ardında ne var (ne yok) hepsini bilir, kulları ise, O'nun dilediği kadarından daha fazla başka bir şey kavrayamazlar." (Bakara: 255)

Kur'an, bu umumî ve kesin nefiyle, sadece çeşitli yaratıkların gayb (gizli ve görünmeyen alem) hakkında bilgi sahibi olmadığını belirtmekle yetinmez, aksine özellikle de peygamberlerin bu hususta bilgi sahibi (Alim'ul-Gayb) olmadığını açıkça ifade eder.

Nitekim Hz. Muhammed (s.a), peygamberlerin, gayb ve görünmeyen alem hakkında bir bilgi sahibi olmadıklarını ve ancak, peygamberliğin onlara yüklediği vazifelerini ifaya muktedir kılacak kadar kendilerine gayb bilgisi verildiğini açıkça ifade eder. En'am Suresi: 50, A'raf Suresi: 187, Tövbe: 101, Hud: 31, Ahzab: 63, Ahkâf: 9, Tahrim: 3 ve Cin Suresi: 26-28. ayetleri bu hususta hiçbir şüphe bırakmaz.

Kur'an-ı Kerim'in tüm bu açıklamaları, Allah'tan başka birinin gaybı bildiğini kabul etmenin, gelmiş ve gelecek bütün olaylar hakkında başka birisinin de bilgi sahibi olduğuna inanmanın, kesinlikle İslâm-dışı bir inanç olduğu hususunu, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde sözkonusu ayetin manası vuzuha kavuşturuyor. Buharî, Müslim, Neseî, İmam Ahmed, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, sağlam bir senetle Hz. Aişe'den şu sözü nakletmişlerdir: "Kim, Hz. Peygamber (s.a) ertesi günü ne olacağını bilirdi diye iddia ederse, Allah'ı yalan söylemekle itham etmiş olur. Çünkü Allah şöyle buyurur: "Ey Rasûlüm! De ki, göklerde ve yerde gaybı ve görünmeyenleri Allah'ın dışında bilen başka hiç bir varlık yoktur." İbn Münzir bunu, Hz. Abdullah b. Abbas'ın meşhur talebesi İkrime'ye dayanarak nakletmiştir: "Biri, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ey Muhammed! Kıyamet ne zaman kopacak? Topraklarımızı kuraklık kasıp kavuruyor; yağmur ne zaman yağacak? Karım hamile; oğlan mı, yoksa kız mı dünyaya getirecek? Ve, bugün ne kazanacağımı biliyorum; fakat yarın acaba ne kadar kazanacağım? Nerede doğduğumu biliyorum; fakat nerede öleceğim?" gibi sorular sordu. Cevap olarak, Hz. Peygamber (s.a), yukarıda açıklamasını yaptığımız Lokman Suresi'nin 34. ayetini okudular. Nitekim, Buharî, Müslim ve diğer Hadis kitaplarında nakledilen şekliyle şu Hadis-i Şerif de aynı hususu destekler: Hz. Peygamber (s.a.) bir gün ashabı arasında otururken sorulardan biri olan "Kıyamet ne zaman kopacak?" sorusunu Cebrail (a.s) ona sorduğunda Hz. Peygamber (s.a), "Bunu, kendisinden sorulan sorandan daha iyi bilemez" diye cevap verdi. Sonra, "Allah'tan başka, hakkında hiçbir kimsenin bilgi sahibi olmadığı beş husustan birisidir" diye ilave buyurdular ve daha sonra, Lokman Suresi'nin yukarıda geçen ayetini okudular.

84. Yani, "Gayb hakkında bilgi sahibi olduğu zannedilen ve dolayısiyle ilâhlıkta ortak kabul edilen şu nesnelerin, bizzat kendi geleceklerinden haberleri yoktur. (O halde) Allah'ın (c.c), kendilerini tekrar dirilteceği zaman olan kıyametin vaktini (nereden bilsinler) bilemezler."

66 Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi,' hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.85

67 Küfre sapanlar dedi ki: "Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip-çıkartılacakmışız."

68 "Andolsun, bu (azab ve dirilme tehdidi), bize ve daha önce atalarımıza va'dolunmuştur. Bu, olsa olsa geçmişlerin uydurma-masallarından başkası değildir."

69 De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçlu-günahkârların nasıl bir sona uğradıkların bir görün"86

70 Sen, onlara karşı hüzne kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma.87

AÇIKLAMA

85. İnsanlar, yaptıkları temel hatalar konusunda uyarıldıktan sonra, şöyle denmektedir: Bu insanların sözkonusu hatalara sürüklenmelerinin sebebi, ciddi olarak düşündükten sonra vardıkları netice değildir. Yani, ilâhlıkta Allah'ın (c.c) ortakları diye kabul ettikleri varlıkların mevcudiyetleri konusunda araştırma yapmış değillerdir. Bu durumun gerçek sebebi, aslında, bu meseleyi ciddî olarak hiç düşünmemiş olmalarıdır. Onlar, öbür dünya (Ahiret) hakkında ya bilgisiz ya şüpheleri olduğu ya da o konuda düşünmedikleri için kalplerinde, ahiret konusundaki inançsızlıkları tamamiyle karşı konulamayacak tabiî bir davranış halinde gelişmiştir.

Onlar, evren ve kendi hayatlarının problemleri konusunda hiç de ciddî değildirler. Neyin gerçek olduğu ve hayat konusunda sahip oldukları bilgilerin doğru olup olmadığını öğrenmek için kendilerini zahmete sokmazlar. Çünkü onlara göre, ister çok tanrıya inansın ister ateist olsun, ister tek tanrıya inansın ve ister şüpheci olsun, neticede hepsi toz olup yok olacak, kendilerinden sonra hiçbir iz bırakmayacaklardır.

Ahiret konusunu, daha önce geçen ayetin şu cümlesi, yani, "Onlar, tekrar ne zaman diriltileceklerini bilmezler," ksımı ihtiva eder. Bu cümlede, tanrı edinilen melek, cin, peygamber ve veli vs. gibi varlıkların, bizatihi kendileri bile, kıyametin (Haşr) ne zaman olacağını bilmedikleri anlatıldı. Burada, çok tanrılı ve tanrıtanımazlar hakkında üç husus söylenmiş bulunuyor: 1- Öbür dünyanın (Ahiret) olup-olmadığı konusunda, onların hiçbir bilgileri yoktur; 2- Onların bu bilgi eksikliği, mesele hakkında malumat verilmemesi sebebine bağlı değil, aksine, kendilerine bu konuda verilen haberlere inanmamaları ve bunların sıhhatinden şüphe etmeleridir; ve 3- Ahiretin geleceği konusunda ileri sürülen delilleri onlar, gereken ciddiyetle tefekkür edip düşünmek için kendilerini zorlamadılar. Aksine onlar bu konuda körlüğü (cehaleti) tercih ettiler.

86. Bu kısa cümle, ahiret (Öbür dünya) ve ceza verme konusunda iki kuvvetli delili ihtiva eder:

Birincisi, ahireti inkar eden toplumlar, suç ve günah işlemekten kendilerini alamadılar; sorumsuzca yaşayıp; suç ve günahın her türlüsünü işlediler; ve sonuç olarak ahlâkî çöküşleri onları tam bir yıkıma sürükledi. Dünyanın dört bir yanında, yok olmuş toplumların ispatlamış olduğu insanlık tarihinin bu yaygın tecrübesi, ahirete inanmanın veya inkarın, insan davranışının doğruluğu veya yanlışlığı ile yakından alakası olduğunu açıkça gösterir. Ahirete olan iman, kişiyi doğru ve gerçeklere uygun hareket etmeye; ona karşı inançsızlık ise bâtıl ve sapık davranışlarda bulunmaya sevkeder. Bu da ahiret inancının, gerçekle tam bir paralellik ve uyum demek olduğunun açık bir kanıtıdır. Ahireti inkar gerçeğe aykırıdır; hayatı kötü yollara sevketmesi de bundandır.

İkincisi, suçlu olan toplumların, tarihin geniş bir tecrübesi halinde, ard arda yokoluşları, bu evrenin sağır, kör ve akılsız güçler tarafından değil, aksine bu cezalandırma konusunda, değişmez kanuna (Sünnetullah) uygun olarak çalışmakta olan bir sistemin mevcut olduğu gerçeğinin açık bir delilidir.

Bu kanun, insanlığın sadece ahlâkî yönüyle ilgilidir. Bu kanun gereğince, dilediği taşkınlıkları yapmak, hayatını yaşamaya devam etmek ve bolluk, refah ve gücü eline geçirdiğinde zulümler yapmasına yetecek kafi miktarda uzun bir zaman verir. Ancak kötülüğe dalmış bir toplum, muayyen bir noktaya ulaştığı zaman, güçlü bir el onu güç ve kudretinden alaşağı eder ve aşağılık çukurlarına yuvarlar. Bu gerçeği kavrayan her insanın, bu hayattan sonra, yaptıkları amellere göre fert, toplum ve bütünüyle insanlığın mükafatlandırılacağı veya cezalandırılacağı yeni bir dünyanın kuruluşunu, aynı kanunun zorunlu kıldığı hususunda hiçbir şüphesi kalmaz. Çünkü kötü bir milletin sadece ortadan kaldırılıp imha edilmesiyle adaletin icapları yerine getirilmiş sayılmaz; zira bu, mazlum insanların yakınmalarını ve zalimlerdeki haklarını hiçbir surette karşılamaz; gününü gün edip hayatlarını yaşamış ve fakat sözkonusu azab gelmeden önce bu dünyayı terketmiş olanları böyle bir yokoluş cezalandırmış olamaz; sonra, ahlâksızlık ve sapıklık gibi kötü mirası, kendilerinden sonra gelen nesillere bırakan kötü insanları da muaheze etmez.

Kötülüklere dalmış bir milletin başına gelmiş bu azab, en son neslin sadece daha fazla tiranlık yapmasına engel olur. Yaptığı her şerden dolayı kötü insanı cezalandırmak, her mazlum insanın uğramış olduğu zararları tazmin etmek (veya ettirmek), azgın şer saldırılarına Hakk'la karşı koyan, ve bu yolla hayatı boyunca kötü şeyleri ıslah etmeyi ve karşılaştığı zulümleri bertaraf etmeyi başaran kimseleri mükafatlandırmak üzere mahkeme henüz çalışmaya başlamamıştır. Günün birinde tüm bunların yapılması gereklidir. Çünkü dünyadaki cezalandırma kanununun sürekli işleyişi, kainatı idare eden kudretin yapısı ve metodunu açıkça gösteriyor. Bu kudret sahibi, insan fiilerini ahlâkî ölçülerle değerlendiriyor ve buna göre ya cezalandırıyor veya mükafatlandırıyor.

Yukarıda açıklanan iki delilden başka bu ayetin ibret alınacak yönü şudur: "Geçmiş günahkar milletlerin uğradığı akibetten ders (ibret) alın ve ahireti inkar konusundaki akılsızca tutumunuzda ısrar etmeyin. Çünkü, önceki milletlerin helakına neden olan günahkarlıkların temelinde, aslında, ahireti inkar inancı yatar."

87. Yani, "Sen tebliğ hususundaki görevini hakkıyla yapmış bulunuyorsun. Şimdi, onlar seni dinlemiyor, ahmaklıklarında ısrar ediyorlar. Dolayısıyla ilahi azaba müstehak olacaklar diye durumlarına üzülme! Sonra, Hakk'a karşı savaşmak ve onları ıslah etmeye yönelik hareketine engel olmak üzere planlarını yaptıkları adice entrikalarına niçin üzülüyorsun? Senin arkanda Allah'ın kudreti var. Şayet onlar seni dinlemiyorlarsa, sana değil, sadece kendilerine zarar verirler."

71 Derler ki: "Eğer doğruyu söyleyenler iseniz, bu va'dolunan (azab) ne zaman?"88

72 De ki: "Belki de89 acele etmekte olduğunuzun (azabın) bir kısmı size yetişmiştir bile."

73 Hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf (fazl) sahibidir, ancak insanların çoğu şükretmiyorlar.90

AÇIKLAMA

88. Daha önceki ayette işaret edilen tehdidin aynısı. Onlar şunu demek istediler: "Kendisiyle korkuttuğun felaket başımıza ne zaman gelecek? Seni sadece reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda senin vazifene engel olmak için yapabileceğimiz herşeyi yaptığımız halde, niçin biz cezalandırılmıyoruz?"

89. Bir şeyi ifadede kullanılan bu tarz, mükemmel bir anlatım şeklidir. 'Belki' ve 'umulur' gibi ifadeler ilahi hitapta yeraldığı zaman şüphe ve tereddüt anlamını hiç içermez, aksine, Allah'ın Samed ve Kadir-i Mutlak olduğunu ifade eder. Allah'ın kudreti o kadar büyüktür ki, bir şeyi murad etmesi ve meydana gelmesi aynı anda olur. O, bir şey dilesin de meydana gelmesin, böyle bir olgu tasavvur edilemez. Binaenaleyh, "pek tabiî öyle olması iyi olur" (öyle olması umulur) diye Allah (c.c) buyurduğu zaman, "adetleri değiştirip ıslah etmezseniz kesinlikle öyle olacak" demektir.

90. Yani, "Bir kabahati işleyişinden hemen sonra, Cenab-ı Hakk'ın, hemen suçluyu yakalamaması, aksine tövbe ederek ıslah olması için ona mühlet vermesi aslında Allah'ın merhametindendir. Fakat insanların çoğu bu nimete karşı nankörlük eder ve kendilerini ıslah etmeleri için bu fırsat döneminden istifade etmezler. Yaptıklarından sorguya çekilmediklerini gördükleri zaman, bunun aksine, kendilerini hesaba çekecek hiçbir merciin olmadığı fikrine kapılırlar. Binaenaleyh onlar dilediklerini yapmakta serbesttirler. Varsın, yapılan öğütlerin hiçbirine kulak asmasınlar!"

74 Ve şüphesiz, senin Rabbin, onların sinelerinin gizli tutmakta olduklarını da, açığa vurduklarını da kesin olarak bilmektedir.91

75 Gökte ve yerde gizli olan hiç bir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta92 (Levh-i Mahfuz'da) olmasın.

76 Gerçek şu ki, bu Kur'an, İsrailoğullarına hakkında ayrılığa93 düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp-anlatmaktadır.

77 Ve gerçekten o, mü'minler94 için bir hidayet ve bir rahmettir.

78 Şüphesiz senin Rabbin, onların arasında kendi hükmünü verecektir.95 O, güçlü ve üstün olandır, bilendir.96

79 Sen, artık Allah'a tevekkül et; çünkü sen apaçık olan hak üzerindesin.

80 Çünkü gerçekten sen, ölülere97 (söz) dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara98 da çağrıyı işittiremezsin.

AÇIKLAMA

91. Yani "O, sadece onların açık suçlarından değil, aynı zamanda, kalplerinde gizledikleri kin, garaz ve gizli gizli çevirdikleri entrikalardan da tam olarak haberdardır. Binaenaleyh hesap vermek üzere çağırıldıkları zaman onlar, her şeyden sorumlu tutulacaklardır."

92. Burada 'Kitap' ile, Kur'an değil, aksine içinde herşeyin yazılı olduğu 'Levh-i Mahfûz' kastediliyor.

93. Bu cümle, hem önce geçen ve hem de onu takip eden konu ile bağlantılıdır. Birinci durumda şunu ifade eder; İsrail tarihinin bir kısmını teşkil eden bu olaylar hakkındaki gerçeği, Allah'ın, Yahudi olmayan biri vasıtasıyla bu Kur'an'da açıklamış olması, Alîm Allah'ın ilminin bir tezahürüdür ki, bu olaylar, İsrailoğulları'na mensup alimler tarafından halen tartışılmaktadır. (Notlarımız arasında açıklandığı gibi, konu ile ilgili bazı örnekler, bu surenin ilk bölümlerinde geçmiş bulunuyor.) ikinci durumda ise şu mânâya gelir: İşte bu ihtilafları çözdüğü gibi Allah (c.c), Hakk'a kimin uyduğu ve bâtılın peşinden de kimin gittiği şeklinde Hz. Muhammed ile düşmanları arasında devam edip giden ihtilafı da öylece çözecektir. Nitekim bu ayetlerin nüzûlünden birkaç yıl sonra, bütün dünya Allah'ın bu kararına şahid olmuştu. Öyle ki tüm Arabitan'da aynı Kureyş kabilesinin arasında, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in değil, Hakk'ı takip etmekte olanın Hz. Muhammed (s.a) olduğuna kani olmayan tek bir fert kalmamıştı. Bunların çocukları bile, kendi babalarının bâtıl yolda olduğunu itiraf ettiler.

94. Yani, "Kur'an-ı Kerim'in davetine uyan, onu kabul eden ve onun sunduğu prensiplere inanan ve uyanlar için o, bir rahmet ve hidayettir. Böyle kimseler, içinde bulunup yaşadıkları toplum ve insanların bulaştığı hatalardan korunacaktır. Onlar Kur'an sayesinde hayatlarında takip edecekleri doğru yolu bulacak ve Kureyş'in bugün hayal bile edemeyeceği lütûflar onlara ihsan edilecektir." Birkaç yıl sonra bütün dünya, Allah'ın bu rahmet yağmuruna gözleriyle şahid oldu. Arabistan çölünün bir köşesinde ve dünyadan oldukça uzak bir bölgede yaşayan ve küfür halleriyle, ancak iyi bir yağmacı olabilen aynı insanlar, Kur'an'a inanmaları sayesinde bütün dünyaya yol gösterici rehberler, insanlık medeniyetinin mimarları ve dünyanın büyük bir kısmının hakimleri olarak aniden ortaya çıktılar.

95. "Bu insanlar rasında hükmedecek"; yani Kureyş kafirleri ile müminler arasında.

96. Yani, "O'nun hükümünü hiçbir güç, ne yürürlükten kaldırabilir, ne de O'nun verdiği hükümde hata ihtimali bulunabilir."

97. "Ölüler" vicdanları dumura uğramış ve inatçılık, dikkafalılık, körükörüne gelenek ve göreneklere bağlılıkları, kendilerini Hakk ile bâtılı birbirinden ayırma duygusundan mahrum bırakmış kimselerdir.

98. Yani, "Senin söylediklerine karşı yalnız kulaklarını tıkayanlar değil, aynı zamanda davetini duyarız korkusuyla, arkalarını dönüp bulundukları yerden uzaklaşanlar."

81 Ve sen, körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin;99 sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin, işte müslüman olanlar bunlardır.

82 O söz, kendi başlarına geldiği zaman,100 onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.101

83 Ve her ümmetten ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup toplayacağımız gün, artık onlar 'tutuklanıp (azab yerine) dağıtılırlar.'

84 Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: "Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde102 yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?"

AÇIKLAMA

99. Yani, "Onları zorla doğru yola getirmek ve bu yolda yürümelerini sağlamak senin işin değildir. Sen onlara sadece tebliğ edebilir ve bu yolun doğru, kendilerinin takip etmekte oldukları yolun ise yanlış olduğunu örneklerle anlatabilirsin. Ama gözlerini kapamış ve kesinlikle hiçbir şey görme arzusunda olmayan birine sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin.?"

100. Yani, "(...) onlara vadedilmekte olan kıyamet yaklaştığı zaman."

101. İbn Ömer'e göre bu hadise, dünyada iyiliği emreden ve kötülüklerden sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. İbn Merduye'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif'e göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber'in kendisinden Ebu Said'de duydu.

Bu da insan başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülük yapmaktan men (emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker) vazifesini terketiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir 'Dabbe' meydana çıkaracağını gösterir. Maamafih onun bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istila edecek bir hayvan türü mü olduğu hususu açık değildir. "Dabbet'en mine'l-ard" kelimeleri her iki mânâya gelebilir. Her iki durumda anlam şöyle olacaktır: "İnsanlar, kıyametin anlatıldığı ayetlerimize inanmadılar. Sözkonusu kıyamet şimdi gelmek üzeredir; Allah'ın verdiği haberin doğru olduğunu şimdi herkes anlasın." "İnsanlar bizim ayetlerimize inanmadı" cümlesi, ya o hayvanın kendi konuşmasının bir parçasıdır, ya da Allah'ın, onun konuşmasından hikaye ettiği bir cümledir. Şayet, bunlar onun sözleriyse 'bizim' sözcüğü, bir hükümet sözcüsünün yaptığı konuşmayı, kendi namına değil, hükümet adına konuştuğunu ifade eden tarzda anlaşılacak demektir. İkinci şıkta, "Dabbe"nin sözlerini Allah hikaye etmekte olduğu için, "Bizim Vahiylerimiz" ibaresini Allah (c.c) hakîki mânâsında kullanmış demektir. Bu hayvanın ortaya çıkış ve durumuna gelince, Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Güneş batıdan doğacak ve 'Dabbe' gün aydınlığında ansızın zuhur edecek. Bu alâmetlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu çok kısa bir zaman sonra takip edecektir." (Müslim). Müslim, İbn-i Mace, Tirmizî, Müsned-i Ahmed gibi hadis kitaplarında, daha başka rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.), "Deccal"in zuhuru, "Dabbe"nin ortaya çıkışı, heryeri kaplayan bir duman ve güneşin batıdan doğuşu şeklinde alametlerin birbirini takip edeceğini haber vermiştir.

'Dabbe'nin yapısı, genel görünüşü, ortaya çıkacağı yer ve diğer ayrıntılara gelince, bu konuda, sadece teşevvüşe sevkeden ve Kur'an'da bu meselenin anlatılmış olduğu konu ile de ilgisi olmayan ve birbiriyle de tearuz eden bazı hadisler rivayet edilmiştir.

'Dabbe'nin insanlarla konuşma hususuna gelince, bu, istediği herhangi bir şeye konuşma gücünü veren Allah'ın kudreti hakkında bir delildir. O, bu gücü, kıyametten önce tek bir hayvana verecek, fakat kıyametten sonra bu yeteneği daha başka varlıklara da ihsan edecektir. Mesela, insanın her uzvu -gözü, kulağı, hatta derisi bile- yüksek sesle konuşacak ve Fussilet Suresinin 20. ve 21. ayetlerinde açıkça ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hakk'ın mahkemesinde şahitlik edeceklerdir: "Oraya varınca kulakları, gözleri, derileri işledikleri şeylere karşı aleyhte şahitlik edeceklerdir. Derilerine; niye aleyhimizde şahitlik ettiniz? diyecekler, onlar da; "Herşeyi konuşturan Allah (c.c) bizi de konuşturdu. ilk önce, sizi O yarattı. Sonra da yine O'na döndürüleceksiniz." (diye cevap verecekler.)"

102. Yani "Siz benim ayetlerimi, asılsız olduğunu ispat edebilecek herhangi bir bilimsel araştırma verilerine dayanarak inkar etmiş değilsiniz, aksine sağlam hiçbir sebep göstermeden inkar ettiniz."

85 Zulmetmelerine karşılık, söz, kendi aleyhlerine gelmiş bulunmaktadır; artık onlar, konuşmazlar da.103

86 Görmediler mi, biz geceyi onda sükûn bulmaları için, gündüzü de aydınlık (la görsünler) diye yarattık.104 Şüphesiz, iman etmekte olan bir kavim için bunda ayetler vardır.105

87 Sûr'a üfürüleceği gün,106 Allah'ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır; ve onların her biri 'boyun bükmüş' olarak O'na gelmişlerdir.

88 Dağları görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Hiç şüphe yok O, işlemekte olduklarınızdan haberi olandır.107

89 Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı108 vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.109

90 Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) "Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?" (denir).109/a

91 (De ki:) "Ben, ancak bu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki, O, burasını kutlu ve saygıdeğer kıldı. Her şey O'nundur.110 Ve müslümanlardan olmakla emrolundum."

92 "Ve Kur'an'ı okumakla da (emrolundum). Artık kim hidayete gelirse, kendi nefsi için hidayete gelmiştir; kim de sapacak olursa, sen de, de ki: "Ben yalnızca uyarıcı-korkutuculardanım."

93 Ve de ki: "Allah'a hamdolsun, O size ayetlerini gösterecektir, siz de onları bilip-tanıyacaksınız." Senin Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.

AÇIKLAMA

103. Yani "Şayet öyle değilse, peki o zaman, anlatılmakta olan şeylerin gerçekle alâkası olmadığı kanaatine, bilimsel bir araştırma sonunda vardığınızı ispatlayabilir misiniz?"

104. Yani, "Sayısız ayetlerden (delillerden) ikisi şöyledir; "Sürekli nimetlerinden istifade etmekte oldukları bu iki ayeti her an müşahade etmektedirler. O kadar ki kör, sağır ve dilsiz biri bile bu ayetleri görmemezlikten gelemez. Dinlenmek suretiyle geceden, sağladığı imkanlardan yararlanmak şekliyle de gündüzden faydalandıkları halde, bunun bütün ihtiyaçlarını karşılamak için, güneş ile yer arasında bu alâkayı kuran hakim bir varlığın planladığı bir sistem dahilinde cereyan etmekte olduğunu onlar niçin düşünmezler? Bu sırf bir tesadüf olamaz.

Çünkü olayın bizatihi kendisi bunun, ne kör tabiat kuvvetlerinin, ne de birçok tanrının işi olamayacağını, olayın seyrindeki maksat, hikmet ve bir planın varlığı açıkça bunu ispat ediyor. Ancak bu, yer, ay, güneş ve diğer uydulara hükmetmekte olan Tek Yaratıcı, Malik ve Müdebbir'in yerleştirdiği bir sistem olabilir. Bu tek bir tecellinin gözlenmesinden bile yani gece ve gündüzün birbirini takip etmesinin, elçimiz ve kitabımızla bildirmekte olduğumuz Hakkı doğruladığı hükmüne varabilirlerdi."

105. Yani, "O, anlaşılmayan birşey değildi. Onlar arasında, akrabaları, kabileleri ve bizzat kendi kardeşleri gibi onlara benzer kimseler de bulunuyordu. Onlar da bu başlıca ayetleri görmüş ve tamamiyle o gerçeğe ve hakka uygun olarak Hz. Peygamber'in (s.a) kendilerini davet etmekte olduğu Allah'a kulluk ve tevhid inancını kabul etmiş bulunuyorlardı."

106. Sûr'un üflenilmesi konusunun ayrıntılı tartışılması için, En'am: 47, İbrahim: 57, Ta-Ha: 78, Hacc: 1, Yasin: 46-47 ve Zümer: 79 numaralı açıklama notlarına bakınız.

107. Yani, "Sizlere akıl, temyiz ve eşyaya hükmetme gücü verdikten sonra Allah'ın amel ve hareketlerinizden habersiz kalmasını ve yeryüzündeki temsil gücümüzü nasıl kullanmakta olduğunuzu görmemezlikten gelmesini O'ndan bekleyemezsiniz."

108. İki bakımdan mükafat daha iyi olacaktır: 1- Kişinin iyi amellerinden dolayı elde ettiği mükafat, fiilen hakettiğinden daha iyi olacaktır; ve 2- Yapılan iyilik geçici ve tesiri de zamanla sınırlı olmasına rağmen mükafatı ebedî ve daimî olacaktır.

109. Yani "kıyametin dehşet verici olayları, kafirleri sersemletip şiddetli korku ve dehşete düşürmesine rağmen müminler bu gibi şeylerden emin ve müsterih kalacaklardır. Zira ahiretteki her şey müminlerin umduğu şekilde cereyan edecektir. Allah elçilerinin verdiği haberlerden kıyametin kopacağı ve herkesin yaptığı amellerden dolayı hesaba çekileceği zaman yeni bir dünyanın kurulacağını onlar zaten biliyorlardı. Binaenaleyh, bu günü inkâr etmiş ve dünyada son nefesine kadar da böyle imansız kalanların durumu olan sersemlemiş ve dehşete düşmüş hallerden hiçbirisi müminlerde görülmeyecektir. Ayrıca, o gün için çalışmış ve oradaki başarısı için gerekli hazırlıkları dünyada yapmış olduklarından memnun ve mutlu olacaklardır. Dolayısıyla, tüm enerji ve kaabiliyetlerini sadece maddî başarılar elde etmek için harcayan ve bundan sonra bazı ön hazırlıkları gerektiren başka bir hayatın da olacağını hiç düşünmemiş olan kimseler gibi aptallaşıp şaşırmayacaklardır.

Onların aksine müminler, hayatın meşru olmayan çıkar ve arzularını bu gün için terketmiş ve onun geçici zorluk ve meşakketlerinin üstesinden gelmiş olduklarından memnun ve mutlu olacaklardır. Yaptıklarının mükafatlarından da mahrum edilmeyeceklerdir."

109/a. İşlenen kötülğün ahirette sadece misliyle cezalandırılacağı, ama yapılan bir iyilikten dolayı failini Allah'ın çok daha cömertçe mükafatlandıracağı Kur'an'ın çeşitli yerlerinde ifade edilmiş bulunuyor. (Bu konuda daha fazla misaller için, bkz. Yunus: 26-27, Kasas: 84, Ankebut: 7, Sebe: 37-38 ve Müminun: 40).

110. "Ben, sadece, bu Şehr'in Rabbine kulluk etmekle emrolundum." Zira bu sure, İslâm Davetinin Mekke'yle sınırlı ve muhatapların da o şehrin insanlarıyla mahdut kaldığı bir dönemde nazil olmuştu. O Şehri kutsal kılmış olması, Rabb'ın özelliği olarak ifade edilmiştir. Adeta, "Arabistan'ın kargaşa ve anarşi denizinde bu şehri yurt (sığınak) kılmakla size büyük bir lütûfta bulunmuş ve lütfuyla onu, tüm Arabistan'ın manen bağlı olduğu bir merkez haline getirmiş olan Allah'a karşı nankörlüğünüzü dilediğiniz gibi kanıtlayabilirsiniz, ama ben, O'na şükretmek ve huzurunda secde etmekle emrolundum. Tanrılarınızdan hiçbirinin, bu şehri bir ibadet merkezi haline getirecek ve ona karşı, Arabistan'ın kavgacı ve çapulcu kabilelerine hürmet beslettirecek gücü yoktur. Ben gerçek Rezzak'tan yüz çevirerek hiçbir faydası olmayan şunların (putların) önünde secdeye varmam" diyerek Mekke müşriklerini uyarmayı kastetmişti."