27 Temmuz 2007 Cuma

İNŞİKAK SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı ilk ayette geçen 'inşikak' kelimesinden alınmıştır. İnşikak masdardır ve ayrılmak-yarılmak anlamlarına gelir. Bu kelime ile göğün yarılması kastolunmaktadır.

Nüzul zamanı: Bu sure Mekke'nin ilk dönemlerinde nâzil olmuştur. Surenin muhtevasından müslümanlar üzerinde baskı-zulüm devrinin henüz başlamadığı anlaşılıyor. O dönemde müşrikler sadece Kur'an davetinin doğruluğunu yalanlıyor, kıyametin vukû bulacağını ve Allah'ın huzurunda toplanacaklarını inkâr ediyorlardı.

Konu: Bu surenin konusu kıyamet ve ahiret günü ile ilgilidir. İlk 5 ayette kıyametin nasıl gerçekleşeceği anlatılmış ve bunun yanısıra deliller serdedilmiştir. Kıyamet gününde vukû bulacak hadiseler şu şekilde anlatılmıştır: O gün gök yarılacak ve yeryüzü düz bir meydan gibi olacaktır. Yeraltında ne varsa, yani insanların tüm âzâları (onun hakkında şehadet edecek herşey) arzın üstüne çıkacaktır. Bu hadiselerin delili sadece Allah'ın (c.c) bu konuda emir vermesidir. Yeryüzü ve gökyüzü Allah'ın emrine tâbîdirler ve Allah'ın emri bu şekilde olduğu için zikredilen hadiseler vukû bulacaktır.

Daha sonra 6. ayetten 19. ayete kadar insanın, idrak etsin ya da etmesin mecburen Allah'a hesap vereceği, O'nun huzurunda bulunacağı ve o yöne doğru gidip-durmakta olduğu anlatılmaktadır. İnsanlar iki gruba ayrılmıştır. Birinci grup ki onlara amel defterleri sağdan verilecektir.

Ayrıca onların hesap vermesi pek kolay olacağı gibi Allah (c.c.) onları affedecektir de. Diğer grup ise, amel defterleri arkadan verilenlerdir. Onlar 'keşke ölüm bir an evvel gelse' diye temenni edecekler ama onlara ölüm gelmeyecek ve cehenneme sürüleceklerdir. Böyle bir sonla karşılaşmalarının nedeni, onların dünyada iken Allah'ın huzuruna çıkmayacaklarını söylemeleri ve yaptıklarının karşılığını vermeyeceklerini zannetmeleridir. Oysa Allah (c.c.) onların tüm yaptıklarını (en ince ayrıntısına kadar) gözlüyordu. Aklen herşeyin bu gerçeğe delalet etmesine rağmen yine de onlar hesap gününü inkâr ediyorlardı. Onların adım adım dünyadan ahirete doğru yol almaları ve yaptıklarının karşılığını görecekleri, tıpkı güneşin batışından sonra tekrar doğuşu, gündüzden sonra gecenin gelişi, insan ve hayvanların yuvalarına dönüşü ve hilâlin yavaş yavaş bedir haline gelişi gibi açık ve kesindir.

En sonunda kâfirlere acı bir azab haber verilmektedir. O kâfirler ki, Kur'an'ı duyunca secde etmezler ve aksine O'nu yalanlarlar. İyi işler yapanlara ise, sayısız mükâfatlar müjdelenmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Gök, yarılıp-parçalandığı,

2 Ve 'kendi yaratılış gereğine uygun' olarak Rabbine boyun eğdiği zaman;1

3 Yer, düzlendiği,2

4 İçinde olanları dışa atıp boşaldığı3

AÇIKLAMA

1. Ayetin orijinalinde asıl ifade ve ezinet lirabbiha şeklinde geçmektedir: 'Rabbinin emrini işiteceklerdir' anlamına gelmekle birlikte bu ifade, Arapçada bir deyim olan (kelime) sadece duymakla kalmayacaklar, Allah'ın emrine tam teslimiyetle uyacaklardır anlamında da kullanılmaktadır.

2. Yeryüzü dümdüz edildiğinde, yani denizler, dereler kaldırılacak, dağlar parçalanacak ve arz düz bir meydana dönüştürülecektir. Tâhâ-106.107'de bu husus şöyle beyan edilmiştir: "Yerlerini boş, dümdüz bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik, ne de bir tümsek göremeyeceksin." Hakim ve Müstedrek salim bir senetle Hz. Cefar bin Abdullah'tan rivayet olunan şöyle bir hadis nakletmişlerdir. "Kıyamet günü yeryüzü bir sofra gibi serilecek ve insanlar için orada ancak ayak basılabilecek kadar bir yer olacaktır." Unutulmamalıdır ki, o gün ilk insandan kıyamete kadar dünyadan gelmiş-geçmiş tüm insanlık diriltilecektir. İşte bundan ötürü dağlar, denizler, dereler ve ormanlar kaldırılarak, yeryüzü düzeltilecektir. Ancak bu şekilde bunca insan ayak basabilmek için yer bulabilir.

3. Yani tüm ölüler kabirlerinden dışarı atılacak ve bunun yanısıra yer altında bulunan (insanların yaptıklarına şehadet edecek) herşey dışarı çıkacaktır. Yerin altında gizli ve saklı hiçbir şey kalmayacaktır.

5 Ve 'kendi yaratılış gereğine uygun' olarak Rabbine boyun eğdiği zaman.4

6 Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın;5 sonunda O'na varacaksın.

7 Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse,

8 O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,6

9 Ve kendi yakınlarına da sevinç içinde dönmüş olacaktır.7

10 Kimin de kitabı ardından verilirse,8

11 O da, helâk (yok olmay)ı çağıracak,

12 Çılgın alevli ateşe girecek.

13 Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi.9

14 Doğrusu o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı.

15 Hayır; gerçekten onun Rabbi, kendisini çok iyi görendi.10

AÇIKLAMA

4. Buraya kadar Rabbine mülâki olan insanın sonunun ne olacağı izah edilmemiştir. Ancak daha sonraki ayetlerde bu husus açıklanmaktadır. Rabbine doğru bir yol tutan insan, O'nun huzurunda hazır bulunacak ve yaptıklarının karşılığında ceza veya mükafat görecektir.

5. Yani dünyadaki tüm telaş, zahmet ve meşakkatı insan 'sadece bu dünya vardır' inancıyla çekmektedir. Oysa gerçek, insanın ister istemez kendini Allah'ın huzurunda bulacağıdır.

6. Yani onların (iyilerin) hesabı zor olmayacak ve onlara dünyada hangi kötülükleri yaptın? diye sorulmayacaktır. Şayet iyilikleri kötülüklerinden ağır basarsa, onların hesabı görülürken kötülükleri affedilecek ve onlara bu konuda hesap sorulmayacaktır. Kur'an'a göre kötüler hesaba çekilirken hesapları çok zor olacaktır. Bu husus Rad-18'de hesabın en kötüsü ifadesi ile anlatılmıştır. Salih insanlar için ise, Ahkaf-16'da hesaplarının nasıl olacağı hakkında şöyle buyurulmuştur: "Onlar öyle kimselerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul eder ve onların kötülüklerinden geçeriz, cennet halkı arasındadırlar. Bu kendilerine doğru vaadedilen vaaddir." İmam Ahmet, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Davut, Hakim İbn Cerir, Abd bin Hamid ve İbn Merdûye, değişik ifadelerle Hz. Aişe'den rivayet edilen şöyle bir hadisi nakletmişlerdir. "Her kimden hesap sorulduğunda vay onun haline!" Hz. Aişe (r.a) Rasulullah'a şöyle dedi: Ya Rasulallah! Allah, kimin eline defteri sağdan verilirse onun hesabı kolay olacaktır, demiyor mu? Hz. Peygamber (s.a): "Onun sadece hesabı görülecektir. Öyle uzun uzun soruşturulmayacaktır." buyurdu. Diğer bir rivayete göre Hz. Aişe şöyle der: "Bir defasında Rasulullah'ı namazda şöyle dua ederken duydum: "Yarabbi! Hesabım kolay olsun!" Selam verdikten sonra, ona bu duanın anlamını sordum. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kolay hesap kulun hesabının hemen görülmesi ve affedilmesidir. Ya Aişe! Her kimden hesap sorulduysa o helâk oldu."

7. Ayette geçen onun ehli ifadesi ile onun akrabası, dostları ve onun gibi azaptan kurtulanlar kastolunuyor.

8- Hakka Suresi'nde "amel defterlerinin sol elleri tarafından verileceği" beyan edilmişti. Bunun nedeni herhalde şu olmalıdır. Kâfir yaptığı işlerin kötü olduğunu bildiği için, utanarak eline arkaya çekecek, fakat buna rağmen amel defteri arkasından eline verilecektir. Kısaca bundan kurtuluş yoktur.

9. Yani onların hâli salih insanların tam tersidir. Bu husus hakkında Tur-260'da şöyle buyurulmuştur: "Daha önce biz ailemiz içinde korkardık dediler" Yani onlar çoluk-çocuklarının muhabbet ve sevgisi, ahiret hayatlarını tehlikeye sokmasın diye, her an bunun korkusu içinde yaşarlardı. Kâfirler ise, tam aksine çoluk-çocuklarına eğlence dolu bir hayat geçirtebilmek için haram-helâl demeden her yola başvururlar ve onların refahı için başkalarının haklarına tecavüz ederek, Allah'ın hudutlarını çiğnerlerdi.

10. Yani eğer Allah (c.c.) onlardan hesap sormayacak olursa, bu O'nun insaf ve adaletine ters düşmüş olurdu.

16 Yoo, şafak-vaktine yemin ederim,

17 Geceye ve toplayıp-taşıdığı şeylere,

18 Ondördüne girdiği zaman aya;

19 Siz, gerçekten tabakadan tabakaya bineceksiniz.11

20 Şu halde onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar?

21 Kendilerine Kur'an okunduğunda secde etmiyorlar.12

22 Tersine, o nankörler, yalanlıyorlar.

23 Oysa Allah, onların içlerinde saklı tutmakta olduklarını daha iyi bilendir.13

24 Bu durumda sen, onlara acıklı bir azab ile müjde ver.

25 Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir (mükâfat) vardır.

AÇIKLAMA

11. Yani siz hep aynı halde kalmayacaksınız. Gençlik, yaşlılık ve ölümden sonra berzah aleminde diriltilecek ve mahşerde ceza ve mükâfat aşamasına geleceksiniz. Bunun için üç şey üzerine yemin edilmiştir. Güneşin batışından sonraki şafağa, gündüzden sonra gelen gecenin karanlığına (ki o zaman insan ve hayvanlar evlerine dönerler) ve derece derece büyüyerek hilâlin bedir haline gelişine. Yani tüm bunlar, insanın içinde yaşamakta olduğu kainatta herşeyin devamlı bir hareket halinde olduğuna şehadet etmektedirler. Bu nedenden ötürü, kâfirlerin "ölümden sonra herşey bitmiş olacaktır" şeklindeki düşünceleri yanlıştır.

12. Yani onların içinde Allah (c.c.) korkusu bulunmuyor ve bu yüzden Allah'a secde etmiyorlar. İmam Malik, Müslim, Nesei, Ebu Hüreyre'nin (r.a) rivayet ettiği şu hadisi naklederler. "Rasulullah İnşikak suresini okurken, bu ayetin okunuşu esnasında secde etti." Buhari, Müslim, Ebu Davut ve Nesei, Ebu Râfî'nin rivayet ettiği şu hadisi naklederler. "Ebu Hüreyre yatsı namazını kıldırırken, İnşikak suresini okudu ve bu ayete geldiğinde secde etti. Ben (Ebu Râfi) Ebu Hüreyre'ye bunun nedenini sordum. O da şöyle cevap verdi: "Peygamberin arkasında namaz kılarken, bu ayeti okuduğunda secde etmişti. Bundan dolayı ben ömrümün sonuna kadar bu ayeti okuduğumda secde ederim." Müslim, Ebu Davut, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Ebu Hüreyre'den (r.a) ayrıca şöyle bir hadis nakleder: "Rasulullah bu ayeti okurken secde etti."

13. Diğer bir anlamı şöyle olabilir. Kalblerinde olan küfrü, inadı, Hakka karşı düşmanlıklarını, kötü niyetlerini ve bozguncu düşüncelerini Allah (c.c.) çok iyi bilir.

İNŞİKAK SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Gök yarıldığı,

2- Rabbini dinleyip O'na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman!

3- Yer uzatılarak dümdüz yapıldığı,

4- İçindekileri dışarı atıp boşaldığı,

5- Ve Rabbine yaraştığı şekilde O'na kulak verip boyun eğdiği zaman.

6- Ey insanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalayacak, sonunda O'na kavuşacaksın.

Göğün yarılmasına ilişkin açıklamalar daha önceki surelerde geçmişti. Burada yeni olan göğün Rabbine teslim oluşudur. Hakkın onun üzerine egemenliğidir. Göğünde bu hakkın egemenliğine boyun eğmesi ve ona itaat etmesidir. "Rabbini dinleyip ona yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman!"

Göğün Rabbine boyun eğmesi, Rabbinin yarılmaya ilişkin emrine teslim oluşu ve itaat edişidir. "Hukkat" yani hak üzerine çöktü. O da Rabbine teslim olduğunu, boyun eğdiğini kabul etti demektir. Bu da boyun eğişin göstergelerinden biridir. Çünkü bu onun üzerine bir haktır. O da, bu hakkı teslim etmektedir. Yine burada yeni olan bir konu da yerin uzatılmasıdır. "Yer uzatılarak dümdüz yapıldığı zaman." Bu yerin şeklinin ve hacminin yayılıp uzaması anlamına gelebilir. Dünyayı bu şekilde tutan ve ona hükmeden evrensel yasaların işlemesi neticesinde bu tür olayların meydana geldiği ifade edilmek istenmiş olabilir. Bu konuda dünyanın küre halinde veya elips şeklinde atması bu yasalara bağlıdır. Kur'an'ın ifadesi, dünyada meydana gelecek bu değişikliğin dıştan gelen bir etki ile olacağını ifade etmektedir. Zira burada kullanılan fiil edilgen biçimde kullanılmıştır. "uzatıldı".

"İçindekileri dışarı atıp boşaldığı zaman." Bu ifade dünyayı canlı, bir varlık gibi tasvir etmektedir. İçindekileri dışarı atan ve herşeyini boşaltan canlı bir varlık gibi. Dünyanın içinde yer alan şeyler ise pek çoktur. İşte şu haddi hesabı olmayan yaratıklar dünyanın içindedir. Nesiller boyunca yerin, içine Alıp üzerini kapattığı varlıklar. Allah'tan başka kimse bilemez. Yerin içinde gizli olan diğer varlıkları, madenleri, suları ve gizlilikleri Allah'tan başka kimse bilemez. Bunları yeryüzü bize, Kuşaktan kuşağa, nesilden nesile asırlar boyunca taşıp getirmiştir. O gün gelip çatana kadar: "İçindekileri dışarı atıp boşaldığı zaman."

"Ve Rabbine yaraştığı şekilde O'na kulak verip boyun eğdiği zaman:' Nasıl ki gök Rabbine boyun eğmiş ve yaratılış gayesine teslim olmuşsa, onun emrine isteyerek bağlanıp itaat etmişse, bunu boynuna borç kabul etmiş ve bu hakkından dolayı Rabbinin emrine bağlanmışsa yerde aynı şekilde Rabbine boyun eğip bağlanmıştır.

Bu tasvir edici ayetler yeri ve göğü ruh sahibi varlıklar halinde göstermektedirler. Yer ve gök canlı iki varlıktır. Emre kulak veriyorlar. Derhal onu yerine getiriyorlar. Hakkı kabul eden, sonucuna hiçbir dönekliğe yeltenmeden, zorlanmadan, teslim olan insan gibi teslim oluyorlar.

Bu sahne evrenin o günkü değişim sahnelerinden biri olmasına rağmen bu suredeki anlatımı üzerinde boyun eğişin, yüceliğin ağır başlılığın ve derin bir sükunetin izlerini taşımaktadır. Bu isé insanın düşüncesi üzerinde hiçbir zorlamanın, karşı koymanın ve tereddüdün yer almadığı derin bir saygıyla teslim oluşun ve bağlanmanın gerekliliğine işaret etmektedir.

Bu boyun eğiş ve bağlanış havasının egemen olduğu bir ortamda insana yüce bir çağrı yapılmaktadır. Burada insanın önünde yeri ve göğü ile rabbine bu şekilde teslim olmuş koca bir evren durmaktadır.

"Ey insanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalayacak, sonunda O'na kavuşacaksın."

"Ey insan!" Ey Rabbinin güzellikle kendisini yarattığı ve "insanlık" özelliği ile diğer varlıklardan ayırdığı insan. Sen evrende bu müstesna özelliklerinle Rabbini daha iyi tanımalısın. Yerden ve gökten daha çok O'nun emrine bağlanmalısın. Zira O sana ruhundan bir soluk üfürmüştür. O'nunla iletişim kurma gücünü vermiştir sana. O'nun nurundan bir parça alabilir, O'nun biricik emirlerini karşılama ile sevinebilirsin. Onlarla arınabilir, sınırsız bir şekilde yükselebilirsin. İnsan için takdir edilen olgunluğa kadar ilerleyebilirsin. Bu kemalin, bu olgunluğun ufukları çok yücedir, çok uzaklardadır!

"Ey insanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp, çabalayacak, sonunda O'na kavuşacaksın: ' Ey insan! Yeryüzündeki hayat yolculuğunu yorularak geçireceksin. Ağırlığını taşıyacak, var gücünü kullanacak binbir güçlükle yolunu yarıp gideceksin, sonunda Rabbine ulaşmak için. Zira dönüş O'nadır. Herşey O'na varır. Çaba ve gayretten, eziyet ve cihattan sonra.

Ey insan! Sen dünya nimetleri için yorulmaktasın. Bu nimetlere ulaşabilmen için bir dizi zorluk ve sıkıntı çekmektesin. Bedensel ve fiziksel yönünden çaba ve yorgunluğun olmasa dahi düşünce yönünden yoruluyor, düşüncelerinle çabalıyorsun. Fakat sonuçta bolluk içinde olan ile yoksulluk içinde olan aynı durumdadır. Çabanın çeşidi ve zorluğun türü değişmektedir sadece Ama çaba ve yorgunluk insan hayatına iyice kök salmış bir gerçekliktir. Yolun sonunda herkes Aynı şekilde Allah'ın huzuruna varacaktır.

Ey insan! Sen dünyada asla rahat yüzü görmeyeceksin. Rahat ancak oradadır, ahirettedir. Oraya daha önceden teslimiyeti ve itaati ile hazırlık yapanlara, rengi ve tadı değişse de yorgunluk birdir. Çaba ve gayret birdir. Fakat Rabbine ulaştığında sonuç değişmektedir. İnsanlardan biri bu dünyanın zorluğundan çok öte bir zorlukla karşılaşacaktır. Biri de o güzelim nimetlere kavuşacaktır. Öyle ki bu nimetlere kavuşan insan bir çırpıda yeryüzündeki tüm acılarını unutacak ve bu onu hiç çaba göstermemiş, hiç yorulmamış gibi hissettirecektir.

Ey "insan", özellikleriyle farklı bir konuma gelen insan. Dikkat et! Yüce Allah'ın sana verdiği bu özelliklere ve ayrıcalıklara yakışacak olanı kendine seç. Onun huzuruna çıktığın anda, seni yorgunluktan kurtaracak, rahata kavuşturacak yolu seç kendine.

Bu çağrıdaki gizli dokunuş ve mesaj nedeni ile hemen ardından Allah davasında yorulanların yolun sonuna vardıkları, sıkıntı ve zorluklara göğüs gerdikten sonra Rabblerinin huzuruna çıktıkları sıradaki sonlarına ilişkin açıklamaya geçilmektedir.



7- O zaman kimin kitabı sağından verilirse,

8- O kolay bir hesaba çekilecek.

9- Ve sevinçli olarak ailesine dönecektir.

10- Kimin kitabı da sırtının arkasından verilirse.

11- O, ölümü çağıracak.

12- Ve çılgın alevli cehenneme girecektir.

13- Çünkü o, dünyada ailesi arasında sevinç içinde idi.

14- Rabbine hiç dönmeyeceğini sanmıştı.

15- Aksine Rabbi onu görmekte idi.

Kitabı sağından verilen hoşnut ve mutludur. Bu iman eden ve iyilik yapan kimsedir. Allah ondan razı olmuş ve onun kurtarılmasını takdir etmiştir. O kolay bir hesaptan geçirilecektir. Tartışma yapılmayacak ve hesapta herşeyi incelenmeyecektir. Bu hesap gününe ilişkin tablolar Hz. Peygamberden gelen rivayetlerle tasvir edilmektedir ve bu bize yeterlidir.

Hz. Aişe'den gelen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Kimin hesabı ince elekten geçirilirse o kişi cezaya çarptırılır." Hz. Aişe der ki; ben "o kolay bir hesaptan geçirilecektir" buyurmuyor mu yüce Allah dedim. Buyurdu ki; "Bu hesaba çekilmek değildir. Sadece arz olunmaktır. Kıyamet günü kimin hesabı ince elekten geçirilirse o cezaya çarptırılır."(Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei)

Yine Hz. Aişe'den gelen bir rivayette deniyor ki; Hz. Peygamberin bazı namazlarda şöyle dediğini işittim: "Allah'ım beni kolay hesapla hesaba çek". Namazı bitirince, " Ey Allah'ın elçisi kolay hesap nedir?" diye sordum. Buyurdu ki; "Allah'ın kitabına bakması ve üzerinde durmadan geçmesidir. Ey Aişe o gün hesabı ince elekten geçirilen kişi mahvolur."( İmam Ahmed kendi isnadı ile Abdullah İbni Zübeyr Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Bu rivayet Müslim'e göre "sahih"tir. Fakat Müslim bunu "Sahih"ine almamıştır)

İşte insanın karşılaşacağı kolay hesap budur. Sonra kurtulur. "Ve sevinç içinde ailesine döner" Yani ailesinden kurtulup cennete gidenlerine kavuşur. Bu ifade iman ve salih amel konusunda aynı olsun, aynı çizgiye sahip herkesin cennette birbiri ile buluşacağını dile getirmektedir. Ailesinden ve arkadaşlarından sevdiği herkesle buluşacağını anlatmaktadır. Hesaptan kurtulan insanın bu çetin bekleyişten sonra Alıştığı yuvasına dönüşünü tasvir etmektedir. Kurtuluşun ve cennette buluşmanın verdiği sevinç, ferahlık ve mutluluk içindeki dönüşümü anlat-maktadır.

Bu kitabı istenmeyerek kendisine verilen, kötü işlerinden dolayı cezaya çarptırılan yıkılmış ve azaba uğramış adamın durumunu karşılayan bir sahnedir.

"Kimin defteri de sırtının arkasından verilirse o ölümü çağıracak. Ve çılgın alevli cehenneme girecektir."

Kur'an'ın daha önce Alıştığımız ifadeleri sağın defteri ve solun defteri idi. Burada ise yeni bir tablo var. Bu tablo kitabın sırtın arka tarafından verilmesidir. Defteri soldan verilenlerin aynı zamanda sırtının arkasından verilenlerin aynısı olduğunu söylemek mümkündür. Zira bu karşılaşılmaktan hoşlanmayan kendisi de karşılaşmaktan kaçan aşağılanmış insanın halidir.

Defterin gerçek içeriğini ve onun sağdan veya soldan veya sırtın arkasından nasıl verileceğini bilemiyoruz. Bildiğimiz özetle şudur: Birinci ifade ile verilmek istenen onların kurtulacağı gerçeğidir. İkinci ifade ile ise onların mahvolacağı gerçeği dile getirilmektedir. İşte özellikle seçilen ve kesin bir biçimde kavramamız istenen bu iki gerçektir. Bunun ötesindeki şekiller ise sahneyi canlandırmak ve duygular üzerindeki etkisini derinleştirmek içindir. Yüce Allah, olan ve olacak herşeyin biçimini en iyi bilendir.

Yeryüzündeki hayatını zorluklarla noktalayan, Rabbine giden yolu zorluklarla bitiren ve onu günah isyankarı ve sapıklık içinde tüketen bu yıkılmış adam sonunu görmektedir. Akıbeti ile yüzyüze gelmiştir artık. Bu kadar acıların ve bu kadar zorlukların artık durdurulamayacağını ve onların sona erdirilemeyeceğini iyiden iyiye anlamış bulunmaktadır. Ölümü istemektedir. Yıkıma seslenmektedir. Belki bunlar kendisini bekleyen bedbahtlıktan kurtarabilirler. insanın, kurtulması için helaki ve yıkımı çağırdığı bundan başka bir koruyucunun kalmadığı anlamına gelmektedir. Öyle ki adam yıkımı,umutlarının en yücesi olarak görebilmektedir. İşte Mütenebbi de aşağıdaki satırlarda bu gerçeği dile getirmektedir.

"Ölümü paklar görmen dert olarak yeter. Umutlarının ütopya olmaları yeter onlara."

İşte bu ötesinde hiçbir şeyin olmadığı gerçek bir yıkımdır. Ötesinde bedbahtlığın artık tükendiği gerçek bedbahtlıktır. "Ve çılgın alevli cehenneme girecektir." İşte yıkımı, kendisini kurtarması için çağıran bu kimsedir Yazık çok yazık.

Bu kahrediş sahnesinin önünde ayetlerin akışı hemen bu bedbaht insanın geçmişine dönüyor. Onu bu mutsuzluğa mahkum eden geçmişine.

"Çünkü o dünyada ailesi arasında sevinç içinde idi. Rabbine hiç dönmeyeceğini sanmıştı."

Tabi bu, dünyada böyle idi. Evet olan olmuştu. Fakat şimdi biz Kur'an'la beraber hesap ve ceza günündeyiz. Zaman ve mekan olarak dünyayı çoktan uzaklarda bıraktık.

"Çünkü o dünyada ailesi arasında sevinç içinde idi." İçinde bulunduğu zevk aleminin gerisinden habersizdi. Ahiret yurdunda kendisini bekleyenlere ilgisizdi, duyarsızdı. Onu hiç hesaba katmıyor ve ona hiçbir azık hazırlamıyordu. "Rabbine hiç dönmeyeceğini sanmıştı." Rabbine dönüşünü, yaratıcısına geri gelişini düşünmüyordu. Eğer eninde sonunda O'na döneceğini görebilseydi yolluğuna biraz da olsa azık koyar, hesap için birşeyler biriktirirdi!

"Aksine Rabbi onu görmekte idi."

O asla dirilmeyeceğini sanmıştı. Fakat gerçek şu ki Rabbi onun durumunu biliyordu. Bütün gerçekliği ile yapısını kuşatmıştı. Hareketlerini ve adımlarını bir bir biliyordu. Kendisine dönüp geleceğini ve yaptıkları ile onu cezalandıracağını çok iyi biliyordu. Öyle de oldu. Eninde sonunda Allah'ın bilgisi dâhilinde belirlenen noktaya geldi. Zaten onun böyle olması kaçınılmazdı.

Çeşit çeşit zorluklar ve sıkıntılarla dolu olan şu kısacık dünya hayatında ailesine dönerken şen şakrak bir şekilde dönen bu insanın, ahiretteki yıkılmış hali karşısında mutlu insanın tablosu yer almaktadır. Bu insan sonsuzluğa doğru uzayıp giden, özgürlük, mutluluk, güzellik içinde ve hüzün dolu zorluğun ve sıkıntının her tür şaibesinden arındırılmış olarak ahiret hayatında ailesine şen şakrak bir şekilde dönmektedir. Ve bu, karşıt bir sahnede canlandırılmaktadır.

Sahneleri ve pekçok dokunuşları ile derin izler ve etkiler bırakan bu büyük gezintiden sonra surenin akışı insanların içinde hayatlarını yaşadıkları bu evrenden birtakım gerçeklere parmak basmaya geçmektedir. Bu işaretlerin parmak bastıkları evrensel gerçekler insanın hayatını da kuşatmaktadır. Onların bir bir yaşadıkları hallerini düzenli-sağlam biçimde belirlemektedir. Halbuki insanlar bunlardan habersizdir.



16- Akşamın alaca karanlığına,

17- Geceye ve gecenin içinde barındırdığına.

18- Dolunay halindeki Ay'a andolsun ki,

19- Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğrayacaksınız.

Yeminlerle kendilerine işaret edilen, bu evrensel dokunuşlar, insanın kalbini bu gerçeklere yöneltmekte, onlara mesajlar sunmakta ve derin etkiler bırakmaktadır. Bunlar kendilerine has özellikleri bulunan dokunuşlardır. Sakin olan boyun eğiş ile, ürperti veren saygıyı bütünleştiren bir karaktere sahiptir. Bu mesajları ve imajlarıyla surenin girişindeki mesajlara ve sahnelere ana hatlarıyla uyum sağlamaktadır.

Ayet-i Kerimede geçen şafak kavramı, güneşin batmasından sonraki korku ve ürperi dolu zamanı ifade etmektedir. Güneşin batmasından sonra insanı, sessiz, derin bir korku, bir ürperti sarsıverir. Kalp, ayrılışın ve ondaki sessiz üzüntünün, derin Hayranlığın etkisini hisseder. Bunun yanında gelmekte olan gecenin korkusunu ve karanlığın her tarafı kuşatan tedirginliğini de hisseder. Sonunda gönülden gelen bir boyun eğiş; gizli bir korku ve sessizlik, sakinlik onu bütünüyle kuşatır.

"Geceye ve gecenin içinde barındırdığına andolsun."

Bu gece ve gecenin topladığı, taşıdığı şeylerdir. Kur'an onu böyle bir genellik, böyle bir gizemlilik ve böyle bir korku ile vermektedir. Gece, gerçekten çok şeyi toplamakta, kapsamakta ve barındırmaktadır. Gecenin barındırdığı, kapsadığı ve topladığı eşyayı, canlıları, olayları ve duyguları düşünen, gizli ve kapalı dünyaları zihninde canlandıran herkes derin düşüncelere dalar. Bütün yeryüzüne yayılır, vicdanın enginliğinde dolaşır. Ardından döner bu upuzun yolculuğundan fakat Kur'an-ı Kerim'in çok kısa bir cümleyle ifade ettiği bu tabloya asla ulaşamaz: "Geceye ve gecenin içinde barındığına andolsun." Bu derin anlamlı Hayret verici ifade insanın gönlüne bir korku ve ürperiş,bir boyun eğiş ve sükunet zerk etmektedir. Bu da şafak ile ve onun yaydığı boyun eğiş, korku ve sakinlik havasıyla uyum içinde girmektedir!

"Dolunay halindeki Ay'a andolsun ki!" Bu da gerçekten göz kamaştırıcı, büyüleyici sakin bir sahnedir. Dolunay devresinde Ay, yeryüzüne rüyaları andıran, içten boyun eğmeyi sağlayan derin sessizliği, görülen dünyalardaki ve duygularda gizli alemlere doğru uzanan serapa yolculuğu ile aydınlığını dünyaya yaymaktadır. Bu havada şafağın havasıyla gece ve içindekileriyle gizli bir bağı bulunan bir atmosferdir. Bunların üçü yücelik; Hayranlık ve sakinlikte aynı şeyleri çağrıştırmaktadır. .

Evrene ait bu güzel, Hayranlık verici, göz kamaştırıcı, ürpertici ve mesaj yüklü işaretleri Kur'an-ı Kerim, hızla geçen bir üslupla sergilemekte ve bunlarla evrensel mesajından habersiz olan insanın kalbine hitap etmektedir. Buna bir de yemin ilave ederek onları bütün güzellikleri, mesajları, etkileri ve canlılığıyla duygulara ve vicdanlara arzetmektedir. Bu evrenin kaderini elinde tutan, adımlarını belirleyen, durumlarını değiştiren Allah'ın kudretine birer delil olduklarını dile getirmektedir. Ne yazık ki insanlar kendileri de dahil bütün evrenin dizginini elinde bulunduran Allah'ın kudretinden habersiz bulunmaktadırlar.

"Hiç şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğrayacaksınız."

Yani siz, sizin için belirlenen şartlara ve planlamalara uygun bir şekilde halden hale dönerek zorluklarla karşılaşacaksınız. Geçiş, ardarda değişiklikler sırasında karşılaşılan zorluklar, böylece dile getirilmiş olmaktadır. Arap edebiyatında işlerin tehlikelerin, korkuların ve değişikliklerin sardırma, bindirme anlamına gelen "rukub" ile ifade edilmesi bilinen birşeydir: "Daha düşen, bile bile zor işlere kalkışır, zora biner." Sanki bu haller, teker teker insanların bindikleri birer binektir. Herkes kendisini ve tüm varlıkları, olayları ve durumları sürekli biçimde yönlendiren kaderin dilemesine uygun olarak bu bineklerle yoluna devam etmektedir. Herbiri onu yeni bir aşamanın eşiğine kadar taşıyıp götürmekte, belirlenmiş ve çizilmiş yerde bırakmaktadır. Tıpkı bu evrende birbirini izleyen olaylar gibi. Şafak, gecenin karanlığı ve içinde gizledikleri ay ve on dördündeki hali gibi... Olaylar böylece onu Rabbine doğru götürmektedir. Nitekim önceki bölümde ondan söz edilmişti. Surenin bölümlerindeki bu uyumlu diziliş; bir olgudan diğerine bir gezintiden diğerine bir özellikten başka bir özelliğe yapılan bu şahane geçiş; Kur'an-ı Kerim'in apaçık mucizelerinden biridir.

Bu son dokunuşlar ve daha önce surede yer alan sahneler ve gezintilerin tesiri devam ederken iman etmeyenlerin Hayret verici tutumlarına değiniliyor. Halbuki bu inanmayanların önünde imanın mesajlarını ve delillerini taşıyan yığınlarca gerçek, hem onların bedenlerinde hem de evren gerçeğinde, gözlerinin önüne serilmiştir:



20- Onlara ne oluyor da inanmıyorlar?

21- Kendilerine Kur ân okunduğu zaman secde etmiyorlar?

Evet onlara ne oluyor? Niçin iman etmiyorlar? Evrenin her tarafından ve insanın her durumunda imanın mesajları ve delilleri pek çoktur. Nereye yönelirse yönelsin, insanın kalbi bu delillerle yüzyüze gelir. Nerede olursa olsun, onların pek çoğuyla karşı karşıyadır. imana çağıran bu mesajlar o kadar köklü, güçlü ve hakikat terazisinde ağırdırlar ki, insan yönelmek istediğinde onlar insanın kalbini hemen kuşatırlar. Kalbini ve kulağını nerede onlara yöneltecek olsa onların niyazlarını, terennümlerini ve çağrılarını duyacaktır!

"Onlara neler oluyor da, inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar?"

Onlara fıtratın dili ile hitap etmektedir. Kalplerini içteki ve dıştaki imana davet eden mesajlara ve delillere yöneltmektedir ve bu kalplere bütün bir evrenin yaratıcısının korkusunu, ona boyun eğişi, bağlanışı ve ürperiş duygusunu yerleştirmektedir. Bu da "secde"dir.

Şüphesiz bu evren güzeldir. Mesajı yüklüdür. insanın kalbini harekete geçirebilecek, kabul edip boyun eğdirecek ve en içten duyguları harekete geçirecek işaretler, mesajlar, deliller ve niyazlarla doludur.

Bu Kur'an güzeldir, mesajlar yüklüdür. insanın kalbini güzel olan kainata ve kainatı yüce yaratıcısına bağlayan dokunuşlar ve mesajlarla doludur. Mesaj yüklü bu koca evren, onu yüce yaratıcısına götürmektedir. "Onlara neler oluyor da inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar."

Bu gerçekten Hayret edilecek bir durumdur. Ayetlerin akışı burada konuyu kesip kafirlerin gerçek halini ve onları bekleyen akıbeti açıklamaya geçmektedir.



22- Aksine kafir olanlar yalanlıyorlar.

23- Oysa Allah onların içinde gizlediklerini biliyor.

24- Onları acıklı bir azab ile müjdele.

25- İman edenler ve salih ameller işleyenler hariç. Onlar için bitip tükenmeyen mükafat vardır.

Aksine kafir olanlar yalanlıyorlar. Her şeyi yalanlıyorlar. Yani yalanlamak onların temel karakterleri, huyları ve en belirgin özellikleri olmuştur. Halbuki yüce Allah onların içlerinde sakladıklarını, gizlemeye çalıştıklarını; tüm kötülüğü, çirkinliği ve bu yalanlamanın tüm etkenlerini çok iyi bilmektedir.

Onlardan söz etme burada kesilerek hitab Hz. Peygambere yöneltiliyor: "Onları acıklı bir azap ile müjdele!" Ne çare ki bu sevindirici bir müjde değildir ve sevindirici haber bekleyen bir kimsenin hoşuna gidebilecek bir niteliği yoktur!

Aynı zamanda yalanlamayan ve geleceklerine amel-i sAlih ile hazırlık yapan müminleri bekleyen akıbeti de sergilemektedir. Surenin akışı içinde müminlerin bu akıbeti herşeyi yalanlayan kafirlerin akıbeti içinde bir istisna niteliğindedir.

Dilbilgisinde bu tür istisnaya "munkatı istisna" adı verilmektedir. Yani iman edip sAlih amel işleyenler başta bu kara haberin kapsamından değillerdi. Sonradan istisna edilmemişlerdi. Fakat olayın bu şekilde ifade edilişi istisna edilen şeye daha fazla dikkat çekmektedir.

Ayet-i kerimede geçen; "sürekli mükafat" ebedi ve sonsuz yurt olan ahiretteki kesilmeyen, eksilmeyen sürekli ödül demektir.

Bu kesin ve kısa vurgu ile, evrene ve vicdana ilişkin, derin anlamlar ifade eden bu sure sona ermektedir.

İNŞİKAK SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Gök yarılıp parçalandığı ve kendi yaratılış gereğine uygun olarak Rabbine ku­lak verip boyun eğdiği zaman." (İnşikâk: 1-2)

Biz, göğün üzerimizde mavi kubbe olduğunu sanıyoruz. Göğün kendi arasın­daki uyumunu, dümenini, oradaki hayatın doğasını hiç bilmiyoruz. Allah bi­ze göğün yarılacağından söz ediyor. Onun haberi gerçektir. Kıyamet kopar­ken bu vuku bulacaktır. Aynı şekilde yeryüzü de dümdüz olacak, içindeki iyi kötü her şeyi boşaltacaktır. Yaratılış esnasında göğe ve yeryüzüne denildi ki; "İsteyerek ya da istemeyerek gelin! ikisi de: isteyerek geldik, dediler." (Fussilet: 11)

Âlemin yaratılışı tamamlanınca yer ve gök, kendilerinden İstenilene cevap verir­ler. Her ikisi hakkında Allah şöyle buyurur:

"Kendi yaratılış gereğine uygun olarak Rabb'ine boyun eğdi." (İnşikâk: 2) Yani O'na itaat etti. Her ikisi de işitip itaat etme dışında başka ne yapabilirler?

"Ey insan, şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; so­nunda O'na kavuşacaksın." (İnşikâk: 6)

Dünya, teklif ve imtihan yurdudur. İnsanın, kendi seçmesi gerekir. İşte önüne bak! Hangisini istersen; dosdoğru ve eğri iki farklı yol!

"Artık kimin kitabı sağından verilirse, o kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çe­kilecek ve kendi yakınlarına da sevinç içinde dönmüş olacaktır. Kimin de kitabı ardından verilirse o da helaki (yok olmayı) çağıracak. Çılgın alevli ateşe gire­cek." (İnşikâk: 7-12)

Âyette geçen "verâe zahrihi" kelimesinin anlamı; kitabı sol eliyle arkasından alır, demektir. Âdeta Allah ona yüzünü göstermek istememektedir. Çünkü o dünyada iken Allah'ın varlığını inkâr ediyordu. O'nun vahyini kabul etmiyordu. Maddeden başka bir şey tanımıyordu.

"Oysa gerçekten Rabbi onu görüyordu." (İnşikâk: 15) İşlediği her şeyi, yaptığı her ameli biliyordu. Bunun ardından sûre şafağa yemin ile başladıktan sonra şöyle devam ediyor:

"Geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz gerçekten tabakadan tabakaya bineceksiniz." (İnşikâk: 17-19)

Yani halden hale geçeceksiniz. Âyette geçen şafak; ikindi sonrası güneş batımma yakın ufuktaki kızıllık demektir.

Şahsen ben, buradaki yeminden farklı bir şey anlıyorum. Bu anlayışım doğru ise Allah'tandır, O'na minnettarım. Yanlış ise nefsimdendir, Allah'ın affını dilerim. Âyette şafak üzerine yemin etmekle Müslümanların tarihini ima etmektedir. Burada Müslümanların, zorluk ve kolaylık, hezimet ve zafer elde edeceğine işaret vardır.

Tirmizî'nin Ebu Saİd el-Hudrî'den rivayet ettiği şu hadisi gözden geçirdiğimde yine farklı şeyler anlıyorum:

"Resûlullah (s.a.v) bir gün bize ikindi namazını kildırmıştı. Namazdan sonra aya­ğa kalkıp bir konuşma yaptı. Kıyamete dek olacak her şeyi bize haber verdi. Ezber­leyen ezberledi, unutan unuttu.

O konuşmasında şunları da söylemişti: Dünya yeşildir, hoştur. Allah nasıl "yaptı­ğınızı/muamele ettiğinizi" görmek için sizi dünyada halife seçti. Salât ve selâm üze­rine olsun, sonra dedi ki: Bakın, doğru bildiği bir şeyi dosdoğru söyleyen hiç kimse insanların gözünden düşürülemez. Efendimiz hoş konuşmasına devam ediyordu. Biz güneş batıyor mu diye gözümüzün ucuyla güneşe bakıyorduk. İşte o esnada Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştu: Bu dünyada içinde yaşadığımız bu günümüzden başka hiçbir şey kalmadı, geçip gitti."

Kıyamet kopmadan önce geride kalan bu az bir vakit, bizim tarihimizdir. Bir ni­ce devletler kurulmuş, hangisi bakî kalmış ki! Biz dünyanın sonunda veya gün bati-mına yakın gelmişiz. Gün neredeyse batmak üzeredir. Önemli bir soru: Gerçekten biz risâleti eda ettik mi? insanlara insaflı davranarak haklarım verdik mi? Tabakadan ta­bakaya binip ya da halden hale geçtik mi? Hale bakıp ibret aldık mı?

"Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar? Kendilerine Kur'ân okunduğu zaman secde etmiyorlar?" (İnşikâk: 20-21)

Müslümanlar, kendi kitaplarını (Kur'ân'ı) insanlara niçin en güzel bir biçimde sunmadıkları ve onu ikame edemediklerine dâir kitaplarından sorguya çekilecekler­dir?

İNŞİKAK SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Gök yarıldığı (veya parçalandığı) vakit.

Göğün İNŞİKAK'ı, bu âlemin değişmesi için yukarı tarafından gelen ilâhî emrin inmek ve gerçekleşmek üzere gökte ortaya çıkışıdır. Bunun başlangıcı çatlama, sonu da "O gün biz göğü, kitapların sayfasını dürer gibi düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinde belirtildiği gibi dürülmedir. Sonra da "İlk yaratılışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz." (Enbiya, 21/104) buyrulduğu gibi iadedir. Bu şekilde yarılma bir taraftan dünya göğünün yıkımı, öte yandan ahiret semasının kuruluşudur.

Yarılmanın başlangıcı, Fürkan Sûresindeki "O gün gök bulutlarla yarılacak ve melekler ard arda indirilecekler." (Furkan, 25/25) âyeti mânâsınca göğün bulut ile yarılışı, meleklerin ard arda indirilişi ve böylece ilâhî emrin gelmeye başlayışı diye tefsir olunmuştur ki Bakara Sûresi'ndeki "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın azabının ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar." (Bakara, 2/210) âyeti gereğince "işin bitirilmesi" bunun tamamı demektir.

Ğamâm, bulut veya ak bulut demek olan ğamâme'nin çoğuludur ki "Kâdi Hâşiyesi Şihâb"ta yazıldığına göre, göğün yarılması sırasında ortaya çıkacak ve içinde amel defterleri ile meleklerin ineceği bir sis olduğu söylenmiştir. Gök başlangıçta bir duman olarak yaratıldığı gibi göğün herhangi bir tarafında kütlelerin birinde Allah'ın emriyle vaki olacak bir patlamadan meydana gelecek bir bulut ile de gökte bir çatlama ve yarılma vuku bulmuş olur. Nitekim göğün çatlaması ile yıldızların yayılması beraber zikredilmişti. "Şihab"ta şöyle yazılıdır: Bu âyetin "O gün gök bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25) âyeti ile tefsir olunması İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu rivayet olmasaydı burada bu tefsiri terketmek daha iyi olurdu. Çünkü "infiâl" k alıbından "inşikak" fiilinin tercih edilmesinde sonsuz kudrete ve sanki yarmaya ihtiyaç yokmuş gibi bir boyun eğişin bulunduğunu gösteren bir mânâ vardır. "Zeccâc "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16) âyetinin mânâsınca, "kıyametin dehşetiyl e yarılacak" demiş, bunun bulutla yarılma ile çelişki teşkil etmeyeceği de söylenmiştir. Hz. Ali'den gelen bir rivayette bu yarılmanın "mecerre"den olacağı söylenmiştir. Bazı eserlerde, "mecerre, göğün kapısıdır" diye rivayet edilmiştir. Gökbilimciler der ki: "Mecerre, duyu organlarıyla görülemeyen birçok yıldızlardır."

Mecerrelerin seçilemeyen birçok yıdız topluluğu olduğunda eski ve yeni astronomi âlimlerinin ittifakı var demektir. Yeni gökbilimcilerin de kanaatleri budur. Bazı aşırıya kaçanlar, "mecerrelerin bir takım yıldızlar olduğunu yeni gökbilimciler yeni teleskoplarla keşfetmişlerdir" zannına kapılarak ileri geri birçok söz söylüyorlarsa da bu yeni değildir. Kuşkusuz bunların oluşumunda dikkat çekici bir özellik vardır. Mecerreler bizim gör e bildiğimiz göğün en yüksek boyutunda özel bir mevkide olduğundan oradan başlayacak yarılmanın yukardan gelen bir yarılma demek olacağı da anlaşılır. Böyle bir çatlama ile başlayacak olan gök yarılmasının nihayet dürülme ve işin bitirilivermesine kadar

g ittikçe yayılan bir takım aşamaları vardır ki bunlar "O gün gök bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25), "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül olduğu zaman." (Rahmân, 55/37), "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16) ve "Gök açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetleriyle ifade edilmiştir.

2. Burada bu yarılma aşamalarının başlangıcından sonuna yani işin bitirilmesine kadar toptan hepsinin birden vaktine işaret olmak üzere her cümlede tekrar olunmayıp göğe ait olan ve fiillerinin hepsi bir , yere ait olanlar da bir altında toplanarak iki ile zikredilmiştir. Yani, gök yarıldığı ve Rabbini dinlediği vakit.

Burada "üzün" yani kulak kelimesinden "kulak vermek, dinlemek" mânâsına olarak boyun eğme ve itaatle mecazdır. Nitekim dilimizde de kulak vermek; dinlemek, söz dinlemek, emir dinlemek, boyun eğmek ve itaat etmek mânâsında kullanıldığı gibi, şairin:

"Benim anıldığım bir hayır işittiklerinde sağırdırlar, duymazlar.

Yanlarında bir kötülükle anıldığımda kulak verir, dinlerler."

demek olan beytinde de bu mânâyadır.

Yani, yaratılışın başlangıcında gök duman iken Allah ona ve yere "İkiniz de ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11) buyurduğu zaman "isteyerek geldik"(Fussilet, 41/11) diye kendi arzularıyla ona boyun eğip bütün tabiatlarıyla var oldukları gibi, yarılma emri verildiği zaman da gök, bu emre hiç direnmeden hemen yarılıp Rabb'inin irade ve kudretinin etkisine boyun eğdiği ve dolayısıyla yarılmanın gerektirdiği hükümler meydana geldiği vakit,

Gök ona layık kılınmıştır, yani göğün hakikatine, tabiatına yaraşan da odur. Çünkü ilk yaratılışında "isteyerek geldik"(Fussilet/11) demiş; Allah'ın emrine itaat tabiatı olmak üzere vücuda getirilmiştir. Diğer bir mânâ ile o, semaya hak vacip kılınmıştır. "İster istemez gelin"(Fussilet, 41/11) buyrulduğu için isteyerek boyun eğmese zorla boyun eğmeye mecbur olurdu. Onun için dinleyip isteyerek ve tabii olarak yarılmasa, zorla ve istemeden y arılırdı. Biri layık diğeri vacip olmaktan olan bu iki mânâya göre 'deki "vav" (atıfa) olmayıp, bu cümle bir ara cümlesi olarak nın etki sahasına giren şeylerden ayrı olmuş olur. Çünkü bu layık ve hak olma,

gökte yalnız yarılma zamanında değil, asıl olarak vardır. "Hakk" fiili, "şu şuna daha layıktır, müstehaktır" gibi layık olma mânâsına kullanıldığı zaman, ve gibi mechul (edilgen) kipiyle kullanılır. Lakin mechul şekliyle okunan her fiilin o mânâdan olması gerekmez. Gerekli olma ve gerekli kılm a mânâsında veya ile mef'ul(tümleç) alır, ve gibi. Burada lâm ve alâ bu iki mânâdan şöyle tefsir olunmuştur: Yani "Gök boyun eğmeye, karşı çıkmamaya layık kılınmıştır." demek olup mânâ, her mümkünün ilâhî kudrete boyun eğmesinin gerekli ve hak o lduğunu ilândır. Yahut yani, "Allah, kendisine boyun eğmeyi gök üzerine vacip kılmıştır. Dolayısıyla göğün ona boyun eğmesi haktır, vaciptir." Yine bu mânâlarda olarak "Olayın dehşetinden dolayı ona yarılma vacip olmuştur." diye de tefsir edilmiştir. Bu durumda cümlesinin başındaki "vav" atıfa (bağlaç) olup cümle 'nın etki sahasına girmiş olur. Bunun üçü de yarılmanın gerçekleşeceğini vurgulamış ve bunun neticesinde olacak olan olaylara geçmemiş oluyor. Biz ise bundan daha başka bir mânâ anlıyo r uz. Şöyle ki:

"Rabb'ini dinlediği zaman" sözü, yalnız yarılma emrini değil, onunla beraber meleklerin inmesi ve diğer ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi gibi, yarılmaya bağlı olarak meydana gelecek ilâhî emirlere boyun eğme ve itaat yani, "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın azabının ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 2/210) ve "Melekler göğün kenarındadır. Onların üzerinde o gün Rabb'inin Arş'ını sekiz melek taşır."(Hâkka, 69/17) mânâlarına işaret; "hak oldu" da, "el-Hâkk a"dan olup büyük olaylar ve felaketlerin olacağı kıyamet gününün gerçekleşmesi veya hakkın galip gelmesi ve hakkı yerine getirme mânâlarından biriyle, yani "göğe hâkka (kıyamet) vaki olduğu veya gök haklandığı: Hakk'ın emrine mağlup olup hak yerne getiri l diği vakit" demek olarak "iş bitirildi." (Bakara, 2/210) ve "Rabb'inin emri geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde." (Fecr, 89/22) mânâlarına işaret olması daha faydalı ve beliğ olacağı kanaatindeyiz.

3. Ve yerküre uzatılıp genişletildiği zaman, dağları ve dereleri yerle bir edilip düzlendiği, "Yerlerini dümdüz bomboş bırakcaktır. Onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş göremiyeceksin." (Tâhâ, 20/22) âyetinin ifade ettiği gibi düzletildiği veya çekilip uzatılarak sahası çoğaltılıp genişletildiği vakit,

4. ve içinde ne varsa attığı ölüleri kabirlerinden fırlattığı,

"Yer ağırlıklarını çıkardığında." (Zilzal, 99/2) âyeti gereğince içindeki ağırlıklarını, define ve madenlerini döktüğü vakit. Said b. Cübeyr gibi bazı âlimler, definelerin çıkarılması Deccâl'in çıkması sırasında olmasına dayanarak burada yalnız "ölüleri dışarı attığı zaman" mânâsı vermişler ise de Katâde'den rivayet edilen öncekidir.

Ve tamamen boşaldığı vakit.

Alûsî'nin naklettiği üzere Ebu'l-Kasım Cîlî "Dibac"ta İbnü Ömer'in Hz. Peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet ettiğini yazmıştır: "Ben, yer, kendisinden yarılacak olanların ilkiyim. Hemen kabrimde doğrulup otururum ve yer benimle hareket etmeye başlar. "Ne oluyorsun?" derim. "Rabb'ım bana içimdekini atıp boşalmamı, boşalıp da vaktiyle bende hiçbir şey yok iken olduğum gibi olmamı emretti" der. İşte bu, yüce Allah'ın âyetinin mânâsıdır.

5. Öyle boşaldığı ve Rabbini dinleyip haklandığı vakit. Bunda da söz önceki gibidir. 'nın tekrarı, göğe ait olanlarla yerküreye ait olanların bir tür özellikle ayrıldığına, yani yarılma ve hak olma olayının iki aşamasına işaret içindir. Bu lar, bir taraftan yukarıki sûrenin sonuna, bir taraftan da bundan sonrasına bağlı gibi düşünülebilmek üzere, cevabı bir b a kıma söylenmemiş, bir bakıma da söylenmiş denilebilecek bir üsluptadır. Onun için bazıları bu 'ların şart mânâsından soyutlanarak zaman zarfı olduğunu ve cevaba muhtaç olmadığını söylemişlerdir ki bu durumda "yukarıda söz edilen cezalandırma ne vakit?" şeklinde mukadder bir soruya karşı "gök yarıldığı zaman.." diye cevap olabilir. Bazıları da bu 'ların şart mânâsında olduğunu, korkutma mânâsı ifade etmek için cevabının zikredilmediğini söylemişlerdir ki, "o zaman neler neler olacak, şimdi açıklana c ak gibi değil" demek olur. Bazıları Tekvîr ve İnfitar sûrelerindeki karinelerinden (Tekvîr, 81/14; İnfitar, 82/5) faydalanarak "o vakit herkes ne yaptığını anlar" demektir demişlerdir. Bazıları da ve fiillerinin mânâsı içinde cevap vardır demişlerdi r. Fakat en doğru cevap, şu iki âyetten birinin mânâsında mevcuttur.

6. Ey insan! Haberin olsun ki sen, Rabbine doğru çabalar da çabalarsın.

KEDH, tırmalamak ve kendisine etki edecek şekilde hayır veya şer bir işe

emek verecek ciddiyet ve gayretle çalışıp çabalamak mânâlarına gelir ki burada bununla tefsir edilmiştir: Yani, bütün hayatında ölüm ve ondan sonra Rabb'inin acı veya tatlı ereceğin emrine doğru didinir çabalarsın. Nihayet ona kavuşursun.

İşte Ahfeş ve Müberred gibi bazıları, ların cevabı, "sen ona kavuşacaksın" mânâsına bu 'dir demişlerdir. Bazıları da bu âyetin cevap makamında olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunu şart ve cevap arasında bir cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi) sayıp ların asıl cevabının şu old u ğunu söylemişlerdir ki en yakışanı da budur.

7. O vakit kitabı sağ tarafından verilen, amel defteri veya mahkeme sonucunu bildirir belge sağ eliyle veya sağ eline verilen (Geniş bilgi için Hâkka Sûresi'nin tefsirine bkz.)

8. hemen bir kolay hesap ile hesaba çekilir, geçer.

HİSAB-I YESİR, hiç tartışılmayan kolay bir hesap ki Resulullah (s.a.v) bunu, "arz" ve "sâde kitaba bakılıp geçiştirilmek"le tefsir etmiştir.

Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davud, Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) "Hesaba çekilip de helak olmayan kimse yoktur." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü dedim, yüce Allah beni sana feda kılsın, "Kitabı sağından verilen kolay bir hesap ile hesaba çekilecek." buyurmuyor mu? Buyurdu ki: "Bu, arzdır. Arz olu n urlar. Her kimin hesabı tartışmalı geçerse helak olur."

Bir de İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve Hakim sahih diye yine Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir ki: Resulullah (s.a.v)'ı dinledim. Namazının bazısında "Allah'ım! Beni kolay bir hesapla hesaba çek." diyordu. Namazdan çıkınca, "Ey Allah'ın Resulü! dedim, kolay hesap nedir? Buyurdu ki: "Kitabına bakılıp da geçiştirilivermesi, yani günahlarının af olunuvermesidir."

9. Hesabı kolay geçer ve sevinçli olarak ehline döner. Sevinerek "alın okuyun kitabımı." (Hâkka, 69/19) der. Ehli, müminlerden olan dostları ve yakınları ile

yüce Allah'ın cennette özel olarak onun için hazırladığı huriler ve hizmetçilerdir.

10. Ama kitabı sırtının ötesinden verilen. Hâkka Sûresi'nde "sağından"(Hâkka, 69/19) karşılığında "solundan"(Hâkka, 69/25), burada ise "sırtının ötesinden" denilmesi ikisinden de maksadın aynı olduğunu gösterir. İkisinde de terslik, uğursuzluk, zorluk, hakaret ve tehlike mânâsı vardır. Onun için diye tefsir edilmiş, arkalarından sollarına verilir denilmiştir. Bazıları da sağ eli boynuna, sol eli arkasına bağlanıp kitabı arkasının ötesinden verilir demişlerdir. Soldan verilmesi uğursuzluk ve tersliğine, arkasından verilmesi de "Kuşkusuz kendi yüklerini ve o yüklerle beraber daha birçok yükleri de yükleneceklerdir." (Ankebut, 29/13) âyetinin mânâsı üzere, o kitabın hükmüne göre günahları sırtlarına yükletilmek mânâsıyla cezalarının ağırlığına, yahut "sol", amellerinin solaklığıyla kazançlarının tersliğine, "verâe zahr i hi" yani "sırtının gerisinden" ifadesi de "Onu sırtlarının arkasına attılar." (Âl-i İmran, 3/187) âyetinin gösterdiği gibi dünyada Allah'ın kitabını arkalarına atıp zıddına gittikleri veya kendi işlerini kendileri görmeyip arkalarından bekledikleri içi n ahirette hükümleri duyurulurken yüzlerine bakılmayarak ümit ve beklentilerinin aksine ve hatır ve hayallerine gelmez bir biçimde aleyhlerine olarak arkalarından duyuralacağına da işaret olur ki, bu son mânâ biraz sonra gelecek olan "çünkü o zannetti" g e rekçesinden de anlaşılır.

11. Böyle kitabı arkasından verilen yetiş ey helak! diye bağırır.

SÜBÛR, helâk demektir. Yani, "Vâ Sübûra!: Ey helak! Nerdesin, gel yetiş imdadıma. Helak olayım da bu dertten kurtulayım." diye feryat eder.

12. Ve cehenneme girer.

13. Çünkü o, ehli içinde sevinçli idi. Dünyada, evinde, ailesi, kavmi içinde rahat ve refah içinde, keyfi yerinde, zevk ve sefasında idi. Ahireti ve işin sonunu düşünmez, gam ve keder içinde sıkıntı çekenlere acımaz, dünyanın uğrayacağı değişiklikleri hesaba katmaz idi.

14. Çünkü o zannetmişti ki asla dönmeyecek, değişikliğe uğramıyacak; neşesi kedere çevrilmeyecek, ölmeyecek, hiç azap çekmeyecek ve sorumlu olmayacak sanmıştır.

HAVR, bir olgunluktan sonra eksilmeye ve yok olmay a dönme ve değişme mânâlarına gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte, "Çokluktan sonra yokluktan Allah'a sığınırız." buyrulmuştur ki sarık sarıldıktan sonra tersine

çözülüp bozulması gibi arttıktan sonra eksilmeye, olgunluktan sonra yok olmaya, durumun iyi olmasından sonra bozulmasına, ilerledikten sonra gerilemeye dönmek ve değişmek demektir. Burada buyurulduğu üzere ölmek ve daha sonra dirilmek suretiyle Allah'a dönmektir.

15. Hayır. Onun zannettiği gibi değil, iş onun keyfine kalayacak, değişime uğrayacak, Rabbine dönecektir. Çünkü Rabbi onu görmektedir. Bütün yaptıklarını görüp gözetip duruyor. Dolayısıyla onu kaçırmaz. Her ne olursa olsun onu çevirecek, hesabını görüp cezasını verecektir.

16. "Şimdi yemin olsun..." Âyetin başındaki "fâ" geçen açıklamalara göre neticeyi kollara ayırmak ve anlatmak içindir. "Şafağa".

ŞAFAK, akşam güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığın adıdır. Aslı tül gibi incelik mânâsındandır, denilir ki, inceliğinden dolayı tutunamıyan şey demektir. Kalbin inceliği mânâsına "şefekat" ve korku mânâsına "işfâk" da hep bu incelik mânâsındandır. Türkçe'de şafak; fecr, yani sabahın tanı mânâsına da yaygın olmuş ise de bu âmiyâne bir tabirdir. Arapça'da ve bir din ve gökbilimi terimi olarak şafak, f e crin karşılığı olarak güneş battıktan sonra görünen kırmızılıktır ki akşam namazı vaktidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'ne göre kırmızılıktan sonraki beyazlıktır ki Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdülaziz'in görüşleri de budur. İmam-ı Azam'ın çoğunluğun gö r üşüne döndüğü de rivayet edilmiştir. Ayrıntıları "Hidâye" etrafında yazılıdır. O beyazlığın yok olmasıyla ittifakla yatsı namazı vakti girmiş olur.

17. Burada maksat, dünya hayatı ile sevinenlere karşı, her günün sonunda bir akşamın gelmesi şeklinde halden hale geçmekte olan âlemin değişimindeki manzaraların farklılığını duyurmak olduğu için önce akşamın kırmızı şafağına, ikinci olarak geceye ve onun kapsadığı şeylere yemin edilmiş.

VESAK, eklemek, derleyip toplamak, biriktirip yüklenmek mânâsınadır. Nitekim altmış sa' (altmışbin dirhem) ağırlık, bir deve yükü topladığı için bu kadar yüke "vesak" denilir. Burada da, gecenin derleyip topladığı, kapsadığı şeyler demek olur. Bu kelimenin iftial babına nakledilmiş şekli olan ittisak da, ki aslı "ivtisâk"tır, derli toplu, düzgün ve intizamlı olmak mânâsına gelir.

18. Üçüncü olarak da derlenip toplanarak düzgün bir dolunay olduğu zaman Ay'a yemin edilmiş ve şöyle buyrulmuştur:

19. Elbette ve elbette siz kattan kata bineceksiniz. Şafa ğın, gecenin ve kapsadığı şeylerin ve ayın halden halde geçmesi gibi siz de halden hale, tabakadan tabakaya,

veya nesilden nesle uyum sağlayan birbirinden üstün değişmelere binecek, açıklandığı üzere sonunda Rabb'inize gideceksiniz.

TABAK kelimesi asl ında uygun gelme ve uygun kavramlarıyla birçok mânâya gelir. Kamus yazarının "Besair"de beyanına göre bu madde iki veya daha çok katı olan şeyleri ifade eden isimlerden olup aslında bir şeyi diğer bir şeyin miktarınca üstünde kılmak mânâsınadır. Sonraları o üste konulan şeyi ifade etmede ve bu münasebetle bir şeye uygun olan şey mânâsında, daha sonraları derece ve mevkide, hal ve durumlarda kullanılır olmuştur. Bu şekilde bir şeyin kapağına veya örtüsüne, bir çiftin teki gibi diğerine uygun olan şeye, tab a k ve sini dediğimiz kaplara, "tabaka"nın çoğulu ve cins ismi olarak tabakalar ve mertebeler mânâsına ve özellikle bir ilerleme düşüncesiyle bir duruma uygun olan diğer bir duruma, millet ve asır mânâsına, yirmi seneye, bel kemiklerinin arasındaki yufka gi b i uyum kemiklerine ve Cebel-i Zühre'ye tabak denilir. Burada daha ziyade "bir diğerine uygun halden hale geçeceksiniz" diye tefsir edilmiştir ki en kapsamlı mânâsı budur. Bazıları uygunluğu, olayın dehşetinde uygunluk ile kayıtlamışlar ise de bu açık deği l dir. Birçokları tabakanın çoğulu olarak tabakalardan tabakalara, bazıları milletten millete, asırdan asıra demişler, bazıları da yimi seneden yirmi seneye olacak değişikliklere işaret olduğunu söylemişlerdir.

Naim b. Hammad'ın ve Ebu Nuaym'in rivayet ettiklerine göre Mekhul demiştir ki: "Her yirmi senede, daha önce bulunmadığınız bir durumda bulunursunuz." İbnü Münzir'in ve İbnü Ebi Hatim'in rivayetinde de, "her yirmi senede, daha önce yapmamış olduğunuz bir iş ortaya çıkarırsınız" denilmiştir. Bazıla r ı da bir zamandaki insan topluluğu mânâsına "ümmetten ümmete" demişlerdir. Nitekim amcası Abbas b. Abdulmuttalib Hz. Peygamber (s.a.v.)'i medhederken şöyle demişti:

"Sen doğduğun vakit yeryüzü aydınlandı ve nurunla ufuk parladı.

Bir babanın sulbünden ana rahmine geçiyordun. Bir âlem geçince bir tabak ortaya çıktı".

Yani yeni bir nesil, geçenlerin hepsinden üstün, birbirine uygun gelişen bir toplum ortaya çıktı demektir. Bunların hepsi insanların gerek birey, gerek toplum itibarıyla hayatta sabit bir durumu olmayıp ölüm ve ahirete doğru Allah'a

dönünceye kadar halden hale geçmeye mahkum olduklarını ifade ediyor. Bu şekilde dünyada insan hayatı durumdan duruma ilerleme ve gerilemeye giden devamlı bir değişim demek olduğu ve bunun için beyan olunduğu üzere neticede Allah'a varıp hesap vermek kaçınılmaz bulunduğu anlatılmış oluyor.

RÜKÛB , halden hale geçme ve birbirine ulaşmaktan mecaz veya hakikati üzere olup hal mecaz olarak binilendir. Bir halin diğer hale uygunluğu demek, ikinci halin öncekine belli bir hadde ulaşması veya üstün gelmesidir. Yoksa bütün zat ve niteliklerde bir veya benzer olması değildir. Zira mutabakat zat ve mahiyette değil, yan özelliklerde olur. Dolayısıyla biri elem biri lezzet, biri hayat biri ölüm gibi farklı durumların birbirlerine bir mertebe de mutabakatı olabilir. Bununla beraber ikisi de elem, ikisi de lezzet olmak gibi aynı cinsten iki halin zaman ve mekan veya derece farkıyla üst üste gelip uyuşması da olabilir. Bu şekilde "rükûb" ve "tabak" kelimelerinin ifade ettiği mânâda bir yolculuk, ya yukarı veya aşağı giden bir değişimin tasviri ve coşkunluğu vardır. Halin birisi dünya, birisi ahirettir. Dünya bir değişim âlemi, bir geçit; ahiret bir devamlı kalma yeridir. Bu kalış ve duruş da ya cenn ette veya cehennemde olur.

"Elbette bineceksiniz" şeklindeki hitap herkese olduğuna göre verilen bu haberde, değişimin ileri veya geri olabilmesi itibariyle bir yandan vaad, bir yandan tehdit mânâsı vardır. Hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere olduğuna göre bunda hem kesin bir vaad hem de İslâm'ın ilâhî emirle uyum sağlamak suretiyle Allah'a dönmek için daima ahirete doğru yükselme ruhunu telkin eden ve zaferden zafere götürecek olan yüksek bir ilerleme prensibi vardır ki Allah'tan başka hiçbir g ayede durulmasını caiz görmez. Bu, din ruhunun donmuş ve körü körüne bir görenekle geçmişe ve içinde bulunulan âna saplanıp kalmaktan ibaret bir tembellik hissi değil; düzensiz, uyumsuz, gayesiz giden ve hiçbir ilerleme elde etmeyerek her adımında ilkel k alan perişan bir yenilenme ve değişim hevesi de değil, başlangıçtan sona kadar aşama aşama bir intibak düzeni içinde Allah için daima ileri gitmek ve Allah'a kavuşma gayesine ermek isteyen bir ilerleme aşk ve imanı ile hareket olduğunu anlatır. Onun için bir hadis-i şerifte: "İki günü eşit olan aldanmıştır." buyurulmuştur. Bunda insanı bütün değişimlerin üstüne çıkaracak bir ilerleme ilkesi, bir yükselme vaad ve müjdesi bulunduğuna özellikle ayın derlenip toplanarak düzgün olduğu zamana yemin edilmes i yle de işaret edilmiş demektir. Bundan dolayı "bâ"nın fethasıyla tekil olarak "elbette bineceksin" kırâetine göre

hitap öncelikle Peygamber (s.a.v)'e ait olarak Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac gecesinde olduğu gibi gökten göğe, dereceden dereceye, rütbeden rütbeye ilâhî yakınlığa doğru yükselmesi vuku bulacağını vaad ve müjdeleme olduğu dahi İbnü Abbas ve İbnü Mesud'dan rivayet edilmiştir. "geceye ve kapsadıklarına yemin olsun" şeklindeki yeminin de bununla özel bir ilgisi vardır.

Buhârî'de Mücahid' in yaptığı rivayete göre İbnü Abbas "halden hale demektir" demiştir. "Bu sizin peygamberinizdir." dedi şeklindeki rivayet de bunu gösterir.

Şu halde "bâ"nın zammesiyle çoğul olarak "elbette bineceksiniz" kırâeti de peygamberle beraber onun ardından giden müslümanlara hitap olarak, onların da peygambere uymaları oranında halden hale, tabakadan tabakaya hakkın yakınına yükselecekleri haber verilmiş ve aksine gidenlerin o değişimler içinde yenilip kahredilecekleri anlatılmış olur.

Kısacası, bu âyette, halden hale veya tabakadan tabakaya ilerleme, her yüz senede veya her yirmi senede bir değişme ve yenilenme ile mutabakat kavramlarıyla ilgili "tabak" ve "rükub"un mânâlarında, hayatın ileriye veya geriye gitmesi hususlarında kanun olan önemli haki k atlar vardır. "Hayat, çevre ile uyum sağlamaktır." diye düşünüldüğüne göre de en yüksek hayat, en yüksek çevreye uyum sağlamak demek olur. En yüksek çevre ise, "her şeyi kuşatıcı"(Fussilet, 41/54), "Evvvel ve Âhir, Zahir ve Batın, her şeyi bilici"(H a did, 57/3) ve "nerede olursanız sizinle beraber." (Hadid, 57/3) olan yüce Allah'tır. Dolayısıyla en yüksek hayat, her ne olursa olsun yüce Allah'ın emriyle uyum sağlayarak ona kavuşma ve yükselmekle olur.

O yükseliştir ki, "Ahiret yurdu ise kuşk u yok ki gerçek hayattır, eğer bilselerdi." (Ankebut, 29/64) buyurulan ahiret hayatı mutluluğunun son noktasıdır. Nitekim bir önceki sûrede "mukarreb" yani Allah'a yaklaştırılan kulların o Tesnim kaynağından içecekleri açıklanmıştı. Ona yükselmek için de o ndan öte hiçbir gaye ve maksatta durup kalmamak, her değişim ve başkalaşım adımında ancak onun emrini nazar-ı itibara alarak yürümek ve lüzumunda onun yoluna can vermekten çekinmemek gerekir. Çünkü her ne yapılırsa yapılsın, bir değişme âlemi olan dünyanı n hiç bir şeyinde devamlı kalma ihtimali yoktur. Onun göğü de yeri de Allah'ın emrine boyun eğecek; bâki, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbin zatı kalacaktır. Allah'a gönül rızasıyla gitmek istemeyen nasıl olsa zorla gidecek ve o kıyametin şiddet

ve de hşeti içinde onun ikramından yoksun, azametine mahkum olacaktır.

20. O halde bu insanlara ne oluyor da iman etmiyorlar?. Hakikat böyle iken, yani beyan olunduğu üzere bu dünyada değişim kesin, halden hale geçerek ahirete gitmek ve Hakk'ın huzurunda hesap vermek zarurî olduğu ve iman edenlere o güzel sonuç vaad edilmiş bulunduğu halde nelerine güvenirler de Allah'a, peygamberine ve ahirete iman etmezler!? İman edip de o güzel sonuca ulaşmak için güzel ameller işlemezler? İman etmemekle ne kazanırlar? Al l ah'a gitmekten kaçınmakla bulundukları halde kalacaklarını ve değişime uğramayacaklarını mı zan ederler?

21. Karşılarında Kur'an okunduğu vakit secde etmezler, boyun eğmezler, gerçeği kabul etmezler, Allah'ın emir ve yasaklarına itaat edip uymazl ar, secde etmeleri gerekirken secde etmezler.

Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün "secde et ve yaklaş"(Alâk, 96/19) âyetini okumuş ve secde etmiş, beraberinde bulunan müminler de secde etmişlerdi. Kureyş de başları ucunde el çırpmış ve ıslık çalmışlardı. Bunun üzerine bu âyet indi diye rivayet edilmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bununla, burada tilavet secdesinin vacip olduğu neticesini çıkarmıştır. Şâfii de sünnet demiştir. İbnü Abbas (r.a.)'tan, "Mufassal sûrelerde (yani Kur'ân-ı Kerim'in son taraflarında kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûrelerde) secde yoktur." diye rivayet edilmiş ise de Ebu Hureyre (r.a.) burada secde etmiş ve "Vallahi, Hz. Peygamber (a.s)'in bunda secde ettiğini gördükten sonra secde ettim." demiştir. Enes (r.a) de d e miştir ki: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.anhûm)'nin arkalarında namaz kıldım, hepsi de secde ettiler." Yani namazda bu sûreyi okudular, burada özellikle tilavet secdesi yaptılar. Bununla beraber sûrenin sonuna kadar okunup da rükua gidilecek olursa nam a zın rüku ve secdesini yapmakla tilavet secdesi düşer. Vacip değildir." diye Hasen'den gelen rivayetin dayanağı da bu olsa gerektir.

22. Hatta inkâr edenler yalanlıyor da, Kur'ân'a ve ahirete yalan diyorlar.

23. Oysa Allah, içlerinde ne saklı yorlar biliyor.

YÛ'ÛN, kap manasına gelen vi'â kökünden türetilmiş if'al babından muzari (geniş zamanlı) bir fiildir.

Mazi (geçmiş zaman)si "kaba doldurup sakladı" cümlesinde olduğu gibi "ev'â" dır. Yani, yalanlarlar iken gönüllerinde ne gibi gizli fikirler,

bozuk inançlar, fena maksatlar besliyorlar, doğrulamaları gerekirken neden dolayı yalanlama yoluna gidiyorlar, yalanlama ile neler kazanmak, kaplarına neler doldurmak, müminlere neler yapmak, defterlerine neler yazdırmak istiyorlar, hepsini Allah tamamıyla biliyor.

24. Onun için kâfirleri elem verici bir azap ile, müjdele de onunla sevinsinler!

25. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar hariç. Genellikle müminlerin kâfirlerden istisna edilmesi "munkatı istisna" olursa da, kâfirler içinden iman edenlere göre muttasıl istisnadır. Onlar için, yani iman edip de iyi ameller yapanlar için kendi kazançları olması itibarıyla minnetsiz; yahut kesilmez, sonsuz bir mükâfat vardır.

İNŞİKAK SÜRESİ(Muhammed ESED)

Nüzul sırasına göre bu sure, 82. surenin (İnfitâr) hemen ardından gelir ve bu nedenle, muhtemelen son Mekkî vahiylerden biridir.
1 GÖKYÜZÜ parçalara ayrıldığında,1
2 tabiatı gereği Rabbine boyun eğdiğinde;
3 ve yeryüzü dümdüz hale getirildiğinde,2
4 ve içindeki her şeyi dışarı atarak tamamen boşaldığında,3
5 tabiatı gereği Rabbine boyun eğerek:
6 [öyleyse,] ey insan -sen [madem ki] zahmetli bir çaba ile Rabbine yönelmektesin-4 sonunda mutlaka O'na kavuşacaksın!
7 Sicili sağ eline verilecek olan kimse,5 8 zamanı geldiğinde kolay bir hesaba çekilecektir; 9 ve kendi görüş ve anlayışındaki insanlara6 sevinçle dön[ebil]ecektir.
10 Sicili arkasından verilecek olan ise,7 11 zamanı geldiğinde tamamiyle yok olmak için yalvaracak: 12 ama yakıcı ateşe atılacaktır.
13 Bakın, o adam, [yeryüzündeki hayatında] kendi görüş ve anlayışındaki insanlar8 arasında keyifle yaşadı; 14 çünkü, hiçbir zaman [Allah'a] döneceğini düşünmedi.
15 Evet, öyle! Halbuki Rabbi, onda olan her şeyi görmekteydi!
16 YOK YOK! Hayır! Akşamın [geçip giden] alacakaranlığını tanıklığa çağırırım.
17 Ve geceyi, onun [safha safha] gözler önüne serdiklerini,
18 ve dolunay haline gelen ayı:9
19 [işte böylece, ey insanlar,] siz adım adım ilerleyeceksiniz.10
20 Peki, onlara ne oluyor da [öteki dünyaya] inanmıyorlar?11 21 Ve Kur’an kendilerine okunduğunda saygıyla yere kapanmıyorlar?12
22 Evet, hakikati inkara şartlanmış olanlar [bu ilahî kelâmı] yalanlıyorlar! 23 Ama Allah, onların [kalplerinde] gizlediklerini13 bilir.
24 O halde, onlara [öteki dünyada] şiddetli azabı haber ver, 25 yalnız [pişmanlık duyarak] iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: onlar için kesintisiz bir ödül vardır!

DİPNOTLAR
1 Yani, Son Saat gelip çattığında ve hem olgu olarak hem de insan kavrayışında yeni bir gerçeklik başladığında.
2 Bkz. 20:105-107.
3 Yani, bütün gerçekliğini kaybettiğinde.
4 İnsanın yeryüzündeki hayatında -farkında olalım veya olmayalım- üzüntü, acı, sıkıntı ve endişenin, nadir anlardaki gerçek mutluluk ve tatminin çok üzerinde olduğu gerçeğine işaret. Böylece, bu insanlık durumu, “zahmetli bir çaba ile Rabbine doğru yönelmek” -yani, O'na kavuşacağı yeniden dirilişteki âna doğru yönelmek- olarak tanımlanmıştır.
5 Yani, hayattaki davranışları sayesinde “dürüst ve erdemliler” arasına giren kimse: bkz. 69:19, not 12.
6 Lafzen, “halkına” -yani, kendisi gibi dünyada iken dürüst ve erdemli bir hayat sürenlere.
7 Bu, ilk bakışta, kötülerin sicilinin “sol eline verileceği”ni belirten 69:25 ile çelişir gibi görünmektedir. Ama şimdiki ifade ve tasvir, günahkarın kendi sicilinden duyduğu dehşeti ve onu hiç görmeme dileğini yansıtmaktadır (69:25-26): başka bir deyişle, onu görmek istememesi, (sicilinin) ona, “arkasından” verilmesi ile sembolize edilmektedir.
8 Lafzen, “kendi toplumu” -yani, aynı günahkar eğilimlere sahip olan halk. (Karş. 75:33, not 14.)
9 Böylece Allah, kendi yarattığı evrendeki hiçbir şeyin durağan olmadığı gerçeğini “tanıklığa çağırmakta”dır. Çünkü her şey, sürekli olarak bir durumdan diğerine, her durumda görüntüsünü ve şartlarını değiştirerek, hareket edip durmaktadır: Yunan filozofu Heraklitus tarafından yerinde olarak panta rhei (“her şey akar/değişir”) ifadesiyle tanımlanan bir olgu.
10 Yahut: “bir safhadan/durumdan diğerine” (Zemahşerî): yani, kesintisiz bir ilerleme içinde -hamilelik, doğum, büyüme, yaşlanma, ölüm ve sonunda yeniden dirilme.
11 Var olan her şeyin bir safhadan diğerine yahut bir durumdan diğerine kaçınılmaz bir şekilde evrilmesi, bütün evrende açıkça görülen temel bir kanuna tekabül ettiğinden, bunun istisnasının yalnızca insan olacağını ve onun ileriye doğru hareketinin bedensel ölümü ile sona ereceğini ve ardından başka bir oluşun takip etmeyeceğini varsaymak, makul olmaz.
12 Yani, onun bütün mevcudattaki kesintisiz ilahî değişim ve ilerleme kanununu nasıl sürekli olarak vurguladığını gördükleri halde.
13 Yani, Yüce Varlığa karşı sorumluluklarını itiraf etme isteksizliğini.