12 Temmuz 2007 Perşembe

HAKKA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci kelime bu sureye ismini vermiştir.

Nüzul Zamanı: Mekke döneminin başlarında nazil olan surelerdendir.

Muhtevasından, bu surenin Allah Rasulü'ne karşı muhalefetin yeni yeni başladığı, ama henüz şiddete baş vurulmadığı sıralarda nazil olduğu anlaşılmaktadır. Ahmed'in Müsned'inde Hz. Ömer'den şöyle bir rivayet nakledilir: Müslüman olmadan evvel bir gün Hz. Muhammed'e (s.a) eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıktım. Lakin, O benden önce Mescid-i Haram'a varmıştı. Ben geldiğimde namaz kılmaktaydı, el-Hakka Suresi'ni okuyordu. Arkasına dikilerek dinlemeye başladım. Bu sureleri duyunca sanki mestoldum. Derhal aklıma bu adamın Kureyşlilerin söyledikleri gibi muhakkak bir şair olduğu geldi. Ben böyle düşünürken O'nun ağzından şu sözler döküldü. "O muhakkak kerim bir Rasulün sözüdür bir şairin değil" O zaman şair değilse bir kahindir, dedim. Bu sefer mubarek ağızlarından "... bir kahinin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz. O Alemlerin Rabbinden gönderilmedir". Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı. İşte Hz. Ömer'in bu sözlerinden de anlaşılıyor ki bu sure Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden önce nazil olmuştur. Çünkü bu hadiseden sonra daha bir müddet Hz. Ömer henüz Müslüman olmamış ve bir çok hadise mütemadiyen O'nu İslâm'ın tesiri altına çekmiştir. Ve en sonunda da kız kardeşinin evinde son darbeyi yiyince İslâm'a vasıl olmuştur. (İzah için bkz. Meryem Suresi ve El-Vakıa Suresi giriş bölümleri.)

Konu: Bu surenin birinci bölümünde (ayn işareti) ahiret hakkında malumat vardır. İkinci bölümde ise Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından gönderildiği ve Peygamber'in (s.a) yine Allah tarafından vazifelendirilmiş bir hak Rasul olduğu açıklanmaktadır.

Birinci bölümün başlarında kıyametin bir gün geleceği, ahiretin de vaki olacağı hakikatinin mutlaka gerçekleşeceği beyan edilmektedir. Sonra 4. ayetten 12. ayete kadar geçmiş kavimlerden bazılarının ahireti inkâr ettikleri ve sonunda da Allah'ın azabına mustahak oldukları anlatılmaktadır. Ayrıca 17. ayette kıyametin gelişinin tablosu çizilmektedir. Daha sonra 18. ayetten 37. ayete kadar asıl söylenilmek istenen maksat yani Allah Teâlâ'nın bu halihazırdaki dünyadan sonra insanlara başka bir hayat takdir ettiği vurgulanmaktadır. Az sonra da o gün bütün insanların Rabbi huzurunda mahkemede hazır bulunacakları söyleniyor. Burada artık hiçbir gizli kapaklı şey kalmayacaktır. Herkesin amel defteri elinde olacaktır. Bu dünyada bir gün Allah'a hesap vereceği korkusuyla yaşayan ve güzel ameller işleyenlere ahirette karşılıkları verilecektir. Hesaplarının temiz olduğunu görecekler ve cennette sonu olmayan bir huzura kavuşacaklardır. Ama bu dünyadayken Allah'a kulluk hakkını itiraf etmeyerek kulluk vazifelerini yerine getirmeyenleri ise Allah'ın cezalandırmasından kimse kurtaramayacaktır ve sonunda bunlar cehennem ateşine gönderileceklerdir.

İkinci bölümde bu Kur'an-ı Kerim'e "bir şair ya da bir kahinin sözüdür" diyorsunuz, oysa Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş ve Kerim bir Rasul tarafından size getirilmiş bir kitaptır. Bu Rasul, bu kelamda hiçbir eksiklik ya da artırma da yapmaya yetkili değildir. Eğer o böyle yapacak olsa, O'nun kalp damarını keser, boynunu koparırdık. Muhakkak ki bu, hak kelamdır, kim onu yalanlarsa sonunda hüsrana uğrayacaktır" denilerek Mekke'deki kafirlere cevap verilmektedir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 'Elbette gerçekleşecek olan' (kıyamet),1

2 Nedir o 'muhakkak gerçekleşecek olan?'

3 O gerçekleşecek olanı (kıyameti) sana bildiren nedir?2

4 Semûd3 ve Ad (toplumları), 'mutlaka patlak verecek kıyameti4 yalan saydılar.

AÇIKLAMA

1. Metinde, el-Hakka kelimesi kullanılmaktadır. Manası, "O vakit o hadise muhakkak vuku bulacaktır ve bu haktır" demektir. Onun bir gün geleceğine kuşku yoktur. Kıyamet için bu kelimenin seçilmesi ve surenin en başında kullanılması, bizatihi bunun muhatabının bu kelamı yalanlayanlar olduğunu göstermektedir. Bunlara hitaben "Siz bunu yalanlıyorsunuz ama o herhalükarda olacak ve sizin onu inkar etmeniz onun gerçekleşmesine engel olamayacaktır" denilmektedir.

2. Arka arkaya iki kere böyle sormak muhatapları sarsarak uyarmak içindir. Bunları iyice anlayıp dikkatle kulak vermeleri istenilmektedir.

3. Çünkü, Mekke'deki inkarcılar yalanlayarak bu habere şaka gözüyle bakıyorlardı. Bu yüzden ilk önce onlara "bu muhakkak gerçekleşecektir" denilerek işin ciddiyeti vurgulanmaktadır. Siz ister inanın ister inanmayın, bu olay herhalükârda meydana gelecektir. Sonra onlara bunu kabul etmelerinin ya da kabul etmemelerinin o kadar basit bir mesele olmadığı, bu meselenin onların kavimlerinin ahlakı ve kendilerinin geleceği ile çok sıkı alakalı olduğu ikaz edilmektedir. Sizlerden önce yaşamış kavimlerin tarihleri şahittir ki hangi kavim ahireti yalanlamış, sadece bu dünya hayatını gerçek zannetmiş ve bir gün Allah'ın huzurunda insanların yaptıklarının hesabını vereceğini inkar etmiş ise, bu topluluklar ahlaki bozukluğa uğramışlar ve en nihayetinde de Allah'ın azabı gelerek vücutlarından bu dünyayı temizlemiştir.

4. Metinde "el-Karia" kelimesi kullanılmaktadır. Arap dilinde bu kelime "Birşeyin sağlam ve olgun olup olmadığını el ile veya başka bir cisme vurarak kontrol etmek" anlamındadır. Kıyamet için kullanılan bu ikinci kelime onun ne korkunç bir manzara olduğunu tasavvur ettirebilmek için kullanılmaktadır.

5 Bu nedenle Semûd (halkı) korkunç bir sesle5 helak edildi.

6 Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultulu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler.

7 (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin onların üzerine musallat etti. Öyle ki, o kavmi, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi onların çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.

8 Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun?

9 Firavun (kavmi), ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler 6(halkı da hep) o hata ile (tarih sahnesine) geldiler.

10 Böylece Rablerinin elçisine isyan ettiler. Bu yüzden onları, şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı.

11 Gerçek şu ki, su taştığı zaman, 7o gemide biz sizi taşıdık:8

12 Öyle ki, onu sizlere bir ibret (hatırlatma ve öğüt) kılalım. 'Gerçeği belleyip kavrayabilen' kullar da onu belleyip-kavrasın.9

13 Artık sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği,10

14 Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından da tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman.

AÇIKLAMA

5. Araf Suresi 78. ayette bunun için "er-recfa" (Korkunç sarsıntı), Hud Suresi 67. ayette "es-sayha" (Korkunç bir patlama sesi) kullanılmıştır. Fussilet Suresi 17. ayette "saikat-ül azab" (azabın gürültüsü onları yakalamıştır) denilmekte. Bu ayette ise aynı azab için "et-tağiye" (korkunç bir hadise) tabiri kullanılmaktadır. Bunların hepsi aynı hadisin değişik şekilleridir.

6. Bundan, Lut kavminin yerleşim merkezleri (Sodom ve Gomora) kastolunmaktadır. Ayrıca bu konuda Hud Suresi 82. ayette ve Hicr Suresi 74. ayette "Biz onların altını üstüne getirdik" buyurulmaktadır.

7. Burada, büyük hatalarından dolayı bütün bir kavmin suda garkedildiği, yalnızca Allah ve Rasulü'nün sözüne kulak verenlerin kurtulduğu Nuh tufanına işaret edilmektedir.

8. Yani, o gemiye binenler binlerce yıl önce yaşamışlarsa da, ondan sonra gelen bütün insan nesli işte o tufandan kurtulanların soyudur. Bu yüzden "Biz sizi gemiye bindirdik" denilmektedir. Yani Allah tufanda inkar edenleri öldürüp, iman edenleri kurtardığı için bugün siz yeryüzünde varsınız.

9. Yani, duyup duymaması farketmeyen kulak gibi değil. Duydukları sadece kulağın içinde kalır kalbine inmez. Burada "kulak" kelimesinden kastolunan, onu dinleyip, dinlediklerini daima aklında tutan, ondan ders alan, ahireti inkâr ve Peygamberi tekzip etmenin sonunun ne kadar korkunç olacağını unutmayan dinleyicilerdir.

10. Şunu hatırımızda tutalım ki, Kur'an-ı Kerim'de bazı yerlerde kıyametin, peşisıra vukubulacağı üç safhası ayrı ayrı izah edilirken bazı yerlerde de bu safhaların hepsi tek bir hadise olarak zikredilmektedir. Mesela Neml Suresi 87. ayette önce, üflenildiğinde bütün insanların ani ve korkunç bir sesten dehşete kapılacakları surun üfürüldüğü anlatılır. Sonra bu kainatın nasıl alt-üst olacağının keyfiyeti gelir. Bu da Hacc Suresi 1 ve 2. ayetlerde, Yasin Suresi 49 ve 50. ayetlerde ve Tekvir Suresi 1 ve 6. ayetleri arasında anlatılır. Zümer Suresi 67 ve 70. ayetler arasında da, ilkinde herkesin yere düşüp öleceği, sonrakinde ise herkesin yeniden dirilip Allah'ın huzurunda hazır bulunacağı ikinci ve üçüncü surun üflenişi hakkında izahat verilmektedir. Taha Suresi 102. ayetten 112'ye kadar. Enbiya Suresi 101. ayetten 103. ayete kadar, Yasin Suresi 51. ayetten 53. ayete kadar, Kaf Suresi 20. ayetten 22. ayete kadar olan kısımlarda ise yalnızca üçücü surun üflenişi tasvir edilmektedir. İzah için bkz. Taha an 78, Hacc, an: 1, Yasin an: 46-47. Kur'an'ın bu ayetinde ve muhtelif yerlerde birinci üflenişten ta Cennet ve Cehenneme girilinceye kadar olan olaylar müteakiben anlatılmıştır.

15 İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vuku bulmuş (gerçekleşmiş)tur.

16 Gök de yarılıp-çatlamıştır: artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.'

17 Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır.11

18 Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiç bir gizli (şey), gizli kalmaz.

19 Artık kitabı sağ-eline verilen kişi,12 der ki: "Alın, kitabımı okuyun."13

20 "Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım."14

21 Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir.

22 Yüksek bir cennette.

23 Devşirilecek (meyve ve eşsiz ürün)leri pek yakındır.

24 "Geride kalan günlerde, 'peşin olarak sunduklarınıza karşılık olmak üzere,' afiyetle yiyin ve için."

AÇIKLAMA

11. Bu ayet müteşabihattandır. Tam olarak manasını bilmemiz zordur. Arş'ın nasıl olduğu, kıyamet günü sekiz meleğin onu nasıl taşıyacağını bilemiyoruz. Her ne olursa olsun Allah'ın arş üzerine oturacağı ve diğer sekiz meleğin de onu taşıyacağı düşünülemez. Ayette, Allah'ın arş üzerine oturmuş olacağına dair böyle bir ifade yoktur. Allah Teâlâ cisim, mekan ve yönden münezzeh olduğu için Kur'an-ı Kerim böyle düşünmemize manidir. Çünkü taşımak eylemi için bir cismin ortada olması lazımdır. Bu konuları fazla kurcalamanın, bir mana bulmaya çalışmanın insanı dalâlete düşürme tehlikesi vardır. Fakat şunu da bilmeliyiz ki, Kur'an'da, Allah'ın hükümranlığı ve benzeri konuları anlatmak için bizim dünyada kullandığımız terminoloji kullanılmaktadır. Yalnız, bu kelimelere harfi harfine bir anlam vermekten kaçınmalıyız.

12. "Sağ el ile amel defterini almak"tan anlaşılan manâ, onların hesaplarının temiz olduğu ve Allah'ın mahkemesinde bir suçlu olarak değil, salih bir kul olarak bulunduklarıdır. Muhtemeldir ki amel defterleri dağıtıldığı zaman bu salih insanlar bizzat kendileri sağ ellerini uzatarak defterlerini alacaklardır. Ölüm anından haşir gününe kadar onlara "Allah'ın mükafatlandıracağı kullar" olarak muamele yapılacaktır. Kur'an'da yer yer her insanın ölüm anında kurtuluşa erenlerden mi, yoksa bedbaht olanlardan mı olduğunu bileceği açık bir şekilde beyan edilmiştir. Daha sonra ölümden kıyamet gününe kadar salih kullar adeta bir misafir gibi ağırlanacaklar ve bedbaht, kötü insanlar ise tıpkı bir suçlu, esir gibi muamele göreceklerdir. Ve bilahare kıyamet günüyle beraber diğer bir hayat başlayacaktır. O zaman tabii ki salih insanlar ile suçlu, kafir ve münafık insanların halleri farklı olacaktır. (İzah için bkz. Enfal 50; Nahl 28-32 ve an 26; İsra 97; Taha 102-103, 124-125 ve an: 78, 80, 107; Enbiya 103 ve an: 98; Furkan 24 ve an: 38; Neml 89 ve an: 109; Sebe 51 ve an: 72; Yasin 26-27 ve an 22-23; Mü'min 45-46 ve an: 63; Muhammed 27 ve an 37; Kaf 19-23 ve an: 22-23-25.)

13. Yani, amel defterlerini aldıklarında hoşnut olacaklar ve hemen sevinçle yakınlarına gösterecekler. İnşikak Suresi 9. ayette "Sevinç içerisinde yakınlarına dönecekler..." denilmiştir.

14. Yani onlara, kendilerinin bu güzel sonları için "Biz dünyada iken ahiretten gafil olarak değil, aksine bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceğiz bilinci ile yaşadık" diyecekler.

25 Kitabı sol eline verilen ise;15 o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi."16

26 "Hesabımı da hiç bilmeseydim."17

27 "Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.18

28 "Malım bana hiç bir yarar sağlayamadı."

29 "Güç ve kudretim de yok olup gitti."19

30 (Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayıverin."

31 "Sonra onu çılgın alevlerin içine atın."

32 "Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin."

33 "Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu."

34 "Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı."20

35 "Bundan dolayı bugün, kendisine hiç bir sıcak dost yoktur."

36 "İrin ve kan karışmadan başka bir yemek yoktur."

37 "Bunu da, hata edenlerden başkası yemez."

38 Hayır;21 gördüklerinize yemin ederim,

39 Görmediklerinize de.

40 Hiç şüphesiz o (Kur'an), şerefli bir elçinin kesin sözüdür.22

AÇIKLAMA

15. İnşikak Suresi'nde, "Defteri arkasından verilen" kimselerden bahsedilmektedir. Herhalde bu suçla şahıs önceden suçlu olduğunu ve amel defterinin kötü olduğunu biliyordu. Bu yüzden hemen defterini alıp arkasında saklasın diye isteksiz olarak sol elini uzatacaktır, denebilir.

16. Yani, "Keşke bu haşr gününde herkesin gözü önünde bana bu defter verilip açıkça rezil olmasaydım da gizlice cezamı çekseydim."

17. Yani, "keşke dünyada ne yaptığımı kimse sormaz olsaydı." Diğer bir mana da şu olabilir: "Hesabımın ne olacağını ve onlardan bir gün hesap vereceğimi hiç düşünmemiştim."

18. "Keşke ölümden sonra yok olsaydım da bir daha dirilmeseydim."

19. Metinde "Heleke annî sultaniyye" cümlesi vardır. Sultan kelimesi, delil, hüccet olarak anlayacak olursak anlamı, "Şimdi benim yanımda hiçbir delil, hüccet kalmadı" şeklinde olur. Ama eğer iktidar olarak düşünürsek o zaman, "Güç sahibi olarak gururlanıyordum. Şimdi ise hiç gücüm kudretim kalmadı. Şimdi yanımda ne ordu var, ne de emirlerimi yerine getiren memurlarım. Burada çaresiz bir kul olarak savunmadan yoksun kaldım" şeklinde olur.

20.Yani, kendisi yoksullara yemek yedirmediği gibi başkalarının da onlara yemek vermesini sevmezdi.

21. Yani, sizin zannettiğiniz gibi değildir.

22. Burada kerim olan Rasül'den kasıt Muhammed'dir (s.a). Tekvir Suresi 19. ayette ise bundan murad Cebrail'dir (a.s). Buna delil olarak şöyle söylenebilir: Bu Kur'an'ın, kerim olan Rasul'ün sözü olduğu söylendikten hemen sonra bunun bir büyücünün ya da kahinin sözü olmadığı vurgulanmaktadır. Ve açıktır ki, Mekkeli kafirler Cebrail'e (a.s) değil Hz. Muhammed'e (s.a) büyücü ve kahin demekteydiler. Fakat Tekvir Suresi'nde, bu Kur'an'ın, Rasul'ün sözü olduğu söylendikten sonra "O Rasul güçlüdür, arş sahibinin yanında makamı yüksektir, orada kendisinin sözü dinlenir, emindir, Muhammed (s.a) onu apaçık ufukta görmüştü" denilmektedir. Hemen hemen aynı konu Necm Suresi 5 ilâ 10. ayetler arasında Cebrail (a.s) için beyan edilmektedir.

Burada, "Kur'an, Hz. Muhammed (s.a) veya Cebrail'in (a.s) sözüdür" den ne kastedilmektedir" diye bir soru sorulabilir. Buna şöyle cevap veririz: Yani insanlar bu Kur'an'ı Rasul'ün ağzından duyuyorlardı. Allah Rasulü de onu Cebrail'den (a.s) öğreniyordu. Bu yüzden bir bakıma Allah Resûlü'nun, bir bakımdan da Cebrail'in sözü olmaktadır. Fakat daha ileride de açıklanacağı gibi bu aslında Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e, ve onun vasıtasıyla da bütün insanlara aktarılan Alemlerin Rabbi tarafından nazil olan bir kelâmdır. Rasül kelimesi bile bu kelamın onların olmadığı, onların sadece haberci Peygamber oldukları ve bu haberleri veren tarafından vazifelendirildikleri hakikatini açıkça göstermektedir.

41 O, bir şairin sözü değildir. Ne kadar az inaniyorsunuz?

42 Bir kâhinin de sözü değildir. Ne kadar az öğüt alıp-düşünüyorsunuz?

43 Alemlerin Rabbinden bir indirilmedir.24

44 Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı,

45 Muhakkak onun sağ- elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.

46 Sonra onun can damarını elbette keserdik.

47 O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.25

48 Çünkü o (Kur'an, Allah'tan sakınan) muttakiler için bir öğüttür.26

49 Elbette biz, içinizde yalanlayanların bulunduğunu biliyoruz.

50 Gerçekten o (Kur'an), kafirler için (kahırlı) bir hasrettir.27

51 Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir (hakku'l-yakin).

52 Öyleyse, büyük Rabbini ismiyle tesbih et.

AÇIKLAMA

23. "Ne kadar az inanıyorsunuz". Arapça konuşma tabiriyle "iman etmiyorsunuz, inanmıyorsunuz" anlamına gelir. Diğer bir anlamı da şöyle olabilir: "Bazen Kur'an'ı işitince vicdanın, "bu insan sözü olamaz" diyor ama sonra inadından dolayı iman etmiyor, inkar ediyorsunuz."

24. Kısaca; gördüğün görmediğin şeyler üzerine yemin ederim ki bu Kur'an bir büyücü veya kahinin sözü değildir. Alemlerin Rabbi tarafından inzal edilmekte ve şerefli Rasül tarafından size aktarılmaktadır. Şimdi, üzerine yemin edilen bu görünen şeyler nelerdir bakalım 1) Bu sözleri çok şerefli birisi size takdim ediyor. Bunun böyle olduğu da Mekkelilerin gizlisi değildi. Çünkü ahlaki bakımdan kavminin en iyi kişisiydi. Böyle bir kişiden Allah'a iftira edeceği, kendi uydurduğu şeyleri Allah'a nisbet edeceği düşünülemezdi bile. 2) Şunu da açıkça biliyorlardı ki, Hz. Muhammed (s.a) bu kelamı tebliğ ederek şahsî bir menfaat temin etmiyordu. Üstelik böyle yapmakla pekçok şahsî çıkarlarını feda etmekteydi. Mesela ticareti mahvolmuştu, rahatı bozulmuştu. Toplumda herkesin gözbebeği iken şimdi insanlar ona küfretmekteydiler. Ayrıca yalnızca kendisi değil çoluk çocuğu da toptan aynı eziyetlere maruz kalmaktaydı. O halde, şahsi menfaat peşinde olan bir insan niye kendini bu hallere soksun? 3) Şuna da açıkça şahit oluyorlardı ki; içlerinden iman edenler eski hayatlarından döndüklerinde onlarda ne kadar büyük değişiklikler görülüyordu. Şimdiye kadar ne zaman bir şairin ya da bir kahinin sözleri insanlarda bu kadar büyük ahlaki değişmeyi ve ona inananların onun için her türlü belâ ve tehlikeyi göze almalarını sağlayacak tesirde olmuştu. 4) Şiirin dili ile bir kahinin sözlerinin nasıl olduğunu gayet iyi biliyorlardı. O zaman ancak inatçı olan kimse hâlâ Kur'an'a "bir şiir veya kehanet dilidir" diyebilir. (İzah için bkz. Enbiya an: 7; Şuara an: 142-145; Tur an: 22.) 5) Bütün Arabistan'da hiçbir kimsenin Kur'an gibi fasih ve beliğ bir sözü getiremeyeceğini, değil onun fesahat ve belağatine ulaşmak, yanına bile yaklaşamayacaklarını biliyorlardı. 6) Yine bilmekteydiler ki Allah Rasulü'nün edebî lisanıyla Kur'an'ın edebî uslubu aynı değildi. Ve hiçbir dil alimi Hz. Muhammed'in (s.a) konuşma lisanıyla Kur'an lisanının aynı seviyede olduğunu söyleyemedi. 7) Allah Rasulü'nün peygamberlik davasına başladığı ana kadar, daha önce O'nun ağzından şimdi Kur'an'ın işlediği konular ve içerdiği malumatlar gibisini işitmemişlerdi. Ayrıca Rasulüllah'ın, bu bilgileri başka bir yoldan tedarik edebilmesinin de mümkün olmadığını biliyorlardı; Muhalifleri her ne kadar O'nu bütün bu malumatları gizli bir vasıtayla elde etmekle itham ediyorlardıysa da Mekke'deki diğer insanları buna inandıramıyorlardı. (Bkz. Nahl an: 107; Furkan an: 12). 8) Yerden göğe kadar bu muhteşem nizamın işleyişini müşahade ediyorlardı. Kainatta her şey belli bir nizam içerisinde ve muayyen bir kanuna bağlı olarak işlemekteydi.

Ve bu nizamda O'na bir şirk ve kıyametin inkârı hakkında bir delil bulamıyorlardı. Aksine her tarafta tevhid ve ahiretin hak oluşu hakkında Kur'an'ın da belirttiği işaretler vardır. Bu kainatın yaratıcısının, sahibinin ve hakiminin gerçekten Allah olduğunu, ve kainatta var olan herşeyin O'nun kulu, kölesi olduğunu, onların sahibinin yalnızca Allah olduğunu, Hz. Muhammed'in (s.a) hakikaten Allah (c.c) tarafından Rasul olarak vazifelendirildiğini ve Kur'an'ın O'na Allah tarafından inzal edildiğini ve yukarıdaki ayetlerde bu iki gerçek üzerine yemin edildiğini görmüyorlardı.

25. Bundan asıl maksat, peygamberin kendi kendine vahiy üzerinde herhangi bir eksiltme ya da artırma yetkisinin olmadığıdır. Eğer böyle yapacak olsa biz onu şiddetle cezalandırırız. Bu husus öyle bir üslupla söylenmekte ki gözünün önüne sanki, kendi tayin ettiği bir memura "Eğer benim adımı kullanarak sahtekarlık yaparsan senin kafanı uçururum" diyen bir kralın manzarası gelmektedir. Bazı kimseler bu ayetten yanlış bir istidlalle "Peygamberlik iddiasında bulunanlar eğer bu konuda yalancı ve sahtekâr iseler Allah'ın, hemen onların şah damarını koparıp boğazlarını keseceğini ve eğer kesmemişse o zaman onların iddialarında haklı olduklarını gösterdiğini" ileri sürmekteler. Halbuki bu ayet gerçek bir peygamber hakkındadır. Yalancı peygamberler hakkında değildir. Bırakın yalancı peygamberleri, ilahlığını iddia eden insanlar bile bu dünyada yıllarca hüküm sürebilmektedirler. Ama bu onların hak olduklarına delalet etmez. İzah için bkz. Yunus dipnot: 23.

26. Yani kim kötü yoldan ve o yolun sonuçlarından sakınmak isterse Kur'an onlar için bir nasihattır. İzah için bkz. Bakara an: 3.

27. Yani, en sonunda Kur'an'ı niye yalanladık diye pişman olacaklardır.

HAKKA SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Elbette gerçekleşecek olan

2- Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan

3- O gerçekleşecek olanı sana bildiren nedir?

Surenin çoğunluğunu, kıyamet sahneleri ve olayları oluşturuyor. Diğer yandan sure kıyametin adıyla başlamakta ve onunla adlandırılmaktadır. Önceden değindiğimiz gibi, o hem anlamı ve hem de ses tonu gözetilerek seçilen bir addır. El Hakka: "Bir şey oluşur oluşmaz, ona bağlı olarak gerçeğin açığa çıkması yahut, oluşur oluşmaz hükmü gereği insanlar üzerinde işleve geçmesi veya oluşur oluşmaz onda hakkın varlık kazanması" anlamlarınadır. Hepsi de surenin yönelimi ve konusuna uyum gösteren ve meseleye kesin biçimde açıklık getirici anlamlardır. Diğer yandan o; ses tonuyla onda saklı olan bu anlama paralel belirli bir vurgu ortaya koyarak onunla hedeflenen havanın oluşmasına katkı sağlamakta ve yalanlayıcıların dünyada ve ahirette başlarına geleceklere açıklık getirmektedir.

Surenin havası; ürkünçlük ve korku havası olduğunun yanında, tümüyle ciddiyet ve katı tutum havası olup hisse ilahi güce ilişkin bilinç veriyor. Diğer yönden de bu güç karşısında insan varlığının güçsüzlüğü ve o gücün insanı; peygamberlerin hak, akide ve şeriata ilişkin getirdikleri ile gerçeklik kazanan, Allah'ın insanlık için seçtiği hayat sisteminden sapması veya ona karşı lakayt davranması durumunda dünya ve ahirette yakaladığını ifade ediyor. Çünkü o hayat sistemi, savsaklanmak, değiştirilmek için değil; uyulmak, saygı gösterilmek, çekingenlik ve önemle karşılanmak için inmiştir. Aksi takdirde ezici bir yakalayış ve korkunçluklar tepede beklemektedir.

Suredeki sözler, ses tonları, anlamları, cümlede bir araya gelişleri ve cümlenin delaleti hepsi bu havanın oluşturulması ve tasvir edilmesine iştirak etmekteler. Sure görünürde yüklemi olmayan "Gerçekleşen" sözü ile başlıyor. Onu, bu büyük olayın mahiyetini büyük ve korkunç görme imajı ile yüklü bir soru izliyor: "Nedir o gerçekleşen?" Ardından bu büyük ve korkunç imajını karşıdakini bilgisizlikle ayıplama ve meseleyi bilgi ve kavrama sınırlarının dışına çıkararak daha da artıyor: "Gerçekleşenin ne olduğunu nereden bileceksin?"

Sonra bu soruya cevap vermeden susuyor. Muhatabı, bilmediği ve bilmesine elverişli olmayan bu ulu ve korkunç görülen meselenin önünde öylece bırakıyor. Çünkü o bilgi ve kavrayışın üzerindedir.

Sonra o meseleyi yalanlayan ve yalanlayanların karşı karşıya kaldıkları helak edici yakalanışları; bu meselenin yalan götürmez ciddiyeti ve onu yalanlamada ısrar edenlere kurtuluş olmadığına ilişkin söz başlıyor: '



4- Semûd ve Âd, mutlaka patlak verecek olan kıyameti yalan saydılar.

5- Böylece Semûd korkunç bir sesle yıkıma uğratıldı.

6- Âd'a gelince onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile yıkıma uğratıldı.

7- Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin onların üzerine musallat etti. Öyle ki, o kavmi, orada içi kof hurma kütükleriymiş gibi onların çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.

8- Şimdi onlardan hiç arta kalan görüyor musun?

Bu "el-Kâri'a" kıyamet için yeni bir isim. Bu kelime gerçekleşme yanında çarpma anlamı da taşır. O ok ucundan türetilmiştir. O delicidir. "El-Karğ", sert cisme benzeri ile vurup oymak, delmek anlamınadır. Kıyamet (Kâri'a) de kalpleri korku, evreni ise yıkımla delecek oyacaktır. Kelime ses tonu ile de sallayıp sarsmakta, delmekte, korkutmaktadır. Semud ve Ad kavimleri onu yalanlamışlardı. Şimdi yalanlamanın nasıl olduğuna bakalım:

"Semud'a gelince, azgın bir vak'a ile helak edildi: '

Başka ziyaretlerde de anlatıldığı gibi, Semud kavmi, hicazın kuzeyinde Şam'la Hicaz arasındaki örelerde yaşarlardı. Kur'an'ın başka yerde belirttiği üzere yakalanışları sesle oldu. Kur'an burda sesin adını bırakıp niteliğini veriyor: "el Tâgiye" (azgın). Nedeni, bu niteliğin surenin havasına uygun düşen ürkünçlüğü artırması ve söylenişinin bu kesimdeki durakların vurgusuna uyum göstermesi. Semud kavmi konusunda onları üst üste yığıp bürüyen, yok eden yalnız bu mucizeyi hatırlatmakla yetiniyor.

Ad kavmi konusunda ise; onun uğradığı felaketin ayrıntısına inerek sözü uzatıyor. Felâketin darbesi etkinliğini koruyarak yedi gece, sekiz gün devam ediyor. Oysa Semud'un uğradığı felaket çok çabuk olmuş bitmişti. Normal ölçüleri aşan bir ses duyulmuş olay tamamlanmıştı: "Ad kavmi ise uğultulu, azgın bir kasırga ile helâk edildi." Metinde geçen "el-rîh el-sarsar" çok soğuk rüzgar anlamınadır. Sözlerin söylenişi ile rüzgarın eserken çıkardığı sesi veriyor. Kur'an azgınlık niteliğini de vererek, rüzgarın etkinlik havasını artırıyor ki; Ad kavminin Kur'an'da başka yerlerde dile getirilen zorbalığı ile uyumlu olsun. Onlar arap yarımadasının güneyinde Yemen'le Hadramevt arasında kum tepeleri üzerinde otururlardı. Çok zorba ve saldırgandılar. İşte tutumlarına uygun düşen sert, soğuk rüzgar onlara; "Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı ardına onların üzerine musallat etti." "El-Husum", keskin ve özelliği sürekli anlamınadır. ifadede `yedi gece sekiz gün' olarak belirlenen bu uzun zaman sürecinde devam eden yıkıcı uğultulu kasırganın görünümünü çizdikten sonra; göz önünde duran görünüme dikkat çekiyor: "O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş görürsün." İşte görüyorsun .. İşte görüyorsun manzara ortada duruyor... Anlatım, kalıcılık sağlaması için onu ısrarla hisse sunuyor; "yere serilmiş".... Kavim tümüyle etrafa serpilmiş olarak yere dağılmış durumda. Sanki, içleri yenilip boşalarak kökleri ve gövdeleriyle yere serilmiş hurma kütükleri. Kuşkusuz bu apaçık gözönüne dikilen bir sahne. Yıkıcı, uğultulu kasırganın ardında kalan hazin hareketsiz bir sahne. "Onlardan hiç geri kalan görüyor musun? Hayır!.." Onlardan hiç geri kalan yok!.

Ad ve Semud kavimlerinin durumu bu. Bu, aynı zamanda onların dışındaki yalanlayanların da durumudur. Gelen iki ayette konuyla ilgili çeşitli olaylar özetleniyor:



9- Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler o hata ile geldiler.

10- Böylece Rablerinin elçisine isyan ettiler. Bu yüzden onları, şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı.

Firavun Mısır'da yaşardı -sözü edilen Musa'nın çağdaşı olan Firavun- O'ndan öncekilerin ayrıntısına girilmiyor. "El-Mu'tefikât" ile Lût kavminin yıkılmış kentleri kastediliyor. Kelime, yalana uyanlar veya alt üst olanlar anlamınadır. ifade bunların hepsinin yaptıklarını "Hepsi günahkardı" sözüyle özetliyor. "Rabblerinin elçisine karşı geldiler." Onlar çok sayıda peygambere karşı geldiler. Fakat, o peygamberlerin gerçeklikleri ve mesajlarının özü bir olduğundan; Kur'an onları bir tek gerçeği temsil eden bir peygamber olarak dile getiriyor. Bu, Kur'an'ın ilham veren eşsiz değinilerinden birini oluşturuyor. Surenin havası ile uyumlu bir korkunçluk ve keskinlik hissettiren söylem içinde özet olarak onların sonlarım da dile getiriyor: "O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı."

Gittikçe şiddetlenen, her şeyi örtüp saran... Kelime "gittikçe şiddetlenen" anlamı ile ayrıntıya girmeyen anlatımın korku salan havasıyla uyum gösterdiği gibi; "râbiye" olan söylenişiyle de "tagiye" olan Semud kavmi ve "âtiye" olan Ad kavminin yakalanışlarının isimlerine uyum göstermektedir.

Sonra tufan ve akıp giden gemi tablosunu çizerek, Nuh kavminin yakalanıp yokedilişlerine dikkat çekiyor. Aynı zamanda, türedikleri atalarının kurtarılışlarına değinerek onlara sunduğu nimeti hatırlatıyor. Fakat onlar bu nimete karşılık şükretmemişler ve bu büyük mucizelerden ibret almamışlar.

11- Sular kabarınca biz sizi akıp giden (gemide) taşıdık ki;

12- Onu size bir ibret yapalım ve belleyen kulaklar onu bellesin.

Taşan su ve azgın su üzerinde akıp giden gemi sahneleri surenin verdiği diğer sahneler ve çağrışımlarla uyum halindedir. Yine bunun gibi, "câriye" ve "vâiye"nin ses tonu da, bu bölümdeki kafiyenin vurgusu ile uyum içinde. Şu değinideki etkinlik ne eşsizdir: "Ki onu size bir ibret yapalım, belleyen kulaklar onu bellesin:' Bu; tüm geçen uyarılar, günahta ısrar edenlerin karşı karşıya kaldıkları sonlar, tüm geçen mucizeler, öğütler ve bu gafillerin atalarına lutfedilen Allah'ın bu nimetlerine rağmen; dini yalanlayan donuk kalblere ve işitme yoksunu kulaklara etki edebilecek nitelikte bir ifade.

Bu insanı ürperten helak edici keskin sahnelerin korkunçluklarının tümü; yalanlayanların cezalandırılışı görmelerine rağmen, yalanlayıcıların yalanladığı en büyük korkunçluğun, kıyametin korkunçluğunun yanında küçük önemsiz kalır.

insanı ürperten boyutlarına rağmen, günahkar kavimlerin cezalandırılışlarındaki korkunçluklar; o önemli toplama gününün sınırsız vurgusu ile kıyaslandığında sınırlı önemsiz kalacaklardır kuşkusuz. Bu girişin ardından burda, o günün korkunçluklarını açarak konunun sunuşunu tamamlıyor. O günün korkunçlukları sanki önceki sahneleri küçük bırakan tamamlayıcılardırlar:



13- Sura birinci üfleme üflendiği,

14- Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirlerine çarpıldığı zaman,

15- İşte o vak'a olmuştur.

16- Gök yarılmış, o gün o; zayıflamış sarkmıştır.

17- Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabblerinin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşır.

Biz, kıyamet günü sur'a üfleneceği, onun ardından bu olayların oluşacağına inanır, bunun dışında bu konuda ayrıntıya girmeyiz. Çünkü bunun ötesindekiler duyularla erişilemeyecek şeylerdir. Biz onlara ilişkin bu özet nasların benzerlerinin dışında bir kanıta sahip değiliz. Bu özetin ayrıntısına inmeyi sağlıyacak başka bir kaynağımız da yoktur. Zaten ayrıntı nassın hikmetine bir katkı sağlamaz. Bunun ötesine uzanmaya çalışmak, esasen yasaklanmış olan "zan"nın peşine takılmaktan başka bir şey olmayan boş bir iştir.

Sur'a ilk üfürme, üfürülür üfürülmez bu korkunç olaylar o üfürülmeyi izleyecekler: "Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı zaman". Yerin ve dağların yerlerinden kaldırılmaları, sarsılmaları ve Ortalığın altını üstüne getiren bir çarpışla birbirine çarpılmaları sahnesi insanı ürperten bir sahnedir. İşte insanın, ayaklarının altında dengeli iken üzerinde güven içinde gezdiği yer; İşte insanı heybetleri ile, kararlılıkları ile ürperten yerlerine sağlam tutunmuş dağlar, bu durumlarına rağmen yerlerinden kaldırılıp çocuğun elindeki top gibi birbirlerine çarpılmaktalar. Kuşkusuz, bu, insana o benzersiz günde görülecek bu kadir güç yanında, kendi dünyasının küçüklüğünü hissettirecek bir sahnedir.

Surenin "İşte o gün o vak'a olmuştur" sözleriyle değindiği meselenin zamanı; Sur'a bir üfürülüşle üfürülüp yer ve dağlar kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldıkları zamandır. Ayette geçen; "vâkı'a": "hâkka" ve "kâri'a" gibi kıyametin isimlerinden bir isimdir. O kıyamet oluşacaktır. Çünkü oluşması gereklidir. Yapısı ve gerçekliği gereği oluşacak olmasıdır. O, kıyametin gerçekliği konusunda kuşkulanma ve onu yalanlama durumlarına karşı seçilmiş belirli bir etkileme gücü içeren bir isimdir.

Korkunçluk, yer ve dağların kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpılmalarının oluşturduğu korkunçlukla sınırlı kalmıyor. O korkunç günde gök de kurtulacak değil:

"Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış sarkmıştır."

Biz Kur'an'daki `sema' (gök) kelimesi ile neyin kastedildiğini, kanıtlanır olarak bilmiyoruz. Fakat, bu eşsiz günde oluşacak evrensel olaylara değinen bu ve diğer nasların tümü, o gün bu görünen evrenin düğümünün çözüleceği; bu, duyarlı, göz kamaştıran sistem içinde tutulmasını sağlayan koruyucu unsurlar ve bağlantıların bozulacağı, düzen içinde yaşamını sağlayan yasaların bağlayıcılığından kurtulmasının ardından parçalarının dağılacağına işaret etmekteler.

Günümüz astronomi bilginlerinin; salt bilimsel mülahazaları ve bu evrenin yapısına ilişkin çok az olan bilgilerine dayanarak; evrenin sonu olacağını söyledikleri ortamın biraz Kur'an'ın söylediğine benzemesi, kıyametin gerçeğine ilişkin garip bir rastlantıdır belki de...

Bize gelince, kesin Kur'anî naslar aracılığı ile diğer her şeyden ilgiyi kesen bu sahneleri neredeyse adeta seyrediyoruz. O naslar özet olup genel birşeye işaret ediyorlar. Biz bu nasların işaret ettiği yerde duruyoruz. Çünkü onlar bize göre durumun mahiyetine ilişkin yegane güvenilir haberlerdir. Çünkü onlar, durumu oluşturan, yaratan, yarattığını eksiksiz bilenden gelmedirler. Neredeyse biz evrene oranla toz parçacığı gibi küçük olan yerin dağları bu kütleleri ile kaldırılıp birbirine çarpılırken seyrediyoruz. Yine neredeyse, göğü parçalanmış, sarkmış, yıldızları dağılmış sönmüş olarak seyrediyoruz. Bunların hepsine, göz önündelermişcesine, tam bir etkinlikle sahnelenen canlı Kur'anî naslar aracılığı ile ulaşıyoruz.

Sonra sahneyi Allah'ın celali kaplıyor; üfürüş, çarpma, yarılma ve dağılmanın hisse yönelttiği gürültü ve kargaşa diniyor; sahnede tek ve kâhir olanın tahtı beliriyor:

"Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbinin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşır."

Melekler yarılan göğün çevresinde, taht da onların üstünde ve tahtı sekiz yaratık taşıyor... Sekiz melek veya onlardan sekiz saf ya da tabakalarından sekiz tabaka veyahut ne olduklarını şu an için sadece Allah'ın bildiği sekiz yaratık... Biz onların, kimler olduklarını bilmiyoruz. Tahtın ne olduğu, nasıl taşındığı konusunda da bilgimiz yok. Haklarında bilgimiz olmayan ve Allah'ın bize ulaşan bilgileri konusunda, bizi sorumlu tutmadığı bu gaybleri oldukları gibi bırakıyor yorum yapmıyoruz. Gayblerin, mahiyeti üzerinde durmadan onların ön plana çıkmalarına neden olan eşsiz özelliklerine geçiyoruz ki; bizden istenen de o özelliklerini iç dünyamızda özümlememizdir. Bu olayların dile getirilmesinde gözetilen de; o benzersiz gün ve ortamda ortaya çıkacak olan sınırsız güçlülük, varlıkların o güce baş eğmiş durumları ve kapıldıkları korkuyu insan kalbine hissettirmektir.



18- O gün hesap için huzura alınırsınız. Hiç bir sırrınız gizli kalmaz.

O gün her şey açığa çıkmıştır; cesed, nefis (ruh), insanın iç dünyası, çalışması, akıbeti her şeyi. Sırları örten örtülerin tümü düşmüş, nefis kabuğundan sıyrılmış, cesedler soyunmuş, gaybler dünyası seyre açılmıştır. İnsan; biçimi, hile kurma, önlem alma yetenekleri ve bilincinden soyutlanır, kendisinden bile gizlemeğe özen gösterdiği ayıpları ortaya dökülür. Bu açıkta kalış; özellikle ileri gelenler için en acımasız, mahşer kalabalığı karşısında en feci biçimde rusvay eden bir skandal durumu olacaktır. Konuya Allah'ın nazarı açısından bakılacak olursa; O'nun için tüm gizliler sürekli açık durumdadır. Fakat insan belki de bunun gerçek bilincine varamamakta, toprağın örtülerine aldanmaktadır. İşte o insan kıyamet gününde; her şeyinden soyutlanmış durumda Allah'ın bakışına herşeyin açık olduğunu tam olarak kavrayacaktır. O gün evrende herşey görünür durumdadır. Yer birbirine çarpılarak düzlenmiş, herhangi bir engebe arkasında hiçbir şey gizlememektedir. Gök de yarılmış, sarkmış arkasında hiçbir şey gizlememektedir. Cesedler soyulmuş olup hiç bir şey onları örtmemektedir. Onlar gibi nefisler de açığa çıkmış olup kendilerinin dışında ne örtü vardır ne de onlarda gizlenen bir sır kalmıştır.

Gaflet edilmemelidir ki, bu zor bir durumdur. Yerle dağların birbirlerine çarpılmaları ve göğün yarılmasından daha zor bir durumla karşı karşıya bırakacaktır insanı. İnsan orda; ceset, nefis, duygular, tarih, yaptıklarının gizli kalan açığa çıkan hepsinden soyutlanmış olarak, Allah'ın ve insan, cin ve melek yaratıkları topluluğunun önünde ve Allah'ın celali tüm diğer yaratıkların üzerine kaldırılmış olan tahtının altında kalakalacaktır...

Doğrusu insanın yapısı son derece karmaşıktır. Psikolojik yapısı çeşitli kıvrımlar ve dehlizler içerir. Nefis, onlar arasına gizlenerek; duyguları, arzuları, sürçmeleri, hatıraları, sırları ve özellikleri ile örtünür. İnsan sümüklü böceğin, bir dürtü ile karşılaştığında yaptığının daha mükemmelini yapar. Bilindiği gibi sümüklü böcek bir dış etkiyle karşılaşır karşılaşmaz hızla kıvrılır, kıvrımları arasına büzülür ve tamamen kendisine tutunur. Evet insan, bir gözün gizlice kendine ait gizlediği bir şeyi keşfettiği ve bir bakışın kendisine ait gizli bir dehlize ve gizli bir kıvrıma isabet ettiğini hissettiğinde sümüklü böceğin yaptığının daha mükemmelini yapar. Herhangi bir kimsenin psikolojik özgünlüklerinden birine vakıf olduğunu anladığında derinlerine batan şiddetli acılar duyar...

O aynı yaratık; ceset, kalb, bilinç, niyet, iç dünyasının her türlü örtüden soyutlandığı gerçek çıplaklık içine düştüğünde durumu nasıl olur... O bu durumda Cebbar'ın tahtının altında, taşkın kalabalığın önünde kalakaldığında hali nice olur?..

Dikkat edilmelidir ki bu, bunun dışında kalan her durumdan daha acı bir durumdur!..

Sonra kurtulan ve azaba uğrayanların sahneleri sunuluyor. Sahneler sanki ortada olup seyredilebilir biçimde veriliyor...



19- Kitabı sağından verilen: "Alın kitabımı okuyun,

20- Ben hesabımın inceleneceğini sezmiştim" der.

21- Artık o memnun edici bir hayat içindedir.

22- Meyvelerin devşirilmesi kolaydır.

23- Yüksek bir bahçede ki,

24- Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin için.

Kitabın sağdan, soldan arkadan alınması, maddi gerçeklik de olabilir; arapların sağın hayırlı, solla arkanın şerli yanlar saymalarına bağlı olarak arap dili ıstılahları çerçevesinde oluşan klişeleşme de olabilir... Hangisi olursa olsun işaret edilen birdir.

Verilen görünüm bu zor günde kurtulanın görünümü. O topluluk içinde taşkın bir sevinç içinde konuşuyor; sevinç psikolojisini kaplayarak dilini etkisi altına alıyor ve bağırıyor: "alın kitabımı okuyun" Sonra kolay kurtulacağını sanmadığını; hesabının inceleneceği beklentisinde olduğunu sevinç içinde hatırlıyor... Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun- nakledilen hadiste de geldiği üzere Hz. Aişe: "Resulallah `Hesabı incelenen azaba çarpılır' dedi. Allah; "O zaman kimin kitabı sağından verilirse o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir" demiyor mu? Dediğimde; `Burada sözü edilen hesabın açıklanmasıdır, yoksa kıyamet günü hesabı incelenip de, helak olmayacak kimse yoktur' dedi."(Buhari, Tirmizi, Müslim, Ebu Davud)

İbn Ebî Hâtem, Ebî Osman'dan gelen şu hadisi vermiştir: "Resulallah şunları söyledi: `Mü'mine kitabı Allah katından bir örtü içinde sağından verilir. Hemen günahlarını okur; her bir günahını okuyuşunda rengi değişir. Sonra iyiliklerine geçer onları okur, rengi geri gelir. Ardından bakar ki, günahları iyiliğe dönüşmüş. İşte bu duruma ulaştığında: "Alin kitabımı okuyun der".

Abdullah b. Hanzala'dan -cenazesi melekler tarafından yıkanmış olan şehid nakledilmiştir: "Resulallah: `Allah kıyamet günü kulunu durdurup kötülüklerini sahifesinin arkasından göstererek: `Bunları sen mi yaptın?' der. O: `Evet ey Rabb' der. Allah ona: `Ben seni onlarla rusvay etmeyeceğim, onları affettim' der. İşte bunun üzerine kul: `Alin kitabımı okuyun, ben hesabımın inceleneceğini sezmiştim zaten der' dedi."

El-Sahîli'de fısıldaşma konusu sorulduğunda; ibn. Ömer'in şunları anlattığı yer alıyor: "Rasulullah'ın: `Kıyamet günü Allah, kulu kendisine yaklaştırarak, tüm günahlarını itiraf ettirir. Kul helak olduğu kanısına vardığında, ulu Allah: `Dünyada onları örtmüştüm, bugün de bağışlıyorum' der. Ardından kulun iyiliklerini içeren kitabı sağından verilir. Kafirler münafıklara gelince şahitler: Rabblerine karşı yalan söyleyenler İşte bunlardır biline ki; Allah'ın lâneti zalimleredir' derler, dediğini duydum."

Sonra, şahitlerin gözü önünde kurtulanlar için hazırlanan nimetler açıklamıyor. Nimetlerin; o dönemde ayetlerin muhatabı olanların durumuna uygun düşen somut nimetler oldukları görülüyor. Onlar cahiliye ile yapılanmışlardı. içlerinden iman edenlerin üzerinden uzun bir zaman geçmemişti ki, kavrayışları ona göre yapılansın ve nimetlerin her türlü yararlanılacak şeyden daha üstün ve ince olanım ayırd edebilsinler.

"Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede ki, meyvelerinin devşirilmesi kolaydır. Geçmiş günlerde yaptığınız iyi işlerden ötürü âfiyetle yiyin için:'

"Sahiplerine "geçmiş günlerde yaptığınız iyi işlerden ötürü âfiyetle yiyin için" hitabıyla onurlandırıcı iltifatla sunulan nimetin bu türü. Ayrıca o, henüz duygular yücelip her türlü yararlanılacak şeyden, Allah'a yaklaşmanın daha çekici olduğunu görecek düzeye gelmelerinden önce; Allah'la bağlantı kurma dönemlerinin başlangıcında bulunan Kur'an muhatablarının kavrayışlarının ulaşabileceği türdür de... Bundan öte nimetin bu türü; insanlık tarihi boyunca birçok nefsin ihtiyaçlarını karşılamıştır. Nimetin bu türünün dışında da birçok türü olduğu açıktır.



25- Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi,

26- Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım!

27- Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı!

28- Malım bana hiçbir fayda vermedi,

29- Gücüm benden yok olup gitti."

"Kitabı sol tarafından verilene gelince"; kötülükleri ile yakalanacağı ve azablandırılmaya gitmekte olduğunu anlamış; bu taşkın kalabalık arasında üzüntü ve manevi çöküntü içerisinde: "Keşke bana kitabım verilmeseydi! Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım! Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı! Malım bana hiçbir fayda vermedi! Gücüm benden yok olup gitti" der.

Artık onunkisi; uzun bir bekleyiş, uzayıp giden pişmanlık, ümitsizlik yansıtan terennümler ve can sıkıcı yorumlardır. ifade bu bekleyişin sunuşunu; dinleyenin bu bekleyişin bir sona ulaşmayacağı, bu sızlanma ve kederlenmenin sonsuzca uzayıp gideceği sanısına kapılacağı ölçüde uzatmaktadır. Kişilerde bırakılmak istenen psikolojik etki gözetilerek; anlatımın kimi durumlarda uzatılıp, kimi durumlarda kısa tutulması sunuşun beğenilen türlerindendir. Burda, bu üzüntülü konumun kavranması ve bu perişan durumun çağrışımı ile büyük belanın algıla olması gözetildiğinden; söz, vurgu ve ayrıntılarla uzatıldıkça uzatılıyor. İşte o bela ile karşı karşıya kalan bu zavallı; bu konuma gelmemiş, kitabı kendisine verilmemiş, hesabını öğrenmemiş ve kıyametin geriye birşey kalmamak üzere varlığını tümüyle yok etmiş olmasını temenni etmekte; kendileri veya biriktirimi ile güç kazandıklarından hiçbir yarar görmediğine vahlanmaktadır: "Malım bana hiçbir fayda vermedi. Gücüm benden yok olup gitti." Artık, ne yarar sağlayacak mal var, ne de kalıcı veya koruyucu güç. Durak sonundaki hareketsiz harfle onun önündeki elifle uzatmanın ardından gelen illetli `y' üzerinde tınlayan uzayıp giden hazin ses de; üzüntü ve ümitsizliği etkin biçimde ilham eden konumun yan öğelerinden biridir.

Bu uzayıp giden hazin ses; celâl, korku ve heybet dolu yüce emir gelinceye kadar kesilmiyor:

30- Tutun onu, bağlayın onu,

31- Sonra cehenneme sallayın onu.

32- Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu!

Ne ürperti salan ürkünçlük! Ne öldürücü korku! Ne bâriz güçlülük! "Tutun onu".

Bir emir ki, yüceler yücesinden geliyor. Dolayısıyla tüm varlık hemen; bu zayıf, küçük, zavallıya karşı harekete geçiyor. Emir karşısında yükümlü olanlar her yönden emri yerine getirmenin yarışına giriyorlar. ibn. Ebi Hâtem'in el-Munhâl b. Amr'dan taşıma zinciri ile naklettiği hadis, konuya ayrıntı getiriyor: "Ulu Allah: `Tutun onu' dediğinde yetmiş bin melek konuşur. Onlardan bir melek: `Ateşe İşte böyle yetmiş bin kez atılacak' der" Hepsi; kendinden geçmiş üzüntülü küçük haşereye koşuşacaklar.

"Bağlayın onu: '

Hemen yetmiş bin melek ona yaklaşmış boynuna zinciri vurmuştur. "Sonra cehenneme sallayın onu: '

Neredeyse ateşin onu nasıl kızarttığını, yaktığını duymaktayız... "Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu: '

Bir arşın ateş zinciri onun için yeter de artar bile! Fakat uzatma ve korkutmanın vurgusu `yetmiş'in söylenişi ve görünümünden etkinlik kazanmaktadır. Gözetilen bu olsa gerektir...



33- Çünkü o Büyük Allah â inanmıyordu.

34- Yoksulu doyurmaya önayak olmazdı."

Onun kalbi Allah'a iman ve kullara acıma duygusundan yoksundur. Dolayısıyla o kalb, bu ateş ve bu azabtan başkasına uygun düşmez...

Kalbi Allah'a imandan boşalmış olan ölüdür, haraptır, işlevsizdir, ışıktan yoksundur. O varlıkların en değersizidir. Çünkü her şey inanmakta, Rabbini övmekte, varlığının kaynağı ile bağlantılı yaşamaktadır. O ise; Allah'tan kopuktur. Buna bağlı olarak, Allah'a inanan varlıktan da kopuktur.

Onun kalbi kullara acıma duygusundan boşalmıştır. `Miskin' merhamete en çok gereksinimi olan kişidir; fakat onun kalbi, miskinin problemlerinin çözümüne ilişkin doğal çağrıyı duymamaktadır. Onun doyurulmasını izleyen bir adım olup, mü'minlerin birbirini özendirmeleri biçiminde varlık bulacak toplumsal bir görevin varlığına işaret etmektedir. Bu görev imanla güçlü bağlantılılık içinde olup nas ve hesap vermede onun hemen arkasında yer almaktadır.

35- Bugün onun için candan bir dost yoktur.

36- İrinden başka yiyecek yoktur.

37- Onu (bile bile) hata işleyenlerden başkası yemez.

Bunlar, bu bedbahtın sonuna ilişkin yüce duyurunun tamamlayıcısı âyetler. O büyük Allah'a inanmaz, yoksulu doyurmaya önayak olmazdı. Yaptıklarının yani başkaları ile ilgilenmemesinin sonucu olarak şimdi yapayalnızdır: "Bugün onun candan bir dostu yoktur." Ona birçok şey de yasaklanmıştır: "İrinden başka yiyecek yoktur." `Gislîn' cehennemdekilerin irin ve cerahat sızıntılarıdır. O kalbi kullara merhametten boşalmış olan cimrilere uygun "(Bile bile) hata işleyenlerden başkasının yemeyeceği" bir yiyecektir. Yani günahkarlıkla nitelenenlerden başkası, o ise kuşkusuz onlardandır.

Allah'ın bu şiddetle yakalanma, bağlanma, yakılma ve cehennemde yetmiş arşınlık zincire vurulmaya müstahak kıldıkları; yukarıda geçen günahları işleyenlerdir. Ve onların uğradığı azap türleri cehennemin en etkin azap türlerindendirler. Bu takdirde; miskini doyurmayı yasaklayan, çocukları kadınları ve ihtiyarları aç bırakan, kış soğuğunda bir lokma, bir örtü için el açanları zorbalar gibi hırpalayanların durumu nasıl olacaktır? Bunlar nereye gidiyorlar? Onlar yeryüzünde zaman zaman var olmaktadırlar. Yoksulu doyurmaya önayak olmayanlara cehennemde böyle bir azab hazırladığına göre; Allah'ın bunlar için hazırladığı nedir acaba!..

Bu etkin tablo burada sona eriyor. Belki de; tablonun böyle korkunç görünümle verilmesinin nedeni; toplumun, tablonun onları etkileyip sarsması, canlandırması için bu sert sahnelerin sunulmasını gerektiren zorba, acımasız, inat kar yapısıdır. insanlığın düştüğü cahiliyetler içinde bu tür toplumlar yinelenip durur. Aynı çağlarda haktan etkilenen ince duygulu toplumlar da bulunabilir. Çünkü yeryüzü geniştir. Bilinç düzeyleri ve psikolojik yapıların yeryüzündeki dağılımı farklıdır. Kur'an, her düzeydeki insana ve nefse; ona etki eden, çağırdığında icabet ettiğiyle hitab eder. Günümüzde yeryüzünün kimi bölgeleri öyle acımasız kalbler, duyarlılığını yitirmiş psikolojik yapılar barındırıyor ki, onlara, bu kelimeler gibi ateşten ve kural dışı sözler, etkin tasvirler ve bu sahnelerden başkası etki etmez.

Surenin başından beri, ardı ardına gelen bu etkin, korkunç sahneler dünya ve ahirette yakalanış sahneleri, geniş boyutlu evrensel yıkım sahneleri, nefislerin çırılçıplak açıkta kalış sahnesi, taşkın sevinç ve harap durumda vahlanma sahneleri gölgesinde..

Duyguları derinden etkileyen bu sahnelerin gölgesinde; saygın elçinin getirdiği bu sözün gerçeğine ilişkin, kesin tesbit geliyor. Onların kuşku, alay ve yalanlamayla karşıladıkları sözün gerçeğini:



38- Yoo yemin ederim; gördüklerinize

39- Ve görmediklerinize ki,

40- O (Kur'an), elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.

41- O, bir şairin sözü değildir. Ne de inanıyorsunuz!

42- Bir kâhinin sözü de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!

43- Kur'an alemlerin Rabbinden indirilmiştir.

Mesele bu ölçüde, açık, kanıtlanır ve ortadayken; yemine gereksinimi yoktur. Çünkü o; ne bir şairin şiiri, ne bir kâhinin kehâneti ne de bir iftiracının iftirası değil bir gerçektir, haktan gelmiştir. Hayır, o bu durumu ile asla yeminle takviye gereksiniminde değildir.

"Yoo, yemin ederim; bildiklerinize ve bilmediklerinize".

Bu üstündük, bu çaplılık ve görünenin yanında, saklı gayb la sağlanan bu korkutma... Varlık, insanın gördüğünden çok daha büyüktür, hatta kavradığından. insanın evrenden gördüğü ve kavradığı, sınırlı küçük uçlardır sadece. Yerin imarı ve Allah'ın insanlar için dilediği biçimde, orada hilafet etme ihtiyaçlarına cevap verecek ölçüdedir. Yer bu büyük evren içinde neredeyse görülmez veya hissedilmez bir toz taneciğinden başka bir şey değildir. İnsan, bu geniş mülkün durumu, sırları ve varlığın yaratıcısının koyduğu yasalarından; görmesi ve kavraması için kendisine tanınan sınırı aşma gücüne sahip değildir...

"Yoo, yemin ederim; gördüklerinize ve görmediklerinize."

Bu gibi göndermeler; gözlerimi ve kavrama sınırlarının ötesindeki özellikler, âlemler, görünmez, kavranmaz başka sırlar olduğu konusunda kalbi açmakta, bilinci uyarmakta, böylece evren ve gerçeğine ilişkin insan tasavvurunun ufukları genişlemektedir. Bu da, insanın gözlerinin gördüğünün hepsinde yaşamak, sınırlı bilincinin kavradığının esiri olmaktan kurtarmaktadır. Evrendeki görevine göre sınırlı enerji ile donatılmış bu insan aygıtından, evren daha geniş gerçek daha büyüktür. Onun dünya hayatındaki görevi yeryüzünde halifeliktir. Donanımı da ona göredir... Bunun yanında o, görme ve kavrama yeteneklerinin sınırlı, görme ve bilincinin ulaştığının ötesinde ulaştığı ile kıyas kabul etmez ölçüde büyük âlemler, gerçekler olduğunu bilirse daha büyük daha üstün ufuklara yükselebilir. İşte bu yönelim sayesinde insan kendini aşar ve kalbine dökülen bilgi, nur örtüler arkasından doğrudan ilişki aracılığı ile küllî marifet kaynakları ile bağlantı kurar...

Kendilerini, gözün gördüğü ve kendisine verilen yetenekler aracılığıyla bilincin kavradığı sınırlara hapsedenler zavallı kimselerdir. Duyu ve sınırlı kavrayışlarının tutsaklarıdırlar Dar bir alemde çaresizdirler. Yaşadıkları alemin genişliğine rağmen küçüklerdir.

İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde az olsunlar çok olsunlar, bir kısım insanlar kendilerini kendi elleriyle sınırlı his dünyalarının ve görülen alemlerin zindanına hapsediyor, bilgi ve aydınlık pencerelerini kendi üzerlerine kapatıyor, iman ve şuur aracılığıyla sağlanabilen en büyük gerçekle bağlantı kurma yollarını kapatıyor ve ardından bu pencerelerin kanalları kendi üzerlerine kapattıktan sonra diğer insanların üzerine de kapatmaya çalışıyorlar. Bunu kimi kez cahiliye kimi kez lâiklik adına yapıyorlar. lâiklik de cahiliye gibi bir hapishanedir. Acı ve işkencedir. Bilgi ve aydınlık kaynağından kopmak demektir.

Bilim son yüzyılda, iki yüzyıl önce ahmakca, gururlanarak çevresine ördüğü demir kafesten kurtulmaktadır. İlim bu kafesten kurtulmuş ve tamamen kendi deneyimleri sonucu gurur sarhoşluğundan ayılarak, kilisenin Avrupa üzerindeki zorba esaret zincirini kırarak aydınlık kaynağıyla bağlantı kurmaya başlamıştır. İlim artık haddini bilmektedir. Bu evrende sınırsızlığa götüren ve gizemlilikleri bildiren sınırlı araçları denedikten sonra imana yönelmeye başlamıştır. Bu başlangıç ferahlık müjdesi veriyor. Evet ferahlık. Çünkü kendisini kuruntu ürünü madde kafesi arkasına hapseden insan, kendisini ancak sıkıntı ve darlığa mahkum etmiştir.

Hücre ve kan nakli araştırmalarında uzman, tıp biliminde üstad olmuş, cerrahlık yapmış ve farmakoloji enstitülerinin yöneticisi olarak çalışmış, 1912 nobel tıb ödülü sahibi ve ikinci dünya savaşı sırasında Fransa'da insan etütleri enstitüsünde müdürlük yapmış Dr. Aleksi Carrel'in görüşlerini dinleyiniz:

"Evren bütün genişliğince, bizim akıllarımızın dışında etkin akıllarla doludur. insan aklı, eğer güvendiklerinin tümü doğru yolu bulmasına yardımcı olursa, çevresindeki çölün geçitleri arasında kolayca ilerler. Dua; çevremizdeki akıllar ve gördüğümüz göremediğimiz tüm varlıkların kaderine egemen akılla bağlantılaşma vesilelerindendir."

Etkin ruhi güçlerden olan başkaları ile temizlenme şuurunun hayatta özel bir konumu vardır. Çünkü o bizi ruhlar aleminden görkemli gizli ufuklarla bağlantıya götürecektir.

Bir başka tıp otoritesi Leomte De Nouy anatomi ve doğa bilimi araştırmaları ile uğraşan Curie, eşiyle birlikte çalışmış ve "Rockfeller Enstitüsü"nce, enstitü üyeleri ile birlikte cerrahi tedavi ve özelliklerinin araştırılması konusunda Amerika'ya çağrılmış bu ünlü bilgin şunları söylüyor.

"Birçok iyi niyetli zeki kişiler var ki, kavrayamadıklarından ötürü Allah'a inanamayacaklarını sanıyorlar. Oysa kendisini bilimin çekiciliğine kaptırmış insanın, Allah konusunu, bir fizik bilgininin elektriği tasavvuru gibi tasavvur etmesi gerekir. Çünkü elektriği maddi yapısıyla düşünebilmek mümkün değildir. Ama varlığı ve etkileri bir ağaç parçası üzerine denenerek kanıtlanabilir:'

Ünlü iskoçya'lı yazar Sir Arthur Tomson da diyor ki: Biz toprağın katılığının kalmadığı ve esirinin maddi yapısını yitirdiği bir devirde yaşıyoruz. Bu devir maddi yorumlarda aşırılığa kaçmaya en az şans tanıyan bir devirdir.

"Bilim ve Din" adlı dergide de şunları söylüyor:

Günümüzde akıllı dindar insanların; doğa bilginleri doğadan kurtulup, doğanın Rabbine ulaşamıyorlar, zaten yönelimleri bu değil diye üzülmeleri yersizdir. Bilginlerin, doğanın bilgisine dayanarak elde ettikleri sonuçlarla doğa üstüne çıkmaları, baştan doğa ötesine yönelmelerinden daha ciddi sonuçlar verecektir. Bunun yanında biz sevinmeğe daha lâyığız; çünkü doğa bilginleri kimi kez dini eğilimin Bilim atmosferinde teneffüs edilmesi için ısrar ediyorlar. Ki bu baba ve dedelerimizin zamanında kolay değildi... Doğa bilginlerinin çalışmaları, Mr. Loncdon Daws'in "insanın Dünyası ve Harikaları" adlı eserinde yanlış olarak ileri sürdüğü gibi, Allah'ı araştırmaya yönelik değilse de, biz rahatlıkla belirtiyoruz ki, bu konuda en büyük hizmeti doğa bilimi yapmıştır. Çünkü o insanı Allah konusunda daha üstün düşüncelere götürmüştür. Bilim insana yeni bir gökyüzü, yeni bir dünya yaratmıştır.

Ve onu, düşünsel çabasıyla, belirli bir hedefe yöneltip çoğu kere anlayışının ulaşabildiği en yüksek noktalarda huzura erdirdiği ve bunun sonucunda Allah'a imana yönelttiği gerçeğini söylersek kesinlikle ilmin bir harf dışına çıkmış sayılmayız.

Newyork bilimler akademisi rektörü ve Amerika Birleşik Devletleri bilimsel araştırmalar kurulu eski üyelerinden A.Cressy Morrissonn "insan Yalnız Değildir:' adlı eserinde şunları söylüyor:

"Biz bilinmeyen engin aleme yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Çünkü anlıyoruz ki bilimsel açıdan madde, tümüyle özü elektrik olan evrensel bir sistemin görünümlerinden başka bir şey değildir. Evrenin oluşumunda rastlantının hiçbir rolü olmadığı konusunda kuşku kalmamıştır. Çünkü bu engin evren yasaların egemenliğindedir:'

Şu basit bir canlı olan insanın, düşünen ve benliğinin bilincinde olan bir varlık düzeyine yükselişi, yaratıcı bir el olmaksızın, sadece maddenin evrimi yoluyla ulaşabilecek bir hadise olmaktan çok çok uzaktır.

Doğada belirli bir hedefe yönelimin gerçekliği kabul edildiği durumda, insan bu niteliği ile bir aygıt olmuş olur. Öyle ise bu aygıtı yöneten kimdir? Çünkü yönetilmediği takdirde onun yararlı bir yönü olmayacaktır. Bilim ne insanın kimin yönettiğine yorum getirmekte, ne de onu yönetenin madde olduğunu ileri sürmektedir."

Biz Allah'ın insana, kendi nurundan bir kıvılcım verdiğine emin olmamıza yetecek kadar ilerlemiş bulunuyoruz:'

İşte böylece bilim kendi yöntemleri ile materyalizm zindan duvarı içinden çıkmağa başlamıştır. Artık Kur'an-ı Kerim'in şu ayet-i kerimenin benzerleri ile değindiği özgür ortama açılıyor: "Yo, yemin ederim; gördüklerinize ve görmediklerinize." Kur'an'da bunun gibi bir çok değiniler vardır. Eğer aramızda; bilim konusunda salih akılcı, din konusunda ruhi, özgürlük ve gerçek bilgi konusunda bilinçsel ve saygın insan yaratığına uygunluk konusunda bir dengesizlik varsa halâ Bilim adına iki eli ile aydınlık kapılarını kendisi ve çevresindekilerin üzerine kapatanlar bulunuyorsa, bilinç ve düşünce konusunda düzeysiz olan biziz!..

"Yoo, yemin ederim; bildiklerinize ve bilmediklerinize ki; o (Kur'an) elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? Alemlerin Rabbinden indirilmiştir."

Müşriklerin Kur'an ve Peygamber'e karşı uydurdukları sözler arasında "O şairdir", "O kahindir" ithamları da bulunuyordu. Bunları yüzeysel bir şüphenin etkisi ile söylüyorlardı ki; dayanakları, bu sözün yapısı açısından insan sözünden üstün olmasıydı. Sanılarına göre şairin cinlerden bir yol göstericisi olur ona üstün sözü o getirirdi. Kahin de onun gibi, cinlerle ilişki kuran kişiydi. Ki onlara gizli olan bilgiyi cinler ulaştırıyorlardı. Bu, Kur'an ve peygamberliğin yapısı ile şairliğin ve kâhinliğin yapısının çok az irdelenmesi ile ortadan kalkacak bir şüphedir...

Şiirde üstün akılcılığa dayanan, güzel tasvir ve çağrışımlara yer veren melodik dokunuşlar elbette vardır. Fakat o, asla Kur'an'a benzemez, uyumluluk göstermez. Zira aralarında köklü farklılıklar vardır. Kur'an değişmez gerçeklere dayanan, bütünsel bir bakış açısı getiren, Allah'ın Rabb lığı düşüncesinden doğan, evrene ve hayata hükmeden olağanüstü bir sistem getirmiştir.

Şiir ise coşkun hislerden ve duygusal varyasyonlardan ibarettir. Hayata hiçbir zaman belirli bakış açısı getirmiş değildir. Şiir, kızgınlık, üzüntü, içe kapanıklık sevgi ve nefret gibi psikolojik hallere göre etkilenir ve sonuçta da değişken bakış açılarını dile getirir.

Bu noktadan hareketle Kur'an düşünce sistemini ortaya koymuş, bütününü ve parçalarını yalnızca ilahi kaynaktan aldığını belirtmişti. Bu düşünce sisteminin tüm parçaları onun insan ürünü olmadığını ifade eder. insan yapısı, bunun gibi eksiksiz evrensel bir düşünce kompleksini ortaya koymaya müsait değildir. Ondan önce de sonra da insanlar onun benzeri bir sistem ortaya koymamışlardır. insanlığın, evrenin oluşumu ve işleyişi konusunda ortaya attığı; bu konuda felsefe, şiir ve diğer düşünce ekollerinde de yer alan düşüncelerin hepsi gözler önünde ve yazılı olarak bulunmaktadır. Bunlar ile Kur'an'ın düşünce sistemi arasında bir karşılaştırma yapıldığında, bu sistemin apayrı bir kaynaktan doğduğu ortaya çıkar. Onun, tüm insani çıkarımlarının üstünde eşsiz bir yapıya sahip olduğu farkedilir.

Kahinlik ve ona dayalı konularda da durum aynıdır. Tarih Kur'an'dan ne önce ne de sonra da, herhangi bir kahinin Kur'an'ın getirdiği gibi değişmez, eksiksiz bir hayat sistemi ortaya koyduğunu kaydetmiştir. Kahinlerden aktarılanların tümü; kafiyeli sözler, bireysel yetenekler ve süslü uydurmalardan ibarettir.

Kur'an'ın insan ürünü olması mümkün olmayan başka özellikleri de var. Bu Kitap da zaman zaman onların bir kısmı üzerinde durduk. insanlık O'ndan önce de sonra da onların benzerlerini ortaya koyamadı. Kapsamlı, duyarlı, latif bilgiyi dile getirmede de aynı başarısızlığa uğradı. Kur'an'ın sunduğu şu eşsiz anlatıma kulak veriniz:

"Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am; 59) veya buna; "Allah yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir."(Hadid; 4), ya da şuna: "Onun bilgisi dışında hiçbir dişi ve hamile kalabilir, ne de doğurabilir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir." (Fatır; 11)

Kur'an'dan önce de sonra da, bu evreni elinde tutan güce bu ölçüde dikkat çeken başka bir eser görülmemiştir: "Gökleri ve yeryuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'tır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka kimse dengeye getiremez:' (Fâtır; 41)

Kur'an'ın; hayatın evrende yaratıcı güç eliyle oluşturulması ve hayatı kuşatan planlanmış, güdümlü evrensel uyumluluklara ilişkin şu dikkat çekişi karşısında da insanlık aynı durumda kalmıştır:

"Tohumu ve çekirdeği çatlatan Allah'tır. O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?"

"Sabahı açtıran O'dur. O geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir."

"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı. Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık: '

"O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."

O ki, gökten suyu indirdi. Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık, her bitkiden yeşil sürgün çıkardık, bu yeşil sürgünden taneleri üstüste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız. Bu meyvaların kimi birbirine benzer, kimi de benzemez. Bunların meyvalarına bir hamken ve bir de olgunlaşınca bakınız. Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok ibret dersi vardır: '

Kur'an'da evrenin yapısı ile ilgili bu tür dokunuşlara canlı bir anlatımla yer verilmiştir. insanların Kur'anın kaynağının anlaşılması için yeterlidir. Kitabın özüne ilişkin başka belirtiler veya onlara eşlik eden değiniler bir kenara bırakılsa da...

Dolayısıyla O'nun haklılığına ilişkin kuşkular boş ve yüzeyseldir. Kur'an tamamlanmamış, birkaç ayet veya birkaç sûreden başka birşey inmemiş de olsa, üzerindeki bu özel ilahi damga ve yapısındaki eşsiz kaynağın işareti görülecektir...

Kureyşin ileri gelenleri, zaman zaman konuyu düşünüyor, şüpheye düşüyorlardı. Ama bu onların kör, sağır ve hain olmalarındandır. O'nunla doğru yolu bulamadıklarında da eski bir uydurmadır deyip geçiyorlardı.

Peygamberimizin hayatına ilişkin tarih kitapları, Kureyş ileri gelenlerinin tutumlarının öyküsüne çokça yer veriyor. Onlar kendi kendilerine bu kuşkuyu irdeliyor, sonrada aralarında onu çürütüyorlardı.

Onların bu durumlarıyla ilgili tarihçi ibn ishak; Velid b. Muğîre, Nadr b. Hâris ve Utbe b. Rebî'a'dan aktarmalar yapmıştır. Velîd b. Muğîre'den naklettiği haber şöyledir:

"Bir grup Kureyşli Velid b. Muğîre'nin yanında toplanmışlardı. O en yaşlıları idi. Zaman hac mevsimi idi. Velîd onlara: Ey Kureyşliler, hac mevsimi geldi, bu mevsimde arap kabileleri size gelecek, bu arkadaşınızın durumunu da işitmiş bulunuyorlar. O'na karşı bir tek görüşte birleşin, ayrılık göstermeyin ki, kiminiz kiminizi yalanlar, kiminiz kiminizin görüşünü reddeder duruma düşmiyesiniz dediğinde; Onlar: Ey Abd Şems! Sen bize bir görüş belirle de onu söyliyeyim." karşılığını verdiler. Velîd: "Hayır, siz söyleyin dinliyorum" dedi. Onlar: "Kâhindir" diyelim dediler. Velid: Hayır, Allah'a yemin olsun O bir kâhin değil; kâhinleri gördük, O'nun söyledikleri kâhinlerin çığlıkları ve kafiyeli sözlerinden değil karşılığını verdiğinde onlar: Öyle ise delidir diyelim dediler. Velid: Hayır, O'nda görülen delilik değil, deliliği gördük onu biliriz; O'nun söyledikleri deliliğin sayıklamaları, saçmalamaları ve vesvesesi türünden değil, karşılığını verdi. Onlar: Öyle ise, şairdir diyelim dediler. Velid: O bir şair sözü değil; şiiri tüm türleri ile biliriz, o şair değil dedi. Onlar: Öyle ise, sihirbazdır diyelim dediler. Velid: O bir sihirbaz değil; sihirbazları ve sihirlerini gördük, Onunkisi, sihirbazların üfürme, düğüm atmalarından değil dedi. Onlar: Öyle ise, ne diyelim? Ey Abd Şems dediler. Velid: Allah'a yemin olsun sözünde bir tatlılık var, kökü çatallı, dalları meyvelidir. Siz O'na ilişkin ne söyleseniz batıl olduğu mutlaka anlaşılacaktır. O'nun durumuna ilişkin en uygunu: `O bir sihirbazdır; bir söz getirdi, o büyü olup;kişiyi babası, kardéşi, karısı ve akrabalarından ayırmaktadır" demenizdir dedi. Bunun üzerine dağıldılar. Ardından şehrin giriş yollarını tutarak şehire giren herkesi uyarmaya ve Peygamberin durumunu saptırmaya koyuldular."

Nadr b. Haris'ten nakledilenler ise şunlar:

"Ey Kureyşliler; Allah'a yemin olsun size öyle birşey indir diki siz bir daha kesinlikle onu elde edemezsiniz. Muhammed aranızda genç bir delikanlı idi, en çok O'ndan memnundunuz, aranızda en güvenilir, en doğru sözlü kişiydi. Ama onun yanaklarında yaşlılık izini gördüğünüzde ve yanındakilerle size geldiğinde ona "Sihirbazdır" dediniz. Hayır, Allah'a yemin olsun O bir sihirbaz değil. Biz büyücüleri onların, üfürmelerini ve düğüm atmalarını gördük. Kâhindir dediniz. Allah'a yemin olsun O bir kahin değil; kâhinleri ve dengesizliklerini gördük, latifeli sözlerini işittik. Şairdir dediniz. Allah'a yemin olsun O bir şair değil; şiiri gördük ve tüm türlerini dinledik. Delidir dediniz. Deliliği de gördük. O'nda deliliğin bağırıp çağırması, sağa sola saldırması ve anormal hareketleri yok. Ey Kureyşliler, durumunuzu düşünün, Allah'a yemin olsun size büyük bir şey inmiştir."

Nadr'la Utbe'den gelen rivayetler arasında hemen hemen örtüşme var. Belki de aynı olay bir kere birine, bir kere de diğerine nisbet edilmiştir. Fakat biz; Kureyş'in ileri gelenlerinden, iki kişinin benzer bir ortamda, Kur'an karşısındaki hayranlıklarını dile getirişlerinde sözlerinin benzerlik gösterebileceğini, uzak bir olasılık olarak görmüyoruz.

Utbe'nin hâlini bu cüzdeki Kale:n suresinin giriş bölümünde anlattık. Muhammed ve getirdiği söz karşısında O'nun tutumu da Velîd ve Nadr'ın tutumlarına yakındır.

Sonuç olarak görülüyor ki; sihirbazdır veya kâhindir sözleri; kimi zaman hileli bir kurnazlık, kimi zaman da dayanaksızlığı açık bir şüpheden başka bir şey değildir. Durum; irdeleme ve düşünmenin daha başlangıcında, karışıklığa meydan vermeyecek ölçüde açık olup; bildikleri ve bilmediklerine yemini gerektirmemektedir. Çünkü o, saygın bir peygamberin sözüdür. Ne bir şair ne de bir kâhin sözü olmayıp, âlemlerin Rabbi tarafından indirilen bir sözdür.

"O saygın bir peygamberin sözüdür" tespiti, o kendisinin anlamına değil; burda onunla kastedilen, şair kahinlerin söylediği türden olmayıp, peygamberlerin söylediği türden olduğudur. Bu tür sözü Allah kendi katından peygamberleri ile gönderir, peygamberler de oradan, o yüce kaynaktan aktarırlar onu. Bu anlamı "Peygamber sözü" deyimi de belirler. Yani Allah tarafından onunla gönderilen söz. O ne bir şair, ne de bir kahindir. Bu cin veya şeytanın aracılığı ile söylüyor da değil... O bir elçi olup, kendisine gönderileni söylemektedir. Durumu arkadan gelen âyet kesin biçimde belirliyor: "Alemlerin Rabbinden indirilmiştir."

"Ne de az inanıyorsunuz? Ne de az düşünüyorsunuz?". Alışılmış ifade biçimi içinde inançsızlık düşüncesizlik anlamınadır bunlar. Allah'ın Rasûlü'nün -salât ve selâm üzerine olsun- niteliğine ilişkin hadis de bizim söylediğimizi doğrulamaktadır: "O, manasız ve gereksiz söz söylemezdi." yani hiç konuşmazdı anlamına. Sonuç olarak Kur'an onlardan düşünce ve iman yoksunu olarak bahsetmektedir. Yoksa bir mümin, peygamberi hakkında nasıl şair diyebilir? Düşünen biri nasıl onun kahin olduğunu öne sürebilir? Bunu söylemek küfür ve gafletten başka bir şey ile tarif edilmez.

Nihayet, esneklik içermeyen salih ciddîlikten oluşmuş olan akide konusunda Allah'a iftira edenlere yönelik o korkunç tehdit geliyor. Elçinin onlara ulaştırdığı veya kendisine ulaşanla ilgili durumu konusunda tek olasılığın, O'nun doğru ve güvenilir tutum içinde olduğuna `şiddetle yakalanmış oluşunun' tanıklığı ile açıklık getirme amacı ile yer alıyor bu tehdit burada. Zira tebliğin güvenliğine ilişkin en ufak bir sapma durumunda şiddetle yakalanmadan kurtuluş yoktur:



44- Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı.

45- Biz onu kuvvetle yakalardık,

46- Sonra onun şah damarını koparırdık.

47- Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.

48- Doğrusu Kur'an Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.

49- İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.

50- Doğrusu Kur ân inkarcılar için bir üzüntüdür.

51- O, şüphesiz kesin gerçektir.

52- Öyleyse ey insanlar! Çok büyük olan Rabbinin adını tesbih et.

"Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette O'ndan sağ elini alırdık sonra O'nun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı:'

Anlatım yönünden bu sözün anlamı; Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- onlara ulaştırdığı konusunda doğru davrandığını göstermesidir. O kendisine vahyedilmeyen bazı sözler uydurmuş olsa, Allah O'nu geçen ayetlerin belirttiği biçimde yakalar ve belirtildiği şekilde öldürürdü. Bu gerçekleşmediğine göre, O'nun tebliğ konusunda doğru davrandığı kesindir.

Konunun açıklanması açısından mesele budur... Fakat açıklık getirmede oluşan hareketli sahne başka bir şey olup, açıklık getirme anlamının ötesinden geniş boyutlu bir çağrışım uyandırıyor. O çağrışımlar; hayat hareket içerdiği gibi korku ve ürkünçlükler de içeriyor. Bunların dışında doğrudan etkileme öğeleri, imalar ve vurgular da içeriyor...

Onda yer alan sağ elin alınması, can damarının kesilmesi hareketi, insanı ürperten, içine korku salan canlı bir tasvir olmasının yanında; kim olursa olsun hiç kimseye, isterse Allah katında saygın, seçilmiş sevimle O Muhammed olsun, herhangi bir tolerans hakkı tanımayan bu meselenin ciddiyetini içerdiği gibi, Allah'ı sonsuz gücü ve O'nun karşısında insan yaratığının acz ve zayıflığını çağrıştıran bir anlamı da içeriyor. Tüm bunların ötesinde, korku ve ürkünçlük vurgusu yer alıyor.

Son olarak, bu meselenin gerçeği ve güçlü yapısına açıklık getiren son bölüm geliyor:

"O (Kur'an), korunanlar için bir öğüttür. Biz içinizde yalanlayıcıların bulunduğunu elbette biliyoruz. Doğrusu o, kafirler için hayıflanmadır. O kesin gerçektir."

Bu Kur'an muttaki kalblere öğüt verir ve bu öğüdü de ancak onlar alır. Kur'an'ın getirdiği bu hakikat onlarda potansiyel olarak önceden vardır. Kur'an o hakikati o kalblere hatırlatarak harekete geçirir, onlar da öğüt alırlar. Kalplerinde korunma duygusu bulunmayan, kalpleri körleşmiş kimseler gaflet içinde olup, ne öğüt alır ve ne de bu kitaptan bir yarar elde edebilir. Muttakiler onda gafillerin bulmadığı; bilgi, aydınlık hayat ve öğüt bulurlar.

"Biz içinizde yalanlayıcıların bulunduğunu elbette biliyoruz." Fakat bu, ne bu meselenin gerçeğine etki eder, ne de bu gerçeği değiştirir. Çünkü sizin tutumunuz meselenin gerçeklerini etkileme gücünden yoksundur.

"Doğrusu o, kafirler için hayıflanmadır". Müminlerin durumlarının yücelmesi, yalanlayanların haysiyetinin ayak altına alınması ve hakkın güç kazanması; kafirlerin tutunduğu batılın silinmesine yol açması, onları üzüntüye boğar. Diğer yandan o kıyamet günü Allah katında aleyhlerine kanıt oluşturacak, O'nun tanıklığıyla azaba uğrayacaklar, O'nun sebebi ile çarpıldıkları azaba üzülecekler. Dolayısıyla O kâfirler için hem dünya hem de ahiret bir üzüntü kaynağıdır.

"O kesin gerçektir." Yalanlayıcıların yalanlamasına rağmen... Kesin gerçek. Salt bir kesinlik değil, bu kesinlik gerçeği de beraberinde içeriyor. Bu özel bir ifade tarzı olup, anlam ve vurguyu güçlendirmektedir. Kuşku yoktur ki Kur'an hak olma ve kesinlik açısından çok güçlüdür. O her ayetinde kaynağının ilk yüce gerçek olduğuna işaret eden katıksız gerçeği ortaya koymaktadır.

İşte bu meselenin yapısı ve apaçık gerçeği budur. O ne şair sözüdür, ne kâhin sözü, ne de Allah'a yakıştırılmış bir iftiradır. O alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. O muttakiler için öğüttür. O kesin gerçektir.

En uygun zaman ve durum olan burda saygın elçiye şu gerçek telkin ediliyor:

"Öyle ise, sen büyük Rabbinin ismini tesbih et..."

Tesbih; Allah'ın eksikliklerden uzak olduğunu ve yüceliğini dile getirme; sözlerinin gerçekliğini itiraf etme; onaylama kulluk ve baş eğme anlamlarını içerir. Meseleye açıklık getirmenin son bölümü ve ulu Allah'ın gücü, saygın Rabbin azametinin bu uzun sunuşunun ardından kalbi harekete geçiren bir bilinçtir.

HAKKA SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli nakledilmiştir.

1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit ol an saat demektir.

2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.

3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.

4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan

hak tan daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.

5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.

6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.

7. Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.

8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.

9. Ezheri'nin gör üşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah ' la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.

10. Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbının sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.

11. Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.

12. Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.

Bunların herbirinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkkanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir.

2. Ne o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o Hâkka? demektir.

3. Şu âyet de onun korkunçluk ve dehşetini vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu âyetin başındaki da bir önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır. Dirâyet kökünden türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap eden ikinci şahıs zamiri "sana", bu fiilin birinci mef'ulü (tümleci), nedir o Hakka?"

cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef'ûlü (tümleci)dir. Yani o hâkka öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve dehşetinin büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne olduğunu, fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden kavrama ile değil, ancak Allah tarafından haber verilmek v e nakledilmek suretiyle bilinebilir. Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla değil, yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber vereceksin. Fakat onun hakikatı ve büyüklüğü, meydana gelmeden önce tasarı ve düşüncelere sığmayac a ğı için haber vermekle de kavranamaz. Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman edilmek suretiyle rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu sadece akıl ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş inanç, şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya kalkışırlar. Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve takdirine sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların h aber verilip hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir dereceye kadar olsun sezdirmektir.

4. Bu akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve habere inanmadıklarından dolayı Semûd ve Âd kavimleri, "olmaz öyle şey" diye yalanladı, o olacak Kâria'yı.

KÂRİ'A, lügatte, insanların başlarına çarpan beyinlerinde patlayan olay demek olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi insanların çırpınıp yayılan kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi olacağı zamana işaret etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka'nın bazı halleridir ki adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek vardır. Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud'a gelince, bunlar Tâgiye ile yok oldular.

5. Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup taşkınlık mânâsına da gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha yani korkunç gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla tefsir edilmiştir.(Fussilet, 4 1/13; Zâriyat, 51/44) A'raf sûresinde "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A'raf, 7/78, 91, 155) buyurulan "racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.

6. Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu

gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" ( K amer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından i t ibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.

7. Rîh-i sarsar, şid detli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu

gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Ka m er sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerd i r. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, bura d a "yok olmuş" demektir.

8; Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu

gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini k e smek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, " h usûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî ' in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.

9. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikir d en sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.

Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" deni lmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan

kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.

10. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri B urada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgü n ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.

Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağla r gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi için d e doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan

kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.

11. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nû h kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler" sözü içi n e daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve o n un sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.

Git tikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın b e llerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh'un g emisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan

kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bu n un gerçek yapıcısı ise biz idik.

12. Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan haline getirip kâfirleri boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan ibaret olan o işi şu hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit helâk edilmeyip o şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir hatırlatma, unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü, hikmetimizin eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini, kendinizin gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah'a karşı gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu kılalım da, görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın, haber versin. Çünkü o yalnız akılla bil i nir şeylerden değildir. Ve belleyici kulaklar onu bellesin, dinlesin, bellesin ve gereği ne ise onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için yararlansın. Kendilerini vaktiyle biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı şekilde bunu taşısın da sonrakilerin yarar l anması için yayılmasına sebep olsun. Bellemeyerek yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.

13. Çünkü "Sûr'a üfürülünce..." 'den buraya kadar olan açıklamalar öyle hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler demek olup bundan itibaren Büyük Kıyamet olan Hâkkâ'nın açıklanmasına başlanıyor. Sûr'a üfürme hakkında Neml Sûresi'nde "O gün Sûr'a üfürülecek, göklerde ve yerlerde olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah'ın diledikleri hariç." (Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi'ndeki "Artık Sûr'a üfü r ülmüştür de Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.

İlâhî kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça anlaşılan ilk üfürmedir ki ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda demek olur. Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i sa'ık" yani ölüm üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış üfürmesi diye iki olduğu görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas'tan rivayet olarak buna ilk üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet sonra gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir. Fakat ilk üfürmeden sonra başlayan

vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz için yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de ayrıca göz önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım, üçüncü üfürme kalkış ve arz üfürmesi olmak ü z ere üç üfürme saymışlar ve bunlardan da bazıları bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bunun ilk üfürme olup,

14. "Yer ve dağlar kaldırılıp da" "Oysa o dağlar bulut geçer gibi geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde olduğu gibi korku zamanını; "Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıklarında" âyetinde ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu sûrenin 18. âyeti olan "O gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde ayağa kalkış, yayılma, durma ve hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade etmiş olması ve ilk üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi "kün" (ol) emrine göre meydana gelmiş olması sebebiyle "bir üfürme denilmiş olması akla daha yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar hamlolunup da... Haml; yüklenip k aldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek anlamlarına geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması; yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile şişirilip doyum haline getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp lavlar fışkırarak patlıyacak bir duruma getirilmeleri demek olabilir ki, birincisinde patlama olmuş, ikincisinde ise henüz olmamış fakat olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan başlamış bulunu r. Burada yer ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer ile, bütün yer küresi, üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve yerin direkleri konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt tabakaya işaret edilmek istenmiştir. Bund a meselenin asıl konusu, insanları bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan insanlık sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan, işaret edilmiş olmasıdır. Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile böyle yüklenip karşılaştırılıp arkasından birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki bunda her iki kütleye verilmiş olan üfürmenin derecesine göre üç ihtimal vardır:

BİRİSİ: Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4) âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor da titriyor olmakla beraber, yer kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar bir serpilişle serpilip toz duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetin i n ifade ettiği gibi havaya

uçurulup serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen zerrelere dönmüş ve "O gün yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş bir kum yığını olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor, çalkalanıyor da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi erimiş, akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne bir iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş, yer var fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olmuş, etrafını sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci bu âyetleri delil göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda yeryüzünde yine bir hayatın varlığı düşünülebilir.

İKİNCİSİ, yeryüzüne yapılan üfürme daha çok, yeryüzünün alt ve üstten karşı karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli, sarsıntı ve patlamanın onun içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada yeryüzü daha evvel dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir ki bu surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak hepsi un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer dümdüz bomboş bir alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır bir bulut, bir sis halinde sarkmış bulunur.

ÜÇÜNCÜSÜ, yeryüzü ve dağların ikisine de verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç meydana gelmiş bulunur ki, birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir. Yerçekimi ile ilgili olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel uyumları bir değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü, yeryüzünden başka bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilec e k, insanlar herşeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin sırrı ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi'nin az önce geçen, "Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki âyeti birinci mânâda; Fec r sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.

Bir de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve kumluğa denilir. Aynı şekilde dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü bir yüzey halinde düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk etmek mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup yıkarak kırıp

dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin girinti ve çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek, eğeleyerek veya çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye denilir ki bunlar birbirlerinin gereği gibidir.

Bazıları da şöyle der: Dekk, dakk'tan daha incedir.

Dekk'te, bir bütünü meydana getiren kısımlar tamamen dağılıp düzlenir; dakk'ta ise, bütünü meydana getiren kısımlar parçalanma halinde irili ufaklı olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir kere oluş bildiren mastar olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş mânâlarını ifade eder. Bunun herbirinin de anlatılan ü ç mânâdan herbirine göre bir uygunluk ve ilgisi vardır ki,

BİRİNCİSİ, bir vuruşla dağların yıkılıp hepsinin bir düzeye indirilmesi, yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.

İKİNCİSİ, birbirlerine çarptırılmak suretiyle ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp bir hurda yığını haline getirilmesi.

ÜÇÜNCÜSÜ, de yine bir vuruşla ikisinin birden yok edilip yerlerinde hiçbir şey bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması mânâlarıdır.

Bunlardan en açık olanı birincisidir ve aynı zamanda bunlar hep insanlarla ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için yeryüzü ve dağların bu halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani "bir yeri söyleyip orada bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli sınıflardaki insanların çarpıştırılması suretiyle yery ü zünün düzlenmesi mânâsını da hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen "Allah'ın diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının dış görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak düşünüldüğü takdirde d e önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere, kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün mertebeleri düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun zatından başka herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü ala r ak hepsini fenâyı küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.

15. İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu ikinci üfürme meydana geldiği vakit, Vâkı'a olmuş yani en büyük bela olan Kıyamet kopmuş, "Onun meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve yükselticidir." (Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla yıkılıp serilmiştir.

16. Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün

pörsümüş sarkm ıştır. Allah en iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır ve arkasından melekler arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı ortaya çıkmış, güneş ve ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz dürülmemiş fakat gamlı, kederli, puslu bir yüz, h üzün veren bir bulut görüntüsü ile yarılıp etekleri sarkmış

17. Melek de onun etrafı üzerinde göğün yarılmasından korkarak yarılan kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru çekilmiş; yahut yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş, yahut yeryüzünün kenarlarına saf dizilmiştir.

Ercâ, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar mânâsına olan "recâ" nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları ve kenarları mânâsına gelir.

Melek, yani bu ad ile bilinen m elek cinsi, çünkü biraz sonra gelecek olan "Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ bakımından çoğul olduğunu gösteriyor. Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi Melek ile Melâike'nin bir farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî ve daha bazı âl imler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu Hayyan da: "Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun Melâikeden daha genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî'nin maksadı Melek kavramı Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa "tekilin kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha kapsamlı demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada denilip, denilmediğine, dolaylı y oldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da buna ilişmiş, fakat nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi, Melâike çoğuldur. Bununla beraber Melâike de tekil gibi cins isim yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki kelimenin mânâ ve türeme bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle demiştir: Melek ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me'lek" veya onun harflerinin yer değiştirmesiyle söylenen "Mel'ek" kelimesinin hafifletilmiş yani hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu "Melâik" ve "Melâi k e" gelir. Melek aslında risalet ve sefaret yani elçilik demek olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el'eke fiilinden mastar ismi veya mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı gösteren bir isim kalıbıdır. Yüce Allah'tan gelen elçi mânâsına isim yapılın c a hemze atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek "mel'ek" denilmiş, "melâik"

şeklinde çoğul yapılmıştır. Bununla beraber Kur'ân'da hiç "mel'ek" kelimesi yoktur. Çoğullar kelimenin aslını göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde takdir edilmiştir. Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup hepsinde de yüce Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek olur.

Bazıları da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet" mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak "melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki elçilik mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir, kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez. Elçilik görevi yapmayan melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât'ında şöyle der: "Nahivciler melek lafzını melâike lafzından kılmışlar ve başındaki mimin fazladan olduğunu söylemişlerdir. Araştırmacı bazı âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten olduğu kanaatına varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare ile ilgili bir şeyle görevlendirilene me l ek denir. İnsanlardan ise bu şekilde bir görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5) "İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi âyetlerle işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı üzerindedir.", "Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe." (Bakara, 2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği." (Secde, 32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan'ın dediği gibi Melek ve Melâike'nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden daha geniş kapsamlı olduğuna işaret y oktur. Aksine araştırma sonucu gösteriyor ki melek melâikeden daha özel, melâike melekten daha geneldir. Çünkü melek, melâikenin idare ve yönetimle ilgili bir işi üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var. Bunu anlatırken "Her melek melâikedir, fakat h er melâike melek değildir." cümlesinde melâike kelimesi de melek gibi tekil makamında kullanılmıştır. Neticede buna göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı üzerindedir." buyrulması Zemahşerî'nin gösterdiği gibi Melek melâikeden daha kapsamlı olduğu için bir genelleme için değil, "ölüm

meleği" ve "işleri yönetenler" gibi, bunların özel bir işle görevlendirilenlerini göstermek için demek oluyor. Zira o sırada Melâike de ölüme yakalanıp "Allah'ın diledikleri hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının kapsamına girenler kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb'ının Arş'ını sekiz (melek) taşır. Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş'ı yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i açıklayan kelime söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça belirtilmemiştir. İl k akla gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek, sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır. Dahhâk'ten "sekiz saf" diye, Hasen'den de "sekiz şahıs mı, sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf mı bilemiyorum." şeklinde rivayet edilmiştir. "Onların üstünde" terkibind e geçen zamir, âyetinde geçen Melek kelimesinin yerini tutar. Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ açısından çoğul, yani bir tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler demek olduğunu gösterir. Bazıları bu zamirin Arş'ı taşıyanların yerini t u ttuğunu söyleyerek terkibine "Arş'ı taşıyanların üstün, de" mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu, âlemlerin üstünde demektir" demişlerdir. Abd b. Humeyd'in Seleme'den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buy u rduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş'ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."

Arş'ı taşıyanların nitelik ve şekillerine dair çeşitli rivayetler vardır. Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace'nin Hz. Abbas'tan rivayet ettikleri, "uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz melek" haberi ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu cümledendir. Ebu Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle demişti r: Bu sekiz'in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."

Bütün dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve Kürsi'ye dair Âyete'l-Kürsi'de ve A'râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva âyeti"nde ve daha bazı yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf seyranı olmak üzere anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle ufuklarının açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı Mekkiyye" adlı eserinin "Arş'ın taşıyıcıları"na dair o l an onüçüncü bâbında şu anlamda bir nazım ile söze başlayarak,

"Arş ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman ile yüklüdür

Ve bu görüş, akla uygundur.

Yoksa yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,

O olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da

Cisi m, ruh, rızık ve mertebe

Burada senin sıralamandan başka bir açıklama yok.

İşte Arş odur, şeklini inceleyip araştırabilirsin

Ve Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.

O taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.

Bugün ise dörttür, buna "niçin" yoktur.

Muhammed, sonra Rıdvan ve Mâlik,

Ve Âdem ve Halil, sonra Cibrîl.

Mikâil'e İsrafil'i de ilave et tam

Sekiz alnı açık, yüzü pak, geceyi aydınlatan".>

Der ki: Allah sana destek versin ey samimi dost! İyi belle. Arap dilinde Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir. Bir hükümdarın mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı." denir. Bir de Arş denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir. Allah Resulü (s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette sekiz saymıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra demiştir ki "Onlar bugün dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise onlar sekizdir." Bize tarikat ehli kişilerin ilim, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden olan İbnü Meysere-i Cili'den şu ş ekilde rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim, ruh, gıda ve mertebeye tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve Muhammed ruhlar için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve tehdit içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını anlatacağız ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili birçok fayda vardır. Arş'ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli olanlardır. Onun maddi biçimi veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi gıdasını, cennete

girmekle mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair hissi mertebeyi ve ilmi ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört mesele üzerine kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci mesele ruh, üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur. Bunlardan her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk Arş'ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya çıkar ve bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler dedikten sonra bu meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü meselede şöyle demiştir: Yüce Allah her âlem için bir mutluluk ve mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır ki bunlar açıklamakla bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir. İstenilen gayeye ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine ulaşılmakla elde ed i len mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde kısımlara ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca uygun olmaz, ki gayr-i mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uyg u n olmaz. Bunların hepsi ya hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler, mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki elemler ve mutluluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki lezzetlerdir. Bunların da saf olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı ah i retle, karışık olanı dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu şeklinde görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile ortaya çıkar ve ahirete de mutsuz lukla gider. Mutlu da öyle. Fakat bunlar bizce mechuldür, bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli olur. Nitekim yüce Allah, "Ey günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o vakit mertebeler sahiplerini öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de değişim. Bu açıklamalardan sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin anlamı anlaşılmış olur. Bu sekiz, yüce Allah'ın nitelendiği sekiz ölçü ile ilgilidir ki bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekv i n sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan dünyada görünenler dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi mertebesi, mutsuzluk hissi mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet günü ise sekiz tamamıyla ortaya çıkar âyetinin mânâsı b u dur. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş kelimesinin "mülk" ile tefsir edilişine göredir. Taht mânâsında olan Arş'a gelince: Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki onu sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın mahşer yerine götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları hakkında da İbnü Meysere'nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz

konusu haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi arslan şeklinde, üçünc üsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz şeklindedir." Bu, işte Sâmiri'nin görüp de Musa'nın ilâhı diye hayal ettirdiğidir ki, o kavmine bir buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin ilâhınız ve Musa'nın ilâhı" demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı sö y ler ve doğru yola o ulaştırır."

Yine Şeyh şöyle der: "Arş'ın bir ayağı haber, bir ayağı hükümdür." O bu sözüyle Ayete'l-Kürsi'de geçtiği üzere Hasen'den rivayet olunan, "Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir." sözünün bir yorumuna işaret eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz taşıyıcının yüce Allah'ın sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan ifadesi dikkat çekici olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi akılla bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi "Alla h bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde makamı birinci gökte gösterilen Âdem'i Arş'ı taşıyanların arasında sayması garib görünür. İbnü Ebi Hatim'in İbnü Zeyd kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v) 'den rivayet ettiği hadiste Arş'ı taşıyanlar arasında İsrafil (a.s)'den başkasının ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail'in Arş'ı taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyle İsrafil ile birlikte Mikail, Cebrail ve Azrail'in Arş'ı taşıyan meleklerden olduklarını zan ve iddia edenlerin güvenilebilir b ir haberle bunu kanıtlamaları gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu güvenilebilir nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma yönüne gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah'a havale etmek elbette sağlam olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ şudur: Bu âyet, o gün yüce Allah'ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini açıklamaktadır. Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son bulacaktır.

18. O gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde Allah'ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz. Burada "arz olunursunuz" sözü "hesaba çekilirsiniz" sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için bir hükümdara askerlerinin arz olunmasına benzetilerek ifade edilmiştir. Bununla beraber dün y adaki arz ve sunmalar gibi dış görünüşe bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak üzere şöyle buyruluyor: Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz. "Ve herşeye hâkim olan bir Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 14/48) sırrı

tam anl amıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü Hâtim ve İbnü Merduye'nin Ebu Musa el-Eş'ari (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar kıyamet günü üç kere arzolunur. Bu arzların ikisi k arşılıklı kavga, mücadele ve özür beyan etmelerdir. Ama üçüncüsü, işte o zaman, ellerde amel defterlerinin uçuştuğu arzdır."

19. Şimdi bu şöyle açıklanıyor: Kitabı sağ tarafından verilene gelince, o şöyle der.. Bu kitap İsrâ sûresindeki "Herkesin amelini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, ona açılmış olarak kavuşacak." (İsra, 17/13) âyetinde açıklanan kitaptır ki insanın ömründe yapılan her şeyin yazıldığı amel defteri, dünyada yaptığı ve her gece ve gündüz melekl e rin kaydettiği amellerin sayfalarından meydana gelen "büyük defter" veya onun bilançosu gibi bir sayfaya yazılmış cetvelli özeti veya hesabının görüldüğüne dair bir belgesidir. Bunun asıl günlüğü insanın kendi hafızasında kendi boynuna asılıdır.

Bu ây ette geçen "yemin" kelimesi, birkaç âyet sonra gelecek olan "şimâl" kelimesine karşılık olduğundan "sağ el, sağ taraf" demektir ki sağlamlık, dürüstlük, uygunluk, temizlik, uğur, hayır ve kazanç ifade eder. Kitabın insana sağıyla verilmesi ifadesinde önem l i nükteler vardır. Evvela, insanın, bir işini kendi eliyle yapması, kendi gücü ve vasıtasıyla istediği gibi yapması, kazanması demektir. Sağ eliyle yapması sağlam, dürüst, uygun, kendi lehinde iyi yapması; sol eliyle yapması da tersine yapması; arkaya atm a sı ise ihmal etmesi, başkasından umması anlamlarını ifade eder. Onun için iyi amelleri yazan melekler sağda, kötü amelleri yazan melekler solda denildiği gibi melek sağdan, şeytan soldan gelir denir. "İyi amel yapanlara kitapları sağdan, kötü amel yapanla r a da soldan verilir." "Verilir" tabirinin kullanılması dahi hepsinin, Allah'ın verdiği muvaffakiyet, onun takdiri ve hükmü yürütmesine bağlı olması sebebiyledir. Çünkü "Herkesin amelini boynuna takdık." (İsrâ, 17/13) âyeti de gösterdiği gibi insanın k e ndi yazgısı kendi boynuna geçirilmiş; yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait olmakla birlikte insanın sorumluluğu kendi irade ve isteğiyle yapmış olduğu işlere bağlanması açısından insan, yaptığı hayır ve şer, iyi veya kötü, sevap veya günah amelleri işlerken kendi isteğiyle yaptığı için onu defterine kaydedecek olan meleklere, yazıcılara emreder gibi kendisi söyleyip yazdırıyor demek olduğundan kendi yazmış demektir. Eğer o

yazdırdığı, hesabına geçirttiği işlemler ilerde Allah'ın huzurunda kendi yüzünü kara çıkarmayacak şekilde iyi hesap edilmiş, alacağı borcu iyi karşılaştırılmış, yine kendi tarafından hak gözüyle kontrolden geçirilmiş, kârlı, güzel, iyi doğru, dürüst ameller ise o defterler kendi lehinde olmak üzere sağlam, hatırı sayılır, kendi hesabına güz e l yazı ile yazılmış bir defter olacağından o onu sağ eliyle ve lehine hizmet eden sağlam vasıta ile yazmış ve hesap görülürken hükmünü ve karar belgesini verecek olan hakim de onun lehinde olarak yazısını onun kendisine yazdırmış ve dolayısıyle hesabını k olayca kendine gördürüp hükmünü de istediği gibi kendine verdirerek karar belgesini sağ eliyle kendine teslim etmiş olur. Böyle olmak için de herkesin "Oku kitabını bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter."(İsra, 17/14) emri gereği hergün k endi boynuna geçirilmiş kitabı, günlük defteri demek olan hafızasında kendi nefsini ve meleklere yazdırdığı amellerini hak gözüyle okuyup Allah'a karşı kendi vicdanında kendi hesabını görmesi ve ona göre "Herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğun a baksın."(Haşr, 59/18) emrini uygulayarak yarın için hazırlanması gerekir. Bu da başta ve sonda Allah'ın başarı ihsan etmesi ile sonra o defteri meydana çıkaran ve hükmü verecek olan da nihayet yüce Allah olduğu için "kitabını sağıyla yazan" buyrulmamış, " kitabı kendine sağıyla verilen" buyrulmuştur. Vicdanında hergün Hakk'a karşı kendini sorgu ve hesaba çekmeyen kimse işini arkaya atmış, defterini kendi haberi olmaksızın ve zararını düşünmeksizin ağzına geleni söyleyerek arkadan arkaya yazdırmış demek ola c ağı gibi, işini Allah'ın koyduğu sınırlar içinde doğru yapmayan, eğriyi doğru, doğruyu eğri yapmaya kalkışarak defterini kötü amellerle ve hep borç sahifeleri ile doldurtan kimse de defterini ters tutmuş, solak yazmış, yazdırmış demektir. Oysa meleklerin t uttuğu tutanak onun aleyhinde olarak yapılan muamele ve işlemi olduğu gibi göstermiş ve ona imza ettirilmiş olduğu için sağlam, doğru ve esasen hatırı sayılır ve geçerli bulunduğundan, o kimse de kendi yaptıklarını kendi yazmış, fakat kendine düşman gibi a leyhinde olmak üzere siciline işletmiş ve imzalamış, ters yola gitmiş olduğunu o gün anlamış bulunur.

Diğer bir nükte: Allah'a inanarak ve vereceği hesabı düşünerek hakkı ve hayrı sevip batıl şeylerden ve kötülükten sakınmış olan kimsenin Allah'ın huzurunda yüzü ak olarak, hesabı dost tarafından görülmüş, hüküm ve karar belgesi dürüst dost eliyle sağdan lehine verilmiş olur. Aksine Allah'ı inkâr eden, hakkı ve hayrı sevmeyip nankörlük ederek aksine giden kimselerin hesabı da sevmediği düşmanı tarafı n dan görülmüş, hükmü ve karar belgesi de aleyhine olarak

soluyla verilmiş olur. Onun için kitabı kendine sağ tarafından verilmiş olan kimse o gün dost huzurunda hesap verirken veya hesabının güzel olduğuna dair onun verdiği hükmü, belgeyi sağ eline alınca hesabına olan ümidini veya hesap neticesinde kardeşlerine neşe ve sevincini veya cennete giderken pasaportunu göstermek üzere der ki:

20. Ha işte size alın, gelin bakın Okuyun kitabımı, çünkü ben, ben anlamıştım ki, ben herhalde birgün olup hesabıma kavuşacağım yani böyle inanmış, bu düşünce ve zannı beslemiştim de ona göre hesabımı ölçülü davranarak sağlam, defterimi dürüst tutmuştum. "Oku kitabını, bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter." (İsra, 17/14) emrine uymuştum diyer e k yüz aklığı ile kendini gösterir, sevinir.

Bu verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin olarak inanması ve iman etmesi gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette geçen "Zan"nı, "önceden bilmek ve inanmak" mânâsına alarak bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla beraber bazılarının dediği gibi bu, şu demek de olabilir: Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirke n bir zorlukla karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, pek esirgeyen engin m e rhameti olan sevgili Rabb'imin sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir, diye sevinir. Bu mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur.

21. Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun bir yaşayış içindedir Memnunluk ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın sahibinin sıfatı iken "radıye" yani hoşnut olan ve "merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan mertebelerinin hepsine birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen "isnât-ı mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine nisbet edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi razı ve hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel işlerinden feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın kendisi de ondan razı, o kendisi merdi yani kendis i nden razı olunmuş ve sevilmiş olacaktır demek olur.

22. Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir cennette.

Dünya cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve elemlerle karışık değil, saf bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek olan yüksek ahiret cenne tinde, ki

23. devşirimleri yani koparılıp toplanacak yemişleri, meyveleri, nimetleri uzakta değil, yakında sarkıp duruyor.

24. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.

İSLÂF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah'a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet e tmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü der d in bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İş t e bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır.

25. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.

İSLÂF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren t üccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah'a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bu n lar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve e s enlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle mu r ada ererek kurtulacaklardır.

26. Fakat vay o günleri boşuna geçirenlere veya sonu gelmez sonsuz heva ve heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara kaptıranlara. Çünkü nice kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar amma, Hak için Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine hizmet için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan alabildikleriyle kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de batan mal gibi batar gider. Hak yanında elem ve yoksunluktan başka ke n dilerine birşey kalmaz. Bütün o kıyamet onların başında patlar, bunlar kitaplarını tersine ve solak yazanlardır. Onun için buyruluyor ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle der Ah ne olaydı o burada "o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk ölü m şeklinde tefsir

edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce geçmemiştir. Fakat mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış ve bunu söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir.

27. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.

KÂZÂ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş ça r esi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "N e ye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yaradı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.

28. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.

KÂZÂ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "Neye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yar a dı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.

29. Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve salt a nat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler:

Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş:

"Dolu kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki d evletin pazısı ve Rüknüddevle'nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen "gallâbu'l-kader"dir.

Kendisine "gallâbu'l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunu r. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir.

30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,

31. sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim'e atın onu" demektir.

32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan sayıdır, hikmetini Allah b ilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu, uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin ç o k uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu

iki cümle ile açıklanıyor:

33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman etmiyordu.

34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim diye ha l kı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.

35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.

HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir.

BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir et mişlerdir. Yani o Allah'a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu gibidir.

İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır.

ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus'ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.

36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in,

"Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.)

37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu âyet yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile sona eren bu sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn, "hâtı"in çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki onların en büyük günahı yalanlama ve isyan idi.

Şimdi akılla bilinmesine imkan olmayan o kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve korkutma ile belleyecek kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan alınması gereken en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

38- Andolsun gördüklerinize,

39- Ve görmediklerinize..

40- Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür.

41- O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz.

42- Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!

43- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

44- O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,

45- Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.

46- Sonra da onun şah da marını keser atardık.

47- O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.

48- O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için unutulmayacak bir öğüttür .

49- Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var.

50- Kuşkusuz bu Kur'ân kaf irler için bir pişmanlık vesilesidir.

51- Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.

52- O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle.

38. Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi kolay değil ey o yalanlama suçunu işleyip duran günahkârlar. Andolsun gördüklerinize ve görmediklerinize. Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen, gözlenebilen ve gözlenemeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler dahildir. Atâ: "Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret sırlarıdır." demiştir. B u, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde doğa ve doğa ötesi şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle melekler, dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peyga m ber'in gösterdiği ve göstereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait olanlarını, indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan âyetleri de düşünmek gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu oluyor: "Her ne ki görüyors unuz" ve "göreceksiniz, görür ve görebilirsiniz" "ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara

yemin ise şunu ifade eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte olduğunuz ve şimdi görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve hiç görmeyeceğiniz ve göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş ve daha neler olacak, neler gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve anlayabileceğiniz ve daha anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve tatlı ne olaylar, ne belalar, ne nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde bulunan inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder de görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üzere size, şu ânı ve geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi göstererek derim ki,

39. Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi kolay değil ey o yalanlama suçunu işleyip duran günahkârlar. Andolsun gördüklerinize ve görmediklerinize. Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen, gözlenebilen ve gözlenemeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler dahildir. Atâ: "Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret sırlarıdır." demiştir. Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde doğa ve doğa ötesi şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle melekler, dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peygamber'in gösterdiği ve g ö stereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait olanlarını, indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan âyetleri de düşünmek gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu oluyor: "Her ne ki görüyorsunuz" ve "göreceksiniz, görür ve görebilirsiniz" "ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara

yemin ise şunu ifade eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte olduğunuz ve şimdi görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve hiç görmeyeceğiniz ve göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş ve daha neler olacak, neler gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve anlayabileceğiniz ve daha anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve tatlı ne olaylar, ne belalar, n e nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde bulunan inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder de görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üze r e size, şu ânı ve geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi göstererek derim ki,

40. "Şüphesiz Kur'ân, kerim bir Peygamberi'n getirdiği sözdür." Şundan gâfil olmamak gerekir ki: "Burada bu yeminde pozitivizmin en önemli bir hatasına dikkat çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca iki kaynağı vardır:

Birisi: Sofestaîlik, safsatacılıktır ki, bunlar gördüklerini de yalanlarlar. Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bakara sûresinin başında da geçtiği üzere bunlara hitap edilemez. Bunlara bir şey söylemenin hiçbir yararı olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar için. Bununla beraber böylelerine de "sakın, başına taş düşecek" denilsin de, dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın.

Birisi de pozi tivistlik, yani fazla müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da gördüklerine inanır, görmediklerini yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez tehlikelerden korunmak için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan maks a t gördüklerine saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden korunarak hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil, görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen yönden gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak başka gerçek yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini büsbütün yok sayıp inkâr etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin yani safsatacıların yaptığı gibi olumsuz bir körlük ve inatçılıktan ibaret büyük b i r hatadır ki kendi bildiklerinden başka ilim yok sayan, îman sınırına yaklaşmak istemeyen kuru akılcı rasyonalistlerle mahdut tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr etmeyi, yok saymayı isbat zannederek haberlere, olağanüstü şeylere inanmamış, akıl ve tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine

yanıp gitmişlerdir. Evet Mülk Sûresi'nde de geçtiği üzere bakıp görmek ve denemek insan için, ilim için en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim gördüklerimizden ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir. Gördüklerimizi, denediklerimizi ispat ederken, görmediklerimizi, kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi kabul etmeyip inkâra kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin onayından geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, h içbir gözlem, hiçbir duygu, hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, "görülen, tekrar tekrar denenen sınırın ilerisi yoktur, burada dur, bekle" dememiştir. Aksine bütün denemelerin olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin ilerisi var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla yürümeyin, görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere rastlıyacağınıza inanarak yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi ihtibar, yani nefsin vuku bulan olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin vuku bulan şeylere uyum sağlayabilmesindedir. Haber'i yok sayarak kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel arzu ve hevesleriyle tehlikeye gider.

Olaylardan haberdar olmak ise basit ve değersiz olan dokunma, tatma, koklama duyularından ibaret olmadığı gibi görme duyusundan da ibaret değil, işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır. Hatta haberin en geniş sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla kavranamayacak haberler getirir. Haber alma n ın önemi büyüktür. Onun içindir ki devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike gelmesi ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı etmezler. O halde hiç yalanı tutulmamış, ahlakı, akıl ve anlayışı eğrilikle lekelenmemiş, tecrübeler neticesinde güvenilir ve doğru sözlü olarak tanınmış, ne söylediğini bilen bir habercinin her türlü sıkıntıyı göze alarak kesin bir iddia ile, "Ben güvenilir kaynaktan haber aldım, bu böyledir. Şimdi akıllarınızın eremiyeceği şekilde şöyle olac a ktır. İnanın, sonra anlayacaksınız." diye yeminler ederek verdiği haberi "öyle şey olmaz" diye yalanlamaya kalkışmak, gerek kuramsal akıl, gerekse pratik akıl bakımından pek büyük hata olmaz mı?

Mekke'de ortaya çıkıp da her şeyi göze alarak, "Ey Mekkeliler! Sizler ve bütün insanlık pek büyük bir tehlike içindesiniz. Eğer Allah'a inanır benim verdiğim haberleri dinler, bana uyar, özveride bulunursanız gerçi birçok sıkıntı çekecek, mal ve can kaybı vereceksiniz amma daha büyük tehlikeden, korkunç musibe t ten kurtulacak, Kayser ve Kisra'yı tepeleyip yalnız Hakk'a kul olarak

insanlığa hakkı tanıtacak önderler olacak, Allah yanında hak murada ereceksiniz. Allah bana böyle dedi ve bu Kur'ân'ı verdi. Bu dünyanın sonu nasıl olsa ölüm değil mi, gelin onunla inleye inleye ateşe gitmektense güle güle can verip Hakk'ın cemaline kavuşalım" diye çağrıda bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'e, o zaman bir taraftan gördüklerine saplanarak, bir taraftan gördüklerini bile tamamen yok sayarak "deli" diyenlerin "bize şiir söylüy o rsun" veya "bazan üstüne rast getiren ve çoğu zaman yalancı çıkan kâhinler gibi kehânet taslıyorsun" veya "bizi büyüleyip anlamadığımız bir yönden aldatmak, böylece kendin yararlanmak, yaşamak istiyorsun, bize kendi çekip durduğumuz zarar ve ziyanlar ye t miyormuş gibi bir de sen mi aldatmak istiyorsun?" diyenlerin ilk bakışta akla uygun gibi görünen sözleriyle sonundaki gerçek karşılaştırılacak olursa ve gerçekte yirmi küsur sene sonra o müşriklerin, Kayserlerin, Kisraların tepelenip İslâm nurunun her t a rafa yayıldığı tecrübe sahasında, imtihan meydanlarında sözle değil, yapılmak suretiyle gerçekleşerek kendini gösterdiği düşünülürse, akıllı kim, deli kim, kim haklı ve aldanan kim olduğu tecrübe ile ortaya çıkmış, anlaşılmış olmaz mı? O halde görülene tu t unup da müsbet gitmek isteyenler için bulundukları noktada durup kalacaklarına bu haberlerin henüz görünmeyen yönlerini de göz önüne alarak yalanlama ve inkardan sakınmak ve bulundukları halde kalamıyacaklarını bilerek ahiretin o yüce mutluluğuna ermek iç i n aşk ve sevgi ile hakka doğru yürümek daha olumlu ve daha kârlı olmaz mı? İşte yüce Allah; bütün tecrübelerin, isbatların esası olan "görülen var, görünmeyen var, gördüklerinize saplanıp kalmayın" temel kuralını aşılamak ve bu suretle haberi inanılacak d uruma getirmek için görülene ve görülmeyene yemin edip hepsini şahit göstererek buyuruyor ki, haberiniz olsun o yani sadece akıl yoluyla bilinemiyecek olan o haberleri size bu eşsiz ifadelerle bildirip öğüt vermek üzere okunan Kur'ân gerçekten kerim; saygı ve hürmete layık, ikram ve cömertlik sahibi yüce bir elçinin, büyük bir Hak elçisinin getirdiği sözdür. O, yalanlanması değil, saygı ile, inanç ile dinlenmesi gereken bir sözdür. Çünkü elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Âyette geçen 'den, yani " s aygıya değer elçi"den maksat Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Tekvir sûresinin 19. âyetinde geçen "Rasûlin kerim" Cebrâil olduğu gibi, burada da öyle olduğu görüşünde olanlar olmuşsa da oradaki ipuçları ile buradaki ipuçlarının farkı vardır. Orada "Kuşkusuz o s aygı değer bir elçinin sözüdür. O elçi pek kuvvetlidir. Arş'ın sahibi olan Allah'ın yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunur, kendisine itibar edilir. Arkadaşınız

mecnun değildir. Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü. O Peygamberin gayp konusunda hiçbir zaafı yoktur. Ve Kur'ân, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir."(Tekvir, 81/19-25) vasıflarıyle ve "Sahibüküm" (sizin arkadaşınız) diye tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.v)'in açık ufukta gördüğü pek kuvvetli elçinin kovulan şeytan olmadığı anlatılmış olduğundan o değerli elçinin Allah tarafından Peygamber'e gelen Cebrail olduğu açıktır. Oysa o değerli elçinin şair, kâhin olmadığını söyleyen şu âyetlerin burada Hz. Peygamber'in değerini açıkladığı ortadadır. Kuşkusuz o Kur'ân, Kerim bir elçinin b ildirisidir.

41. O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün kusursuzluğunu biraz takdir etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi imana benzer bir parça duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini duymamak, elçinin değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu, kıyametin hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmektir. Böyle benze r ini görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle işin içinden çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa olsun büyük bir elçinin bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir demek ne büyük hata, ne büyük gaflettir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve takdir etmekten uzak olan o duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varıldığı vakit sahibini esenliğe çıkaracak gerçek bir ima n ile işe sarılmak gerekir.

42. O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün kusursuzluğunu biraz takdir etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi imana benzer bir parça duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini duymamak, elçinin değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu, kıyametin hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmekt i r. Böyle benzerini görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle işin içinden çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa olsun büyük bir elçinin bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir demek ne büyük hata, ne büyük gaflet t ir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve takdir etmekten uzak olan o duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varıldığı vakit sahibini esenliğe çıkaracak g erçek bir iman ile işe sarılmak gerekir.

43. O, bütün âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan indirilmedir. O elçi, onu olduğu gibi bildirmekle görevli değerli bir elçidir. İşte Kur'ân'ın hakikatı budur. Yukarıda "O değerli bir elçinin sözüdür." denilmişti. Eksik düşünenler "elçi" ve "değerli" sıfatlarının mânâlarını iyi düşünmeyerek Kur'ân'ın hiç olmazsa lafızları o elçinin kendi tarafından Allah namına söylediği kendi sözü imiş gibi yanlış bir zanna düşmesinler diye burada Kur'ân'ın hem mânâsı hem de l afızları Allah tarafından parça parça indirilmiş olduğu belirtilerek, "Bütün âlemlerin Rabb'ı olan yüce Allah'tan indirilmedir." diye gerçeği açıklanmış ve bunu daha çok vurgulamak ve kanıtlamak için de buyrulmuştur ki:

44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı

45. biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık.

46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık.

VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik.

47. O vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu sav unamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan,

yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirilmedir.

48. Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetlerine gelince, ve o korunacak takva sahipleri için bir tezkiredir. Yani bir öğüt, yollarını gösterecek bir hatırlatıcıdır. Onlar için bir öğüttür. Çünkü faydalanacak olanlar onlar, öyle korunmak hissini besleyen saygılılardır.

49. Bununla beraber biz biliyoruz ki, sizin içinizden yalanlayan inkârcılar vardır. Yani biz onların cezalarını veririz.

50. Ve çünkü o Kur'ân, onun kıymetini bilmeyip nankörlük eden kâfirlerin üzerine de gerçek bir hasrettir. Onlar kıyamet günü takva sahiplerinin aldıkları sevabı görünce sonsuz bir özleyiş içinde kalacak, iç çekeceklerdir.

51. Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe olmayan bir kitaptır. Şiir, kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun ilme'l-yakîn (kesin olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi gözü ile görüp mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde hiç şüphe olmayan)'dır. (Vâkıa sûresinin sonuna bkz.)

52. O halde ey değerli elçi! "Haydi Rabbinin yüce ismiyle tesbih et".