30 Temmuz 2007 Pazartesi

A'LA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı birinci ayette geçen A'Iâ kelimesinden alınmıştır.

Nüzul zamanı: Muhtevasından da anlaşılacağı gibi, Mekke'nin ilk dönemlerinde nazil olan surelerden birisidir. 6. ayette geçen "Sana okutturacağız ve sen onu asla unutmayacaksın" ifadeleri, göstermektedir ki; bu sure Raslulullah'ın vahyi zihnine tam olarak yerleştiremediği ve hâlâ vahy geldiği zaman bazı kelimeleri unutmamak için tekrarladığı dönemlerde nazil olmuştur. Zikredilen ayet ile birlikte Taha; 114. ve Kıyame; 16-19. ayetlerini okuduğumuz takdirde ve bu üç ayeti tertip ve mahal itibariyle incelediğimizde, mesele iyice vuzuha kavuşur. Allah Teâlâ Rasulullah'a "Kesinlikle müsterih ol, Biz sana okutacağız ve sen onu asla unutmayacaksın" buyurmuş ve bir süre sonra ikinci kez Kıyamet suresinde, Rasulullah nazil olan ayetleri acele acele okuduğu için, "Unutmamak için acele etmene gerek yok, Biz onu okurken iyice dinle, sana okutmak ve ezberletmek bize aittir" denilmiştir. Son kez Taha suresi nazil olmuş ve surenin 113 ayeti birden inerken, Rasulullah ezberliyemiyeceğinden korkarak belki bir ayeti unuturum endişesiyle acele ederek ezberlemeye çalışmıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ, "Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan, Kur'an'ı acele okumaya kalkma" diye emretmiş ve daha sonra Rasulullah, asla bu gibi tereddütlere düşmemiştir. Bu üç ayetten başka bu konu hakkında herhangi bir işaret yoktur.

Konu: Bu kısa surede üç ayrı konu işlenmiştir. 1) Tevhid. 2) Rasulullah'ın eğitimi. 3) Ahiret.

Birinci ayette tevhidî talimat, bir cümle ile şöyle ifade edilmiştir: "Allah'ın yüce ismini tesbih ediniz", yani Allah'a zaafiyet, hata atfeden ve mahlukat için müşrikçe anlamlara gelebilen isimler kullanmayın. Çünkü dünyadaki tüm ifsad edici düzenlerin temelinde, Allah'ın zâtı hakkındaki yanlış akideler yatmaktadır. Bu düzenler Allah'ın zâtını yanlış düşüncelerle şekillendirerek tasarruf etmişlerdir. Dolayısıyla en emin yol, Allah'ın en güzel isimlerle çağırılmasıdır, ki o zaten en güzel isimlerle çağırılmaya layık olandır.

Daha sonraki üç ayette şunlar anlatılmaktadır: "Rabbin sana tesbih etmeyi emretmektedir. O Allah ki kainatta bulunan herşeyi yaratan, belli bir ölçü veren ve kaderini tayin edendir. O neyi hangi maksat için yaratmış ise, o maksadın hasıl olması için ona yolunu da öğretmiştir. Yeryüzünden bitkilerin çıktığını, büyüdüğünü ve çürüyerek yok olduğunu bizzat gözlerinizle görmektesiniz. Hiç kimse ilk bahar getirmeye muktedir olmadığı gibi, sonbaharın gelmesini engellemeye de güç yetiremez."

Bundan sonraki iki ayette, "Kur'an'ı nasıl ezberleyeceğim diye endişe etme! Senin hafızana Kur'an'ı yerleştirmek Bize düşer. Kur'an'ı ezberlemen ve zihnine yerleştirmen bizzat senin becerin ve marifetin olmayıp, bilakis bu benim sana verdiğim bir nimettir. Şayet dilersem, bu Kur'an'ı hafızandan silerim" diye Rasulullah'a tenbih ve tavsiyede bulunulmuştur.

Daha sonra Rasulullah'a şöyle buyurulmuştur: "Herkesi doğru yola iletmekle görevlendirilmiş değilsin. Senin vazifen sadece hakkı tebliğ etmektir. Sen sadece kulak verenlere en güzel yolla ve iyilikle anlat. Şayet sırt çevirirlerse, peşlerine düşmene gerek yok. Gittiği sapık yolun sonuçlarından kimler korkmaya başlarsa, ancak bu kimseler hakka kulak verirler. Hangi bedbaht davetini dinlemekten kaçınır ve sırt çevirirse, o yaptıklarının kötü sonuçlarını görecektir.

Surenin sonunda kısaca şöyle buyuruluyor; Kurtuluş, ancak akidesinde, ahlâkında ve amellerinde salih olanlar, kendilerini yaratan Rablerini tesbih edenler ve namazı kılanlar içindir. Halbuki kâfirlerin tüm düşünce ve davranışları, dünyadaki rahatlığın, lezzet ve zevklerin peşinde koşmaktan başka birşey değildir. Asıl olan ahirettir ve insan onun için endişe etmelidir. Çünkü bu dünya fani ve geçicidir, ahiret ise daim ve bakidir. Ayrıca ahiretteki nimetler, dünyadaki nimetlerden kat kat üstündür. Bu gerçek sadece Kur'an'da değil, daha önce gelen sahifelerde de bildirilmiştir. Yani İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde...

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Rabbinin yüce ismini tesbih et,1

AÇIKLAMA

1. Tamkarşılığı "Yüce Rabbinin adını tesbih et" şeklinde olan bu ayet birkaç anlama gelmekle birlikte hepsini de mündemiçtir.

a) Allah (c.c.) kendisine layık isimlerle anılmalı, anlam ve kavram bakımından noksanlık ifade eden ya da bir mahlukun ortak koşulmasına veya onlarda zât, sıfat ve efal itibariyle yanlış bir tasavvur meydana gelmesine neden olacak isimlerle anılmamalıdır. Bundan dolayı itiyatlı olmak bakımından en sağlam yol, Allah'ı Kur'an'da bildirilen güzel isimleriyle veya bu güzel isimlerin diğer dillerdeki karşılıkları ile anmaktır.

b) Allah'ın isimlerini mahlukata vermemek gerekir. Bazı sıfat şeklindeki isimler sadece Allah'a mahsus olmadığı gibi, kullar için de kulanılabilir. Örneğin Rauf, Rahim, Kerim, Semi, Basir vs. Fakat bu isimlerin Allah'a atfedildiği şekilde kullanılmamasına dikkat edilmelidir. Örneğin El-Kerim, Er-Rahim, Es-Semi, El-Basir vs.

c) Allah'ın isimlerini tazim ile anmak gerekir. Allah'ın isimlerini uygunsuz yerlerde, istihza ile, hafife alarak, tuvalette, günah işlerken, Allah'ın adı anıldığı zaman alay eden kimselerin yanında ve beyhude işlerin yapıldığı mekânlarda(ki oradaki insanlar bunu duyunca kızarlar) zikretmek uygun olmaz. İmam Malik hakkındaki şu rivayet pek meşhurdur: Ondan bir dilenci para istediğinde, şayet vermeye muktedir değilse, başkalarının dediği gibi "Sana Allah (c.c.) versin" demez ve dilenci de kızgın bir halde birşey söylemeden çeker gidermiş. Diğer insanlar gibi davrandığında, dilencinin sırf bu sebepten ötürü Allah'a isyan edebileceğinden çekinirmiş.

Hz. Ukbe bin Amir el-Cüheynî'den rivayet olunan bir hadise göre, Rasuşullah bu ayet nazil olduktan sonra, secde ederken "Subhane rabbiye a'lâ" denmesini, Vakıa suresinin son ayetinin nüzulundan sonra da (Azim olan rabbinin adını tesbih et) "Subhane Rabbiyel azim" denmesini istemiştir. (Müsned-i Ahmet, Ebu Davud, İbni Mace, İbn Hayyan, Hakim, İbn Munzir).

2 Ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi,2

3 Takdir etti,3 böylece yol gösterdi,4

4 'Yemyeşil-otlağı' çıkardı.5

5 Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu.6

AÇIKLAMA

2. Yani yeryüzünden gökyüzüne kadar, kainattaki herşeyi, en mükemmel surette, ölçülü ve düzenli bir şekilde yaratmıştır. Secde-7'de bu husus şöyle anlatılmıştır: "O (Allah) ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı." Bu nizamın mükemmel bir ölçüyle yaratıldığına ve onun bir yaratıcısı olduğuna, bizzat bu muazzam nizamına kendisi şehadet etmektedir... Bu bir tesadüf olmadığı gibi, bir kaç tane yaratıcının da eseri değildir. Çünkü o takdirde sayısız parçaların biraraya getirilmesiyle bu kadar ahenkli ve uyumlu bir güzelliğin oluşması mümkün olmazdı.

3. Yani herşeyin daha yaratılmadan fonksiyonu tayin edilmiş ve o fonksiyonuna göre şekil almıştır. Kendisine uygun özellikler verilmiş, yaşayacağı yer belirlenmiş, hayatını sürdürebilmesi için ne gibi imkanlar gerekiyorsa temin edilmiş ve nihayet onun sonu da kararlaştırılmıştır. İşte tüm bu plan kaderdir ve bu kader umumi olarak kainattaki her varlık için sözkonusudur. Açıkça anlaşılmaktadır ki, bu kainat plansız, programsız bir oluşum değildir. Bilakis Hakim ve Habir olan Allah (c.c.) tarafından yaratılmış ve planlanmıştır. Bkz. Hicr. an: 13-14, Furkan. an: 8, Kamer. an: 25, Abese, an: 12

4. Yani hiçbir mahluk başı boş bırakılmamıştır. Yaratılan herşeyin bir görevi vardır ve o görevine göre yönlendirilmiştir. Yani Allah (c.c.) sadece Halık değil, aynı zamanda Hâdi (Yol gösterici) dir. Allah (c.c.) yarattığı herşeyin yolunu gösterme sorumluluğunu üzerine almıştır. Nitekim Allah (c.c.) arza, güneşe, yıldızlara da yol göstermektedir. Yine hava, su, ışık ve bitkilere de yol gösteriyor ve onlar da görevlerini yerine getiriyorlar. Madenler de tıpkı böyledir. Tüm varlıklar Allah'ın kendilerini yarattığı sebebe dayalı olarak görevlerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Diğer bir örnek de bitkilerdir ki, Allah'ın emrine uyarak köklerini toprağın derinliklerine salarlar ve Allah'ın onlara gıdalarını verdiği yere kadar köklerini uzatırlar.

Daha sonra da dal, budak salarak meyva verirler. İşte böylece de kendilerine verilen görevi yerine getirmiş olurlar. Yeryüzü, hava, su, her çeşidine ayrı bir özellik verilmiş sayısız cinste hayvanlar ve insanı hayretler içinde bırakan bu nizamın bizzat kendisi, tüm bunların bir yaratıcısı olduğunu ilân etmektedir. Allah'a ortak koşan, hatta ateist olan bir kimse bile, bu nizamın ne kadar muazzam olduğunu kabul etmek zorundadır. Hayvanlara öylesine bir içgüdü verilmiştir ki, değil insanoğlunun kendisi, en hassas aletler bile onların tesbit edebildikleri bazı şeyleri tesbit edemezler. İnsanoğlu için iki türlü yol gösterme söz konusudur. Birincisi insanın tabii olarak sürdürdüğü hayatı ile ilgilidir. Örneğin her çocuk doğduğundan hemen sonra süt içmeyi öğrenir ve göz, kulak, burun, kalp, mide, ciğerler, damarlar vs. tüm organları birden kendi görevlerini yaparlar. İnsanın bizzat kendisi bunu idrak etmese bile, bu organlar fonksiyonları icra ederler. Çünkü onların çalışmaları insanoğlunun iradesine bağlı değildir. Allah (c.c.) insanı çocukluğundan ergenliğine, olgunluğundan yaşlılığına kadar sürekli bir değişim içine sokar. Bu değişim de insanın elinde değildir. Bu değişim insanın iradesiyle alâkalı olmadığı için, onun iradesi olmasa da bu değişiklikler yine de vuku bulacaktır. Buraya kadar anlatılanlar insan şuurunun dışında cereyan eden bir yol göstermedir. İkincisi insan aklı ve zihinsel hayatı ile ilgilidir. Bunun mahiyeti insanın iradesi dışında cereyan eden olaylardan oldukça farklıdır. Çünkü insanoğluna bu sahada geniş bir özgürlük tanınmıştır. Bu sahada birincisinde olduğundan daha farklı bir yol gösterme sözkonusudur. Dolayısıyla insanoğlu ne kadar karşı çıkarsa çıksın, Allah (c.c.) her varlığa fıtratına uygun bir yol göstermiştir. İnsana geniş bir özgürlük vermiş olmasına rağmen yine de ona istikametini tayin edebilmesi için, bir yol göstermemiş olması mümkün değildir. Bkz. Nahl. an: 9-10 14-56, Taha. an: 23, Rahman. an: 2-3, İnsan. an: 5

5. Bu ayette geçen kelimenin aslı mer'a'dır. Hayvanlar için yem anlamına gelmekle birlikte, yukarıdaki ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı gibi, tüm bitkiler için kullanılmıştır.

6. Yani o sadece ilkbaharı değil sonbaharı da getirendir. Sizler bu mevsimlerin kudretlerini bizzat görmektesiniz. Bir tarafta baharın getirdiği yeşillikler, temiz hava, bitkilerin açması, diğer tarafta ise, bu bitkilerin sararıp solması, kurumuş yapraklar haline dönüşmesi, rüzgârların onları dağıtmasıyla birlikte nehirlerde çöp gibi taşınmaları vs. Bu nedenden ötürü insan sadece baharın olduğu şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmamalıdır. Çünkü bir de onun sonbaharı vardır. Kur'an'da bu konu çeşitli yerlerde farklı ifadelerle anlatılmıştır. Bkz. Yunus-24, Kehf-45, Hadid-20

6 Sana okutacağız, sen de unutmayacaksın.7

7 Ancak Allah'ın dilediği başka. Çünkü O,8 açıkta olanı da bilir, saklı duranı da.9

8 Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız.

9 Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa,10

10 '(Allah'tan) İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür.11

11 'Mutsuz-bedbaht' olan da ondan kaçınır.

12 Ki o, en büyük ateşe yollanacaktır.

AÇIKLAMA

7. Hakim'in Sa'd bin Ebu Vakkas'tan, İbn Merduye'nin de İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadise göre, Resulullah ayetleri unutmamak için korkudan aceleyle tekrarlardı. Mücahid ve Kelubî, Rasulullah'ın, Cibril'den vahyi aldıktan sonra unutmak endişesiyle, birinci kısmı tekrarlamaya başladığını naklederler. Bu sebepten dolayı Allah, Rasulullah'a "Emin ol, biz sana okutacak ve hafızana yerleştireceğiz. Unuturum diye endişelenme, hiçbir kelimeyi unutmayacaksın. Cibril sana vahyi okurken sadece dinle" demiştir. Burada üçüncü kez Rasulullah'a vahyi nasıl alacağı hakkında yol gösteriliyor Bu husus bundan önce iki farklı yerde (Taha-114 ve Kıyamet-16-19) de ifade edilmişti. Bu ayetler ile Kur'an Rasulullah'a nasıl bir mucize olarak nazil olmuşsa, her kelimenin ezberletilmesinin de mucize olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Rasulullah'ın, kendisine okunan bir kelimeyi unutarak, aynı anlamda farklı bir kelime dahi söylemesi mümkün değildir.

8. Bu ifade iki anlama da gelebilir. Birincisi Kur'an'ın Rasulullah'a kelime kelime ezberletilmesi şeklindedir.

Yani bu, Rasulullah'ın kendi yetenekleriyle başardığı bir iş olmayıp, bilâkis Allah'ın bir lütuf ve keremidir. Şayet Allah (c.c.) Teâlâ isterse ona unutturabilir. Aynı husus Kur'an'da başka bir yerde şu şekilde ifade edilmiştir; "Andolsun biz dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideririz." (İsra-86) İkinci bir anlamı da şöyle olabilir. Rasulullah bazen bazı ayetleri bir anlık unutabiliyordu. Ancak bu ona verilen va'din dışındaki hadiselerdir. Çünkü Rasulullah'ın müstakil olarak Kur'an'dan bir kelimeyi dahi unutması mümkün değildir ve Allah (c.c.) Kur'an'ı korumayı üzerine almıştır. Her insanın da bazen unutkanlık içinde olabileceği gibi, Rasulullah da bazı zamanlar onutkanlık içinde bulunabiliyordu. Buhari'daki bir rivayet bu hususu doğruluyor. Bu rivayete göre, bir gün Rasulullah sabah namazını kıldırırken bir ayeti atlamıştı. Namazdan sonra Hz. Ubbi bin Ka'b, Rasulullah'a, "Ya Rasulullah! siz şu ayeti okumadınız. Yoksa bu ayet mensuh mudur? diye sordu. Rasulullah, "Hayır, ben bu ayeti unutmuşum" diye cevap verdi.

9. Bu çok bilinen bir sözdür. Allah'ın gizli ya da açık herşeyi bildiği anlamına gelir. Fakat bu, konu içinde müteala edilirse şu şekilde de anlaşılabilir. Rasulullah Cibrili Emin ile birlikte, vahyi tekrarlarken, unutmamak için acele ettiğini Allah (c.c.) bilmektedir. Bunun üzerine Allah Teâlâ Elçisine, "Müsterih ol, sen vahyi asla unutmayacaksın" diye buyurdu.

10. Genel olarak müfessirler bunu, birinci cümleyi "Biz sana kolay bir şeriat verdik, ona uymak kolaydır", ikinci cümleyi, "Nasihat et, çünkü nasihat faydalıdır" şeklinde iki ayrı cümle olarak anlamışlardır. Benim anladığıma göre fezekkir kelimesi bu iki cümleyi birleştirmektedir. Yani, Ey Nebi! Senin dini tebliğ ederken zor durumda kalmanı istemiyorum. Sen sağır ve körlere yol göstermekle mükellef değilsin. Bilakis sana tebliğ yapabilmen için en kolay yolu öğrettik. Sen tebliğ ettiğinde tebliğinden kimlerin yararlanıp, yararlanmadığı ortaya çıkacaktır. Sen tebliğe devam et. Tebliğine kim kulak verir ve kabul ederse, o zaman onu terbiye etmek sana düşer. Tebliğe sırtını çeviren kimselerin peşinden gitmene gerek yok. Aynı konu Abese suresinde daha değişik bir şekilde ifade edilmiştir: "Kendisini müstağni gören kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, sana gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır o bir hatırlatmadır. dileyen onu düşünüp öğüt alır" (Abese-5-12)

11. Yani, ancak Allah'tan korkan ve kötü akibetinden dehşetle endişe duyan kimseler, kendi gittiği yoldan emin olmak ister ve Allah'ın sözüne kulak verirler. Çünkü bu nasihat, hidayet ve dalalet arasındaki farkı anlatır; kurtuluş ve mutluluğun yollarını gösterir.

13 Sonra onun içinde o, ne olur, ne de yaşar.12

14 Doğrusu, temizlenip-arınan felah bulmuştur;13

15 Ve Rabbinin ismini zikredip14 namaz kılan.15

16 Hayır siz, dünya hayatını seçip-üstün tutuyorsunuz.16

17 Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir.17

18 Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır;

19 İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde.18

AÇIKLAMA

12. Yani, onlara ölüm gelmeyecek ve azabtan da kurtulamıyacaklardır. Dünyada olduğu gibi, güzel bir şey göremiyecek ve tadamıyacaklardır. Bu ceza, ölene kadar Allah'ı ve Rasulü'nü tanımayan, sonuna kadar küfür, şirk ve inkâr üzere olan kimseler içindir. İman ettiği halde günah işlemiş kimseler, cehenneme sevk edilseler bile, bir hadise göre, yaptıklarının cezasını çektikten sonra, Allah (c.c.) onları öldürecek ve daha sonra haklarında şefaat sözkonusu olacaktır. Bu yanık cesedler cennetin nehirlerine atılacaklar ve cennet ehline denilecektir ki, "onların üzerine su atın". Su atıldığında ise, tıpkı su gördüğünde bitkilerin canlandığı gibi, bu cesedler de aynı şekilde canlanacaklardır. (Müslim, Ebu Said el-Hudri'den, Bezzar da Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir.)

13. Tezekkâ kelimesi ile, küfür ve şirkten vazgeçerek İslâm'ı kabul etmek, kötü ahlâkı bırakarak güzel ahlâk edinmek ve kötü amelleri terkederek iyi ameller işlemek kastedilmiştir. Felah kelimesi ile de, dünyadaki değil, ahiretteki kastedilmektedir. İnsanın bu dünyada fakir ya da zengin olması önemli değildir. Bkz. Yunus. an: 23, Müminun. an: 1-11 ve 50, Lokman. an: 4

14. Buradaki zikr ifadesi, Allah'ı hem kalple hem de lisanla zikretmek şeklinde iki anlama da gelebilir.

15. Yalnız zikretmekle kalmayın, namazı ikame edin ve namaza devam etmekle Allah'a itaat ettiğinizi fiilen ispat edin. Bu ayette iki şey tertip ile zikrolunmaktadır. Önce Allah'ı zikretmek, sonra namazı kılmak. Böyle bir düzenlemeden ötürü namaza 'Allahu Ekber' diyerek başlarız. Bu hususun işaret ettiği noktalardan biri de, Rasulullah'ın namaz kılmayı Allah'ın gösterdiği bir şekilde, Kur'an'a göre düzenlemiş olmasıdır. Namazı başka türlü düzenlemeye hiç kimse yetkili değildir.

16. Yani onların tüm gayretleri bu dünyada rahatlık, refah ve dünyanın lezzetlerini elde etmek içindir. Onlar asıl faydanın bu dünyadaki fayda, zararın da bu dünyadaki zarar olduğunu zannetmektedirler.

17. Yani ahiret iki nedenden ötürü dünyaya tercih edilir. Birincisi ahiret nimetler ve lezzetler bakımından dünyadan pek çok üstündür. İkincisi dünya fani, cennetteki hayat ise ebedîdir.

18. İkinci kez, İbrahim'in ve Musa'nın sahifeleri şeklinde ifade ediliyor. Necm-36-37'de bu husus zikredilmişti.

A'LA SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Rabbinin yüce adını takdis et.

2- O yaratan ve düzeltendir.

3- Ölçüleri belirleyip yolunu gösterendir.

4-Yemyeşil meraları bitirendir.

5-Sonra da onları kupkuru çöpe çevirendir.

Böyle derin, yumuşak bir girişle surenin açılışı ta baştan takdisin yankılarının çınladığı bir havayı oluşturuyor. Takdisin anlamı yanında bu yankılarda etrafa yayılıyor. ,Ardından takdisi emreden sıfatlar yer Alıyor. "O yarattı düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir. O, yeşillikler bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."

Böylece bütün bu varlık seslerin yankılandığı bir mabede, eşsiz sanatın eserlerini sergileyen bir galeriye dönüşmektedir: "O yarattı, düzene koydu. O, her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."

Ayet-i kerimede geçen tesbih kavramı, yüceltmek, tenzih etmek, Allah'ın güzel sıfatlarının anlamlarını zihinde canlandırmak; hayatı onların kalbe ve vicdana verdiği parıltılar, feyzler, ışıklar ve zevkler arasında yaşamaktır. Yoksa sadece "Suphanallah" sözünü soyut bir şekilde tekrar edip durmak değildir... "Rabbinin yüce adını takdis et" ifadesi insanın vicdanında öyle bir mana ve duygu oluşturuyor ki, onu sözlerle, kelimelerle ifade etmek çok zordur. Bu ancak vicdanla tadılabilecek bir olgudur. Sıfatların manalarını gözlerimizin önüne getirmekten kaynaklanan parıltılarla beraber-, yaşamayı ifade etmektedir.

Bu ayet-i kerimede sözü edilen en birinci ve açık sıfat Rabblık ve yücelik sıfatıdır. Rabb terbiye eden, eğiten, koruyup gözetendir. Bu sevgi ve şefkat dolu sıfatın yansıttığı anlam surenin havası, müjdeleri ve rahatlatan vurguları ile mükemmel bir uyum içine girmektedir. Yüce sıfatı ise sonsuz ufuklara yükselme duygusunu harekete geçiriyor. Ruhu engin deryalara doğru yöneltip serbest bırakıyor. Ayrıca yüceltme ve tenzih etme ile de ahenk içine giriyor. Bu ise özü itibarı ile yücelik sıfatını hissetmektir. Bilincine varmaktır. Burada hitap öncelikle Hz. peygambere yöneltilmektedir. Ve bu emir O'nun Rabbinden gelmektedir. Hem de şu ifade ile: "Yüce olan Rabbinin adını takdis et." Burada sözle ifade edilemeyecek kadar büyük bir yakınlık ve ünsiyet bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Rabbinin bu emrini okur ve surenin diğer ayetlerine geçmeden önce O'na doğrudan cevap verir; `.Yüce Rabb'imi takdis ederim" derdi. Bu hitap da O'nun cevabıdır. Emir ve O'na itaattir. Ünsiyet ve O'na karşılığın verilmesidir. O Rabbinin huzurundadır. Doğrudan direktif almakta ve cevap vermektedir, çok yakın bir dostluk ve ilişki içinde. Bu ayet indiğinde Hz. Peygamber "bu ayeti secdelerinizde söyleyiniz" buyurdu. Ondan önce "Öyle ise yüce Rabbinin adını takdis et" ayeti indiğinde ise "bunu rükularınızda söyleyiniz" buyurdu. İşte rükularda ve secdelerde söylenen namaza ilave edilmiş hayat dolu kelimedir. Ona hayat doldurmuştur. Böylece Allah'ın doğrudan emrine, doğrudan bir karşılık verilmiştir. .Allah'ın kullarına, kendisine övgüde bulunmaları ve O'nu takdis etmeleri için izin vermesi, Allah'ın onlar üzerindeki nimetlerinden ve lütuflarından biridir. Çünkü bu, yüce Allah'la bir bağın kurulmasına izin verilmesidir.

İnsanın sınırlı olan kavrayışlarıyla yakınlık kurma şekillerinden biridir. Bu, yüce Allah'ın kendini özel sıfatları ile onlara tanıma lütfunda bulunduğu bir iletişim şeklidir. İnsanların samimiyetleri ve güçleri oranında Allah'ı tanımalarına vesile olmaktadır. Herhangi bir şekilde kulların Allah'la iletişim kurmalarına izin verilmesi bir ikramdır. Ve Allah'ın kullarına lütfudur.

"Yüce Rabbinin adını takdis et. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."

Herşeyi yaratan ve düzelten mükemmel şekilde yapan ve onu kemalin zirvesine çıkaran O'dur. Her yaratığın görevini ve amacını belirleyen; uğrunda yaratıldığı hedefe doğru yönlendiren, varlığının amacını gösteren, varlığı süresince kendisine yararlı şeyleri belirleyen ve buna doğru yol gösteren O'dur.

Bu büyük gerçek evrendeki herşeyde açıkça görülmektedir. Varlığın alemindeki herşey büyüğünden küçüğüne, mükemmelinden basitine, O'nun sanatında aynıdır. yaratışı itibarı ile eksiksizdir. Görevini yapmaya uygundur. Varlığının amacı belirlenmiştir. En kolay yoldan bu amacını gerçekleştirmesi sağlanmıştır. Bütün varlıklar eksiksiz bir uyum içindedir. Toplu yaşamlardaki sosyal görevleri için herşey kolaylaştırılmıştır. Tıpkı bireysel görevleri yapması için herşeyi kolaylaştırdığı gibi.

Tek başına bir atom elektronları, protonları ve nötronları ile eksiksiz bir uyum içindedir. Atomun durumu tıpkı güneşi, gezegenleri ve uyduları ile tam bir uyum içinde bulunan güneş sistemi gibidir. O da güneş sistemi gibi, yolunu bilmekte ve onun gibi fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Tek olan canlı hücre tüm görevlerini yapması için mükemmel bir yapıya ve yeteneğe sahiptir. Bu konuda hücrenin durumu, en karmaşık kompleks varlıkların en mükemmelinin durumundan farksızdır.

Yalnız başına bir atom ile güneş sistemi arasında bir canlı hücre ile canlı varlıkların en karmaşığı arasında pek çok düzenleme oluşum ve birleşim dereceleri vardır ve bu derecelerin hepsi yaratılıştaki bu mükemmelliği korumaktadır. Toplu ahengi muhafaza etmektedir. Kendisine hükmedip idare eden tedbire ve takdire boyun eğmektedir. Bütün bir evren bu derin gerçeğe bizzat kendisi şahit-tir.

İnsan kalbi bu evrendeki direktifleri ve mesajları bir bütün olarak ele aldığında, sağduyusunu kullanarak varlıklar üzerinde düşündüğünde bu gerçeği kavrayacaktır. Duygu ile dolu bir kavrayışı hangi toplumda yaşarsa yaşasın ve hangi ilmi seviyede bulunursa bulunsun her insan zorlanmadan elde edebilir. Yeter ki kalb açılan pencereleri açıl: tutsun ve varlığın gönderdiği mesajları alması için alıcı cihazlarını hazır tutsun.

İlk bakışta duyamadığım bu gerçekleri, üzerinde düşünerek ve deneysel ilmi kullanarak daha yakından kavramak mümkündür. Artık evrendeki herbir varlığın, bu kapsamlı gerçeğe işaret ettiğine ilişkin birçok değerlendirme ve araştırmalar elimizin altındadır.

Newyork İlimler Akademisi başkanı bilgin A. Crassy Morrisson "İnsan Tek Başına Ayakta Duramaz" adlı kitabında şöyle diyor:

"Kuşların yuvaya dönüş içgüdüleri vardır. Kapınızın üzerinde yuva yapan nar bülbülü sonbaharda güneye göç eder, fakat ilkbahar gelir gelmez doğruca eski yuvasına döner. Her Eylül ayında memleketimizde (Amerika'da) bulunan kuşların çoğu sürüler halinde güneye göç eder. Bu kuşlar yolculukları esnasında engin denizler üzerinde aşağı yukarı bin mil kadar bir mesafe Alırlar. Fakat hiçbir zaman yollarını şaşırmazlar. Posta güvercini, kendisine kapalı bir kutu içinde yaptırılan uzun yolculuk esnasında tepesi üzerindeki yeni yeni seslerden bunalıp şaşkına dönünce bir müddet tur attıktan sonra hiç şaşırmadan vatanına doğru yönelir. Esen rüzgar, ağaçları ve dalları ne kadar karıştırırsa karıştırsın, arı, maharetle kovanını bulur. Bütün bunlar gözle görülen delillerdir.

Meskene dönüş duyarlılığı insanda zayıftır. Fakat o, bu alandaki eksikliğini birtakım aletlerle yapar. Demek ki biz böyle bir içgüdüye muhtacız, fakat aklımız bu ihtiyacı karşılamaktadır. Halbuki nice mikroskobik gözlere sahiptir. Şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşların teleskopik bir göz taşıdıkları şüphesizdir. İnsan bu konuda da mekanik aletleriyle üstünlüğünü korumaktadır. Çünkü insan icat ettiği teleskop sayesinde, görme kuvvetinin ancak iki milyon defa artırılması halinde görebileceği yıldız kümelerini seyretmektedir. Yine o, elektron mikroskobu yardımıyla çıplak gözle görülmeyecek bir bakteriyi görebilir.

İhtiyar atınızı tek başına bırakacak olursanız, karanlık ne kadar koyu olursa olsun, yolunu bulacaktır. At, karanlıkta net olmasa da görebilir. Çünkü o, yolun yaydığı kırmızı ötesi rengin ışınlarından az da olsa faydalanan gözleri sayesinde yol ile iki tarafın ısı derecesindeki farkı hisseder. Baykuş, gece karanlığı ne kadar koyu olursa olsun, serin otlar üzerinde yürüyen sıcak kanlı fareyi fark eder. Biz insanlar ise ışık dediğimiz demette radyasyon olayını icat ederek geceyi gündüze çevirebiliyoruz.

İşçi arılar peteklerinde üremek için değişik hacimli hücreler yaparlar. Küçük hücreleri yeni doğacak işçi arılara, büyükleri de erkek arılara ayırırlar. Àyrıca müstakbel kraliçeler (arı beyi) için de özel hücreler hazırlarlar. Kraliçe, döllenmemiş yumurtaları erkek arılara tahsis edilen hücrelere, döllenmiş yumurtaları da yeni doğacak dişi işçiler ve müstakbel kraliçeler için hazırlanmış münasip hücrelere yerleştirir. Değişikliğe uğramış olan işçi arılar yeni arı neslinin gelişini uzun zaman beklerken arı yavrularının (kurtçukların) beslenmeleri için gereken hazırlıkları da yaparlar. Yavrular, ilk önce, bal ve çiçek tozundan hazırlanmış lokmalar ve işçi arıların başlarındaki bezeden çıkan süt koyuluğunda besleyici bir sıvı ile beslenirler. Fakat erkek ve dişi arı yavrularının gelişmesine bağlı olarak, belirli bir devreden sonra, balın çiğnenmesi ve ön sindirim işinden vazgeçilir ve bu andan itibaren sadece bal ve çiçek tozu verilir. Bu şekilde beslenen dişi arı yavruları işçi arılar olur. Kraliçe hücrelerinde bulunan dişi yavrulara gelince; bunlara çiğnenmiş ve ön sindirime uğramış besinlerin verilmesine devam edilir. Böyle özel bir şekilde bakım gören yavrular kraliçe arılar olur ve döllenmiş yumurtaları yalnız bu kraliçe arılar verir.

Buraya kadar sözkonusu ettiğimiz arıların üreme şekli peteklerde hususi hücrelerin bulunuşuna ve bu hücrelere has yumurtaların konuluşuna bağlıdır. Ayrıca gıdayı değiştirmek için ona esrarengiz bir tesir yapmak bahis konusudur. Bütün bunlar belirli süreler içinde beklemeyi çeşitli elemanları ve hadiseleri birbirinden ayırd etmeyi, verilen gıdanın doğurduğu tesir safhalarını takip etmeyi gerektirir. Böylesi değişiklikler, özellikle bir topluluk hayatına tatbik edilmekte ve onun varlığı için zaruri görülmektedir. Bunun için gerekli olan bilgi ve maharet mutlaka arıların toplum halindeki yaşayışları başladıktan sonra teşekkül etmiştir. Fakat arının oluşturulması ve hayatını sürdürebilmesi için bu büyük bilgi ve maharetin doğuştan mevcut olması zaruri değildir. O halde öyle anlaşılıyor ki, belirli şartlar altında gıdanın göstereceği tesirleri bilmekte arı insanı bile geçmiştir. Koklama ve işitme duyguları:

Köpek, geçmekte olan hayvanı bakmadan hissedebilir. İnsan, zayıf olan koklama duyusunu kuvvetlendirecek herhangi bir cihaz henüz icat edememiştir. Hatta biz koklama duyumuzun mesafesini uzatma çarelerini araştırmak için işe nereden başlayacağımızı bile kestiremiyoruz. Fakat bizim bu duyumuz, zayıf olmasına rağmen, son derece küçük, mikroskobik zerreleri teşhis edebilecek kadar bir keskinliğe sahiptir. Acaba aynı korkuyu hepimiz Aynı şekilde mi hissederiz? Öyle anlaşılıyor ki her birimizin aldığı tesir aynı olmuyor. Tat her birimizde farklı bir tatma duyusu meydana getirmektedir. İşin Hayret edilecek bir yönü de duyumların böyle farklılık göstermesinde irsi yetin ehemmiyetidir.

Bütün hayvanlar işitir. Hayvanların duyabildiği seslerin birçoğu bizim duyabileceğimiz titreşim sınırlarının dışındadır. Öyle ince ve hafif sesler vardır ki bizim sınırlı işitme duyumuzun kat kat üstünde kalır. Fakat insan, icat ettiği cihazlar sayesinde, kilometrelerce uzakta yürüyen bir sineğin sesini kulak kepçesinin üzerinde yürüyormuş gibi duyabilmektedir. İnsan buna benzer cihazlarla güneş ışınlarının tesirini bile tespit etmiştir.

Örümcekler, balıklar, kelebekler...

Su örümceklerinden biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Bu işi defalarca tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde hava cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık ilimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Yavru halindeki "som" balığı yıllarca denizde yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner. İşin enteresan tarafı "som" balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.

Bu konuda çözüm bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tanı aksini yapan yılan balıklarının macerası. Bu Hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz gelimi Avrupa'da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra, hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar. Ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan balığıyla tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet göstermiş ve birçok azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.

O halde yılan balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balağına da Amerika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balağının gelişmesini diğerlerine nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.

Ne dersiniz, maddenin en küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir araya geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?

Rüzgarın dişi bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti Alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.

Acaba bu çelimsiz ve cılız yaratığın verici ve radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu titreşimleri mi alıyor?

Biz bugün, uzakta bulunan bir kimse ile böyle bir münasebet kurabilecek kudreti elde etmek için pek hassas cihazlara başvurmak mecburiyetindeyiz. Birgün gelecektir ki delikanlı, hiçbir mekanik cihaz kullanmadan, uzak mesafelerdeki dostuna seslenecek ve ondan cevap alabilecektir, bunlara hiçbir engel mani olamayacaktır.

Telefon ve radyo (telsiz) pek mükemmel iki cihazdır. Her ikisi de uzakta bulunan kimselerle çabuk temas kurmayı sağlar. Fakat bunları kullanabilmek için tel şebekesine ve belirli makinaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan kelebek bizden üstündür. Ne var ki onu kıskanmaya hakkımız yoktur. Biz insanlar da aklımızı kullanmalı ve ferdî bir telsiz sistemi keşfetmeliyiz. Ancak o zamandır ki biz de telepati sahibi olacağız.

Bitkiler, döllenmeyi sağlamak ve dolayısıyle varlıklarını sürdürebilmek için bazı aracılar kullanmasını başarmışlardır. Yaptıkları İşten habersiz olan bu aracılar bir çiçekten diğerine çiçek tozu taşıyan böcekler, rüzgar, tohumları o çiçekten bu çiçeğe taşıyan uçar yürür. Nihayet bitkiler insanı, o yüce mahluku da tuzağa düşürmüştür. İnsan, doğrusu, tabiatı güzelleştirmiş, tabiat da onu bol bol mükafatlandırmıştır. Fakat insan çok üreyen bir mahluktur, bu sebeple de ziraata başvurmak mecburiyetinde kalmıştır. O, tohum ekmeye, ekini yetiştirip biçmeye, depolamaya, ayrıca bitkileri geliştirmeye, aşılamaya ve gübrelemeye mecburdur. Eğer insan bu işlemi ihmal edecek olursa aç kalır. Böylelikle medeniyet yıkılır, yeryüzü tekrar ilk haline döner.

Henüz yavru halinde iken yuvalarından Alınan kuşlar, büyüdükleri zaman kendi familyalarının tipinde yuva yaparlar. Öyle anlaşılıyor ki, nesilden nesle intikal eden gelenekler çok eski ve derin temellere sahiptir. Acaba bütün bu işler bir tesadüf eseri mi, yoksa hikmetli bir varlığın yaratması mahsulü müdür? Bir kısmından söz ettiğimiz, hayvanlara ait bu kudret ve imkanlar, "içgüdü" diye isimlendirdiğimiz ve nesilden nesile geçen (irsî) bir geleneğin kuvvetinin belirtileridir. Yeryüzünün her köşesini işgal eden bunca canlı içinde, insanda olduğu gibi, akıl yürütme ve netice çıkarma kudretine sahip bulunan hiçbir varlık yoktur. Canlılar dünyasında çevre şartlarına uyma sayesinde hayata devam etmek vardır, bunun yanında şartlara uymada çok 'ileri gidildiği takdirde yok olmak tehlikesi de sözkonusudur. Fakat sadece insandır ki rakam bilgisi ve matematik zekâsı ilerleyebilmiştir. Böceklerden biri ayaklarının sayısını bilecek olsa bile kendi familyasından iki böceğin ayak sayısını bilme imkanına sahip olamayacaktır, çünkü bu, akıl yürütme kudretine bağlıdır.

Istakoz gibi birçok hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur. Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.

Tatlı su polipi ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insanlar da yaralarımızı iyileştirme imkanına sahibiz. Fakat operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar... Ve sinirler elde etme imkanına ne zaman kavuşacaklardır?

Burada "yeniden yaratma" bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız: Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.

Palamut ağacının yemişi yere düşer, sert, kahve rengi kabuğu onu korur, toprak içinde çukurlardan birine yuvarlanır. ilkbahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır; içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki özden bir yemek ziyafeti hazırlanmıştır. Palamut yemişi toprağa kök salar, İşte size bir filiz, taze bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut ağacı daha. Genleri bulunduran pala mat yemişinin özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve dalları, gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir ağaç meydana getirmiştir, her tarafıyla, zamanında meyvesi olduğu pala muta benzeyen bir ağaç. Yüzlerce yıl sayılmayacak kadar çok palamut yemişlerinde aynı atom düzeni mevcuttur. Belki üç milyon yıl önce palamut ağacını meydana getiren bir düzen.

Her hücre, hangi canlıda bulunursa bulunsun, bir et parçası olabilmesi için kendisine biçim vermesi veya hemen eskiyi veren cildin bir kısmını teşkil edebilmesi için kendisini kurban etmesi gereklidir. Yine hücre dişlerdeki mine tabakasını oluşturmaya, gözdeki saydam sıvıyı meydana getirmeye ve mesela burunla kulağın oluşumunda vazife almaya mecburdur. Aynı zamanda herbir hücre, vazifesini yerine getirebilmesi için gerekli form ve özellikleri elde etmelidir.

Herhangi bir hücrenin sağ veya sol eli bulunabileceğini tasarlamamız pek güçtür. Fakat şu bir gerçektir ki, hücrelerden biri sağ kulağın bir parçasını teşkil ederken diğeri de sol kulağın bir cüzü oluverir. Kimyevi özellikleri bakımından birbirinin aynı olan bazı kristallerin, güneş ışınlarını sola, diğerlerinin de sağa saptırdığını biliyoruz. Böyle bir özelliğin hücrelerde de mevcut olması muhtemeldir. Çünkü hücreler, kendilerine has ve gerçekten isabetli bir mekanda bulundukları takdirde, öyle anlaşılıyor ki, ya sağ veya sol kulağın bir parçasını teşkil eder. Kulaklarınız başınızda aynı hizadadır ve mesela ağustos böceğinde olduğu gibi dirseğin üstünde değildir. Kulaklarda birbirine ters düşen girinti ve çıkıntılar vardır. iki kulak birbirine o kadar benzer ki birini ötekinden ayırd etmek son derece güçtür.

Yüz binlerce hücre en doğru işi en münasip zamanda ve en uygun yerde yapmaya mecbur edilmiş gibidir.

Bazı karıncalar, içgüdünün veya düşüncenin -hangisi hoşunuza giderse onu tercih ediniz- sevkiyle, gıdasını temin etmek için, "mantar tarlaları" diyebileceğimiz yerlerde besin olarak mantar yetiştirirler. Bu karıncalar aynı zamanda gül biti ve tırtıl gibi küçük böcekleri avlar. Bu küçük yaratıklar karıncaların sağmal inekleri ve keçileri gibidir. Karıncalar bunlardan bala benzer belirli bir su alarak beslenirler.

Karıncalar diğer bazı karıncaları esir alarak işlerinde çalıştırırlar. Bazı karıncalar da yuva yaparken bitki yapraklarını arzu edilen ebada uygun olarak keserler. işçi karıncalar yuvanın etrafını düzene koyarken bu iş için yavru karıncaları çalıştırır, çünkü -ipekböceği gibi- ipek iplik salgılayan bu yavrular yuvanın etrafını beraberce örerler. Çoğu defa yavru karınca kendisi için bir yuva (koza) yapmaya fırsat bulamaz, fakat bununla beraber o, topluma hizmet etmiş olur!

Karıncayı oluşturan cansız atomlar ve moleküller bu kadar karmaşık işlerin içinden nasıl çıkabiliyor?

Şüphe etmemelidir ki bütün bu işleri yaparken karıncaya yol gösteren bir Yaratıcı vardır."

Evet... Hiç şüphesiz ona ve küçük-büyük diğer tüm yaratıklara yol gösteren bir yaratıcı vardır. Ve o yaratıcı "Rabbinin yüce adını takdis et. O yarattı, düzene koydu. O, herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."

Bu bilginin sözlerinden aktardığımız bu pasajlar insanların bitkiler, böcekler, kuşlar ve hayvanlar dünyasında tesbit ettiklerinin sadece bir kısmıdır. Bunların ötesinde daha yığınlarca gerçekler bulunmaktadır. Ayrıca bunların hepsi de yüce Allah'ın: "O yarattı, düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir." sözünün geniş anlamından sadece bir yönünü dile getirmektedir. Gözlerimizin önündeki bu varlığın ne yazık ki, ancak pek az bir kısmını tanıyor, biliyoruz. Bu varlıkların ötesinde gayb alemi yer almaktadır. Gayb ile ilgili dünyayı da ancak yüce Allah'ın bize bildirdiği kadarı ile; zayıf olan beşeri yapımızın kaldırabileceği kadarı ile tanıyabiliyoruz.

Koca evrenin sayfasından Alınan bu geniş kapsamlı ifadeden, kainatın dört bir yanında yankılanan takdis çınlamalarından, evrenin en ücra köşelerinin bile bu yankıya karşılık vermesinden sonra kendisine göre yüklü mesajı ve anlamı bulunan bitki hayatına ilişkin bir dokunuş yer almaktadır:

"O, yeşiller bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."

Yeşillik, her türlü bitkiyi kapsamaktadır. Hiçbir bitki yoktur ki Allah'ın yaratıklarından birine yaramasın. Yani buradaki yeşillik hayvanların otlatıldığı çayırların ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü yüce Allah bu dünyayı yaratmış ve burada yaşayan her canlının gıdasını da temin etmiştir. isterse bu yaratık toprağın üzerinde dolaşsın, ister yerin içinde yaşasın isterse havada uçsun farketmez.

Bitkiler ilk önce yemyeşil olarak boy verir. Sonra sararıp solarak kupkuru bir hale gelir. Bitki, hem yemyeşil iken hem de kupkuru hale geldikten sonra yiyecek olarak kullanılır. Yaratan ve düzenleyen, takdir edip yol gösterenin dilemesi ile her iki halde de bu bitkiler işe yaramaktadır.

Burada bitkilerin hayatına değinilmesi, gizliden gizliye şu gerçeği çağrıştırmaktadır: Her ekinin bir hasadı, her canlının mutlaka bir sonu vardır. Bu dokunuş, dünya hayatı ile ahiret hayatından söz eden konunun içeriği ile bütünleşmektedir... "Fakat siz şu yakın hayatı tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır." Dünya hayatı tıpkı bu Yeşillik gibidir. Sonra eriyip kupkuru hale gelen ot gibidir. Ahiret hayatı ise sonsuza dek kalıcıdır.

Ayetlerin akışı içinde ele Alınan bu gerçekler, koca evrenin sayfasından Alınan ve derin anlamlar taşıyan bu girişten sonra bu varlık alemi ve bu alemdeki yaratıklarla temasa geçmektedir. Hem de bu güzel sunuş ve sergileniş içinde. Zaten bu cüzdeki surelerin tamamı bu türden bir çerçeveye oturmaktadır. Bu çerçeve, ayetlerin havası gölgesi ve vurguları ile gerçek bir uyum sergilemektedir. Tam bir ahenk içine girmektedir.

Bundan sonra Hz. Peygambere ve O'nun arkasındaki ümmetine büyük müjde yer alıyor:



6- Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın.

7- Yalnız Allah'ın dilediği başka. O açığı da bilir gizliyi de.

8- Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz.

9- O halde hatırlatmak fayda verirse hatırlat.

Burada müjde Kur'ana Kerimin ezberlenmesi ve hafızada tutulması için gereken çaba ve yorgunluğun Hz. Peygamberin boynundan kaldırılması ile başlıyor: "Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın." Peygamberin görevi sadece okumaktır. Onu Rabbinden almaktır. Bundan sonra onu kalbe yerleştirecek ve O'nun okuttuğunun unutulmamasını sağlayacak olan Rabb indir. Rabbi bu konuda O'na teminat vermektedir.

Bu Hz. Peygamberi bu yüce, güzel Kur'an konusunda rahatlatıp huzura kavuşturan bütün bir kalbiyle sevdiği Kur'an konusundaki endişelerini silip süpüren bir müjdedir. Daha önceleri Hz. Peygamber gönlünden gelen bir sevgi ile O'nu koruma bilinci ve arzusuyla ve bu konudaki büyük sorumluluğuyla heyecana kapılıyor, Hz. Cebrail O'nu bir ayet getirdiğinde hemen onu defalarca tekrar ediyor, herhangi bir harfini unuturum endişesiyle Cebrail'in söylediklerini arkasından tekrarlıyordu. Bu tutumu, gönlünü rahatlatan ve Rabbinin bu konuda kendisine teminat verdiğini bildiren müjdeler gelinceye kadar böyle devam etmişti.

Bu aynı zamanda peygamberin izinden giden ümmeti için de bir müjde idi. Ümmet bu müjde ile inanç sistemi konusunda gönül rahatlığı içinde olacaktı. Çünkü bu sistemi gönderen Allah'tı. Peygamberin kalbinde O'nu koruyup teminat altına alan O'ydu. Bu da yüce Allah'ın kendi himayesini, bu dinin O'nun katındaki değerini ve bu dinin Allah'ın terazisindeki ağırlığını ifade ediyordu.

Kesin bir sözün verildiği veya şaşmaz bir ilkenin dile getirildiği her yerde olduğu gibi burada da Allah'ın iradesinin özgür olduğu, herhangi bir kayıtla sınırlanamayacağı ifade ediliyor. isterse bu kayıt ve sınır ilahi iradenin verdiği sözden, belirlendiği yasadan kaynaklansın. ilahi irade verilen söze ve belirlenen yasaya rağmen tam anlamıyla özgürdür. Kur'an-ı Kerim her yerde bu gerçeği kafalarımıza yerleştirmeye özen göstermektedir. Nitekim biz de Fizilal'de bu konuya zaman zaman değindik. İşte buradaki ifade de aynı gerçeğe parmak basmaktadır:

"Yalnız Allah'ın dilediği başka." Bu, Hz. Peygambere Kur'an'ı asla unutmayacağına dair verilen gerçek sözün ardından ilahi iradenin özgürlüğünü ve enginliğini ortaya koymak için sözkonusu edilmiştir. Böylece iş yine de özgür iradenin denetiminde kalmaktadır. Söz verdiği konularda bile sürekli olarak herkes bu mutlak iradeye yönelecek, sürekli gözünü ona dikecektir. Kalb Allah'ın isteğine, sonsuza kadar canlı ve diri bir şekilde bağlı kalacaktır.

"O açığı da bilir, gizliyi de bilir." Sanki bu açıklama bu bölümde geçen, koruma ve istisnanın bir sebebi niteliğindedir. Bunların hepsi bir hikmete bağlıdır. Bu hikmeti de gizli ve açık herşeyin gözeticisi Allah bilmektedir. işi her yönüyle en iyi bilen sadece O'dur, Bu eksiksiz gözetimi ve bilgisi uyarınca kararını O belirler ve O açıklar.

İkinci kapsamlı müjde ise şudur: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz."

Bu hem Hz. peygamberin şahsına, hem de izinden giden ümmetine yönelik bir müjdedir. Ayrıca bu dinin yapısını bu davanın gerçek mahiyetini, insan hayatındaki fonksiyonunu ve varlık düzenindeki yerini, konumunu belirlemektedir. iki kelime ile de olsa: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz". Bu iki kelime inanç sisteminin ve aynı zamanda bu evrenin en önemli gerçeklerinden birini dile getirmektedir. Böylece bu peygamberin karakteri bu inanç sisteminin karakteri ve bu evrenin karakteri ile ilişkiye geçmektedir. Kudretin elinden kolaylıkla yaratılan; yoluna kolaylıkla devam eden, kolaylıkla amacına doğru yönelen varlıkla, peygamber ve akidenin bağını sağlamlaştırmaktadır. Öyle ise bu bir ışık patlamasıdır. Sınırı olmayan gerçeğin ufuklarına, boyutlarına ve derinliklerine kadar ulaşan bir patlama...

Yüce Allah'ın kendisini kolay olana muvaffak ettiği insan bütün hayatı boyunca kolay bir yol izleyecektir. Oluşuma, hareket ve yönelişi Allah'a doğru olan bu evrenle uyum içinde yoluna davam edecektir. Bu koca evrenin çizgisinden sapanların dışında hiç kimseyle çatışmayacaktır. Bunlar ise koca evrenle karşılaştırıldıklarında hiçbir ağırlığı ve hiçbir değeri olmayan yaratıklardır. Bu durumda insan bütün bir evren ile bütün olaylar, varlıklar ve kişilerle ayrıca olaylara varlıklara ve kişilere hükmeden yasalar ile bütünleşerek kolay, yumuşak, düzenli bir hareket içine girer. Elinde kolaylık, dilinde kolaylık, attığı adımında kolaylık, işinde, eyleminde kolaylık, yaklaşımında kolaylık, düşüncesinde kolaylık, işleri ele alışında kolaylık, işlere çözüm getirmesinde kolaylık vardır. Kendisine karşı kolaylık, başkasına karşı kolaylık vardır.

İşte bu şekilde Hz. Peygamberin her işinde kolaylık vardı. iki şey arasından tercih yapmak durumunda kaldığında kolayını tercih ederdi. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir rivayette bu gerçeğe parmak basılmaktadır. Hz. Aişe diyor ki: "Hz. Peygamber evinin içinde insanların en yumuşak olanıydı. Sevinçli-güleç yüzlüydü."(Buhari, Müslim) Sahih-i Buhari'de deniyor ki: "Bir cariye Hz. Peygamberin elini tutar ve onu dilediği yere Alır götürürdü."

Hz. Peygamberin giyimi, yiyeceği, yatışı ve diğer tüm hareketlerinde kolaylığı tercih ettiği ve sürekli külfetsiz olanını seçtiği görülmektedir.

Ebu Abdullah Şemseddin, Muhammed İbni Kayyim, EI Cevziye'nin "Zadu'l Meal" adlı kitabında Hz. Peygamberin giyimi ile ilgili olarak şunları kaydetmektedir: "Hz. Peygamberin "sehap" adı verilen bir sarığı vardı. Onu Ali'ye giydirdi. Hz. Peygamber bu fesi sarar ve altında takke de giyerdi. Bazen fes olmadan sadece takke giyer, bazen de takkesiz fes giyerdi. Sarık sardığı zaman sarığın ucunu iki omsuzunun arasına salıverirdi. Nitekim Müslim "Sahih"inde Ömer ibni Haris'ten şöyle bir hadisi aktarmaktadır: "Hz. Peygamberi minber üzerinde gördüm. Başında siyah bir sarık vardı. Ucunu iki omsuzunun arasına salıvermişti." Yine Müslim'de Cabir'den gelen hadiste sarığının bir uzunluğu olduğu ifade edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki Hz. Peygamber sarığını sürekli olarak omuzlarının arasına sarkıtmazdı. Yine denilir ki Hz. Peygamber Mekke'ye girdiğinde üzerinde savaş kıyafeti vardı. Başında ise miğferi bulunuyordu. Yani her yerde uygun olan kıyafeti giymiştir.

Başka bir bölümde diyor ki, doğrusu şudur ki yolların en güzeli Peygamberin yoludur. Peygamberin belirlediği, uyulmasını istediği, teşvik ettiği ve sürekli uyguladığı yoldur. Bu yola göre O'nun sünneti insanın en kolay olanı tercih edip giymesidir. Bazen yünden, bazen pamuktan, bazen ketenden giyinmesidir. Peygamber bazen Yemen abasını giymiş, bazen yeşil aba giymiş, cübbe giymiş, başına takke örtmüş, gömlek giymiş, şalvar giymiş, fistan giymiş, kürk giymiş, mest giymiş, ayakkabı giymiş, bazen saçının örüklerini arkaya sarkıtmış, bazen de olduğu gibi bırakmıştır...

Peygamberin yemeği hususunda ise şunları kaydetmektedir: Hz. Peygamberin yemeğine ilişkin hayatı da böyle idi. Var olanı geri çevirmez, olmayanı aratmazdı. Güzel şeyleri kendisine ikram edildiği zaman yerdi. Hoşuna gitmeyeni yemez ancak başkasının yemesine de engel olmazdı. Asla bir yemeğe kusur aramazdı. Hoşuna giderse yer, yoksa bırakırdı. Nitekim kendisine ikram edilen keler yemeğini alışmadığı için yememiş, fakat onu ümmetine de haram kılmamıştır. Bu yemek O'nun kendi sofrasında yenmiş, O'da bakmıştır. Tatlı ve bal yemiş ve bunları çok sevmiştir. Yaş hurmayı da kuru hurmayı da yemiş, sütü hem sade olarak hem de başka şeylerle karışık olarak içmiştir. Kağut ve balı, su ile içmiş, hurma şerbetini içmiş, sütten ve undan yapılan çorbayı yemiş, salatalığı yaş hurma ile yemiş, kaymak yemiş, hurmayı ekmekle, ekmeği sirke ile yemiştir. Kavrulmuş eti yemiş, pişirilmiş kabağı yemiş ve bu yemeği sevmiştir. Haşlanmış pazı- , yemeğini yemiş, tiridi yağla yemiş, peynir yemiş, ekmeği zeytinyağı ile yemiş, karpuzu yaş hurma ile yemiştir. Hurmayı kaymakla yemiş ve bunu sevmiştir. Güzel bir yemeği reddetmemiş ve zorla yemeye çalışmamıştır, zorluk çıkarmamıştır. İzlediği yol bulduğu yemekti, bulamadığında ise sabretmekte...

Peygamberin uykusu ve uyanması ile ilgili olarak da, şunları söylemektedir: Bazen döşek üzerine, bazen post üzerine, bazen hasır üzerine bazen yere, bazen divanın kumları üzerine, bazen de siyah bir örtü üzerine yatardı.

Hz. Peygamberin işleri düzenlemesinde kolaylığı, yumuşaklığı ve toleranslı davranmayı teşvik eden hadisleri ise gerçekten pek çoktur. Hepsini burada vermemiz zordur. Kolaylık gösterilen konuların başında inanç sistemi ve yükümlülükleri gelmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber "şüphesiz bu din kolaydır. Dinin tüm emirlerine sarılmayı deneyen herkes mağlup olur." (Buhari) "işinizi kendi kendinize zorlaştırmayınız. Yoksa işiniz zorlaşır. Çünkü bir topluluk kendi işini zorlaştırmaya yöneldiğinde işleri zorlaştırılmıştı."(Ebu Davud)

"Bitkiler ne bir aşılmadık düzlük bırakmış ne de bir sırtı çıplak toprak bırakmıştır."(Buhari)

"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız."(Buhari, Müslim)

Sosyal ilişkilerle ilgili ise şöyle buyurmuştur: "Satın aldığında, sattığında ve hüküm verdiğinde toleranslı davranan adama Allah'ın rahmeti üzerine olsun."(Buhari)

"Mümin kolaycıdır ve yumuşak huyludur."(Beyhaki)

"Mümin başkalarıyla iyi geçinen kendisi ile iyi geçinilendir."(Darakutni) "Allah'ın en sevmediği adam, aşırı kin ve düşmanlık besleyendir."(Buhari, Müslim) Hz. Peygamberin takılan isimlerde ve jest ve mimiklerde bile zorluk ve katılıktan hoşlanmaması derin anlamlı işaretlerden sayılmaktadır. Bu da onun fıtratının gerçek yüzünü Rabbinin O'nu düzenlemesini, yapı ve karakter olarak kolaylığa muvaffak kılışı göstermektedir. Said ibni Musayyib babasından (Allah ondan razı olsun) rivayetle babasının Hz. Peygambere geldiğini bildiren bir rivayeti kaydeder. Burada Peygamber Musayyib'e sorar: Adın nedir? O da sert ve katı anlamına gelen Hazn der. Bunun üzerine Peygamber: Aksine sen Sehl'sin, kolaysın der. Musayyib ise: Babamın bana verdiği ismi değiştirmem! der. İbni Musayyib der ki: O aramızda bundan sonra hep Hazune katı, üzüntülü olarak kalmıştır.(Buhari)

İbni Ömer derki: Hz. Peygamber Âsiye ismini Cemile diye değiştirmiştir. (Müslim) Hz. Peygamberin sözlerinden biri de şudur: Kardeşini güzel bir yüzle karşılaman iyiliktendir. (Tirmizi)

Bu öyle şefkatle dolu bir duygudur ki isimlerdeki ve detaylardaki sertlik ve katılığı bile görmekte ve ondan nefret etmektedir. Kolaylığa ve yumuşaklığa eğilim duymaktadır.

Hz. Peygamberin bütün hayatı hoş görünüm, kolaylığın, sakinliğin, yumuşaklığın ve tüm işlerde kolaylıkla bütünleşmenin en açık örnekleri ile doludur. Hz. Peygamberin gönülleri nasıl tedavi ettiğini gösteren aşağıdaki örnek Aynı zamanda O'nun metodunu ve karakterini, ortaya koymaktadır.

"Birgün kırsal kesimde yaşayan bir köylü Hz. Peygambere geldi. O'ndan birşeyler istiyordu. istediğini verdi ve ona dedi ki: sana iyilik ettim mi? Köylü adam, hayır iyilikte etmedin, güzel de davranmadın! Müslümanlar öfkelendiler ve üzerine yürüdüler. Hz. Peygamber kendilerine işaret ederek durmalarını söyledi. Sonra evine gitti. Köylü adamı çağırdı ve birşeyler daha verdi. Sonra ona dedi: Sana iyilikte bulundum mu? Adam evet dedi. Allah sana güzel bir aile, güzel bir akraba çevresini vererek mükafatlandırsın. Hz. Peygamber ona sen daha önce birşeyler söylemiş ve arkadaşlarımın kalbini kırmıştın. Eğer dilersen yanımda söylediğin bu sözü onların yanında da söyle. Böylece onların gönlündeki sana olan kırgınlığı giderebilirsin dedi. Adam olur dedi. Sabah olduğunda adam geldi. Hz. Peygamber de geldi ve şöyle buyurdu: Bu köylü adam söylediğini söylemişti. Biz de ona biraz daha ikramda bulunduk. O da buna razı oldu, öyle değil mi? Köylü adam evet dedi. Allah sana güzel bir aile ve hayırlı bir akraba çevresi versin. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Benimle bu köylü adamın durumu devesi kaçan bir adamın durumu gibidir. insanlar devenin peşinde koşmuş ama bu kalabalık deveyi daha çok ürkütmüştür. Deve sahibi sonunda insanlara benimle devemi başbaşa bırakın. Ben onun dilinden anlar, ona nasıl davranacağımı bilirim diye seslenmiştir. Devenin sahibi ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesi sakinleşerek gelip önüne çökmüştür. O da yükünü yüklemiş ve üstüne binmiştir. Eğer ben adamı söylediği o yerde kendi haline bıraksaydım onu öldürürdünüz ve ateşe girerdiniz.

İşte Hz. Peygamber kendisinden kaçan gönülleri böyle avucuna Alıyordu. Hem de bu sadelik, bu kolaylık, bu yumuşaklık ve bu uyum ile. Peygamberin hayatında bu konuda pekçok örnekler vardır. İşte bunların hepsi Rabbinin O'na müjdelediği hayatında, çağrısında ve tüm işlerinde kendisini muvaffak kıldığı, işlerin kolaylaştırılması türünden davranışlardır.

Kolaylığa muvaffak kılınan bu değerli, sevimli şahsiyet insanlığa bu davayı taşıyıp götürsün diye böyle yetiştirilmiştir. Böylece davanın doğası ile bu kişiliğin doğası, bu davanın gerçekliği ile bu kişiliğin gerçekliği bütünleşmiştir. İşte bu da Allah'ın kolaylaştırması ve başarılı kılması ile O'nun onca büyüklüğüne rağmen büyük emaneti omuzlaması için bir yeterlilik kazandırıyordu. Bu kolaylaştırma ile peygamberlik mesajı ağır bir yük olmaktan çıkıyor, sevilen bir işe, güzel bir uğraşıya sevince ve iç rahatlığına düşünüyordu.

Hz. Muhammed'in misyonu ve yerine getirmesi için görevlendirildiği davanın sıfatı hakkında Kur'an-ı Kerim'de şu açıklama yer almaktadır: "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya 107)

"Ümmi olan Resule, Nebiye uyanlar onu ellerindeki Tevrat ve incil'de görüyorlardı. Peygamber onlara iyiliği emrediyor, kendilerini kötülükten alıkoyuyor, güzel şeyleri kendilerine helal, kötü şeyleri kendilerine haram kılıyor, yüklerini hafifletiyor ve boyunlarındaki ağır yükümlülükleri kaldırıyordu." (A`raf 157)

Hz. Peygamberin omsuzuna aldığı peygamberlik misyonu hakkında ise Kur'an şöyle buyuruyor: "Biz Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?" (Kamer 22)

"Allah dinde sizin üzerinize bir zorluk yüklememiştir." (Hac 78)

"Yüce Allah hiç kimseye gücünün taşıyacağı yükten fazlasını yüklemez." (Bakara 286) "Allah size bir zorluk yüklemek istemez. Sadece sizi arındırmak ister." (Maide 6) Bu peygamberlik misyonu insanın gücü ölçüsünde kolaylaştırılmıştır. insanlara bir zorluk ve sıkıntı yüklemez. Bu kolaylık onun tüm yükümlülüklerine sirayet ettiği gibi ruhuna da yerleşmiştir. "Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum 30)

İnsan nerede bu inanç sistemi ile beraber yürürse yürüsün, orada kolaylığı, insan gücünün göz önünde bulundurulduğunu, insanın değişik hallerinin, her çevrede ve her durumda karşılaştığı şartların hesaba katıldığını görecektir. inanç sisteminin kendisi dahi kolay kavranabilecek bir düşüncedir. Bir tek ilah vardır. O'nun hiçbir benzeri yoktur. O herşeyi yoktan var etmiştir. Varlığının amacına doğru yöneltmiştir. Peygamberler göndermiş, insanlara varlıklarının amacını hatırlatmış, onları yaratıcısına doğru çevirmiştir. Bunun ötesindeki tüm yükümlülükler hiçbir eğrilik ve sapma göstermeden sınırsız bir ahenkle bu inanç sisteminden kaynaklanmıştır. insanlar onun kendilerine yüklediği görevi sıkıntıya düşmeden, zorlanmadan yerine getirebilmektedirler. "Size bir şey emredildiğinde gücünüz ölçüsünde onu yerine getiriniz. Size neyi yasak etmişsem ondan sakının." (Buhari,Müslim) Yasak olan konularda bile zaruret halinde bir sakınca yoktur. "Mecbur kaldıklarınız hariç." (En'am) İşte bu geniş ölçüler çerçevesinde tüm yükümlülükler bir bir belirlenir.

İşte bu nedenle peygamberin doğası ile peygamberlik misyonun doğası bütünleşmiştir. Davet yapan adam gerçeği ile davanın gerçeği birleşmiştir. Hem de bu köklü apaçık. oluşum içinde. Aynı şekilde kolaylaştırıcı peygamberin kolaylaştırılmış bir risalet misyonu ile kendisine gönderildiği ümmet de bu doğaya sahip idi. Bu orta bir ümmetti. Rahmetle müjdelenmiş iyiliği ve kolaylığı yüklenmiş bir ümmetti. Bu ümmetin yaratılışı ile bu koca evrenin yaratılışı gerçek bir uyum içine girmişti.

Bu evren bütün bir uyumu ve hareketindeki ahengi ile Allah'ın sanatını somutlaştırmakta hiçbir çatışmaya ve sürtüşmeye mahal vermeyen kolaylığını ve ahengini göstermektedir. Milyonlarca cisim, Allah'ın fezasında yüzmekte, gerçek bir uyum ve şaşırtıcı bir üstünlük içinde yörüngelerinde akıp gitmektedir. Herhangi bir çatışma karışıklık ve sürtüşmeye yer vermeden. Milyarlarca canlı yaratığı hayat, gayet düzenli ve mükemmel bir şekilde uzak ve yakın, amaçlarına doğru yönlendirmektedir. Her biri yaratılış görevini rahatlıkla yerine getirir, belirlenmiş biçimde amacına göre yol alır. Milyonlarca hareket, olay ve varlıklar belirlenmiş hedefleri doğrultusunda topluca veya kendi başlarına seyreder. Tıpkı aynı müzik aletlerinden yayılan farklı melodiler gibi. Böylece hepsi uzun ve devamlı bir orkestra ile bütünleşmektedir!

Hiç şüphesiz bu, varlığın doğası, liderlik misyonunun doğası. Peygamberin doğası ve Müslüman ümmetin doğası arasındaki sınırsız uyumun bir ifadesidir. Zira bu tek olan Allah'ın sanatıdır. Yoktan var eden, usta yaratıcının eseridir.

"O halde hatırlatmak fayda verirse hatırlat."

Allah kelimesini O'na okutmuştur ve o artık unutmayacaktır. Allah'ın dilediği dışında hiçbir şeyi unutmayacaktır. O'nu kolay olana muvaffak etmiştir. Büyük emaneti omuzlayabilsin diye, hatırlatmada bulunsun diye. Çünkü O bunun için hazırlanmış, bunun için müjdelenmiştir. Nerede kalplere öğüt için fırsat bulabilirsen yol bulabilirsen, ulaştırma için araç bulabilirsen orada öğüt ver. Öğüt ver "fayda verecekse tabi'. Hatırlatma sürekli fayda verir. Ondan az çok yararlananlar asla tükenmez. Hiçbir nesil ve hiçbir yerleşim birimi öğütten faydalanma ve yararlanma yeteneğini tamamen yitirmez. İnsanlar ne kadar bozulursa bozulsun kalbler ne kadar katılaşırsa katılaşsın, perdeler ne kadar kalınlaşırsa kalınlaşsın.

Ayetlerin bu sıralanışı ve dizilişi üzerinde düşündüğümüzde peygamberlik misyonunun değerini ve emanetin büyüklüğünü kavrarız. Bu emaneti yerine getirmek bu kolaylığa muvaffak olmayı gerektirmiş, sözü edilen okutmayı ve Allah'ın teminatını zorunlu kılmıştır ki Hz. Peygamber bu azıkla donandıktan sonra hatırlatmanın zorluklarının üstesinden gelebilsin.

Hz. Peygamber bu görevini ve yükümlülüğünü yerine getirdiğinde vazifesini yapmış olur. Ondan sonra insanlar kendi halleri ile başbaşadırlar. Bu konudaki tutumları ve akıbetleri farklı olabilir. Yüce Allah bunların bu öğüde karşı tutumlarını göz önünde bulundurarak dilediği şekilde onları cezalandırır veya ödüllendirir:



10- Allah'tan korkan, öğüt Alır.

11- Bedbaht olan ondan kaçacaktır.

12-O en büyük ateşe yaslanacaktır.

13- Sonra onun içinde ne ölür ne de yaşar.

Sen öğüt ver, hatırlat. "Allah'tan korkan." bu öğütten yararlanacaktır. Korkacak olan kalbi takva ile donanmış olandır. Allah'ın öfkesinden ve azabından korkandır. Diri olan kalb ürperir ve korkar. Çünkü o varlığını yaratıp düzelten, takdir edip yol gösteren insanı kendi haline bırakmayan, onları ihmal etmeyen, mutlaka iyiliğe ve kötülüğe karşı hesaba çekilecek olan doğrulukla, adaletle onları cezalandıracak olan bir ilahı olduğunu bilir. Bu nedenle korkar. Hatırlatıldığı zaman kendine gelir. Gösterildiği zaman görür. Öğüt verildiği zaman ibret Alır.

"Bedbaht olan ondan kaçacaktır." Öğütten kaçınır. Ona kulak asmaz, ondan yararlanmaz. Öyle ise o "Bedbahttır." Bütün anlamı ve kapsamı ile kötü. Bedbahtlığın son sınırının ve zirvesinin kendisinden somutlaştığı bedbaht. Boş, ölü, maddeye ve eğlenceye gömülmüş varlığın gerçeklerini hissetmeyen onun dosdoğru tanıklığına kulak asmayan, köklü ve derin mesajlarından etkilenmeyen, ruhu ile dünyada bedbaht olan yeryüzündeki küçük ve basit değerler peşinden, korku ve endişe içinde sürüklenerek yaşayan insan dünyada da bedbahttır. Ahirette de haddi hesabı olmayan azabı hak etmesiyle yine bedbaht olacaktır:

"O en büyük ateşe yaslanacaktır. Sonra onun içinde ne ölür ne de yaşar." Büyük ateş cehennem ateşidir. Şiddeti ile korkunç, süresi ile sonsuz, hacmi ile büyüktür. İnsan orada sürekli olarak kalacaktır. Ne orada ölüp rahatın tadına varacak, ne de rahat ve güven içinde yaşayacaktır. Sadece sürekli azap görecektir. Bu öyle bir azaptır ki, onunla karşılaşanlar ölümü en büyük kurtuluş umudu olarak göreceklerdir.

Karşıdaki sayfada ise kurtuluşun temizlenmek ve arınmakla beraber olduğunu görüyoruz.



14- Doğrusu mutluluğa ermiştir.

15- Rabbinin adını anıp namaz kılan.

16- Fakat siz şu dünya hayatını üstün tutuyorsunuz.

17- Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır.

18- Bu hüküm elbette ilk sahifelerde de vardır.

19- İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde.

"Doğrusu mutluluğa ermiştir. Rabbinin adını anıp namaz kılan." Ayet-i kerimede geçen teskiye her tür pislik ve kirden arınmaktır. Yüce Allah arınan ve Rabbinin adını anan, kalbine O'nun yüceliğini yerleştirip "namaz kılan". Evet İşte bu arınan, öğüt alan ve namaz kılan insanın "kurtulduğunu" kesin biçimde açıklıyor. Hem bu dünyada kurtulmuş hem de diri bir kalb ile Rabbine bağlı bir halde yaşayarak hatırlamanın tatlılığını ve sıcaklığını hissederek kurtulmuştur, hem de ahirette kurtulmuştur. Cehennemin büyük ateşinden kurtularak, nimetleri ve Allah'ın rızasını elde etmiştir. Bu ayette geçen fesalla kavramının saygı ile ürpererek bağlandığı veya literatürdeki anlamı ile namazı ifade etmesi arasında fark yoktur. Her ikisi de hatırlamadan, Allah'ın yüceliğini kalbe yerleştirmeden ve onun ürpertisini vicdanında hissetmeden kaynaklanabilir.

Bu akıbet nerede, diğeri nerede? Bu son nerede, diğeri nerede?

Bu sahnenin gölgesinde bedbahtları bekleyen büyük ateş ve arınanları bekleyen kurtuluş ve başarı sahnesinin havasından muhatapları onların bedbahtlıklarının sebebine gafletlerinin kaynağına onları öğüt almaktan arınmaktan, kurtuluş ve başarıdan alıkoyan, büyük ateşe ve acı bedbahtlığa sürükleyen sebebe yöneltmektedir:

Şüphesiz dünya hayatını tercih etmek her kötülüğün başıdır. İşte bu tercihten dolayı insan öğütten/hatırlatmadan yüz çevirir. Çünkü öğüt onların ahireti hesaba katmalarını ve onu tercih etmelerini gerektirir. Halbuki onlar dünyayı istemekte ve onu tercih etmektedirler.

Dünyaya dünya denmesi tesadüf değildir. Dünya hem aşağılatıcı hem düşürücüdür. Ayrıca fanidir. Çabucak geçer. "Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha hayırlıdır. Zaman itibariyle daha kalıcıdır.

Bu gerçeğin ışığında dünyayı ahirete tèrcih etmek aptallık ve kötü değerlendirme olarak ortaya çıkmaktadır. Akıllı, sağduyu sahibi hiç kimse onu ahirete tercih edemez.

Surenin sonunda bu davanın tarihi seyri, kaynağının köklülüğü, köklerinin zamanın derinliklerine yayıldığı, yer ve zaman süreci boyunca ilkelerinin birliğine ilişkin bir işaret yer almaktadır.

"Bu hüküm elbette ilk sahifelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde."

Bu akidenin büyük ilkelerini içeren, ve bu surede yer alan bu köklü-engin gerçek ilk kutsal sayfalarda; Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kutsal sayfalarında yer alan gerçeğin aynısıdır.

Gerçeğin birliği, inanç sisteminin birliği, bunların kendisinden kaynaklandığı yerin birliğinin, insanlara peygamber göndermeyi gerektiren iradenin birliğinin gereğidir. Gerçek bir tanedir. Bir tek kaynağa dayanmaktadır. Yenilenen ihtiyaçların ve ardarda gelen devrelerin değişmesine göre detayları ve cüzi bölümleri değişir. Fakat yine de tek olan bir kaynaktan gelen aslı, temeli değişmez. Bu değişmeyen asıl yaratan ve düzelten takdir edip yol gösteren yüce Rabbinden gelmiştir.

A'LA SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Rabbinİn yüce ismini teşbih et. O (Rab) ki (her şeyi) yarattı ve diteene koydu. O (Rab) ki (her şeyin biçimini, özelliğini ve süresini) belirleyip hedefini göster­di." (A'Iâ: 1-3)

Konumun yüce olması ulu mekânların en şereflisidir. Biz Rabbimizin kendisini yüce olarak nitelemesinden, kadrinin yüksek ve zâtının yüce olduğunu anlıyoruz. De-ğİIse biz bunda Fir'avn'un ahmaklığını anlamıyoruz. Hani o şöyle demişti: "Ey Hâ-mân! Haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et) bana bir kule yap ki Musa'nın Tanrısına çıkayım." (Kasâs: 36) Aynı şekilde biz bundan Rus uzaybiIİmci-sinin budalalığını da anlamıyoruz. O şöyle demişti: "Ben uzayda Allah'ı aradım ama bulamadım!)

Her Müslüman, defalarca Allah'a secde eder ve secdesinde "Subhâne Rabbiye'l-A'lâ (Yüce olan Rabbİmi her türlü noksanlıktan tenzih ederim)" der. Allah'ın şu buy­ruğu bunu destekler mahiyettedir: ''Allah onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yüce ve uludur."(İsrâ: 43) Kuşkusuz Rahman, arşa istiva etmiştir. Arş ise bütünüyle evreni içine alır. Fakat zaman ve mekân meseleleri ve madde Özellikleri başkadır. Bunlar yüce ve ulu Allah için düşünülmesi hiç de gerekmeyen konulardır.

Herhangi bir adama "filanla tanıştın mı?" diye sorduğunda o sana; "onunla kar­şılaştım, aklının genişliği, şan ve şerefi beni büyüledi" cevabını verebilir.

Allah'ın yüceliğinin bir kısmını bize keşfettiren şimşek, her ne kadar gönülleri yerinden oynatsa da biz insanoğlu Allah'ın kadrinin yüce olduğunu biliyoruz. Biz zerrelerin esrarına vâkıf değiliz. Biz dünyada bilmediğimiz meseleler hususunda ne yapabiliriz ki? Dünyayı yoktan var eden çok yücedir ve pek büyüktür. Allah'ım sen ne yücesin, sana hamd ederim. Senin adın övülmeye lâyıktır. Sen yüceler yücesisin.

Allah yarattığı her şeyi en güzel bir biçimde yaratmış ve şekil vermiştir. Dedik­lerine göre yeryüzünde su miktarı hep aynı olup ne artıp ne de eksilmektedir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, çeşitli canlılar suyu tüketmektedirler. Ama bu tüketim sonun­da su, buharlaştıktan sonra denizlere yağmur olarak yeniden dönmektedir. Böylece artıp eksilmemektedir.

"O (Rab) ki yemyeşil otlağı çıkardı. Sonra da onu kupkuru, siyah bir çöpe çe­virdi." (A'lâ: 4-5)

O otlağın yeşilliği simsiyah oluverdi. Ardından dünya devam ettiği sürece bu böyle devam edecek, ekin olacak sonra kuruyacaktır. Son yok oluş vuku buluncaya dek bu böyle sürecektir.

"Sana okuyacağız. Sen de unutmayacaksın." (A'lâ: 6)

"Ey Muhammed, gönül rahatlığı içinde ol, telaşlanma. Seni seçen risâletini edâ edinceye dek sana yardım edecektir. O sana ebedî olan kitabı indirmiş ve seni hak din ile göndermiştir. Seni en kolay yolu tutmaya muvaffak edeceğiz. O hal­de hatırlatmak fayda verirse hatırlat." (A'lâ: 8-9)

Sana tebliğ etmek düşer. Sana uyan doğruyu bulur. Seni terk eden ise aptallasın

"(Allah'tan) korkacak olan hatırlar (öğüt alır). Bahtsız olan da ondan kaçınır. O en büyük ateşe girer." (A'lâ: 10-12)

İnsan hem alçalabüir, hem yükselebilir. İnsanın kurtuluşu ne mal ne de makam iledir. Rabb'ini inkâr edip O'nun vahyinden yüz çeviren insanın, dünyayı kazanma­sının ne değeri olabilir?

"Doğrusu, mutluluğa ermiştir arınan; Rabbinin adını anıp namaz kılan." (A'lâ: 14-15)

Geçici lezzetlerle yetinip nevalarına uyan ve yakın geleceğini göremeyen insan­lar mahcûb olacaklardır. Hasan Basrî'nin dediği gibi: "Ölümden gayn bâtıla benze­yen bir gerçek görmedim. Çünkü ölüm çalmadık kapı bırakmamıştır. Genç yaşlı de­memiş alıp götürmüştür."

"Ama siz dünya hayatını üstün tutuyorsunuz. Oysa âhiret daha iyi ve daha sü­reklidir." (A'lâ: 16-17)

A'LA SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Sûresi'ni çok severdi." Ebu Ubeyd'in, Ebu Temim tarafından rivayet edildiğini tesbit ettiği bir hadiste de, Resulullah (s.a.v.) buna "Allah'ı tesbihi anlatan sûrelerin en faziletlisi." adını vermişti.

Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, Hakim ve Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) vitir namazının birinci rekatında , ikincide , üçüncüde İhlas ve Muavizeteyn sûrelerini okurdu." Tirmizî'nin dışında yine bunların Übeyy b. Ka'b'tan riv ayetlerinde Muavvizeteyn yoktur.

İbnü Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve İbnü Mâce Nu'man b. Beşir'in şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: "Resululah (s.a.v.) bayram namazlarında ve cuma günü ve sûrelerini okurdu. Eğer cumaya rastgelirse ikisini de okurdu."

Taberanî, Abdullah b. Hâris'in şöyle rivayet ettiğini yazar: "Resulullah (s.a.v.)'ın kıldığı son namaz akşamdır. Birinci rekatta yı, ikincide u okudu." demiştir.

Târık Sûresi'nin sonu, kâfirlerin tuzaklarına karşı ilâhî emir ile Resulullah (s.a.v.)'ın ilerde galip geleceği vaadini kapsıyordu. Bu sûrede "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." ile onu açıklığa kavuşturmak ve gerçekleşeceğini vurgulamak üzere öncelikle Rabbinin "Â'lâ" (en yüce) ismiyle gara nti vererek

şükür vazifesinin yerine getirilmesinin akışı içersinde onu tesbih etmeye davet için "Rabbinin yüce adını tesbih et." diye başlayacak ve bunun bayram yapılmaya değer bir müjde olduğuna işaretle beraber, ahiretin daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu ve dolayısıyla gerçek bayramın asıl o vakit olacağını anlatacaktır.

Âyetleri : İhtilafsız ondokuzdur.

Fâsılası : Yalnız harfidir.

Meâl-i Şerifi

1- Rabbinin yüce adını tesbih et.

2- Yaratıp düzene koyan O'dur.

3- Takdir edip hidayeti gösteren O'dur.

4- Otlağı çıkaran,

5- Sonra da onu karamsı bir sel köpüğü haline getiren O'dur.

6- Bundan böyle sana Kur'ân'ı okutacağız da unutmayacaksın.

7- Yalnız Allah'ın dilediği başkadır. Çünkü o açığı da bilir, gizliyi de.

8- Seni en kolay yola muvaffak kılacağız.

9- Onun için öğüt ver, eğer öğüt fayda verirse.

10- Saygısı olan öğüt alacaktır.

11- Pek bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.

12- O ki, en büyük ateşe girecektir.

13- Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır.

14- Doğrusu felaha ermiştir, temizlenen,

15- Rabbinin adını anıp namaz kılan.

16- Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.

17- Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

18- Kuşku suz bu ilk sahifelerde vardır,

19- İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde.

Rabbinin yüce ismini tesbih ederek onu noksan sıfatlardan uzak tut. Yani seni yetiştiren ve kâfirlerin tuzaklarını başlarına geçirecek olan Rabb'ın zatında her şeyden üstün, hepsinden yüksek ve yüce olduğu gibi, onun sıfat ve isimleri de bütün sıfatların, kendilerine isim oldukları varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği, en ulusudur.

Allah'ın güzel isimlerinden birisi de el-A'lâ ismidir. Onun için sen O'nun bütün isimlerini O'na layık olmayacak eksikliklerden tezih edip uzak tutarak O'nu tesbih et. Dolayısıyla O'nun zat ve sıfat olarak kendisine özgü olan Allah, Rahman, Hallâk, Rezzâk, Âlimu'l-gayb, Ekber ve Â'lâ gibi isimleri başkasına

vermek caiz olmayacağı gibi, onun fiil ve sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lugatte konuldukları ve diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla değil, onun yüce şanına layık olmayacak noksan izlerden soyutlayıp uzak tutarak, "Hiçbir şeye benzemeyen." (Şûrâ, 42/1 1) yüce zatına yaraşan şer'î bir mânâ ile düşünmek ve değersizliği ve küçümsemeyi hissettirecek hal ve durumlardan koruyup saygı ve hürmetle anmak gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî fiiller için söylenen isimler dahi Allah hakkında eks i klik lekelerinden uzak tutularak yüksek bir mânâda düşünülmelidir.

Kuşku yok ki önceki sûrenin sonunda "Onlar hile kuruyorlar. Ben de hilelerine karşılık vereceğim. Onun için sen kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı."(Târık, 86/15-17) buyrulması, bunun hemen peşinden burada "Rabb" isminin yüce olduğunun hatırlatılması, onun tuzaklarına karşılık kâfirlere mühlet vermesinde yücelik ve üstünlüğüyle peygambere olan vaadin gerçekleşip neticeleneceğine dair bir garanti vermedir.

Böyle Rabbini n en yüce ismini tesbih etmekle emir O'na karşı şükran vazifesine davettir. Şunu da unutmamak gerekir ki bir ismi noksanlıklardan uzak tutmak, o ismin sahibini noksanlıklardan daha çok uzak tutmak demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yücelik ve kutsiliği, i smin yüceliği ve nezihliği ile ifade olunur. Bundan dolayı burada bazıları besmelede geçtiği üzere "Seneye... Sonra Selam ismi sizin üzerinize olsun." mısrasında olduğu gibi "isim" lafzı mukham (kaynaştırma için fazladan zikredilmiş. Yani beyitte geçen " s elam ismi"nden maksat "selam"dır demiş, bazıları da isimden maksat ismin sahibidir demiştir. Bir kısım âlimler de, "isim ile ismin sahibi aynıdır" demiş iseler de hepsinin maksadı, ismin tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih edilmesi lazım geleceğini ve asıl maksat, sade lafzı değil, sıfat ve isimleriyle asıl onların sahibinin zatını tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır diye anlaşılması gerekir. Nitekim Zemahşeri de Keşşaf'ta "Yüce Allah'ın ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında sahih olmayan ce b r ve Allah'ı bir şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye götüren mânâlardan onu uzak tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı dışında bir maksatla anmaktan korunmaktır." demekle bunu demek istemiştir.

Ahmed, Ebu Davud, İbn Mâce ve daha başkaları Ukbe b. Âmiri Cühenî'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "O halde Rabb'ını yüce ismi ile tesbih et." (Vâkıa, 56/74, 96) âyeti indiğinde Resulullah (s. a.v.) bize buyurdu ki: "bunu rükularınızda yapın". Sonra âyeti inince de "on u secdelerinizde yapın" buyurdu. Bilindiği gibi rükûda secdede denir.

Yine İmam Ahmed, Ebu Davud, Taberanî ve Sünen'de Beyhakî İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir:

Resulullah (s.a.v.) yı okuduğu zaman, "Yüce Rabbimi noksanlıklardan tenzih ederim." derdi. Görülüyor ki bunlar sadece ismi noksanlıklardan tenzih değil, ismin sahibini tenzihtir. Bununla beraber ismin sahibini diyerek büyük, yüksek gibi noksanlıktan uzak isimlerle tenzihtir. Buna göre, "Rabbini yüce ismiyle tenzi h et."(Vâkıa, 56/74-96) denildiği gibi burada da "Rabbini yüce ismiyle tesbih et." denilmek daha açık olurdu. Buradaki "isim" kelimesi kaynaştırma maksadıyla fazladan zikredilmiştir diyenlerin maksadı budur. Lakin söylediğimiz gibi, Rabbin kendisini ten z ih etmenin kastedilmiş olduğu gibi isminin de tenzihi kastedilmiş olduğuna dikkat çekmek için buyrulmuştur. Burada "en yüce" tabiri Rabbin de ismin de sıfatı olabilir. "En yüce" sıfatı, sanki başka Rab ve isimler varmış da onları konu dışı bırakmak için zikredilmiş bir sıfat değil; açıklayıcı mahiyette söylenmiş bir sıfattır. Zira başka Rab yoktur. Gerçi Allah'ın isimleri çoktur ve aralarında mertebeler vardır. Mesela yüce yaratıcının zatının ismi olan Allah ismi hepsinden üstün ve hepsinin nitelikler i ni kendinde toplayıcıdır. "İsm-i A'zam" tabiri de vardır. Bu itibarla Azim (ulu), A'zam (en ulu), Aliyy (yüce), A'la (en yüce) gibi isimler hiç kuşkusuz vardır. Fakat ilâhî isimlerin hepsi esma-i hüsna (güzel isimler) olduğu için diğer isimlere göre hepsi en yücedir, noksanlıklardan uzak tutulması gerekir. Özellikle "A'la" ismi veya sıfatı da bu mânâyı ifade etmesi itibarıyla açıklayıcı mahiyette bir sıfattır. Bu nedenle "el-A'lâ", Rabb'a nazaran sıfat, isme nazaran onun atf-ı beyanı demek olur. Her iki du r umda da yükseklikten maksat mekanda yükseklik değil, kudret ve eserlerde, kuvvet ve hükümlerde en mükemmel olma mânâsında üstünlüktür.

TESBİH, söz ve fiille olur. Daha önce de geçtiği üzere namaz ve özellikle

nafile namaz mânâlarında da meşhur olmuştur. Sözlü tesbih, dil ile yapılan tenzih ve takdistir ki demek, bunu ifade eden özel bir isim olmuştur. Kullar tarafından fiilî tesbih, kalp ile Allah'ın bir ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak; fiilen de tesbihi ifade eden fiilleri yapmak suret i yle ibadettir ki namaz, mal ve bedenle cihad, fiil ile iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak bu cümledendir. "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin."(Rum, 30/17) âyetinde "namaz kılın" mânâsına olduğu geçmiştir. İsme izafetle n a maz mânâsına olduğu zaman "Rabbinin yüce ismiyle"(Vâkıa, 56/74, 96) gibi "bâ" edatı ile fiile bağlanması gerekir. Çünkü "Rabb'ının ismine namaz kıl." olmaz; "Rabbinin ismiyle namaz kıl." denilir. Burada da "el-Bahru'l-Muhit"te İbn Abbas'tan "Rabbinin y ü ce ismiyle namaz kıl!" mânâsına tefsir edilmiş olduğu ve "bâ" harf-i cerinin zikredilmemiş olduğu da nakledilmiştir. Lakin böyle olmadığı açıktır.

Alûsî'nin nakline göre İsâmuddin demiştir ki: İsimden maksadın "eser" olması da uzak değildir. "Yüce Rab binin eserlerini noksandan tenzih et." demek olur. Çünkü yüce Allah'ın eseri de ona delalet etmesi itibarıyla ismi gibidir. Bu durumda, yaratıkları yüce Allah'ın yaratığı olmaları nedeniyle ve "O Rahman'ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin."(Mü l k, 67/3) âyetine zıt olacak şekilde, ayıplamaktan men olmuş olur.

Alûsî'nin dediği gibi daha sonra gelen sıfatlarda bunu andıracak bir yön bulunmakla beraber, ismin bilinen mânâsını vermeye engel bir ipucu olmadığı halde hiçbir gerek yok iken yapılmış bir tevil gibi görünür. Bundan her şeyi asıl itibarıyla tenzih etmek gibi bir şirk mânâsı olduğu kuruntusuna düşmemelidir. Çünkü maksat yaratıkların kendilerine nazaran bizzat kendilerini noksanlıklardan uzak tutmak değil, açıklandığı üzere yüce Allah'ın yaratığı olmaları ve ona delalet etmeleri nedeniyle ayıptan, eksiklikten uzak tutmak olduğu ifade edilmiştir ki, bu da neticede yüce Allah'ın sıfatı olan yaratma fiilini ve delalet ettiği sıfatı noksanlıktan uzak tutmaya ve "Hiçbir şey yoktur ki onu h amdi ile tesbih etmesin..."(İsrâ, 17/44) mânâsına döner.

Âlemden onu yapıp yaratana, fiili sıfatlarından zati ve manevi sıfatlarına varırken zihnimizde meydana gelen "yaratıcı", "rab, "kudretli", "her şeyi bilen" ve benzeri mânâlarla zihnimizde oluşan şekiller de onun eseri olması itibarıyla

buna dahil olur ki "ilâhî isimler" dediğimiz de akıl ve nakilden edindiğimiz bu mânâlar ve kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın yaratıcısını gösterme yönü yani "Kendisine bakılarak yaratıcısının varlığı anlaşılan." âlemin delalet yönü olan ilmi suretler, hem de yüce yaratıcının bize azamet ve ikram ifade eden eseri ve âyetleri demek olan yönüdür ki, biz Allah'ı bunlarla hepsinin ötesinde tanırız. "Aklına ne gelirse Allah ondan başkadır." Buna göre isim, sadece i lk konulmuş olduğu mânâya delalet eden bir lafızdan ibaret değil, ismin sahibine de aklen bir delalet yönü bulunan mânâ ve nisbetlere uygun olarak "Yaratıcının varlığının bilindiği şey" mânâsını da içine alacak şekilde kullanılmış oluyor. Bundan dolayı Ş e yh Muhammed Abduh İsam'ın bu fikrini şu şekilde ifade ederek biricik bir mânâ gibi göstermiş ve demiştir ki:

"Bu gibi âyetlerde Allah'ın ismi "onu tanımaya sebep olan"dır. Allah ise bize sıfatlarıyla tanınır. Bizim zihinlerimiz onu ancak "herşeyi bilen", "herşeye gücü yeten", "hikmet sahibi" diye yaratmasında bakışımızın bizi kendisine delalet ve vicdanımızın hidayet ettiği şekilde tanır. Rahmân Sûresi'nde "Rabb'ının celal ve ikram sahibi olan adı çok yücedir."(Rahmân, 55/78) diye nitelenen isim de budur. Bu "İsmin sahibinin tanınmasına sebep olan şey" mânâsına isim "Celal ve ikram sahibi olan Rabb'ının yüzü bakidir."(Rahmân, 55/27) âyetindeki "yüz"dür. Çünkü yüz, "sahibinin kendisiyle tanındığı şey"dir. Hatta yüz sahibi, ancak yüzüyle tanınır. "Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) âyetinde anılan isimler de bu mânâdaki isimdendir ki eşyanın kendisiyle tanındığı resimleri demektir.

Bu yoruma göre Allah'ın ismi de, zihinlerimizin Allah'a yönelmesi ne ile mümkün oluyorsa odur. Allah bize bu ismi tesbih etmemizi emrediyor. Yani O'nu yaratılanlara benzemek, yahut onlardan birinde aynen ortaya çıkmak, yahut ortak veya çocuk edinmek veya bunlara benzer bir kusuru bulunmaktan uzak tutmamızı emrediyor. Biz ona akıllarımızı ancak şöyle yöneltebiliriz: O herşeyin yaratıcısıdır. İlmi, varlıkların bütün inceliklerini kuşatmıştır... Nitekim "O, yaratan ve düzene koyandır." (A'lâ, 87/2) buyrulur. Bizim onu böyle bütün varlıkları yaratmış, mevcut kılmış ve düzene koymuş, takdir ve hidayet e tmiş olmak gibi niteliklerle tanımamız gerekir.

Görülüyor ki ismi bu tarif ve izahı İsam'ın "eser" mânâsıyla açıklayarak, "Çünkü Allah'ın eseri, isim gibi onun varlığına delalet etmektedir." dediği mânâ üzerinde bir intikal adımı mânâsını taşıyan bir tariftir ki, bunun özeti, isimde muteber olan asıl mânâyı akli ve tabii delalet ile genelleştirmektir. Dolayısıyla bu bir mecazi mânâ olur. Bizzat âlemi noksanlıklardan uzak tutmak gibi bir mânânın bulunduğu vehmine kapılmamak ve tenzihte gözetilen itib a ri kayıt iyi düşünülmek şartıyla bu aslında doğru bir mânâdır. Bunu caiz kılan bir karine (ipucu) vardır. Ancak ilâhî isimlerin vahye dayalı olması esası ve zahiri mânâyı göz önüne almamak için hakiki mânânın verilmesine engel bir karinenin varlığı açık o l maması dikkate alınırsa mecazî mânâyı vermek uzak olur. Şu kadar var ki bunda, ismin sahibine delaleti bir mânâ vasıtasıyla olan fiil ve sıfat isimlerinin, bu delalet yönlerini izah etme faydası vardır. Sofiyye anlayışında da sıfatlar zatın, isimler sıfat l arın, eserler isimlerin netice ve gereği olan hükümleri olduğuna göre, eserler isimlerin kendisi değil, hükümleridir. İsam'ın buna "isim gibi delalet eder" demesi de, gerçekte isim olmadığını göstermektedir. Mesela, yaratılmış olan, eser; yaratan, isim; y a ratmak, sıfat; bu isim ve sıfatla nitelenmiş olan Hakk'ın zâtı da, nitelenen ve isimlendirilen yüce zattır. Bu isim ve sıfatların tenzih edilmesi ile asıl tenzihi istenen odur, eserlerin kendisi değildir. Tenzih'in mânâsı da, dediğimiz gibi, bu isimleri v e sıfatları eserlerin ve yaratılmışların imkan dahilinde olan durumlarından soyutlayarak hepsinden üstün tutmak ve şirke sapan veya Allah'ı yarattıklarına benzeterek tarif eden inkârcıların yaptığı gibi onlara Allah'a layık olmayan bir mânâ karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksat zatın kendisini noksanlıklardan uzak tutmak olduğu halde doğrudan doğruya bu emredilmeyip de ismin noksanlıklardan uzak tutulmasının emredilmesi, sözlü tesbih bakımından, zatın noksanlıklardan uzak tutulması ancak ismin uzak tutulm a sıyla ifade olunabileceğinden; fiilî tesbih bakımından da gerçek zatın bizim dünyada akıl ve zihinlerimizin doğrudan doğruya yönelip idrak etmesinden çok yüksek ve bizim ona yönelip kendisini tanımamızın ancak sıfatlarını gösteren isimler veya eserler ile olabileceğinden dolayı demek olur. Gerçi Allah'ın görülebileceği görüşünde olan Ehl-i Sünnet'e göre zatın tecelli etmesi dahi caiz demek ise de, o ahirette olacaktır. Sûrenin sonunda "Doğrusu temizlenen ve Rabbinin ismini anıp da namaz kılan felah buldu." buyrulması tesbihin sözlü ve fiilîden daha genel olduğunu anlatır. Sonra "Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." buyrulması da ahirette olacak tecellilerin en mükemmel tecelliler olduğunu gösterir.

Biz bu konuyu şöyle özetlemek istiyoruz:

İsim "Sahibinin kendisiyle tanındığı şey" mânâsıyla, lafzî, aklî, tabiî delaletlerin hepsinden daha kapsamlı olarak zihinlerimizin müessir (etkin) zata yönelmesine sebep olan ve bizde ona dair bir tanıma yönü ifade etmek üzere birtakım zihinsel şekiller ve mânâlar meydana getiren bütün sıfat ve eserleri dahi kapsayabilirse de mantık ve psikolojide bilindiği üzere bizim idrak ve tasavvurlarımızı ifade eden kavramların en açık ve en sağlam olanları lafzî ve kelâmî suretlerle ifade edilip ulaştırılabilen kavramlar olması nedeniyle isim denildiği zaman bundan tam anlamıyla akla ilk gelen hakikat, bize bu isimlerin sahiplerini lisanî suretler giydirerek gerek özel isim, gerekse sıfatlar halinde ifade eden isimler ve sıfatlardır. Gerçekte "Kâinat satırlarını inceleyip bir düşün. Çünkü onlar yüce âlemden sana gönderilmiş kitapçıklardır." meşhur sözü gereğince kâinat satırlarının hangisi incelenip üzerinde düşünülse, bize yüce âlemden gönderilmiş birer mektup oldukları anlaşılır. Fakat bunların birer kitap ç ık ve mektup olabilmeleri sade bilincimize ilişmeleriyle değil, bilincimizde giyinmiş oldukları kelâmî suretler iledir ki bu kavramlar onların söylenilmiş ve delil olarak gösterilmiş şekilleridir. Onun için burada "Rabbinin ismi"nden maksat, gerek zat i s mi gerekse sıfat ismi olarak yüce Allah'ın zat ve sıfatlarını göstermek için söylenilecek, düşünülecek olan lisanî isimler olmak gayet açıktır ve ilk akla gelen de budur. Bunların en güzelleri de kitap ve sünnette gelen "esma-i hüsna"dır. Bu nedenle bunlar nakle bağlı olan lisanî ve şer'î özellikler taşıdığı gibi mânâ ve kavramları itibarıyla aklî özellikler taşımaktadır.

Bu sebeple burada tesbih etme ve noksanlıklardan uzak tutma emrinin yönüne işaret olmak üzere "senin en yüce Rabbin" ismi hatırlatılmış; sonra da bu rablık ve yüceliğin açıklanması ve isbatı için şu sıfatlarla nitelenmiştir:

2. Yaratan rabbin. O, her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyden önce yaratma fiili, yaratıcı olma sıfatı, yaratıcı isim ve sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki yaratan Hâlık, yaratılan mahluktan yüksek ve üstündür. Allah, yaratılanlarda bulunan imkan, sonradan olma ve bir illete ihtiyaç duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır. Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmışı isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının is m ini her şeyden üstün tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır.

"En yüce" kelimesi Rabb'in sıfatı olduğuna göre, bu ile başlayan

mevsul (bağ cümle)leri de Rabbin sıfatıdır. Fakat "el-â'lâ", ismin sıfatı veya açıklaması olduğuna göre ki, daha açık olan budur, bunun da isme sıfat olması gerekir. Yoksa Rabb ile sıfatı arası ayrılmış olur. Bu ise nahiv bakımından caiz değildir. Oysa "yaratma", ismin fiili değil, ismi taşıyanın fiili olduğu için isme sıfat olması akla uygun olmaz. B u durumda 'nin sıfat olmayıp takdirinde, mukadder bir soruya cevap olan bir başlangıç cümlesi olması daha uygun olur. Bununla beraber yaratma doğrudan doğruya zatın gereği olmayıp "Tekvin" sıfatının gereği olması nedeniyle yaratıcı isminin hükmü olmasın a dayanarak yaratmanın isim üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Nitekim Ehl-i Sünnet "âlimün biilmihi" (ilmiyle bilen), "kadirun bi kudretihi" (kudretiyle güçlü,) "müridun biirâdetihi" (iradesiyle irade eden), "mütekellimün bikelamihi" (kelâ m ıyla konuşan), "hâlikun bir sıfatihi ve fi'lihi" (sıfatı ve fiili ile yaratıcı) demekle; Sofiyye de "eserler ve hükümler, isimlerin gereğidir" demekle bu nükteye işaret etmişlerdir.

Evet, o yaratıcı yarattı da düzeltti, yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koyup düzgünleştirdi. Sâdece basit bir yaratma ile bırakmadı, birçok yaratışlar yaptı. Onları bir düzen ile doğrultup düzeltti. Bu da Rabb isminin gereği olan Rabliğin hükmüdür. Bundan dolayı onun bir ismi de "Rabb-i âdil" (Âdil Rabb)dir. K u şku yok ki Rab, kuldan üstün ve yücedir.

3. Şu da Rablık durumunun bir ayrıntısıdır: Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı her şeye "Allah her şeye bir kader verdi." sözüne uygun olarak ilim ve iradesiyle bir kader tayin etti. Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde, sıfatlarında, fiillerinde, ecellerinde birtakım özelliklerle birer sınır ve miktar tahsis etti. Mümkün olma tabiatında hep bir ve eşit olan eşyadan herbirini var olma hususunda diğerinden bir miktar ile ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler ile türlere ayıran, kayıt ve sınır altına alan birer biçim takdir etti de ona göre herbirini, kendilerinden tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya çıkacak özelliklerle kendileri dışında ortaya çıkacak özellikler arasında ulaşacakla r ı yaratılış gayesine doğru yöneltti. Ona göre tesirler, meyiller ve ilhamlar yaratarak, deliller ortaya koyarak, âyetler indirerek, niçin yaratılmışlarsa o miktara müyesser kılmak üzere yoluna koydu. Rablık hükmüyle terbiye sayesinde başlangıçtan sona, dü n yadan ahirete doğru her birini yetiştireceği netice ve akibete ulaştırmak veya buna giden yolu göstermektedir. Bu arada insana da akıl ve din hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve özel muhatap olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zatına nebilik ve resu l lüğü takdir edip hidayet ve başarı ihsan etmiştir.

Gök cisimlerinin birbirleri etrafında yörüngelerindeki seyir ve hareketleri ve yalın şeylerden bileşik şeylere doğru cisimlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların durumları tetkik edilip incelenirse her birinde akıllara hayret veren ve nakil ve ifade edilemiyecek kadar derin, ne kadar ince ne kadar büyük ilim ve kudret ile irade ve hidayet tecellileri görünür. Bilhassa insana özgü olan içte ve dışta bulunan hidayet türleri, özellikle akıl ve din h i dayeti ise onların kat kat derecelerle üstündedir. Bununla beraber hiçbiri takdirsiz olmadığı gibi, hiçbiri de miktarsız, sınırsız değildir. Hepsi nicelik kanunlarının hükmü altında özel miktarlarla sınırlıdır. Hiçbirinde sonsuz külli bir kudret yoktur. O ancak onları takdir edip yollarına koyan takdir edici, yol gösterici, her şeyi bilen güçlü varlığın sanatı ve onun Rab'lık şanıdır. Hiç kuşku yok ki bu takdir ve hidayeti yapan ilâhî kudret ve ilim, hidayete muhtaç olan ve özel miktarlarla kayıtlı bulunan takdir edilmiş varlıkların hepsinden yüce ve üstündür. Bazıları burada "hidayet"i, akıl ve din hidayeti gibi insana mahsus olan hidayet ve irşat ile, bazıları da bütün canlılara ait olmak üzere yaşadıkları süre içinde kendilerine göre ihtiyaç duyacakları y iyecekler ve yaşamanın gereği olan diğer şeylerin takdiriyle onlardan faydalanma yollarını tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre organsal vazifelerini yerine getirtmek mânâsıyla canlılarla ilgili ilhamlar ve içgüdü ile tef s ir etmişlerse de doğrusu insanlara ait olan ve özellikle Resulullah (s.a.v.)'a ait bulunan hidayet ve yol gösterme, bunun en yüksek misali ve asıl söylenme gayesi olmakla beraber hidayet etti sözünün herhangi bir kayıtla kayıtlanmadan mutlak bırakılması n dan açıkça anlaşılan, "Her şeye hilkatini verdi ve sonra da doğruya giden yolu gösterdi."(Tâhâ, 20/50) âyetinde olduğu gibi her şeyi gerek tabii ve gerek isteğe bağlı surette yaratılış gayesine yöneltmek mânâsıyla her şeyi kapsamı içine almaktır. Öyle k i, bir kürenin diğerine doğru eksen veya yörüngesinde dönmesi, bir parçanın diğer bir parçaya doğru çekilmesi, bir gazın genleşmesi ve büzülmesi, bir taşın yere düşmesi, bir madenin billurlaşması, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün oksijen ile yanması, b i r zerrenin organ olmaya sevki, bir hücrenin bir hücreyi döllemesi gibi olayların meydana gelmesi de hep bu "hidayet" sözünün ifade ettiği mânâya dahildir. "Takdir etti" sözü, bütün yaratılmışları zatlarında ve sıfatlarında her birinin özelliklerine göre t akdir etti mânâsını kapsar. Gökler ve yer, yıldızlar ve unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan her birine cüsse ve irilikte birer özel miktar, yine her birine kalma hususunda özel bir müddet ve sıfat ve renklerden, tat ve kokulardan,

vaziye t ve durumlardan, güzellik ve çirkinlikten, mutluluk ve bedbahtlıktan, hidayet ve sapıklıktan belli bir miktar takdir edip "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat biz onu sadece bilinen bir miktar ile indiririz."(Hıcr, 15/21) buyurd u ğu gibi belli ve özel bir kader ile sınırlayıp özelleştirmiştir ki, bu mânâda yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler dahildir. Onun için bunu tefsir etmek ve ayrıntılarına girmek için ciltlerce yazı yazılsa yetmez, her biri n i gözlem sahasında incelemek gerekir. Bununla beraber Allah katında belli olan o kaderin sırrı bizim için ortaya çıkmadan önce tamamen belli de olmaz. Sonra "hidayet etti" şunu gösterir ki: Mümkün olma tabiatına nazaran herşey, var olma veya olmama husu s unda her özelliğe elverişli olmakla beraber, yaratıcının takdir etmesi ve özellik vermesiyle, var olma hususunda her tabiat özel bir kuvvete sahip olmaya hazır ve müsait kılınmıştır. Her kuvvet ancak belli fiillere elverişli olmuştur. Tabiatta "ritim ve h areketsizlik" kanunu diye ifade olunan mümkün olma tabiatına göre bir cisim sonsuz sayıda hareket yapmaya elverişli varsayılırken cisimlerin sonlu ve sınırlı hareketler içinde varlıklarının tükenip tabiatlerinin sona erdiğini görürüz ki bu, işte yaratıcı n ın o tabiate ayırdığı belli bir kader, belli bir kabiliyettir. Her biri belli bir fiile kaynak olan bu özel kavvetlerin o cüzler, uzuvlar ve cisimlerde yaratılmasıyla göreceği işin tamamlanması için özel gayelerine yönetilmesi de o takdir dairesinde öze l bir hidayettir. Bütün bunların üzerinde takdir edici ve hidayet edici olarak hükmünü sürdüren ilâhî kudretin hepsinden yüksek olduğu açık bulunmakla onun yüce ismi bunlardaki sınırlılık ve eksiklik lekelerinden uzak tutulmalı ve dolayısıyla onun emri ve tedbirinin kâfirlerin tuzaklarına üstün geleceğinde şüphe edilmemelidir.

4. O yaratma ve düzene koyma, takdir ve hidayet etme şahitleri ile beraber şu nitelik de buna özellikle şahittir: Otlağı çıkaran odur. Nâziât Sûresi'nde, "Ondan (yerden) yerin suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için"(Nâziat, 79/31-33) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanlarının faydalanıp yararlanması için güdek ve yaylım yeri olan o merayı; o otlakla, o yaylalar, çiftlikler, b ahçeler, ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve meyveleri ilâhî kudreti ile taptaze yetiştirip çıkardı.

5. Sonra da onu kapkara bir sel köpüğüne çevirdi, gübre ve kömür haline getirdi ki bunların en belirgin kabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir. İşte hakka karşı tuzak kurma peşinde koşan kâfirlerin ve insanlğın

bedensel zevklerinden öte kıymet ve değerini tanımayan bedbahtların sonu da bundan daha kötü olarak, aşağıda geleceği gibi sonsuz büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ibarett ir.

Kusma ve kay etme mânâlarıyla ilgili olan GUSÂ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına göre, sel suyunun otlaklardaki otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışımlara denir ki, bunu "sel kusuğu" ifadesiyle terceme etmeyi uygun buldum. Alûsî'nin "Mecma"dan nakline göre aslı, perakende cinslerden karışık şeylerdir. Araplar, perakende kabilelerden toplanmış olan kavme "ahlât" ve "ğusâ" derler.

EHVÂ; karamsı, esmer, koyu yeşil, isli, duru renklere denir. Burada siyah veya esmer veya yeşil mânâlarıyla tefsir edilmiştir. Birinci ve ikincide "ğusâ" nın sıfatı, üçüncü de ise mer'ânın yerini tutan "onu yaptı" cümlesindeki "o" zamirinden hâl olması düşünülmüştür ki, kapkara v e ya esmer bir sel kusuğuna çevirdi, yahut yemyeşil iken bir sel kusuğuna çevirdi demek olur.

Burada biri kısa ve toplu, diğeri ayrıntılı iki göz atma ve düşünce vardır:

BİRİNCİSİ, otlaklardaki yeşil bitkilerin kuruyup dökülerek veya hayvanlar tarafından yenilip çıkarılarak sel sularının süpürüp sürükleyeceği gübre ve tortular haline getirilmesidir ki, o zaman kömür gibi siyah veya esmer, yanabilir nitelikte bir madde olur kalır.

İKİNCİSİ, yerküre katmanları ve maden ilimlerinde bahsedildiği üzere karbon (kömür) teşekküllerine ait "turp" denilen yanabilir madde ile taşkömürlerinin oluşum şekillerine işaret olmasıdır ki, her iki şekilde insanlığı sırf maddi ve hayvani, bedenden ibaret kabul eden ve bütün zevklerini "Kâfirler ise zevklerine ba k arlar ve hayvanlar gibi yiyip içerler."(Muhammed, 47/12) buyrulduğu üzere hayvan gibi yiyip içip bedenî arzularını elde etmede arayanların sonlarına dikkat nazarlarını çekmek vardır.

"Keşfu'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye"de bu âyetin tefsiri ile ilgili olmak üzere yerküre katmanlarıyla uğraşan âlimlerin taşkömürü hakkındaki inceleme ve keşiflerinden bahsederek der ki:

Günlük gazlı arazi yüzeyi üzerindeki boşluklarda ve az meyilli vadilerde ve bataklık olan engin yerlerde bitkilerden birtakım tortular oluşur ki bunlar

çözüldükçe onlardan yanabilir bir cisim meydana gelir. Bu çöküntü ve tortular ancak özel durumlarda oluşur. Akarsularda ve derin havzalarda ve suyu bazı zamanlar kuruyan yerlerde oluşmaz. Bu cisme turp ismi verilir. Bunun oluşum u özellikle suda devamlı gömülü duran nebatat-ı haleviyyenin (tohumsuz ve yapraksız küçük bitkilerin) üst üste birikmesinden kaynaklanır. Bunlar diğer çeşitli su bitkileri gibi hızla çoğalırlar. Bu tortuların asıl hamuru, yani su bitkilerinin hepsini kuşa t an madde onlardan oluşur. Bazan da nehir sularının çektiği bir çok bitki de onlara katılıp çözülmelerine yardım eder ve çok kere bunların farklı derinliklerinde, özellikle aşağı kısımlarına doğru gömülmüş büyük ağaçlar bulunur. Tortunun oluştuğu kum ve k u ru balçık üzerinde yığılmış olurlar. Bazan da bu ağaçlar dikey vaziyette olurlar. Çoğu zaman da yerlerinde turpun oluştuğu o yerin engininde sabitleştirilmiş köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Bazan bu ağaçlar turpun oluşumundan önce sabit oldukları yerde gömülmüş tam ormanlardan çıkıyor gibi bir düzeye bırakılmış bir durumda çok sayıda olur. Bunlar asrımızın bitkilerine nisbet olunur zamklı sakızlı (reçine) ve meşe ağacı türleridir. Bazan da kuşdili türünden olurlar. Reçine türü ağaçlar aşağı yukarı tabiî hallerinde kalırlar. Çünkü bunlar sertliklerini korurlar. Fakat kurumuş ve tuz haline gelmiş olmakla kararmışlardır. Turpun oluştuğu sahalarda sığır boynuzları, deve kemikleri gibi memeli hayvanların kalıntıları da bulunur. Turpun oluştuğu sahalar farklı arazi türleri üzerinde birikip yığılırlar. Bazan da billurlaşmış arazi üzerinde toplanırlar ve her halde kum veya balçık tortuları ile başlamamış olması nadirdir. Turpu oluşturan maddelerden bazılarında öyle bitki kalıntıları bulunur ki, birbiri üz e rine yığılmış muhtelif kalınlıkta bir tek kütle olmuş, altta kalan parçasına doğru daha çok kararmış ve giriftleşmişti. Bazısında da bibirinden ayrılmış tabakalar şeklindedir. Bunlar kendilerini örten sıra sıra tortulardan oluşmuş, farklı kalınlıklarda to r tularla ayrılmışlardır. Bu tortular da kumdan ve alçı yahut kuru balçık, yumuşak taştan oluşmuştur. Birçok tatlı su kavkılarını ve ırmak sularının çektiği kara kavkılarını içerir.

Çok kere turpun yüzeyi sularla örtülüdür. Bazan da rutubet ve neme uygu n farklı bitkiler biten bir arz ile örtülü olur. Yukarıda turpun, ancak derinliği az suların altında oluştuğunu söylemiştik. Fakat çok kalın turp tortularıda vardır. Bunlar özel durumlarda oluşmuşlardır. Bu tortuların bulunduğu yerlerde, büyük bir ihtimal l e, oluşumları sırasında ardarda düşme ve inmeler olmuştur. Buna delil turp içindeki toprak bitkilerinin tabakaları ve turpu oluşturan maddelerin sahasında yerlerine yıkılmış ormanlar gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle hallerdir ki o toprağa bir zaman ku r uluk arız olmuş, sonra diğer bir zaman sularla

örtülmüş ve bu minval üzere devam etmiş demektir. Turp maddelerinin toprak yüzeyi üzerinde yayılmaları çoktur. Onun için bütün yüksekliklerde arzın değişik boşluklarını işgal ederek farklı genişlikte havzalara ayrılmış olur. Bir kısmı Alp Dağları'nda olduğu gibi dağ başlarında ve Fransa'nın merkezinde ve benzeri yerlerde olduğu gibi yüksek dağ yüzeylerinde bulunur. Engin ovalarda da çok miktarda bulunur. Hatta Prusya'da ve Hollanda'da olduğu gibi büyük genişli kleri kaplar.

Turpun çoğu nehir bitkilerinden oluştuğu gibi bazısı da denizlere bitişik bataklıklarda oluşur. Buralarda Turp tortuları su yosunu türlerinden ve deniz bitkilerinden oluşur. Nitekim okyanusun kumluk sahillerinde böyledir. Bazan da dağlar üzerinde bitki yapraklarından ve nemli vadilerin diplerinde birikip yığılan değişik kalıntılardan geçici tortular hasıl olur. Bundan iyi olmayan bir turp çıkar. Yakmak için kullanılması mümkün olmaz.

TAŞKÖMÜRÜ: Yerkürenin içinde bulunan kömür tortula rının, turp gibi birbiri üzerine yığılmış bitkilerden teşekkül ettiğinde şüphe edilmiyor. Bunun delili o kömürde ve turpta büyük büyüteçlerle görülebilen kalıntılar ve aynı şekilde bitişiğindeki çamur maddelerde bulunan saplar ve çok sayıda yapraklardır. J eologların bu meselede görüşleri birdir. Ancak bu yığılma ve birikimin nasıl olduğu hakkında fikir birliğine varamamışlardır. Bazıları şöyle der:

Kömür tortuları nehir sularının yahut daha önce bazı yerlerde mevcut olan denizlerin dalgalarının getirdiği büyük kütlede bitkilerin gömülmesinden oluşmuştur.

Bazıları da şöyle der:

Bu tortuların çoğu, açık olan arzın havuzu andırır çukurlarında oluyor. Su ağızları da ona komşu bitki kalıntılarını sevk etmiş olur.

Birinci görüş reddedilmiştir. Çünkü bu durumda bazı ülkelerde bulunan tabakalar gibi cidden kalın kömür tabakalarının oluşması için suların getirdiği büyük kütleli bitkilerin büyük bir yüksekliği bulunması gerekir. Yani kalınlğı bir buçuk yahut üç yahut kırk zira' olan kömür tabakala r ı kırk veya yetmişbeş veya yüzyirmi zira' kalınlığında ağaç tabakası gerektirir. Bunu ise akıl kabul edemez. Çünkü bu tabakalar ne nehirlerin yüzeyi üzerinde ne de denizlerin birçoğunun yüzeyi üzerinde yüzmez.

İkinci görüşte ise bir zorluk yoktur. Bu ancak taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için lazım gelen bir zamanın geçmesini gerektirir.

Görünüşte bu zaman cidden uzun olmuştur. Çağımıza kadar kalmış eski ormanlarda bir yılda oluşan karbon miktarı hakkında bazıları şöyle demiştir: Bundan her asırda kalınlığı yüzde bir buçuk bir kömür tabakası oluşur. Fakat hayvanların oluşmasından evvel eski zamanda hava boşluğu birtakım buharlarla dolu idi. Bundan cidden kuvvetli bir bitki olmuştu. Arzın içinden de yukarı birçok karbonik asit çıkıyordu. Bu nedenle bitkilerin içinde karbon hızla yerleşebiliyordu. Hem oluşması uzun zaman gerektiren sadece taşkömürü tortuları değildir. Tortuların hepsi böyledir. Cidden büyük kalınlık kazanmış olan kavkılı ve alçılı taş tortularının oluşması bir ç ok asrın geçmesini gerektirir. Kömür tortularını turpa benzetenlerin görüşü şununla da desteklenmiştir: Gerek taşkömüründe ve gerek turpta büyük büyüteçlerle birçok çiçeği saklı nebatat-ı haleviyye kalıntısı keşfediliyor. Aynı şekilde yerkürede kökleriyle, dikili ağaçlarla ve onların şist-i fahmîde saklı yapraklarıyla desteklenmiş, aynı şekilde değişik genişlikteki havzalarda birbirlerinden ayrı olarak bulunmalarıyla da desteklenmiştir. Bütün bu durumlar açık, yerkürenin çukurlarında oluşmuş birtakım batak l ıkların olduğunu gösterir.

Sırası gelmişken bu konudaki fikir ve düşünceleri biraz daha açalım:

Kur'ân'dan da anlaşıldığı üzere Arz, başlangıçta düz bir şekilde idi, dağlar yoktu, sularla gömülü olup sabit değil, çalkantılı idi. Sonra burada bitkilerden bazı türler bulundu. O zamana ait bitkilerin şekilleri zamanımızdaki bitkilerin şekillerine benzemiyordu. Yosun familyasından ve kükürtlü bitki familyasından idi ki bunlar çiçekleri gizli, terkipleri basit bitkilerdir. Fakat ilk yaratılışlarında k ü tleleri büyük ve sayıları çoktu. Bu bitkilerden kömür Arz'ı oluşmuştur. Yanabilen bu cevher hayvanların oluşmasından evvel eski zamanlarda bulunan bitkilerden hasıl olmuştur. Sonra dağların oluşması nedeniyle Arz'ın büyük derinliklerinde gömülü kalınca ta b ii durumu ve şekli türlere ayrıldıktan sonra zamanımıza kadar kalmış ve bazı unsurlarını kaybedince zift ve katranlı maddeler içirilmiş bir kömür haline gelmiştir ki bu maddeler bitkisel maddelerde meydana gelen ağır çözülmelerden hasıl olmuştur. Bu şekil d e anlaşılıyor ki mutfaklarda, fırınlarda, sobalarda, buhar makineleri ve diğer yerlerde kullanılan

ve havagazı üretilen taşkömürü ormanların oluştuğu bitki maddesinden ibarettir. Bu madde eski zamanlarda bataklıklarda bitmiştir. Kömür devri bitkilerinin başlıca niteliği, vaktiyle yerküreyi tamamıyla örtmekte bulunan bitkiler gibi büyük olmasıdır. Zira hava boşluğu o vakit çok hararetli ve çok nemli idi. Onun için kömür devri bitkilerinin nisbet olunduğu cinsler şimdi ancak sıcak ülkelerde yaşıyabiliyor. B u kazı bitkilerinin büyük gelişmesi gösteriyor ki hava boşluğu o vakit nem ile dolu idi ve bu sıcaklık derecesi arzların hepsinde bir idi. Yok olmuş olan bitki türlerinin gelişme derecesi bir ve bunların Ekvator dairesinde de Kutup dairesinde de bulunduğu g özlemle bilinmiş olduğu için bundan şu netice çıkarılır ki, Arz'ın üçüncü devri olan o zamanda her tarafta ısı derecesi eşit idi. Bütün kürede ancak bir çap vardı. O zaman ki bitkilerin enteresan vasfı, harikulade olan gelişmeleridir. Eğrelti otu türleri k i zamanımızda ondan ancak soğuk ülkelerde otsu türde kalmış bitkiler biter. O vakit ondan şimdiki katran ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar oluşuyordu. Bitkisel kükürt de böyledir. Zamanımızda yüksekliği bir zira iken, eskiden yüksekliği otuzüç, kırk z ira'a kadar varıyor, çapı da birbuçuk zira oluyordu. İşte kömür devrindeki geniş ormanlar bu yüksek ağaçlardan oluşuyor ve bunlar yeryüzünü kutuptan kutba tamamen örtüyordu.

Kömür zamanını açıklamak için bu zamanı ikiye ayırmak gerekir:

Birincisi, alçılı kömür taşı müddetidir ki bunda önemli deniz tortuları ortaya çıkmıştır. İkincisi de kömür müddetidir. İşte alçılı kömürün oluşması bu iki müddette ve özellikle ikinci müddette meydana gelmiştir.

Önce, alçılı kömür taşı müddeti: Adaları örtmekte bulunan ğrelti otu türünde bitkiler, yahut at kuyruğu, yahut bitkisel kükürt yahut konik türü bitkiler familyasına benzer iki çenekli bitkiler türünden imiş. Halka yapraklı türleri ve geride kırıntı bırakan bitki türleri iki çenekli bitki türleri ola r ak bitmiş ve nesli kesilmiş familyalara nisbet olunuyorlar. İran kamışı türünden büyük yükseklikte bitkiler bu müddette çokmuş ve bu ağaçlardan her birinin uzunluğu onüç ziradan onbeş zira'a kadar olurmuş.

İkinci olarak kömür müddeti: Bu müddetin özelliği arzı örten enteresan bitkilerin çok oluşudur. O zaman bitkiler gelişmede birbirlerine benziyordu. Kömür devri bitkileri zamanımızdaki bitkilerden tamamen farklıdır. Kömür devrine ait hayati ve geçici durumlardan o asli bitkilerin diğerlerinden ayrıldığı nitelikler bilinir. Devamlı yağmurlar, şiddetli ısı, devamlı sisle kapalı hafif ışık, işte bunlardan özel bitki ortaya çıkıyormuş ki zamanımızda ona benzer bitkinin

oluşması mümkün olmuyor. Bununla beraber o zamanın bitkisini hayalde canlandırmak isteyince senenin üçyüz günü yağmur düşen ve güneşi devamlı bir sis ile kaplı bulunan bazı adaları ve sahilleri düşünmek gerektir ki, öyle adanın bitkisinden, kömür çağında yerküreyi örten bitkiler aşağı yukarı göz önünde canlandırılabilir. O adada sivri uçl u ağaç türünden ormanlar oluşuyor ki gölgesinde sivri uçlu ot türleri, bataklıklı arz üstünde bir zira'a kadar gelişip yükseliyorlar. Onların altında da birçok gizli küçük bitkiler bitiyor. İşte bu bitkilerin şekli, o kömür çağındaki bitkiler gibidir. Bu b itkilerin, dediğimiz gibi, cinsleri azdır. Fakat o az familyalar birçok türleri içeriyordu. Avrupa'da kömürlü araziden kazılan sivri uçlu ağaç türleri ikiyüzellidir. Oysa şu anda Avrupa'da biten bu tür ağaçların adedi ancak elli neviye ulaşıyor. Çıplak to h umlu ikiçenekli bitkilerin sayısı da tür olarak yüzyirmiden fazladır. Oysa şu anda yaşayan yirmibeş türdür.

TAŞKÖMÜRÜ NASIL OLUŞUR?

Taş kömürünün, uzun süre arzda kalan bitkilerdeki cüz'î çözülmenin neticesinden ibaret olduğunu ve jeoloji âlimlerinin bu görüşte birleştiklerini söylemiştik. Gerçekte taşkömürü madenlerinde bu bitkilerin kalıntısı çok kere gözleniyor ve kömürlü arazi onların kökleri ve yaprakları ile kendini gösteriyor. Çok kez taşkömürü tabakalarında büyük ağaçların köklerini de bu l muşlardır.

İhtimal ki taşkömürünün Arz'ın içinde varlığı, uzaktan gelmiş bitkilerin püskürmesinden çıkmış; bunları nehirler yahut denizler sürüklemiş, büyük kasırgalar gibi yüzeyleri üzerinde yüzdürmüş getirmiş, sonra çeşitli yerlerde durmuş, sonra da birtakım arazi ile neftlenmiştir. Yine ihtimal ki, onun oluştuğu bitkiler, yerlerinde yaratılmış ve gelişmiş de sular vasıtasıyla başka bir yere nakledilmemiştir. Bu durumda kaynak yaratılmış sonra bulduğumuz yerlerinde ölmüş bitkiler kütlesinin çözülme sidir.

Yukarıda geçtiği gibi, önceki ihtimal uzak, ikinci ihtimal akla yakındır. Zira bunda taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için gerekli olan zamandan başka bir şey lazım gelmez. Kömürlü arazi tabakalarının paralelliği ve onda ince parça kalıplarının korunması gösteriyor ki tabakalar tam bir sükunetle oluşmuştur. Bundan şu netice çıkar ki: Taşkömürü, bitkilerin yerlerinde, yani geliştikleri bataklık yerlerde ölüp çözümlenmesinden çıkmıştır.

Şu da düşünülsün ki, Taşkömürü devrinde yer kabuğundan ancak aşağı

kısmında akıcı bir kütle üzerine yerleşen esnek ince bir kılıf oluşmuştu. Şimdiki denizlerimiz gibi ay ve güneşin çekimlerine uyarak içindeki akıcı kütle de ard arda meydana gelen yükselip alçalma hareketleriyle sallanıyordu. Bu iki hareketten değişik boyutta müddetler içinde büyük bir aşağı iniş oluyordu. Arzın dışı aşağı indikçe sular o ormanları, kömür devri bitkilerinden olan büyük kütleleri bürüyor. Sonra bunların üstünde diğer ormanlar bitiyor. Sonra yine arz aşağı çökünce onları da sular bürüyordu. Bu ikili görünüm, yani bitkilerin su altında kalması ve yine aynı yerde yeni ormanların gelişmesi halleri ard arda gelince taş kömürünün oluştuğu büyük bitki kütleleri yığılmış ve bunun olabilmesi için birçok asır geçmiş tir.

O halde o eski zaman bitkilerinde meydana gelen değişimler nedir ki, onlar zift ile dolu bir kömür kütlesine dönüşmüş? O suların bürüdüğü bitkilerin kütleleri hafif, süngerimsi idi. Şimdi bataklıklarda oluşan turpa benziyordu. Suda kalınca onlarda az bir kokma ve ekşime hasıl olmuştur ki bunu şundan fazla izah mümkün olmuyor: O eski zaman bitkilerinde meydana gelen ayrışım, akıcı birtakım madeni gazların oluşumu ile birlikte idi ki taşı onları içiyordu. Onun içtiği katranlı yağların kaynağı da ya n ıcı zift türleridir. Turp tabakaları üzerlerini örten arazinin altına gömüldükten sonra o gazların yayılması devam etmiş ve taşkömürü o büyük katılım halinde o arazinin ağırlık ve baskısıyla o büyük belirgin yoğunluğunu kazanmıştır. O arazinin ortasından ç ıkan ısının da onda büyük etkisi olmuştur. Kömür tabakalarındaki farklılıklar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır: Baskı ve merkezî ısının etkisiyle meydana gelen kızma. Bu nedenle alt tabakalar üst tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda ısını n etkisi daha yüksek ve yukarıdan üzerine gelen baskı ve sıkıştırma daha kuvvetlidir. Defalarca tekrarlanan tecrübelerden taşkömürünün nasıl oluştuğu anlaşılmış, ağaç ve diğer bitkisel maddeler üzerine baskı ve ısı etkisiyle cidden sıkı bir taşkömürünün ol u şmasına muvaffak olunmuştur. Bu tecrübede kullanılan aygıt ile bitkisel maddeleri su ile, ıslak çamur ile kuşatılmış olarak baskı altına almak ve uzun süre etkisi devam etmek üzere yüksek derecede ısıya maruz bırakmak mümkün oluyordu. Bu aygıt kapalı deği l di, lakin gazların ve buharların çıkmasına engel oluyor, o suretle bitkisel maddelerin ayrışması, oluştukları unsurların ayrılmasına engel olacak bir baskı etkisiyle rutubetle dolu bir ortamda (milyoda) meydana geliyordu. Bu aygıta farklı nitelikte tahta b içmeleri konulunca ondan bazan parlak, bazan donuk taşkömürüne benzer ürünler oluşmuştur. Bu farklılıklar da tecrübeye sunulan tahta sınıflarının farklılığından kaynaklanmıştır ki kömür türlerinin farklılığına da sebep olarak bu

gösterilir. En iyisini Allah bilir.

İşte detayına girmeden şöyle kısa bir bakışla bakıldığı zaman otlaklarda taptaze çıkan bitkilerin bir müddet sonra kuruyup çürüyerek gübre ve kömür gibi kara bir çerçöpe çevrildiği görüldükten başka, derinlemesine bir bakışla bakıldığı zaman da bütün maden kömürlerinin dahi mahiyetinin, bitkilerin sular içinde ölüp çözümlenerek çevrildiği kara bir bitki artığından ibaret olduğu ve dolayısıyla "Karamsı bir sel kütüğü" tabirinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Yüce Allah bu y e rküre üzerinde ne otlaklar, ne bitkiler, ne ormanlar çıkarmış, sonra da onları ziftli, katranlı kapkara bitki artığı, bir çöp yığınına çevirmiştir. Bütün bunlar onun yaratması, düzene koyması, takdir edip bir halden başka bir hale çevirmesi ile Rab'lığını n eseridir.

İşte insanlığı sırf bitkisel ve hayvansal biçimde sade bedenî gayelerle anlamak isteyen bedbahtların sonları da böyle kara bir yığıntıdan ibaret olan maden kömürleri gibi yanabilir olmaktan başka bir şey değildir. Bunları bu şekilde haber verip hatırlatarak anlatmasının da o yüce Rabb'in kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir hidayet ve yol göstermesi olduğunda şüphe yoktur.

6. Bundan dolayı bütün yaratılmışlara yapılan genel hidayeti topluca beyan ettikten sonra insanlara olan hidayetin en büyük misal ve şahidi olmak üzere bilhassa Hz. Peygamber (s.a.v.)'e olan özel hidayetini beyan edip anlatmak için buyuruyor ki: Bundan böyle seni okutacağız. Yani "Sana böyle işte emrimizden bir ruh vahyettik. Oysa sen Kitap nedir bilme z din."(Şûrâ, 42/52) değerli hitabıyla hatırlatıldığı üzere sen kitap nedir, okumak nedir, bilmezken bundan böyle Ruhu'l-emin, Ruhu'l-kudüs olan Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap olan Kur'ân'ı vahyederek indirip belleteceğiz. İneni ve indirileceği okumaya muvaffak edeceğiz. Yahut, vahy ile seni Kur'ân ve kırâet sahibi yapacağız. Bu şekilde bu, olağanüstü ilâhî risalet ve hidayeti gösteren bir âyet, bir mucize olarak artık unutmayacaksın. Bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hafızaya sahip olma k da diğer bir âyet ve mucize olacak. Nitekim bunun gelecek için vaad edilip haber verilmesi ve öylece vuku bulması da ayrıca bir mucize olacaktır. Bu gösteriyor ki, okutmaktan maksat ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okutmak değildir. Bazıları da, "unu t mamaktan asıl maksat, gereği ne ise ona göre amel etmektir" demişlerdir.

7. Ancak Allah dilerse başka.

Çünkü o unutturmak isterse unutturur. Yani böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek, Allah'ın artık onu unutturmaya gücü yetmeyecek

mânâsına gelmez. Onu hiçbir şey aciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hafıza gücü verdikten sonra o dilerse bu gücü çeker alır. Unutturacağını tamamen unutturabilir ki bu bir nesh olur. O zaman da "Biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz."(Bakara, 2/106) hükmü cereyan eder. Fakat Allah'ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle bir mucizen de olacak.

Bazıları şöyle der: Bu âyetteki istisna, azlık ifade etmek içindir. Nitekim Buhari'de şöyle bir rivayet vardır: Hz. Peygamber (s.a.v.) namazda okurken bir âyet atlamıştı. Sabah namazı idi. Übeyy bu okunmayan âyetin nesh edildiğini sanmış, sormuştu. Rasulullah (s.a.v.) "unuttum" buyurmuştu. Rasulullah (s.a.v.)'da böyle nadir de olsa unutma vaki olursa yüce Allah onu bırakmaz hatırlatır, veya hatırlatacak bir sebep nasip ederdi. Nitekim "Bahru'l-Muhit"de yazıldığı gibi, Abbad b. Beşir'in okumasını işittiğinde, "Bu bana filan ve filan sûrede şu ve şu âyeti hatırlattı." buyurmuştu. İşt e böyle az bir unutmayı istisna olmalıdır denilmiş ise de cüz'î, bir an için meydana gelen böyle bir kaç unutma, tilaveti neshetmek mânâsında olan devamlı unutturma mahiyetinde olmayıp okurken ve namaz kılarken ümmetin kurtulamayacağı bu gibi unutm a lar hakkında "hükümleri öğretme" kabilinden demektir. Yahut bu unutma olayı "Artık unutmayacaksın." vaadinden önce olmuştur. Bunun için bazıları da demişlerdir ki: Bu istisna, azlık mânâsına olarak hiç olmamaktan mecazdır. Nitekim bazan, "onu söyleyen p e k az bulunur" derler de "bu söylenmez" demek mânâsını kastederler.

"Onlarda hiç kusur yoktur. Şundan başka ki ordularla çarpışmaktan kılıçlarında bazı gedikler vardır." beytinde olduğu gibi, istisnanın olumsuzluğu vurgulamak için kullanıldığı da meşhurdur. Zira ordularla çarpışmanın neticesi yalnız kılıçlarında bazı gediklerden ibaret olması kahramanlar için bir ayıp değil, yüksek bir övgüdür. Kusursuzluğu yüksek bir övgü ile vurgulamak için bu istisna ile "Yermeyi hissettiren şeyle övmek" deni l en bir bedi' sanat yapılmıştır ki, burada da bu kabildendir.

Alûsî'nin yazdığı üzere "Kazi Haşiyesi"nde İsam şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre istisna, olumsuzluğun genelliğini vurgulamak içindir, genelliği bozmak için değildir. Buna, "umumu vakitlerden istisna etmek" de denilir.

Yani hiçbir vakit unutmayacaksın, ancak Allah unutmanı dilediği vakit hariç. Fakat Allah da onu dilemeyecek. Dolayısıyla hiç unutmayacaksın demek olur. Bu mânâ cennet ehli hakkında "Rabb'in başka bir müddet dilemezse, gökler ve yer durdukça ebedi olarak orada kalacaklardır."(Hud, 11/108) âyetindeki istisnanın mânâsı gibidir. Ferra bu kanaate varmış ve demiştir ki: Bu istisna ile yüce Allah peygamberine hiçbir şeyi unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki, "Ando l sun ki, eğer dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideriveririz."(İsrâ, 17/86) buyurduğu gibi, dilese unutturur, buna gücü yeter. Fakat dilememiştir. Nitekim peygamber (s.a.v.)'e, "Andolsun, eğer şirk koşarsan bütün amelin boşa gider."(Zümer, 39/65) b u yrulmakla ondan elbette bir şirk vuku bulacağını değil, vuku bulması var sayıldığı takdirde bile fasit ve mahzurlu olacağına işaretle vuku bulmayacağı vurgulanmış olduğu gibi, burada da bundan sonra unutmanın, az da olsa, vukuuna değil, asla vaki olmayacağına ve şu da var ki onun unutmaması kendi kuvvetinden değil, sırf Allah'ın lütuf ve ihsanından olduğuna dikkat çekmek içindir.

İşte bu istisnanın faydası, unutmama vaadinin böyle sırf Allah'ın dilemesinden ileri gelen bir ilâhî lütuf olduğunu beyan suretiyle vurgudur. Ebu Hayyan, Ferra'nın bu yorum ve izahına ilişmek istemiş ise de onun edebi zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Alûsî gibi Abduh da Ferra'nın bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak bu durumda "unutma"dan maksat, devam edip gi d en unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş olmamak üzere haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki olan cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına gidilsin, gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir olmuş o lur. Yani unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı cüz'i unutmanın vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad ve dilemenin, diğer bütün esma-i hüsnanın i fade ettiği mânâları kendisinde toplayan Allah ismine isnat edilerek anlatılması da ululuk terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin diğer isim ve sıfatlarda değil hepsini kendinde toplayan "ilâhlık" ünvanı üzerinde dolaştığına dikkat çekmek ve "yüce Rab"tan maks a dın ne olduğunu da açıklamaktır. Sonra bu vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak açıklanmıştır.

Kuşkusuz ki o (Allah), açığı da bilir gizliyi de, herşeyden ve hallerinizden açık ve alenî olanı da bilir, gizleneni de. Dolayısıyla

bu "okutma" ve "unu tturmama" vaadini de ona göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek ve itimat etmek ve onu noksan sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ ile, o açıkça yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre açıkta n veya gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre amel et. Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla "seni okutacağız" cümlesine bağlıdır.

8. Ve seni kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola veya gayeye erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dinin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, doğruyu gösterme ve bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. E n zor gayelere kolaylıkla ermek senin ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve gizli olarak vahiy alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin gerek nefsi olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili ilâhî kanunl a rın kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı, ihlas, hakkı bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her kolaylığın başı olmakla beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın başarı lutfetmesidir. İşte böyle açık ve gizliden okutup unu t turmamakla en kolay yolu nasip etmek ve buna başarılı kılmak da vaad edilmiştir.

9. Onun için (oku, unutma da) hatırlat. Onun içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür. Eğer vaaz ve hatırlatma fayda verirse, ki herkes için olmasa bile, muhakkak az çok faydası olur. Nitekim "Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur.

Tefsirciler demişlerdir ki: Resulullah (s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan bu şart, esas itibarıyla bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır: Aslında fasih ve düzgün olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların ondan faydalanm a k isteyip istememeleri ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt bir fayda verirse" demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur. Bu ise, "öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi bir vurgu ifade eder. Aynı zamanda bunu b u şekilde ifadede bir hafifletme vardır ki, o da şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet hususunda "Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara s abır ve tahammül göstererek. "Gayet izzetli

bir elçi. Zorlanmanız ona ağır geliyor. Üstünüze titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye anlatılıp nitelendiği üzere insanlara acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa ermelerini şiddetle arzuluyor ve bu suretle "İman etmezler diye belki arkalarından esef edip kendini üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede tebliğ ve irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta ileri gitmekten ba ş ka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle yapılan öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın artmasına neden olması ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında oluyordu. Bundan dolayı muhataplar hakkında fayda olmayıp da zarar ol a cağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt vacip kılınmayıp, yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz çevirmenin daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve kolaylaştır m a olmak üzere, burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda verirse" diye kayda ve şarta bağlanarak ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun özeti şu olmuş olur: Muhataplara fayda yerine zarar getireceği tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu takdirde vaaz ve öğüt ver m ek vacip değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir faydası olacağı düşünülürse, dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara alarak vaaz etmek, bu işi yapabilecek olanlara vacip olur.

10. Çünkü saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düş ünecektir.

11. En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.

12. O bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır.

13. Sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat yani zevk veren ve faydası olan bir hayat da bulmaz ki, çektiği azabı ona vesile sayarak sabır edip dayansın. Bundan büyük bedbahtlık düşünülemez. Kuşku yok ki bu, otlakların kara bir bitki artığı yığını olan kömüre çevrilmesinden çok büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten kaçınanların sonu da budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip faydalanacak olan saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir. Demişlerdir ki: Cehennemde ölmemek kâfirlere mahs ustur.

Ama isyan eden müminlerden cehenneme girenler orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu Said'den rivayet ettiği şu hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır: "Cehenneme giren ateş ehli orada ölmezler de dirilmezler de. Ama günahları sebebiyle ateş isabet etmiş olan bir kısım insanlara gelince, yüce Allah onları öldürecek, nihayet kömür olduklarında şefaate izin verilecek, sonra

takım takım getirilecek, cennet ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün." denilecek de sel mil inde tane biter gibi bitecekler."

Bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki, kâfirlerin cehennemde ölmemesi de "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin, 40/11) âyetinden anlaşılan iki ölümü de tadıp iki hayat ile azap için yeniden diriltildikten sonra demektir ki, bundan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir ki: "Ne ölecekler ne de dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî sürünmekten kinayedir.

14. Muhakkak felah buldu, kendini fena lıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen, vaaz ve öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini maddî ve manevî pisliklerden temizleyip iman ve ihlas, gusül ve abdest ile arınan ve zekâtını verip Allah'ın huzuruna t e mizce çıkmak için çalışan

15. ve Rabbinin ismini anıp onun huzuruna varacağını düşünerek "Allahü Ekber" diye tekbir alıp da namaz kılan, beş vakit namazı ve özellikle gelen rivayete göre, bayram namazını kılan kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle nefis terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, "Namaz kılan ve zekât veren"(Bakara, 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî ibadetlerin temeli sayılan farz olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olması d ır. İbnü Münzir gibi bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları, farzlarla beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir. Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için mutlaklığı üzere devam etme s i asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip namaz kılan kimseye Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde bir kısım tefsirciler de, "bayram namazına gitmezden evvel başının zekatı olan fıtır sadakasını veren, sonra da tekbir ile bayram namazını kı l an" demişlerdir ki, bundan, farz namazları arasında bayram namazının da vacip olduğu ve zekattan, fıtır sadakasının da vacip olduğu anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına göre bu tefsir ikrime'nin, Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in görüşleridir. Resulullah (s.a.v.)'a kadar varan merfu hadis olarak da rivayet edilmiştir. Keşşaf'ta zikredildiği üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet edilmiştir; âyetteki "tezekki" den maksat, fıtır sadakası vermektir. Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın ki t abında başkasını bulamasam da şu yetişir: "Muhakkak

temizlenen kurtuldu." yani fıtır sadakasını verip mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah tekbiriyle bayram namazını kılan".

Dahhâk'ten de, "mescide giderken Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak gidip de bayram namazı kılan" diye rivayet edilmiştir.

"Sa'lebî Tefsiri"nde bu rivayetlere şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla Mekke'de inmiştir. Oysa Mekke'de ne malî zekât ne de bayram namazı vardı. Buna cevap olarak da demişlerdir ki: Bu, Mekke'de hazırlık mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş olabilir. Bir de sûrenin Mekke'de inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta icma yoktur. Yukarda geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da olmuştur.

Bu ayrıntılardan şu neticeyi almak gerekir ki, buradaki namaz, iniş sebebi bile olsa sadece bayram namazıdır demek lazım gelmeyeceği gibi, "tezekki"yi de yalnız mali zekata ve bu arada özellikle fıtır sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki, iç ve dış temizliği ve feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın temizlenmesinden daha genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha genel olarak Bayram namazı ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış olmak gerekir. Onun için hükmü, Mekke'de mümkün old u ğu kadar uygulanmış bulunduğu gibi, Medine'de de mali zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu hükme dahil olarak uygulanmış, dolayısıyla hükmünün mutlak olarak değil, bazı içine aldığı şeyler itibarıyla kısmen sonraya bırakılmış olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır sadakası ve bayram namazını söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu değil, bunların dahi bu âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını söylemek demektir. Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin bu medih ve övgüye dahil olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun olduğu gibi, "tezekki", "zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve lisanî, malî ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine işaret olması dahi sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.

16. Fakat siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu her şeye tercih ederek o temizlenmeye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik, sadaka verme, zikir, namaz, ha y ır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden çok, gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk

alıyorsunuz. Ki bu da iki kısımdır:

BİRİSİ, ahireti hiç hesaba katmayarak yalnız dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki bu, "Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar. İşte bunların, kazandıkları sebebiyle varacakları yer cehennemdir." (Yunus, 10/7-8) ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip sade dünya hayatına razı ve onunla tatmin olan v e ibadet etseler bile yalnız "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar, "Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince ahiret hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe girecek tir. Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o büyük ateşe yaslanacak olan bedbahtlar, kâfirlerdir.

BİRİSİ de, "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de ahirette iyilik ver."(Bakara, 2/201) demekle beraber ikisi karşılaştığında dünyayı a hirete tercih edenler, dünya zevki için ahireti feda eyleyen gafil veya asi müminlerdir.

Bunların da "İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır."(Bakara, 2/203) âyeti gereğince kazançlarına göre ahiretten bir nasipleri vardır.

17. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önden hayırlı olac a ğını bilmeleri gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için gün günden fena olmak ve sonu kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı içersinde karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman ile başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler, sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe doğru gitmeye ve mutlu sona ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya hayatında kalmak değil, onun elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır.

18. Haberiniz olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olduğunun hatırlatılması, yahut buyurularak temizlenenin

kurtulduğunun haber verilmesi veya bu sûrenin içerdiği mânâlar, yani Kur'ân'ın indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile en kolay olanı elde etmeyi içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin başarılı olacağı müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş olan sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.

19. Özellikle İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde vardır. Bunun "es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i küll olma ihtimali varsa da açık olan bedel-i ba'z olmasıdır.

SUHUF, aslında kitap mânâsına gelen "sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân ismi verilen dört büyük kitabın dışında, peygamberlere indirilmiş olan kitapçıklar hakkında kullanılması şöhret bulmuştur. Bu mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu, Tevrat'tan önce indirilmiş olan on suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf idi diye nakledilmiştir. Yani, İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati, yüce Rabb'i birlemek ve noksanlıklardan uzak tut m ak, okumak, öğüt verip hatırlatmak, saygı, temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere indirilmiş ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nı n sahifelerinde zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan Allah'a ortak koşma, Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı başka bir varlığa benzetme ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser fikirler, inançlar doğru değildir. Dolayı s ıyla bütün güçlüklere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ve bu hak dinin en kolaya muvaffak olması, bütün bunların bir neticesi olmak üzere kesinlikle gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." ile de işaret buyrulduğu ü zere "O, Resulünü hidayet ve Hak din ile bütün dinlere üstün kılmak için gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya çıkacağında şüphe edilmemelidir. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya inananların buna da inanmaları gerekir.

Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah kaç kitap indirdi? Buyurdu ki: Yüz dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e, otuz sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e, on sahife de Tevrat'tan evvel Musa ' ya indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve Furkan'ı da indirdi. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri ne idi? Şöyle buyurdular: Hepsi kıssa ve öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün, sırnaşık ve mağrur Melik! Ben seni dünya malını üst üste yığasın diye göndermedim. Fakat benim yerime mazlumun duasını yerine getiresin diye

gönderdim. Çünkü ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa kabul ederim. Aklına karşı mağlup olmadıkça akıllıya gerektir ki, üç saati ola. Bir saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde nefsini hesaba çekip ne yaptığını düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac için tenha kala. Çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama ve diğer işlerden kurtuluş vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi işine ve durumuna yönelm e si, dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını amelinden sayan kimse az söyler. Ancak kendisini ilgilendiren konularda olursa başka. Akıllının üç şeye talip olması gerekir: Geçimini düzeltmek, varacağı yer için hazırlık ve haramda olmayarak lezzet alma. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri ne idi? Buyurdu ki: Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene, ateşin olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde bulunan kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana, kadere yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel etmeyene. Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir şey indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla beraber, Alûsî'nin dediği gibi hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.

Bunun üzerine, "O ki en büyük ateşe yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır." kaidesine göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa erecek mutlu kişilerin hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam edilmek üzere Ğaşiye Sûresi gelecektir.