26 Temmuz 2007 Perşembe

MUTAFFİFİN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını birinci ayette geçen 'mutaffifin' kelimesinden almıştır.

Nüzul zamanı: Muhtevasından da anlaşılacağı gibi, bu sure Mekke'nin ilk dönemlerinde nâzil olmuştur. O dönemlerde Mekkeliler'in zihinlerine ahiret düşüncesinin yerleştirilebilmesi için, peyderpey bu gibi sureler nâzil oluyordu. Bu surenin nâzil olduğu o dönemlerde, Mekkeliler çarşılarda, yollarda, meclislerde ve Müslümanları nerede görürlerse, onlara sataşıyor ve onlarla alay ediyorlardı. O zaman fiilî saldırı ve zulüm devri henüz başlamamıştı. Bazı müfessirler bu surenin medenî olduğunu iddia etmişlerdir. Bu yanlış anlamaya İbn Abbas'tan gelen bir rivayet neden olmuştur. Şöyleki, "Rasulullah (s.a) Medine'ye geldiğinde, orada ölçü-tartıda hile yapma adeti çok yaygın idi. Fakat Mutaffifin Suresi nâzil olduktan sonra, Medineliler bu adetten vazgeçtiler. Tartıda dürüst davranmaya ve tam tartmaya başladılar." (Neseî, İbn Mace, İbn Merdûye, İbn Cerir, Beyhâkî) İnsan Suresi'nin girişinde de açıklandığı gibi, sahabe ve tabiin, bazen bir konu ile ilgili bir sureyi beyan ederlerken 'bu sureden sonra, halk ona uydu' şeklinde konuşurlardı. Yani Rasulullah (s.a) Medine'ye geldikten sonra, bu sureyi Medinelilere tebliğ etmiş ve onlar da ölçü-tartıda ve alışverişte hile yapmaktan vazgeçerek, dürüst davranmaya başlamışlardır. Bu surenin Medine'de nâzil olduğu anlamına gelmez.

Konu: Bu surenin konusu ahiret ile ilgilidir. Ancak ilk 6 ayette, toplum içerisinde, alışverişte haksızlık ve sahtekârlık çok yaygın olduğu için, özellikle bu konu üzerinde durulmuştur. Vay haline o kimselerin ki alırlarken tam alırlar, verirlerken eksik verirler. Toplum içinde sayısız kötülükler olmasına rağmen kimse bu işi (ölçü-tartıda hile yapmayı) hoş karşılamazdı. Buna dayanarak Cenab-ı Allah, bu kötülüğün öbür dünyaya inanmamanın ve ahiretten gafletin bir sonucu olduğunu beyan ediyor. Bir toplum, en küçüğünden en büyüğüne kadar ahiret gününde hesaba çekileceğine inanmıyorsa eğer, kötülüğün giderilmesi ve dürüst olunması mümkün değildir. Bir kimse ne kadar dürüst olmaya çalışırsa çalışsın ticaretini yaptığı şeyin meblağı büyüdüğünde, pekâla bu dürüstlükten vazgeçebilir. Çünkü dürüstlük onun için müstakil bir değer değil sadece bir prensiptir. Ancak bir kimse, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa işte o zaman o kimse dürüstlüğü müstakil bir değer olarak kabul ettiği gibi, doğruluğu da üstüne bir görev olarak telakki eder. Bu kimse dürüst davrandığı zaman çıkarını ve zararını düşünmez. Zira onun dürüstlük anlayışı daha üst değerlere, yani Allah'a ve ahiret günü inancına dayanır.

Ahiret ile ahlâk arasında yakın bir ilişki olduğu hususu açıklandıktan sonra, 7. ayetten 17. ayete kadar kötü işler yapanlar için amel defterlerinin hazırlandığı ve öbür dünyada onların şedid bir azabla karşılaşacakları, 18. ayetten 28. ayete kadar ise, iyi işler yapanları bir refah hayatının beklediği ve onların hesap defterlerinin şerefli meleklerin ellerinde olduğu anlatılmaktadır.

Surenin sonunda, müslümanlara müjde verilirken, aynı zamanda da kafirler uyarılmaktadırlar. Bugün mü'minleri hor görüyorsunuz ama kıyamet günü mü'minleri hor gören bu mücrimler zulümlerinin kendilerine feci bir son hazırladığını da göreceklerdir. Mü'minler de onların bu feci sonlarını görerek sevinçle onları seyredeceklerdir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Eksik ölçüp tartanların vay haline,1

2 Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar.

3 Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.2

4 Yoksa onlar, diriltileceklerini sanmıyor mu?

5 Büyük bir günde.3

AÇIKLAMA

1. Ayette geçen mutaffifin ifadesi, tatfif'ten türemiştir. Arapçada tafif, küçük ve hakir görülen şeyler için kullanılır, tatfif ise, tartıda belli etmeden hile yapmak anlamına gelir.

2. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde, alışverişte hile yapmak şiddetli bir şekilde kınanmıştır. "Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Biz kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz." (En'am-152), "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir ve sonu da daha güzeldir." (İsrâ-35) ve "Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın." (Rahman-8-9). Hz. Şuayb'ın (a.s) kavmine işte bu sebepten dolayı azap inmiştir. Çünkü o kavim, Hz. Şuayb'ın (a.s) kendilerine ısrarla yaptığı ikazlara rağmen, bu kötülükten vazgeçmemişti.

3. Kıyamet gününe, büyük bir gün denmektedir. Çünkü insanlar ve cinler Allah'ın adaleti önüne çıkacaklar ve o gün ceza ve mükâfat verilmesi hakkında, kendileriyle ilgili önemli bir karar alınacaktır.

6 İnsanların, alemlerin Rabbi için kalacağı günde.

7 Hayır,4 facir olanların kitabı şüphesiz "Siccin"5 dedir.

8 "Siccin"in ne olduğunu sana öğreten nedir?

9 Yazılı bir kitaptır.

10 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

11 Ki onlar, din gününü yalanlamaktadırlar.

12 Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan,' günahkâr olandan başkası yalanlamaz.

13 Ona ayetlerimiz okunduğu zaman:6 "Geçmişlerin masallarıdır" dedi.

14 Asla, hayır; onların kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.7

15 Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır.8

16 Sonra onlar, kuşkusuz cehenneme yollanacaklardır.

17 Sonra onlara: "İşte sizin yalanlamakta olduğunuz budur" denir.

18 Hayır;9 ebrar olanların kitabı, "İlliyîn" dedir.

19 "İlliyîn"in ne olduğunu sana öğreten nedir?

20 Yazılı bir kitaptır.

21 Ona yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlar şahid olurlar.

22 Gerçek şu ki, ebrar olanlar, elbette nimetler içindedirler.

23 Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler.

24 Nimetin parıltılı-sevincini sen onların yüzlerinde tanıyıverirsin.

25 Onlara mühürlü, katıksız bir şaraptan içirilir.

AÇIKLAMA

4. Yani onların, hiçbir hesap vermeden kurtulacakları ve Allah'ın huzuruna hesap vermek üzere çıkmayacakları şeklindeki zanları yanlıştır.

5. Ayetin aslında siccin kelimesi geçmektedir. Siccin, sicn'den türemiştir. Sicn hapishane anlamına gelmektedir. Sonraki ayetlerden siccin ile ceza ve azabı hakketmiş olanların hesap defterlerinin kastedildiği anlaşılmaktadır.

6. Bu ayetler ceza ve mükâfat gününü haber vermektedirler.

7. Yani ceza ve mükâfaat gününü inkâr etmektedirler ve onların bu konuda hiçbir makûl ideali bulunmamaktadır. Ancak günah işlemekten kalpleri öylesine paslanmıştır ki, gâyet makûl ve açık delillere rağmen bile, ceza ve mükâfaat gününü inkar etmektedirler. Rasulullah (s.a) kalbin paslanmasını şöyle izah etmektedir: "Bir kul günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul tevbe ederse, bu siyah leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, bu leke onun tüm kalbini sarar." (Müsned-i Ahmet, Tirmizi, İbn Mace, Neseî, İbn Cerir, Hakim, İbn Ebi Hatim, İbn Hibban)

8. Yani onlar Allah'ın cemâlini görmekten mahrum kalacaklar ve bu şeref sadece salih kullara nasip olacaktır. İzah için bkz. Kıyame. an: 17.

9. Yani onların yaptıklarına karşılık ceza ve mükâfat görmeyecekleri şeklindeki düşünceleri yanlıştır.

26 Ki onun misktir.10 Şu halde yarışmak isteyenler, bunun için yarışsınlar.

27 Onun karışımı "tesnim"dendir.11

28 Bir kaynak ki, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlar ondan içer.

29 Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.

30 Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi.

31 Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.12

32 Onları gördükleri zaman ise: "Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır"13 derlerdi.

33 Oysa kendileri onların üzerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi.14

34 Artık bugün de, iman edenler, kâfir olanlara gülmektedirler;

35 Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmek suretiyle.

36 Nasıl, kâfir olanlar, işlemekte olduklarının 'feci karşılığını gördüler mi'?15

AÇIKLAMA

10. Burada "hıtamühü misk" ifadesi geçmektedir. Bu ifade cennette verilecek olan şarapların kabı (mektup zarfı anlamında) toprak ya da mum yerine misk ile mühürleneceği anlamına gelmektedir. Yani kabın içindeki şaraplar, nehirden akan şaraplardan bile daha kaliteli olacaktır. Bu şarapları cennetteki hizmetçiler özel kaplarda misk ile mühürlenmiş bir şekilde getireceklerdir. Diğer bir anlamının da şöyle olması mümkündür. Bu şaraplar insanın boğazından geçerken misk kokusu hissedilecektir. Bu özellik dünyadaki şarapların tam tersidir. Çünkü daha şarabın kapağı açılırken etrafa pis bir koku yayılır ve içildikten sonra da pis bir koku hissedilir. Hatta insanın boğazından geçtikten sonra, şarabın koku ve tesiri zihne sirayet ederek, içenin yüzünden belli olur. Yani kişinin yüzünü buruşturur.

11. Tesnîm, yükseklik anlamına gelir. Bir çeşmeye tesnîm denilmesinin nedeni de, suyun yüksekten gelerek akmasıdır.

12. Yani, artık evlerine dönerlerken, bugün müslümanlarla nasıl alay ettik, küçük düşürerek onlarla nasıl eğlendik, diye düşünürlerdi.

13. Yani bunlar (Müslümanlar), sadece Hz. Muhammed'in (s.a) ahiretten, cennet ve cehennem'den söz etmesinden korkarak aptallaştılar ve dünyanın bunca zevkinden vazgeçtiler. Tehditleri ve musibetleri göze aldılar. Tüm bunları sadece bir ümit için yaptılar. Dünyanın nimetlerinden vazgeçerek, uzak bir ümit için çile çekiyorlar. Güya cehennem diye bir yer varmış da, onlar oradaki azaptan korkuyorlarmış!..

14. Böylesine veciz bir ifadeyle müslümanlar ile alay eden kimselere ders verici bir uyarıda bulunulmuştur. Yani Müslümanların inandıkları hususların yanlış olduğunu farzetsek bile, bunun size ne zararı olabilir? Müslümanlar kendi inançlarına göre hareket etmekte ve özel ahlâkî bir tavır ortaya koymaktadırlar. Sizler onların üzerinde bekçi değilsiniz ki! Onlar sizlere karışmıyorlar fakat sizler onlara eziyet veriyor, alay ediyorsunuz. Müslümanlar sizlere karışmadıkları halde, sizler Müslümanlara karışıyorsunuz.

15. Bu çok latif ve ince bir ifadedir. Çünkü kâfirler müslümanlara eziyet ederek sevaba girdiklerini zannediyorlardı. Ahiret gününde mü'minler cennette keyif ve refah içindeyken, kâfirler kendilerini ateşin içinde yanar bulacaklar ve mü'minler için için sevinerek, 'bekledikleri sevabı gerçekten bulmuşlar" diyeceklerdir.

MUTAFFİFİN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.

2- Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman eksiksiz Alırlar.

3- Kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman (ölçü ve tartıyı) eksik verirler.

4- Onlar, tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?

5- Büyük bir gün

6- İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün.

Sure yüce Allah'ın ölçüde ve tartıda hainlik yapanlara karşı savaş ilan etmesi ile başlıyor: "Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline." Ayet-i kerime de geçen veyl kavramı yıkım, helak demektir. Bu amacın olmuş bitmiş bir olayın dile getirilmesi veya bir beddua olması arasında fark yoktur. Her iki halde de durum Aynıdır. Çünkü Allah'ın istemesi, duası kesin hüküm demektir. Ardından gelen iki ayet mutaffifin kavramının anlamın. açıklamaktadır. Bunlar "İnsanlardan birşey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar." Yani kendileri Alıcı oldukları zaman alacakları şeyi tam Alırlar. Satıcı olduklarında ise mallarını insanlara eksik verirler.

Ardından gelen üçüncü ayet mutaffifin diye hitab edilen bu insanların yaptıkları işe Hayret etmektedir. Çünkü bunlar, dünya hayatında kazandıklarından hiç hesaba çekilmeyeceklermiş gibi davranıyorlar. Allah'ın huzurunda sanki hiç kimse toplanmayacak orada alemlerin önünde hesaba çekilme ve ona göre karşılık alma gerçekleşmeyecekmiş gibi hareket etmektedirler. "Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün."

Mekke'de inen bir surede mutaffifin denilen bu kesimin tutumuna değinilmesi dikkat çekmektedir. Çünkü Mekki sureler genel olarak inancın köklü temellerine yönelmekte ve Allah'ın birliğini, iradesinin özgürlüğünü, evrene ve insana hakimiyetini vahiy ve peygamberlik gerçeğini, ahiret, hesaba çekilme ve yaptıklarının karşılığını görme gerçeğini yerleştirmeye çalışırlar. Bunun yanında genel ve ana hatları ile ahlak duygusunun oluşturulması ve bu duygunun inanç sisteminin ilkelerine bağlanmasına özen gösterirler. Ölçüde ve tartıda hainlik yapma gibi somut ahlaki sorunlara ve -genel anlamıyla- sosyal ilişkilerin belirlenmesine değinmek ise Medine'de inen ayetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu ilkeler Medine'de islam devletinin gölgesinde hayatın tümünü kuşatan islam sistemine uygun biçimde, sosyal hayatın düzenlenmesi sırasında ortaya konulmuştur.

Bu nedenle bu olayın, mekki surede doğrudan ele Alınışı haklı olarak dikkatleri çekmektedir. Bu istisnai olay, kısacık ayetlerin ardında gizli olan, değişik birkaç olguya da işaret etmektedir.

Bu herşeyden önce gösteriyor ki islam Mekke ortamında hemen hemen bir tekelleşmeyi andıracak denli büyük bir ticaret ağını yönlendiren seçkin insanların işlediği bu hainliği apaçık bir şekilde ortaya koymuş ve onun karşısında yer almıştı. Bu sosyetik tüccarların ellerinde büyük servetler ve yığınlarca mal dolaşıyordu. Yemen'e ve Şam'a yapılan kış ve yaz yolculuklarında kervanlar ile ticaret yapıyor ve büyük kazanç elde ediyorlardı. Hac mevsiminde açılan Ukaz panayırı gibi. Mevsimlik panayırlarda işletiyorlardı. Bu panayırlarda büyük ticaretlerin yanında şiir yarışmaları da yapılıyordu.

Buradaki Kur'an ayetlerinin kastettiği insanlar yüce Allah'ın yıkımla tehdit ettiği ve kendilerine bu savaşı ilan ettiği hainler, düzenbazlar, nüfuz sahibi olan ve insanları diledikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olan toplumun seçkin tabakasının mensupları idi. Bunlar insanlardan herhangi birşey satın Alırken tam ve eksiksiz alıyorlar. Sanki herhangi bir sebeple insanlar üzerinde bir otoriteleri varmış gibi. İstedikleri her şeyi zorla alıyorlardı, ölçüyü ve tartıyı tam tutuyorlardı. Tabi ki burada üzerinde durulan onların kendi haklarını tam almaları değildir. Çünkü burda kendilerine harb açılmayı gerektiren bir sebep yoktur. Burada anlatılmak istenen, onların zorla haklarından fazlasını aldıkları ve kuvvet kullanarak istediklerini ele geçirdikleri dile getiriliyor. İnsanlara bir şeyi ölçerken veya tartarken haklarını eksik vermeksizin güçlerini kullanıyorlardı. Halbuki insanlar onlara karşı haklarım alma ve adaletin ölçülerinden yararlanma imkanına sahip değillerdir. Bu adaletsizlik ve dengesizliğin liderlik otoritesi ve kabile ününden kaynaklanması ile servetin gücünden kaynaklanması arasında fark yoktur. Çünkü her iki halde de insanlar bu mallara muhtaç olmaları sebebiyle, onların tekeller kurarak oluşturdukları zulme boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulama bugüne kadar kaldırılabilmiş değildir. Demek ki o ortamda çok açık bir hainlik ve düzenbazlık vardı ki bu erken uyarının yapılmasını zorunlu kıldı.

Mekke ortamındaki bu erken uyarı islam dininin karakterini, sistemini ve yaşanan hayat ile sosyal olayları düzenleyen karakterini de ortaya koymaktadır. ilahi olan bu sistemin yapısında sosyal ilişkiler ve hayatın realiteleri köklü, engin ahlaki temeller üzerinde kurulur. Bu nedenle islam sosyal hayatın dizginini ele geçirerek kendi görüşüne uygun bir sistemi yerleştirmeye başlamadan önce bile bu apaçık zulme ve ilişkilerdeki bu ahlaki sapıklığa karşı rahatsızlığını açıkça ortaya koymuştur. Hain ve düzenbaz olan bu gruba karşı ciddi yankılar uyandıran savaş ve tehdit çağrısını yapmıştır. Bunlar o gün Mekke'nin efendileri idi. Otorite sahipleri idi. Putperest inanç sistemi yolu ile insanların ruhları ve duyguları üzerinde hakimiyet kurdukları gibi onların ekonomik ve ticari hayatları üzerinde de bir hegemonya kurmuşlardı. İslam aldatmaya karşı ve insanların hayatına egemen kılman çirkin uygulamalara karşı sesini yükseltti. Malın ve rızkın tüccarlığını yapan faizci ve tekelci büyükler tarafından sömürülen halk kitlelerinin yanında yer aldı. Bütün bu imkanları ile birlikte halkları Aynı zamanda sözde dini kuruntularla kendilerine boyun eğdirmeye çalışanların karşısında yer aldı. islam kendi özünden ve ilahi olan sisteminden kaynaklanan bu haykırışı ile sömürülen kitleler için bir uyarıcı oldu. Onlar için hiçbir zaman uyuşturan bir afyon olmadı. Mekke'de her türlü malı, mevkiyi ve sözde dini otoriteyi ellerine geçirerek topluma egemen olan bu zorba ve azgın insanların baskısı ve kuşatması altında iken dahi bu karakteri değişmedi.

İşte buradan, Kureyş seçkinlerinin islam çağrısı karşısında neden bu kadar inatçı ve katı bir şekilde durduklarının gerçek sebeplerinden bir kısmını anlıyoruz. Onlar hiç şüphesiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- çağırdığı bu yeni dinin, gönüllerde gizli kalan yalın bir inançtan ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorlardı. Onlar anlıyorlardı ki, Hz. Muhammed "Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir, peygamberidir" şeklinde ifade edilen kelime-i tevhid ile putsuz ve heykelsiz bir biçimde Allah'a namaz kılmakla yetinmeyecekti. Asla. iş bununla bitmiyordu. Onlar bu inanç sisteminin cahiliyenin tüm ilkelerini ezip geçen bir sistem olduğunu anlıyorlardı. Çünkü kendilerinin bütün çıkarları bütün makamları bütün sistemleri bu cahiliyeye dayanıyordu. Onlar islamın öngördüğü sistemin karakteri gereği çifte standardı kabul etmediğini, gökyüzü menşeli ilkelerinden kaynaklanmayan dünya ilkeleri ile uyuşmadığını ve cahiliyenin üzerinde kurulduğu tüm değersiz yeryüzü ilkelerini tehdit ettiğini fark ediyorlardı. İşte bu nedenle ona karşı amansız bir saldırıya ve savaşlara girişmişlerdi. Ne hicretten önce ne de sonra O'na karşı takındıkları tavırlardan vazgeçmiyorlardı. Onlar bu savaşla sırf inançlarını ve düşüncelerini savunmuyorlardı. İslam sisteminin karşısında bütünü ile kendi sistemlerini savunuyorlardı.

İslami sistemin hayata egemen kılınmasına karşı savaşan herkes hangi kuşakta ve hangi toprak üzerinde olursa olsun bu gerçeğin farkındadır. Hem de çok açık bir biçimde... Onlar çürük sistemlerini, gasb ilkesine dayanan çıkarlarını ve güçsüz yapılarını... Sapık olan yaşayışlarını çok iyi bilirler. İşte değerli ve köklü islam sisteminin tehdit ettiği, haksız temellere dayanan bu yapılardı!

Hangi şekilde ve nasıl olursa olsun mal konusunda veya diğer hak ve görevlerde hainlik yapanlar -herkesten daha çok sadece bu hainler- İşte bu hainler herkesten daha çok bu tertemiz adil düzenin hakim kılınmasından korkmaktadırlar! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Evs ve Hazreç kabilelerinin seçkin temsilcileri hicretten önce gerçekleşen ikinci akabe beyatında Hz. Peygamberle biatlaşırken bu gerçeği anlamışlardı. ibni İshak der ki: Asım ibni Ömer ibni Katade bana şu haberi aktardı: Bunlar Hz. Peygamber ile ahitleşmek için toplandıklarında beni Salim ibni Avfın kardeşi olan Abbas ibni Ubade İbni Nadle Ensari şöyle dedi: Ey Hazrecliler! Bu adanıla neyin üzerinde beyatlaştığımızı biliyor musunuz? Evet dediler. Abbas siz insanların siyah derilisine kızıl derilisine karşı savaşmak üzere onunla beyatlaşıyoruz. Eğer siz mallarınızın ellerinizden çıktığını ve büyüklerinizin öldürülmeye başlandığını gördüğünüzde onu düşmanlarına teslim edecekseniz, şimdiden teslim edin! Allah'a yemin ederim ki böyle birşey yapmanız hem dünya hem de ahirette hüsrana uğramanızdır. Yok eğer siz mallarınızın yitirilmesi ve büyüklerinizin öldürülmelerine rağmen onun sizi kendisine çağırdığı ilkelere bağlı kalacaksınız o zaman böyle bir yükümlülük altına girin. Allah'a yemin ederim ki bu hem dünyanın hem de ahiretin en hayırlı işidir. Onlar dediler ki; biz mallarımızı yitirsek de büyüklerimizi öldürüldüğünü görsek te O'na bağlı kalacağız ve Hz. Peygamber'e "Eğer biz sözümüzde durursak bize ne vardır ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber "Cennet" buyurdu. Onlar elini uzat dediler. Peygamberde elini uzattı ve onlar kendisine biat ettiler.

Bunlarda, daha önce Kureyş'in ileri gelenlerinin bu dinin karakterini anladıkları gibi onun yapısını anlamışlardı. Bu dinin adalet ve insaf noktasında keskin bir kılıç gibi olduğunu ve insanların hayatını bu ilke üzerine kurduğunu anlamışlardı. Bu nedenle İslam hiçbir zorbanın azgınlığını, hiçbir asinin isyanım ve hiçbir büyüklük taslayanın böbürlenmesini kabul etmez. insanların birbirlerini aldatmalarını, birbirlerini horlamalarını, aşağılamalarını ve sömürmelerini kabul edemez. İşte bu nedenle her azgın, isyankâr, büyüklük taslayan ve sömürücü olan ona karşı savaş açıyor, O'nun mesajına ve davetçilerine karşı fırsat kolluyor. "Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların Rabbinin huzurunda durdukları gün: '

Onların işlerine akıl erdirmek gerçekten güçtür. O büyük diriliş gününü, insanların yalnız olarak alemlerin Rabbinin huzuruna çıkacağı günü, akıldan geçirmek bile dehşet verici bir olaydır. O gün insanların Allah'tan başka dostları yoktur. Herkesin tek umudu Allah'ın kendileri hakkında iyi hüküm vermesidir. Çünkü herkes orada ondan başka dostu ve yardımcısı olmadığını bilmektedir. İnsanların sırf o günde dirileceklerini zannetmeleri bile onları hainlik yapmaktan, haksız yollarla insanların mallarını yemekten, güç ve otoriteyi insanlara zulmetme ve sosyal ilişkilerde onların hakkını gasbetme aracı olarak kullanmaktan alıkoymaya yeter. Fakat onlar dirileceklerine inanmadıkları gibi hainlik ve hileye dalıp gidiyorlar! Bu Hayret edilecek bir iştir.

Bu grup, birinci bölümde hainler düzenbazlar diye adlandırılmıştı. İkinci bölümde ise bunlara kötüler adı verilmektedir. Onlar kötülerin topluluğuna dahil etmektedir. Allah katındaki değerlerinden, hayattaki hallerinden ve hesaplaşmak için gerçekleşecek olan diriliş gününde onları bekleyen akıbetten bahsetmektedir.



7- Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir.

8- Siccin'in ne olduğunu bilir misin sen?.

9- O, mühürlenmiş bir kitabdır.

10- Vay haline o gün yalanlayanların.

11- Kıyamet gününü yalanlamış olanların.

12- Oysa onu azgın. günahkardan başkası yalanlamaz.

13- Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman ' eskilerin masalları' der.

14- Hayır, aksine kazandıkları, kalplerini karatmıştı.

15-Hayır. şüphesiz onlar o gün, Rabblerinden mahrum kalacaklardır.

16- Sonra onlar, şüphesiz cehenneme sürükleneceklerdir.

Onlar büyük bir gün için dirileceklerini sanmıyorlar. Kur'an onların bu anlayışlarını yadırgıyor, onları azarlıyor ve tüm yaptıklarını içinde toplayan bir kitapları olduğunu pekiştiriyor. Daha da pekiştirmek için yerini de belirliyor. Kendileri için numaralanan kitaplarının kendilerine sorulacağı gündeki yıkım ve helak la tehdit ediyor.

"Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir. Siccinin ne olduğunu bilir misin sen? O mühürlenmiş bir kitaptır. O günü yalanlayanların vay haline."

Ayet-i kerimede geçen "Fuccar" kavramı isyan ve günahkarlıkta haddi aşanlardır. Zaten kelimenin kendisi de bu anlamı çağrıştırmaktadır. Kitapları ise amel defterleridir. Bu defterin nasıl olduğunu bilemiyoruz. Zaten bilmek zorunda da değiliz. Bu gayb konularından biridir. Bu konuda gaybın sahibinin bize bildirdiklerinin dışında herhangi bir bilgimiz yoktur. Bu da kötülerin yaptıklarını kaybeden sicil defterleri vardır. Kur an bunların siccinde olduğunu söylüyor. Ardın-dan Kur'an ifadesinde Alışılmış bir ürpertme sorusu geliyor. "Siccinin ne olduğunu bilir misin sen?" Böylece dehşetin gölgeleri etrafa yayılmış ve bu meselenin muhatabın anlayış kapasitesinin üstünde olduğu ve bilgisinin onu kuşatamayacağı kadar geniş kapsamlı olmadığını hissettirmektedir. "Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir." sözü onun yerini belirlemiş olmaktadır. Bu yer istediği kadar insanların bilmediği bir yer olsun farketmez. Bu sınırlama sözkonusu kitabın varlığını telkin etme açısından muhatabın inancını pekiştirmektedir. İşte bu gerçeğe sadece bu kadar değinilip artık bilgi verilmemesi ile hedeflenen mesaja ulaşılmıştır.

Sonra ardından kötülerin oradaki kitabını tekrar nitelemeye dönerek diyor ki: "O mühürlenmiş bir kitaptır, damgalanmıştır." Yani tamamlanmıştır. Artık ne ona birşey ilave edilebilir, ne de içinden birşey çıkarılabilir. Ta o dehşet verici günde getirilip teslim edilene kadar.

Durum bu olunca "Vay haline o günü yalanlayanların." gerçeği de kesinleşiyor.

Yalanlamanın konusu ve yalanlayanların gerçek yapıları da belirleniyor.

"Kıyamet gününü yalanlamış olanların. Oysa onu azgın, günahkardan başkası yalanlamaz."

Demek ki onları sözkonusu günü inkara götüren azgınlık ve günahkarlıktır. Bu yüzden onlar, Kur an-ı Kerim'e karşı saygısızlık yapmakta ve ayetler kendilerine okunduğunda "eskilerin masallarıdır" demektedir. Gerekçe olarak ta Kur'an-ı kerimin öğüt ve ibret için aktardığı öncekilerin kıssalarının ve Allah'ın değişmeyen yasasının tüm insanlara sürekli olarak hükmeden ve asla şaşmayan yasayı açıklamasını göstermektedirler.

Bu inkarın ve aldırışsızlığın hemen ardından bir azar ve paylama yer almak-tadır: "Hayır!" Dediğiniz gibi değil. Ardından bu dil uzatmanın ve yalanlamanın, apaçık gerçekten habersiz oluşu ve inkar edenlerin kalplerindeki kararmanın sebebini açıklıyor. "Hayır, aksine kazandıkları kalplerini karartmıştır."

İsyankarlıkta direnen kalb kararır ve körelir. Üzerini kalın bir perde örter. Aydınlığın oraya girmesine engel olur. Onu aydınlıktan mahrum eder. Yavaş yavaş duyarlılığını kaybettirir. Zayıflamasına ve ölümüne yol açar.

İbni Cerir, Tirmizi, Nesei ve İbni Mace değişik kanallarla Muhammed İbni Allan'dan, Ka'ka' İbni Hakim'den, Ebu Salih'ten Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer tövbe ederse kalbi temizlenir. Devam ederse kara leke büyür." Tirmizi bu hadis için hasendir, sahihtir demiştir. Nesei'nin ifadesi ise şöyle: İnsan bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer insan dönüş yapar, bağışlanma diler, tövbe ederse kalbi temizlenir. Tekrar günah işlerse leke büyümeye başlar. Kalbinin tamamını kuşatır. Kur'an-ı kerim'in "Hayır! Aksine kazandıkları kalplerini karartmıştır." ayetinde geçen karartma budur İşte.

Hasan Basri diyor ki: Bu üst üste günah işleyip kalbin körelmesine ve ölmesine kadar bu hareketi sürdürmek demektir.

İşte kötü inkarcıların durumları budur. Kötülüğün ve yalanlamanın sebebi de budur. Ardından o dehşet verici gündeki akıbetlerinden bir parça söz edilmektedir. Bu da kötülüğün ve yalanlamanın sebebi ile uyum içindedir.

"Hayır! Şüphesiz onlar o gün Rabblerinden mahrum kalacaklardır. Sonra onlar, şüphesiz cehenneme sürüklenecektir. Sonra da onlara `yalanlayıp durduğunuz İşte budur.' denecektir."

İsyanları ve günahları kalplerini perdelemiştir. Dünyada Rabblerini hissetmekten perdelemiş ve hayatta kararıp körelinceye kadar üzerlerine çökmüştür. Dolayısıyla onların en uygun cezaları ve doğal sonları Allah'ın yüce yüzüne bakmaktan mahrum olmalarıdır. Onlar ile bu büyük mutluluğun arasına perde gerilmesidir. Zira bu büyük saadete ancak ruhları şeffaflaşmış, incelmiş, arınmış ve kendileri ile Rabbleri arasındaki perdelerin açılmasını hak etmiş erdemli kişiler ulaşabilir. Bunlar hakkında Rabbimiz Kıyamet suresinde buyuruyor ki:

"O gün birtakım yüzler apaydınlıktır. Rabblerine bakmaktadırlar."

Onların Rabblerinden mahrum bırakılmaları tüm azabların üstünde bir azaptır. Tüm mahrumiyetlerin ötesinde bir mahrumiyettir. İnsan için gerçekten çok kötü bir sondur. Çünkü insan tüm özelliğini tek kaynaktan Alır. Bu da onun yüce Rabbinin ruhu ile irtibata geçmesi O'na bağlanmasıdır. İnsan bu kaynaktan koptuğu zaman onurlu bir insanın özelliklerini yitirir. Cehenneme girmeyi hak eden bir konuma düşer. "Sonra onlar şüphesiz cehenneme sürüleceklerdir." Bu cehennemle birlikte cehennemden daha acı bir azar da yer almaktadır: "Sonra da onlara yalanlayıp durduğunuz İşte budur." denecektir.

Ardından diğer tarafa geçilmektedir. İyilerin tarafına, Kur'an genellikle bu iki sayfayı karşılıklı olarak yerleştirir. iki gerçek, iki durum ve iki son böylece karşılaştırılır. Kur"an genellikle bu metodu kullanır.



17- Sonra da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz şeydir" denilecek.

18- Fakat iyilerin yazısı illiyyindedir.

19- İlliyyinin ne olduğunu bilir misin sen.

20- Mühürlenmiş bir kitaptır o.

21- Yakınlaştırılmış olanlar onu görürler.

22- İyiler şüphesiz cennette nimetler içindedirler.

23- Tahtlar üzerinde kurulup etrafı seyrederler.

24- Yüzlerinde cennetin aydınlığını görürsün.

25- Onlara mühür!ü saf bir içecekten içirilir.

26- Sonu misktir, onun. işte yarışanlar bunda yarışsınlar.

27- Karışımı tesnimdendir.

28-Yakınlaştırılmış olanların kendisinden içtiği kaynaktan.

Bu bölümün başındaki kella edatı ondan önceki "Sonra da onlara `yalanlayıp durduğunuz İşte budur' denecektir" ayetinde sözü edilen yalanlamanın karşılığıdır. Bu iddiayı red etmektedir. Bu ayetten hemen sonra kella: hayır denilmektedir. Ardından kesin ve vurgulu bir ifade ile iyilerden söz edilmektedir.

Kötülerin kitabı siccinde, iyilerin kitabı da yücelerdedir. iyiler Allah'a itaat eden ve her iyiliği işleyen kimselerdir. Bunlar her tür sınırı ve haddi aşan isyankar kötülerin karşı kutubunu oluştururlar.

İlliyyin kavramı, yüceliği ve üstünlüğü ifade etmektedir. Buradan hareketle siccin kavramının da düşüşü ve alçaklığı ifade ettiği çıkarılabilir. Ardından bilinen korkutma ve bilmezliği ifade eden soru yer almaktadır. "İlliyyinin ne olduğunu bilir misin sen?" Bu bilgi ve kavrayışın ötesinde bir şeydir. Bu etkileyici havadan hemen iyilerin kitabının gerçek mahiyetini ortaya koymaya geçiyor. "O mühürlenmiş bir kitaptır. Yakınlaştırılmış olanlar onu görürler." Ayet-i kerimede geçen ` merkum" kavramının anlamını daha önce belirtmiştik. Şimdi buna şunu da ilave edebiliriz. Yakınlaştırılmış olan melekler bu kitabı görüyor ve gözetiyorlar. Bu gerçeğin burada dile getirilmesi iyilerin kitabı üzerine yüce, tertemiz mutlu bir gölge düşürmektedir. Yani o yakınlaştırılmış meleklerin gözetlediği bir yerdedir. içinde bulunan güzel işler ve sıfatlar bu melekleri sevindirmektedir. Bu ise gerçekten güzel ve parlak bir atmosferdir. Onurlandırma amacı ile söz konusu edilmektedir.

Ardından bu iyilerin, bu değerli kitabın sahibi olanların halleri anlatılmaktadır. Bu büyük günde onların içinde bulundukları nimetler dile getirilmektedir. "İyiler cennet içindedirler." Bu kötülerin varacakları cehennemi karşılamaktadır. Onlar tahtları üzerinde kurulup etrafı seyrederler. Yani onlar onurlandırılma konumundadırlar. Diledikleri gibi bakıp seyrederler. Aşağılanma nedeniyle gözlerini kapatmazlar. Sıkıntıdan bakamayacak durumda değillerdir. Onlar tahtlar üzerindedirler. Bu taht perdelerle örtülmüş yüksek sedirlerdir. Bunun bizdeki en yakın örneği bizde namusiye veya kelle diye adlandırılır. Bunun dünyadaki şekli kaba ve basit bir hayat yaşayan Arapların katında nimetlerin en üstünü ve en değerlisi sayılır. Ahiretteki şekillerini ise sadece Allah bilir. Herhalde bu insanın yeryüzündeki tüm deneyimlerini ve düşündüklerini aşacak biçimdedir.

Onlar bu nimetler içinde hem ruhları, hem de bedenleri ile yaşamaktadırlar. Bunun sevinci onların yüzlerinde ve tüm hareketlerinde gözlenmektedir. Her bakan onların bu hallerini görmektedir. "Yüzlerinde nimetin sevincini görürsün: ' "Onlara mühürlü saf bir içecekten içirilir. Sonu misktir onun.

Ayet-i kerimede geçen "Rahik" kavramı tertemiz, arı, duru içecektir. Bulanıklığı ve kirli bir yanı yoktur. Bu içeceğin mühürlenmiş ve mührünün misk diye nitelendirilmesi onun kapları içinde bulunduğunu ve bu kaplarında kitli ve mühürlü olduğunu, içileceği zaman açılacağı ifade etmiş olabilir. Bu da onun korunduğunu ve onlara özen gösterildiğini ifade ediyor. Damgasının misk olması da onun güzelliğini ve zerafetini artırmaktadır. insanlar bu tabloyu ancak yeryüzünde görebildikleri şeyler çerçevesinde anlayabilirler. Ötesine geçemezler. insanlar oraya vardıklarında oranın kendisine özgü zevkleri, kavramları ve değerleri olduğunu ancak anlayabileceklerdir. Onlar yeryüzünün sınırlı duygularından kurtuldukları zaman özgürce düşünebileceklerdir.

Ardından gelen iki ayette bu içeceğin vasfını özelliklerini dile getirmektedir. "Karışımı tesnimdendir. Yaklaştırılanların kendisinden içtiği kaynaktan:' Yani mühürlenmiş olan bu rahikin damgası sökülmekte ve tesnim denilen yakınlaştırılmış bulunan meleklerin kendisinden içtiği pınardan Alınan içecekle karıştırılmaktadır. İşte bu içeceğin tüm vasıfları verilmeden önce şu nokta vurgulanmakta ve şu direktif verilmektedir. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." Bu ger-çekten derin etkisi olan ve gayet açık anlamı olan bir vurgudur.

İnsanların mallarını haksız yere ellerine geçirip yiyen, ahiret gününün hesabını düşünmeyen, hesap ve ceza gününü yalanlayan ve kalpleri günah ve isyanla bürünerek kararmış olan, ölçü ve tartı hainleri. İşte bu kimseler, mal konusunda veya dünyanın değersiz nimetleri konusunda yarışırlar. Herkes bir an önce onlara ulaşmak ister. Onun en büyük payını almak için uğraşır. Bu nedenle geçici dünya nimetlerinin birini elde etmek uğruna zulmeden, kötülük yapar, günahlar ve büyük cinayetler işler.

Halbuki böyle basit ve değersiz mallar uğruna mücadele etmeye çekişmeye ve yarışmaya değmez bile. Asıl yarış İşte bu nimeti, İşte bu ikramı elde etmek için yapılmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." Uğrunda yarışılmaya değecek olan kazanç budur. En önce ulaşmayı hak eden değerli hedef ve üstün tutulmayı hak eden amaç budur.

Ne kadar büyük, yüksek ve üstün olursa olsun, dünyanın malı ve eşyası uğrunda yarışanlar ise değersiz, basit, geçici ve kısa vadeli şeyler için yarışmaktadırlar. Dünya Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımaz. Ahiret ise onun terazisinde ağırdır. Öyleyse bu, uğrunda yarışma ve mücadele yapmaya değecek bir gerçektir.

Hayret verici ve ilginçtir ki ahiret konusunda yarışmaya katılanların tümünü ruhi yönden yüceltir. Bunun yanında dünya konusunda yarışma ise onların tümünü, ruhi yönden alçaltır. Ahiretin nimetleri için çalışıp çaba sarf etmek insanların tümü için yeryüzünü ıslah eder, onarır ve arındırır. Dünyaya tamah etme ve onun için mücadele ise yeryüzünü, içinde kurtçukların birbirini yediği bir çirkefe ve bataklığa dönüştürür. Veya böceklerin ve zehirli hayvanların tertemiz, masum insanların derilerini kemirip parçaladığı bir ortama dönüştürür.

Ahiret nimetleri konusunda yarışma bazı saptırıcı kimselerin düşündükleri gibi yeryüzünü harap olmuş bir ülkeye dönüştürmez. islam dünyayı ahiretin tarlası kılmıştır. Yeryüzünü imar edilmesi konusunda insanın halifelik görevini yerine getirmesini iyilik, güzellik ve takva ile bütünleşmesini gerçek müminin başlıca görevleri arasında sayar. insan bu halifeliği Allah'a yönelmek, bundan kendine bir ibadet mükafatı çıkarmak ve böylece varlığının amacını gerçekleştirmek durumundadır. Nitekim yüce Allah buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım: ' (Zariyat Suresi, 56)

"İşte yarışanlar bunda yarışsınlar" sözünün önemli bir direktifi bulunmaktadır. Yeryüzünde yaşayanların gözlerini ve kalplerini küçük ve değersiz kara parçasının ötesine yöneltmektedir. Onlar yeryüzünde dünyayı imarla ve orada halifelik görevini yerine getirmekle uğraşırken ayrıca daha yüce ve daha değerli ufuklara doğru yönlendirilmektedirler. Bir taraftan çirkefi temizleme ve arındırma ile görevlendirilirken, öbür taraftan alışageldikleri bu çirkef ortamından daha yüce ufuklara yöneltmektedir.

İnsanın bu dünyadaki ömrü sınırlıdır. Ahiret hayatındaki ömrünün sonunu ise Allah'tan başka kimse bilemez. Bu yeryüzündeki nimetlerin tümü ise özü itibarıyla sınırlıdır. Cennet nimetleri ise sınırsızdır. insan düşüncesi onu kavrayamaz. Bu dünyadaki nimetlerin düzeyi bilinmektedir. Ahiretteki nimetler ise sonsuzluğa yakışacak düzeydedir. Bu geçicilik nerede, o sonsuzluk nerede? Bu gaye nerede, o gaye nerede! insanların Alışageldikleri kriterlere vurularak kâr ve zarar hesabı yapıldığında bile bu iki dünya arasındaki korkunç fark rahatlıkla görülebilmektedir. Öyle ise yarış orası için olmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar."

İyileri bekleyen nimetlerin tasvirine genişçe yer verilmesi, yeryüzünde kendilerine eziyet eden, alaya alan ve büyüklük taslayan kötülerin durumunun ayrıntılı biçimde anlatılmasına zemin hazırlamıştır. Kötülerin bu kötü eylemleri de uzunca sergilenmişti ki onlar iyilerin mazhar oldukları nimetleri seyrederken Kafirlerle alay edilmesi ile noktalansın.



29- Suçlular, şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi.

30- Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı.

31- Ailelerinin yanına döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı.

32- İnananları gördüklerinde "Bunlar sapıklardır" derlerdi.

33- Oysa kendileri, onların üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.

34- İşte bugünde inananlar kafirlere gülerler.

35- Tahtlar üzerinde kurulup bakarlar;

36- "Kafirler, yaptıklarının cezasını gördüler mi?" diye.

Kur'an-ı Kerim'in suçluların müminlerle alay edişlerini, bunlara karşı terbiyesizlik yapmalarını, büyüklük taslamalarını ve müminleri sapıklar diye lanse etmelerini ortaya koymak için sergilediği sahneler, Mekke toplumunda bizatihi yaşanmış sosyal gerçeklikten bir kesittir. Fakat bu sahneler tüm nesillerde gözlenebilmekte ve çeşitli yerlerde gün yüzüne çıkabilmektedir. Bugün çağdaş olan pek çok insanı zihnimizde canlandırdığımızda bu ayetlerin sanki onların hallerini tasvir edip canlandırdığını görmekteyiz. Bu da kötü ve suçlu insanların iyi insanlara karşı tutumlarının tüm toplumlarda ve tüm asırlarda aynı olduğunu, karakterlerinin değişmediğini göstermektedir.

"Suçlular iman edenlere gülerlerdi."

Onlar böyleydiler... Geçici ve değersiz dünya herşeyiyle dürülmüştür artık. Bir de bakmışsınız ki onunla muhatab olan insanlar ahirettedir. iman eden iyi insanların nimetlerini görmektedirler. Ve onlara dünyada yaptıkları burada hatırlatılmaktadır.

İnkarcılar iman edenlerle, alay edip onlara gülüyorlardı, onlarla eğleniyorlardı. Ya fakir oldukları sebebiyle perişan bir halde yaşadıkları için ya zayıf olduklarından uygulanan işkencelere karşılık veremedikleri için ya da ekonomik ve sosyal statüsü düşük insanlarla muhatab olmaktan kaçındıkları için. İşte bütün bunlar suçluların eğlenme dürtüsünü harekete geçiriyordu. Onlar müminleri alay konusu ediyorlardı. çirkin duygularını tatmin etme aracı kılıyorlardı. Onlara işkence ve eziyet ediyorlardı. Ardından kalkıp alçak ve çirkin bir şekilde alay konusu ediyor, gülüp eğleniyorlardı. inanmış müminlerin başlarına gelenlere sabredişlerini, yüce ahlaki ilkelere bağlılıklarını islamın ahlakı ile donanmalarını hafife alıyorlardı.

"Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine göz kırparlardı." Birbirlerine göz, kaş işareti yaparlardı. Elleri ile birtakım alayları ifade ederlerdi. Veya kendi aralarında bilinen bir hareket türü ile müminleri alaya Alıyorlardı. Bu gerçekten, terbiyeden uzak hayasızca ve alçakça bir hareketti. Düzeysizlikti, edepsizlikti, basitlikti. Amaç müminlerin kalplerini kırmak, onları utandırmak ve bıktırmaktı. Bu azgınlar birbirlerine göz kaş işaretleri yaparak onları alaya Alıyorlardı.

"Kendi ailelerine döndüklerinde" basit düşük ve alçak olan isteklerini müminlerle alay ederek, onlara eziyet ederek doyurduktan sonra "rahat içinde dönerlerdi". Kendilerinden razı olarak yaptıkları ile böbürlenerek bu küçük, değersiz, kötülükle sevinerek, rahatlayarak. Üzülmeyerek, pişman olmayarak yaptıklarının aşağılık bir iş, pis bir eylem olduğunu hissetmeyerek. İşte bu insanın, insan ruhunun düşebileceği en alçak seviye vicdanın ölümü idi.

"Müminleri gördükleri zaman `bunlar kesin sapıklardır' diyorlardı."

Bu daha ilginç bir durumdur. Bu kötü ve suçlu insanların, hidayet ve sapıklıktan söz etmelerinden, müminleri gördüklerinde onları sapık diye nitelemelerinden, onları topluma teşhir ederken, onları aşağılarken, bu özelliği, bu vasfı vurgulayarak dikkatleri bu noktaya çekmelerinden daha Hayret verici ne olabilir? "Bunlar kesin sapıklardır!"

Kötülük hiçbir sınır tanımaz, hiçbir sözü söylemekten alıkoymaz. Yaptığı hiçbir İşten pişmanlık duymaz. Gerçekten inanmış insanların önünde durup onları sapıklıkla itham eden bu kötülerin ve suçluların tutumu, kötülüğün karakterini somutlaştırmaktadır. Çünkü kötülük gerçekten hiçbir sınır tanımamaktır.

Kur'an-ı Kerim inanmışları savunmak için veya bu iftiranın yapısını tartışmak için az da olsa. bu konuya eğilmez. Çünkü bu tartışmaya değmeyecek çirkin bir sözdür. Fakat Kur'an kendisini ilgilendirmeyen ve boylarını aşan, her meseleye burnunu sokan bu toplulukla ince ve düzeyli bir alaya girişmektedir. Bu konuda hiç kimseden davet almadan gelip sokulanla gülüp eğlenmektedir. "Onlar müminlerin başına bekçi gönderilmemişlerdi." Yani onlar bu müminlerin başına vekil tayin edilmemişlerdir. Onların başına gözetleme ve kontrol için dikilmemişlerdir. Onların durumlarını ölçme ve değerlendirme ile yükümlü değillerdi. Peki onlara ne oluyordu ki böyle nitelemelere ve bu tür açıklamalara kalkışıyorlardı!

Bu yüce alay ile Kur'an-ı Kerim kötülerin dünyada yaptıklarını aktarmayı sona erdiriyor. Olan olmuştur artık ve sona eren bu sahne dürülüp kapatılıyor. Şimdiki sahneye, müminlerin nimetler içindeki sahnesine geçilmek için...

"Bugün iman edenler kafirlere güleceklerdir. Tahtlar üzerinde kurularak seyredeceklerdir."

Bugün kafirler Rabblerinin rahmetinden mahrumdurlar. Beraberinde insanlıklarını da Alıp götüren bu perdenin bu mahrumluğun acısı ile kınanmaktadırlar. Azarlarla ve aşağılamalarla cehenneme sürüleceklerdir. "İşte inkar ettiğiniz cehennem budur" denilecektir.

Bugün iman edenler tahtlar üzerine kurularak seyrederler. Sürekli nimetler içinde. Misk ile damgalanmış tesnim ile karıştırılmış rahiki, arı, duru tertemiz içeceği yudumlamaktadırlar.

Bugün iman edenler, inkar edenlere güleceklerdir.

Kur'an bir defa daha üstün ve ince alayını yöneltmekte ve şu soruyu sormaktadır:

"Kafirler yaptıklarının mükafatını aldılar mı?"

Evet, evet! Ödüllendirildiler mi? Yaptıklarının sevabını buldular mı? Onlar gerçek anlamıyla "sevabı" bulamadılar. Şimdi biz onları cehennemde görüyoruz. Fakat şüphesiz onlar yaptıklarının karşılığını bulmuşlardır. Öyle ise onların sevabı da budur. Burada sevap kelimesine yüklenen gizli alay o kadar güzeldir ki!

Kur'an-ı Kerimin manzaralarını ve hareketlerini uzun uzadıya açıkladığı bu sahne, suçluların dünyada iman edenlerle alay etmeleri sahnesi önünde biraz durup düşünmek istiyoruz. Nitekim Kur'an daha önce de iyilerin elde ettikleri nimetler ve bunların manzaraları ile güzelliklerini sergilerken de böyle uzun açıklama yapmıştır. Bu uzun anlatım üslubu etkileme ve tesir açısından ifade sanatının en üstün yöntemlerinden biridir. Duygu ve bilinç açısından tedavi için de üstün bir sanattır. O sıralarda Mekke'de Müslüman azınlık müşriklerin zulümlerine ve eziyetlerine maruz kalıyordu. Bunlar insanın ruhu ve psikolojik hali üzerinde derin ve onarılmaz etkiler bırakan olgulardır. İşte bu sırada Rabbleri onları yardımsız bırakmıyordu. Sürekli onları direnmeye çağırıyor, sevindiriyor ve onlara umut veriyordu.

Müminlerin müşriklerden gördükleri bu eziyetlerin böyle detaylı bir biçimde tasvir edilmesi onların gönüllerine merhem oluyordu. Zira bu acılarını dile getiren bizzat kendi Rableriydi. O bunları görüyordu. Kafirlere bir süre tanısa da eziyetlere karşı asla duyarsız değildi. Mümin olan gönüllere Allah'ın bu şekilde kendileriyle ilgilenmesi dahi yetiyordu. Onların acılarına ve yaralarına merhem oluyordu. Çünkü yüce Allah alaycıların müminlerle nasıl alay ettiklerini müşahede ediyordu. Onların acıları ve üzüntüleri karşısında sadistlerin nasıl sevinçlerinden dört köşe olduklarını biliyordu. Bu alçak insanların üzülmediklerini ve pişman olmadıklarını gözetliyordu! Onların Rabbleri bunların tümünü görüyordu. Kitabında bunları tasvir ediyordu. Demek ki O'nun ölçüsünde bunun bir değeri vardı. Bu da yetiyordu zaten! Evet inanmış kalbler ne kadar yaralı ve acı içinde olurlarsa olsunlar bu ilahi gözetimi hissettiklerinde gerçekten bu kendilerine yeter.

Sonra onların Rabbleri bu suçlularla yüce ve üstün bir üslup içinde alay ediyor. Bu da acı bir işareti ifade ediyor. Bu acı işareti suçluların körelmiş, günahlardan kaynaklanan yoğun sis tabakası ile örtülmüş bulunan kalpleri hissetmeyebilir. Fakat müminlerin hassas ve duyarlı kalpleri onu hisseder ve takdir eder, onunla rahata kavuşur ve yatışırlar. '

Sonra bu kalbler, Rabbleri katındaki hallerini de görüyorlar. Onun cennetlerinde nimetlerini ve yüceler alemindeki ikramını seyrediyorlar. Öbür yandan kendi düşmanlarının da hallerini, yüceler alemindeki aşağılanmalarını, cehennemdeki azaplarını, bunun yanında horlanmalarını ve perişan hallerini de gözleriyle görmektedirler. Hem bunu hem de onu detaylı ve uzun uzadıya gözlemektedirler. Tüm bunları hisseder, duyar ve şu andaki bir gerçekten zevk Alıyormuş gibi neşelenirler. Hiç şüphe yok ki bu zevk eziyetin, alayın, azlığın ve zayıflığın verdiği acıları kapatabilecek güçtedir. Bu zevk bazı farklarla bu acıyı tatlı bir zevke dönüştürebilir. Bu yüce sözdeki sahneleri seyreden insanın acıları tatlı bir zevke dönüşebilir.

Öyle anlaşılıyor ki zalimlerin alçakça işkenceleri, had safhaya varan eziyetleri ve alçakça alayları ile işkence gören, acı çeken müminlerin Allah tarafından gelen tek teselli kaynakları buydu. Yani cennet müminlerin, cehennem kafirlerin dünya ve ahiret arasındaki hallerin tamamen değişmesi. Hz. Peygamber'in kendisi ile beyatlaştığı insanlara tek vaadi de budur. Onlar mallarını ve canlarını ortaya koyarak cennete kavuşacaklardır.

Dünya zaferi ve yeryüzündeki üstünlük ise Mekke'de asla söz konusu edilmemiştir. Teselli ve yüreklendirme çizgisinde Mekke'de inen Kur'an ayetlerini somut bir zaferden söz etmiyordu.

Kur'an-ı Kerim emaneti yüklenebilecek hazırlığı olan kalpleri inşa etmeye çalışıyordu. Kur'an-ı Kerim kalbler onarıyordu. Onları emaneti yüklenmeye hazırlıyordu. Bu kalplerin dayanıklı ve güçlü bir şekilde yetiştirilmesi gerekiyordu.

Yaptığı her şeyde ve yüklendiği her sorumlulukta bu dünya değerlerinin hiçbirini elde etmeyi düşünmeyecek kadar ondan soyutlanmalı idi. Umudu ve beklentisi sadece ahiret olmalı idi. Allah'ın rızası dışında başka bir beklentisi olmamalı idi. Kur'an'ın yetiştirdiği bu kalbler yeryüzündeki yaşamlarının tümünü zorluk, sıkıntı, mahrumiyet, işkence, fedakarlık ve tahammülle geçirmeye hazırdı. Hem de bu dünyada hiçbir karşılık ve ödül almaksızın. İsterse bu ödül davanın zaferi, islamın galibiyeti ve Müslümanların üstünlüğü olsun.

Bu kalbler bulunana kadar... Önündeki dünya hayatında karşılıksız olarak vermekten başka bir yol bulunmadığını bilen, ceza ve mükafat yurdu olarak sadece ahireti bekleyen, hak ile batılın ayrışma yerinin orası olduğunu kavrayan... Evet İşte bu kalbler bulunana kadar ve yüce Allah, ahdinde ve sözleşmesinde samimi niyetini görene kadar bu böyle devam etmiştir. Ancak bu durumda onlara yeryüzü zaferini vermiştir. Bu zafere onu memur etmiştir. Kendileri için değil, ilahi sistemin emanetini yürürlüğe koysun diye. Zira artık o emaneti yerine getirmeye ehliyetlidir. Zira bu kalbler oluşturulurken onlara verilecek dünya nimetlerinden hiçbiri vaad edilmemiştir. Kendisi de yeryüzü ganimetlerinin hiçbirini elde etmek istememiştir. Bu kalbler Allah'ın rızasından başka hiçbir mükafatın bulunmadığını bildikleri anda kendilerine ona adamışlardır.

Dünyadaki zaferden söz eden bütün ayetler daha sonraları Medine'de gelmiştir. Yani bu zafer olayı, başta müminin proğramı, beklentisi ve arzuları dışında tutulmuştur. Zaferin kendisi de Allah'ın dilemesi ile gelmiştir. Çünkü Allah'ın dilemesi bu sistemin insanın hayatında bir realite olarak yaşanmasını belirlenmiş, uygulanmış bir şekilde yerleşmesini ve diğer nesillerin onu görmesini dilemiştir. Yani bu zafer yorgunluğun, zorluğun, özverinin ve acıların karşılığı değildir. Sadece Allah'ın takdiri ve bağışından biridir. Başlangıcında ve sonucunda bir hikmet gizlidir. Şimdi biz bu hikmeti görmeye çalışıyoruz.

MUTAFFİFİN SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Mutaffıfîn Sûresi, İnfitâr Sûresi'nden sonra inmiş, âdeta o sûreyi tamamla­mak ve âhiret hayatım açıklamak için gelmiştir. Bu ilişki, Müslümanların zor günlerinde her ne kadar düşüncelerini karıştırsa da, ayrışımı mümkün olmayan komplike bir ilişkidir. Yeryüzünde, kendi istekleri bâtıl da olsa ondan baş­kasını göremeyen, diğerlerinin istekleri hak da olsa onu hazmedemeyip canları sıkı­lan benciller vardır. Bunlar köylerde ve kasabalarda kendi iştahlarından başkasını dü­şünmeyen obur vahşi hayvanlar gibi dolaşmaktadırlar.

Allah'ın şu buyruğunda buna yakın manzara bulunmaktadır.

"Ki onlar, insanlardan bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tam/noksansız alırlar; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdiklerinde eksik tutarlar." (Mutaffıfîn: 2-3)

Ancak bu davranış, hayatın farklı alanlarında ortaya çıkar. Nice insanlar vardır, halk tabiriyle deve sürüleri gibidirler. Başkalarına saygı duymazlar. Yaşamlarını bir il­keye oturtmazlar. Heva ve heveslerine uyarlar. "Şüphesiz biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar. İste bunlar azabı en ağır olanlardır; âhirette en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır." (Nemi: 4-5)

Allah'a ve âhiret gününe inanma, insanı bu tür alçaklıklardan alıkor ve elleri bağ­lar. Bu yüzden insan kötülük yapamaz olur. Nefisler azgınlık yapamaz ve gönüller zulmedemez hâle gelir. Bunun için şöyle buyurulmaktadır:

"Yoksa onlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün in­sanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda dururlar." (Mutaffifîn: 4-6)

İnsanların geleceği Rableri katındadır. İnsanlar kendi geleceklerini kendileri be­lirleyemezler. Dilleri sürçebilir ve yolları çıkmaza girebilir. Ancak kendi gelecekleri için programlı metodlar ve sağlam kurallar belirleyebilirler. Mü'min geçici hatalar-dan kurtulabilir. Hayatı alt eden konulmuş programlar insanı helak olmaya götürür. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Kul bir hata (yanlış) yaptığı zaman kalbinde siyah bir nokta oluşur. Onu söküp attığı, tevbe ve istiğfar ettiği zaman kalbi cilalanır. Yeniden hata yaparsa siyah noktalar çoğalır ve kalbin her tarafını kaplar." Bu Al­lah'ın şu buyruğunda belirttiği gibi bir pastır:

"Hayır, hayır; onların kazandıkları kalplerini paslandırıp körletmiştir. Hayır; doğrusu onlar o gün, Rablerinden yoksun kalacaklardır. Sonra onlar, şüphesiz, cehenneme yollanacaklardır." (Mutaffiffn: 14-16)

Hasan Basrî'ye göre, âyette geçen er-Rane; kalbi körelten ve ölümüne sebep olan katmerli günahtır.

Kötülüklere bağışıklık kazananlara, haşaratlar gibi kapalı ve çukur yerlerde yaşa­yanlara gök kapıları açılmaz. Bunlar çıkmaz istemezlerse nasıl çıkabilirler?

Hayır, fâcir olanların kitabı şüphesiz "siccîn"dedir.

"Siccîn"in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılı bir kitaptır. O gün yalan­lamakta olanların vay haline." (Mutaffiıîn: 7-10)

Takva ile yüklenen, tezkiye zorluklarına katlanan, hakta sebat eden ve sabreden­lere gelince onların durumu başkadır.

"Ama iyilerin kitabı "illiyyîn"de(yüksek katlarda)dir. O illiyyîn'in ne olduğunu sen bilir misin? O, gözde meleklerin gördüğü, yazılı bir kitaptır. İyiler, şüphe­siz, nimet içinde ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki ni­met pırıltısından tanırsın." (Mutaffifîn: 18-24)

Öncü mücâhidler kendilerini doğruluk aydınlığıyla ve inanç şerefiyle süslemiş­lerdir. Ama sayıları ve silahlan az olduğu halde bu nimetlere eriştiler. Allah onları, ezâ ve zorluklara katlandıkları için bu aydınlık son ile Ödüllendirmiştir.

"Suçlular, şüphesiz, inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardi. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirler­di." (Mutaffifîn: 29-31)

Aynı manzara bu asırda da tekrarlanabilir. Ulûhiyetİ inkâr eden, mü'minlerle alay eden ve onları küçümseyen insanları bu çağda da görmekteyiz. Şikâyete ne hacet!

İlk mü'minler akılları hür ve kalpleri geniş nesilleri temsil ediyorlardı. Bunlar hem çarşı ve pazarlarda hem savaşlarda Süleyman tâifesiydiler. Çektikleri sıkıntıdan sonra Allah onlara zafer bahşedince onlar dünyayı aydınlık ve medeniyet ile doldurdular.

Ama İslâm'ı günümüzde temsil eden Müslümanlar ise tıpkı babalarının şöhretine kanan zeki ve afacan evlâtlar gibidirler. Kendileri yeterince mirasa konmamışlardır. İslâm adına sunacakları ve nefislerini aklayacakları bir şeyleri yoktur. Bu yüzden baş­lan dik değildirler.

Samimi dâvetçilerin iki cephede savaştıkları bir gerçektir. Kendilerine yöneldik­leri cephe ayrıldıkları cepheden pek onurlu değildir.

MUTAFFİFİN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Sûresi, Mekke'de son inen sûredir. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiği zaman Medine'lilerin ölçekleri kötü olduğundan dolayı düzeltilmesi için Medine'de ilk inen sûre olduğu da rivayet edilmiştir. Medine'ye varmadan önce Mekke ile Medine arasında indiği de söylenmiştir ki, o da Mekke'de inmiş demektir.

Âyetleri : İttifakla otuzaltı,

Kelimeleri : Yüzdoksan dokuz,

Harfleri : Yediyüzotuzdur.

Fâsılası : ve  harfleridir.

Meâl-i Şerifi

1- Eksik ölçüp tartanların vay haline!

2- Onlar insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler.

3- Kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar.

4- Onlar tekrar diriltilecekleri ni zannetmiyorlar mı?

5- Büyük bir gün için.

6- Öyle bir gün ki, insanlar o gün Rabblerinin huzurunda divan duracaklar.

7- Hayır hayır, kötülerin yazısı muhakkak Siccin'dedir.

8- Bildin mi sen, Siccin nedir?

9- Yazılmış bir kitaptır o.

10- Vay haline yalanlayanların o gün!

11- Onlar ceza gününü yalanlayanlardır.

12- Onu ancak sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar.

13- Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "eskilerin masalları" der.

14- Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.

15- Hayır hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar.

16- Sonra onlar muhakkak cehenneme girecekler.

17- Sonra da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğ unuz şeydir" denilecek.

18- Hayır hayır, iyilerin yazısı muhakkak Illiyyîn'dedir.

19- Bildin mi sen, Illiyyîn nedir?

20- Yazılmış bir kitaptır o.

21- Allah'a yaklaştırılmış melekler ona tanık olurlar.

22- Haberiniz olsun ki, iyiler nimet içindedir.

23- Tahtlar üzerinde etrafa bakarlar.

24- Yüzlerinde nimet ve mutluluğun sevincini görürsün.

25- Onlara damgalı saf bir içki sunulur.

26- Onun sonu misktir. İşte ona imrensin artık imrenenler.

27- Karışımı Tesnim'dendir (En üstün cennet şarabındandır).

28- Allah'a yakın olanların içecekleri bir kaynaktır o.

29- Doğrusu o suç işleyenler inananlara gülüyorlardı.

30- Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.

31- Evlerine döndükleri z aman zevklenerek dönüyorlardı.

32- Müminleri gördükleri vakit; "işte bunlar sapıklar" diyorlardı.

33- Oysa onlar müminler üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.

34- İşte bugün de inananlar kâfirlere gülecek.

35- Koltuklar üzerinde etrafa bakacaklar.

36- Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı?

Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.

Çoğunlukla "vay haline" demekle yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki sûrelerde ve bu arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla beraber bizdeki "vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı olduğundan "veyl"in şiddetini pek duyurmadığı gibi, özel bir isim olması

hakkındaki rivayete bir delaleti de olmuyor. Bu itibarla "veyl ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın şekilde kullanılmış bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak faydalı olacağından başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki kelimenin aynen söylenmesi zorunlu demektir.

VEYL, başlıca şu mânâlarda tefsir olunmuştur: Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem verici azap, cehennemde bir vadi adı.

İmam Ahmed ve Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kâfir onun dibine varmadan önce onda kırk yıl yukardan aşağı düşer."

İbnü Hibban ve Hakim'in Sahih'lerinde: "Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki, kâfir..."

İbnü Ebi Hatim de Abdullah'tan; "Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet etmiştir.

Ragıb'ın "Müfredat"ında, Asmeî demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir çirkinliktir. Bazan hasret çekme için de kullanılır. Veyl Cehennem'de bir vadidir diyenler, lügat itibariyle bu kelimenin mânâsı budur demek istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın "veyl" buyurduğu kimsele r o ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş, orası da onlar için sabit olmuştur demek istemişlerdir.

Alûsî der ki: "Ona "veyl" denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi olduğu açıktır. Bunun nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın."

Bizce açık olan budur ki, cehennemin bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla şer'i bir kullanım olmakla beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat "veyl"in izah edilen mânâ ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î bir isimlendirme olmakla berab e r mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden de örf haline gelmeyen bir mecaz olur. Bu izahtan anlaşılır ki "vay haline" demekle "veyl ona" demeyi tam olarak Türkçe'ye çevirmiş olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir dereceye kadar işaret etmiş oluyoruz.

M UTAFFİFİN, "Mutaffif" kelimesinin çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun,

verirken eksik ölçenler" demek olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki âyet ile anlatılmıştır. Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel bir kelime bulamadım. Bu nedenle bunun türeyişinden biraz söz etmek uygun olacaktır:

Mutaffif, belli ki "tatfif" kökünden ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir. Razî şöyle der:

Bunun türetilişi hususunda iki görüş vardır.

BİRİNCİSİ, bir şeyin "taffı, kıyısı ve kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey derenin kıyısına kadar varıp da tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı, tufâfı ve tafefi denir. Onun için ölçeği fena ölçüp de tam yapmayana mutaffif denilir ki, ancak kabın tafâf'ına kadar doldurur demek olur. F akat "Kâmûs"tan anlaşıldığına göre; taff, tafef, tafâf ve tufâf bir ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya dolusu silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif, tafâfı eksiltmek, yani eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin yapısı olumsuzluk için olur.

İKİNCİSİ, pek az bir şeye "tafîf" denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi, ölçekte veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir.

Demek ki tatfif, ölçüde veya tartıda biraz bir şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî (geçişli) bir mânâ veya bu işi yapan bunu âdet haline getirmiş olması itibariyle çokluk ifade etmek için kullanılmıştır. Bu izah şekli âyetteki tefsire daha uygundur. Zira âyette mutaffifler şöyle nitelenip tanıtılıyor:

2. O kimseler k i kendilerine ölçtükleri vakit insanların aleyhine olarak tam ölçerler, dolgun ölçerler.

Burada ifadeden açıkça görünen "insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması, kendi çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle ölçtüklerine işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya başka bir sebeple bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri zaman insanların aleyhine olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani tamam almak isterler ve hatta basa bas a almak için baskı altına alıcı bir şekilde hareket ederler.

3. İnsanlara ölçtükeri veya tarttıkları vakit ise eksiltirler,

eksik ölçek veya tartı ile ölçerler veya ölçüşte tartışta eksik yapar, onlara ziyan ettirirler.

İşte Veyl'i hak edişlerinin sebebi, bu şekilde tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır.

Böylece az bir şeyi çalanlar veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekeri düşünülmeli. Razî şöyle der: Bedevinin biri Abdülmelik b. Mervan'a şöyle demişti: "Yüce Allah'ın dediğini işittin". Bedevi bununla şunu kastetmişti: Mutaffif, azıcık bir şey almakla ona büyük bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun, müslümanların mallarını ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne yapılacağını zannediyorsun?"

Burada vezn'in yani tartmanın da söylenmesi, öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin zikredilmesinin tahsis için değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden olduğunu ve bu hilenin keyl ve vezin dahil her türlü ölçme işinde olabileceğini anlatmak içindir. Rahmân ve Hadid sûrelerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu bir ölçü ve denge iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir yerde hak ve adâletin yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes için eşit bir şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki temel direk gereklidir. Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır. Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken hile yapmaktan kaçınmazlar. İ n sanlar başkalarının haklarını da kendi hakları gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı kendileri için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka t ü rlü değerlendirirler. Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını bir elem saydıkları halde başkasının az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insa n ı ölçü ve tartıda hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı altına girer ve "veyl"i hak ederler. Bunda n dolayı burada

hukukun düzenlenmesi ve iyilik ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının düzeltilmesi gerektiği gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda bu tür hile yapma alışkanlığının veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl sebebinin hak ve ahiret düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle ahirete îman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur ki:

4. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna i n anıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.

5. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.

6. Yani insanların, âlemlerin Rabb'inin huzurunda duracakları gün. Ki o gün herkes kabirlerinden uyanıp kalkarak Allah'ın huzuruna çıkacak, onun huzurunda yargılanmak için durup haklı haksızdan hakkını alacaktır.

7. Hayır hayır. Bu, ölçü ve tartıda hileden ve öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya inanmama gafletinden vaz geçirmek, tevbe ettirmek için bir engellemedir. "Hayır hayır, yapmayın, sakının." demektir.

Bunun sebep ve hikmeti anlatılmak için de illet gösterme makamında şöyle bu yruluyor:

Çünkü kötülerin yazısı muhakkak ki Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi olursunuz. Kötüler ise Siccin denilen sicilde kayıtlıdır. Onların yazısı, nüfus kayıtları, amel defterleri, o huzura çıkma günü kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi "Siccin" denilen yerde yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye buyrultuludur.

"Kâmûs"ta Siccin'in, hapis mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının konulduğu yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca "açık ve ortada" ve "dibinin çevresine çukur kazılmış hurma ağacı" mânâlarına geldiği ve "devamlı şey" mânâsına "şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık açık geldi" mânâsına denildiği yazılıdır.

Bu "Siccin" kelimesinin lügat yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş olması hakkında değişik sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn"

veya "secc" kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn" maddesinden zindana koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre sikkîn ve siccil gibi fi'îl kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân yahut mescûn gibi bir sıfat olabilir.

Sıvamak ve balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak mânâsına secc maddesinden "gıslîn" gibi "fi'lîn" kalıbında olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle bir isim veya sıfat adı ge çmez.

Ebu Hayyan "Bahr"da şöyle özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn maddesinden "fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut hapsedici bir mevkide demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta gelmiştir. Bu durumda siccin, korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu takdirde siccîn kelimesinde büyük görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık olan siccin'in bir kitap olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap" ondan bedel yapılmıştır. İkrime demiştir ki: S iccîn, hüsran ve horlanmadan ibarettir. Bu Araplar'ın gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe erdi" demesine benzer. Bazı lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki nun "lâm"dan bedeldir. Aslı siccil'dendir demişlerdir. Bu görüşlerin özeti: Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır, yahut lâm'dan bedeldir. Nun kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir.

Demek ki nunu zaid olarak "secc" kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî, Hatim gibi sıfattan çevrilmiş bir özel isim olduğunu ve marifelik (belirlilik)ten başka sebeb olmadığı için tenvin aldığını söylemiş ve demiş ki: Yüce Allah, kötülerin kitabının siccin'de olduğunu haber verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye tefsir etti. Şu halde onların yazısı mühürlü kitaptadır, denil m iş gibi olur. Bunun mânâsı nedir? dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü şeylerin yazılıp toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin şeytanlarının, kâfirlerin ve fasıkların amellerini toplayıp yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü, yazısı açık yahut alametli bir kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını bilir. Dolayısıyla mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit edilmiştir" demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan "Secin" den "fi'îl" kalıbında "siccî n" ismi verilmiştir. Çünkü o, cehennemde hapsedilip sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut çünkü o, "yedinci yerin altındadır" diye rivayet olunduğu gibi İblis ve onun neslinin meskeni olan karanlık ıssız bir

mekana atılmıştır. Horlanmak ve hakir görülmek için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun diye atılmıştır. Nitekim hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar.

Demek ki siccin, sâcin yani sıkıştıran, hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış" diye ifade ettiği mânânın, secc maddesinden olması da mümkündür.

Burada Şeyh Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş ve demiştir ki: Siccîn lâfzının lugatte kullanılışından ve burada iyilerinin yazısının bulunduğu İlliyyun'a karşılık olarak söylenmesinden anlaşılır ki, illiyyunda yükselme mânâsı bulunduğu gibi bunda da alçalma mânâsı vardır. Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm ki vahl, yani balçık, İnyubiyye (eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulu n mayan "çe" harfi ve vavın harekesinin uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir. Balçıkta alçalma mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu lafız, Yemen Arapları'nın kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar Habeş halkı ile çok karıştığı için, bunlarda eski Habeş lafızları çoktur. Bunu da balçığa yakın bir mânâda kullanmış olabilirler. O halde, "kötülerin yazısı ondadır, yani balçığa yakın adi şeyde yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz.

Yahut onların amelleri, pisliklerinden dolayı onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil olunmuştur. Bu suretle balçığın ve ona yakın şeyin "kitâb-ı merkum" (mühürlü kitap) olmasının mânâsı da, o ameller onunla yazıldıktan sonra o çirkin mürekkep mühürlü bir kitap olmuştur demek olur.

Abduh, "kötüler in amellerinin pisliğini tasvir için "siccin" kelimesinde balçığa yakın adi bir mânâ bulmak üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki "sençüne"ye kadar dolaşmak uzak olmaz" demiş ise de bunun uzak bir zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi tefsirciler Kur'ân'da baz a n Habeş lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan bahsederler. Fakat Abduh, Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil ve tesbit etmemiş, "olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek dolambaçlı bir fikir yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile ilgisi de yakın değildir. Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca tenvin almaması gerekirdi. Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu zorlanmaya ne gerek vardı. Çünkü Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan "secc" maddesinden çıkardı. Siccîn'i n, secc kökünden türetilmiş "fi'lîn" kalıbında bir

kelime olmasını düşünmek daha yakın bir ihtimal olurdu. Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak ondan tiksindirmek olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu. Fakat nakiller bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden "fi'îl" kalıbında bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince düşünmüştür.

Netice olarak Siccin, maddesi itibarıyla bir zindan, veya zindancı veya zindanda hapsedilmiş mânâlarını ifade eden bir kelime olmakla, kötülerin yazısına zarf yapılmasına en yakışan mânâda bir "zindan sicili" veya "sicil zindanı" olmasıdır. "Onların defterleri zindancıdadır" yani, "çok şiddetli bir zindancıya teslim olunur" mânâsına da gelebilir.

Bunun sade akıl yoluyla bilinir şeylerden olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı sicilinde olması mânâsında açıktır:

8. Sana ne bildirdi? Yani bildin mi? Akıl yoluyla bilemedin değil mi? Nedir siccin?. Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine göre: "Ne siccin!", "ne yaman s iccin!"

9. Rakamlı ve mühürlü bir kitap.

Bazıları bunun, siccin'den bedel olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun cevabı verilmemiş; "Siccin nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru tekrar edilmiş, Siccin'in neden ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş olur. Çünkü bu şekilde "kitab-ı merkum" siccin'in tamamından bedel olmaktan ziyade, siccinde olduğu söylenen yazı mânâsına yorumlanarak "bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda anlatıldığı üzere Kur'ân'ın üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani "bildin mi sen?" denildiği zaman bu sorunun cevabı hep bildirilmiştir. Onun için bunun bedel değil, "O bir mühürlü kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in tefsiri olması daha doğrudur.

MERKUM, yazılmış veya rakamlanmış demektir. Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta ve hareke koyarak açıklık getirmek ve işaret koymak mânâlarına gelir. Bu üçüncü mânâ hepsine esas gibidir. Matematik işareti olan rakam da bundan alınmıştır.

Burada beş mânâ verilmiştir:

Birincisi; "beyyinü'l-kitâbe", yani açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok. İkincisi; işaretli, yani "gereğince cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış. Üçüncüsü, tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı. Dördüncüsü; mahkeme ve benzeri şeylerin b elge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı, ünvanlı ve resmileştirilmiş. Beşincisi; kumaşın rakmesi, yani

desen ve nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş silinmez bir kitap. "İstif edilmiş balçıktan yapılmış ve Rabbinin katında damgalanmış."(Hud, 11/82, 83) âyetinin ifade ettiği gibi "sırasıyla tertip edilmiş, rakamına göre icra mevkiine konur, rakamlı bir kitap" mânâsına gelme ihtimali de vardır.

Bunların hepsi şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe ve kuşkudan uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş, her görenin anlayacağı şekilde kendilerine verilecek olan kitapları, yazıları böyle sağlam bir sicilde yazılıdır. Hiç şaşmadan icra edilecektir.

İbnü Cerir Tefsiri'nde "Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu Hureyre hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde örtülü bir kuyudur. Amma Siccin açıktır."

İkinci hadis Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan yer" olması hakkındadır. "Cehennem Arz'ın en aşağısındadır." denildiğine göre, bunlar arasında bir çelişki yok ise de İbnü Cerir Berâ hadisini tercih ederek siccin'in en aşağıda bulunan yer şeklindeki tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin meâli şudur: Berâ (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın nefsinin göğe çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi melek topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler. Onun dünyada anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler. Nihayet dünya semasına varırlar, açılmasını isterler o na açılmaz. Sonra Resulullah (s.a.v): "Onlara göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetini okudu. Yüce Allah buyurur ki: "Onun kitabını arzın en altında yazın. En alt yerde, siccinde."

İbnü Cerir bundan dolayı Siccin'in en alt yer olduğunu söylemiş ise de bu hadiste "siccin, en alt yerdir" denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu halde en alt yer, "kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi değil, yeridir. Siccin en aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla hadis ile âyet arasında bir çelişki yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat yerden atılmış" demekle buna işaret etmiştir. Bazı rivayetlerde en alt yerin altının, İblis'in bulunduğu sınır olduğu

haber verilmiştir. Demek ki kötülerin ruhu ve yazısı oradadır.

10. "O gün yalanlayanların vay haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o mühürlü kitabın etkili hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini, günah ve kötülüğün esasını, kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme gününün dehşetini hatırlatmaktadır. Bunu bazıları doğrudan doğruya "O gün insanlar âlemlerin Rabbi için kalkacaklar." âyetine bağlayıp bu aradakileri ara cümlesi saymış ise de "merkum" kelimesine bağlanması daha üsluplu olur. Yani, "kitap m ühürlü ve işaretli olur da ne olur?" denilirse, "vay haline, o gün yalanlayanların!"

O gün o dirilme ve kalkma günüdür. Burada "füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de fücurun aslında yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın hükmü de o gün o yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün yalan diyenlerin, bu haberlere inanmayanların, yani

11. O ceza gününe inanmayıp da açıktan açığa veya dolayısıyla yalanlayanların,

12. oysa o günü başkası yalanlamaz ancak her bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep haddini aşkın, günaha düşkün) kimseler yalanlar". Şehvetlerine düşkün, keyiflerince hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak h oşlarına gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün aslı yoktur" derler.

13. Kendisine karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)

14. Kendisine karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyet in tefsirine bkz.)

15. Hayır hayır. Bu okunan âyetler evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle diyenlerin kazançları, elde edip durdukları ve kâr sandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır. O kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da artık duymaz ve göstermez olmuşlardır. İşte onların öyle demelerinin ve yalanlamalarının sebebi budur.

İmam Ahmed, Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta, bir leke yapar. Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine parlar. Döner te k rar yaparsa, o leke artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte

Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "rân" budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları kalpleri üzerinde pas tutmuştur". (Bakara Sûresindeki "Allah onların kalplerini mühür basmıştır." ( Bakara, 2/7) âyetinin tefsirine bkz.)

RANE, reyn kökündendir. Reyn ve rüyün, bir şeyin üzerini pas basıp her tarafının paslanmasıdır. Bundan kalbe günah ve sıkıntı basmak mânâsına da kullanılır olmuştur ki Kur'ân'da kalp mühürlenmek mânâsına hatm ve tab' tabirleri de kullanılmıştır. Burada okunurken lâm râ'ya idgam olunmamak için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir sekte yapılarak okunur ki reyn'in mânâsındaki tutukluğa açık bir işaret olmuş olur. Hayır hayır. Bu, öyle pas yapan, kalp körleten kazançlardan sakındırma ifade eder. Sebebi de çünkü onların, o yalanlayanların, o kalkış günü hak Rab'leriyle muhakkak aralarında bir perde olur, yani örtü ve perde arkasında kalır, onu görmekten men edilir ve yoksun bırakılırlar. Artık kurtuluş bul m alarına imkan ve ihtimal kalmaz.

16. Sonra onlar muhakkak cehennem ateşine yaslanacaklardır.

17. Sonra denilecektir: Bu, işte o sizin yalan, masal diye yalanlayıp durduğunuz.

18. "Hayır hayır".

Bu KELLA, ta yukarıdaki âyetinde geçen kellâ'ya benzer olarak ölçü ve tartıda hile yapmaktan ve yalanlamaktan bir daha sakındırmak sûretiyle iyilik ve hayra sevketmek üzere kabirlerden kalkıp Allah'ın huzuruna çıkma gününün diğer bir yüzünü hatırlatmaktadır. Yani öyle hile yapmayın, o ö l dükten sonra dirilme ve kalkma gününü yalanlayan kötülerden olmayın, tevbe edip hayır ve iyilik yapmaya çalışın. Sebebi çünkü iyilerin, hayır ehli doğruların kitabı muhakkak ki İlliyyin'dedir.

İLLİYYİN, bu kelime hakkında lügatçilerin ve tefsircilerin sözleri vardır.

Lügatçilerden Ebu'-feth b. Cinnî şöyle der: Bu kelime, ulüvv kökünden fi'îl kalıbında "illiyy"in çoğuludur. Aslı illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin irabı çoğul irabı gibidir. Çünkü lafzı çoğul kalıbı üzeredir. Kınnesr'den kınnesrîn gibidir.

Tefsircilere gelince, tefsirlerde buna yedinci gök denilmiş, göğün üstünde Arş'ın sağ ayağı denilmiş, Sidre-i münteha denilmiş. Ferra, "yüksekten yükseğe nihayetsiz" demiş;

Zeccâc da, "yerlerin en yükseği" demiştir. Bazıları, "yüce Allah'ın ululuk ve yücelikle donattığı yüce mertebeler", diğer bazıları da, "meleklerin amel defterlerinin bulunduğu yer" demişlerdir ki, çokları Kur'ân'ın biraz sonra gelecek olan bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı görünüşte buna uygun bularak, k ö tülüklerin yazıldığı divan olan Siccin'in tam zıddı, Allah'a yaklaştırılmış, meleklerin şahit oldukları yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi olduğunu söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki:

19. Bildin mi sen, İlliyyun nedi r? Yahut, "ne illiyyun!", "Ne yaman İlliyyun!"

20. yazılmış, mühürlenmiş bir kitap. Burada da yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam ve güzel yazılmış, yahut Allah tarafından özel işaretle imzalanmış.

21. Öyleki Ona Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar. Allah ile aralarında perde olanlar değil, Allah'a yaklaştırılmış olanlar ona şahit olur, onlar görür, onlar okurlar. Yahut yazılışına, korunuşuna, okunuşuna Allah'a yaklaştırılmış melekler hazır olur ve mânâsına onlar şahitlik ederler. Ed erler de ne olur?

22. Kuşkusuz iyiler bir nimet içindedirler. Kötülerin Cehennem'e yaslanacakları gün iyiler nimet içinde bulunacaklar.

23. Divanlar üzerinde etrafa bakacaklar. Cennet'in diledikleri manzaralarına diledikleri gibi bakacaklar. Düşmanları olan cehennem ehlinin hallerine de bakacaklardır ki, bu mânâ sûrenin sonunda ayrıca anlatılacaktır.

24. bakarlarken o nimetin parıltısını, o nimet ve mutluluk neşesinin parlaklığını yüzlerinde tanırsın, yani her gören tanır. Neşeli ve mutlu oldukları, iyi kullar oldukları yüzlerinden belli olur.

25. Onlara saf bir içecekten içirilir.

RAHİYK, hiç karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın mânâlar olduğu söylenmiştir. "Kamus" müterciminin ifadesine göre, horoz gözü gibi berrak olana denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis, duru şarap" denilir, "Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere, "Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda za r arlı bir sonuç da yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz şarap" şeklinde tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle buna işaret etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin durumu şudur: Orada bozulmayan s u dan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar vardır."(Muhammed, 47/15)

âyetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından biri de içenlere sırf lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan gâfil olmamak gerekir. (Buna dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun bir k adehten içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti. Oraya bkz.)

Hatîb, tefsirinde şöyle der: Burada "rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler." (Muhammed, 47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için şöyle niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları miskten mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis.

26. Diğer bir mânâ ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır.

Bir de "hıtâm," "hâtem" gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek, mührü misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu mânâyı destekler. Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına ve içimine göre yine zikredilen iki mânâ geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur. Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur.

İşte ancak onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir. Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk kokusunun duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa teşvik için araya sokulmuştur. "o", işaret ism i nimeti veya saf şarabı gösterebilirse de şarabın nitelikleri arasında söylendiği için şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın sonuna işaret olması ise hem nazım hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın kemalini gösteren sonu, metinde en

son zikre dilmiş olmakla beraber gerçekleşme hususu uzak olduğu için 'nin mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden önce getirilmesi ise "ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani dünya şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak o l an bu sonu misk kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda yarışsın, imrenme yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, bu sons u z neşe öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.

MÜNAFESE, başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemale düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa aşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister. Bunda yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için çalışsınlar."(Sâffat, 37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur.

27. Bunun karışımı da Tesnim'dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine Tesnim'den de katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnim daha yüksektir.

TESNİM, esasen hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek mânâsına mastar olup yükseklik mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir. Kelbi'den rivayet edildiğine göre cennettekilere üst taraflarından gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş olarak akıp kaplarına yeteri kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri yükseltir.

28. Nitekim şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnim Allah'a yaklaştırılmış olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesmini içer, içme işlerini onunla yaparlar. Allah'a yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer iyi kullara, amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak sunulur.

Buradaki 'ya birkaç şekilde mânâ verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir. Çünkü Allah'a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.

Demek ki "karışımı Tesnim'dendir" âyeti kitapları sağ

taraflarından verilen ebrâr (iyi, itaatli kullar) hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn (Allah'a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Âyetin bir yükselme ifade eden akışından da Tesnim'in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. Zira Vâkıa Sûres i 'nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış olanlardır." (Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın huzurunda bütün mertebelerin ilersinde bulunan bir i ncilerdir. Yukarıdaki "Ona Allah'a yaklaştırılmış olanlar şahit olur." âyetinden ve "İyi kulların yaptığı iyilikler, Allah'a yaklaştırılmış kulların yaptığı kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı üzere ebrar (iyi kullar), mukarrebûnun daha al t ında olarak Vâkıa Sûresi'nde anlatılan "kitapları sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in, mukarreb kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu mânâları v e rmişlerdir: Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar. Yahut "bâ" "mîn" mânâsına olarak "ondan içerler, onunla karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha açık gibi görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt edilmemiş ve Tesnim'in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu surette de en önde olan muka r rebler derecesine varmıyan ebrar ondan içemeyecekleri gibi, mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden "yarışanlar ancak onda yarışsın" cümlesiyle bunun bir münasebeti varsa da, "Bahr" de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi "Mukarrebler onu sade olarak içer ve ebrara karıştırılarak sunulur." diye rivayet edilen mânâ daha uygundur. Çoğunluğun görüşüne göre ebrar, kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn ise, sabikun yani en önde olanlardır. Bununla beraber bazıları, "Bu âyette ebrar ile mukarrebun bir mânâyadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara böyle denilmiştir." demişler ise de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında fark göremeyenle r âyetin zevkine erememişler demektir.

Razî, burada İbnü Abbas'ın görüşünü naklettikten sonra şöyle demiştir:

Bana göre bu, nehirlerin fazilette farklı olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet nehirlerinin en üstünü; mukarrebun da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun yüce zatına bakma lezzetidir. Rahiyk de varlıklar âlemini tetkik edip düşünmekle sevinip neşelenmektir. Mukarrebun Tesnim'den başkasını içmezler, yani ancak Allah'ın zatına bakıp düşünmekle m e şgul olurlar. Kitapları sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur. Bakışları bazan Allah'a, bazan onun yaratıklarına olur.

Alış-verişte hile yapmaktan yasaklama ve öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman etmeye davet akışı içinde suçlu olan kötüler ve Allah'la aralarında perde olanlar ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar ve mukarrebinin, ahirette birinin Siccin'de, birinin İlliyin'de olan yazgılarını amellerine göre tartıp anlattıktan sonra bunların dünya ve ahirette birbirlerine karşı ol a n bazı hallerini de anlatmak üzere buyruluyor ki:

29. Gerçekte o suç işleyenler, yani o haddi aşmış olan günahkâr yalancılar İman edenlere gülüyorlardı...

Mekke'de Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr, Süheyb, Habbâb ve Bilal gibi fakir müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin iniş sebebinin bu olduğu rivayet edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade eder: Yüce Allah bu âleme Hz. Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak göndermek suretiyle rahmet buyurduğu zaman kavmi n ileri gelenleri ve tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba kuvvet görüşünde idi. Hak daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in sesi yükseliyordu. Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu silmemiş bulunan ve ona "Lebbeyk" d e yip davetini kabul eden zayıflardan bazıları da onu fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına bağıramıyordu. Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla kuvvetli ve yüce sayanlar, kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet ve sayıca kendisinden zayıf olduğu halde onu tanımadığı bir şeye davet eden kimselere gülerler. İşte Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyşlilerin hali de böyle idi. Bid'atin yaygınlaştığı, fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın gizli kaldığı ve dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından ruhu atılıp içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen hareketler, usül ve âdetler bırakıldığı ve

şehvetler hakimiyeti ele geçirip insanlarda yiyip içmek, zine t ve lüks, mevki ve lakaplarla ilgili şeylerin dışında amele sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı, gayret ve çabalar yalancı şereflere takıldığı ve herkesin yapmadığı şeylerle övülmekten hoşlandığı ve kendilerinde eksiklik olan kimseler bu eksiklikleri n i olgun kişilerin değerini düşürmek suretiyle tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak sesi dinlemez, Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i kerimenin nassı da kendilerine uygun olur.

30. Ve onlara uğradıklarında müminler o günahkârların veya o günahkârlar müminlerin yanlarından geçtiklerinde günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz uçlarıyla işaret ederlerdi.

31. Ve günahkârlar, bulundukları yerlerden evlerine ailelerine döndükleri zaman da zevklenerek, müminlere yaptıklarını birbirlerine söyleyip eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi.

FEKİHİN, mizahlı söz, latife mânâsına gelen "fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin çoğuludur.

32. Ve müminleri (uzaktan, yakından herhangi bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr suçlular derlerdi: cidden bunlar ki bunlarla maksatları yalnız gördükleri değil genellikle bütün müminlerdir. Kuşkusuz sapıklık içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar, yani göz önünde hazır dünya nimetine, dünya zevkin e bakmıyorlar da aslı var mı, yok mu belli olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış yola gidiyorlar diye bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna hükmediyorlardı ve bunu vurgulu ifadelerle kuvvetli kuvvetli söylüyorlardı.

33. Oysa böy le diyen günahkâr suçlular o müminlerin üzerlerine Allah tarafından muhafız gönderilmemişlerdir. Kendileri sonunu düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken onlara acıyorlarmış gibi doğru veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları yokt u.

34. Bugün de, yani o kâfirlerin inanmadıkları bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve ceza günü de iman edenler kâfirlere gülecekler.

35. O müminler divanlar üzerinde bakacaklar, (o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o zevk ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini İlliyyun sandalyelerinden, cennet koltuklarından seyrederek) gülecekler,

36. Nasıl? Kâfirlere ettiklerinin

karşılığı verildi mi? Evet, hep ettiklerini buldular, cezalarını çektiler. Müminlerin o gün kâfirlere gülmesi, kâfirlerin önce onlara gülmelerinin karşılığıdır.

TESVİB ve İSABE, sevap vermek demektir. Sevap da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda kullanılır olmuştur. Nitekim dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde kullanılmaktadır. Burada tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da, sorulan şeyin gerçekleştiğini ifade için sorulan bir sorudur. Bunun sevab kelimesinin kullanılarak sorulması, kâfirlerin alay ederek gülmel e rine karşı bir alay ifade etmek üzere "Onları elem verici bir azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden de olur.

MUTAFFİFİN SÜRESİ(Muhammed ESED)

Birçok otorite -Suyûtî de onlar arasındadır- bu sureyi Mekke'de vahyedilen en son sure olarak görürler. Ancak birçok güvenilir rivayet, en azından ilk dört ayetin Hz. Peygamber'in Medine'ye varışından hemen sonra nazil olduğunu teyid etmektedir (karş. Taberî, Beğavî, İbni Kesîr): bazı müfessirler daha da ileri giderler ve surenin bütününü Medine dönemine yerleştirirler. Mevcut bütün delilleri gözönüne alır ve yalnızca konuya ve üsluba dayanan bütün spekülasyonları gözardı edersek, bu surenin ana gövdesinin gerçekten son Mekkî vahyi oluşturduğunu, ancak giriş pasajının (ki yukarıda değindiğimiz rivayetlerin dayandığı bölüm) Medine'nin ilk dönemine ait olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki, bir bütün olarak sure, iki dönemin arasındaki sınırda -tıpkı 29. sure (‘Ankebût) gibi- durmaktadır.
1 VAY HALİNE ölçüyü eksik tutanların: 2 onlar, [öteki] insanlardan haklarını eksiksiz isterler; 3 ama borçlarını ölçüp tartmaya gelince, onu azaltmaya çalışırlar.1
4 Onlar bilmez mi ki tekrar diriltilecekler 5 [ve] korkunç bir Gün'de [hesaba çekilecekler]; 6 bütün insanların âlemlerin Rabbi huzuruna varacakları Gün'de?
7 GERÇEK ŞU Kİ, kötü ruhluların kaydı, kayıpsız-kaçaksız bir şekilde [tutulmuş]tur!2
8 Bilir misin nedir o kayıpsız-kaçaksız olan?
9 O, [silinmez şekilde] tutulan bir kayıttır!
10 Vay haline o Gün hakikati yalanlayanların, 11 Hesap Günü'nü[n geleceğini] yalanlayanların: 12 oysa, hak ve adalet sınırlarını ihlal edenler [ve] günaha batmış [olan]lar dışında kimse onu yalanlamaz:3 13 [işte böyle,] ne zaman mesajlarımız onlara iletilse, hep “Geçmişin masalları!” derler.
14 Hayır, onların kalpleri, yaptıkları [kötülükler] ile pas tutmuştur!4
15 Elbette onlar, o Gün Rablerin[in rahmetin]den yoksun bırakılacaklar: 16 ve sonra kesinlikle yakıcı ateşe girecekler 17 ve kendilerine, “Bu, işte sizin yalanlamaya düşkün olduğunuz [şey]dir!” denilecek.
18 AMA, gerçek erdem sahiplerinin kaydı en yüce şekilde [tutulur]!5
19 Bilir misin nedir o yüce şekil?
20 O, [silinmez şekilde] tutulan bir kayıttır, 21 Allah'a yakınlaşmış herkes tarafından6 gözlenen.
22 Bakın, gerçek erdem sahipleri [öteki dünyada] mutlaka kutsananlardan olacaklar; 23 sedirler üzerinde [uzanarak] bakacaklar [Allah'a]:7 24 ve yüzlerinde kutsanmışlığın parıltısını göreceksin.
25 Onlara [Allah'ın] mührü ile damgalanmış halis bir içki verilecek, 26 misk kokusu saçarak akan.8
Öyleyse, değerli şeylere ulaşmak için [can atanlar] bu [cennet içkisi]ni hedeflesinler: 27 çünkü o en yüce (madde)lerden oluşmuştur;9 28 Allah'a yakınlaşanların içecekleri bir [nimetin] kaynağı.10
29 BAKIN, kendilerini günaha kaptıranlar, imana erenlere gülerler:11 30 ve ne zaman yanlarından geçseler birbirlerine [istihzâ ile] göz kırparlar; 31 ve kendileriyle aynı görüşteki insanlara12 geri döndüklerinde de keyif ve neşeyle dönerler; 32 ve ne zaman [inananları] görseler, onlara: “Yazık, bu [insa]nlar doğru yoldan sapmış!” derler.
33 Oysa onlara, başkaları[nın inançları] üzerinde gözetleyicilik görevi verilmiş değildir.13
34 [Hesap] Günü ise, imana ermiş olanlar [geçmişte] hakikati inkar edenler(in halin)e gülecekler:14 35 [çünkü, cennette] sedirlerin üstünde [uzanmış şekilde] bakınıp duracaklar ve [kendi-kendilerine diyecekler]: 36 “Bu hakikat inkarcıları, yapmaya düşkün oldukları şeyler için mi [böyle] cezalandırılıyorlar?”

DİPNOTLAR
1 Bu pasaj (1-3. ayetler), elbette yalnız ticarî muamelelere işaret etmeyip, her kişinin maddî mal-varlığı ile ilgili haklarını ve sorumluluklarını kapsayan hem pratik hem de ahlakî her türlü sosyal ilişki türüne temas etmektedir.
2 Büyük dilbilimcilerden bazısına (mesela, Lisânu'l-‘Arab'da nakledildiği üzere, Ebû ‘Ubeyde'ye) göre, siccîn terimi, “hapishane” anlamındaki sicn isminden türetilmiştir, hatta onunla eş anlamlıdır. Bu türetmeden hareket eden bazı otoriteler, siccîn terimine dâim mecazî anlamını, yani “devam etme” veya “dayanma” anlamını yüklemişlerdir (aynı kaynak). Böylece, mecazî olarak bir günahkarın “kayd”ı hakkında kullanıldığında günahkarın kapsayıcı [ve sürekli] nitelikleri vurgulanmaktadır ve sanki bu nitelikler, devamlı olarak “zaptedilmiş” gibidir, yani sonuçlarından kaçma ihtimali olmaksızın silinemez şekilde kaydedilmiştir: bu nedenle, fî siccîn ifadesini “kayıpsız-kaçaksız şekilde [tutulmuş]tur” şeklinde çevirdim. Bu yorum, bana göre, aşağıdaki 9. ayet tarafından tamamen teyid edilmektedir.
3 Allah'ın huzurundaki nihaî sorumluluğun -ve dolayısıyla O'nun hüküm vericiliğinin- inkarının, her zaman günah işlemeyi ve manevî/ahlakî değerleri ihlal etmeyi teşvik ettiğine işaret. (Bu ve bundan sonraki ayet, tekil bir ifade içinde formüle edilmiş olduğu halde ben onları çoğul biçimde çevirmeyi tercih ettim; çünkü bu çoğulluk, deyimsel olarak, betimleyici isim-fiiller olan mu‘ted ve esîm'den önce küll [bütün] kelimesinin ve 14 vd. ayetlerde açıkça çoğul ifadelerin kullanılması ile ortaya konulmuştur.)
4 Lafzen, “kazandıkları, kalplerini pasla örtmüştür”: kötülükte ısrar etmelerinin, onları tedrîcen ahlakî sorumluluk bilincinden ve dolayısıyla, Allah'ın nihaî hükmünün vukuunu tahayyül etme yeteneğinden yoksun bıraktığına işaret.
5 Yani, kötü ruhluların kaydının tersine (bkz. yukarıdaki ayet 7). ‘İlliyyûn teriminin ‘illî veya ‘illiyyeh (yücelik/değerlilik) kelimelerinin çoğulu olduğu, yahut tekil hali olmayan bir çoğul olduğu söylenmektedir (Kâmûs, Tâcu'l-‘Arûs); her iki durumda da sözkonusu terim, “[bir şey] “yüksek” yahut “yüce/değerli” idi [veya “hale geldi”]” yahut -mecazî olarak- “yükseldi” anlamına gelen ‘alâ fiilinden türetilmiştir: böylece, meşhur huve min ‘illiyeti kavmihî deyimsel ifadesi de “o kavminin [en] yüceleri arasındadır” anlamına gelir. Bu türetilme karşısında ‘illiyyûn çoğul kelimesi, muhtevanın yoğunluğunu ifade eden “kat kat soyluluk/değerlilik” (Tâcu'l-‘Arûs) veya “en yüce/değerli tarz” anlamına gelir.
6 Yani, bütün dönemlerin peygamberleri ve velîleri ile melekler tarafından.
7 Karş. 75:23. Kur’an'ın başka yerlerinde olduğu gibi, erdem sahiplerinin cennetteki “sedirler”i, onların duydukları eksiksiz huzuru ve iç tatmini sembolize eder.
8 Lafzen, “ki sonu (hitâmuhû) misk olacaktır”. Benim yukarıdaki ifadeyi çeviri şeklim, ona ikinci kuşak otoritelerden birçoğunun ve Ebû ‘Ubeyde b. Musennâ'nın verdiği anlamı (ki tümünü Râzî nakletmektedir) yansıtmaktadır. Öteki dünyanın “halis içki”si (rahîk) -ki, bu dünyadaki içkinin tersine Allah'ın “mührü”nü (yani, damgasını) taşıyacaktır, çünkü “onda ne çarpma/sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar” (37:47)- cennetin başka bir sembolüdür ve insanın bu dünyada yaşadığı duygularla karşılaştırmak suretiyle, öteki dünyada dürüst ve erdemlileri bekleyen, insan tasavvurunun kavrayamayacağı bir biçimde yoğunlaşmış öte dünya zevklerine işaret etmektedir. Bazı büyük Müslüman sûfîler (mesela, Celâleddîn Rûmî) bu “halis içki”de Allah'ın rûhen (keyfiyetsiz -T.ç.n) görü(lü/nü)şüne (spiritual vision) bir atıf görürler: bence surenin devamının da teyid ettiği bir yorumdur bu.
9 Klasik müfessirlerin büyük kısmı tesnîm masdar-ismini temsîlî “cennet pınarları”ndan birinin ismi olarak gördükleri ya da onunla ilgili herhangi bir tanımlamadan kaçındıkları halde, bana göre, senneme fiilinin -“o [herhangi bir şeyi] yükseltti” veya “[onu] değerli/soylu kıldı”- türevi olan tesnîm isim-masdarı, ilahî bilgi “şarabı”nın onu cennette “içen”ler üzerinde yaptığı etkiye işaret eder. Bu nedenle Tâbiînden olan ‘İkrime (Râzî tarafından nakledildiğine göre) tesnîm'i “onurlandıran” yahut “yücelten” anlamındaki teşrîf ile özdeşleştirir.
10 Karş. 76:5-6 ve ilgili notlar.
11 Kur’an'ın orijinal metninde 29-33. ayetler, sanki Hesap Günü görülecekler hatırlatılıyormuşçasına geçmiş zaman kipiyle ifade edilmişlerdir. Ancak, önceki ve sonraki pasajlar (yani, 18-28. ayetler ile 34-36. ayetler) gelecek zaman kipiyle formüle edildiklerinden dolayı, bu dünya hayatı ile ilgili 29-33. ayetlerin geniş zaman kipinde ifade edilmeleri daha uygundur.
12 Lafzen, “kendi adamlarına”.
13 Lafzen, “onlar başkaları üzerine gözetleyici olarak gönderilmemişlerdir” -imandan yoksun olan hiç kimsenin kendi çevresindeki insanların imanını eleştirme hakkına sahip olmadığına işaret.
14 Dürüst ve erdemlilerden bahsederken Kur’an, Hesap Günü Allah'ın “onların içlerinde [takılıp kalmış] olabilecek uygunsuz bütün düşünce veya duyguları (ğill) silip çıkaracağını” sık sık vurgular (7:43 ve 15:47). Öteki dünyada günahkarların başına gelecek belalara karşı kutsanmışların bir intikam sevinci duymaları “değersiz/uygunsuz duygular” kategorisine girdiğinden, onlara “gülmeleri”, sadece kendi güzel hallerinden hoşnutluk duyduklarını gösteren mecazî bir anlama sahiptir.