27 Mayıs 2007 Pazar

MÜMİNUN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını ilk ayetindeki "el-Mü'minûn" kelimesinden almaktadır.

Nüzul Zamanı: Surenin gerek üslûb, gerekse ele aldığı konu onun Risalet'in Mekke döneminin ortalarında indirildiğini ortaya koymaktadır. Ayetleri okurken, işkenceler daha henüz vahşet derecesine ulaşmamışsa da, Hz. Peygamber'le (s.a) Mekkeli kâfirler arasında çetin bir mücadelenin başlamış olduğunu seziyoruz. Sure'nin sahih rivayetlere göre Risalet'in ortalarında meydana gelen 'kıtlık' senesinde indiği anlaşılıyor. Öte yandan, Urve bin Zubeyr'den rivayet edilen bir hadise göre, surenin indiği günlerde İslâm'a girmiş olan Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Bu sure indiğinde ben de Hz. Peygamber'in (s.a) yanındaydım ve onun durumunu gözlüyordum. Vahy hali bittiğinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Şimdi bana on ayet geldi ki, onlara uyan kesinlikle Cennete girecektir." Sonra da Sure'nin başlangıç ayetlerini okudular." (Ahmed ibn Hanbel, Tirmizî, Neseî, Hakim.)

Ana Tema ve Konular: Sure'nin ana teması, Hz. Peygamber'in (s.a) getirdiği mesajı kabul ve izlemeye çağrı olup, tüm sure bu tema çerçevesinde dönmektedir.

ÖZET

1-11 Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını kabul edenlerin bu tür soylu karakter niteliklerini kazanmış olması Mesajın doğruluğunun pratik kanıtıdır.

12-22 Bu bölümde, insan da içinde olmak üzere, tüm kainatı; insanları tevhid ve ahiret inancına çağıran Hz. Peygamber'in (s.a) mesajının gerçekliğinin açık bir delili olduğunu vurgulamak için insanın ve kaniatın yaratılışına dikkat çekilmektedir.

23-54 Sonra, önceki rasullerle kavimlerinin hikayeleri anlatılarak mesajın doğruluğuna tarihi deliller getirilmekte ve şu gerçekler vurgulanmaktadır:

(a) Düşmanların Hz. Muhammed'in (s.a) mesajına karşı yükselttikleri itirazlar ve şüpheler yeni değildir. Aynı itiraz ve şüpheler bizzat Allah'ın elçileri olarak kabul ettikleri önceki peygamberlere karşı da yükseltilmiştir. Bu yüzden, tarihten bir ders almalı ve peyamberlerin mi, yoksa onlara karşı çıkanların mı doğru yolda olduklarına karar vermelidirler.

(b) Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği tevhid mesajı ve ahiret inancı öteki rasullerin de getirdiği şeyin aynısıdır, bu durumda kabul edilmemeleri için gerçekçi bir durum yoktur.

(c) Mekkeli müşrikler, peygamberlerin mesajını reddetmiş bulunan toplumların karşılaştığı sonuçlardan ders almalıdırlar.

(d) Bütün peygamberler Allah'dan tek ve aynı dini getirmişlerdir ve hepsi de tek ve aynı ümmetin üyeleridir. Başka tüm dinler, bizzat insanların kendileri tarafından uydurulmuş olup, Allah'tan gelme değildir.

55-67 Rasullerin hikayeleri anlatıldıktan sonra temel bir ilke ortaya konmaktadır: Dünya hayatındaki başarı ve mutluluk, Allah katındaki kurtuluş ve başarı için bir ölçü değildir. Eğer bazı kişiler veya herhangi bir kişi dünyada zengin, güçlü ve refah içindeyse, bu hiçbir zaman bu kişi veya kişilerin Allah'ın sevgilileri olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde, diğerlerinin yoksulluğu ve başlarına gelen felaketler, Allah'ın onlardan razı olmadığının bir delili değildir. Gerçek ölçü iman (veya küfür) ve takva (veya zıddı)dır. Hz. Peygamber'in (s.a) düşmanları, zenginlikleri dolayısıyla Allah'ın ve tanrılarının kendilerinden razı oldukları inancına kapılan Mekke ileri gelenleri (ve onların izleyicileri) olduğundan, bu açıklama gerekliydi. Öte yandan Hz. Muhammed (s.a) ve izleyicileri yoksul ve çaresiz bir durumda oldukları gerçeğinden hareketle, Allah'ın onlardan razı olmadığını ve tanrılarının da kendilerini lanetlediğini iddia ediyorlardı.

68-77 Bu bölümde, müşrikler, Hz. Muhammed'in (s.a) Allah'ın gerçekten peygamberi olduğu konusunda ikna etmek için çeşitli deliller sıralanmaktadır. Sonra da, kıtlığın (ayet 75-76) yalnızca bir uyarı olduğu anlatılmakta ve "iyisi mi, yolunuzu doğrultun, yoksa korkunç bir azaba uğratılacaksınız" denmektedir.

78-95 Müşrikler, Hz. Peygamber'in (s.a) mesajının açık delilleri olması nedeniyle, yeniden kainattaki ve bizzat kendilerindeki "ayetler"i gözlemeye çağrılmaktadırlar.

96-97 Hz. Peygamber'e (s.a) düşmanların kötü davranışlarına misilleme olarak herhangi yanlış bir yola girmemesi ve şeytanın dürtmelerine karşı korunması söylenmektedir.

98-118 Bu son bölümde, gerçeğin düşmanları ahirette hesap verecekleri ve müminlere yaptıkları işkencelerin sonuçlarına katlanacakları, dolayısıyla yollarını düzeltmeleri konusunda uyarılmaktadırlar.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Mü'minler gerçekten felah bulmuştur;1

2 Onlar2 namazlarında huşû içinde olanlardır,3

AÇIKLAMA

1. Kurtulan 'Müminler' Hz. Muhammed'in (s.a) mesajını kabul edip, Onu rehber edinerek gösterdiği yolda gidenlerdir.

Bu açıklama, yapıldığı ortam gözönüne alınmadan önce tam olarak kavranamaz. Bir yanda, zengin ve refah içinde yüzen Mekke şefleri, hayatın lezzetlerinden alabildiğine yararlanan ve işleri hep yolunda giden İslâm düşmanları, öte yanda ise çoğunluğu doğuştan yoksul veya İslâm'a olan acımasız düşmanlığın sonucu yoksullaşmış müslümanlar vardı. Dolayısıyla, surenin başlangıcı olan "Muhakkak müminler kurtuldu; gerçek başarıya ulaştı" ifadesiyle Kâfirlere başarı ve başarısızlığın gerçek ölçüsünün onların kafalarındaki gibi olmadığı anlatılıyordu. Onların başarı sandıkları şey yanlış değerlendirmelere dayanmasının yanısıra, geçici ve mahiyeti gereği sınırlıydı da; sonunda varacağı nokta ise tam bir başarısızlıktı. Bunun aksine, kaybedenler olarak gördükleri Hz. Muhammed'in (s.a) izleyicileri ise gerçekten başarılı olanlardı. Çünkü Allah'ın Rasûlü'nün hidayet çağrısını kabul etmekle müminler kendilerini dünyada ve ahirette gerçek başarı ve sonsuz mutluluğa götürecek bir alışverişte bulunurlarken, karşısındakiler mesajı reddetmekle gerçek kaybedenler oldukları gibi, hem dünyada hem de ahirette inkarlarının karşılığını göreceklerdir.

Sure'nin ve Allah'ın suredeki hitabının işlediği ana tema baştan sona işte budur.

2. 2-9'uncu ayetlerde anılan müminlerin soylu nitelikleri yukarıdaki vurguyu kanıtlayan delillerdir. Bir başka deyişle, bu ayetlerde anılan niteliklere sahip olanların dünyada ve ahirette kurtuluşa erecekleri ifade olunmaktadır.

3. "Hâşi'ûn", bedenin olduğu kadar kalbin de bir durumu olan huşû'dan gelir. Kalbin huşûsu, korkmak ve güçlü bir şahsın karşısında heybet hissine kapılmaktır. Bedenin huşûsu ise, böyle bir şahsın huzurunda baş eğmek, bakışları aşağı çevirip sesi alçaltmaktır. Namazda hem kalbin, hem de bedenin huşû içinde olması istenir ve namazın özü de budur. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) namaz kılarken sakalıyla da oynayan bir adamı görünce, "Kalbinde huşû olsaydı, bedeni onu gösterirdi" buyurmuşlardır.

Yukarıdaki hadiste ifade olunduğu üzere, huşû her ne kadar kalbin durumuysa da, şüphesiz beden onu ortaya kor. Şeriat hem kalpte huşûnun sağlanmasına, hem de kalbin 'oynak' durumuna rağmen namazdaki fizîkî hareketlerin yerine getirilmesine yardımcı olmak açısından bazı kurallar koymuştur. Sözgelimi, namazdayken ne sağa dönülür ne sola; baş yukarı kaldırılmaz, göz her ne kadar sağa sola kayarsa da mümkün olduğunca secde yerine bakmak gerekir; yine namazdayken yer değiştirilmez, iki yana eğilinmez, elbiseyle oynanmaz ve üzerindeki toz toprak silkilmez. Aynı şekilde, secdeye varılırken oturulacak veya secde edilecek yer temizlenmez. Kazık gibi dimdik durmak, Kur'an ayetlerini "lâhn" üzere ve şarkı söyler gibi okumak, üst üste geğirmek ve esnemek de doğru değildir. Namazı hızlı hızlı kılmak da tasvip edilmemiştir. Namazın her bir rüknü yavaş yavaş ve huzur içinde yerine getirilmeli ve bir rükn tamamlanmadan diğerine geçilmemelidir. Şu kadar ki, namazda kişiye zarar verecek bir şeyden korkulursa bu bir elle giderilebilir, fakat eli tekrar tekrar kımıldatmak ve her iki eli birden kullanmak yasaklanmıştır.

Bu tür bedensel davranış kurallarının yanısıra, namaz esnasında ilgisiz şeyler düşünmekten de kaçınmak gerekir. İnsanın tabiî zayıflığı nedeniyle kendiliğinden zihne bir takım düşünceler gelirse, böylesi durumlarda zihnin ve kalbin bütünüyle Allah'a yönelmesi ve zihnin dille tam bir uyum içinde olması için elden gelen yapılmalı, ilgisiz düşüncelerin farkına varıldığında hemen dikkatler namaza yöneltilmelidir.

3 Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir,4

4 Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir.5

5 Ve onlar ırzlarını koruyanlardır;6

6 Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar, kınanmış değillerdir.

7 Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.7

8 (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.8

AÇIKLAMA

4. "Lağv" , sözlük anlamıyla saçma, boşuna ve hiçbir şekilde kişinin hayattaki amacına ulaşmasında yararı olmayan şey demektir. Müminler böylesi şeylere önem vermezler ve hiç bir eğilim ve ilgi duymazlar. Bu tür şeylere dalındığını gördüklerinde hemen uzaklaşırlar ve titizlikle bunlardan kaçınırlar, ya da bunlara bütünüyle ilgisiz kalırlar. Bu tutum Furkan Suresi'nde şöyle ifade edilmektedir: "... Boş şeylerin yanından geçtiklerinde vakarla geçip giderler." (Ayet: 72)

Şüphesiz müminlerin önde gelen niteliklerindendir bu. Mümin her an omuzlarında sorumluluğunun yükünü hisseden kişidir; dünya onun için bir imtihan yeri ve hayat da bu imtihan için ayrılmış sınırlı bir süredir. Tüm zihni, bedeni ve ruhuyla imtihan kağıdına eğilen bir öğrenci örneği, bu duygu da mümini tüm hayatı boyunca ciddi ve sorumluluk içinde davranmaya yöneltir...

Nasıl imtihan salonundaki öğrenci her anının geleceği için ne kadar önemli ve etkili olduğunun bilincindeyse ve bu bilinçle en ufak bir anını bile boşa harcamak eğilimi göstermezse, aynı şekilde mümin de hayatının her anını yararlı ve nihaî sonuca götürücü işlerle geçirir. O kadar ki, eğlenme ve dinlenme konularında bile, kendini hayatta daha yüce hedeflere hazırlayıcı ve zamanı boşa geçirtmeyecek seçimlerde bulunur. Bunun yanısıra, mümin doğru düşünür, pak ve temiz tabiatlıdır ve halis zevkler sahibidir. Ahlâk dışı şeylere karşı herhangi bir eğilim taşımaz o. Yararlı ve doğru söz söyler, gevezelik etmez ince bir şakacılığı vardır, ama bu hiçbir zaman alay, eğlence, güldürmece ve taklit cinsinden değildir. Kulakların koğuculuk, gıybet, çekiştirme, iftira, yalan, iğrenç şarkı ve müstehcen sözlerden uzak kalamadığı bir toplum, mümin için bir işkence kaynağıdır. Va'd edilen cennetin bir özelliği de, ".... orda boş ve yararsız hiçbir şeyin duyulmayacağı" değil midir?

5. "Zekat" kelimesi arınma ve gelişme, büyüme, birşeyin düzenli olarak artması ve herhangi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek anlamındadır. İslâmi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek anlamındadır. İslâmi bir kavram olarak, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay ve hem de bizzat arındırma eylemini ifade eder. Buradaki ayet metninin asıl anlamı, "Mümin sürekli arınma içindedir" şeklindedir. Bu yüzden anlam, yalnızca teknik anlamda "zekat" vermekle sınırlı olmayıp, ahlâk, mal-mülk, servet ve genelde tüm yaşayış açısından sürekli nefsi arınma halinde olmayı kapsar. Ayrıca, söz konusu edilen, kişinin yalnızca kendi nefsini 'arındırması' değil, başkalarını da arındırmaya çalışmasıdır. O halde, ayetin anlamı şöyle olmaktadır: "Müminler kendilerini ve aynı zamanda başkalarını arındıranlardır."

Aynı durum Kur'an'ın başka yerlerinde de ifade edilmektedir: "Andolsun, arınan ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan felah buldu" (A'la: 14-15) "Andolsun, nefsini arıtan felah buldu ve andolsun onu gömen kaybetti" (Şems: 9-10). Şu kadar ki, buradaki ayet hem kişinin kendisinin, hem de toplumun arınmasını vurguladığından anlam açısından daha kapsamlıdır."

6. Onlar kelimenin tam anlamıyla iffet ve namus sahibidirler. Her türlü cinsel sapıklık ve aşırılıktan uzaktırlar. Öylesine iffetlidirler ki, İlahi Kanunun başkaları önünde açılmasını yasakladığı yerlerini de örterler. Daha fazla açıklama için bkz: Nur an: 30 ve 32.

7. Bizzat cinsel arzunun ve onu özellikle dindar ve takva sahibi kişiler için meşru yollarla gidermenin de yerilmiş olduğu gibi yanlış bir anlama olmasın diye 'antr-parantez' (ara cümlesi) olarak bu iki ayet gelmiştir. Yalnızca müminlerin gizli yönlerini titizlikle korudukları ifadesiyle yetinilmiş olsaydı, bu durumda onların rahip ve münzevî bir hayat içinde yaşayan kişiler gibi evlenmeden "terk-i dünya" bir hayat sürmeleri gerektiği anlamı çıkarabileceğinden bu tür yanlış anlamalar pekişebilirdi. Bunu önlemek için, cinsel arzunun meşru yollarla giderilmesinde sakınca olmadığını böyle bir ara cümleyle belirtme gereği duyulmuş olsa gerektir. Şu kadar ki, bu arzuyu gidermede öngörülen sınırları aşmak yasaklanmaktadır.

Yeri gelmişken, bu ara cümleyle ilgili olarak birkaç noktayı belirtelim:

1) Özel yerlerin korunacağı kişilerden iki tür kadın hariç tutulmaktadır: a) Eşler, b) Yasal olarak kişinin mülkiyetinde bulunan kadınlar, yani cariyeler. Böylece, kişinin evlenmeyle değil, ama sahip olmakla elinde bulundurduğu cariyeleriyle cinsel ilişkide bulunmasına izin verilmiş olmaktadır. Eğer burada da evlilik şart olsaydı, cariye eşler arasında bulunacağından ayrıca anılmasına gerek kalmazdı. Cariyelerle cinsel ilişkide bulunma izni konusunda tartışmaya giren bazı modern yorumcular Nisa, 25'e dayanarak, bu ayetteki hür bir müslüman kadınla evlenmeye gücü yetmeyenin müslüman bir cariyeyle evlenebileceği hükmünü delil göstererek, evlenmeden cariyelerle cinsel ilişkide bulunulamayacağını iddia etmektedirler. Fakat, bu yorumcuların ilginç bir özellikleri var: Herhangi bir ayetin bir bölümü işlerine gelirse ne âlâ, kalan bölümü işlerine gelmedi mi, orasını görmeyiverir. Nisa 25'nci ayette geçen cariyelerle evlenme konusundaki hüküm şöyledir: "... Onları velilerinin izniyle nikah edin ve ücretlerini (mehirlerini) verin." Burada sözü edilen evlenecek kişinin cariyenin efendisi değil de hür bir müslüman kadınla evlenmeye güç yetiremeyip, bir başkasının eli altındaki cariyeyle evlenmek isteyen olduğu apaçıktır. Çünkü, eğer sorun kişinin kendi cariyesiyle evlenmesi olsaydı, o zaman izni alınacak veli kim olacaktı? Sonra, böylesi yorumcuların bu ayetle ilgili tefsirleri Kur'an'da aynı konuyu işleyen daha başka ayetlerle de çelişmektedir. Bu konuda Kur'anî hükmü anlamak isteyen samimi bir kimse Nisa: 3, 25; Ahzab: 50, 52; Mearic: 30 ve ayrıca Müminûn Suresi'nin ele aldığımız bu ayetine de bakabilir. (Daha fazla açıklama için bkz. Nisa an: 44, ve "Tefhimat" adlı eserimiz, cilt: 2, sh: 290-324 yine "Resail ve Mesail" adlı eserimiz, cilt: 1, sh: 324-333.)

2). Ara cümledeki hüküm, metinden de anlaşılacağı üzere yalnızca erkeklerle ilgilidir. Hz. Ömer zamanında bir kadın, dinin bu ince noktasını anlamayarak kölesiyle cinsel ilişkide bulunmuş ve durumu sahabelerin danışma meclisine getirdiğinde hepsi "Allah'ın Kitabı'nı yanlış yorumlamış" kararına varmışlardır. Kimse, eğer bu istisna yalnız erkekler içinse, o zaman nasıl kocalar karılarına helal olur şüphesine düşemez. Kocalar gizli yerlerini kadınlarından da korumak emriyle yükümlü olmadıklarına göre karılar da kocalarıyla ilgili olarak aynı emirle yükümlü olmayacaklarından böylesi bir şüphe yersizdir ve ayrıca kadınlar için bir istisna belirtmeğe gerek yoktur.

Böylece, hüküm yalnızca erkekle yasal açıdan sahip olduğu kadın arasında geçerli ve köle, efendisi kadına haram olmaktadır. Kölenin kadına haram oluşunun hikmeti, onun bu şekilde yalnızca cinsel arzusunu doyurup, kadının ve ev halkının yöneticisi ve bakıcısı (kavvam) olamayacağı, bunun da aile hayatında ciddi bir gediğe yol açacağıdır.

3) ".... fakat kim bunların ötesini isterse, böyleleri sınırı aşanlardır" cümlesi cinsel arzunun zina, eşcinsellik, hayvanlarla temas ve bunlar gibi daha başka yollarla gidermenin haram olduğunu açıklamaktadır. Yalnız elle doyum (istimna) konusunda fakihler ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed İbn Hanbel, onu mübah sayarken, İmam-ı Malik ve Şafiî kesinlikle haram kabul etmişlerdir; Hanefiler ise, haram saymakla birlikte, eğer kişi şehvet nöbeti anında elle doyumda bulunursa affedilebileceği görüşündedirler.

4) Bazı müfessirler bu ayetten Mut'a'nın (geçici evlilik) yasak olduğu sonucuna varmışlardır. Onlara göre, kişinin geçici evlilikte bulunduğu kadın ne bir eştir, ne de bir cariyedir. Cariye olmadığı ortadadır; eş de değildir. Çünkü normal evlilikte kadınla ilgili hükümler burada geçerli değildir; ne kadın erkeğe mirasçı olur, ne de erkek kadına; iddet (boşanma veya kocanın ölümünden sonra bir süre bekleme), boşanma, nafaka gibi hükümler söz konusu olmadığı gibi, erkeğin onunla evlilik ilişkilerinde bulunmayacağı sözü de sahte bir suçlamadan ibarettir. Ayrıca, erkek dörtten fazla kadınla evlenemeyeceğinden Mut'ayla bu sınır aşılmaktadır. Böylece, Mut'ayla alınan kadın eş ve cariye olmadığına göre, böyle bir evlilik 'öte'yi istemek, bunu yapan da Kur'an'ın diliyle 'sınırı aşan' olmaktadır.

Bu her ne kadar güçlü bir delilse de, taşıdığı zayıf bir nokta dolayısıyla Mut'a yasağıyla ilgili olduğu kesin değildir. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber (s.a) Mut'ayı nihaî olarak Mekke'nin fethi yılında yasaklamış olup, bundan önce Mut'anın caiz olduğu konusunda çok sayıda sahih rivayet vardır. Eğer Mekke'de inmiş olan bu ayetle Mut'a yasaklanmış olsaydı, Mekke'nin fethine kadar geçen bunca yıl Hz. Peygamber (s.a) bu yasağı nasıl açıklamazdı? Bu bakımdan Mut'a yasağı herhangi kesin bir Kur'anî hükme değil, Hz. Peygamber'in (s.a) sünnetine dayanmaktadır. Eğer, sünnetle yasaklanmamış olsaydı, Mut'anın bu ayetle haram kılındığını söylemek zor olurdu.

Mut'ayla ilgili iki noktayı daha açıklığa kavuşturmak gerekiyor burada:

(a) Mut'a yasağı Sünnet'e dayalı olup, onu Hz. Ömer'in yasakladığını söylemek yanlıştır. Hz. Ömer'in yaptığı bu yasağı pekiştirmek ve halka açıklamak olmuştur. Mut'a Hz. Peygamber'in (s.a) hayatının sonlarında yasaklandığından, bu yasak herkesçe bilinmiyordu.

(b) Şia'nın Mut'ayı mutlak anlamda meşru ve caiz görmesinin Kur'an'da ve Sünnet'te herhangi bir dayanağı yoktur. Gerçi birkaç sahabeyle birlikte onları izleyenler ve bazı fakihler aşırı gereklilik ve ihtiyaç durumunda Mut'ayı caiz görmüşlerse de, bunların hiçbiri onun normal evlilik gibi her zaman uygulanabilecek türde meşru olduğu görüşünde değildiler. Mut'ayı en fazla caiz sayan sahabe olarak gösterilen Hz. Abdullah İbn Abbas bizzat bu caiz oluşu şöyle açıklamıştır: "Yalnızca aşırı gereklilik (ıztırar) durumunda caiz olan lâşe gibidir o." Hatta, halkın bu izni rastgele kullanıp, gerekli gereksiz uyguladığını görünce İbn Abbas görüşünü gözden geçirme gereği duymuştur. Fakat İbn Abbas ve aynı görüşteki birkaç fakih görüşlerini gözden geçirme gereği duymuş olsun veya olmasın, mut'ayı savunanların ancak aşırı gereklilik halinde ona izin verdikleri gerçektir. Mut'ayı mutlak anlamda caiz görmek, gereği yokken uygulamak ve nikahlı başka karısı veya karıları varken ona başvurmak, bırakın onu Hz. Muhammed'in (s.a) şeriatına ve ailesinin bilgin fakihlerine göndermeyi, zevk-i selim bile böyle bir izinden iğrenir. Ben kendi adıma, hiçbir saygıdeğer Şii müslümanın kızını veya kızkardeşini Mut'ayla evlendirmek isteyeceğini sanmıyorum. Çünkü eğer Mut'a gerçek anlamda caiz görülürse, bu, toplumda fahişeler gibi gerektiği zaman elde edilebilecek bir aşağı kadın sınıfının bulunduğu anlamına gelir. Yok, böyle değilse, mut'a toplumun yoksul katmanındaki kadınlarla sınırlıdır ve zenginler onları karıları gibi kullanma özgürlük ve hakkına sahiptirler. Böyle bir adaletsizlik ve ayırım İlahi Kanun'dan beklenebilir mi acaba? Ve Allah ve Rasûlü her saygıdeğer kadının kendisi için bir leke ve utanç sayacağı bir eyleme izin verecek midir?

8. Müminler kendilerine verilen emanetleri yerine getirirler. Bu bağlamda, Arapça "emanet" kelimesi çok kapsamlı olup, Allah, toplum ve bireyler tarafından kişilere "tevdi" edilen herşeyi içine aldığını belirtmeliyiz. Aynı şekilde, ahd ve Allah'la insan ve insanla insan arasında yapılan tüm anlaşma, sözleşme ve söz vermeleri kapsar. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) hutbelerinde ahidleri yerine getirmenin önemini sürekli vurgularlardı: "Emaneti yerine getirmeyenin imanı yoktur, sözünde ve va'dinde durmayanın da İslâmı yoktur." (Beyhakî). Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurmaktadır o: "Dört özellik vardır ki, kendisinde bunların hepsi bulunan kimse hiç şüphesiz münafıktır; kendisinde bunlardan biri olan ise onu bırakıncaya değin o ölçüde münafıktır: a) Kendisine emanet edilen emanete ihanet eder, b) Konuştuğu zaman yalan söyler, c) Söz verdiği zaman sözünde durmaz, d) Kavga ve düşmanlığında sınır tanımaz."

9 Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.9

10 İşte (yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır.

11 Ki onlar Firdevs (cennetlerin)e varis olacaklardır;10 içinde de ebedi olarak kalıcıdırlar.11

12 Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık.

13 Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik.

14 Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik;12 sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik.13 Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.14

15 Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız.

16 Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz.

17 Andolsun, biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık;15 biz yaratmada gafiller değiliz.16

AÇIKLAMA

9. Salavât, salât'ın çoğuludur. Ayet 2'de bizzat "salât ameli" ifade olunmuştu; burada ise kelimenin çoğul şekli tek tek vaktinde kılınan namaza işaret etmektedir. "Namazlarını titizlikle korurlar" namazlarını tam vaktinde kılarlar; gerektiği şekilde ve nasıl istendiyse öyle kılarlar; taharete, setr-i avrete (örtülmesi gereken yerlerin örtülmesine) ve tüm diğer şartlara riayet ederler; namazları savalım da, nasıl savarsak savalım türünden bir yük olarak görmezler; mekanik hareketlerle yetinmeden okuduklarını anlamaya çalışırlar ve alçak gönüllü kullar olarak Rablerine yalvardıklarının, O'nu andıklarının bilincindedirler.

10. "Firdevs" (Cennet) hemen hemen bütün dillerde birbirine pek yakın biçimlerde bulunan bir kelimedir. Kişinin evine bitişik, duvarlarla çevrili ve içinde de her türden meyve, özellikle üzüm bağları bulunan geniş bahçe anlamındadır. Bazı dillerde, kelimenin sevimli kuşlar ve hayvanlar içerme anlamı da vardır. İslâm öncesi Arap dilinde, "Firdevs" yaygın şekilde kullanılmaktaydı. Kur'an, Kehf: 107'de olduğu gibi kelimeye çoğul olarak da yer vermiştir. Demek ki, Firdevs, çok sayıda bahçeler, bağlıklar içeren geniş bir yerdir.

Müminlerin cennete varis olmaları Tâ Hâ an: 83 ve Enbiya an: 99'da ayrıntılarıyla açıklanmıştır.

11. Surenin daha iyi anlaşılması için bu bölümün ana teması dört madde halinde özetlenebilir:

1) Mü'minlerin geçen ayetlerde sözü edilen seçkin nitelikleri herhangi bir ırk, ulus veya ülkeye özgü değildir.

2) Bu seçkin nitelikler ancak içten bir iman, güzel ahlâk ve hayatın her yönünde öngörülen kurallara uymakla kazanılabilir.

3) Gerçek başarı, geçici dünya ve maddî zenginliğe bağlı olmayıp, hem dünya, hem de ahiret hayatında başarılı olmak demektir, ancak içten bir iman ve salih amellerle elde edilebilir. Ne kötülerin, şerlilerin, zalimlerin 'dünyevî' başarısının, ne de takva sahibi kişilerin geçici 'başarısızlıklarının' tersini ortaya koyamayacağı temel bir ilkedir bu.

4) Müminlerin seçkin niteliklerinin, Hz. Peygamber'in (s.a) getirdiği mesaj'ın doğruluğunun pratikte görülen bir kanıtı olarak sunulduğunu bir kez daha belirtelim. Aynı konunun değişik açılardan işlendiği gelecek bölümleri ele alırken bu nokta hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Hem bu şekilde bölümler arasındaki bağlantıyı da koparmadan izleyebiliriz.

12. Açıklama için bkz. Hacc an: 5-6 ve 9.

13. Şimdi de kâfirler Hz. Peygamber'in (s.a) mesajına bir de kendi yaratılışları açısından baksınlar, çünkü bu tevhid doktrinini kanıtladığından, belki böylece onun doğruluğuna kanaat getirirler. İnsanın kökeni, anne rahminde çeşitli değişiklikler geçiren bir damla meniden ibarettir. Fakat bundan sonra o, gün ışığını gördüğünde, rahimdeki hücreden bambaşka bir yaratılışa geçmiş olmaktadır. Artık işitebilir, görebilir ve zamanla yürüyüp düşünebilir. Sonra, yetişkinlik ve olgunluk çağına geldiğinde harika işler başarabilecek bir kapasite kazanır. Açıktır ki, bir damla meniden tüm bu nitelikleri yaratabilen yalnızca Allah'tır.

14. " " ifadesini tam anlamı bakımından açıklamak mümkün değildir. Lugat açısından iki anlama gelebilir. "O kutsal, yüce ve münezzehtir" veya "O umulanın üstünde hayır sahibidir. (İzah için bkz. Furkan an: 1 ve 19.) İnsanın geçtiği çeşitli yaratılış aşamaları Allah'ın bereketler verici, nimetlendirici ve rahmeti bol bir yaratıcı olduğunu kanıtlamak için anlatılmakta olup, insanların konuştuğu dillerden hiçbiri O'nu gerektiği ve hak ettiği şekilde övemez. Dolayısıyla bu ifade bir tarif niteliği taşımaktan çok kuvvetli bir delil olarak öne sürülmüştür. Burda da sanki şöyle denmektedir: "Çamurdan süzülmüş bir özden mükemmel bir insan meydana getiren Allah'ın, ilâhlığında ortağı olması mümkün değildir. Öyle ki, ölümünüzden sonra sizi tekrar diriltmeye ve daha pek çok harika işlere de gücü yeter O'nun."

15. Arapça "" kelimesinin birden fazla anlamı vardır. Kelime, Kur'an'ın indiği dönemdeki insanların bildiği yedi gezegenin yollarını gösterdiği gibi, yedi göğe de işaret eder. Bu noktada, kelimenin modern bilimsel bir kavram olarak değil de, halkın dikkatini yaratılışları insanınkinden daha büyük bir şey olan göklerin harikalarına çekmek için dönemin Arapça'sına göre normal bir kelime olarak kullanıldığını belirtmeliyiz. Bkz. Mümin: 57.

16. Bu ayet şu şekilde de çevrilebilir: "Biz yarattıklarımız karşısında vurdumduymaz değildik (veya) değiliz" Önceki (metindeki) çeviriye göre, yaratıcı olan Allah her bakımdan mükemmel olduğundan, tüm yaratılışın da belirli bir plan ve amaç çevresinde mükemmel bir biçimde meydana getirdiği anlamı çıkar. Bu bağlamda, bizzat yaratılışın kendisi, bir acemi işi olmadığına delildir. Kâinattaki tüm sistemin bütün fizikî yasaları öylesine bir örgü içindedir ki, yaratacısının Hakîm ve Alîm Allah olduğuna tanıklık etmektedir. Yukarıda verdiğimiz ikinci çeviriye göre ise anlam, Allah'ın en küçüğünden en büyüğüne her varlığı tabiatına göre yaşatıp rızıklandırmada ilgisiz kalmadığı demek olur.

18 Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleştirdik;17 şüphesiz biz onu (kurutup) giderme gücüne de sahibiz.18

19 Böylelikle, bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler-bağlar geliştirdik, içlerinde çok sayıda yemişler vardır;19 sizler onlardan yemektesiniz.20

20 Ve (daha çok) Tur-i Sina'da çıkan bir ağaç (türü de yarattık);21 o yağlı ve yiyenlere bir katık olarak bitmekte (ürün vermekte)dir.

21 Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır; karınlarının içinde olanlardan size içirmekteyiz22 ve onlarda sizin için daha birçok yararlar var. Sizler onlardan yemektesiniz.

22 Onların üzerinde ve gemilerde taşınmaktasınız.23

23 Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik.24 Böylece kavmine dedi ki: "Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de korkup-sakınmayacak mısınız?"25

AÇIKLAMA

17. "Su"dan kasıt, arasıra yağıp duran yağmur olabileceği gibi, yeryüzünün yaratılışı esnasında, Son Gün'e değin çeşitli ihtiyaçları karşılamak üzere Allah'ın indirdiği ve şu anda denizler, göller yeraltı suları vs. şeklinde bulunan büyük su kaynağı da olabilir. Yazın buharlaşıp, kışın donan ve rüzgârlarla oradan oraya taşınıp, otların ağaçların bitmesi vs. için yeryüzüne inerek, ırmaklar, kaynaklar ve kuyularla dağılan ve yeniden denizlerde, göllerde biriken de aynı su'dur. Ne büyük su kaynağı bir damla eksilmekte, ne de yaratılışından bu yana bir damla artmasına gerek kalmaktadır. Bugün suyun belli oranda oksijen ve hidrojenin bileşimiyle nasıl meydana geldiği çok iyi bilinmektedir. Ama, dünyada hala bol miktarda oksijen ve hidrojen bulunduğu halde neden daha fazla su üretilememektedir? Kim başlangıçta okyanuslar oluşsun diye bunları belli oranda birleştirmiştir ve fazladan bir damlanın daha oluşmaması için birleştirmeyi artık durdurmuştur? Sonra, su buharlaştığı zaman su buharlarında gaz halinde bile oksijenle hidrojenin bir arada kalmasını sağlayan kimdir? Tanrıtanımazlar su, hava, yaz ve kış için ayrı ayrı tanrıları kabul eden putperestler, çoktanrıcılar bu sorulara cevap verebilir mi?

18. Allah'ın dilerse suyu giderip, dünyayı bu en önemli hayat aracından yoksun bırakabileceği konusunda bir uyarıdır bu. Dolayısıyla bu ayet anlam bakımından Mülk Suresi 30. ayetten daha kapsamlıdır.

"De ki: "Hiç şöyle ibret nazarıyla bakmaz mısınız ki, suyunuz yere batsa, size kim su kaynağı getirebilir?"

19. Yani, hurma ve üzümden başka türde meyveler.

20. Yani, meyve, tane, odun vs. şeklinde bu bahçelerden edindiğiniz ürünlerle beslenip yaşıyorsunuz.

21. Yani, Akdeniz çevresi ülkelerinin en önemli ürünü olan zeytin ağacı. Bu ağaç 2.000 yıl kadar yaşayabilir: O kadar ki, Filistin'deki bazı zeytin ağaçları İsa Peygamber'den bu yana var olduğu söylenmektedir. Belki o yörelerde en fazla bilinen Sina Dağı anayurdu olduğundan, bu ağacın Sina Dağı'nda yetiştiği ifade olunmuştur.

22. Yani, süt Bkz.: Nahl: 66 ve an: 54

23. Taşıma aracı olarak dört ayaklı büyük baş hayvanların burada gemilerle birlikte anılması, Arabistan'da devenin genellikle bu amaçla kullanılması ve bu yüzden kendisine "çölün gemisi" denmesindendir.

24. Ayrıca bkz. A'raf: 59-64, Yunus: 71-73, Hud: 25-48, İsra: 3 ve Enbiya: 76-77.

25. Yani, "Eğer gerçek Hakîm olan Allah'a şirk koşar, ortaklar tanır ve bu ortaklara teslim olup kulluk ederseniz, o zaman O'nun gazap ve cezasını çekeceğinizden korkmaz mısınız?"

24 Bunun üzerine, kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir.26 Size karşı üstünlük elde etmek istiyor.27 Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi.27/a Hem biz geçmiş atalarınızdan da bunu işitmiş değiliz."

25 "O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin."

26 "Rabbim" dedi (Nuh). "Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et."28

AÇIKLAMA

26."İnsan peygamber olamaz ve peygamber de insan olamaz" şeklinde yanlış bir inanç vardı. Bu yüzden Kur'an tekrar tekrar bu yanlış anlayışı reddetmekte ve tüm peygamberlerin insan olduklarını ve insanlara ancak bir insanın peygamber olarak gönderilebileceğini ifade etmektedir. Ayrıntılarla ilgili olarak bkz. A'raf: 63, 69, Yunus: 2, Hud: 27-31, Yusuf: 109, Râd: 38, İbrahim: 10-11, Nahl: 43, İsra: 94-95, Kehf: 110, Enbiya: 3-34, Müminun: 33, 34-47, Furkan: 7, 20, Şuara: 154-186, Yasin: 15, Fussilet: 6 ve ilgili açıklama notları.

27. Halklarını ıslaha çalışan herkese karşı yükseltilen en eski itirazlardan biri de hep bu suçlama olagelmiştir. Karşı çıkanlar her zaman 'düzeltici'leri, ülkede hakimiyet sağlamak için dini istismar etmekle suçlaya gelmişlerdir. Musa, Harun ve İsa Peygamber (a.s) gibi Hz. Muhammed (s.a) aynı suçla suçlanmıştı. (Bkz. Yunus: 78) O kadar ki, Peygamber inancının "hükümdarlık" olduğunu sanan Mekkeliler O'na mesajını yaymaktan vazgeçmesi halinde başlarına hükümdar yapmayı teklif etmişlerdir.

Gerçekten, kendilerini dünyevî kazanç ve çıkarlar peşinde tüketen kişiler, bu dünyada bazılarının özel çıkar gözetmeden ve içtenlikle insanlığın iyiliği için kendilerini ortaya koyabileceklerine asla inanamazlar. Böyleleri güç ve iktidarı ele geçirmek için kandırıcı sloganlar atmayı ve gece gündüz durmadan yalan va'dlerde bulunmayı oldukça tabii görürler. Ancak halkı kandırmak için içten ve bensiz görünmek gerektiği, aslında bunların hiçbir işe yaramayacağı düşüncesindedir onlar. Bu nedenledir ki, her dönemde iktidarda olanlar, sanki iktidar ve egemenlik kendilerinin doğuştan hakkıymış ve iktidarı ele geçirme kavgalarından dolayı kendileri hiç kınanamazmış gibi 'ıslah ediciler'e, doğruya çağıranlara sürekli olarak 'iktidar hırslısı' damgasını vurmuşlardır. (daha fazla açıklama için bkz. an: 36)

Bu bağlamda, kokuşmuş hayat düzenlerini ıslah etmeye çalışanların hakk düzeni kurmak için iktidarda olanlarla çatışmalarının kaçınılmaz olduğu da belirtilmelidir. İktidarı ellerinde tutanların kendilerini yerlerinden etmesi kaçınılmaz olan Peygamberlere ve izleyicilerine her zaman karşı çıkmış olmalarının nedeni budur. Bununla birlikte, iktidarı kendileri için ele geçirmeye çalışanlarla halkı ve kokuşmuş düzenleri ıslaha çalışanlar arasında büyük bir farklılığın olduğu açıktır.

27/a. Nuh'un kavminin, Allah'ın varlığını ve O'nun Kâinatın Rabbi, meleklerin de O'nun itaatkâr kulları olduğunu inkâr etmediklerine açık bir delil vardır burada. Onlar yalnızca şirk içindedirler; Allah'a sıfatlarında, kudretinde ve haklarında ortaklar tanıyorlardı.

28. "Bu halka karşı bana yardım et"; "Bunlardan intikamımı al, çünkü beni yalanladılar", Kamer Suresi ayet: 10, "O da Rabbine yalvardı: "Ben yenildim, dolayısıyle yardım et." Nuh: 26-27: "Ve Nuh dedi: "Rabbim, Yeryüzünde Kâfirlerden hiçbir yurt tutan bırakma; eğer bırakacak olursan kullarını saptırırlar ve ancak facir, alabildiğine Kâfir doğur(tur)lar."

27 Böylelikle biz ona: "Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır29 kızışınca, onun içine her (tür hayvandan) ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş (azab gerekmiş) onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır" diye vahyettik.

28 "Böylece sen, beraberinde olanlarla gemiye bindiğinde o zaman de ki: "Bizi o zulmeden kavimden kurtaran Allah'a hamdolsun."30

29 Ve de ki: "Rabbim, beni kutlu bir konakta indir, sen konuklayanların en hayırlısısın."31

30 Hiç şüphesiz bunda ayetler vardır32 ve biz gerçekten denemeden geçiririz.33

31 Sonra onların ardından bir başka insan-kuşağı yaratıp-inşa ettik.34

AÇIKLAMA

29.Bazı yorumculara göre "tennur" yeryüzü demektir, bazılarına göre yeryüzünün en yüksek bölümüdür; daha başkaları Fâre't-Tennur'la, şafağın attığının kastedildiği görüşündedirler. Bu ifadenin aslında mecaz olarak, tufanın başlaması anlamında kullanıldığını söyleyenler de olmuştur. Fakat, metnin bütünlüğünü göz önüne aldığımızda, Kur'an'ın açık bir kelimesine, neden bu kadar ilgisiz mecazî anlamlar verildiğini anlamak güçtür. Öyle görünmektedir ki, tufanın başlangıç yeri olarak özel bir fırın (tennur) seçilmiş ve umulmadık bir biçimde sapık insanların felaketi başlamıştır.

30. Bu insanların yok edilmeleri nedeniyle Allah'a şükr edilmesi gerektiği gerçeği, bunların dünyanın en kötü ve en şerli insanları olduğunun açık bir kanıtıdır.

31. "Konma" burada, yalnızca karaya ayak basma anlamında değildir; sözcüğün içinde "konuklama" anlamı da gizlidir; şöyle denmektedir sanki: "Ey Rabbimiz, artık senin konuklarınız ve yalnızca sensin bizim ev sahibimiz."

32. Nuh Peygamber'in kıssasının sonunda, kendinden pek çok dersler çıkarılabilecek bu kıssadaki 'ayetler'e özel dikkat çekilmektedir. Sözgelimi, halkı tevhide çağıran peygamber doğrudayken, şirk ve küfr'de ısrar edenler yanlıştaydılar ve helâk edildiler. Hz. Nuh Peygamberle halkı arasında geçen çatışmanın aynısı Mekke'de cereyan ediyordu. Bu bakımdan düşmanları karşısında nihaî zafer Nuh Peygamber gibi Hz. Peygamber'e (s.a) ait olacaktır.

33. Bu cümle, "İnsanları imtihana çekmeniz gerekiyordu veya gerekmektedir" şeklinde de çevrilebilir. Her iki durumda da amaç, yeryüzünde yerleştirilip kendilerine hayatın nimetleri sunulduktan sonra insanların kendi hallerine bırakılmayacakları ve Allah'ın sahip oldukları güç, iktidar ve nimetleri nasıl kullanılacakları konusunda kendilerini imtihana çekeceği uyarısında bulunmaktır. Nuh kavminin başına gelen, bu kuralın dışında değildi ve aynı durum ilerde kendisine yeryüzünde güç ve iktidar verilen her toplumda kaçınılmaz olarak cerayan edecektir.

34. Bazı müfessirler, Nuh kavminden sonra yeryüzüne yerleştirilen ve kendilerine iktidar tanınan kavmin, Semud kavmi olduğunu söylemişlerdir. İddialarına delil olarak da, ileride gelen ayetlerde, bu kavmin, Semud kavmi gibi korkunç bir sesle (sayha) helak olduğunun zikredilmesini gösterirler. (Semud kavminin bir sayha ile helak oluşuyla ilgili bkz. Hud: 67, Hicr: 83; Kamer: 31) Bazı müfessirler de sözkonusu kavmin Ad kavmi olduğunu öne sürmüşlerdir. Çünkü Kur'an'da (A'raf: 69) Nuh kavminden sonra Ad kavminin geldiği zikredilmektedir. Bizce isabetli görüşün ikincisi olduğu anlaşılmaktadır. Zira, ilk görüş mensuplarınca Semud kavminin de "sayha" ile helak olması şeklindeki felaket esnasında korkunç bir sesin duyulması ihtimal dahilinde olacağından, Ad kavminin helak oluşu esnasında böyle bir "sayha"nın duyulmuş olması mümkündür.

32 Onlara da kendi içlerinden: "Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?" (desin) diye içlerinden bir peygamber gönderdik.

33 Kendi kavminden, küfredip de ahirete kavuşmayı yalanlayan ve kendilerine, dünya hayatında refah verdiğimiz önde gelenler35 dedi ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir."

34 "Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun, siz gerçekten hüsrana uğrayanlar olursunuz."36

35 "O, siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va'dediyor?"

36 "Heyhat, size va'dedilen şeye heyhat..."

37 "O (bütün gerçek), bizim yalnızca (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz."

38 "O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah'a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz." 36/a

39 (Peygamber) Dedi ki: "Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et."

40 (Allah) Dedi ki: "Az bir süre (bekle). Onlar gerçekten pişman olacaklar."

41 Derken, hak (ettikleri cezaya karşılık) olmak üzere, o korkunç çığlık onları yakalayıverdi. Böylece onları bir süprüntü kılıverdik.37 Zulmeden kavim için yıkım olsun:

AÇIKLAMA

35. Rasullere karşı çıkan tüm insanların şu üç ortak özelliğe sahip olduklarını belirtmeliyiz: 1) Hepsi de kavimlerinin şefleri, reisleri idiler: 2) 'Ahiret' hayatına inanmıyorlardı 3) Zengin ve dünya hayatında başarılı olanlardı. Açıkça dünya hayatını seviyorlar ve kendilerine önderlik ve zenginlik kazandıran yaşantılarının yanlış olabileceğini düşünemiyorlardı. Bu yüzden de ölümden sonra bir başka hayattan ve dünyada yapılanların hesabının Allah'a verileceğinden söz etmekle kafa konforlarını bozan rasûllere karşı çıkıyorlardı. Mekke'de olup biten de aynıyla buydu.

36. Bazı yorumcular, yanlışlıkla bu konuşmaların Rasûl'e karşı çıkan şefler arasında geçtiğini belirtmişlerdir. Oysa bu sözler 'avam'a söyleniyordu. Şefler mesajın avam arasında yayıldığını görüp de, onların Rasûlün pak karakterinden etkilenmeleri sonucu kendi üstünlük ve egemenliklerinin sona ereceği tehlikesini sezince, bu tür itiraz ve sözde delillerle insanları kandırma çabası içine girmişlerdi. Bu arada belirtmeliyiz ki, hem Nuh kavminin, hem de Âd kavminin şefleri kendilerine gelen Rasûlleri 'iktidar hırslısı' olmakla suçlamışlar ve iktidar ve zenginliğin kendilerine 'miras kalmış' bir hak olduğu düşüncesiyle, her bakımdan kavimlerinin şefleri olma hakkını kendilerinde görmüşlerdir.

36/a. Bu sözler, Âd kavminin de Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini göstermektedir. Onlar da şirke dalmışlardı. Bkz. A'raf: 70, Hud: 53-54, Fussilet: 14 ve Ahkaf: 21-22.

37. "" sözlük anlamıyla, sel sularının getirdiği ve ırmak kenarlarında kalıp çürüyen süprüntü ve çer-çöp demektir.

42 Sonra onların ardından başka kuşaklar yaratıp-inşa ettik.

43 Ümmetlerden hiç biri, kendisine tesbit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.

44 Sonra birbiri peşi sıra peygamberlerimizi gönderdik; her ümmete kendi peygamberi geldiğinde, onu yalanladırlar. Böylece biz de onları (yıkıma uğratıp yok etmede) bir kısmını bir kısmının izinde yürüttük ve onları (tarihin anlatıp aktardığı) bir olay kıldık. İman etmeyen kavim için yıkım olsun.38

45 Sonra Musa ve kardeşi Harun'u ayetlerimizle ve apaçık bir delille39 gönderdik.

46 Firavun'a ve ileri gelen çevresine; fakat onlar büyüklendiler. Onlar, 'büyüklenen-zorba' bir topluluktu.40

47 "Kavimleri bize ibadet (kölelik) ederken40/a bizim gibi iki beşere mi inanalım?"41 dediler.

48 Böylece onları yalanladılar ve yıkıma uğrayanlardan oldular.42

49 Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik, belki onlar hidayete erer diye.

50 Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık43 ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede44 yerleştirdik.

51 Ey Resul (peygamber)ler,45 güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun;46 çünkü gerçekten ben yapmakta olduklarınızı biliyorum.

AÇIKLAMA

38. Yani, "Rasûllere inanmayanlar."

39. (Ayetlerimizin yanısıra bir de 'apaçık bir yetki' delil= sultan) kelimesinin kullanılması, "ayetlerin Hz. Musa ve Hz. Harun'un risaletlerinin açık delilleri veya mucizeleri anlamına geldiğini belirtmek için olsa gerektir; çünkü, 'asâ' aracılığıyla gösterilen mucizeler bu iki kardeşin Allah tarafından gönderildiklerinin açık delilleriydiler. Bkz. Zuhruf an: 43-44.

40. Metindeki kelimeler şu iki anlama da gelebilir: (1) Oldukça kendini beğenmiş ve zalim bir topluluktular; (2) Kibir ve kendilerine güvenme gösterisinde bulundular.

40/a. Açıklama için bkz. an: 26.

41. "Abid" ibadet eden, tapınan demektir. Arapça kullanıma göre, "tapınan" olmakla 'kul-köle' olmak aynı şeydir. Bu bakımdan peygamberler halklarını yalnızca Allah'a ibadet etmeğe çağırmakla, onlardan Allah'tan başkalarına tapınmamalarını ve hizmetçi, kul-köle olmamalarını, itaat etmemelerini istiyorlardı; ibadet kelimesinin gerçek anlamı da budur. (Daha fazla malumat için bkz. Kehf, an: 50).

42. Hz. Musa ile Firavun arasında geçenlerin tüm ayrıntılarıyla ilgili olarak bkz. Bakara: 49-50, A'raf: 103-136. Yunus: 75-92, Hud: 96-99, İsra: 101-104, Ta-Ha: 9-80 ve ilgili açıklama notları.

43. "Meryem'in Oğlu'yla anasını bir ayet kıldık" ifadesi oldukça anlamlıdır. Çünkü, bu şekilde ayrı ayrı Meryem'in Oğlu ve Anasının değil de, ikisinin birlikte bir ayet oldukları ifade edilmektedir. Bu ayet, Meryem'in herhangi bir erkekle birleşmeden bir oğul doğurduğunun ve İsa'nın babasız olduğunun açık bir kanıtıdır. Konunun tüm ayrıntıları için Bkz. Âl-i İmran: 45-49, Nisa: 156-171, Meryem: 16-35, Enbiya: 91 ve ilgili açıklama notları.

Bu bağlamda, Hz. İsa ile annesi konusunda düşülen yanlışlığın, insan oldukları için reddedilen diğer peygamberler konusunda düşülen yanlışlıktan farklı olduğunu belirtmeliyiz. İsa peygamber konusunda sapıklığa düşenler, onu insan olmaktan 'Allah' olma mertebesine çıkarmışlardır. Öte yandan, bir başka yönde aşırılığa kaçanlar ise, Hz. İsa'nın mucizevî doğumuna tanık olup, beşikte konuştuğunu işittikleri halde Hz. Meryem'i 'iffetsizlikle' suçlamışlardır.

44. Allah'ın bu barındırdığı yer konusunda kimileri, Şam, kimileri Remle, kimileri Kudüs veya Mısır demişlerdir. Hristiyani rivayetlere göre, Meryem'in İsa Peygamber'in doğumundan sonra ilki Nerad zamanında onun ölümüne kadar kaldığı Mısır'a, ikincisinde ise Arişelus zamanında Galile'de Nasıra'ya olmak üzere iki kez yurdundan ayrıldığı anlaşılıyor (Matta 2: 13-23). Bu yüzden, burada Kur'an'ın bu göçlerden hangisine değindiğini kestirmek zordur. Şu kadar ki, barınılan yerin kendilerine her türlü hayat gerekliliklerini sağlayan bir yayla olduğu açıktır.

45. Önceki bölümde (ayetler: 23-50) bazı peygamberlerin kıssaları teker teker anlatılmışken, bu ayette hepsine birden hitap edilmektedir. Şu kadar ki, buradan hepsinin hitap anında ve aynı yerde hazır oldukları anlamı çıkarılmamalıdır. Bu türden bir hitabın seçilişi, farklı zamanlarda farklı yerlerde gönderilen rasûllerin getirdikleri mesajın aynılığını ve rasûllerin tümünün tek ve aynı ümmete ait olduklarını göstermek içindir. (52). Dolayısıyla, bir rasûlün mesajı bütün rasûllerin mesajıdır. Bu ayette, bu önemli gerçeği vurgulamak için, sanki hepsi aynı anda ve bir yerde hazırmış gibi toplu bir hitapta bulunulmaktadır. Ama ne tuhaftır ki, çağımızın bir takım aptal kişileri bu ayetin Hz. Muhammed'den (s.a) sonra gelecek Rasûllere seslendiği sonucuna varmışlardır. Bu tür bir yorumun ayetin 'siyak ve sibak'ına (öncesi ve sonrasına) uygun düşmediği de ortadadır.

46. "Temiz-pak şeyler" (tayyibat); bunların sağlığa uygun olması ve meşru yollardan kazanılması gerektiği anlamını vermektedir. "Temiz şeylerden yiyin" emri teori ve uygulamada 'dünyadan el-etek çekmeyi' reddetmek içindir. Kur'an 'ibahe' (her şeyin mübahlığı) ile 'terk-i dünya' arasında orta bir yol çizer. "Temiz şeylerden yiyin" emrinin "salih amellerde bulunun" emrinden önce gelmesi, yenilen şeyler meşru (temiz) olmadığı sürece salih amellerin anlamsızlığını vurgulamaya yöneliktir. Hz. Peygamber, (s.a) "Ey insanlar, Allah temizdir, temiz şeyleri sever" diyerek bunu vurgulamış sonra bu ayeti (51) okuyarak, "Kişi darmadağınık halde uzun bir Hacc yolculuğuna çıkar ve ellerini kaldırıp, "Rabbim, Rabbim" diye dua eder; bir yandanda haram yer, haramdan giyinir ve haramlarla beslenmiştir. Böyle bir kişi, Allah'ın duasına karşılık verebileceğini nasıl bekleyebilir?" buyurmuşlardır. (Müslim, Tirmizi, İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den nakletmişlerdir.)

52 İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim: öyleyse benden korkup-sakının.47

53 Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.48

AÇIKLAMA

47. "Ümmet" kelimesi, temel müştereklere sahip kişilerden oluşan topluluğu ifade eder. Aynı inanç, aynı ortak kurallar ve aynı mesaja sahip olduklarından tüm rasuller bir ve aynı ümmete aittiler. Ayrıca bkz. Bakara: 130-133 ve 213, Âl-i İmran: 19-20, 33-34, 64, 79-85, Nisa: 150-152, A'raf: 59, 65, 73, 85, Yusuf: 37-40, Meryem: 49-59, Enbiya: 71-93 ve ilgili açıklama notları.

48. Basit bir olgunun ifadesi değildir bu. Surenin başından beri süregelen delillendirmelerin halkalarından biridir. Şudur delillendirme: İslâm, Hz. Nuh'tan Hz. İsa'ya tüm peygamberlerin (Allah'ın salat ve selamı hepsinin üzerine olsun) bağlı olduğu tek ve aynı dinin adıdır, çünkü hepsi de aynı tevhid ve ahiret doktrinlerini getirmişler ve tebliğ etmişlerdir. Öte yandan, tüm diğer dinlerin çeşitli biçimlerde tahrife uğramış olmaları 'tek ve değişmez din'den sapmaların sonucudur. Bu bakımdan, bozulmuş dinlere bağlı olanlar yanlışta, onları 'ilk ve son, gerçek ve değişmez din'e çağran Hz. Peygamber (s.a) ise doğrudadır.

54 Artık sen onları, belli bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak.49

55 Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine vermekte olduğumuz mal ve çocuklarla,

56 Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz) Hayır, onlar şuurunda değiller.50

AÇIKLAMA

49. Metnin tümünün oturduğu zeminin doldurulmasına yardımcı olacağından, ayet 53 ve 54 arasında, doldurulması dinleyiciye bırakılmış bir boşluk vardır. Hz. Peygamber'in (s.a) halkını asıl dine çağırmaya başlamasının üzerinden beş yıl geçmiştir. Mesajının gerçeğe oturduğuna aklî ve tarihî delillerle halkını ikna etmek için el atmadığı dal kalmamıştır. Halk mesajını kabullenmenin pratik sonuçlarını görmüş, doğruluğunun ve güvenirliliğinin bizzat garantisi olan yüce karakterine yeterince tanık olmuştur. Fakat, bütün bunlara rağmen, atalarından miras olarak devredegeldikleri yanlış inançları içinde el çırpıp durmaktaydılar. Dahası da var: Rasûlün acımasız düşmanları haline gelmişler ve dolayısıyla onu ve mesajını yenilgiye uğratmak için her türlü aşağılık çareye başvurmaktan geri durmuyorlardı.

Bu boşluğu böylece doldurduktan sonra, ayet 54'ün anlamı daha açık hale gelmektedir. Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğini bırakıp, kâfirleri kendi hallerine terk etmesi gerektiği söylenmiyor burada. Bu tür hitaplar, kâfirleri sarsmak ve silkelemek içindir. Bu ayet, Rasûlün doğruda, kendilerininse yanlışta olduklarını görecekleri zamanın yaklaşmakta olduğunu kavrasınlar diye onları uyarmaktadır.

50. Bu soru, surenin ana temasının bir kanıtı olarak sorulmaktadır. Kâfirlerin kendilerini kandırmak için oluşturdukları 'başarı', "refah", 'zenginlik' gibi kavramlardaki yanlış anlamaları gidermeye yöneliktir bu soru. Kâfirlere göre, hayatın lezzetlerinden yararlanan ve toplumda güç, iktidar ve etki sahibi kişiler 'başarılı' kişilerdir. Buna karşılık, bu tür şeylerden yoksun olanlar ise 'başarısız' sayılırlar. Bu yanlış anlayış, Kâfirleri bir diğer ciddi yanılgıya sürüklemiştir. Şöyle ki, kendilerince 'başarılı' olanın doğruda olduğu ve Allah tarafından sevildiği düşüncesindeydiler.

Aksi halde, nasıl bunca 'başarıya' ulaşılabilirdi ki? Öte yandan, 'başarısız' olmuş, hayatın lezzetlerinden yoksun kalmış kişiler ise inanç ve davranışta yanlış yolda giden ve Allah'ın (veya ilâhların) gazabını çekmiş kişilerdi (!) Bu tür anlayış materyalistlerin en büyük yanlışlarından biri olduğu içindir ki, Kur'an yer yer çeşitli biçimlerde bunu reddeder, gerçeği ortaya kor. Örnek olarak bkz. Bakara: 126, 212, A'raf: 32, Tevbe: 55-69-85, Yunus: 17, Hud: 3, 27-31, 38-39, Ra'd: 26, Kehf: 28, 32-43-105, Meryem: 77-80, Ta Ha: 131-132, Enbiya: 44 ve ilgili açıklama notları.

Yukarıda sözü edilen yanlış anlayışı gidermek için aşağıdaki notlar gözönünde tutulmalıdır:

1) "Felah-kurtuluş, gerçek başarı, bir birey, toplum veya ulusun maddî refahı ve geçici 'başarı'sından çok daha öte bir kavramdır.

2) "Refah" ve 'zenginliği' hakla bâtılın ölçüsü kabul etmek mutlak anlamda yanlıştır. Bu düşünce terkedilmedikçe salih akide, salih amel ve güzel ahlâk sahibi olmak mümkün değildir.

3) Bu dünya hayatının, ceza ve mükâfat verme değil, imtihan ve denemeden ibaret olduğu iyi bilinmelidir. Evet, zaman zaman dünyada da ceza veya mükafat verildiği olur; fakat bu sınırlı ölçülerde olmasının yanısıra, imtihanın bir yönüdür de. Bu nedenle maddi 'başarı' veya 'refah'ı doğruda ve Allah'ın sevgili kulu olmanın kanıtı saymak bütünüyle aptallıktır. Kaldı ki, bireylerin ve toplumların tutulduğu imtihan ve denemeler çeşit çeşit olup, gerçeğin peşinde giden daha ilk adımında dünyevî, 'başarı' veya 'başarısızlığın' nihaî ceza veya mükâfatla ilgisinin bulunmadığını ve inancın, eylemin, ahlâkın doğru ve yanlışlığının bir ölçüsü, Allah tarafından sevilip sevilmemenin bir işareti olarak görülemeyeceğini peşinen anlamalı ve kabul etmelidir.

4) Hakkın ve doğruluğun, nihaî düzlemde bâtıl, yalan ve fesat karşısında galip geleceğine gönülden inanmak gerekir. Hakla bâtılın, doğruyla yanlışın değerlendirilmesi ve ölçülmesi vahyin ve rasûllerin öğretilerinin ışığında yapılmalıdır. Çünkü sağduyu bunu onaylar ve insanlığın iyiyle kötü hakkında her zaman sahip olduğu genel kanı da bunu destekler mahiyettedir.

5) Yukarıda anlatılanlara paralel olarak, Kur'an'a göre (ve sağduyunun onayladığı biçimde) "ceza" ve "mükâfat" anlayışı da genel kabul edilenden açıkça farklı olacaktır. Sözgelimi, eğer kötü bir kişi veya toplum 'refah' içinde yüzüyorsa, bu hiçbir zaman onun kötü amellerinin bir mükafatı ve Allah'ın nimeti değil, tersine Allah'ın gazabı ve sıkı bir imtihan demektir. Bundan, Allah'ın 'refah içinde yüzenler'i şiddetli bir azapla cezalandırmaya karar verdiği anlamı çıkar. Buna karşılık, eğer doğru ve takva sahibi kişiler güçlükler, sıkıntılar ve belâlarla karşılaşıyorlarsa, bu hiçbir zaman Allah'ın cezası değil, aksine onları temizlemek ve 'som' altın yapmak için 'ateşten' geçirme işinde gizlenmiş bir nimeti olarak görülmelidir. Bu zorlu deneme takva sahibi insanlar için bir nimet, kötüler için ise öncekilere yaptıklarından dolayı hak ettikleri şiddetli cezayı görmeleri için bir imtihandır.

57 Gerçekten, Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar.51

58 Rablerinin ayetlerine iman edenler,52

59 Rablerine ortak koşmayanlar,53

60 Ve onlar gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler;54

61 İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler.

62 Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz;55 elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır56 ve onlar hiç bir haksızlığa uğratılmazlar.57

AÇIKLAMA

51. Yani, Allah korkusundan yoksun, başıboş bir hayat yaşamıyor onlar. Allah korkusuyla ve O'nun tüm niyet ve hareketlerinde kendilerini gözlediğinin bilinciyle yaşıyorlar; bu yüzden de kötü niyet ve davranışlardan da geri duruyorlar.

52. Burada, "ayetler"den amaç, hem peygambere gelen vahy, hem de kişinin kendinde ve çevresini saran kâinattaki işaretlerdir. Kitab'ın ayetlerine inanmak, bu ayetleri tasdik etmek ve insanın kendisindeki ve kâinattaki ayetlere inanmak da, bu ayetlerin işaret ettiği gerçekleri tasdik etmek demektir.

53. Vahy'e iman her ne kadar kalplere tevhid doktrinini ekerse de, yine de müminler şirk'e karşı uyarılmaktadır. Çünkü, vahye inanmakla birlikte, insan şu veya bu şekilde, sözgelimi, peygamberlerin ve dindar kişilerin öğretilerini sınırların dışına taşırarak, Allah'tan başkalarına dua ve yakarışta bulunup kulluk yaparak her zaman şirke düşme eğilimindedir.

54. Bu ayet (60) şu anlamları içermektedir: "Onlar Rabblerine kulluk ederler, O'na itaat için ellerinden geleni yaparlar ve salih amellerde bulunurlar, yine de her an kalpleri korku doludur ve dindarlıklarıyla asla gurur duymazlar, kendilerini beğenmeye kalkışmazlar. Tüm salih amellerine rağmen, kalpleri hep huşu içindedir, Rabblerine hesap verecekleri korkusuyla titrerler ve Rabblerinin mahkemesinde 'berat' edip etmeyeceklerinden emin değillerdir.

Bu konuda Hz. Aişe kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a) bir hadis rivayet olunmuştur: "Hz. Aişe Rasûllullah'a (s.a) bu ayetle ilgili olmak üzere şöyle bir soru sorar: "Ya Rasûlallah! Allah'tan korktuğu halde bir kimse, hırsızlık, zina yapar mı, içki içer mi?" Bunun üzerine Rasûlallah, "Hayır, senin anladığın gibi değil ey Sıddık'ın kızı! Burada kastolunan kişinin namaz kıldığı, zekat verdiği, oruç tuttuğu halde, yine de Allah'tan korkmasıdır" demiştir." Bu cevaptan anlaşıldığına göre, burada (mal) vermekten maksat, kişinin en geniş anlamıyla Allah'a itaat etmesidir.

Hz. Ömer (r.a) bu ayetin somut tefsirini hayatıyla ortaya koymuştur. Herkese örnek olacak şekilde Allah'a kulluk yapıyordu. Fakat, her şeye rağmen O'na hesap vermekten öylesine korkuyordu ki, ölümünden önce şöyle dediği rivayet olunmaktadır: "Ahirette mükâfat da görsem ceza da görsem, ikisini de nimet sayacağım." Hz. Hasan Basrî aynı şeyi şu güzel sözüyle ifade etmektedir: "Mümin Allah'a itaat eder, ama yine de O'ndan korkar, münafıksa Allah'a isyan eder, ama buna rağmen O'ndan korkmaz."

55. Bu temel ilkenin burada bu şekilde ortaya konuşu oldukça anlamlıdır. Önceki bölümde (57-61) gerçek başarıyı (kurtuluşu) hak etmiş kişilerin özellikleri anlatılmıştı. Bu ayette (62) ise bu seçkin özelliklerin gerçek başarıya ulaşmak isteyen herkes tarafından kazanılabileceği belirtilmekte ve sanki şöyle denmektedir: "Gerçek başarı için öngördüğümüz şartları yerine getirmek her çabalayanın kapasitesi içindedir; çünkü, "Biz.. yüklemeyiz-teklif etmeyiz. O halde, ey iman edenler, gerçek başarıya, kurtuluşa ermek istiyorsanız, bu başarıya ulaşmış olan içinizdeki müminleri örnek alın."

56. Kur'an'a göre herkesin tek tek 'amel defteri' tutulmaktadır. Bu deftere kişinin söylediği her söz, yaptığı her iş, içinden geçirdiği her düşünce ve kalbinde beslediği her niyet kaydedilir. Ayrıca bkz. Kehf: 49 ve an: 46.

57. Yani, hiç kimse, ne yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanıp cezalandırılacak, ne de yaptığı güzel bir amelin karşılığından mahrum bırakılacaktır.

63 Hayır, onların kalpleri bundan dolayı bir gaflet içindedir.58 Üstelik onların, bunun dışında da yapmakta oldukları (birtakım şeyler) vardır; onlar bunun için çalışmaktadırlar.

64 Nihayet, onların refahtan şımaran önde gelenlerini azab ile yakalayıverdiğimiz zaman,59 onlar hemen feryadı basacaklar.60

65 Bugün61 feryadı basmayın, çünkü siz bizden yardım göremezsiniz.

66 Gerçekten benim ayetlerim size okunmaktaydı, fakat siz topuklarınız üzerinde geri dönüyordunuz;62

67 Buna (ayetlerime) karşı büyüklük taslayarak: gece vakti de hezeyanlar63 sergiliyordunuz.

68 Onlar, yine de o sözü (Kur'an'ı) gereği gibi düşünmediler mi,64 yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?65

69 Ya da kendi peygamberlerini tanımadılar mı ki, şimdi onu inkâr etmektedirler?66

AÇIKLAMA

58. Yapıp söyledikleri herşeyin bir 'kitaba (amel defteri) kaydolduğunu hiçe saymakta ve herşeyin hesabını vereceklerini kaygı edinmemektedirler.

59. Yani, "Mutrefin" bu dünyada mal mülk sahibi olup, başıboş olarak yaşayan ve Allah'ın diğer kullarına hak tanımayanlardır. "Azab" kelimesiyle de sadece ahiretteki değil dünyadaki azap da kastolunuyor. Lüks ve zevk-safa içinde başkalarının haklarını unutup, öngörülen sınırları aştıklarından zevkperestler belki bu dünya hayatında da cezalandırılacaklardır.

60. "" boğanın acıyla böğürmesi demektir; burada kelime "Yaptığınız kötülüklerden dolayı cezalandırılacaksınız diye böğürmeye başlarsınız değil mi?" denircesine, hiçbir şekilde merhamet olunmayı hak etmemiş bağıran bir kişi için alay makamında kullanılmaktadır.

61. Yani, o zaman bu kendilerine söylenecektir.

62. Yani, "Dünya hayatında Rasûl'ün söylediklerine kulak asmadığınız gibi, bunu duymak bile istememiştiniz."

63. Mekkelilerin geceleri danışmalarda bulunmak, dedikodu yapmak ve hikâyeler anlatmak için bir araya geldikleri toplantı yerleri.

64. Yani, "Anlamadıkları için mi mesajı reddettiklerini demek istiyorlar? Oysa, Kur'an bir muamma değildir; anlaşılmaz bir dille sunulmadığı gibi, insanın anlayışının sınırları dışındaki konuları da ele almamaktadır. Onlar Kur'an'ın anlattığı herşeyi anlamasına anlıyorlar da işlerine gelmediği için anlatılanlara uymak istemiyorlar ve dolayısıyle onun mesajını reddedip karşı çıkıyorlar."

65. Yani, "Kur'an hiç duymadıkları bir şey mi sunuyor? Hiç de öyle değil. Allah, Arabistan'a ve komşu ülkelere gelen ve çok iyi tanıdıkları peygamberler, özellikle puta tapmayıp bir ilâha (Allah'a) ibadet eden ve kendilerinin de peygamber olarak kabul ettikleri İbrahim, İsmail, Hud, Salih ve Şuayb kanalıyla mesajını gönderip durmuştur." Daha fazla bilgi için bkz. Furkan, an: 34, Secde an: 5 ve Sebe, an: 35.

66. Yani, "Mesajı, kendilerini ona çağıran Hz. Muhammed'i (s.a) tanımadıkları için mi reddediyorlar; hiç de öyle değil, çünkü o aralarında soylu bir aile içinde doğup büyüdü. Temiz ve yüce bir karakteri vardır onun. Doğru, dürüst, namuslu, güvenilir, iffetli ve en temiz ahlâka sahip olduğunu hayatı boyunca ispatlamış biridir o. Soyludur, kibardır, tabiatı gereği kavgadan hoşlanmaz, adaletlidir, sözünde ve işinde doğrudur, cana yakındır, yoksulların ve zayıfların yardımcısıdır. Allah'ın Rasûlü olduğunu iddia etmeden önce bütün bu özelliklerini kendileri de doğruluyorlardı. Sonra, risaletinden itibaren ısrarla aynı mesajı tebliğ etmeye girişti. Ne söylüyorsa önce kendi uyguluyor ve söylediğinin doğruluğunu gösteriyor. Söylediği ile yaptığı arasında hiçbir çelişki yok. Bizzat kendisi ve izleyicileri Kur'an'ın mesajını inançla ve içtenlikle uygulamaya koyup bu uygulamanın en güzel sonuçlarını da göstermektedirler." Daha fazla ayrıntı için bkz. En'am an: 21, Yunus an: 21 ve İsra, an: 105.

70 Yahut: "Onda bir delilik var" mı demektedirler?67 Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar.

71 Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğradı.68 Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunmaktayız, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çevirmektedirler.69

72 Yoksa sen onlardan haraç mı istiyorsun? İşte Rabbinin haracı (dünya ve ahiret armağanı) daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırılısıdır.70

73 Gerçekten sen onları dosdoğru olan bir yola çağırmaktasın.

74 Ancak ahirete inanmayanlar, şüphesiz yoldan sapmakta olanlardır.71

AÇIKLAMA

67. Yani, Hz. Muhammed'de (s.a) delilik var diye mi mesajı reddediyorlar? Bu da doğru değil; çünkü kendi vicdanlarında onun akıllı ve zeki bir kişi olduğunu itiraf etmektedirler. O halde, böylesi güzel söyleyen ve soylu davranışlar sergileyen bir insan nasıl deli olabilir, nasıl onu cin çarpmış olabilir? Mecnun (veya bâtılı müsteşriklere göre sara nöbetleri tutan) bir kişinin Kur'an gibi yüce ve eşsiz bir Kitabı okuması ve yalnız kendi halkının değil, tüm dünya insanlarının hayatında devrim yapan bir hareketi başlatıp başarıyla sonuçlandırmasından tuhaf ne olabilir?"

68. Bu kısa cümle iyi anlaşılması gereken büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Dünyadaki bir takım aptal kişiler, gerçeği kendilerine gösteren bir kişi karşısında kendilerini saldırıya uğramış görürler. Arzularına ve çıkarlarına ters düştüğünden gerçeği duymak ve üzerinde düşünmek istemezler, ama gerçek yine gerçektir ve kişisel arzu ve isteklere uyularak değiştirilemez. İnsan kâinata, işleyen sonsuz ve değiştirilemez kanunlara bağlıdır, bu nedenle de düşünmesini, arzularını ve davranışlarını buna göre düzenlemek; tecrübe, gözlem ve akıl yürütmeyle gerçeği ve gerçekliği keşfetmek zorundadır. Yalnızca akılsız ve aptal kişilerdir ki, gerçek diye kendi kişisel vehim, arzu ve önyargılarına saplanıp kalırlar ve yalnızca kendilerine ters düştüğü için ne kadar akli ve bilimsel de olsa hiçbir delili duymak ve üzerinde düşünmeye yanaşmazlar ve inkâr yoluna giderler.

69. "Zikr" burada şu anlamlara gelmektedir:

1) İnsan tabiatının ve isteklerinin anılışı, 2) Uyarı, 3) Şan, ün ve onur.

Bunların ışığında ayetin tam anlamı şöyle olmaktadır: "Sizin Kur'an'ı reddetmeniz akıl işi değildir. Çünkü Kur'an, insan tabiatında iyi gelişen şeyleri içermektedir. Kur'an, kendi iyiliğiniz ve mutluluğunuzla sonuçlanacak bir uyarıdır. Kur'an, hem dünyada, hem de ahirette size şan ve onur kazandıracaktır."

70. Hz. Peygamber'in (s.a) peygamberliğinin bir diğer delili de budur: Mesajı karşılığında hiçbir şey istemeden, hiçbir çıkar gözetmeden tebliğ etmektedir o. Bunun da ötesinde, işini bırakmış, adı deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmış, rahat hayatını terketmiş, görevi uğruna inanmayan yakınlarıyla ilişkilerini koparmış ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye katlanmak zorunda kalmıştır. Bencil birinin salt dünyevî amaçlar uğruna bütün bunları göze alması düşünülemez. Bırakın böyle şeyleri göze almayı, tam tersine, hükümdar ve önder olmak için halkının ırkî ve kabilesel önyargılarından yararlanma yoluna gider. Oysa, Rasûlün mesajı bu tür önyargıların köküne balta indirmekle kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu. Kur'an'ın diğer peygamberlerin misyonun doğruluğunu da kanıtlamak için tekrar tekrar getirdiği bir delildir bu. Bkz. En'am: 90, Yunus 72, Hud: 29-51, Yusuf: 104, Furkan: 57, Şuara: 109, 127, 145, 164, 180, Sebe: 47, Yasin: 21, Şura: 23, Necm: 40 ve ilgili açıklama notları.

71. Doğru yoldan sapmalarının gerçek nedeni budur işte. Ahirete inanmadıklarından, dünyada yaptıklarının hesabının kendilerine sorulacağını sanmıyorlardı. Bu nedenle de hakka uymuşlar; Bâtıla uymuşlar, mesele değildi. Yaşamaktaki tek amaçları şehvetlerini doyurmak, hem de mümkün olan en iyi biçimde doyurmaktı.

75 Eğer onlara merhamet eder ve onlara dokunan zararı gideriverirsek, tuğyanları içinde şaşkınca dolaşmalarını sürdürecekler.72

76 Andolsun, biz onları azabla yakalayıverdik, fakat yine de Rablerine boyun eğmediler ve yakarıp-yalvarmadılar.

77 Sonunda, üzerlerine azabı şiddetli olan bir kapı açtığımızda, onlar bunun içinde şaşkına dönüp umutlarını kaybettiler.73

78 O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.74

79 O, sizi yeryüzünde yaratıp-türetendir ve hepiniz yalnızca O'na (döndürülüp) toplanacaksınız.

80 O, yaşatan ve öldürendir; gece ile gündüzün aykırılığı75 (veya ardarda gelişi) da O'nun (kanunu)dur. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?

81 Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini söylediler.76

82 Dediler ki: "Öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz mi diriltilecek mişiz?"

83 "Andolsun, bu tehdit, bize de ve bizden önceki atalarımıza da yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma-masallarından başka bir şey değildir."77

AÇIKLAMA

72. Bu ayette söz konusu edilen sıkıntı, risaletin başlarında Mekke'de başgösteren kıtlıktır. Hz. Abdullah İbn Mes'ud'dan gelen bir rivayete göre, Kureyş Hz. Peygamber'in (s.a) davetini reddetmekte ısrar edip, katı bir karşı koyuşa geçince, Hz. Peygamber (s.a) "Ey Allah'ım, Yusuf Peygamber zamanındaki yedi yıllık kıtlık gibi, yedi yıllık bir kıtlıkla bunlara karşı bana yardım et" diye dua etti. Bunun üzerine Mekke'de öyle bir kıtlık başladı ki, insanlar ölü eti yemeye başladılar. Bir kısım Mekkî surelerde bu kıtlığa işarette bulunulmaktadır. Sözgelimi, bkz. En'am: 42-44. A'raf: 94-99, Yunus: 11-12, 21, Nahl: 112-113, Duhan: 10-16 ve ilgili açıklama notları.

73. "" kelimesi üç anlama gelir 1) Şaşkınlık 2) Korku ve dehşet içinde kalmak 3) Hayal kırıklığına uğrayıp, ümitsizliğe düşmek. Bu kelime yeis ve ümitsizliğin, her türlü cinayete başvurmaktan duraksamayacak derecede kapladığı gururunu yaraladığı kimse için kullanılır. Şeytana da bu nedenle İblis denmiştir.

74. Kâfirlere, göz, kulak, akıl ve kalp nimetlerini gözönüne alıp, bunları insan gibi kullanarak, mesajını kabul etmek suretiyle Yaratıcı'ya şükretmeleri gerektiği anlatılıyor.

75. Eğer insan melekelerini doğru biçimde kullanır ve bunları gerektiği şekilde değerlendirirse gerçeği bulabilir. Çünkü kâinattaki büyük mekanizma basit bir rastlantı sonucu oluşmamıştır. Hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyaç duymayan bir yaratıcısı olmalıdır. Çünkü bu nizamın temelinde tevhid vardır ve kâinat salt oyun ve eğlence olsun diye amaçsız da yaratılmamıştır. Çeşitli güçlerle donatılmış harika, akıllı, düşünen ve hisseden bir yaratığın-insanın- varlığı bile, hayatın ölümle sona ermeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır.

76. Burada dikkatler, hem tevhid, hem de ahiret hayatının delillerine çekilmekte ve şirk'i reddedip, ahireti isbat etmek noktasında daha bazı olgulardan söz edilmektedir.

77. Ölümden sonraki hayatı inkârları, Allah'ın güç ve hikmetinin inkârını da beraberinde getiriyordu.

84 De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"

85 "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"78

86 De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"

87 "Allah'ındır" diyecekler.79 De ki: "Yine de korkup sakınmayacak mısınız?"80

88 De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekûtu81 (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor."

89 "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da siz böyle büyüleniyorsunuz?"82

90 Hayır, biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar.83

91 Allah, hiç bir çocuk edinmemiştir84 ve O'nunla birlikte hiç bir ilah yoktur; eğer olsaydı, her bir ilah elbette kendi yarattığını götürüverirdi ve (ilahların) bir kısmına karşı üstünlük sağlardı.85 Allah, onların nitelendiregeldiklerinden yücedir.

AÇIKLAMA

78-79. Yani, "Bunları itiraf ediyorsunuz da, Allah'tan başkasının ibadet edilmeye layık olmadığını ve yeryüzünü ve yerdeki her şeyi yaratan için, onları yok edip bir kez daha yaratmanın zor olmayacağını neden anlamıyorsunuz?"

80. Yani, "O'na isyan edip, O'ndan başkalarına da ibadet etmekten niçin korkmuyorsunuz? Bir gün kâinatın Malik ve Hakimi'ne yaptıklarınızın hesabını vereceğinizden hiç korkup irkilmiyorsunuz?

81. Metindeki "Melekût" kelimesi, hem hakimiyet hem de mülkiyeti birleştiren güçlü bir kelimedir. Bu bakımdan ayetin anlamı şöyle olmaktadır: "Kimindir hakimiyet ve Kimdir her şeyin gerçek maliki?"

82. Bu sorunun anlamını kavrayabilmek için, büyü sanatının bir şeyi gerçekte olduğundan farklı gösterdiğini bilmeliyiz. Bu nedenle sorunun anlamı şöyle olmaktadır: "Sizi kim büyüledi ki, bütün bunları bilip itiraf etmenize rağmen gerçeği anlamıyorsunuz? Sizi kim büyüledi ki, Allah'ın gerçek mâlik ve herşeye gücü yeter bir Hakim olduğunu itiraf ettikten sonra O'nun yanısıra başka malikler ve hakimler ediniyor ve onları ibadette O'na ortak tutuyorsunuz? O'na karşı kimsenin size yardım edemeyeceğini bile bile, Allah karşısında sizi hain ve cür'etkâr yapacak ve yaptıklarınızın hesabını vermeyi unutturacak ölçüde sizi aldatan kimdir?"

Bu bağlamda bu ayetin daha ince bir anlamının da bulunduğunu belirtmeliyiz. Kureyş, Hz. Peygamber'i (s.a) büyü yapmakla suçluyordu. Bu soru tabloyu tersine çevirmekte ve sanki şöyle demektedir: "Ey aptallar! Gerçeği sunan kişi size büyücü gelirken, gerçeğe, sağduyuya, sizin inanç ve kanaatlarınıza karşı söz söyleyen şu liderler nasıl büyücü görünmez?"

83.Allah'ın yanısıra, başkalarının da O'nun ilâhlığında ortak olduğunu söyleyip böylece bizzat kendilerinin Allah'ın kâinatın Maliki ve Hakimi olduğu kabullerine ters düştüklerinden ve ölümden sonra hayat yoktur dediklerinden dolayı yalancıdır onlar. Sonra, bu ikinci iddiaları da, herşeye gücü yeten Allah'ın bir kez yarattığını bir daha yaratamayacağı varsayımına dayanmaktadır. Bu ise açıkça bir çelişkidir.

84. Bunun, Allah'ın çocuk veya çocukları bulunduğu inancına genel bir red olduğu ve aynı zamanda, bununla Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki Hıristiyan inancını da reddettiği belirtilmelidir. Buna rağmen bazı büyük müfessirler burada yalnızca Hıristiyan inancının reddedildiğini belirtmektedirler. Tüm sure sadece Mekke kâfirlerine hitap ettiğinden ve bu kâfirler de Hıristiyanlar gibi Allah'a şirk koştuklarından, bu ayetle yalnızca Hıristiyan inancının reddedildiğini söylemenin gereksizliği ortadadır.

85. Burada, tevhid şu ilke üzerinde temellendirilmektedir: Birden fazla ilâh veya Allah'a, ilâhlığında ortaklar bulunsaydı, bu çok sayıdaki değişik hakîm ve hükümdarlar arasında ciddi ayrılıklar çatışmalar ve savaşlar olurdu. Bkz. İsra: 42 ve an: 47 Enbiya: 22 ve an: 22

92 Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir;86 onların ortak koştuklarından yücedir.

93 De ki: "Rabbim, eğer onlara va'dolunan (azab)ı mutlaka bana göstereceksen,"

94 "Rabbim, bu durumda beni zulmeden kavmin içinde bırakma."87

95 Gerçek şu ki biz, onları tehdit ettiğimiz şeyi şüphesiz sana gösterme gücüne sahibiz.

96 Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz.

97 Ve de ki: "Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım."

98 "Ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim."88

99 Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin."89

100 "Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım."90 Asla,91 gerçekten bu, yalnızca bir sözdür,92 bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.93

101 Böylece Sur'a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya soybağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da.94

102 Artık kimin tartısı ağır basarsa,95 işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

AÇIKLAMA

86. Burada müşriklerin "şefaat" ile ilgili inançları reddedilirken, aynı zamanda onların, "şefaat edecek kimselerin gaybin ilmine de vakıf olmaları gerekir." şeklindeki düşüncelerinin reddine de ince bir işaretle değiniliyor. İzah için bkz. Taha an: 85-86, Enbiya an: 27

87. Bu dua -Allah esirgesin- Hz. Peygamber'in (s.a) cezaya dahil edileceği tehlikesinin bulunduğu veya bu duayı etmemiş olsaydı, cezaya dahil edilebilirdi anlamında değildir. Bu hitap biçimi, herkesin Allah'ın cezasından korkması gerektiği uyarısında bulunmak için seçilmiştir. Kimse cezanın gelmesini istememeli, buna rağmen gelirse işlediği kötülükte ısrar etmemelidir. Allah'ın cezası, kendisinden yalnızca günahkârların değil, dindar insanların bile korkması gereken bir şeydir. Çünkü, Allah'ın gazabı geldiğinde, yalnızca günah-kârları kapsamakla kalmaz, dindarları da içine alabilir. Bu bakımdan şerli ve kötü bir toplumda yaşamak zorunda olanlar, her zaman dua ile Allah'a sığınmalıdırlar. Çünkü azabın ne zaman geleceği bilinmez.

88. Açıklama için bkz. En'am, an: 71-72, A'raf, an: 138, 150-153, Yusuf, an: 39, Hicr, an: 48, Nahl an: 122-124, İsra an: 53, 63, Fussilet an: 35-41.

89. Ayette, duada 'gönderin' denilerek Allah için çoğul şekil kullanılmıştır; Bu saygı ifade edilebileceği gibi, kötülerin canını alan melekleri de kapsıyor olabilir. Yalvarış şu şekildedir: "Rabbim, beni geri gönderin."

90. Kur'an'ın çeşitli yerlerinde, kötülerden her birinin ölümünden Cehennem'e gireceği ana kadar ve hatta bundan da sonra tekrar tekrar "Rabbim, beni dünyaya geri gönder, sana bir daha itaatsizlik etmem, artık hep salih amellerde bulunurum." diye yalvaracağı belirtilmektedir. Bkz. En'am: 27-28, A'raf: 53, İbrahim: 44-45, Müminun: 105-115, Şuara: 102, Fatır: 37, Zümer: 58-59, Mümin: 10-12, Şura: 44 ve ilgili açıklama notları.

91. Yani, "Artık o bir daha geri gönderilmeyecek ve kendisine bir ikinci fırsat tanınmayacaktır." Çünkü, bu durumda insanın dünya hayatında tutulduğu imtihanın bir anlamı kalmaz. Ancak insan geri gönderilecek olsaydı şayet, bu iki şekilde gerçekleşebilirdi: Birincisi, insan ölümden sonra orada tüm gördüklerine rağmen, dünyaya geri gönderilecek olurdu ki o takdirde imtihanın bir anlamı kalmazdı. Çünkü önemli olan gördükten sonra değil, görmeden önce iman etmektir. İkincisi, insanın ölümden sonra gördüklerine dair hafızasında ne varsa silinir ve ilk kez nasıl yaratılmışsa yine o şekilde gönderilirdi. Fakat bu şekilde gönderilen bir insan yine aynı davranışlar içerisinde olacağından böyle bir denemeye değmez. Daha fazla açıklama için bkz. Bakara: 210 ve an 228, En'am: 6, 139-140, Yunus, an: 26

92. Yani, "Şimdi sonuyla karşı karşıya kalınca, artık dünyaya geri gönderilmesini söylemekten başka yapacağı bir şey yoktur; o halde, bırakın istediğini söylesin, nasıl olsa geri dönmesine asla izin verilmeyecektir."

93. Yani, "Artık onlarla dünya arasında, dünyaya geri dönmelerine izin vermeyecek bir "Berzah" bir engel bulunuyor. Dolayısıyla, Yeniden Dirilme Günü'ne kadar bu durumda kalacaklar."

94. Burada babanın 'baba' olarak, oğulun 'oğul' olarak kalmayacağı anlamı yoktur. Söylenmek istenen, birbirine yardım edemeyecekleri, herkes kendi getirdiği yükün derdine düşeceğinden baba-oğul olarak birbirlerini soruşturamayacaklardır. Ayrıca bkz. Mearic: 10-14, Abese: 34-37.

95. Yani, iyilikleri ağır gelecek ve tartıda kötülükleri karşısında ağır basacak olanlar.

103 Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar da kendi nefislerini hüsrana uğratanlar,96 cehennemde de ebedi olarak kalacak olanlardır.

104 Ateş, onların yüzlerini yalayarak-yakar da onun içinde onlar, (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler.97

105 Ayetlerim size okunuyorken, yalanlayanlar sizler değil miydiniz?

106 Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi; biz de sapan bir topluluk imişiz."

107 "Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (küfre) dönersek, artık gerçekten zalimler oluruz."

AÇIKLAMA

96. Ahiretteki 'başarı' ve 'başarısızlığın' ölçüsü hakkında bkz. an: 1 ve 50.

97. "" derisi soyulmuş ve dişleri ve çene kemikleri açığa çıkmış yüz demektir. Hz. Abdullah bin Mes'ud kendisine kâlih'in anlamını soran birine şu karşılığı vermiştir: "Boğazlanmış bir hayvanın ütülenmiş kellesini hiç görmedin mi?"

108 Der ki: "Onun içine siniverin ve benimle söyleşmeyin."98

109 "Çünkü gerçekten benim kullarımdan bir grup: _ Rabbimiz, iman ettik, sen artık bizi bağışla ve bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın, derlerdi de,"

110 "Siz onları alay konusu edinmiştiniz; öyle ki, size benim zikrimi unutturdular ve siz onlara gülüp duruyordunuz."

111 "Bugün ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenlerdir."99

112 Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?"

113 Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık,100 sayanlara sor."

114 Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten siz bir bilseydiniz,"101

115 "Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı102 ve sizin gerçekten bize döndürülüp-getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?"

116 Hak melik olan Allah pek yücedir.103 Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.

117 Kim Allah ile beraber ona ilişkin geçerli kesin bir kanıt (burhan)ı olmaksızın104 başka bir ilaha taparsa, artık onun hesabı Rabbinin katındadır.105 Şüphesiz küfredenler kurtuluşa eremezler.106

118 Ve de ki: "Rabbim, bağışla ve merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın."107

AÇIKLAMA

98."... Benimle konuşmayın", "... durumunuzu Bana arzetmeyin." Bazı rivayetlere göre bunlar son sözleri olacak ve bir daha konuşmalarına izin verilmeyecektir. Fakat rivayetler, devam eden ayetlerle çelişmektedir. Dolayısıyla bu rivayetler yanlıştır ya da bir daha durumlarını arzedip, yalvarmayacaklarını ifade etmektedir denilebilir.

99. Burada bir kez daha ahirette kurtulanlar ile kaybedenlere, bir başka deyişle başarılı olanlarla başarısız olanlara değinilmektedir.

100. Açıklama için bkz. Ta-Ha: 103 ve an: 80

101. "Elçilerimiz dünya hayatının geçici ve imtihan olduğunu size söyleyip uyarmışlardı da, siz o zaman bunu kavramamış ve ahireti inkâr ederek kendi inkara dayalı hayatınızı yaşamıştınız."

102. Ayetteki "" kelimesi "oyun ve eğlence için" anlamına da gelir; bu durumda ayetin anlamı şöyle olmaktadır: "Sizi yalnızca oyun ve eğlence için yarattığımızı ve yaratılışınızın gerisinde hiçbir amaç bulunmadığını mı sanıyordunuz? Bu sanıyla, keyfinizce yiyip, içiyor, neşeleniyor ve gülüp oynuyordunuz ha?"

103. Allah böyle bir şeyden uzaktır; sizi karşılığını görmeden kendisine ortaklar koşasınız diye sizi boşuna yaratmadı O.

104. Burada çeviri şöyle de olabilir: "Allah'tan başka bir tanrıya daha yalvaranın, bu işinde kendisini destekleyecek hiçbir delili yoktur."

105. Yani, hesap vermekten kaçamaz.

106. Burada yine kurtuluşa, gerçek başarıya ereceklerle, ondan yoksun kalacaklara değinilmektedir.

107. Bu "dua"yı 109. ayetle karşılaştırın. Burada Hz. Peygamber'e (s.a) ayet 109.'daki duanın aynını yapması söylenmekte ve sanki şöyle denmektedir: "Sen (ve izinden gidenler) Allah'a aynı duayı edin ki, sizinle alay edenler kendi aleyhlerine güçlü bir delili bizzat kendileri sağlasınlar."

MÜMİNUN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Mü'minler kurtuluşa, mutluluğa ermişlerdir.

2- Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar.

3- Onlar ki, boş ve yararsız şeylerle ilgilenmezler.

4- Onlar ki, zekâtı aksatmaksızın, tam olarak verirler.

5- Onlar ki; edep yerlerini sakınırlar.

6- Onlar yalnız eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları sözkonusu değildir.

7- Bunların ötesine geçmek isteyenler, yasal sınırı aşmış olurlar.

8- Onlar ki, uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve sözlerini tutarlar.

9- Onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar.

10- İşte onlar "varis "lerdir.

11- Yani "`Firdevs" cennetinin mirasçılarıdırlar, sürekli olarak orada kalacaklardır.

Bu gerçek bir vaaddir. Daha doğrusu mü'minlerin kurtuluşa erdiklerine ilişkin pekiştirilmiş bir karardır. Bu Allah'ın verdiği bir sözdür ve Allah sözünden dönmez. Bu Allah'ın verdiği bir karardır, bu kararı hiç kimse geri çeviremez. Hem dünya hem ahiret kurtuluşu... Mü'min ferdin ve mü'min toplumun kurtuluşu... Mü'minin kalbi ile hissettiği, pratik hayatında doğruluğunun kanıtlarını gözlemlediği kurtuluşu... Bu kurtuluş insanların bildiği tüm anlamları içerir, bunun yanında yüce Allah'ın sadece mü'min kullarına özgü kıldığı ama diğer insanların bilmediği anlamları da içerir.

Peki yüce Allah'ın kendileri hakkında bu belgeyi yazdığı, bu sözü verdiği, kurtulduklarına ilişkin bu duyuruyu yaptığı mü'minler kimlerdir?

Yeryüzünde kendilerine iyilik, zafer, mutluluk, başarı ve iyi bir geçim öngörülen mü'minler kimlerdir? Kendilerine ahiret hayatında başarı, kurtuluş, sevap ve hoşnutluk yazılan, bunun yanında dünya ve ahirette sadece yüce Allah'ın bildiği daha nice iyilikler vadedilen mü'minler kimlerdir?"

Kimdir bu varisler? Firdevs cennetine varis olup orada sonsuza kadar kalacak olan mü'minler?

İşte onlar, surenin açılış ayetinden sonra nitelikleri ayrıntılı olarak sunulan şu kimselerdir?

"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar."

"Onlar ki, boş ve yararsız şeylerle ilgilenmezler."

"Onlar ki, zekâtı aksatmaksızın, tam olarak verirler."

"Onlar, yalnız eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları sözkonusu değildir."

"Bunların ötesine geçmek isteyenler, yasal sınırı aşmış olurlar."

"Onlar ki, uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve sözlerini tutarlar:"

"Onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar."

Peki bu niteliklerin değeri nedir? Bu niteliklerin değeri en yüce ufuklarda, müslümanın kişiliğini çizmesindedir. Allah'ın peygamberi, onun yarattıklarının en hayırlısı, Rabb'i tarafından en güzel şekilde terbiye edilen ve yüce kitab'ında: "Kuşkusuz sen yüce bir ahlâk üzeresin" (Kalem Suresi, 4) diye ahlâkının yüceliğine şahitlik edilen Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzérine olsun- yeraldığı ufuktur bu. Nitekim Hz. Aişe'ye -Allah ondan razı olsun- ahlâkı sorulmuş o da "O'nun ahlâkı Kur'andı" demiş, sonra da bu surenin "Mü'minler kurtuluşa, mutluluğa ermişlerdir" ayetinden "onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar" ayetine kadar okumuş ve "işte böyleydi Resulullah" demişti. (Nesai rivayet etmiştir.)

Bir kez daha soruyoruz... Bizzat bu niteliklerin değeri nedir? Fert ve toplum hayatında, insan türünün hayatında ne gibi bir değer vardır bu niteliklerin?

"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar." Kalpleri namazda, Allah'ın huzurunda bulunmanın heybeti ile titrer. Bu yüzden durulur ve derinden ürperir. Bu ürperti oradan organlara, duygu ve hareketlere yansır. Allah'ın huzurunda O'nun ululuğuna bürünür ruhları. Zihinlerini kurcalayan tüm uğraşlar kaybolur. Allah'ın ululuğunun bilincine vardıkları onunla konuşmanın verdiği huzuru hissettikleri için başka bir şeyle uğraşmazlar. Bu kutsal huzurdayken, çevrelerinde bulunan, âkıllarında yereden her şey bir kenara çekilir, kaybolur. Allah'dan başkasını görmezler. Sadece O'nu hissederler. Ancak namazdaki sözlerin anlamlarından zevk alırlar. Vicdanları her türlü kirden arınır. Her türlü leke silinir gider. Allah'ın ululuğu karşısında bunun dışında hiçbir şey barınmaz içlerinde. İşte bu noktada boşlukta yüzen zerre, ana kaynağı ile buluşur. Şaşkın ruh yolunu bulur, ürkek kalp sığınağını tanır. Bu anda Allah'a bağlanamayan bütün değerler, eşyalar ve şahıslar küçülür gider.

"Onlar ki, boş ve yararsız şeylerle ilgilenmezler." Boş sözlerden, boş hareketlerden, boş ilgi ve düşüncelerden kaçınırlar. Çünkü mü'minin kalbini boş şeylerden, oyun ve eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyan uğraşları vardır. Allah ı anmak, O'nun ululuğunu tasavvur etmek, O'nun iç ve dış alemde yeralan ayetlerini kavramaya çalışmak gibi uğraşları vardır. Evrensel sahnelerin herbiri, insan aklını bütünüyle kaplayacak niteliktedir. İnsanın düşüncesini uğraştıracak, vicdanını harekete geçirecek özelliktedir. Sonra, mü'minin kalbinin inancın yükümlülükleri gibi uğraşıları da var. Kalbi arındırmak, ruhu ve vicdanı temizlemek gibi uğraşıları vardır. Hayat tarzında yerine getirmesi gereken sorumlulukları, imanın öngördüğü yüce hayat düzeyini koruma çabaları vardır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayatı bozulmaktan ve sapıklıktan korumak gibi yükümlülükleri vardır. İnancını korumak, zafere ulaştırmak ve her zaman üstün tutmak için cihad etmek, düşmanların komplolarına karşı gece gündüz uyanık bulunmak gibi görevleri vardır... Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, sonu gelmeyen sorumluluklardır. Mü'min bunları görmezlikten gelemez, kendini bunlara karşı sorumsuz sayamaz. Bunların hepsi de farzdır, ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifayedir. Bütün bu görev ve yükümlülükler insanın tüm emeğini, tüm ömrünü kaplayacak yeterliliktedir. İnsanın gücü, enerjisi sınırlıdır.. Bu güç ve enerji ya insan hayatını iyileştiren, geliştirip kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mü'min inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir amaçla dünyanın kalkınma ve ıslahı için harcamak zorundadır.

Bu durum mü'minin kimi zaman dinlenmeyeceği anlamına gelmez. Fakat bu başka, gereksiz ve yakışıksız davranışlar, boş ve anlamsız hareketler başkadır.

"Onlar ki, zekâtı aksatmaksızın, tam olarak verirler." Allah'a yöneldikten, hayatta boş ve anlamsız şeyleri yapmaktan kaçındıktan sonra... Zekât kalp ve malın temizliğidir: Kalbin cimrilikten temizlenmesi, kişinin bencillikten kurtulmasıdır, şeytanın fakirlik konusunda verdiği vesveselere üstün gelmesidir. Allah katındaki karşılık ve mükafata güvenmesidir. Mal için temizliktir zekât. Geri kalanını temiz ve helal kılar. Zorunlu durumların dışında artık hiç kimsenin hakkı yoktur bu malda. Bu mal etrafında herhangi bir kuşku, herhangi bir dedikodu çıkarılamaz. Zekât, toplumun bir kesimi, her şeyden mahrum, yoksulluk içinde yaşarken diğer kesiminin bolluk içinde tantanalı bir hayat yaşamasından dolayı meydana gelèn dengesizliğe karşı koruyucu bir kalkandır. Zekât bütün fertler için 'toplumsal bir güvencedir. Çaresizlerin toplumsal garantisidir. Çözülmeye ve dağılmaya karşı toplumun sigortasıdır.

"Onlar ki, edep yerlerini sakınırlar."

Bu ruhun, yuvanın ve çevrenin temizliğidir. Nefsin, ailenin ve toplumun arınmasıdır. Bu temizlik ve arınma; mahrem yerleri helâl olma yanların bulaşıp kirletmesine, kalbin helâl olmayan şeylere ilgi duymasına, toplumda şehvet ve arzuların hesapsız bir şekilde başını alıp gitmesine, ailenin ve soyun bozulmasına karşı korunmakla sağlanır..

Şehvet ve arzuların bir sınır tanımadan başını alıp gittiği bir toplum çözülme ve bozulma ile karşı karşıya kalmış bir toplumdur. Çünkü orada yuvanın güvenliği, ailenim dokunulmazlığı yok demektir. Aile, toplum binasını oluşturan ilk ve temel birimdir. Çocuğun doğup geliştiği yuvadır. Yuvanın ve gelişme ortamının sağlıklı olması, anne-babanın birbirlerine güven duyup bu yuvayı ve içindeki yavruları gözetmesi için bu ortamın güvenli, sağlam ve temiz olması kaçınılmazdır.

İçinde şehvetin hiçbir sınır tanımadan kol gezdiği bir toplum, insanlık basamaklarından aşağıya doğru yuvarlanan pis bir toplumdur. insanlık düzeyinin yüksekliğini gösteren şaşmaz ölçü, insanın iradesine hükmedip ona üstünlük sağlamasıdır. Fıtri istekleri temiz ve verimli bir yöne kanalize edilmesidir. Artık çocuklar dünyaya geliş yollarından dolayı kınanmazlar, çünkü bu temiz ve bilinen bir yoldur. Bu yolda her çocuk babasını tanır. Döllenme dürtüsü ile dişinin önüne gelen erkekle çiftleştiği, insanlık düzeyinden çok aşağı hayvanlarınki gibi bir durum sözkonusu değil. Çünkü burada yavru nasıl türediğini, nereden geldiğini bilemez.

Burada Kur'an-ı Kerim erkeğin, hayatın tohumlarını ekeceği uygun ve helâl yerleri gösteriyor: "Onlar, yalnız eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları sözkonusu değildir." Eşler meselesi şüphe götürmeyen, tartışmayı gerektirmeyen bir meseledir. Çünkü bu yasal ve bilinen bir kurumdur. Sahip olunan cariyeler meselesine gelince; bu konuda biraz açıklamada bulunmak gerekir.

Fi Zilâl-il Kur'an'da (Bakara suresi 177. Ayetin açıklaması) kölelik meselesi hakkında geniş açıklamalarda bulunduk. Orada şöyle demiştik. İslâm'ın geldiği zamanlarda kölelik kurumu evrensel bir kurumdu, savaş esirlerinin köleleştirilmesi uluslararası boyutta geçerliliği olan bir uygulamaydı. İslâm, karşısına maddi güçleriyle dikilen düşmanları ile amansız bir savaşa tutuşmuşken, tek taraflı olarak bu uygulamaya son veremezdi. Düşmanlarının elinde bulunan esir müslümanlar köleleştirilirken, düşmanlarından esir düşenleri serbest bırakamazdı. Ama -savaş esirlerinin dışında- İslâm köleliğin bütün kaynaklarını kurutmuştur: Böylece insanlık için esirler meselesinde uluslararası boyutta bağlayıcılığı olan bir uygulamanın başlatılmasına imkân sağlamıştır.

Bundan dolayı İslâm ordusunun eline kadın esirler geçtiğinde, misillemede bulunma kuralı bu kadınların köleleştirilmesini öngörüyordu. Ayrıca nikahlı eşlerin düzeyine çıkmamaları da bu kuralın gereğiydi. Bu yüzden İslâm, sadece onlara sahip olanların onlardan yararlanmasına izin verdi. Bunun yanında köleleri özgür bırakmak için İslâm'ın öngördüğü birçok sebepten herhangi biri yerine gelir gelmez bunların serbest bırakılmasını öngörüyordu.

Belki de bu yararlanmada bizzat bu kadın esirlerin fıtri ihtiyaçları gözönünde bulundurulmuştur. Böylece bu ihtiyaçlarını neslin karışmasına neden olan pis ve kural tanımaz yollardan tatmin etmelerine engel olunmuş olur. Nitekim, günümüzde köleliğin kaldırılmasına ilişkin antlaşmalardan sonra bile savaş esiri kadınlarla İslâm'ın sevmediği bu ahlâksız ilişkiye girilmektedir. Bu durum Allah'ın izni ile özgürlüklerine kavuşana kadar sürmektedir. İslâm'da cariyenin özgürlüğüne kavuşmasının birçok yolu vardır. Eğer efendisinden bir çocuk doğurur ve efendisi ölürse cariye özgürlüğüne kavuşur. Efendisi isteyerek veya bir günahına kefaret ederek serbest bıraktığında yine özgürlüğüne kavuşur. Cariye belli bir meblağ mal karşılığında serbest bırakılması için anlaşır ve bu malı efendisine öderse serbest kalır. Yine cariyenin yüzüne tokat vuracak olursa bunun kefareti cariyenin serbest bırakılmasıdır.

Kısacası savaş esirlerinin köleleştirilmesi bir döneme özgü bir zorunluluktu. Kölelik kurumu, savaş esirlerinin köleleştirilmesini öngörèn bir dünyada misillemede bulunma kuralının bir sonucuydu. Kesinlikle İslâmın toplumsal düzeninin bir parçası değildir.

"Bunların ötesine geçmek isteyenler, yasal sınırı aşmış olurlar." Eşlerin ve cariyelerin fazlasını isteme için hiçbir,yol açık değildir artık. Bunun ötesine geçmek isteyen normal sınırı aşmış, serbest bölgeyi geçip harama düşmüştür. Nikâh veya cihadla haketmediği ırzlara tecavüz etmiştir. Burada yasak bir bölgede gezdiğinin bilincinde olan kişi bozulur. Bir güvencesi ve garantisi kalmadığı için aile de bozulur. Bağları koptuğu, temeli dağıldığı için toplum düzeni de bozulur. İşte İslâmın üzerine titrediği, özenle korumak istediği bunlardır.

EMANETE VE SÖZE BAĞLILIK

`Onlar ki, uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve sözlerini tutarlar." Fert olarak emanetlerine ve sözlerine bağlı kalırlar. Toplum olarak da öyle. Gerek ferdin, gerekse toplumun boynuna yüklenmiş birçok emanet vardır.

En başta da fıtrat emaneti gelir. Yüce Allah onu varlık bütününe egemen olan yasalar sistemi ile uyumlu ve aynı doğrultuda yaratmıştır. O da bu varlığın bir parçasıdır, birlikte yüce yaratıcının varlığına ve birliğine tanıklık oluşturmaktadırlar. Çünkü fıtrat içten gelen bir sezgi ile hem kendisine hem de varlık bütününe egemen olan yasalar sisteminin birliğini ayrıca bu sistemi belirleyip bu varlığı yönlendiren iradenin birliğini bilir. Mü'minler bu büyük emaneti gözetirler ve fıtratlarının bu doğrultudan sapmasına izin vermezler. Yaratıcının varlığına ve. birliğine tanıklık eden bu emaneti her zaman korurlar. Bundan sonra bu büyük emaneti izleyen diğer emanetler gelir.

Aynı şekilde bağlı kalınması gereken ilk antlaşma da fıtrat antlaşmasıdır. Bu antlaşmayı yüce Allah, insan fıtratı ile kendi varlığına ve birliğine iman etmesi şartı ile gerçekleştirmiştir. Bütün sözleşme ve antlaşmalar bu ilk antlaşmaya dayanır. Bu yüzden mü'min yaptığı bütün sözleşmelerde Allah'ı şahit tutar. O'na bağlılık içinde Allah korkusunu gözönünde bulundurur.

Müslüman toplum bütün emanetlerinden sorumludur. Yüce Allah'la yaptığı sözleşmeden, bu sözleşmenin öngördüğü yükümlülüklerden sorumludur. Ayeti kerime sözü kısa ve tüm emanet ve sözleşmeleri kapsayacak şekilde genel tutuyor. Mü'minleri emanetlerine ve antlaşmalarına bağlı kimseler olarak tanımlıyor. Bu onların her zamanki nitelikleridir. Emanetler yerine getirilmediği, antlaşmalar gözetilmediği toplumda yeralan herkes, bu kuralları sosyal hayatın temeli olarak görmediği sürece toplum hayatı doğru ve sağlıklı bir görünüm arzedemez. Güven ve huzurun yaygınlaşması için bu ilkelere bağlılık bir zorunluluktur.

"Onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar." Tembellikten dolayı namazlarını geçirmezler, namazı kılma konusunda ihmalkâr davranmazlar. Nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, eksiksiz kılarlar. Bütün kuralları, bütün hareketleri yerine getirirler. Canlı ve gönüllerini bütünüyle namazın anlamı ile doldurarak kılarlar. Bu duygu ile vicdanları harékete geçer. Namaz; kalp ile Rabb arasında bir bağdır. Bu bağı korumayan birisinin, vicdanın doğruluğundan kaynaklanan bir duyguyla kendisi ile insanlar arasındaki bağları gerçek anlamda koruması beklenemez. Mü'minlerin nitelikleri namazla başlayıp namazla bitiyor. Bu da namazın iman binasındaki önemli yerini göstermektedir. Çünkü namaz Allah'a ibadetin, o'na yönelişin en büyük ve eksiksiz şeklidir.

Bu özellikler, kurtuldukları tescil edilen mü'minlerin kişiliklerini belirlemektedir. Bu özellikler, mü'min kitlenin özelliklerinin ve hayat türünün belirlenmesinde etkin rol oynarlar. Bu özelliklere sahip mü'min kitlenin hayatı, erdemli ve yüce Allah'ın onurlandırıp kemal aşamalarından geçmesini istediği insana yakışır bir hayattır. Yüce Allah insanların hayvanlar gibi yaşamalarını, onlar gibi yiyip eğlenmelerini istememiştir.

İnsanoğlu için planlanan tam olgunluk düzeyi bu dünya hayatında gerçekleşmediği için yüce Allah, yollarından sapmadan hareket eden mü'minlerin kendileri için takdir edilen hedefe firdevs cennetinde ulaşmalarını dilemiştir. Burası yok olmanın sözkonusu olmadığı sonsuzluk yurdudur, korkusuz güvenin, bitmeyen sürekliliğin yurdudur.

"İşte onlar "varis"lerdir.''

Yani "Firdevs" cennetinin mirasçılarıdırlar, sürekli olacak orada kalacaklardır."

Yüce Allah'ın mü'minler için yazdığı kurtuluşun zirvesi burasıdır. Bunun ötesinde gözlerin ya da hayallerin uzandığı bir zirve yoktur.



12- Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık.

13- Sonra sperma halinde korunaklı bir yuvaya yerleştirdik.

14- Sonra spermayı embriyoya dönüştürdük. Arkasından embriyoyu et parçasına dönüştürdük, arkasından et parçasından kemikler yarattık, arkasından kemiklere et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratığa dönüştürdük. Yaratıcıların en güzeli olan Allan ne yücedir!

15- Sonra siz, bunun ardından öleceksiniz.

16- Sonra siz, kıyamet günü, yeniden diriltileceksiniz.

Bu varoluşun evrelerinde, bu evrelerin bu kadar düzenli olarak birbirini izlemesinde, bu olayın sürekli aynı tarzda devam etmesinde en başta yaratıcının varlığına, sonra da bu varoluşta ve bu varoluşun yönelişinde bir amaç ve planlamanın olduğuna tanıklık eden kanıtlar vardır. Bu, tesadüfen meydana gelmiş geçici bir olay değildir. Bu varoluşun plansız,hedefsiz kör bir rastlantı sonucu gerçekleşip de bu sapmaz çizgiyi yanılmadan, hiç şaşmadan izlemesi, akla ve düşünceye göre başka yollar da izlemesi mümkünken hep bu yolu takip etmesi imkânsızdır. İnsanın varoluşunun izlenmesi mümkün olan birçok yoldansa, bu yolu izlemesi varlık bütününü yönlendiren yaratıcı iradenin öngördüğü bir amaca, bir plana dayanmaktadır.

Nitekim bu varoluş evrelerinin bu şekilde, ince, düzenli ve değişmez bir süreklilikle peşpeşe sunulması gösteriyor ki, varlık bütününün gelişmesini planlayan yaratıcıya inanmak ve önceki bölümde açıkladığı mü'minlerin hayat sistemine uymak, her iki hayatta, dünya ve ahiret hayatında bu varoluş için planlanan tam olgunluk düzeyine ulaşmak için izlenmesi gereken tek yoldur. İşte surenin iki bölümünü birleştiren eksen budur.

"Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık." Bu ayet insanın varoluşunun evrelerine işaret ediyor, ama bir açıklama getirmiyor. İnsanın zincirleme olarak gelişen evrelerden geçerek çamurdan insana dönüştüğünü ifade etmektedir. Çamur varoluşun ilk kaynağıdır. Veya ilk evresidir. İnsan ise, son evresidir. Biz bu gerçeği Kur'andan öğreniyoruz. Bu yüzden insanın varoluşunu veya canlıların meydana gelişini ele alan bilimsel teorilerden bu gerçeği doğrulayıcı kanıtlar bulma gereğini duymuyoruz.

Kur'an-ı Kerim, bu gerçeği yüce Allah'ın yaratması üzerine düşünmek, çamurdan insana doğru bir silsile şeklinde gerçekleşen uzun dönüşümü kavramaya çalışmak için bir fırsat olarak değerlendirilsin diye vurguluyor ve zincirleme olarak gelişen bu evreleri ayrıntılı olarak açıklamaya çalışmıyor. Çünkü Kur'anın varmak istediği hedefler içinde buna yer yoktur. Fakat bilimsel teoriler, çamur ile insan arasındaki evrim zincirinin halkalarına ulaşmak için insanın varoluşu ve gelişimi için belirli aşamaları ispat etme çabası içindedirler. Bunlar -Kur'an-ı Kerim'in ayrıntısına girmediği- bu çabalarında yanılabilirler veya doğruyu bulabilirler. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in vurguladığı değişmez gerçekle, zincirleme gerçeği ile bilimsel teorilerin bu zincirin halkalarını araştırma çabalarını birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü bunlar yanılmaları ve doğruyu bulmaları aynı oranda mümkün olan çabalardır. Bunlar bugün ispat ettiklerini, insanın elindeki araştırma yöntemleri ve yolları geliştikçe yarın çürütebilirler.

Kur'an-ı Kerim kimi zaman bu gerçeği kısaca ifade ederek şöyle der: "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde Suresi, 7) Ama insanın geçtiği evrelere işaret etmez. Bu konuda başvurulacak en ayrıntılı ayet, insanın çamurdan bir evreler zincirinden geçirilerek yaratıldığına işaret eden bu ayettir. Diğer ayet ise oradaki özel bir münasebetten dolayı bu evreleri özetlemektedir.

İNSANIN YARATILIŞI

Peki insan süzme çamurdan nasıl yaratılmış? Çünkü Kur'anda bundan söz edilmiyor. Az önce de söylediğimiz gibi bu husus Kur'anın varmak istediği hedeflerden biri değildir. Bu evrelerin halkaları bilimsel teorilerin söyledikleri gibi olabilir de olmayabilir de. Bu evreler henüz bilinmeyen başka bir yolla da tamamlanıyor olabilir. İnsanların henüz keşfedemedikleri başka etkenler ve sebepler sözkonusu olabilir. Ama Kur'anın insana bakışı ile bilimsel teorilerin bakışı arasındaki yol ayrımı; Kur'anın insanı onurlandırdığı, onda Allah'ın ruhundan bir soluk olduğunu vurguladığıdır. İşte süzme çamurun insana dönüşmesini, birtakım özellikler bahşederek insan olarak belirip hayvandan farklı olmasını sağlayan bu ilahi soluktur. Bu noktada İslâmın görüşü materyalistlerin görüşünden kesin şekilde ayrılmaktadır. Kuşkusuz en doğrusunu söyleyen ulu Allah'dır.

İnsan türünün varoluşunun aslı budur, insan türü süzme çamurdan yaratılmıştır. Bundan sonra tek bir insanın fert olarak meydana gelmesi ise, bilinen bir yolla gerçekleşmektedir.

"Sonra sperma halinde korunaklı bir yuvaya yerleştirdik." İnsan türü süzme çamurdan meydana gelmiştir. Ama fertlerin tekrarı ve çoğalmasına gelince, yüce Allah'ın yasası bu işin erkeğin sülbünden çıkıp kadının rahmine yerleşen bir damla su kanalı ile gerçekleşmesini öngörmüştür. Bir damlacık su... Hayır! Daha doğrusu bu bir damlacık su'da yeralan onbinlerce hücreden tek bir hücre... "korunaklı bir yuvaya" yerleşiyor. Bir çanak gibi koruyucu nitelikli olan kalça kemikleri arasında yeralan rahime yerleşiyor. Bu kemikler, onu bedenin hareketleri ite meydana gelen sarsıntılardan, sırta ve karna gelen yumruklardan, tekmelerden, titreme ve etkilerden korur.

Kur'an-ı Kerim rahime yerleşmiş bu spermayı insanın varoluşunun evrelerinden biri, varlığı itibariyle insanın varlığının bir uzantısı olarak ifade ediyor. Kuşkusuz bu, bir gerçeğin ifadesidir. Ama insanı düşünmeye iten olağanüstü bir gerçektir. Çünkü bu güçlü kuvvetli insan, bütün unsurları ile, bütün özellikleri ile bu spermanın şahsında özetlenmiştir, onun içine yerleştirilmiştir. Nitekim cenin halindeyken bu olağanüstü özet yoluyla varoluşunu tamamlamaktadır.

Embriyondan kan pıhtısına dönüşür. Erkeğin sperması kadının yumurtası ile birleşince başlangıçta annenin kanı ile beslenen küçücük bir nokta olarak rahmin duvarına yapışır.

Rahmin duvarına yapışmış bu küçücük nokta büyüyüp pıhtılaşmış ve karışmış kana dönüşünce, kan pıhtısından bir çiğnem et haline gelir.

Bu yarattık, bu değişmez, sapmaz ve şaşmaz çizgiyi izleyerek yoluna devam eder. Sırası belirlenmiş bu düzenli hareket bir an bile sekteye uğramaz. Planlama ve takdir arasındaki yolunu izleyen, ilahi yasadan kaynaklanan gizli güçle bu hücre kemik aşamasına gelir. "Arkasından et parçasından kemikler yarattık." Sonra kemiklere et giydirilmesi aşamasına gelir. "Arkasından kemiklere et giydirdik." Burada insan Kur'an-ı Kerim'in ceninin oluşumuna ilişkin olarak ortaya koyduğu gerçek karşısında dehşete kapılıyor. Bu gerçek bu denli ayrıntılı ve dikkatli bir tarzda ancak anatomi biliminin gelişmesi ile ve son dönemlerde öğrenilmiştir. Buna göre kemik hücreleri, et hücrelerinin aynısıdır. Yine kanıtlanmıştır ki, cenin de ilk önce kemik hücreleri oluşur. Kemik hücreleri ortaya çıkmadıkça ve ceninin kemik iskeleti tamamlanmadıkça bir tek et hücresine rastlanmaz. Bu Kur'an ayetinin tescil ettiği bir gerçektir. "Arkasından et parçasından kemikler yarattık, arkasından kemiklere et giydirdik." Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah eksikliklerden uzaktır. "Sonra onu başka bir yaratığa dönüştürdük." İşte ayırıcı ve belirgin özelliklere sahip insan budur. Çünkü bedensel evreleri bakımından insan cenini, hayvan ceninine benzer. Ne var ki, insan cenini bir başka tarzda yaratılır ve belirgin, gelişmeye müsait bir varlığa dönüşür. Ama hayvan cenini, insan cenininin belirginleştiği gelişme ve olgunlaşma özelliklerinden uzak hayvan mertebesinde kalır.

İnsan cenini belli özekliklerle donatılmıştır. Daha sonra onu insan olma yoluna yönelten bu özelliklerdir. Çünkü insan cenini, ceninin geçtiği evrelerin sonunda "Başka bir yaratılışla" varedilir. Öte yanda hayvan cenini hayvansal evrelerin sınırında durur. Çünkü hayvan cenini insanınkine benzer özelliklerle donatılmamıştır. Bu yüzden, hayvanın hayvanlık mertebesini aşması, materyalist teorilerin ileri sürdüğü gibi mekanik bir evrimleşme ile insanlık düzeyine çıkması mümkün değildir. Çünkü insan ile hayvan birbirlerinden farklı özelliklere sahip iki ayrı türdürler. Süzme çamurun insana dönüşmesini sağlayan ilahi solukla birbirlerinden ayrılırlar. Bunun yanında ilahi soluktan kaynaklanan ve insan cenininin "bir başka yaratılışla" oluşmasını sağlayan belli özellikler açısından da farklılık arzederler. Ne var ki, insan ile hayvan sadece hayvansal oluşumun noktasında birbirlerine benzerler. Sonra hayvan, hayvan olarak yerinde kalır ve bunun ötesine geçmez. Ama insan bir başka yaratma ile kendisi için belirlenen tam olgunluk düzeyine erişecek duruma getirilir. Kuşkusuz bunu kendisine özgü özellikler aracılığı ile gerçekleştirir. Bu özellikleri yüce Allah ona, önceden belirlenmiş bir plan uyarınca bahşetmiştir. Hayvan türünden insan türüne doğru gerçekleşmiş mekanik bir evrim sonucu kazanmış değildir bu özellikleri. (Evrim teorisi çelişkili bir temele dayanır. Çünkü bu teori bir yandan insanın hayvanın evrimleşmesinin sonucu meydana geldiğini ileri sürerken bir yandan da hayvanın insan derecesine yükselecek özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Ama göz önündeki realite hayvan insan ilişkisi üzerine gèliştirilen bu yorumu yalanlamakta ve hayvanın bu tür özelliklere sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Hayvan sürekli olarak hayvan türünün gelebildiği en son sınırda durur ve bu noktayı aşmaz. Ama hayvanın buraya kadar ki, evrimleşmesi Darwin'in söylediği gibi de olabilir, başka bir yolla da olabilir. Ama insan kendine özgü belli özelliklere sahip olmakla hep farklı bir tür olarak kalır. Onu insan kılan bu özelliklerdir. Otomatik bir evrimin sonucu meydana gelmiş değildir. Bu, ona bir başka güç tarafından bir hedefe yönelik olarak bahşedilmiş bir yetenektir.)

"Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!" Allah'ın dışında bir yaratıcı yoktur. Bu yüzden ayette geçen "en güzel" sıfatı, birkaç kişi arasından birinin daha iyi yarattığını vurgulamak amacı ile yeralmıyor. Bu, sadece yüce Allah'ın yaratmasındaki tartışmasız güzelliği vurgulamak içindir.

"Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!" İnsan fıtratına, değişmez, sapmaz ve şaşmaz yasa doğrultusunda bu evreleri geçme gücünü veren Allah her şeyden yücedir... Bu güç sayesinde insan, son derece titiz bir düzen içinde \kendisi için belirlenen, planlanan olgunluk mertebelerinin zirvesine ulaşır.

Bir insan, insanın doğrudan müdahalesi almaksızın otomatik olarak hareket eden bir alet icad ettiği zaman, insanlar "Bilimin Mucizeleri" diye bu aletin karşısında dehşete kapılırlar. Halbuki bu nerdè ceninin geçtiği aşamalardaki, geçirdiği evrelerdeki, yaşadığı dönüşümlerdeki hareketi nerde? Üstelik bu aşamaların herbiri özellik bakımından birbirinden çok farklıdır ve cenin bu aşamalarda mahiyet itibariyle büyük bir değişiklik yaşar. Ne yazık ki, insànlar bu olağanüstülükler karşısında gözlerini yumarak, kalplerini kilitleyerek geçip gidiyorlar. Çünkü uzun süre aşina oluşları bu olayın olağanüstülüğünü, harikalığını unutmalarına neden olmuştur. İnsan denen bu karmaşık organizmanın bütün özellikleri, karakterleri ve çizgileri ile bu gözle görülmeyen küçücük noktada gizli olduğunu, bu özelliklerin, karakter ve çizgilerin cenin evrim aşamalarında geliştiklerini, açılıp hareket ettiklerini, cenin değişik bir yaratılış evresinden geçince de apaçık belirginleştiklerini, çocuğun şahsında bir kez daha belirginleşip dile geldiğini, her çocuğun insan olmanın genel yeteneklerine sahip olmakla beraber ayrıca kendine özgü yeteneklere sahip olduğunu, bu yeteneklerin bütünüyle sözkonusu ufacık noktada gizli olduğunu düşünmek... Evet her saniye tekrarlanıp duran bu büyük gerçeği sadece düşünmek, kalplerin kilitlerinin bu olağanüstü, bu şaşırtıcı planın önünde açılması için yeterlidir.

Sonra surenin akışı yolculuğun aşamalarını, varoluşun evrelerini tamamlamak üzere çizgisini sürdürüyor. Çünkü yeryüzünde ortaya çıkan insan hayatı yeryüzünde bitmiyor. Çünkü yeryüzü menşeli olmayan bir diğer unsur karışmış yapısına. Gelişim çizgisine katılan bir başka unsur vardır. İçine üflenen o yüce soluk, hayvani bedenin hedefinden başka bir hedef öngörmüştür onun için. Ona et ve kanın basit akıbetinin dışında bir akıbet hazırlamıştır. Bu soluktan dolayı insanın gerçek olgunluğu, bu dünya hayatında tamamlanmıyor. İnsanın olgunluğu bir başka aşamada yepyeni bir hayatta ancak gerçekleşebiliyor:

"Sonra siz, bunun ardından öleceksiniz."

"Sonra siz, kıyamet günü, yeniden diriltileceksiniz."

Bu, dünya hayatının sonu olan ölümdür. Dünya ile ahiret arasındaki ara dönemdir. Şu halde ölüm insan varoluşunun gelişiminin evrelerinden biridir, evrelerin sonu değildir.

Sonra diriliş, insan varoluşunun, gelişiminin son evre habercisi... Bundan sonra eksiksiz bir hayat başlar. Bu hayat yeryüzü menşeli eksikliklerden, et ve kanın zorunluluklarından, korku ve sıkıntıdan, dönüşüm ve gelişimlerden uzaktır. Çünkü bu, insan için planlanan tam olgunluğun zirvesidir. Ama bu olgunluk, olgunluğa götüren yolu izleyenler içindir. Ama dünya hayatını kapsayan aşamada hayvanların düzeyine yuvarlananlar, diğer hayatta en aşağı dereceye yuvarlanacaklardır. Çünkü bunlar insanlıklarını kaybetmişler, cehennem yakıtı, tutuşturulmak için odun haline gelmişler, yakıtı insan ve taş olan cehennemi haketmişlerdir. Bu tür insanlarla taşlar arasında hiçbir fark yoktur.

DIŞ ALEMDEN İMAN MESAJLARI

Surenin akışı burada iç alemde yeralan imanın kanıtlarını sunmaktan dış alemde yeralan imanın kanıtlarını sunmaya geçiyor. Bu kanıtları insanlar her zaman görüyor ve biliyorlar. Ne yazık ki, bu kanıtların verdikleri mesajın farkına varmadan geçip gidiyorlar.



17- Üstünüzde birinden diğerine geçilebilen yedi katman yarattık. Bu yarattıklarımızı başıboş bırakmayız.

18- Biz gökten belirli miktarda su yağdırarak onu yerin yüzeyinde durdurduk. Hiç şüphesiz onu geri götürmeye de gücümüz yeter.

19- Bu su sayesinde sizin için hurma ve üzüm bağları yarattık. Bu bağlarda size yararlı birçok meyvalar yetişir, onları yiyorsunuz.

20- Yine su sayesinde asıl kaynağı Tur-ı Sına olan ve yiyenlere yağ ve katık sağlayan ağacı da yarattık.

21- Büyükbaş hayvanlarda sizin için alınacak dersler vardır. Karınlarındaki sütten size içiriyoruz. Onlardan başka birçok yararlar sağlıyorsunuz ve etlerini yiyorsunuz.

22- Onların sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz.

Surenin akışı, bu kanıtları sunarken hepsini birbirine bağlıyor. Bu bağlantıyı ilahi güce kanıt oluşturmaları, aynı şekilde ilahi planlamaya tanıklık etmeleri açısından kuruyor. Çünkü bu kanıtlar yapıları, görevleri ve amaçları açısından birbirleriyle uyum oluşturmaktadırlar. Hepsi aynı yasaya boyun eğer, görevlerinde hep birbirlerine yardımcı olurlar. Hepsinde yüce Allah'ın onurlandırdığı insanoğlunun payına bir hesap vardır.

Bunun için surenin akışı içinde bu evrensel sahnelerle insan varoluşunun evreleri arasında ilgi kuruluyor.

"Üstünüzde birinden diğerine geçilebilen yedi katman yarattık. Biz yarattıklarımızı başıboş bırakmayız."

Ayette geçen "Taraik" kelimesi üstüste veya ardarda yeralan katmanlar anlamındadır. Bununla yedi yörünge veya güneş sistemi gibi yedi yıldız sistemi de kastedilmiş olabilir. Ya da yedi gaz kütlesidir kastedilen. Astronomi bilginlerine göre yıldız kümeleri bunlardan meydana gelmektedir. Her halukârda bunlar, insanın üstünde yeralan gök cisimleridirler. Yani bunlar düzen itibariyle uzay boşluğu içinde yerden daha yukardadırlar. Yüce Allah bunları bir plan ve hikmet uyarınca yaratmıştır. Onları bir yasa doğrultusunda dağılmaktan korumuştur. "Biz yarattıklarımızı başıboş bırakmayız."

"Biz gökten belirli miktarda su yağdırarak onu yerin yüzeyinde durdurduk. Hiç şüphesiz onu geri götürmeye de gücümüz yeter."

İşte bu noktada sözkonusu yedi katman yeryüzüne bağlanıyor. Çünkü su gökten iniyor ve bu katmanlarla da ilgisi vardır. Suyun gökten inmesine imkân veren, evrenin yapısına hükmèden düzenin bu tarzda belirlenmiş olmasıdır.

Yeraltı sularının yağmurla gelen yerüstü sularından kaynaklandığı, bunların toprağın içine sızdığı ve orada korunduğu teorisi henüz yenidir. Daha yakın bir zamana kadar yeraltı suları ile yerüstü suları arasında bir ilgi olmadığı sanılıyordu. Ama bakın Kur'an-ı Kerim bu gerçeği 1300 sene önce ortaya koymuştur.

"Biz gökten belirli miktarda su yağdırırız."

Bir hikmet, bir plan uyarınca indirdik. Ne her tarafı kaplayıp altüst edecek kadar çok, ne de kuraklığa ve susuzluğa yolaçacak kadar az, ne de hiçbir şeye yaramayacak şekilde zamansız indirdik.

"Onu yerin yüzeyinde durdurduk."

Gökten inen suyun yeryüzünde durması, ana rahmine yerleşen sperma hücresinin plazmasına ne kadar da benziyor.

"Korunaklı bir yuvaya yerleştirdik."

Ana rahmine yerleşen embriyo ile toprak tarafından emilen su, Allah'ın planlaması uyarınca hayatın ortaya çıkmasına kaynaklık oluşturmaktadırlar. Bu da Kur'anın tasvir yöntemi doğrultusunda sahneler arasındaki ahenge güzel bir örnek oluşturmaktadır.

"Hiç şüphesiz onu geri götürmeye de gücümüz yeter."

Sert tabakalardaki yarıklardan yerin alt katmanlarına kadar inen su, kayaların içindeki oyuklarda korunur. Ya da bunun dışındaki sebeplerden dolayı gökten inen su kaybolur gider. Kuşkusuz suyun o toprakta durmasını sağlayan güç, onun dağılmasını, ortadan kaybolmasını da sağlayabilir. Bu sadece Allah'ın bir lütfudur, insanlara bahşettiği bir nimettir.

Ve hayat su'dan doğar!

"Bu su sayesinde sizin için hurma ve üzüm bağları yarattık. Bu bağlarda size yararlı birçok meyvalar yetişir, onları yiyorsunuz."

Hurma ve üzüm bağları sudan meydana gelen hayatın bitkiler aleminden seçilen iki örneğidir. -Nitekim insanlar da sperma plazmasından meydana gelmişler ve böylece sudan meydana gelen hayatın insanlık alemindeki örneğini oluşturmuşlardır.- Hurma ve üzüm bağları o zamanlar Kur'ana muhatap olan insanların bildikleri iki örnektir. Bunlar kendileri gibi sudan meydana gelen birçok bitkiye işaret etmektedirler.

Diğer türler adına da zeytin ağacı seçiliyor.

"Yine su sayesinde asıl kaynağı Tur-ı Sına olan ve yiyenlere yağ ve katık sağlayan ağacı da yarattık." (Burada geçen "Esbağa" kelimesi katık anlamındadır. Katık, boya gibi lokmaya sürüldüğü için bu kelime kullanılmıştır.)

Zeytin ağacı yağı ile, meyvesi ile, odunu ile insanların en çok yararlandığı bir ağaçtır. Arap memleketlerine bu ağacın yetiştiği en yakın yer Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen kutsal vadinin yanında yeralan Tur-ı Sına'dır. Özellikle zeytin ağacının yetiştiği bu bölgenin anılması bu yüzdendir. İşte bu ağaç burada toprağa yerleşmiş sudan yetişiyor, onunla yaşıyor.

Bitkiler aleminden hayvanlar alemine geçiyor surenin akışı.

"Büyükbaş hayvanlarda sizin için alınacak dersler vardır. Karınlarındaki sütten size içiriyoruz. Onlardan başka birçok yararlar sağlıyorsunuz ve etlerini yiyorsunuz."

"Onların sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz."

Bu yaratıklar, yüce Allah'ın gücü ve planlaması; bu büyük evrende görev ve özellikleri paylaştırması uyarınca insanın yararına sunulmuşlardır. Bunlarda, açık bir kalple, yanılmaz bir duyu ile bakan, bunların ötesindeki hikmet ve planlamayı düşünenler için alınacak ibretler vardır. Onlar küçük ve büyükbaş hayvanların karnından çıkan ve insanların içtiği latif ve kolay yutulan süte bakıp ibret dersleri çıkarmaya çalışırlar. Hayvanın yiyip sindirdiği çeşitli gıdaların süt denilen akıcı, kolay yutulan, latif bir maddeye dönüşümünü görüp ibret alırlar. "Onlardan başka birçok yararlar sağlıyorsunuz." Önce genel bir ifade kullanılıyor, ardından bu yararlardan ikisi anılıyor. "Ve etlerini yiyorsunuz. Onların sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz." Deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların etini yemek insanlara helaldir. Ama onlara eziyet etmek, organlarını kesmek helâl değildir. Çünkü onların etini yemek hayat düzeni için zorunlu olan bir yararı gerçekleştirir. Eziyet etmek, organlarını kesmek ise, kalbin katılığını, fıtratın bozulmuşluğunu ifade etmektedir. Bu davranışların canlılara bir yararı da yoktur çünkü.

Surenin akışı, insanın hayvanlara binmesi ile gemiye binmesini birbirine bağlıyor. Çünkü hayvanlar ve gemi, bütün yaratıkların görevlerini düzenleyen, varlıklarını birbirleriyle ahenkli kılan yüce Allah'ın evrensel düzeninin emrinde hareket etmektedirler. Çünkü suyun ve gemilerin bu özelliklere sahip olması, sonra su ve gemileri saran atmosferin bu mahiyette olması geminin batmadan suyun yüzeyinde kalmasını sağlamaktadır. Bu üç unsurdan birinin yapısı bozulsa ya da ufak bir değişikliğe uğrasa insanlığın eskiden beri bildiği deniz taşımacılığının yapılması imkânsız hale gelirdi ve denizcilik halâ bütünüyle bu unsurlara dayanmaktadır.

Evrende yeralan bunca iman kanıtı, anlayıp kavrayacak şekilde düşünenlerin dikkatine sunulmuştur. Bunlar ayrıca surenin birinci ve ikinci bölümü ile de ilgilidirler, surenin akışı içinde her iki bölümle de uyum oluşturmaktadırlar.

Bu derste insanın iç ve dış alemde yeralan iman kanıtlarının sunulmasından bütün peygamberlerin getirdiği iman gerçeğinin sunulmasına geçiliyor. Hz. Nuh'tan -selâm üzerine olsun- bu yana, peygamberlerin birbirinin ardısıra gelmiş olmasına, birden çok risaletin (mesajın) gönderilmiş olmasına rağmen, insanlık tarihi boyunca hiç değişmeyen bu gerçeği, insanların nasıl karşıladıkları açıklanıyor. Birden peygamberler kafilesini ya da ümmetini seyrediyor gibi oluyoruz. Hepsi de insanlara aynı anlama gelen, aynı hedefe yönelik aynı sözleri söylüyorlar. Bu sözleri birbirine o kadar benziyor ki, Arapça tercümeleri bile aynı oluyor. Oysa her peygamber gönderildiği toplumun dili ile bu gerçeği ifade etmiştir. Yani bu gerçek değişik dillerden sunulmuştur. Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- söylediği sözü, ondan sonra gelen her peygamber aynı ifadelerle, aynı kelimelerle söylemiştir. İnsanlar da hep aynı cevabı vermişlerdir. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen kullanılan sözcükler bile aynıdır.



HZ. NUH VE SOYDAŞLARI

23- Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. O dedi ki; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Allah'dan korkmaz mısınız?"

24- Soydaşlarının önde gelen kâfirleri dediler ki; "Bu adam tıpkı si;,in gibi bir insandır. üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık. "

25- "Bu adam bir deliden başka bir şey değildir. Bir süre için onu gözetim altında tutunuz. "

"Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur." Değişmeyen gerçek söz. Varlık bütünü buna dayanır. Varlıklar aleminde yeralan her şey buna tanıklık etmektedir. "Allah'dan korkmaz mısınız?" Diğer tüm gerçeklerin dayandığı bu ilk ve temel gerçeği inkâr etmenin akıbetinden korkmaz mısınız? Apaçık gerçeği inkâr etmekle ne büyük bir cinayet işlediğinizin, bu cinayetin ardından ne kadar acıklı bir azabı hakettiğinizin farkında değil misiniz?

Ne var ki, kavminin ileri gelenleri bu sözü tartışma konusu yapmıyorlar, bu sözün kanıtlarını inceleniyorlar, kendi kişilikleri ve kendilerini davet edenin kişiliği ile ilgili dar bakış açısından kurtulamıyorlar, kişilerden ve benliklerden soyutlanmış bu büyük gerçeği gözlemleyebilecekleri engin ufuklara yükselemiyorlar... Varlık bütününün dayandığı varlıklar aleminde yeralan her şeyin tanıklık ettiği bu büyük gerçeği bir yana bırakıyor. Hz. Nuh'un kişiliğini gündeme getiriyorlar.

"Soydaşlarının önde gelen kâfirleri dediler ki; `Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır, üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık."'

Kavmi işte bu daracık, bu küçücük açıdan bakıyor bu büyük davaya. Şu halde bu davanın tabiatını kavrayamazlar, bu davanın gerçekliğini göremezler. Küçük ve basit kişilikleri bu davanın özünü perdeliyor, davanın unsurlarını görmelerini önlüyor. Onunla kalpleri arasında engel oluşturuyor. Onların gözünde sorun, kendilerinden hiçbir ayrıcalığı bulunmayan, kendilerine üstünlük sağlamak isteyen, konumlarından üstün bir konum elde etmek isteyen, aralarından çıkmış bir adamın sorunudur.

Kendilerince Nuh'un ulaşmaya çalıştığını sandıkları, bu yüzden peygamberlik iddiasına başvurduğunu düşündüklerini, bu yere gelmesini önlemek üzere gösterdikleri bu basit tepki yüzünden, sadece Hz. Nuh'un üstünlüğünü inkâr etmekle kalmıyorlar, kendilerinin de mensubu bulundukları insanlığın üstünlüğünü reddediyorlar. Yüce Allah'ın bu türe verdiği onuru tepiyorlar, şayet yüce Allah mutlaka bir peygamber gönderecekse, onu insanlardan seçmesini çok görüyorlar:

"Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi."

Bunun nedeni, insanı yüceler alemine bağlayan, insanlar arasından seçilmiş kimselerin bu yüce mesajı algılamalarını, ona güç yetirmelerini, onu diğer kardeşlerine aktarmalarını, onları bu mesajın aydınlık kaynağına ulaştırmalarını sağlayan o yüce soluğu ruhlarında bulmamalarıdır.

Bu yüzden meseleyi alışılmış geçmişe havale ediyorlar,düşünüp inceleyen akla değil.

"Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık."

Geleneğin fikir hareketine, kalp özgürlüğüne baskın çıktığı her durumda bu tür örneklere sürekli rastlanır. Böyle durumlarda insanlar, realitenin ışığında doğru bir sonuca ulaşmak için karşılarındaki önermeleri düşünüp incelemektense, geçmişin tozlu raflarında dayanabilecekleri, geçmişte yaşanan bir örnek, bir belge araştırırlar. Eğer bu ilk örneği bu belgeyi bulmazlarsa, bu önermeyi ve sonuçlarını kabul etmezler.

Bu inatçı ve uyuşuk toplumlara göre, bir kere olan bir şey, ikinci bir sefer de olabilir. Ama eğer daha önce olmamışsa, o şeyin şu anda olması imkânsızdır. Böylece hayat donuklaşır, hareketsiz hale gelir. "Eski atalarımız" dedikleri belli bir kuşağın çizgisine çakılıp kalır.

Keşke bunlar taşlaşmış, donuklaşmış olduklarını bilselerdi! Tersine onlar, özgürlük ve serbestlik hareketinin davetçilerini delilikle suçluyorlar. Oysa bu davetçiler, onları incelemeye, düşünmeye çağırıyorlar. Kalpleri ile varlık bütününde dile gelen iman kanıtları arasındaki engelleri kaldırmaya davet ediyorlar. Ama onlar bu çağrıya, inatlaşma ile suçlama ile karşılık veriyorlar:

"Bu adam bir deliden başka bir şey değildir. Bir süre için onu gözetim altında tutunuz."

Yani ölüp gidene kadar bekleyin. O zaman ondan ve davasından, yeni sözlerle kafanızı çelmesinden kurtulursunuz.

Bu durumda Hz. Nuh -selâm üzerine olsun- bu donmuş ve taşlaşmış kalplere gidecek bir yol bulamaz. Alaya almalarından, işkencelerinden kaçıp sığınacağı bir yerde kalmamıştır. Ancak bir ve ortaksız Rabb'ine yönelir. Karşılaştığı yalanlamayı ona şikayet eder. Bu yalanlamadan dolayı ondan yardım ister.



26- Nuh "Ya Rabb'i, onların bu yalanlamaları karşısında bana yardım et" dedi.

Canlılar bu şekilde donuklaşınca, hayat ileriye doğru belirlenen olgunluk yolunda ilerleyemez, yola dikilen engellerden dolayı hareket edemez hale gelince... Böyle bir durumda ya bu taşlaşmışlık parçalanacak ya da hayat olduğu gibi kalacaktır. Nuh kavminin başına birincisi geldi. Çünkü onlar henüz insanlık hayatının şafağı sayılan bir zaman diliminde ve henüz yolun başındaydılar. Bu yüzden yüce Allah onların yok edilmesini, insanlığın yolunun açılmasını dilemiştir.

27- O'na vahiy yolu ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi yap. Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya) başlayınca her canlı türünün birer çifti ile boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir. Zalimler konusunda bana başvurma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "

Yüce Allah'ın yasası, insanlık hayatı kendisi için belirlenen yolda devam etsin diye yolun taşlaşmış engellerden temizlenmesini öngörmüştür. Hz. Nuh selâm üzerine olsun- döneminde insanlık kokuştuğu için, zayıf gövdeli, henüz yeni yetişmiş bir ağaç gibi bir hastalığa yakalanmış olduğu için, gelişip büyüyemediği için, kuruyup solmaya yüz tuttuğu için, üstelik bu durumdan kurtulamadığı için bu hastalığa bir ilaç gerekliydi. O da her şeyi silip süpüren, her şeyi önüne katıp götüren, toprağı yıkayıp temizleyen Tufandır. Sağlıklı hayat tohumunun yeniden yeşermesi, tertemiz gelişmesi, belirlenen süreye kadar boy salıp büyümesi için bu gerekliydi.

"Ona vahiy yolu ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi yap." Tufandan kurtulmak, yeniden yeşermesi için sağlıklı hayat tohumunu korumak için bir araçtır gemi. Yüce Allah Hz. Nuh'un gemiyi bizzat kendi elleriyle yapmasını dilemiştir. Çünkü insanın sebeplere ve araçlara sarılması, gücünü son noktasına kadar harcaması zorunludur. Ancak bu şekilde Rabb'inin desteğini kazanabilir. Çünkü Allah, yan gelip yatan, rahatını bozmayan, sadece bekleyen ve beklemekten başka bir şey yapmayıp tembel tembel oturanlara destek vermez, onlara yardım etmez. Sonra yüce Allah Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- insanlığın ikinci babası olmasını dilemişti. Bu yüzden emrini yerine getirmesi için kendi gözetiminde ve gemi inşasına ilişkin öğrettikleri doğrultusunda Hz. Nuh'u sebeplere sarılmaya yöneltmiş, yüce iradesi bu yolla gerçekleşmişti.

Yüce Allah, hastalıklı yeryüzünü temizlemek amacı ile başlatılacak kapsamlı operasyon için bir de işaret belirlemişti onun için. "Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya) başlayınca." (Ayette geçen `Tennur" ocak, tandır, fırın anlamına gelir.) Su fışkırıncaya başlayınca, bu Nuh'un harekete geçmesi için bir işaret olacak ve derhal hayatın tohumlarını gemiye yükleyecektir. "Her canlı türünün birer çiftini gemiye al." Hayvan türlerinden, kuş ve bitkilerden, Nuh döneminde bilinen ve insanoğlunun yararına sunulan her türden... "Boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir." Onlar kâfirlerdir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerdir. Bu yüzden yüce Allah'ın daha önce verilmiş sözünün yürürlüğe konmuş yasasının aleyhlerinde işlemesini haketmişlerdir. Bu yasa Allah'ın ayetlerini yalanlayanların yok edilmesini öngörür.

Hz. Nuh'a yönelik son emir de aleyhlerinde hüküm verilmiş kimseler hakkında -en yakın akrabaları dahi olsa- tartışmaya girmemesi, kurtarmaya çalışmamasıdır.

"Zalimler konusunda bana başvurma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır."

Bir dostun ya da yakının hatırı için Allah'ın yasası hiç kimseye tolerans tanımaz, tek ve doğru yolundan sapmaz.

Burada, bundan sonra Nuh kavminin başına ne geldiği ayrıntılı olarak anlatılmıyor. Kuşkusuz sorun çözümlenmiştir. "Onlar kesinlikle boğulacaklardır" kararı gerçekleşmiştir. Ama surenin akışı Hz. Nuh'a -selâm üzerine olsun- nimetlerïne karşılık Rabb'ine nasıl şükredeceğini, lütuf ve bağışına karşılık nasıl hamdedeceğini, yolunu göstermesini nasıl isteyeceğini öğreterek yoluna devam ediyor.

28- Ey Nuh, sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde "Bizi zalim soydaşlarımızdan kurtaran Allah'a hamdolsun" dedi.

29- Yine de ki; "Ya Rabb'i, beni bereketli bir yere indir. Sen kullarını en iyi yerlere konduransın. "

Hz. Nuh'tan Allah'a böyle hamdetmesi, ona bu şekilde yönelmesi, onu sıfatları ile bu şekilde nitelendirmesi, kullara yönelik mucizelerini böyle dile getirmesi isteniyordu. Kullar, en başta da başkalarına örnek olması gereken peygamberler böyle eğitilir.

Sonra kıssanın bütünü ve ilahi güç ve hikmetin kanıtı adına içerdiği genel çizgileri üzerine şu değerlendirme yapılıyor.

30- Bu olayda alınacak birçok dersler vardır. Biz Nuh'u ve soydaşlarını bu yolla sınavdan geçirmiş olduk.

İmtihanın çeşitli şekilleri ve amaçları vardır. Sabır için imtihan edilir, şükür için imtihan edilir, sevap için imtihan edilir, yönlendirme, eğitme, arındırma ve sağlamlaştırma için imtihan edilir. Nuh kıssasında da hem kendisinin, hem kavminin hem de soyundan gelenlerin geçtiği çeşitli imtihan şekilleri yeralmaktadır.

DEĞİŞMEZ TARİHİ GERÇEKLER

Surenin akışı tarih boyunca tek ve değişmez bir mahiyet arzeden peygàmbèrlik olgusu ile sürekli yinelenen yalanlama reaksiyonunun yeraldığı sahnelerden bir diğerini sunmakla devam ediyor.



31- Onların ardından başka bir kuşak ortaya çıkardık.

32- Onlara da "Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur, Allah'dan korkmaz mısınız"diyen kendilerinden bir peygamber gönderdik.

33- Soydaşları arasındaki ahiret buluşmasını yalanlayan ve kendilerine bol nimet verdiğimiz için baştan çıkan öncü kâfirler dediler ki; "Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor. "

34- Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, o halde aldanmış cahiller olursunuz.

35- "O sizi, ölüp toprak ve kemik olduktan sonra yeniden diriltileceksiniz diye mi korkutuyor?"

36- "Heyhat, heyhat! Gerçekten ne kadar uzak bir korkutmadır bu!"

37- "Hayat, bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız. Yeniden diriltileceğimiz sözkonusu değildir!"

38- "Bu adam, kesinlikle Allah'a iftira eden, Allah adına yalan söyleyen biridir. Ona inanmamız sözkonusu değildir. "

39- O peygamber "Ya Rabb'i, bunların yalanlamaları karşısında bana yardım et. "

40- Allah "Onlar yakında pişman olacaklardır" dedi.

41- Derken ansızın hakettikleri müthiş bir gürültüye tutuluverdiler de kendilerini sel süprüntüsüne dönüştürdük. Kahrolsun zalimler güruhu!

Bu surede sunulan peygamber kıssaları, hikâye anlatmak, olayları ayrıntılı biçimde aktarmak amacı ile yer almıyorlar. Bütün peygamberlerin getirdikleri tek sözü, ayrıca topluca gördükleri aynı tepkiyi vurgulamak amacı ile yeralıyor bu kıssalar. Bu yüzden önce Hz. Nuh'dan başlanıyor, amaç başlangıç noktasını belirlemektir. Hz. Musa ve Hz. İsa -selâm üzerlerine olsun- ile de son buluyor. Bununla da son peygamberden önceki bitiş noktası vurgulanıyor. Başlangıçla bitiş noktası arasındaki halkaların benzerliğinin vurgulanması amacı ile bu uzun silsilenin ortasında yeralan peygamberlerin ismi geçmiyor. Her halkada o biricik söz ve değişmeyen tepkiden söz ediliyor sadece. Çünkü kıssaların sunulması ile güdülen amaç budur.

"Onların ardından başka bir kuşak ortaya çıkardık." Bunların kim oldukları belirtilmiyor. Genel kanıya göre bunlar Ad ve Hud kavimleridir.

"Onlara da "Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur, Allah'dan korkmaz mısınız" diyen kendilerinden bir peygamber gönderdik." Daha önce Hz. Nuh'un söylediği sözlerin aynısını söylüyor bu peygamber. Kuşakların konuştukları dillerin farklı olmasına rağmen bu konuşma aynı kelimelerle aktarılıyor.

Peki bu sözlere nasıl bir cevap vermişlerdi? Aşağı yukarı aynı cevap.

"Soydaşları arasındaki Ahiret buluşmasını yalanlayan ve kendilerine bol nimet verdiğimiz için baştan çıkan öncü kâfirler dediler ki; "Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor."

"Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, kesinlikle hüsrana uğrarsınız."

Her zaman tekrarlanan bu itiraz peygamberin insan oluşuna yönelik bir itirazdır. Bu itirazın kaynağı, büyüklük taslayan şımarıkların kalpleri ile insanı yüce yaratıcıya bağlayan yüce soluğun birbirinden kopuk olmasıdır.

Bolluk içinde yüzüp şımarmak fıtratı dejenere eder, duyguları taşlaştırır, mesajları algılayacak insanın içindeki açık noktaları kapatır. Kalpler algılayan, etkilenen ve tepki gösteren bu keskin duyarlılığı yitirirler. Bu yüzden İslâm, lüks ve konfor içinde şımarıkça bir hayat sürdürmeye savaş açar. Toplumsal hayatını, müslümanlar arasında lüks içinde yüzen şımarıklara varlık hakkı tanımayan bir temele dayandırır. Çünkü onlar kokuşmuş bataklık gibidirler. Çevrelerini bulaştırırlar. Çok geçmeden haşereler türer, solucanlar yüzer içinde.

Ayrıca burada bu rahatlık düşkünü şımarıklar, ölüp çürüdükten sonra tekrar dirilmeyi de inkâr ediyorlar. Kendilerine tuhaf sayılan bu olayı haber veren peygambere de şaşırıyorlar.

"O sizi, ölüp toprak ve kemik olduktan sonra yeniden diriltileceksiniz diye mi korkutuyor?"

"Heyhat, heyhat! Gerçekten ne kadar uzak bir korkutmadır bu!"

"Hayat, bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Kimimiz ölürüz. Kimimiz yaşarız. Yeniden diriltileceğimiz sözkonusu değildir."

Bu gibi insanlar hayatın büyük hikmetini kavrayamazlar, uzaktaki hedefine ulaşsın diye hayatın evrelerini yönlendiren planın inceliklerini göremezler. Halbuki bu hedef bu dünya hayatında tam anlamıyla gerçekleşmez. İyilik dünya hayatında gerçek karşılığını asla göremez, kötülük de öyle. Her ikisi de gerçek karşılıklarını öbür dünyada görürler. Orada salih mü'minler ideal hayatın zirvesine ulaşırlar. Orada bir korku, bir meşakkat duymazlar. Allah dilemedikçe bu hayatın değişmesi, sona ermesi sözkonusu olamaz. Fıtratları dejenere olmuş, tersyüz olmuş şımarıklar da aşağılık bir hayat düzeyine yuvarlanırlar ve orada insanlıklarını yitirirler. Taşlara veya taş gibi şeylere dönüşürler.

Bu gibi adamlar bu tür incelikleri kavrayamazlar, surede sunulan hayatın ilk evrelerinin, daha sonra gerçekleşecek evrelerin kanıtı olduğunun farkına varmazlar. Bu evreleri planlayan gücün sanıldığı gibi insan hayatını ölüm ve çürüme aşamasında durdurmayacağı sonucunu çıkarmazlar. Bu yüzden şaşırıyorlar, tekrar dirileceklerinden söz eden peygamberi tuhaf karşılıyorlar. Bilgisizce bir tutumla ölümden sonraki dirilişe ihtimal vermiyorlar. Dünya hayatının dışında bir hayatın olmadığını ve sadece bir kere ölüneceğini ahmakça iddia ediyorlar. Bir kuşak ölür, arkasından bir başka kuşak yaşar. Ölenlerse, kemik ve toprak yığınına dönüşüp giderler.

Bu tuhaf adamın söylediği gibi bir daha dirilip yaşama nerde? Olacak iş değil! Sözünü ettiği ölümden sonra diriliş olayının gerçekleşmesi mümkün değildir. Çürüyüp sadece kemikleri kalacak, toz toprak olacaklar (!)

Onlar bu bilgisizliği, hayatın ilk evrelerinde ortaya çıkan ilahi hikmeti düşünmekten uzaklığın bu kadarıyla yetinmiyorlar. Bu cahilliklerini bu noktada durdurmuyorlar. Üstelik peygamberlerini Allah'a iftira atmakla suçluyorlar. Daha önce tanımadıkları Allah'ı şimdi hatırlıyorlar. O da peygamberi suçlamak için:

"Bu adam, kesinlikle Allah'a iftira eden, Allah adına yalan söyleyen biridir. Ona inanmanız sözkonusu değildir."

Bu durumda peygamber, daha önce Hz. Nuh'un yaptığı gibi Rabb'inden yardım istemekten başka çözüm bulamıyor, hem de Hz. Nuh'un yardım isterken kullandığı ifadenin aynısı ile:

"O peygamber "Ya Rabb'i, bunların yalanlamaları karşısında bana yardım et."

İşte o zaman, toplum kendisi için belirlenen süreyi tamamlayınca, inat, gaflet ve yalanlamanın ardından içlerinde bir iyilik umudu da kalmayınca Allah'ın cevabı gerçekleşiyor:

"Allah "Onlar yakında pişman olacaklardır" dedi."

Ama o zaman pişmanlık fayda vermeyecektir. Tövbeleri işe yaramayacaktır.

"Derken ansızın hakettikleri müthiş bir gürültüye tutuluverdiler de kendilerini sel süprüntüsüne dönüştürdük. Kahrolsun zalimler güruhu."

Ayette geçen "Gusa" sel sularının önünde biriken kırık dökük otlar, hiçbir işe yaramayan, bir değeri olmayan, aralarında bir ilgi de bulunmayan çerçöp yığını demektir. Bunlarda, yüce Allah'ın kendilerini .onurlandırdığı özelliklerden soyutlandıkları, dünya hayatındaki varlıkların hikmetinden habersiz oldukları, yüceler alemi ile ilgilerini kestikleri için içlerinde saygı duyulacak bir unsur kalmamıştır, sel sularının önündeki çerçöp yığınına dönüşmüşler, bir değer, bir özen gösterilmeden bir kenara atılmışlardır. Bu da Kur'anın incelikli ifade tarzının erişilmez örneklerinden biridir.

Onlar bu aşağılanmışlığın üstüne bir de Allah'ın rahmetinden kovuluyorlar, insanların ilgisinden uzaklaştırılıyorlar.

"Kahrolsun zalimler. güruhu."

Hem pratik hayatta, hem de vicdan aleminde hayattan ve anılardan silinsinler.



ALLAH'IN YÜRÜRLÜKTEKİ TOPLUM YASASI

42- Onların ardından başka kuşaklar ortaya çıkardık.

43- Hiç bir ümmet, ecelini ne öne alabilir ve ne de erteleyebilir.

44- Sonra ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldi ise onu yalanladılar. Biz de onları birbiri peşisırâ yokederek tarihi olaylara dönüştürdük. Kahrolsun inanmayanlar güruhu!

Bu şekilde genel bir ifade ile davetin tarihi özetleniyor, başında Nuh ve Hud'un bulunduğu, sonunda da Musa ve İsa'nın yeraldığı uzun zaman içinde her zaman yürürlükte olan Allah'ın yasası açıklanıyor. Buna göre her kuşak yaşama süresini doldurup gidiyor: "Hiç bir ümmet, ecelini ne öne alabilir ve ne de erteleyebilir." Ama hepsi de peygamberlerini yalanlıyorlar. "Hangi ümmete peygamberi geldi ise onu yalanladılar." Yalanlayanlar gönderilen peygamberleri yalanladıkça Allah'ın yasası uyarınca cezalandırılıyorlar: "Bizde onları birbiri peşisıra yok ettik." Yok edildikleri yerlerde, harap olmuş yurtlarında, gördüklerinden ders çıkarmasını bilenler için somut ibret tabloları kaldı.

"Hepsini tarihi olaylara dönüştürdük." Kuşaklar boyu bu efsaneleri dilden dile dolaşıp duruyor.

Bu hızlı tempolu ve özet sunuş, mü'min olmayan bu toplumların rahmetten uzak olmaları, kovulmaları, gözlerden ve gönüllerden uzak olmaları temennisi ile sona eriyor. "Kahrolsun inanmayanlar güruhu."

KALIPLAŞMIŞ SÖZLER

Ardından sunuş ahengine uyması, belirlenen hedefe yönelik olması amacı ile peygamberlik misyonu ile buna karşı olan insanların yalanlamaları konusu etrafında Musa peygamberin kıssası da özet olarak yeralıyor.



45- Sonra Musa ile kardeşi Harun'u ayetlerimiz ile ve açık kanıtla destekli olarak gönderdik.

46- Firavun ile onun önde gelen adamlarına. Fakat onlar büyüklük kompleksine kapılarak iman etmeye yanaşmadılar. Zaten onlar kendilerini beğenmiş kimselerdi.

47- Onlar dediler ki; "Kendimiz gibi birer insan olan şu iki adama mı inanacağız ki, onların soydaşları bize tapıyorlar?"

48- Onları yalanladılar ve bu yüzden yok edildiler.

Burada da peygamberlerin birer insan oluşuna ilişkin itiraz ön plana çıkıyor "Kendimiz gibi birer insan olan şu iki adama mı inanacağız."

Bir de İsrailoğullarının Mısır'daki durumlarını ortaya koyan şu özel noktayı da ekliyorlar. "Onların soydaşları bize tapıyorlar." Bizim emirlerimize uyup, bize boyun eğiyorken... Firavun ve kurmaylarına göre bu durum Musa ve Harun'un küçümsenmesi için bir nedendir.

Musa ve Harun'un getirdiği ayetlere, ellerinde bulunan belgelere gelince, bunların yeryüzünün çirkefine batmış, batıl rejimlerinin esiri olmuş, ucuz değerlerin peşine takılmış bu körelmiş kalplere etki etmeleri imkânsız bir şeydir.

Burada Meryemoğlu İsa'ya, annesine, yaratılışındaki belirgin mucizeye kısaca işaret ediliyor. Tıpkı Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeler gibi yalanlayanlar Hz. İsa'nın yaratılışındaki mucizeyi de yalanlıyorlar.

49- .Soydaşları doğru yolu bulsunlar diye Musa'ya kitap verdik.

50- Meryemoğlu İsa ile annesini gücümüzün bir kanıtı olarak ortaya çıkardık. Onları yaşamaya elverişli ve akarsulu bir tepeye yerleştirdik.

Bu ayette işaret edilen tepenin neresi olduğuna ilişkin değişik rivayetler vardır. Nerede bu yer?.. Mısır'da mı? Şam'da mı? Yoksa Kudüs'te mi? Buralar Meryem'in oğluyla birlikte gittiği yerlerdir. Kitaplarında da yazıldığı gibi Hz. İsa çocukluğunda buralara annesiyle birlikte gitmiştir. Ama buraları yer olarak belirlemek önemli değildir. Amaç yüce Allah'ın temiz, taze hoş kokulu bitkilerin bulunduğu, suların aktığı, gözetip korundukları bir yerde onları barındırdığına işaret etmektedir.

Peygamberlik zincirinin bu halkasına ulaşılınca, hitap peygamberler ümmetine yöneltiliyor. Aynı zamanda ve aynı bölgede toplanmış, hep birlikte dinliyorlar gibi... Çünkü onları birbirine bağlayan tek ve değişmez gerçek karşısında zaman ve mekana bağlı farklılıklar bir anlam ifade etmez.



51- Ey peygamberler, temiz yiyeceklerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Hiç kuşkusuz ben sizin neler yaptığınızı bilirim.

52- Sizin de bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin Rabb'inizim. Öyleyse sırf benden korkunuz.

Bu çağrı peygamberlere -selâm üzerlerine olsun- yöneliktir ve gerçeklerden habersiz olanların inkâr ettikleri beşeri özelliklerini ön plana çıkarmaktadır. "Temiz yiyeceklerden yiyiniz." Yemek, insan olmanın genel özelliklerinden biridir. Ama temiz şeylerden yemek insanı yücelten, arındıran yüceler alemine bağlayan özel bir durumdur.

Bu aynı zamanda yeryüzünü düzeltmelerine ilişkin bir çağrıdır: "İyi ameller işleyiniz." Çalışmak da insan olmanın doğal sonuçlarından biridir. Fakat iyi ve yararlı işler yapmak, seçkin ve salih kulların ayırıcı özelliğidir. Böylece hayatta tutunacakları bir dal, gözetleyecekleri bir hedefleri olur. Kendilerini yüceler alemine bağlayacak bir amaç uğruna çalışırlar.

Peygamberden insanlığından soyutlanması istenmez. Ondan istenen, bir ferdi olduğu insanlık alemini yüce Allah'ın kendileri için belirlediği ulu ve aydınlık ufka yükseltmesidir. Yüce Allah peygamberleri bu ufka götüren önderler ve üstün örnekler kılmıştır. Bundan sonra yüce Allah ince ve duyarlı terazisiyle onların yaptıklarını değerlendirir. "Hiç kuşkusuz ben sizin neler yaptığınızı bilirim."

Peygamberlerin getirdiği gerçeğin, peygamberlerin belirginleştikleri tabiatın, onları gönderen yaratıcının ve hep birlikte yöneldikleri hedefin birliği karşısında zamanın uzunlukları, mekanın boyutları ortadan kalkar

"Sizin de bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin Rabb'inizim. Öyleyse sırf benden korkunuz."

Surenin bu üçüncü dersi, peygamberler topluluğundan sonra insanların içine düştükleri durumun tasviri ile başlıyor. Son peygamber de onları bu durumda bulmuştu. Daha önce gelmiş bütün peygamberlerin getirdiği tek gerçek etrafında görüş ve inanç ayrılığına düşmüş, birbirleriyle çekişir durumdaydılar.

Son Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği gerçeğin farkında olmayışlarını, içinde bulundukları durumun akıbetini düşünmelerine engel olan sapıklıklarını tasvir ediyor. Öte tarafta mü'minler Allah'a kulluk ediyorlar. İyi ve yararlı işler yapıyorlar. Buna rağmen karşılaşacakları akıbetten korkuyorlar. Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri titriyor. Böylece mü'minin şahsında somutlaşan sürekli uyanıklık ve sakınma tablosu ile kâfirin şahsında somutlaşan sapıklık ve gaflet tablosu karşılıklı olarak yeralıyor.

Sonra, surenin akışı içinde onlarla birlikte değişik gezintilere çıkılıyor. Bir keresinde tutumları kınanıyor. Kuşkuları gözler önüne seriliyor bir keresinde. Bir diğer sefer, hem iç alemlerinde, hem de dış alemde yeralan iman kanıtlarına değinilerek vicdanları uyarılmak isteniyor. Bir de kabullendikleri gerçeklere değinilerek bunlar birer belge olarak önlerine çıkarılıyor.

Ders içinde yeralan bu gezintiler onların kaçınılmaz akıbetleri ile başbaşa bırakılmaları ile sona eriyor. Ardından hitap Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiliyor ve kendi yolunu izlemesi, onların inat etmelerine öfkelenmemesi, kötülüğü iyilikle savması, onların göz göre göre sapıklığa sürükleyen şeytanlardan Allah'a sığınması isteniyor.



İNANÇ BİRLİĞİ VE PARÇALANMA

53- Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.

54- Bir süre için onları gafletleri ve sapıklıkları ile başbaşa bırak.

55- Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servetle ve evlatlarla,

56- Onların iyiliklerine koşuyoruz? Aslında onlar işin farkında değildirler.

Peygamberler -selâm üzerlerine olsun- aynı sözleri söyleyen, aynı ibadeti yapan, aynı hedefe yönelen tek bir ümmet olarak gelip gitmişlerdi. Oysa insanlar onlardan sonra birbirleriyle çekişen, aynı sistem ve aynı yolda buluşmaları mümkün olmayan gruplara bölünmüşlerdi.

Kur'anın olağanüstü ifade tarzı onların birbirleri ile çekişmelerini son derece sert ve somut bir ifadeyle dile getiriyor. Peygamberlerin getirdiği gerçeği o kadar çekiştirdiler ki, adeta çeşitli parçalara böldüler, herbiri bir taraftan tutup, parçaladılar. Ve her grup elinde kalan parçayı alıp yoluna devam etti. Hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir şeye bakmadan elindeki parçadan memnun yoluna devam etti. Yoluna devam etti ve herhangi bir esintinin duygularına girebileceği, aydınlatıcı bir ışığın nüfuz edebileceği tüm açıklıkları kapattı. Her grup elinde bulunanla oyalanarak, uğraşarak sapıklık içinde yaşadı. Bu öyle bir sapıklıkta ki, can veren herhangi bir esinti, aydınlatan herhangi bir ışık onlara etki edemedi.

Onların durumu bu şekilde tablolaştırıldığı sırada hitap Hz. Peygambere salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiliyor.

"Bir süre için onları gafletleri ve sapıklıkları ile başbaşa bırak."

Bırak onları sapıklıkları ile, sahip oldukları şeylerle gafilce oyalansınlar, belirlenmiş süresi dolup kaçınılmaz sonları beklenmedik bir sırada ortaya çıkana kadar.

Daha sonra onları ayıplamaya, gafilliklerinden dolayı onları alaya almaya başlıyor. Çünkü bir süre kendilerine zaman tanınmasını deneme döneminde kendilerine mal ve evlat verilmesini, kendilerinin iyilikte öncelikli oldukları, nimet ve bolluk içinde sürekli kalacaklardır şeklinde yorumluyorlar:

"Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servetle ve evlatlarla." "Onların iyiliklerine koşuyoruz."

Mal ve evladı onları denemek için veriyoruz. Onları imtihan ediyoruz.

"Aslında onlar işin farkında değildirler."

Mal ve evlat bağışının ardındaki karanlık akıbetin, örtülü kötü geleceğin farkında değiller.

MÜ'MİNLERİN ÜSTÜN KARAKTERİ

Sapık kalplerin gaflet ve sapıklık tablosunun yanında mü'min kalplerin uyanıklık ve sakınma tablosu yeralıyor.



57- Onlar ki, Rabb'lerinin korkusu ile titriyorlar.

58- Ve onlar ki, Rabb'lerinin ayetlerine inanıyorlar.

59- Ve onlar ki, Rabb'lerine ortak koşmuyorlar.

60- Ve onlar ki, Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verdikleri şeyi verirler.

61- İşte onlar iyiliklerde yarışanlar ve bu yarışı önde bitirenlerdir.

Burada imanın kalp üzerindeki etkisi kendini gösterir. Bu etki, duyarlılık, incelik, çekingenlik, eksiksize ulaşma isteği, görev ve sorumlulukları yerine getirme ve sonuçları hesaplama şeklinde belirir.

İşte bu mü'minler ürpererek, sakınarak, Rabb'lerinden korkarlar. Hem onlar Rabb'lerinin gönderdiği ayetlere inanıyorlar, O'na ortak koşmuyorlar. Ayrıca onlar görev ve sorumluluklarını da yerine getiriyorlar. Güçleri yettiği, ellerinden geldiği oranda Rabb'lerine itaat ediyorlar. Bütün bunlara rağmen onlar "Ve onlar ki, Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verdikleri şeyi verirler." Bütün güçlerini harcamış olmalarına rağmen Allah'ın verdiği nimetler karşısında bunun yetersiz olduğunu az bir şey olduğunu bilirler.

Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği rivayet edilir. "Ya Resulullah "Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verdikleri şeyi verirler" ayetinde kastedilenler, hırsızlık yapan, zina eden, içki içen, bununla beraber ulu Allah'dan korkan kimseler midir? diye sordum." Hayır ey doğru sözlü kişinin (Sıddık'ın kızı). Burada kastedilen, namaz kılan, oruç tutan, Allah yolunda mali harcamada bulunan beraberinde de her şeyden üstün ve her şeyden güçlü olan Allah'dan korkandır" dedi. (Tirmizi)

Mü'min kalp Allah'ın elini üzerinde hisseder. Her nefesinde her çırpıntısında Allah'ın nimetlerini düşünür. Bu yüzden bütün ibadetlerini küçümser, Allah'ın nimetleri ve bağışları karşısında O'na itaat amacı ile yerine getirdiği yükümlülükleri az görür. Aynı zamanda o her zerresi ile yüce Allah'ın büyüklüğünün, ululuğunun bilincindedir. Duyuları ile çevresinde olup biten her şeyde Allah'ın elini gözetler. Bu yüzden ürperir, heyecanlanır. O'nun hakkını eksik verdiğini, ibadet ve itaatte üstüne düşeni gereği gibi yerine getirmediğini, duygularını ve düşüncesini onu bilmekle,. O'na şükretmekle doldurmadığını düşünerek Allah'la buluşmaktan korkar çekinir.

İşte iyilik yapmak için yarışanlar bunlardır. İyiliğe koşan, bu çabuklukla, bu uyanıklıkla, bu bilgi ile, çalışma ve bu itaatle onu elde edenler bunlardır. Yoksa sapık bir hayat yaşadıkları halde, kendilerine nimet bahşedildiğini sanan, iyilik yapılmak istendiğini düşünen kimseler öyle değil... Bunlar azgın bir iştahla yavaş yavaş tuzağa yaklaşan ve hiçbir şeyden haberi olmayan ava benzerler. Toplum için de bu kuşun benzerleri çoktur, rahatlık saptırır onları, içinde yüzdükleri nimetle oyalanırlar, zenginlik azgınlaştırır onları, gurur aldatır, sonunda kaçınılmaz akıbetle yüzyüze kalırlar.

İNSANIN KAPASİTESİ

İslâmın, müslüman kalbine kazandırdığı bu uyanıklık, imanın kalplere yerleşir yerleşmez uyandırdığı bu duygu, insanın gücünü aşan bir olay, insanın kapasitesinin üstünde bir yükümlülük değildir. Bu, Allah'ı bilmekten, O'na bağlılığın bilincine varmaktan, O'nun gizli açık gözetimini düşünmekten kaynaklanan bir duyarlılıktır. İçinde bu aydınlatıcı ışık parlayınca, insanın gücünün kaldırabileceği bir sorumluluktur bu.



62- Biz herkese taşıyabileceği kadar yük yükleriz. Bizim katımızda, gerçeği olduğu gibi söyleyen bir kitap vardır. Onlara asla haksızlık edilmez.

Yüce Allah insanların kapasitelerine ilişkin kesin bilgi uyarınca belirler sorumlulukları. İnsanları yapabildikleri şeylerden hesaba çeker. Güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek veya yaptıkları bir şeyi geçersiz saymak suretiyle onlara haksızlık etmez. Yaptıkları her şey "gerçeği söyleyen" bir defterde yazılıdır ve hesapları ona göre yapılır. Bunları eksiksiz olarak ve açıkça ortaya koyar. Çünkü Allah hesapları en iyi şekilde görür.

Gafillerse, hiçbir şeyin farkında değiller, çünkü kalpleri haktan sapmıştır. Onun diriltici aydınlığını algılamamıştır. Çünkü başka şeylerle oyalanmaktadır, bir bataklıkta çırpınıp durmaktadır. Nihayet dehşetle yüz yüze gelirler, acıklı bir azap görürler, bununla birlikte azarlanıp horlanırlar.

63- Fakat kâfirlerin kalpleri, mü'minlerin bu davranışlarından tamamen habersizdir. Onların, bunlar dışında, birtakım kötü işleri var ki, sürekli olarak onlarla meşguldürler.

64- Ama onların azılı elebaşlarının yakasına azabımızla yapıştığımızda hemen feryadı basarlar.

65- "Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. "

66- "Vaktiyle ayetlerimiz size okunduğunda yüzünüzü arkanıza çevirirdiniz. "

67- "Ayetlerimize dudak bükerek gizli toplantılarınızda saçmalıyordunuz. "

İçinde bulundukları durumu bırakmamalarının nedeni, insanın gücünü aşan bir sorumluluk yüklenmiş olmasından değildir. Asıl neden, kalplerinin sapıklık içinde yüzmesi, Kur'anın getirdiği gerçeği görmemesidir. Sonra onlar Kur'anın belirlediği hareket metodunun dışında bir yol izlemektedirler. "Onların, bunlar dışında, birtakım kötü işleri var ki," ardından, birdenbire beklenmedik bir felâketle karşı karşıya kalışlarını sergileyen sahne canlandırılıyor. "Ama onların azılı elebaşlarının yakasına azabımızla yapıştığımızda hemen feryadı basarlar." İnsanlar arasında en fazla eğlenceye dalanlar, sapıtanlar, sonucu düşünmeden sorumsuz bir hayat sürdürenler kendilerine verilmiş bol nimetlerden dolayı şımaranlardır.

İşte bakın onlar, kendilerini kıskıvrak yakalamış olan azap karşısında şaşkına dönmüş, avazları çıktığı kadar bağırıp feryat ediyorlar. Yardım istiyorlar, merhamet dileniyorlar. (Bu durum, daha önceki şımarıklıklarına, gafletlerine, büyüklük taslamalarına, gurura kapılmalarına karşılıktır). Sonra bakın, şimdi de eziyet görüyorlar, azar işitiyorlar. "Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz."

Artık sahne karşımızdadır. Onlar eziyet görüyor, azar işitiyorlar. Kurtuluştân ümit kesiyorlar, yardım görebilecekleri biri de yok. Bunun yanında daha önce sapıklıklarına dalıp gittikleri hayatları hatırlatılıyor kendilerine. "Vaktiyle ayetlerimiz size okunduğunda yüzünüzü arkanıza çevirirdiniz."

Size okunanlar bir tehlikeymiş, siz de ondan kaçıyormuşsunuz gibi, ya da hoş olmayan, bir şeyden sakınıyormuşsunuz gibi geri geri kaçıyordunuz. Bu gerçeği kabullenmiyor, büyüklük taslıyordunuz. Buna ek olarak bir de Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun getirdiği gerçeği duyduğunuzda kötü sözler söylediğiniz, gece toplantılarınızda çirkin laflar edip, ona hakaret ederdiniz. Geceleri Kâ'be'deki putların etrafında halka oluşturup toplandıkları zaman ağızlarından çirkin ve kaba sözler dökülürdü. İşte Kur'an bu tavırlarından dolayı hesaba çekilişlerini bir sahne şeklinde canlandırıyor. Onlar feryad edip, yardım istiyorlar. Fakat onlara o çirkin gece toplantıları, o pis konuşmaları hatırlatılıyor. Ama olay öylesine canlandırılıyor ki, şu anda meydana geliyormuş gibi seyrediyorlar, olayı yaşıyorlar. Bu da kıyamet sahnelerini gözle görülen realite gibi canlandıran Kur'anın eşsiz ifade tarzının örneklerinden biridir.

Müşrikler meclislerinde gece toplantılarında Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve Kur'an-ı Kerim'e saldırırlarken cahilliğin neden olduğu büyüklük kompleksinin somut birer örneğiydiler. Bu tipler gerçeğin değerini anlayamazlar, çünkü bunların basiretleri kapanmıştır, birer kördürler bunlar. Gerçeği alay konusu etmek, eğlenmek hatta itham etmek için ele alırlar. Bu tiplere her zaman rastlanır. Arap cahiliyesi her zaman ve her yerde görülen çeşitli cahiliye düşünce ve toplumlarının yalnızca bir örneğidir. Şu anda da vardır, bundan sonra da varolacaktır cahiliye.

NEDEN İNKÂR YOLU

Surenin akışı, onları ahirette gerçekleşen azarlanma sahnesinden alıp yeniden dünyaya getiriyor; o tuhaf tutumlarının nedenini sormak şaşırtıcılığını vurgulamak için... Güvenilir peygamberin kendilerine sunduğu gerçeğe inanmalarına engel olan neydi? İçlerini kemiren kuşku neydi ki doğru yola giremediler? Gerçeğe sırt çevirmelerinin, gece toplantılarında kötü sözler sarfetmelerinin gerekçesi neydi? Oysa Hz. Peygamberin kendilerine sunduğu katışıksız gerçekti, onları doğru yola iletmek istiyordu. ,



68- Acaba onlar Kur'anı incelemediler mi? Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir mesaj mı geldi?

69- Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi ona karşı çıkıyorlar?

70- Yoksa onun deli olduğunu mu söylüyorlar. Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu gerçekten hoşlanmıyorlar.

71- Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu. Aslında onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve şanlarına sırt dönüyorlar.

72- Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun ki? Oysa Rabb'inin sana vereceği ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir.

73- Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun.

74- Ama ahirete inanmıyorlar doğru yolun uzağına düşüyorlar.

Kuşkusuz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği hak içerikli mesajını düşünenler, iyice inceleyenler ondan vazgeçmezler, ona sırt çeviremezler. Çünkü onun getirdiklerinde bir güzellik, bir bütünlük, bir ahenk ve bir çekicilik vardır. Fıtratla uygunluk vardır. Vicdanı uyandıran, harekete geçiren unsurlar vardır. Kalbin gıdası, düşüncenin azığı, yönelişin görkemlisi ondadır. Sistemin tutarlı ve dengelisi, yaşamının adil ve sağlamı onun içinde yeralır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği din'de fıtratın tüm unsurlarını harekete geçiren, onları besleyen, ihtiyaçlarına cevap veren, özellikler mevcuttur. Şu halde "Kur'anı incelemediler." Ondan yüz çevirmelerinin sırrı budur demek ki. Çünkü onlar bu dinin üzerinde düşünmüyorlar.

"Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir mesaj mı geldi?" Bir peygamberin gelmesi ya da bu peygamberin onlara tevhid gerçeğini anlatması, hem onların hem de atalarının alışık olmadıkları garip bir olay mı. İşte peygamberliğin tarihi, birçok peygamberin ardarda geldiğini ve bu peygamberlerin kavimlerine tek ve değişmez gerçeği sunduklarını kanıtlamaktadır.

"Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi ona karşı çıkıyorlar?" Bu mudur yüz çevirmelerinin ve Allah'ın gönderdiği peygamberi yalanlamalarının sebebi? Ama onlar peygamberlerini gerçekten tanıyorlar? Kişiliğini, soyunu çok iyi biliyorlar. Herkesten çok onun niteliklerini biliyorlar; doğruluğunu güvenilirliğini biliyorlar. Bu yüzden henüz peygamberlikle görevlendirilmemişken O'na güvenilir kişi anlamında "el-emin" lâkabını takmışlardı..

"Yoksa onun deli olduğunu mu söylüyorlar."

Gerçi aralarında kimi aptallar böyle diyorlardı. Ama onlar hayatı boyunca en ufak bir yanılgısına tanık olmadıkları bu kişinin kusursuz bir akla sahip olduğundan şüphe etmiyorlardı.

Bu kuşkularından herhangi birinin dayanağının olması imkansızdı. Bu tutumlarının tek nedeni büyük bir çoğunluğun hak'tan hoşlanmamasıydı. Çünkü bu, hayatlarının dayanağı olan batıl değerleri ortadan kaldırıyor, övünüp durdukları ve vazgeçemedikleri arzuları ile çatışıyordu.

"Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu gerçekten hoşlanmıyorlar."

Hak, ihtiraslarla, arzularla birlikte hareket etmez, onlara uymaz. Göklerle yerin dayanağı haktır. Evrensel yasalar sistemi hak ilkesine göre düzenlenmiştir. Evrene, evrenin içindeki canlı cansız tüm varlıklara egemen olan kanunlar hak ilkesi doğrultusunda işlerler:

"Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu."

Hak birdir ve kalıcıdır. İhtiraslar ve arzular ise, hem çok hem de değişkendir. Bütün evren bu bir ve kalıcı hakka göre yönlendirilir. Bu yüzden evrene egemen olan yasalar sistemi geçici heveslere uymaz. Gelip geçici arzulara göre değişmez evrensel kanunlar. Şayet evren geçici heveslere, değişken arzulara uyacak olsaydı, evrenin düzeni bozulurdu. Onunla birlikte insanlar da bozulurdu. Değer yargıları ve hayat biçimleri bozulurdu. Ölçü ve kriterler dengesiz ve tutarsız olurdu. Kızgınlık, hoşnutluk, nefret,.kin, arzu, korku, zindelik ve yılgınlık gibi arzular, heyecanlar, tepkiler ve üzüntüler arasında gidip gelirdi. Maddi evrenin yapısı ve hedefine yönelişi, sağlam bir temele, değişmesi yalpalaması ve sapması sözkonusu olmayan belirlenmiş bir metoda dayalı bir kalıcılığı, dengeliliği ve sürekliliği gerektirir.

Evrenin yapısının ve yönlendirilişinin dayanağı olan bu büyük ilkeden hareketle İslâm, insanlığın hayatını yönlendiren kanunları belirleme işini evren düzeninin bir parçası olarak öngörmüştür. Evreni yönlendiren ve tüm parçaları arasında bir ahenk oluşturan el, insanlık hayatı için gerekli olan kanunları da koyar. İnsanlar evrenin bir parçasıdırlar ve onun büyük yasasına boyun eğerler. Bu yüzden tüm evrene egemen olan kanunları koyan ve evreni böylesine olağanüstü bir ahenkle yönlendiren kimse, evrenin bir parçası olan insanların hayatı için gerekli olan kanunları da koymalıdır. Böylece insanların hayat düzeni değişken arzulara uymaktan; dolayısıyla bozulup sapmaktan kurtulmuş olur. "Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu." Evren ve içindekiler bölünmez bir bütün olan gerçeğe uyarlar, yönlendirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah'a boyun eğerler.

Kendisine İslâm dini gönderilen bu ümmet de, toplumlar içinde İslâmın varlığında somutlaşan hakka uymalıdır.' İslâm gerçeğin kendisi olmakla beraber, onlar için bir şeref, bir anılma unsurudur. Eğer İslâm olmasaydı insanlık aleminde onların adı sanı anılmazdı. "Aslında onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve şanlarına sırt dönüyorlar."

Kendilerine İslâm gönderilene kadar insanlık tarihinde Araplar'ın adı sanı anılmazdı. İslâm'a bağlı kaldıkları sürece de kuşakların kulaklarında onların namı, şanı yankılanıyordu. Ama İslâm'dan kopunca da küçülüverdiler, önemsizleştiler. Ne kervanda ne de kafilede yeraldılar.(Arapça'da bu deyim suya sabuna dokunmayan, önemli bir etkinliği bulunmayan silik ve önemsiz kişiler için kullanılır.) Tekrar İslâma; kendilerine nam ve şan kazandıran dine dönmedikleri sürece de kayda değer bir ünleri olmayacaktır!..

Gerçeğe çağırılmaları, buna karşın yüz çevirip gerçeği sunan peygamberi mesnetsiz şeylerle suçlamaları münasebetiyle yeniden değinilen bu hususun ardından surenin akışı tutumlarını kınamaya ve güvenilir peygamberin kendilerine sunduğu gerçekten kendilerini alıkoyabilecek kuşkularını tartışmaya başlıyor.

"Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun."

Doğru yola girmeleri ve öğrettiğin gerçekler karşılığında bir ücret istiyorsun da onun için mi kaçıyorlar? Oysa sen onlardan herhangi bir şey istemiş değilsin. Çünkü Rabb'inin katındaki ödül onların verebileceklerinden daha hayırlıdır. "Oysa Rabb'inin sana vereceği ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir." Kuruması, sonunun gelmesi sözkonusu olmayan dolaysız ilahi kaynağa bağlı bulunan bir peygamberin zayıf, yoksul, muhtaç insanlardan ne tür bir beklentisi olabilir? Onlardan ne elde etmek isteyebilir? Dilediğine bol, dilediğine az veren yüce Allah'ın katındaki nimetlere göz koyan, gönüllerini o nimetlere yönelten peygamber izleyicileri şu yeryüzü nimetlerinden hangisini arzulayabilirler, hangisine kapılabilirler? Dikkat edin, kalp Allah'a bağlandığı gün, içindeki canlı cansız varlıklarla birlikte tüm evren küçülür, önemsizleşir.

Sen sadece onların adil ve dengeli hayat sistemine ulaşmalarını istiyorsun. "Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun." Bu yol, onları fıtratların hükmeden yasalar sistemine ulaştırır. Onları varlık bütününe bağlar. Sapmaz bir çizgide varlığın yaratıcısına doğru yol alan varlık kafilesine katar onları.

Ne yazık ki, onlar -ahirete inanmayan herkes gibi- ilahi metodun dışına çıkıyorlar, yoldan sapıyorlar. "Ama ahirete inanmıyorlar, doğru yolun uzağına düşüyorlar." Eğer doğru yola girmiş olsalardı, kalpleri ve akılları ile insanı ahirete, insan için mümkün olan kemal noktasının gerçekleşmesine ve belirlenmiş adaletin yerini bulmasına imkân veren aleme inanmaya zorlayan varoluşun evrelerini izlerlerdi. Çünkü ahiret, yüce Allah'ın bu varlık alemini yönlendirilmesi için seçtiği evrensel yasalar sisteminin halkalarından biridir.

Şu ahirete inanmayanlar, şu yoldan sapanlar var ya, ne nimetle sınama ne de yoklukla sınama fayda vermez onlara. Eğer bir nimet geçse ellerine. "Eğer biz onlara acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine azgınlıkları içinde debelenmeye ısrar ederler." Ama başlarına bir musibet gelse, kalpleri yumuşamaz, vicdanları uyanmaz, Allah'a dönmezler, bu sıkıntıyı gidermesi için O'na yalvarmazlar. Kıyamet günü o korkunç azaba çarptırılana kadar bu tutumlarını sürdürürler. O zaman da şaşırıp kalırlar, hiçbir yerden de ümitleri olmaz.



75- Eğer biz onlara acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine azgınlıkları içinde debelenmeye ısrar ederler.

76- Biz onların yakalarına azapla yapıştık. Fakat ne Rabb'lerine boyun eğdiler ve ne de O'na yalvardılar.

77- Ama ağır bir azabın kapısını yüzlerine açtığımızda kurtuluş ümitlerini yitirerek ne yapacaklarını şaşırırlar.

Bu insanlar arasında katı kalpli, Allah'dan habersiz, ahiret gerçeğini yalanlayan bir zümrenin genel niteliğidir. Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı koyan müşrikler de bu zümredendirler.

Musibet anında, zarara uğrama sırasında boyun bükmek, yakarmak Allah'a dönmenin, O'ndan başka bir sığınak, bir korunak olmadığının bilincine varmanın kanıtıdır. Kalp bu tarzda Allah'a bağlandığı an, incelir, yumuşar. Uyanır, gerçekleri algılar. İşte bu duyarlılık kalbi gafletten ve zilletten koruyan, onu gözetleyen bir bekçidir. Bu durumda kalp imtihandan yararlanır, musibetten ders alır, olumlu sonuçlar çıkarır. Fakat buna rağmen sapıklığını sürdürür çirkefte bocalamaya devam ederse, artık ondan ümit kesilir, düzelmesi beklenmez. Ahiret azabı ile başbaşa bırakılır. Bu azaba beklemediği bir sırada yakalanınca elleri çaresizlikten yana düşer, karamsarlığa kapılır, şaşkına döner, kurtuluş ümidini yitirir.



SOMUT KANITLAR

78- Gözü, kulakları ve gönülleri yaratıp size veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

79- Sizi yeryüzüne yerleştiren O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.

80- Sizi yaratan ve öldüren O'dur. Gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi O'nun uygulamasıdır. Hiç düşünmeyecek misiniz?

Şayet insan, kendi yaratılışını, organik yapısını, kendisine verilen duyu ve organları, bahşedilen yetenek ve güdüleri gereği gibi inceleyip düşünecek olursa, kesinlikle Allah'ı bulur. Onun biricik yaratıcı olduğunu kanıtlayan bu mucizelerin kılavuzluğu ile O'na doğru yol alır. Çünkü Allah'ın dışında hiç kimse bu olağanüstü yaratılışı büyük, küçük hiçbir varlıkta gerçekleştiremez.

Örneğin sadece şu kulak, nasıl çalışır? Sesleri nasıl algılar ve nasıl ayırır birbirinden? Sonra şu göz kendi kendine nasıl görür? Işıklar ve şekilleri nasıl algılar? Sonra şu kalp denen şey nedir? Nasıl kavrar? Eşyayı, şekilleri, anlamları, değerleri, duygu ve düşünceleri nasıl değerlendirir?

Sırf bu duyu ve güçlerin özelliklerini, çalışma şekillerini öğrenmek insanlık aleminde mucize düzeyinde bir keşif olarak nitelendirilmektedir. Yaratılışları ve yapıları itibariyle insanın içinde yaşadığı evrenin özellikleriyle bu tarzda bir ahenk nasıl oluşmuştur. Bu ahenk öylesine ince planlanmış ki, evrenin veya insanın tabiatına olan oranlarından biri bozulacak olursa duyu ve organlar arasındaki bağ kopacaktır. Kulak hiçbir sesi, göz hiçbir ışığı algılayamayacaktır. Ne var ki, her şeyi düzenleyip yönlendiren güç, insanın yapısı ile insanın içinde yaşadığı evrenin yapısı arasında bir ahenk oluşturmuştu. Duyu ve organlar arasındaki bağ bu şekilde sağlanmıştır. Buna rağmen, insan, nimete karşılık şükretmez. "Ne kadar az şükrediyorsunuz." Şükür, nimeti vereni bilmekle, O'nun sıfatlarını üstün saymakla başlar. Sonra sadece O'na kulluk etmekle somutlaşır. O birdir, sanatındaki izler O'nun birliğine şahitlik etmektedir. Ardından duyu ve güçlerin hayat ve nimetlerden zevk almada kullanılması gelir, ama kulluk edenin, her hareketinde, her zevkinde Allah'ı düşünmesi, O'na şükretmesi şartıyla.

"Sizi yeryüzüne yerleştiren O'dur."

Size kulak, göz ve kalp bahşettikten sonra, sizi yeryüzüne halife yapan, bu halifelik için zorunlu olan yetenek ve enerjiyi veren O'dur. "Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." Bu halifelik, görevini yerine getirirken yaptığınız iyilik ve kötülükler, yapıcılık ve bozgunculuklar,'hidayet ve sapıklıklar hususunda sizi sorgulayacaktır. Çünkü siz boşuna yaratılmamışsınız, başı boş bırakılmamışsınız. Tamamen bir hikmet, bir plan ve bir kader doğrultusunda yaratılıp yeryüzüne halife kılınmışsınız.

"Sizi yaratan ve öldüren O'dur." Hayat ve ölüm, her an meydana gelen iki olaydır. Ama Allah'dan başka hiç kimse öldürme ve yaratma gücüne sahip değildir. Örneğin -yaratıkların en üstünü olan- insan bir tek hücrede hayatı meydana getirme gücünden yoksundur. Aynı şekilde herhangi bir canlının hayatına gerçek anlamda son verme gücünden de yoksundur. Hayatı bahşeden kimse, sırrını da O bilir. Hayatı verip alma gücüne O sahiptir. İnsanlar hayatın yok edilmesine kimi zaman aracı ve sebep olabilirler. Fakat gerçekte canlıyı hayattan yoksun bırakan onlar değildirler. Yoksa yaratan ve öldüren Allah'dır. O'ndan başkası değil.

"Gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi O'nun uygulamasıdır." Ölüm ve hayatın peşpeşe meydana gelmesi gibi, gece ile gündüzün birbirinin ardından geçip gitmesini yönlendiren O`dur. Bu yetki ve güç O'na aittir. Gece ve gündüzün bu tarzda gerçekleşmesi tıpkı ölüm ve hayat gibi evrensel bir yasadır. Ölüm ve hayat ruhlara ve bedenlerle ilgiliyken, gece ve gündüz, evren ve uzayla ilgilidir. Canlı bir varlıktan hayat unsurunu çekip çıkardığı zaman, bedeni sönüp hareketsiz kaldığı gibi, yeryüzünden aydınlığı giderip sönük ve hareketsiz kalmasını da gerçekleştirir. Sonra hayat ve ışık ortaya çıkar. Ölüm ve karanlığın yerini bunlar alır. Bu düzen Allah dilemedikçe aksamadan, kesintiye uğramadan sürüp gider... "Hiç düşünmeyecek misiniz?" Bütün bunları planlayan yaratıcıya, hayat ve evreni yönlendirme işine tek başına sahip olan ortaksız hükümrana şahitlik eden bunca kanıtı düşünüp kavramıyor musunuz?

MÜŞRİKLERİN ÇİRKİN SÖZLERİ

Kendilerine sunulan bunca kanıttan ve ayetten sonra, ölümden sonra diriliş ve hesaplaşma konusunda neler söylediklerini anlatmak için surenin akışı onlara hitap etmeyi, onlarla tartışmayı bırakıyor, onların sözlerini aktarıyor.



81- Tersine onlar daha önceki sapıkların dediklerini söylediler.

82- "Biz ölüp de toprak ve kemik olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?"

83- "Bu tehdit şimdi bize yöneltildiği gibi daha önce atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir. "

Yüce Allah'ın planlamasını, yaratılıştaki hikmetini dile getiren bu ayetlerden ve kanıtlardan sonra onların bu sözleri oldukça tuhaf ve çirkin olarak beliriyor. İnsan hareketlerinden ve eylemlerinden sorumlu olsun diye kendisine kulak göz ve kalp bahşedilmiştir. Bu bağışların bir diğer gerekçesi de insanın yapıcılığının ve bozgunculuğunun karşılığını görmesidir. Hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesi ise, ancak ahirette tamamlama ile gerçekleşebilir. Görülen odur ki, yapılanların karşılık görmesi yeryüzünde gerçekleşmiyor. Çünkü bu olay, öte dünyadaki hesaplaşma anına bırakılmıştır.

Yaratan ve öldüren Allah'dır. Ölümden sonra dirilişin zor bir tarafı da yoktur. Her an hayat unsuru yol almakta, Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği bir yerden ortaya çıkmaktadır.

Bunların da kavrama yeteneklerinin Allah'ın hikmetini ve yeniden diriltmeye olan gücünü kavramaya yetmemesi bir yana, kalkıp sözü edilen ölümden sonra dirilişi ve yapılanların karşılık görmesini alaya almaları ne tuhaftır. Güya bu tür şeyler daha önce atalarına da söylenmiş ama bir türlü gerçekleşmemiş.

"Bu tehdit şimdi bize yöneltildiği gibi daha önce atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir."

Ölümden sonra diriliş yüce Allah'ın planı ve hikmeti uyarınca belirlediği zamanda gerçekleşecektir. Bu süre, insanlar arasında herhangi bir kuşağın isteğine ya da gerçekleri göremeyen, gafil bir toplumun alaya almasına cevap vermek için ne öne alınır, ne de geciktirilir.

ŞİRKİN MANTIĞI

Arap müşrikleri bir inanç karmaşası içindeydiler. Yüce Allah'ı inkâr etmezlerdi. O'nun göklerin ve yerin sahibi olduğunu, gökleri ve yeri O'nun yönlendirdiğini, göklere ve yere egemen olduğunu inkâr etmezlerdi. Buna rağmen onlar yüce Allah'a birtakım düzmece tanrıları ortak koşarlardı ve Zümer süresinde geçtiği gibi şöyle derlerdi: "Biz bunlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Birde Allah'ın kızlarının olduğunu ileri sürerlerdi. Hiç şüphesiz, yüce Allah onların nitelendirmelerinden uzaktır.

Surenin akışı burada, onların içinde bulundukları inanç karmaşasını ortadan kaldırmak ve şayet fıtrat doğrultusunda hareket edip yoldan sapmamış olsalardı, kabullendikleri gerçeklerin kendilerini zorlayacağı saf tevhide döndürmek için razı olacakları gerçeklerle karşılarına çıkıyor.



84- Onlara de ki, "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz, yeryüzü ve üzerindeki tüm varlıklar kimindir?"

85- Sana "Allah'ındır" diyecekler. De ki; "Siz kafanızı çalıştırmayacak mısınız?"

86- Onlara de ki; "Yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i kimdir?

87- Sana "Bunlar Allah'ındır" diyecekler. De ki; "Siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?

88- Onlara de ki; "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm varlıkların egemenliği, elinde olan, her şeyi koruyup gözeten, Fakat koruyanı ve işine karışanı olmayan kimdir?"

89- Sana ' `Bu yetki Allah'a aittir" diyecekler. De ki; "O halde nasıl oluyor da yanıltılıyorsunuz?"

Bu diyalog, hiçbir mantığa sığmayan, hiçbir akla dayanmayan, inanç karmaşalarının boyutlarını gözler önüne sermektedir; İslâm'ın doğuşu sırasında Arap yarımadasındaki müşriklerin inançlarının çarpıklığının, bozulmuşluğunun boyutlarını ortaya koymaktadır.

"Onlara de ki; "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz, yeryüzü ve üzerindeki tüm varlıklar kimindir?" Bu, yerin ve içinde bulunanların mülkiyetine ilişkin bir sorudur!

"Allah'ındır" diyecekler. Buna rağmen onlar bu gerçeği hatırlamıyorlar ve Allah'dan başkasına ibadet ederek yöneliyorlar: "De ki; "Siz kafanızı çalıştırmayacak mısınız?

"Onlara de ki; "Yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i kimdir?" Bu soruda her şeyi planlayan, yedi göğü ve yüce Arş'ı yönlendiren Rabb'lik makamına ilişkindir. Yedi gök; yedi yörünge veya yedi yıldız kümesi yahut yedi galaksi ya da yedi alem veya bir diğer yedi gök cisimi olabilir. Şu halde kimdir yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i? "Sana "Bunlar Allah'ındır" diyecekler." Yine de onlar Arş'ın sahibinden korkmazlar, yedi göğün Rabb'inden sakınmazlar. Yere atılmış, kendi kendine ayakta duramayan basit, değersiz, putları O'na ortak koşarlar. "De ki; "Siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?"

"Onlara de ki; "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm varlıkların egemenliği elinde olan, her şeyi koruyup gözeten, fakat koruyanı ve işine karışanı olmayan kimdir?"

Bu da, egemenlik, otorite ve yetki ile ilgili bir sorudur. Hükümranlık yetkisine sahip, her şeyden üstün ve egemen olana ilişkin bir sorudur. Kimdir gücüyle dilediğini koruyan, kimseye ihtiyacı olmayan, kimsenin onu korumasına imkân bulunmayan, kullarından birine bir kötülük dilediğinde, o kulu kurtaracak hiçbir güç bulunmayan kimdir?

"Sana "Bu yetki Allah'a aittir" diyecekler." Peki niye Allah'a kulluk yapmaktan kaçınıyorlar? Ne oldu akıllarına ki, sapıtıyorlar, büyülenmiş gibi çarpık düşüncelere kapılıyorlar. "De ki; "O halde nasıl oluyor da yanıltılıyorsunuz?"

Dikkat edin! Bu ancak büyülenmiş kimselerin başına gelen bir inanç karmaşası ve çarpıklığıdır.

NİHAİ SÖZ

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği tevhidin gerçekliğini, buna karşılık müşriklerin Allah'a yaptıkları çocuk ve ortak yakıştırmasının çürüklüğünü vurgulamak amacı ile, bu tartışmadan hemen sonra son derece uygun bir anda şu açıklama yer alıyor.



90- Aslında biz onlara gerçeği sunduk, fakat onlar yalan söylüyorlar.

91- Allah evlat edinmemiştir ve O'nun yanısıra bir başka ilah yoktur. Yoksa her ilah, kendi yaratıklarını otoritesi altına alıp bir yana gider ve biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah onların bu asılsız yakıştırmalarından münezzehtir.

92- O görünmeyeni de görüneni de bilir. O onların koştukları ortaklardan münezzehtir.

Bu açıklama, farklı ifade yöntemlerine sahip. Hem onlarla tartışmayı kesiyor, hem de katmerli yalanlarını yüzlerine çarpıyor: "Aslında biz onlara gerçeği sunduk, fakat onlar yalan söylüyorlar." Arkasından onların yalan söyledikleri hususlar ayrıntılı olarak sunuluyor: "Allah evlat edinmemiştir ve O'nun yanısıra birbaşka ilah yoktur."

Sonra onların iddialarını çürüten kanıt yer alıyor; şirk inancındaki basitlik ve imkânsızlık unsuru tasvir ediliyor: "Yoksa her ilah, kendi yaratıklarını otoritesi altına alıp bir yana gider." Her tanrı yarattığını ayırır, onu özel bir yasa ile yönlendirirdi; o zaman evrenin her bir parçasının, ya da yaratıklardan her bir grubun kendine özgü bir yasası olurdu. Her parçayı ve her grubu yönlendiren genel bir yasa etrafında birleşmezlerdi. "Biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya çalışırdı." Diğerlerine galip gelmek, egemenlik kurmak ve evrenin yönlendirmesini elinde bulundurmak için üstünlük sağlamaya çalışırdı. O zaman da ancak bir yasa, bir yönlendirme ve bir planlama ile ayakta kalabilen, düzeni sağlanan evrenden eser kalmazdı.

Bu tabloların hiçbiri evrende mevcut değildir. Evrenin biçiminin birliği yaratıcısının birliğine, kendisine egemen olan yasalar sisteminin birliği de planlayıcısının birliğine,tanıklık etmektedir. Evrenin her parçası, evrende yeralan her şey birbirleriyle uyum içindedirler. Bir çatışmanın, bir zıtlaşmanın, bir karmaşanın olduğu görülmemiştir.

"Allah onların bu asılsız yakıştırmalarından münezzehtir."

"O görünmeyeni de görüneni de bilir." Dolayısıyla Allah'dan başkasına ait, onun yarattıklarından ayrı yaratıklar yoktur; bu yüzden Allah'ın bilmediği, ama, o düzmece tanrıların bildiği ayrı varlıklar sözkonusu değildir. "O onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

DUA VE YARDIM

Bu noktada, surenin akışı, onlarâ hitap etmekten, onlarla tartışmaktan ve içinde bulundukları durumu anlatmaktan vazgeçip Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliyor; Rabb'ine yönelmesini, o kavime benzememesi için Rabb'ine sığınmasını emrediyor. (Yüce Allah'ın onlara vadettiği azabın bir kısmının gerçekleştiğini görse bile) Aynı şekilde şeytanların kötülüklerinden Allah'a sığınmasını, karamsarlığa kapılmamasını söylediklerine karşı canının sıkılmamasını istiyor.



93- De ki; "Ya Rabb'i, eğer onların tehdit edildikleri azabı eğer mutlaka bana göstereceksen. "

94- "Ya Rabb'i, beni zalimler arasında bırakma. "

95- Onlara yönelttiğimiz tehdidin gerçekleştiğini sana göstermeye elbette gücümüz yeter.

96- Sana yaptıkları kötülüğü en iyi davranışla karşıla. Biz onların asılsız yakıştırmalarını herkesten iyi biliyoruz.

97- De ki; "Ya Rabb'i, şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. "

98- "Onların yanımda olmalarından da sana sığınırım, ya Rabb'i. "

99- Sonunda onlardan biri ölümün eşiğine geldiğinde der ki; "Ya Rabb'i, beni geri çeviriniz. "

Acıklı azaba çarptırılacak veya kendilerine vadedilen musibetin bir kısmı gerçekleşecek olursa, yüce Allah'ın Hz. Peygamberi onlarla birlikte, azaba uğratmayacağı, onu kurtaracağı kesindir. Fakat bu dua, sakınma duyusunu arttırmak, ondan sonra gelecek nesillerin Allah'ın planından emin olmalarını, her zaman uyanık olmalarını, sürekli O'nun himayesine sığınmalarını sağlama amacına yöneliktir.

Hiç kuşkusuz yüce Allah, daha Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun hayatta iken zalimlere vadettiği azabı gerçekleştirebilir.

"Onlara yönelttiğimiz tehdidin gerçekleştiğini sana göstermeye elbette gücümüz yeter."

Nitekim Bedir savaşından sonra büyük fetihte onlara yönelttiği tehdidin bir kısmını peygamberine göstermiştir.

Ne var ki, Mekke döneminde inen bu surenin inişi sırasında uygulanan davet metodu; kötülüğü iyilikle savmak, Allah'ın buyruğu gelene kadar sabretmek ve işi Allah'a bırakmak şeklindeydi:

"Sana yaptıkları kötülüğü en iyi davranışla karşıla. Biz onların asılsız yakıştırmalarını herkesten iyi biliyoruz."

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından korunduğu halde şeytanların vesveselerinden ve telkinlerinden Allah'a sığınması da,sakınmayı, Allah'a sığınma duygusunu arttırma, aynı şekilde önderi ve örneği bulunduğu ümmetine her an için şeytanların vesveselerinden Allah'a sığınmalarını öğretme amacına yöneliktir. Kaldı ki, peygamber, sırf vesvese ve telkinlerinden değil, şeytanların yaklaşmasından bile Allah'a sığınmakla emrolunmaktadır.

"Onların yanımda olmalarından da sana sığınırım, Ya Rabb'i."

Şeytanların yaklaşmalarından Allah'a sığınma ölüm döşeğinde olabilir. Surenin akışı içinde bu ayetin ardından gelen şu ayet bu anlamı desteklemektedir. "Sonunda onlardan biri ölümün eşiğine geldiğinde" Kur'an-ı Kerim'deki anlam ve çağrışım uyuşması yöntemi uyarınca bu yorum mümkündür.

KABİRDEN CEHENNEME YOLCULUK

Surenin bu son dersinde tekrar müşriklerin akıbetinden söz ediliyor. Bu korkunç akıbet, kıyamet sahnelerinin birinde gözler önüne seriliyor. Sahne dünyada gerçekleşen ölüm olayı ile başlıyor. Öbür dünyada sura üflenmesinden sonra da sona eriyor. Ardından sure tek ve ortaksız ilahlığın vurgulanması, Allah'la birlikte başka ilahların da bulunduğunu iddia edenlerin uyarılması ve bunların az önce işaret edilen akıbetle korkutulması ile son buluyor.

Surenin sonunda Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- bağışlamasını ve rahmetini istemek üzere Rabb'ine yönelmesini isteyen bir ifade yeralıyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah merhamet edenlerin en iyisidir.



100- "Ki, ihmalkâr davrandığım konularda iyi ameller işleyeyim. " Asla. Bu söz, boş yere söylenmiş yararsız bir lâftır. Yeniden dirilecekleri güne kadar onların önünde geçit vermez bir engel vardır.

Bu, ölüm sahnesidir. Ölümle karşı karşıya kalınırken duyulan pişmanlığın, tövbe etmenin ifadesidir. Kaçırılan fırsatları değerlendirmek, geride bırakılan mal ve evladı yapıcı ve yararlı yollarda kullanmak için yeniden dünya hayatına dönme özlemidir. Sahne adeta şu anda yaşanıyormuş gibi, seyirciler tarafından izleniyormuş gibi sergileniyor. Bu yüzden cevap da istek sahibine değil seyircilere veriliyor.

"Asla. Bu söz, boş yere söylenmiş yararsız bir lâftır."

Anlamsız bir sözdür bu. Ötesinde bir amaç yok. Bu yüzden ne sözü ne de söyleyeni dikkate almamak gerekir. Korkudan söylenmiş bir sözdür bu. İçten gelerek, pişmanlık duyularak söylenmiş değildir. Sıkıntı anında söylenmiş bir sözdür: Kalpte bu sözü destekleyen samimi duygular yoktur.

Bununla da ölüm sahnesi sona eriyor. Artık bu sözleri söyleyen kişi ile dünya arasına, bütün engeller yerleştirilmiştir. İş sonuçlanmış, bütün bağlar koparılmıştır. Kapılar kapatılmış, perdeler indirilmiştir.

"Yeniden dirilecekleri güne kadar onların önünde geçit vermez bir engel vardır." '

Şimdi onlar ne dünyalıdırlar ne de ahiretlidirler. İkisinin arasındaki bu ara yerdedirler. Ve bu durumları dirilecekleri güne kadar bu şekilde sürecektir. Sonra surenin akışı o güne dönüyor, o günü tasvir ediyor, gözler önüne seriyor

101- Sura üflendiği zaman, o gün artık aralarında soy bağı kalmaz ve birbirlerine hal-hatır sormazlar.

Bütün bağlar bütün ilgiler kesilmiştir. Dünyadaki geçerli değerleri şimdi geçersizdir. "O gün aralarında soy bağı kalmaz." Korkudan dona kalmışlar, çıt çıkmıyor. Sessizce duruyorlar, bir tek laf etmiyorlar: "Ve birbirlerine hal-hatır sormazlar."

Ardından hesapları görme ve tartma olayı çok çabuk ve özetle sunuluyor.

102- Kimlerin tartıları ağır gelirse onlar kurtuluşa ermişlerdir.

103- Kimlerin tartıları hafif kalırsa onlar kendilerini mahvetmişlerdir, çünkü sonsuza dek cehennemde kalacaklardır.

104- Orada ateş yüzlerini yalar, bu yüzden dudakları kasılacağı için dişleri sırıtır.

Öbür dünyada amellerin terazi ile tartılma olayı; Kur'anın tasvirli ifade yöntemi uyarınca sunuluyor; anlamlar elle tutulur gibi somutlaşıyor, sahneler adeta canlıymış gibi sergileniyor.

Ateşin yüzleri yalaması, bu durumda dişlerin sırıtarak ortaya çıkması, şeklinin çirkinleşmesi, renginin bozulması sahnesi, iç karartıcı, sıkıntı verici ve acı bir sahnedir.

Şu tartıları hafif gelenler, her şeylerini kaybetmişlerdir. Bir kere kendilerini kaybetmişlerdir. İnsan kendini de kaybettikten sonra neye sahip olabilir ki? Nesi var artık? Kendisini bile kaybetmiş, kişiliğini kaybetmiştir, bundan önce hiç varolmamış gibi.

Burada bir olayı anlatma üslubu bir yana bırakılıyor, doğrudan hitap üslubuna geçiliyor. Bu sayede -bunca korkunçluğuna rağmen- adeta elle tutulacak olan somut azap, işittikleri azarın, kınamanın, ayıplamanın yanında çok basit kalıyor. Ve biz sanki şu anda seyrediyor gibiyiz, uzayıp giden o karşılıklı konuşmayı gözlerimizle görüyor gibiyiz.



105- Ayetlerimiz size okunduğunda onları yalanlıyordunuz, öyle değil mi?

Bu soruyu işittikten sonra kendilerine konuşma izni verildiğini, isteklerini ifade etmelerine müsaade edildiğini sanıyorlar? Suçlarını itiraf etmelerinin ricalarının kabulünde etkili olacağını düşünmüş olmalılar.

106- Cehennemlikler derler ki; "Ey Rabb'imiz, kötü arzularımıza yenik düşerek sapık bir topluluk olduk. "

107- "Ey Rabb'imiz, bizi buradan çıkar, eğer eski tutumumuza dönersek biz gerçekten zalim oluruz. "

Bu itirafta acı ve bedbahtlık unsuru ön plana çıkmaktadır... Fakat onlar hadlerini aşmış, terbiyesizlik yapmış gibiler. Çünkü onlara soruya cevap vermenin dışında bir şey söyleme izni verilmemiştir. Daha doğrusu, bu soru kınamak için sorulmuş, bu soruya cevap vermeleri istenmemiştir. Bu yüzden çok sert ve acı bir azar işitiyorlar.

108- Allah, der ki; "Kesin sesinizi ve sürünün orada; bana bir şey söylemeyin. "

Susun, konuşmayın, basit ve aşağılık kimseler gibi kesin sesinizi. Çünkü siz, şu anda içinde bulunduğunuz acıklı azabı, aşağılayıcı bedbahtlığı haketmişsiniz.

109- Hani vaktiyle kullarımın bir bölümü `Ey Rabb'imiz, biz sana inandık, bizi affeyle, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en iyisisin' diyorlardı. "

110- ".Siz onları alaya alıyordunuz. Sonunda bu tutumunuz beni anmayı size unutturdu, artık onlara hep gülüyordunuz. "

Sizin suçunuz sadece .kâfir olmanız değildir. Sadece kâfir olmanız bile büyük bir suçtur, ama siz beyinsizlikte ve küstahlıkta o kadar ileri gittiniz ki, Rabb'lerinden bağışlanma ve merhamet dileyen mü'minleri alaya aldınız, onlara güldünüz. Bu da sizi Allah'ı hatırlamaktan alıkoydu. Sizi, varlık aleminin sayfalarına serpiştirilmiş iman kanıtlarını düşünmekten, onları etüd etmekten uzaklaştırdı. Şimdi bakın bakalım bugün siz nerdesiniz, o alaya aldığınız, üzerlerine güldüğünüz kimseler nerdedir?

111- "Bugün ben onlara sabretmelerinin karşılığını verdim, şimdi onlar kurtuluşa, mutluluğa ermişlerdir. "

Bu sert ve aşağılayıcı karşılıktan nedenlerinin açıklanmasından ve bu açıklamaların içerdiği rezil edici, ayıplayıcı ifadelerden sonra yeni bir diyalog başlıyor.

112- Allah, cehennemliklere der ki; "Siz yeryüzünde kaç yıl yaşadınız?"

Hiç kuşkusuz yüce Allah yeryüzünde kaç yıl kaldıklarını biliyor. Ama bu sorunun amacı yeryüzünü küçümsemek, günlerini azımsamaktır. Nitekim onlar bu kısa hayata karşılık ebedi hayatı satmışlardı. Ama onlar şimdi o hayatın kısalığını, önemsizliğini çok iyi anlıyorlar. Ümitsizliğe kapılıyor, canları sıkılıyor. Bu yüzden dünyada kaldıkları günlerin hesabını yapamıyor, ne kadar kaldıklarını söyleyemiyorlar.

113- Cehennemlikler derler ki; "Orada ya bir gün, ya da bir günden daha az yaşadık, saymış olanlara sor. "

Bu cevap sıkıntının, ümitsizliğin, karamsarlığın, çaresizliğin ifadesidir. Onlara şu cevap verilir. Siz şu anda karşılaştığınız hayata oranla çok kısa bir süre kaldınız. Eğer iyi değerlendirebilirseniz bunu anlarsınız.

114- Allah, onlara der ki; "Orada az bir süre kaldınız. Keşki bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız. "

Sonra yeniden onların rezil edilmelerine, ahireti yalanlamalarına karşılık olarak azarlanmalarına dönülüyor. Bu arada ilk yaratılıştan itibaren gözetilen gizli hikmet kendilerine gösteriliyor.

115- Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?

Ölümden sonra dirilişin hikmeti, yaratılışın hikmetinin gereğidir. İlk defa yaratılış gerçekleşirken dirilişin hesabı da yapılmış, meydana gelmesi planlanmış, hedefi belirtilmiştir. Ölümden sonra diriliş, varoluş evrelerinin zinciri içinde bir halkadır. Varoluş bu halka ile olgunluğun zirvesine ulaşır, bununla tamamlanır. Bu gerçeğin ancak, basiretleri körelmiş, önlerine perdeler gerilmiş, beyinsizler farkında olmaz. Bunlar yüce Allah'ın yaratılışta gözettiği büyük hikmet üzerinde düşünmezler. Oysa bu hikmet evrenin sayfalarında son derece belirgindir. Varlık bütününün her yanına serpiştirilmiştir.

EGEMENLİK ALLAH'INDIR

Ve bu "İman" suresi, imanın en başka gelen ilkesinin vurgulanması ile sona eriyor. Allah'ın birliği ilkesinin yerleştirilmesi ile noktalanıyor. Bu arada surenin başında yeralan mü'minlerin kurtuluşa erdiklerine ilişkin açıklamaya karşılık surenin sonunda Allah'a ortak koşanların uğradıkları büyük zarar duyuruluyor. Bunun yanında rahmet ve bağışlama istemek üzere Allah'a yönelinmesi isteniyor. Çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir.



116- Egemenliğin ortaksız sahibi ve gerçek olan Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir; O'ndan başka ilah yoktur ve yüce Arş'ın sahibidir.

117- Kim kanıtlayıcı bir delile dayanmadığı halde Allah'ın yanısıra başka bir ilaha taparsa onun hesabını Rabb'i görecektir. Hiç kuşkusuz kâfirler iflah olmazlar.

118- De ki; "Beni affeyle, bana merhamet et, sen merhamet edenlerin en iyisisin. "

Bu değerlendirme, az önce sunulan kıyamet sahnesinden, bu sahneden önce surenin içerdiği diyaloglardan, gerekçelerden, kanıtlardan ve açıklamalardan sonra yeralıyor. Hiç kuşkusuz bu değerlendirme surenin tüm içeriğinin doğal ve mantıklı bir sonucudur. En başta yüce Allah'ın onların söylediklerinden ve yakıştırmalarından uzak olduğuna tanıklık ediyor. Onun hükümdar, gerçek egemen olduğunu vurguluyor. Ondan başka ilahın olmadığını, otorite, egemenlik ve üstünlük niteliklerine sahip olduğunu dile getiriyor: "Ve yüce Arş'ın sahibidir."

Allah'la birlikte herhangi bir kimsenin ilahlığına ilişkin bütün iddialar, geçerliliği bulunmayan, mesnetsiz iddialardır. Bu iddiaların evrensel bir kanıtı yoktur, fıtratın mantığına uymazlar, akli bir dayanakları da yoktur. Bu iddiaların sahibi Rabb'inin huzurunda hesap verecektir. Sonuç ise bellidir "Hiç kuşkusuz kâfirler iflah olmazlar." Bu, yürürlükte olan ve asla değişmeyen bir yasadır. Nitekim mü'minlerin kurtuluşu da büyük yasanın bir kuralıdır.

Kimi zamanlarda, insanların gördüğü şekliyle kâfirlerin elde ettikleri nimetler, bol rızıklar, sahip oldukları güç ve egemenlik gerçek değerlerin terazisinde kurtuluş sayılmazlar: Bu bir imtihandır, yavaş yavaş bir akıbete doğru sürüklenmedir, dünyada yüklenilen bir sorumluluktur. Bazıları bu dünyada hesap vermeden kurtulup gidiyorlarsa, asıl hesap ahirette görülür. Ahiret varoluş aşamalarının son bölümüdür. Allah'ın takdir ve planlamasında apayrı bir şey değildir. Bu yüzden ahiret zorunludur. Olayları gereği gibi değerlendiren tutarlı bir düşünce ahireti kaçınılmaz görür.

"Mü'minler" suresinin son ayeti, Allah'dan rahmet ve bağışlama istemesine ilişkin bir direktiftir.

"De ki; "Beni affeyle, bana merhamet et, sen merhamet edenlerin en iyisisin."

Burada surenin başı ile sonu mü'minlerin kurtuluşu, kâfirlerinse kaybedişleri hususu etrafında buluşuyor. Yine, surenin başında yeralan namazdaki iç ürpertisi ile, sonunda vurgulanan şekliyle Allah'a yönelinirken duyulan ürperti aynı noktada buluşuyor. Böylece surenin başı ile sonu imanın gölgesinde güzel bir ahenk oluşturuyor.