8 Mayıs 2007 Salı

NİSA SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Nisa Sûresi'nİn ilk üçte biri aile ve aile meseleleriyle ilgilidir. Aile ise, küçük bir toplumdur. Sûrenin diğer üçte ikilik bölümü de, ümmet ve bu ümmetin problemleriyle ilgilidir. Ümmet ise, büyük bir toplumdur. Sonuçta sûrenin tümü toplumsal İlişkiler ve bu ilişkilerin sağlamlaştırılmasının gerekliliğini ifâde etmektedir. Bu gerekliliğe çekilen dikkat, hemen sûrenin girişinde başlamaktadır:

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratan Rabbinizden sakının." (Nisa, 4/1)

İnsanlar, birbirlerine karşı yabancı gibi de gözükseler, gerçekte birbirleriyle akrabadırlar: Zira tek bir babanın soyundan ve onları bir birine bağlayan ve akraba kılan ortak rahimden gelmektedirler.

Her insanın bu akrabalık bağını hatırlaması, hem yakın hem de uzak tüm akrabalarına iyi muamelede bulunması gerekir. Zira sıla-i rahim, İslâm'ın önde gelen özelliklerinden birisidir. Her ne kadar bazı insanlar arasında akrabalığın din ve kardeşlik bakımından yakınları kapsadığı bilinmekteyse de, insanlık dairesinin daha geniş olması ve renkler ve ırklar arasındaki yardımlaşmanın gerçekleşmesi gerekmektedir.

Sûrenin ilk âyetindeki nasihat, her şeyin yaratıcısı ve sahibi yüce Allah (c.c.)'tan korkmaya ve O (c.c.)'nun kapsamlı gözetimine dayanmaktadır. Ancak biz bu sûrede Allah (c.c.)'a ümit bağlamanın ve O (c.c.)'nun rahmetini istemenin gerekliliğini ifâde eden pek çok âyete de rastlamaktayız. Örneğin şu âyetler bu hususa açık birer örnektir;

"Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisa, 4/31)

"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulacaktır." (Nisa, 4/110)

NisS Sûresi • 57

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/48)

"Allah'ın kabul edeceği levbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin levbesidir." (Nisa, 4/17)

"Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir ve yegâne hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise, büsbütün yoldan çıkmanızı ister. Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 4/26-28)

Şüphesiz ki Allah (c.c), (onlara) zor gelecek derecedeki ibadetlerle, kullarına yük yüklemek istemez. Kulların Allah (c.c.)'a eda etmeye çalıştıkları ibadetler, (tıpkı) ilim tahsil etmek için öğrencinin yüklendiği ve olgunlaşmak için eğitilen kişinin yüklendiği yük gibidirler. İşte böyle bir yük de taşınabilir ve verimli bir yüktür.

Her şeye kadir olan Allah (c.c.)'ın gözetiminden korkmak ve günahları çokça bağışlayan Rahman'dan ümit beklemek mü'minleri canlı tutar ve onlar, ömür uzasa da kisalsa da son ve kesin buluşma için hazırlık yaparlar. Bu sûredeki ailenin prensiplerinden bahseden bölüm, söze yetimlerin haklarıyla ilgili olarak başlamıştır. Çünkü Müslümanlar, bitmez tükenmez düşman saldırılarına karşı savaşan bir toplumdur. Ölü sayısı artıkça yetimlerin sayısının da artması sebebiyle, toplumsal problemlerden bahseden bir sûrenin, yetimlerle ilgili bir hükümle başlamasında garipsenecek bir durum yoktur.

Şu yaşadığımız yüzyılda, yetimlerin misyonerlik cemiyetlerinin, inanç ve ideoloji hırsızlarının hedeflerine maruz kaldıklarını görmekteyiz. İşte bu sebeple Müslümanların kendi yetimlerine gereken önemi göstermeleri ve haklarını korumaları gerekmektedir.

İşte burada yetimlerle ilgili sözlerin arasında evlilik konusu geçmektedi. Burada da bir veya birden fazla kadınla evlenilebileceğine dair bir ruhsat verilmektedir. İslâm; çok evlilik konusunda, kendisinden önceki dinlerin hükümlerinden sapmış değildir, zira Allah (c.c.)'tan bir emir gereği, çok evliliği yasaklayan hiçbir din yoktur.

Yaşadığımız çağdaki insanların durumlarına baktığımız zaman Avrupa ve Amerikalıların, kadınlarla ilişkilerde, insanların en kötüleri olduğunu görmekteyiz. Yasak olan çok evlilik (yani dörtten fazlasıyla evlenme) onlarda oldukça yaygındır. Herhangi sefih bir kimse, onlarca kadınla ilişki kurabilmektedir.

Biz müslümanlara göre serbest olan çok evliliğin önceden tespit edilmiş ve çizilmiş sınırları vardır. Zira İslâm, evlenmeye gücü yetmeyen kimseye şahsen oruç tutmayı emrediyor. Tek bîr eşin geçimini sağlayamayan evli bir kimseye, nasıl olur da

58 • Nİsâ Sûresi

Muhammed Gazalî

başka bir eş daha mubah olur? Onların geçimini sağlayacak güçte olsa bile, aralarında adaletli davranamaz. Biz Müslümanlara göre, zorla evlilik gerçekleşmez. Çok evlilikle ilgili herhangi bir isteksizlik ve gönülsüzlük, bu çok evliliği ortadan kaldırabilir.

Bunun yanısıra, eşinin ikinci bir kadınla evleneceğinden korkan bir kadın, evlilik akdinde, kendi üzerine kuma getirmemesini şart koşabilir. İmam Ahmed b. Han-bel (r.a.)'in dediği gibi; Koca, bu şarta bağlı kalmak zorundadır, eğer uymazsa ikinci evlilik sebebiyle birinci eşin nikahı düşmüş ve boşanmış sayılır.

Bunun ardından sûre miras taksimiyle ilgili hükümlerden bahsetmektedir. Kadına her türlü mirastan pay ayrılmaktadır, oysa önceden kadın mirastan mahrumdu. Miskin ve zayıf kimselere o mirastan bir pay verilmesini mendup kılmıştır. Sünnetin açıkladığı gibi erkeğin, malından üçte biri geçmemek şartıyla, dilediği kadar, vasiyet edebilmesi sağlanmıştır.

İslâm'ın, çeşitli şekillerde, erkeğin payının kadının payından iki katı daha fazla kıldığı bilinen bir şeydir. Zira İslâm'a göre erkek, kadından daha fazla yüklerle sorumludur: örneğin mihri veren ve evinin geçimini sağlamakla sorumlu olan odur.

Zengin bir yakını olduğu sürece kadının çalışıp para kazanma sorumluluğu yoktur. Eğer zengin bir yakını yoksa bile Beytü'1-Mâl bu kadının geçiminden sorumludur. Bunun sebebi ise, tıpkı kadının koruyucusu ve destekçisi olduğunu yapmacık ifâdelerle söyleyen Batı'da olduğu gibi, kadınların ırzlarını kaybetmek ve ayağa düşmekle karşı karşıya gelmemeleri içindir.

Ben bunları söylerken, akılları ve kalpleri paramparça olmuş, kadınlığı hakir gören ve küçümseyen, eşini, kız kardeşini ve kız çocuğunu aşağılayan, onları evde hapsetmeyi ve cahil bırakmayı benimseyen ve onlara karşı küstahlık yapan Müslüman grupları savunuyor değilim.

Hz. Aişe (r.a.)'den gelen bir hadiste Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor; "İman bakımından mü'minlerin en kâmil olanı, ahlâk bakımından en iyi ve aile ferlerine karşı şefkatli davranandır." İbn Abbas (r.a.)'dan gelen rivayete göre de Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki; "Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en iyi davrananızdır. Ben ise, ailesine karşı sizin en hayırlınızım." Üzücü olan, bazı dindar kimselerin takvalarını, kadına kaba davranmak, ona kötü muamele etmek ve onun konumunu kısıtlamak üzerine oturtmasıdır. Öyle ki, tüm dünyadaki kadınlar İslâm'dan nefret eder ve bu yanlış anlayışla birlikte İslâm'ın topluma hakim olmasından korkar hale gelmişlerdir.

İslâm'dan önce kadın, şahsiyeti yok edilmiş ve tüm haklan İhlal edilmiş bir halde idi. Bir kadının eşi öldüğünde, o erkeğin en yakın akrabası gelir ve o kadına el koyardı; sanki o kadın mirastan bir parçaymışçasma!

Nisa Sûresi • 59

RüT'âtı-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Araplannın kadınlar üzerindeki tasarrufları, Yahudilerin yaptıklarına benzemektedir. Çünkü Yahudiliğe göre evli bir erkek öldüğünde, onun çocuğu olmadıysa ölen erkeğin kardeşinin, o dul kadını alıp ondan çocuk sahibi olması ve çocuğu da Ölen kardeşine nispet etmesi gerekirdi.

Böyle bir şeyin nasıl olabileceğini kafam almıyor; gönülsüz ve isteksiz bir evlilik ve asılsız bir nesep. Yahudilikteki bu uygulamanın ilahî bir kanun olduğunu zannetmiyorum. Bu olsa olsa Yahudilerin yalanlarından bir yalandır. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;

"Ey iman edenler! Kadınlara zorla varis olmanız size helâl değildir. Apaçık bir terbiyesizlik yapmadıkça^ onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın." (Nisa, 4/19)

Ayetteki "Adal=sıkiştırmak." kelimesinden maksat; evin, kadının kendisinden kurtulmak için çırpındığı bir hapishaneye dönüşecek şekilde kötü muameledir. Hatta kadının önceden almış olduğu ftıihrî geri ödemesi için bile olsa yapılan kötü muamele bu kavram ile ifâde edilin Aynı âyette, erkeklerin en güzel ve en şerefli yolu tutmaları emredilmektedir;

"Onlarla iyi geçinin. İEğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz." (Nisa, 4/19)

Erkek, eşinden ayrılmak istediği zaman, kadının önceden aldığı mihir de -bu mi-hri ne kadar çok olursa olsun- indirim yapması İçin eşiyle pazarlık yapmasını, İslâm yasaklamıştır. Kadının mihri artık onun özel malı olmuştur, bu mihir büyük bir servet olsa bile.

Eşinden hoşlanmayan bir erkek, ikinci bir evlilik yapmak istiyorsa, dilediği kadar cebinden para harcayabilir. Ancak ilk eşinden hiçbir şey geri almaya çalışamaz.

"Eğer bir eşi bırakıp da başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahî, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşır-neşir oldunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde, onu nasıl geri alırsınız!" (Nisa, 4/20-21)

Eşlerle güzel geçinme hususuna geçmeden önce, çirkin olan toplumsal suçlardan ikisini hatırlamayı uygun görüyoruz; Bunlar lezbiyenlik ve homoseksüelliktir. Bu iki suçla mücadele etmek, aile için gerçek bir korumadır. O'nun temiz havasını muhafaza etmektir. Zira bağlamla ilgisi olmayan söze geçmek bir hatadır.

Lezbiyenlik hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kadınlardan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şâhid getirin. Eğer şâhidlik ederlerse,

60 • Nfsâ Süresi

MuMnımed Gaialî

o kadınları ölüm alıp götürünpeye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin." (Nisa, 4/15)

Homoseksüeller hakkında da şöyle söylüyor;

"İçinizden fuhuş yapan İki erkeğe de ceza verin." (Nİsâ, 4/16)

Batı'nın, Allah (c.c.)'ı, O (c.c.)'nun huzuruna çıkmayı ve dinin tavsiyelerini unutması sonucu, böylesi dinî suçları küçümsemektedirler ve onu sevmemektedirler. Tıpkı, AİDS ve diğer cinsel hastalıkların yayıldığını duyduğumuz gibi, hiç önemseme^ inektedirler. Gerçek şu ki; Batı medeniyetinin tabiatı çürüktür. Bu medeniyet, kendi yerine gelecek olan medeniyet olmadığı zaman, yanj dinlerini unu^rı Müslümanların yokluğunda ancak ayakta kalabilir.

Görevini yerine getirebilmesi ve başarılı olabilmesi için ailenin» tabiatının, karakterinin temizlenmesi, bencilliğin yok olması ve fertler arasında iyilik ve yardımlaşmaya alışması zorunludur.

Eşinden şikâyetçi olan bayanlardan birisi bana telefon etti. Konuşmasından onun gerçekten acı çekmekte olduğunu hissettim. Şayet zorunlu şartlar olmasa bu kadın eşinden ayrılmayı tercih edecek. Ona Firavun'un karısının, Firavun'un serkeşlik ve küstahlığına sabrettiği gibi sabretmesini tavsiye ettim. O da istemeye istemeye bu tavsiyemi kabul etti.

Kendi kendime dedim ki; şayet bu adamın, adî bir adamla evli olan bir kız kardeşi olsa, o adî adam da, -deyim yerindeyse- Kayser ya da Firavun gibi davransa acaba ne yapardı? O kişinin cinsel soğukluk İçinde olması ise en büyük felakettir. Zira evin havası artık dert ve çile yumağı haline gelecektir.

İşte böyle bir ortamda İslâm, sırasıyla öğüt verme, yatağım ayırma ve hafifçe dövme süreci içerisinde cezayı serbest bırakmaktadır. Bir şartla kû bu dövme kırıcı ve incitici olmamalı ve yüze vurmaktan sakmılmalıdır. Kadım dövme suçuyla ilgili sünnette sadece şu iki gerekçeyi gördüm; kadının serkeşlik etmesi ve erkeğin yatağına gelmekten yüz çevirmesi ya da yatağına yabancı kimseleri almasıdır. Her iki gerekçe de, gördüğünüz gibi, çok tehlikelidir.

Bu yüce öğretilerden Önce, haksız yere İnsanların mallarını yemekle ilgili âyetlerde gelmiştir. Tıpkı elde olana rıza gösterme eve başkalarının malına göz dikmemenin gerekliliği ile ilgili âyetler geldiği gibi. Sonra da söz genel olarak tüm insanlara yönelmektedir;

"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, yolcuya, cariye ve kölelere iyi davranın" (Nisa, 4/36)

NisâSûres '61

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Bu, öncelikle aileyi kastetse de etmese de, toplumun bütün fertlerini kapsayan bir talimattır. Sonra nafakadan söz edilmektedir. Nafakada ne cimrilik yapılmalı ne de saçıp savurmalıdır. Ancak ilahî emir birbirine zıt iki insan grubunu ifşa etmektedir; birincisi cimriler, ikincisi ise, gösteriş yapan israfçılar.

Âyet, bir ortamda cimrilik yapan ve başkalarına da cimriliği Öven, başka bir ortamda da riya ve gösteriş için saçıp savuran tek bir grup insandan da bahsediyor olabilir. En iyisi malı, o malı verenin rızasına uygun olarak harcamaktır ve takip ettiği yolda maksadı da şu olmalıdır;

"Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden (O'nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki!" (Nisa, 4/39)

Bugünü ve geleceğiyle ilgili İslâm ümmetini ilgilendiren âyetlerden çok azı kaldı. Sonra sûrenin konuları, öncekinden farklı olarak başka mecraya yönelmektedir. Risalet günlerinde Arap toplumunun oluştuğu grupların durumlarını, onlardan her birisinin gerçek yapılarını ve onların karşısında nelerin yapılması gerektiğini anlatmaya başlamaktadır.

İlginç olan; bu grupların, günümüzdeki İslâm ümmetinin karşı karşıya bulunduğu grupların aynısı olmasıdır.

Geçmişte Müslümanlar Yahudilerle yakın ilişki kurma ve onların ilk vahiy sahibi kimseler olduklarını kabullenme hususunda çok özen gösteriyorlardı. Kendileriyle putperestler arasında bir çatışma çıktığında, Yahudilerin kendi yanlarında olmalarını umuyorlardı.

Ancak Yahudiler sû-i zan sahibi kimselerdi; hiçbir antlaşmayı ve komşuluğu takmıyorlar ve güçlerinin yettiği kadar İslâm'a kötülük yapıyorlardı. Onların bu yaptıkları şeylere karşılık hayrete düşürücü ve reddedici bir anlayışla yüce Allah (c.c.) Nebisine şöyle buyuruyor;

"Kendilerine Kitap'tan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar! Allah, düşmanlarını sizden daha iyi bilir." (Nisa, 4/44-45)

"Ellerinde Kitap'tan bir pay" tabiri, onların kendilerine indirilen vahiyden çoğunu kaybettiklerine işarettir. Aslında kitaplarının kaybolması meselesi, bir kısmının kaybolmasına ve diğer bir kısmının da karışmasına ses çıkarmayan hafızlar tarafından kesin bir yolla gelmiştir. Kitap'tan ellerinde kalan kısmıyla da güzelce amel etmemektedirler. Tüm dünyaya zina ve faizin yayılmasının ardından, bu güne kadar da kendi kitaplarına göre yaşamadılar.

Kokuşmuş dindarlık, bazen kalbin dinden uzak ve boş olmasından daha zararlı

62- NisS Süresi

Muhammed Gazalî

olabilmektedir. Cehennem ateşinin, putperestlerden önce, Yahudi Kurcalarından günahkâr olanlara daha çabuk davranmasıyla ilgili gelen hadisin sırrı da işte budur. Sapıklığı satın almalarının, günahlara dalmalarının ve Müslümanların, Kur'ân'ı unutarak tekrar putperestliğe dönmeleriyle ilgili garip arzu ve isteklerinin gerisinde, Yahudilerin kalplerindeki gizli kötülük vardır.Gerçeği arayıp bulmakta samimi olan hangi insan, böylesi karanlık bir yol tutabilir ki?

Kendilerine farz kılman bu savaşta Allah (c.c.), Müslümanların (yardımcısı) ve velisi olacağını vaadetmektedir.

"Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir." (Nisa, 4/45)

Ancak bu yardım ve dostluğa miskin miskin oturanlar kavuşamazlar. Aksine nefsi müdafaayı terkeden, yeni stratejiler çizmeyi ve kaderi sağlamlaştırmayı ihmal eden toplumlar Allah (c.c,)'ın yardım ve dostluğunu kesinlikle elde edemezler.

Menar sahibi şunları söylüyor: Hikmet sahibi yüce Allah (c.c); ismi ve unvanı ya da seçkin kullarından birisinin adına intisap etmesi sebebiyle sünnetullahını ne bir Müslüman ne bir Yahudi ve ne de bir Hıristiyan için bozmaz. Aksine Allah (c.c.)'m değişmez kanunları (sünnetullah) kendilerinden yardım istenilen seçkin kimseler içindir. Öyle ki, peygamberlerin sonuncusu Hz. Peygamber (a.s.)'ın bile kafası yarılmış, dişi kırılmış ve Uhud günü askerlerin savaş düzenindeki yerlerini terk etmeleri sebebiyle çukura yuvarlanmıştır.

Ey Müslümanlar! Bu dine bağhhğımzdaki basitlikler ne zamana kadar devam edecektir. Sizler Allah (c.c.)'ın Kitabı'na göre amel etmiyor, gösterdiği yolda yürümüyor ve o kitabın içinde bulunan uyarılardan da hiçbir ibret almıyorsunuz! Bu toplulukların saldırılarının nasıl da tekrar başladığım görmüyor musunuz? Gurur ve ki-biri terk ederek ilme ve çalışmaya dört elle sarıldıktan ve toplumsal yasaların onlara uygulanmasından sonra yabancı devletler, ülkelerimizin bir çoğunu ele geçirmiş bulunuyorlar. Şu anda Yahudiler ellerimizde kalan toprakları da almak için hazırlık yapıyorlar ve size ait olan mukaddes beldeleri tekrar alıyorlar ve oralarda saltanatlarını kuruyorlar.

Öyleyse ey Müslümanlar! Allah (c.c.)'ın Hakim olan kitabına ve ümmetler için koymuş olduğu yasalarına uyunuz. İçinize şirk tohumları eken deccalların ve düzenbazların vesveselerini bırakınız. Zira bu düzenbazlar sizin toplumsal ve zihinsel yetilerinizi talan etmekteler. Rabbinizİn kelamına uymaktan alıkoyup ölüme terketmekte ve batıl inançlara tutunmanızı istemektedirler. Bu düzenbazlar sizleri, Allah (c.c.)'ın farz kılmadığı nafile namaz ve virdlerle oyalayarak, hem dininizden hem de dünyanızdan alıkoymaktadırlar. Bunların tek hedefi, mallarınızı ve servetlerinizi ellerinizden almak ve sizdeki batıl istek ve arzulan körüklemektir.

Nis5 Sûresi ■ 63

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Ey Müslümanlar! Uyanın, uyanık olun; dikkatli olun ve iyi bilin ki yüce Allah (c.c), hiç kimseye zerre miktarı zulüm etmemiştir de, etmezde. Topraklarınızın kaybolması ve azminizin kırılması sadece ve sadece Rabbinizin hidâyetini terketmeniz ve içinizdeki bu düzenbazlara uymanız sebebiyledir.

Menar sahibi Muhammed Abduh çok doğru söylüyor: Bu anlatılanların dışında yeni yeni hastalıklar varsa, bu çok daha kötü ve çetindir. Biz Müslümanların da aynı hatalara düşmekten sakınması için, Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin kendi dinlerine neler yaptıklarını şu şekilde açıklamaktadır:

"Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar..." (Nisa, 4/46)

Yahudilerin, kelimeleri tahrif etmesi birkaç şekilde olmuştur; bunlardan ilki, he-va ve heveslerine uyarak, sözü zahirî ve yakın olan anlamından çıkarıp diğer anlamlara yöneltmektir.

Yahudilerin elinde, yakında gönderilecek bir peygamberin müjdesi olmasına rağmen, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tasdik etmemek ve onun doğruluğuna şahitlik etmemek için, kelâmın kastettiği şeyi kendi arzuladıkları şeyle değiştiriyorlardı.

Bir başka tahrif çeşidi ise, ellerinde bulunan nassın üzerine eklemeler yapıyorlardı. Çünkü, Tevrat'ta, Allah (c.c.) tarafından indirilmiş olan vahiyle hiçbir ilgisi olmayan garip eklemeler mevcuttur. Şeyh Rahmetullah el Hindî, "Izhâr'ul Hak" isimli eserinde, Kitabı Mukaddes'te kesinleşmiş tahriflerden yüz tanesini tek tek tespit etmiştir. "Ehl-i Kitap'tan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde; 'Bu Allah kalındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar." (Âl-i İmrân, 3/78)

El-Hindî'nin eseri, bu alanda yazılmış en kapsamlı ve en iyi eserdir. Yahudilerin dik kafalılık, inatçılık ve kötü ahlâklarından birisi de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e söyledikleri şu sözdür:

"Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı): İşittik ve isyan ettik, dinle dinlemez olası, "Râinâ" derler." (Nisa, 4/46)

Eğer Yahudiler bu inatlarını sürdürürlerse, Allah (c.c), onlara şiddetle vurmak ve süründürmekle tehdit etmektedir.

"Ey Ehl-i Kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları Cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (kitaba) iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." (Nisa, 4/47)

64 • NisS Sûresi

Muhammcd Gazalî

Yahudiler İnatlarını sürdürünce, Allah (c.c.) da onların izlerini Hicaz'dan sildi ve varlıklarını ortadan kaldırdı. Şimdilerde ise, Müslümanlar Allah (c.c.)'la olan sözleşmelerini terk etmeleri sebebiyle, Yahudiler bu topraklara geri döndüler ve Müslümanların miraslarım hiç Önemsemediler. Gelecek, bu iki gruptan Allah (c.c.)'ın dinine ve O (c.c.)'nun Resûlü'ne yardım hususunda en çok uyan ve gayretli olan grubun olacaktır. Belki de Rabbimize tekrar döneriz, Allah (c.c.)'ta bize İzzet ve şerefimizi geri verir! Sonra yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını ise, dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/48)

Şirk iki kısımdır: İlki, bir kimsenin, evrenin iki veya daha fazla yaratıcısı, nzık vericisi ve düzenleyicisi olduğunu varsay maşıdır. İkincisi ise, kişinin, hüküm koyma, haram kılma, helal kılma, dua, adak ve tevekkül gibi hususlarda Allah (c.c.)'tan başka bir şeye güvenmesi ve sığınmasıdır.

Yahudiler, müşrik kelimesinin birinci anlamı itibariyle, müşrik değillerdi. Onların ve benzerlerinin şirkleri, Allah(c.c.)'tan başka hakem tayin etmek ve ondan yardım istemekten gelmektedir. Her iki şirk çeşidi de, büyük bir suçtur ve bağışlanamaz. Zira şirk, insanlığın benliğinde derin bir bozulmadır.

Modern medeniyetle birlikte bozulma ve dinsizlikte, daha derin bir şirk çeşidi ortaya çıktı; Uluhiyyeti temelden inkâr etmek, heva ve heveslerin isteklerine takılmak ve Yüce Yaratıcı'nın öğretilerini tamamen unutmak. Yaşadığımız çağda İslâm, çeşit çeşit inkâr, şirk, Allah (c.c.)ın indirdiği dışında hükümler koyma ve şer'î hükümlere karşı yapılan terbiyesizliklerle mücadele etmektedir. Bu dinin müntesiplerine de, taşımakta oldukları yükün ağırlığını fark etmeleri ve yeryüzünün her tarafını, ellerinde bulunan Allah (c.c.)'ın nuru ile aydınlatmaları gerekir.

Müslümanlar, kendilerinin Allah (c.c.)'m seçkin kulları olduklarını iddia eden Yahudiler gibi olmamalıdırlar. Yok eğer Yahudilere benzer ve Yahudileşirlerse, insanlar bu Yahudileşen Müslümanlardan ne bir iyilik, ne de teşekkür edilecek iş görürler.

Yahudilerin ileri gelenlerine, iki gruptan hangisinin hakka ve zafere daha yakın oldukları sorulduğunda, kökleşmiş Yahudi çılgınlığı o dereceye ulaşmıştı ki, cevapları şu oldu: Putperestlik İslâm'dan daha üstün ve faziletli, cahiliyye taraftarları da, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ashabından daha hayırlıdır.

Yahudilere göre din; adalet, hoşgörü ve takva değildir; aksine, kendi ırklarını öven ve bencillikleriyle gururlarını besleyen her şey, dindir. Geçmişte olduğu gibi, şimdi de Arapları kötü görüyorlar. Çünkü onlar, İsrâiloğu ilan'nın vahye karşı kötü davranmaları ve vahyin getirdiği yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınmalarının ardından, yüce Allah (c.c.)'ın vahiy emanetini taşıması için seçmiş olduğu bir toplu-

NisS SOresİ • 65

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

luktur.

Hz. Yâkub (a.s.)'un çocukları, Hz. İbrahim (a.s.)'in soyunun sadece belirli bir kolunu oluşturmaktadırlar. Öyleyse, niçin Hz. İbrahim (a.s.) ve O (a.s.)'nun soyuna verilen Allah (c.c.)'ın nimetini tekellerine geçirmeyi isteyerek, Hz. İsmail (a.s.)'in çocuklarına o nimetlerden hiçbir pay bırakmıyorlar. Allah (c.c.)'ın ihsanından aldıkları şeyler sebebiyle, niçin amca oğullarından intikam alıyorlar? Ve niçin onlara karşı, putperestlere destek veriyorlar?

"Bunlar, Allah'ın lanetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye, gerçek bir yardımcı bulamazsın. Yoksa onlann mülkten bir nasipleri mi var? öyle olsaydı, insanlara zırnık bile vermezlerdi." (Nisa , 4/52-53)

Âyet, Yahudilerin bilinen cimriliğine işaret etmektedir. Şayet onlar Allah (c.c.)'ın hazinelerine sahip olsalar, ondan hiçbir ihtiyaç sahibine ve kendileri dışındaki insanlara bir şey koklatmazlar. Onlar, nail oldukları iyilikler sebebiyle, Arapları çekemediler. O zaman Arapların bu iyiliklere nail olması, onları niye ilgilendiriyor ve bunca itirazları niçindir?

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem tayin edip sonra da verdiğin hükümden, içlerinde bir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe gerçekten iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

Vahyin Araplara geçmesi sebebiyle, kızgınlıklarının şiddetinden Yahudiler, Hz, Muhammed (s.a.v.)'İ yalanlama ve onun kavmine düşman olmayı nesiller boyu birbirlerine miras olarak bıraktılar. Arapların İslâm mirasının terk etmelerini ve onda gevşeklik göstermelerini, sosyal hayatta geri kalmalarını ve oyun ve eğlenceye dalmalarını fırsat bilerek, eski şeref ve onurlarını yeniden kazanmak için, tam on dört asır sonra Filistin'e tekrar döndüler. Onlar Kudüs'e nara atarak girerlerken, tüm dünya onlann şu haykırışlarını dinledi: "Ey Hayber devrimcileri! Muhammed artık öldü ve geride sadece kızlarını bıraktı!"

Hatalarımızdan dolayı utanıp, şu şekilde haykırılması için, halâ dinimize tekrar dönmeyecek miyiz?: "Muhammed (s.a.v.), yanında aslanlarıyla birlikte geri döndü."

Yahudilerin putperestler lehine şahitlik etmeleri sebebiyle, konunun akışı onları kınayarak devam etmektedir. Zira şahitlik, emanettir ve şahitliğin sahiplerine verilmesi bir borçtur. Onlar, putperestliği İslâm'dan daha faziletli ve üstün göstermede zerre kadar hakkı ve adaleti gözetmemişlerdir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar öğütler veriyor! Şüp-

66 ■ Nisa Sûresi

Muhammed Gazali

hesiz ki Allah, her şeyi işitir ve görür." (Nisa, 4/58.)

Emanet kavramının maddî ve manevî birçok anlamlan vardır. Ama bu anlamların hepsi de, tüm iş ve davranışlarda Allah (c.c.)'ın ve insanların haklarını koruma çerçevesinde dönüp dolaşmaktadır. Emanete riâyet etmeyen kimsenin imam, ahde vefa göstermeyen kimsenin de dini yoktur.

Yahudilerle ilgili haberleri anlattıktan sonra Kur'ân, İslâm ve müslümanlar için büyük bir tehlike olan ikinci grubun haberlerini vermeye başlıyor. Bu grup, küfürlerini gizleyip imanlarını gösteren, münafıklar grubudur. Bunları anlatmasının sebebi ise, münafıkların yaptıklarım açığa çıkarmak ve sırlarını ifşa etmektir. Münafıklarla ilgili anlatım şu âyetle başlamaktadır:

"Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde yargılanmak istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor." (Nisa, 4/60)

Ayetin, onların iddialarını "zeame" kelimesi ile İfâde etmesi, iddialarının yalan olduğuna işaret eder. Buradaki "tâğut" kavramının anlamı ise: Allah (c.c.)'ın dışında, insan, cin ve cansız varlıklardan herhangi birisine, kendilerine hakemlik etmesi için, başvurmaktır. İmanın gereği, bütün tâğutları inkâr etmek ve onların kışkırtmalarından uzak durmaktır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Allah inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlere gelince, onların dostları da tâbuttur; onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür." (Bakara,2/257)

Nisa Sûresi'nde İse şöyle buyurmaktadır:

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkarcılar ise tâğut yolunda savaşırlar," (Nisa, 4/76)

Tâğut sıfatı, Allah (c.c.)'in dışında ibadet edilen, onun yoluna engel olan ve koyduğu hükümlere düşmanlık eden herkes ve her şey için geçerlidir. Burada münafıklar, Müslümanların Allah (c.c.) ve Resûlü'ne(s.a.v.) uymaları ile ilgili verilen öğütleri dinliyorlar. Ancak kendi yollarında gidiyorlar. Kendi yollarında attıkları her adım sebebiyle, inat ve sapıklık onlara hakim oluyor, sonuçta da zulüm ve haksızlıkla uzun mesafeler kat ediyorlar. Nihayetinde öğütçünün sesi onlara ulaşamaz oluyor. "(Sanki) onlara uzak bir mekândan çağrılıyor (da dâvetçinin ne söylediğini anlamıyorlar.)" (Fussilet, 41/44)

Münafık, dış görünüş olarak sizlere yakın olabilir. Fakat o, hevâ ve arzularının kapladığı kalbiyle, sizlerden çok uzaktadır. Zira o, ne söyleneni tam olarak anlar ve ne de o sözden etkilenir.

Nişi Sûresi • 67

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Resule gelin, denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." (Nisa, 4 /61)

Bir diğer sûrede de şöyle denmektedir: "Onlara: Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin, denildiği zaman baslarım çevirirler ve sen onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün" (Münâfikûn, 63/5)

Açık ya da gizli her inkarcının, kendisine göre bir bakış açısı vardır ki, buna sımsıkı sarılır ve hararetle savunur. Hak, apaçık ortaya çıktıktan sonra bile, kendi bakış açısını terk etmez. Batıl yolda olan birçok kimse, gerçekte kendisinin haklı olduğuna inanır! "Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?" (Fâtır, 35/8) Ancak uzun bir zaman geçmeden, ektikleri kötülükleri biçerler. İzlenen kötü yol ve yöntemlerin yakın veya uzak neticeleri vardır. İşte bu kötü yol, acı meyvelerini vermeye başlayınca, bu yolun sakinleri özür dilemeye başlarlar:

"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak isledik, diye yemin ederek sana nasılda gelirler!" (Nisa, 4/62)

Çağımızın mutaassıpları, beşerî hukuku savunuyorlar ve kendilerinin doğru yol üzere olduklarını zannediyorlar. Fitneler ülkeleri kasıp kavurduğu ve suçlar artmaya başladığı zaman ise düşünmeye, fikir değiştirmeye ve özür beyan etmeye başlıyorlar;

"Onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara kendileri hakkında tesirli söz söyle." (Nisa, 4/63)

Nifakın açığa çıktığı ve çirkin yüzünün göründüğü İki yer vardır: Birincisi, Allah (c.c.)'ın indirmiş olduğu hükümleri kötü görmektir. İkincisi ise, hakkı savunma ve Allah (c.c.) yolunda savaşmayı hoş karşılamamaktır. Genelde münafıklar namaz ve zekât gibi itaat gerektiren işlerde kendilerini sıkarak da olsa bu ibadetleri yapıyorlar. Belki de bu sıkıntılarını gizleyebiliyorlar veya gösteriş yapıyorlar. Ancak Allah (c.c.)'m indirdiği hükümlerin önünde ve Allah (c.c.) yolunda cihatta, içlerinde gizledikleri sıkıntı açığa çıkıyor ve sırları ifşa oluyor.

Peygamberier(a.s.), Allah (c.c.) katından, doğru bir yaşam için gerekli olan tam bir yaşam tarzı getirirler. Bunların takipçileri de, iman, amel etme, söz dinleme ve itaat etmeleri sebebiyle, bu eksiksiz hayat tarzını uygular ve dosdoğru yol üzerinde giderler. Mü'minler için, bu yolun haricinde tutulacak başka hiçbir yol yoktur. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, Rabbİne andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe, tam iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

68 • NisS Sûresi

Muhammed Gazali

Aslında dinin öğretilerinde kişiyi zarara sokacak ve ona sıkıntı verecek hiçbir şey yoktur. Fakat aciz ve şaşkın kimseler, cihad ve diğer itaat çeşitlerini ağır bulabilirler. Eğer bu kimseler çalışıp çaba gösterseler ve dinin Öğretilerini tasdik etselerdi, onlar için daha iyi olurdu.

Nisa Sûresi, münafıkların ahlâkını kesintisiz bir bağlamda açıklamaya devam etmektedir. Bu açıklama biraz uzadığı zaman, toplumlarda sıkça bulunan ve fakat dikkatlice bir tedaviye ihtiyaç duyan, diğer hastalıkları ortaya koymaya başlamaktadır. İşte bu özelliklere sahip, "zayıf imanlılar" grubu. Hasta ile ölü ve imansızlık ile şayet tedavi edilmezse imanı yok olacak olan hastalıklı iman arasında sıkı bağlar vardır. Hastalıklı bir inancın, birden çok görüntüleri vardır. Bunlardan ilkinin göstergesi Allah (c.c.)'ın şu âyetinde açığa çıkmaktadır:

"İçinizden bazıları vardır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felaket dokunursa: 'Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım,' der. Eğer size bir lütuf gelirse, sanki sizinle onun arasında bir dostluk yokmuş gibi, 'keşke onlarla beraber olsaydım da, ben de büyük bir başarı kazansaydım!' der." (Nisa, 4/72-73)

İşte bu kişi istek ve arzularının esiri olmuştur. Artık onun emelleri, şahsî menfa-atleriyle birliktedir, yoksa dinin gidişatı ve geleceği İle ilgili değil. Onun kalbi; ihlas ile bencillik arasında gidip gelen bir duyguyla doludur. Böyle kimsenin bir benzeri de, namazını kılan, orucunu tutan ve günahları terk eden, ancak kendisine cihad emri ulaştırıldığında endişeye kapılan ve mühlet isteyen şu kimsedir:

"Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da, 'Rabbİmiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?' dediler." (Nisa, 4/77)

Sûre, birçok yerde zayıf imanlı kimseleri iyileştirmek İçin gayret sarfediyor. Bunları, dinlerini kaybedecek derecede çılgınca kuruntularıyla baş başa bırakmamak, Allah (c.c.)'m rahmeti gereğidir. Birinci grup için Allah (c.c.) şöyle seslenmektedir: Sevgi ve korkunun esiri, kulu kölesi olma. Eğer böyle olursan, tek başına şahsi menfaatin senin ileri gitmene veya geri kalmana sebep olur. Zafer anında ganimetleri kaçırdığın için üzülmenin ya da yenilgi anında kurtulduğun için sevinmenin anlamı nedir! Bu tavır, açıkçası, mü'mine yakışmayan bir alçaklıktır. Kendini Allah (c.c.)'a ada ve sadece "Kelimetullah"ı yüceltmek için savaşa git.

"O halde, dünya hayatım âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşırda öldürülür veya galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz." (Nisa, 4/74)

Nisa Sûresi • 69

Kut 'ân -ı Kerîm 'İti Konulu Tefsiri

İkinci grup için de yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Ecellerin süreleri sınırlıdır. Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah'ın iznine tabi olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır." (Al-i İmran, 3/145) Uzun bir süre yaşamakla belki de, uçaktan düşer ve uzun süre sakat olarak kalabilirsin. Kısa süre yaşamakla ise, ecelinle ölür ve ruhunu evinde rahatça teslim edersin.

Nifak ile iman zayıflığı arasında gidip gelen sınıflar çoktur. İşte Nİsâ Sûresİ'nin saymış olduğu örneklerden birisi de şudur:

"Kendilerine bir iyilik dokunsa, 'bu Allah'tan derler, ama başlarına bir kötülük gelince de 'bu senden', derler. De ki: Hepsi Allah'tandır. Bu adamlara ne oluyor ki, bir türlü laf anlamıyorlar!" (Nİsâ, 4/78)

Bu âyet bizlere, Fir'avun'un Hz. Mûsâ karşısındaki konumunu ve tavrını hatırlatmaktadır; "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, 'Bu bizim hakkımızdır' derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Mûsâ ve O'nunla beraber olanları uğursuz sayarlardı." (A'raf, 7/131) Semûd kavmi de Hz. Salih (a.s.) peygambere aynı şeyleri yapmıştır.

Ayeltte geçen "Hasene" kelimesinden, bereket, bolluk, afiyet ve zenginlik gibi güzel durumlar kastedilmektedir. "Seyyie" kelimesinden de, bu söylenenlerin tam zıddı kastedilmektedir. Dolayısıyla isyan ve itaatlerle ilgili, şer'î ıstılahlarla bu kelimeler arasında anlam bakımından bir benzerlik yoktur.

Peygamberlerin gönderilmesi hakkında ileri geri söz söylemek ve sövmek, küfürdür. Belki de Yahudilerin konumu bu idi. Müslüman olduktan sonra hiç beklemedikleri problemlerle karşı karşıya kalınca, yeni Müslüman olanların durumu da buydu. Bizim inancımıza göre fayda da zarar da Allah (c.c.)'tandır. Zira O (c.c), fayda ve zararları koyan ve kaldırandır. O (a.s.), her şeyin yaratıcısı ve yöneticisidir. Zira hiçbir beşerin yaratmaya ve yoktan varetmeye gücü yetmez. Ancak insanların, sadece çok az bir kısmını bilebildiğimiz şu büyük kâinatın İçinde sınırları çizilmiş bir alan dahilinde, iş yapma ve hareket etme iradeleri vardır.

"De ki: Hepsi Allah katındandır." âyetinin anlamı bunu ifâde etmektedir. Sonra insanların başına gelen çoğu kötülüklerin, insanların işledikleri suçlar veya ihmalkârlıklar sebebiyle olduğunu açıklayan ek bilgiler gelmektedir ki, şu âyetin anlamı bunu ifâde etmektedir:

"Sana gelen iyilik Allah'tandır. Basma gelen kötülük ise, nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter." (Nisa, 4/79)

"İnsanlara isabet eden kötülüklerin büyük bir çoğunluğu" dememizin sebebi Allah (c.c.) bazen şu yöntem üzere dereceleri yükseltmek içinde kullarını imtihan edebilir: "Kul, amelleri vesilesiyle ulaşamadığı bir mertebeye varmak istiyorsa, Allah

70 ■ Nisa Sûresi

Muhammed Gazalî

(c.c.) o kulu, varmak istediği mertebeye yükseltecek bir imtihana tabi tutar. O da sabrı ve teslimiyeti sebebiyle, o yüksek makama ulaşmış olur."

Yaratma ve yönetme bakımından her şey Allah (c.c.)'a aittir. Biz insanlara düşen görev ise, çalışmak ve kazanmaktır. Bize isabet eden kötülüklerin büyük bir çoğunluğunun gerçek müsebbibi, yine bizleriz.

Nifak ile zayıf iman arasında gidip gelen gruplardan bir diğeri de şunlardır:

"Onlara güven veya korkuya dair haber gelince, hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resule veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilebilirlerdi." (Nisa, 4/83)

Sıradan insanların ağır sorumluluk isteyen devlet işleriyle uğraşması ve devlet işleriyle ilgili en ufak bîr bilgisi olmayan kimselerin devletin gidişatı ve geleceği ile İI~ giü görüş bildirmesi, büyük felaketlerdendir. Hiçbir anlayışı ve hukuk bilgisi olmadığı halde İslâm hukuku hakkında konuşan ve yine hiçbir fikri olmadığı halde savaş ve barış konuları ile ilgili fikirler serdeden, kendi evini düzeltmeye gücü yetmediği halde, dünyayı ıslah etmeyi isteyen, nice insanlar gördüm. Niçin işleri erbabına bırakmıyoruz ki? Niçin savaş ve ekonomi her tarafta konuşulur oldu?

"Ey yay yapmakta gösteriş yapan kimse! Yay güzel olmuyor, Hiç olmazsa yaya zulmetme de, onu ustasına ver!"

Şüphesiz ki Allah (c.c), bilmediği şeyden dolayı bir kimseyi sorumlu tutmaz. "Bunu bir bilene sor." (Furkan, 25/59) Uzman ve mütehassıs kimselere saygı göstermemiz ve bilgimiz dahilinde kalmamız, bizim için daha hayırlıdır. Büyük milletler, uzman kişilere saygı gösteriyor ve onlara üretim yapabilecekleri ortamı hazırlıyorlar. İşte böylesi uzman kişilere kötü davranmak, tüm topluma zarar verir. Toplumun bütün fertleri, sorumlu tutuldukları işleri güzelce yapsalar ve diğer işleri de erbabına bıraksalar, ne olur sanki?

"Liderleri olmadıkça, başıboş toplum düzelmez,

Câhilleri yönettikçe de, o toplumun gerçek liderleri olmaz."

Bir hadisi şerifte şöyle denmektedir: "Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen ve alimlerimizi de hakkıyla bilmeyen kimseler, bizden değildir..."

Allah (c.c.),'Nebîsi (a.s.)'ne, zayıf, korkak ve kalpleri hastalıklı kimselere aldırmamasını ve güçlerini kırıp zayıf düşürene kadar azgın kimselerle savaşmasını emretmektedir.

NisS Sûresi ■ 71

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü'minlerİ de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir." (Nisa, 4/84)

Kim isterse, Resule (s.a.v.) ve mü'minlere katılır, onları güçlendirir ve onlarla birlikte Hakka yardım ederdi. İşte bu katılım şefaat(çilik) olarak isimlendirildi. Çünkü bu destekçi, tek kişinin yanına geldiğinde onu ikiliyordu ve yalnız başına olan kişiye yardım ettiğinde, güçlü iki kişi oluyorlardı. İşte şu âyetin anlamı bunu ifâde etmektedir:

"Kim iyi bir işe aracılık (şefaat) ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim de kötü bir işe aracılık (şefaat) ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir." (Nisa, 4/85)

Allah (c.c.) mü'minlere, savaşlarda düşman ordularını devamlı gözetlemelerini emretmektedir; Zira onlardan iyilik yapanlara, mü'minler de iyilik yapmalı ve barışa istekli olduğunu gösterecek şekilde güler yüzlü ve samimi bir biçimde onları karşıla-malıdır.

"Bir selâm İle selâmlandığınız zaman, siz de ondan güzeli ile selâmlayın; yahut aynısı İle karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyi hesaba çekmektedir." (Nisa, 4/86)

Hatta bütün karşılıklı selamlaşmalarda hiçbir sakınca yoktur. Geçmişte Müslümanlar, tüm insanlara barış ve esenlik diliyorlardı ve kendilerine selâm veren herkese de selâm veriyorlardı. Bu durum, Yahudilerin selâm kelimesini tahrif edene kadar devam etti. Ancak onlar "essâmü aleyküm=kötülük ve Ölüm üzerinize olsun" dediklerinde, Müslümanların da; "Ve aleyküm=kötülük ve ölüm, asıl sizin üzerinize olsun" diye karşılık vermeleri emredildi. Allah (c.c), Müslümanların isteğine cevap verdi ve fakat Yahudilerin isteğine asla cevap vermedi!

Hadiste ifâde edilen Rasûlüllah (s.a.v.)'ın emrinin, özel bir konumdan olduğu kanaatindeyiz. Buna göre âyetin anlamı geneldir ve herkesi kapsamaktadır. İnsanların kalplerini ısındırmak ve selâmla başlangıç yapmak için herkesi selâmlaması, İslâm ve onun ümmetinin âlîcenaphğındandır. İbn Cerîr'in, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Resûlüllah (s.a.v.) şöyle demiştir: "Allah'ın kullarından her kim sana selâm verirse sen de selâmını al ve iade et; hatta bu kimse bir Mecusî bile olsa." Zira yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Bİr selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan güzeli ile selâmlayın; yahut aynısı ile karşılık verin." (Nisa, 4/86)

Şa'bî, kendisine selâm veren bir Hıristiyan'a karşılık vererek dedi ki: "Allah (c.c.)'ın selâmı ve rahmeti senin de üzerine olsun." Ona bu hususta soru sorulunca da

72 ■ Nisa Sûresi

Muhammed Gazalî

şöyle cevap verdi: "O, Allah (cc.)'ın rahmeti ile yaşamıyor mu?"

Bundan sonra Kur'ân-ı Kerim, münafıkları anlatmakta ve onlarla ilgili sınırları çizmektedir. Münafıklar bu dönemde, imanlarını açıklayıp küfürlerini gizleyen Abdullah b. Übey b. Selül gibi Medine ehlinden insanlar değillerdi. Aksine onlar uzak kabileler ya da günümüzün ifadesiyle, yabancı devletlerdi ve bizim dostluğumuzu kazanarak, davetimizin başarıya ulaşmasını istiyormuş gibi gözüküp bizlere gizli gizli tuzaklar kuruyorlar ve kötülük yapıyorlardı. Bu arada bazı Müslümanlar da onların dış görünüşüne aklanmışlardı. Bunun Üzerine Allah (c.c), onların gerçek niyetlerini açığa çıkardı.

"Size ne oldu da münafıklar hakkında İki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmişti (küfürlerine geri döndürmüştür)," (Nisa, 4/88)

Bu insanlar hakkında niçin iki farklı görüşe ayrılıyorsunuz? Bakın onların içlerinde gizledikleri gerçek niyetleri ifşa edildi.

"Allah'ın saptırdığım doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın!" (Nisa, 4/88)

Âyet, bu garip insanların birden çok gruplarını da tek tek açıklamaktadır. Örneğin onlardan bir grubun, biz Müslümanlara kin beslediği, bizlerin tekrar kâfir olmamızı ümit ettiği ve bizim başımıza felaketlerin gelmesini dört gözle beklediğini açıklamaktadır.

"Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin." (Nisa, 4/89)

Bir grup münafık da vardır ki, tarafsızdır; ne bizimle beraberdir ne de bizim düşmanlarımızla. İşte bunlara karşı tavrımız, barış olmalıdır:

"Ancak kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak istemediklerinden yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna." (Nisa, 4/90)

Bir başka grup münafık da vardır ki, yağcılık yapar ve adetâ cambazlık yaparak iki ipte birden oynamak ister. Fırsatını bulsa hiç kaçırmadan değerlendirir. Bunlara karşı da tavizsiz olmalıyız;

"Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak İsteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalar-lar(daldınhrlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmez-

Nisâ Sûresi • 73

Kur'ân-ı Keiîm'iıı Konulu Tefsiri

lerse onları yakalayın ve rastladığınız yerde öldürün..." (Nisa, 4/91)

Bu tiplerle savaşmak, onların İslâm'a girmesinden dolayı değil, aksine Müslümanlarla düşmanları arasında ince bir yol takip etmelerinden dolayıdır. Onların gizlediği şey açığa çıktığına ve düşmanlıkları da göründüğüne göre, onlara karşı susmanın bir anlamı yoktur. İşte bu sebeple onlar hakkında şöyle denilmiştir:

"İşte onlar üzerine size apaçık bir yetki verdik" (Nisa, 4/91)

Biraz önceki sınıflandırma, adil bir sınıflandırmadır. Zira biz Müslümanlar hiçbir kimseyi, dinimize girmeleri için zorlamıyoruz ve bizlerle düşmanlarımız arasında tarafsız olmalarını da kötü görmüyoruz; yalnız bu doğru ve saygın bir tarafsızlık olduğu sürece...

Bizim reddettiğimiz şey, şu şekilde ifâde edildiği sürece, açık ve gizli düşmanlıklardır: "Sahtekâr da değilim, sahtekârlık da beni aldatacak değildir."

Bu hükümden sonra sûre, kasten ve hatalı adam Öldürme olayını anlatmaktadır. Sanki bu şekildeki bir anlatım, Allah (c.c.) yolunda cihad eden Müslümanların kasten veya hatalı adam öldürme olayında aşırıya kaçtıklarım ifâde etmektedir. Müslümanların, düşmanlarını kuşattıkları savaşlardan birisinde, düşman saflarından bir kişi öne çıkarak Müslümanlığını ilan etti. Müslümanlar da bu adamın kendisini kurtarmak için hile yaptığını zannettiler ve adamın barış teklifini reddettiler. Bunun üzerine Üsâme b. Zeyd (r.a.) onu öldürdü. Resûlüllah (a.s.) bu olayı haber alır almaz çok üzüldü ve Üsâme (r.a.)'nin yaptığı işe kızdı ve kızgınlığını da şu şekilde ifâde etti: " 'Lâ ilahe illallah =Allah'tan başka ilâh yoktur.' diyen kimseyi sen nasıl öldürürsün?" Üsâme (r.a.) dedi ki: "O, silahtan korktuğu için onu söyledi." Hz. Peygamber (a.s.) şöyle cevap verdi: " Onun korkudan mı yoksa başka bir şeyden dolayı mı dediğini öğrenmek için, kalbini yarıp da baktın mı?"

Üsâme (r.a.) diyor ki: "Rasûlüllah (s.a.v.) beni o kadar azarladı ki, 'ben o günden önce Müslüman olmasaydım da , o gün Müslüman olsaydım, diye çok arzu ettim."

İşte bu olay üzerine şu âyet nazil oldu:

"Ey İman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mü'min değilsin, demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa, 4/94)

Mü'min bir kimsenin, kâfirlerin arasında yaşamasının hatalı olduğu bir gerçektir. Zira o kimsenin, yeni kurulan İslâm devletinin inşasına yardım etmesi ve yarınların yükünü Müslüman kardeşleriyle birlikte taşıyabilmesi için, hicret diyarına katılması

74* Nişi Süresi

M u h a m m e d Gazalî

şarttır. İnancını gizleyerek kâfirlerin arasında kalması, kendisine sıkıntı ve işkencenin erişmesine sebep olabilir. Belki de bu kimse, şu âyetin ifâde ettiği mustaz'aflar sınıfının hükmüne daha uygundur:

"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz!', dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik', diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!', dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup da hiçbir çareye gücü yetmeyen mustaz'aflar ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır." (Nisa, 4/97-98)

İnanç hicreti, güven ve zaferin yolu; daha güzel ve daha mutlu yarınların kapısıdır. Dini ve dünyası hakkında her türlü çirkinliklere bulaşan bir kimsenin, doğduğu topraklara bağh-çakılıp kalması doğru değildir. Allah (c.c), muhacirlere daha güzel ve müreffeh bir gelecek, dünya ve ahirette de daha büyük hayırlar vaat etmektedir. Ama gerçek şu ki; bizim dışımızdaki fert ve topluluklar, yeryüzünü diyar diyar geziyor ve bu dünyayı hem imar ediyorlar hem de sahipleniyorlar. Sonuçta da o topraklarda, hem inançlarım hem de dillerini yerleştiriyorlar.

Oysa, risâletlerini yaymak ve insanları Rableriyle buluşturmak için Allah (c.c.)'ın arzında diyar diyar gezmek-hicret etmek, Müslümanlara daha çok yakışmaktadır. İşte bu hicret ve yolculuklar esnasında, farz namazları kısaltmak caizdir. Bu hususta şöyle bir âyet nazil olmuştur:

"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanızdır." (Nisa, 4/101)

Bu ve devamındaki âyetlerin "Korku Namazı" na, yani düşmanla karşılaşma anında cephede kılınan namaza delalet ettikleri açıktır. Yolculuk esnasında farz namazların kısaltılması ise, başka nasslarla sabittir. Bu konuyla ilgili birçok özel hüküm ve fetvaları, fıkıh kitaplarından öğrenmek mümkündür.

Şu âyet, savaş esnasında namaz kılmanın hükmünü açıklamaktadır:

"Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde diğerleri arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da, üstünüze birden baskın yapsalar..." (Nisa, 4/102)

Tüm fakihlerin ittifakına göre, Rasûlüllah (s.a.v.) imam, arkasında peşpeşe namaz kılanlar ise Müslümanlardı. Benim görüşüme göre, âyette ifâde edilen bu hüküm, sa-

Nisl Sûresi -75

K U r ' & n - 1 Kerîm'in Konulu Tefsiri

dece Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabına aittir. Zira O (s.a.v.) varken, Müslümanlardan herhangi bir kimsenin namaz için mü'minlere imam olması, doğru değildir. Ancak, örneğin günümüzde, birden fazla imamın olması mümkündür ve çok da kolaydır. Artık savaş yöntemleri değişmiştir. Din veya dünya hususunda bir korku olmaksızın, hem liderlerin hem de cemaatlerin birden fazla olması doğaldır. Belki de âyette ki şu ibare bu anlayışı doğrulamaktadır: "Sen aralarında olduğun sürece..." Benim bu içtihadımın doğru olmasını temenni ederim. Zira cephedeki bir milyon ordunun namazlarını, tek bir imamın kıldırması, zorunlu değildir.

Sûre, zayıf imanlı ve kalpleri hastalıklı olan insanların Özelliklerini anlatmaya devam ediyor ve İlahî vahyin ihtiva ettiği ilginç olaylardan birisini daha anlatıyor. Bu ilginç olay, hafif meşrep, vicdanı Ölü ve İslâm için hiçbir şey yapmamış veya İslâm'ın kurallarına riâyet etmediği halde, İslâm'a intisap eden kimsenin hikayesidir.

Bu adam, hırsızlık suçu İşlemiş ve bu suçun neticelerinden de korkarak çaldığı şeyle birlikte, kendisini gizlemesi için Yahudi komşusuna sığınmıştır. Peşine düşenler bu suçlu kişinin iki evden birisinde gizlendiğini fark etmişler, sonuçta da, "Tû-me(hırsizm ismi)" nin yanında olduğunu söyleyen ve hırsızlık yaptığı şeyi de kendi evine gizlediğini ifâde eden Yahudi'nin evinden çıkarmışlardır. Tüme ise bunu inkar etmiş, asıl hırsızın Yahudi olduğunu iddia etmiştir. Daha sonra kavminin yanına gelmiş ve olan olayları onlara anlatmıştır. Kavmi ise, onun hırsızlık yaptığını bildikleri halde, onu savunmuşlar, asıl suçlunun İslâm düşmanlarından olan Yahudi olduğunda ısrar etmişlerdir ,ve suçu Yahudi'ye yüklemişlerdir.

Bu savunmalara bakarak da Rasûlüllah (s.a.v.), Tüme ve kavminin doğru söyledikleri kanaatine varmıştır. Neredeyse O, Yahudi'yi suçlu bulup İslâm'a intisap etmiş olan bu suçluyu da, hakkında kötü zan beslediği için suçsuzluğunu ispat etmeye yönelmişti ki, yüce vahiy nazil oldu:

"Allah'ın sana lütfü ve esirgemesi olmasaydı onlardan bir topluluk seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın liitfu gerçekten sana büyük olmuştur." (Nisa, 4/113)

Aynı olayla ilgili olarak şöyle bir yorum da gelmiştir:

"Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112)

Ve suçluya tevbe etmesini Önermektedir:

"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulüm eder de, sonra Allah'tan mağfiret

76 • Nisa Sûresi

Muhammed Gazali

dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulacaktır." (Nisa, 4/110)

Gerçeği yok etmek ve adaleti saptırmak için suçluların giriştikleri entrikalar hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onların fısıldaşmalarmın birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka veya bir iyilik ya da İnsanların arasını düzeltmek isteyen(in fısıldaşması) müstesna... Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu gittiği yol üzere bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir." (Nisa, 4/114-115)

İşte bunların hepsi de Hakkı hâkim kılmak, batılı yok etmek ve tüm deliller suçluluğuna işaret ederken, suçsuzluğunu ispat etmeye kalkışan İslâm düşmanlarından bir adama adaletli davranmak içindir. İşte İslâm, ne yüce bir dindir!

Bu kıssayı detaylıca anlattıktan sonra vahiy, Medine'de yaşamaya devam eden bir grup insana yöneliyor. Bu insanlar, kökü kazınmak üzere olan putperestliğin kalıntılarıdır. Bunlar putlara tapmayı bırakan ve fakat hâlâ müşrik olan bir kısım Araplardır. İşte bunlar hakkında kesin bir hüküm geliyor:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse İçin bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapmıştır." (Nisa, 4/116)

Şirk: İnsanın bütün değerlerini yok eden aklî ve psikolojik çürüme-bozulmadır. Şirkin asıl hedefi, ibadet, dua, hüküm koyma, yardım dileme ve ricada bulunma gibi hususlarda yaratıcıyla yaratılanı eşik tutmaktır. Oysa gerçek muvahhid, yönünü Allah (c.c.)tan başkasına çevirmeye razı olmaz. Herhangi birşeyin helâl veya haramlığında O (c.c.)'nun koyduğu hükümlere müracaat eder. O, Allah (c.c.)'ın hem müjdesinden ve hem de tehdidinden müsterihtir; çünkü o, Allah (c.c.)'tan uzak olan herhangi bir şeyin korku veya sevgisini umursamaz bile...

"Muvahhid olmayanlara gelince, onlar hayat mücadelesinde, serabın arkasından sürüklenen sahte koruyucu ve vaatlere kanarlar da, hayatlarını, bir hiç uğruna harcarlar. "(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; oysa şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/120)

Dinlerde kibirli ve gururlu olmak, sahibine hiçbir fayda sağlamaz; önemli olan güzel ve doğru davranış ile dosdoğru bir yoldur. Yaşadığımız modern çağda -tıpkı Muhammed Abduh'un dediği gibi-, İslâm hakkında konuşan ve en büyük övgüleri yağdırarak şöyle diyen insanlar vardır: "Hangi din, insanları İslâm'dan daha iyi ıslah ediyor? Hangi din, müntesiplerini, İslâm'dan daha doğru yola sevkedİyor? Hangi din, kemâl bakımından İslâm'ın koyduğu kanunlardan daha iyi h,Üküm ve kanun koyabiliyor?" Böyle diyerek mangalda kül bırakmayan kişilerden birisine, İslâm için ne

Nisa Sûresi • 77

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

yaptığını ve diğer dinlerin müntesiplerinden farklı ve güzel olarak ne yaptığını sorsanız, şaşırıp kalacak ve cevap veremeyecektir.

Konuşup konuşup da hiçbir şey yapmayanlar hakkında yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Ne sizin kuruntularınız ne de Ehl-i Kitab'm kuruntuları (gerçektir); kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost da, yardımcı da bulamaz." (Nisa, 4/123)

Bu nazik günlerde elem verici fitnelerden birisi de şudur: Bizler, ısrarla dini kurallarına yapışan ve bu sebeple de kapşon (Yahudilerin giydiği özel şapka) giyerek dini vecibelerini yerine getirmek için, en kalabalık meydanlarda dolaşan Yahudileri gönnekteyiz. Buna karşılık Müslümanlara gelince, onların siyasetçilerinin çok azı hariç, büyük bir bölümü namaz kılmıyorlar, kılanlar da namaz vakitlerine riâyet etmiyorlar...

Sûre, belirli bir zamandan sonra tekrar başladığı konu olan aile-içi ilişkilere dönmektedir ve bu ilişkilerle ilgili genel bir yapıya dikkat çekmektedir: Bu da adalet ve ıslahtır.

"Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kİtap'ta, kendileri için yazılmış (mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size okunana âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilmektedir." (Nİsâ, 4/127)

Yetimlerle ilgili hususlar, sûrenin başında uzun uzadıya anlatılmıştı. Burada ise, eşler arasında vuku bulan karşılıklı İsteksizlik ve nefretten uzunca bahsedilmektedir. Burada eşlere, arayı düzeltme, cimrilik ve hırsa karşı koyma, ihsana sarılmayı, karşılıklı iyilik yapmayı, takvayı ve güçleri oranında adaletli olmayı önermektedir.

Şayet sevgi nefrete dönüşür, cam kırılır ve arayı bulmak zor hale gelirse, hem erkek ve hem de kadın, Allah'ın lütfundan kendilerinin payına düşene razı olsunlar.

"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir, Allah'ın lütfü geniş ve hikmeti büyüktür." (Nisa, 4/130)

Allah'ın hazineleri bitmez, öyleyse gelecekle ilgili karamsar olma; bu günün kay-bolmuşsa bile takvaya ve Allah'a itaata sarıl.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size, 'Allah'tan korkun' diye emrettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, Allah zengindir ve övgüye lâyıktır." (Nisa, 4/131)

78 ■ Nisa Süresi

Muhammed Gazali

İşte bu cümle, birbirine yakın bir bağlamda tam üç kez tekrar edilmiştir. Bunun sebebi; boşanma sebebiyle hasıl olan üzüntüyü gidermek ve şayet takdir-i ilâhî bu ayrılığa hükmetmişse, her ikisinin de durumlarını düzeltmek içindir.

Ardından, sûre ailenin adalet temeli üzerine kurulması gerektiğini bir kez daha belirtmektedir. Hatta, değil aile, bütün bir toplumun adalet temeli üzerine kurulmasını, genel bir âyetle belirtmektedir.

"Ey iman edenler! adaleti titizlikle ayakta tutan, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun..." (Nisa, 4/135)

adaletle hükmetmek ve onu tatbik etmek, İslâm'la başlayan bir şeriat değildir, aksine o, tüm peygamberlerin bir şeriatıdır. "Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için, beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik..." (Hadîd, 57/25)

İşte şu âyetin gelişinin sırrı da budur:

"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz." (Nisa, 4/136)

Aile içi şiddet, eşler ve çocuklarla birlikte tüm aileye kötü bir etki bırakan, büyük bir fitnedir. Problemli ev, kötülüklerini tüm çevreye yayar.

Nisa sûresi, sadece aile problemleri ile ilgili değil, toplumun tüm katmanlanyla ilgili hususlardan bahsetmiştir. Evet, başlık kadın ve aileye özgüdür, ancak sûrenin konusu geneldir. Örneğin sûrenin, münafıkların konumunu nasıl ele aldığını, onların sırlarını nasıl ifşa ettiğini ve onlardan nasıl sakındırdığını, önceki sayfalarda gördük.

Sûre sona ermeden önce, kendilerinden uzaklaştırmak ve önemli bir iş hususunda onlardan sakındırmak için tekrar münafık ve kâfirlere dönmektedir. Gerçek mü'min, Rabbinin sözlerine saygı gösterir, onun için sevgi, saygı ve muhabbet atmosferini oluşturur, Rabbi ve onun kelâmının alaya alındığı toplantı ve meclisleri protesto eder ve o kimselerin yanından açıkça ayrılır gider. Ancak yakînî bilgiye sahip olmayan kimseler, vahiyle alay edilmiş ve onun ahkâmının aleyhinde konuşulmuş hiç Önemli değil, o toplantı ve mecliste oturmaya devam eder. İşte bu yapıya sahip olan insanlar için şu uyarı gelmiştir:

"Münafıklara, kendileri için can yakıcı-bir azap olduğunu müjdele! Mü'minle-ri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında İzzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir." (Nisa, 4/138-139)

Düşman cephesinde ne kadar izzet olursa olsun, o tarafa yönelme ve dininin ve dinine saygının aleyhine, onlarla kesinlikle ateşkes yapma.

Nlsâ Sûresi • 79

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Hakka ve hakikate ihaneti ve hakikat ehli kimselerin kötülenmesini umursamayan kimseler, sadece münafıklardır.

"O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmişti: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze da-lmcaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." (Nisa, 4/140)

Münafıkların entrikaları, bi'set günleri boyunca İslâm'a musallat olmuştur, dolayısıyla bunun tekrar etmesinde ve İslâm'ın da bunlarla uğraşmak zorunda kalmasında, şaşılacak hiçbir durum yoktur...

Nisa Sûresi, sonlarına doğru tekrar Ehl-i Kitab'a döndü ve elzem olan yeni bilgiler ekledi. Ehl-i Kitap, Yahudi ve Hrıstİyanlardan oluşmaktadır. Yahudiler, hem Hz. İsa (a.s.)'yı ve hem de Hz. Muhammed (a.s.)'i kabul etmiyorlardı. Hz. İsâ (a.s.) hakkında; 'O, doğru olmayan bir yolla geldi, O'nun babası belli değildir ve annesi de kötü bir iş yapmıştır,' diyorlar. Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında ise; 'O, kendisine vahiy geldiğini iddia eden ve fakat vahiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir bedevîdir,' diyorlar. Hıristiyanlar ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah (c.c.)'la bir ilişkisinin olmadığını iddia ediyorlar ve O (a.s.)'nu kötü vasıflarla anıyorlar...

Allah (c.c.)'ın elçilerini yalanlayan bu insanlar, Allah (c.c.)'a, kitaplarına ve peygamberlerine (a.s.) inanan mü'minler olarak nitelendirilebilirler mi? İşte bu kimseler hakkında bu sûrede şöyle denmektedir:

"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip, 'Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız' diyenler ve iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten kâfirler onlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap ha-zırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince), işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir." (Nisa, 4/150-152)

Ehl-i Kitap'Ia tartışmadan sonra Allah (c.c.)'ın, Resulü Hz. Muhammed (a.s.)'e vahyettiği şu sözleri düşünmeliyiz:

"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyet-tik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yâkub'a, torunlar(ın)a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u'verdik." (Nisa, 4/163)

Bu peygamberlere vahyeden Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.v.)'e de vahyet-miştir. Bunların hepsi de Allah (c.c.)'ın kullarına gönderdiği elçilerdir. Görevlendirildiler ve görevlerini yerine getirdiler; ne ihanet ettiler ve ne de ihmal ettiler. Eğer Hz.

80 • NisS Sûresi

Mulıammed Gazalî

Muhammed (s.a.v.). diğer peygamberlerden farklı bir şeyle nitelenecekse, O (s.a.v.)'mın; içlerinde en iyi tebliğ eden, en çok sıkıntılara maruz kalan, fıtratı diriltme ve aklı devreye sokma açısından en güçlüleri olarak nitelendirilmesi gerekir. Zira O (s.a.v.)'nun bıraktığı kültürel birikim, şu anda olduğu gibi kıyamet gününe kadar da, kesin bilgiyi tesis etmeye, gafilleri gaflet uykusundan uyarmaya ve âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a giden bir yol oluşturmaya devam edecektir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah sana indirdiğine şahitlik eder, zira onu kendi ilmiyle indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında şahit olarak Allah kâfidir." (Nisa, 4/166)

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirmiş olduğu Kitab'a tarafsız bir bakış, O'nun, tüm peygamberlerin kültürlerinin arasında eşsiz bir yerinin olduğunu teyit eder. Tıpkı yine tarafsız bir bakışın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının, zikir, şükür, sabır, tevekkül ve uzak görüşlülük bakımından eşsiz bir yapıya sahip olduğuna işaret ettiği gibi. İşte bütün bunlar, eğer Hz. Muhammed (s.a.v.)'den peygamberlik alınacaksa, gelmiş geçmiş hiçbir insanın peygamberliğe hak sahibi olmaması gerektiğine dair kararımızı pekiştirmektedir.

Kur'ân'm Ehl-i Kitap'la olan tartışmasına tekrar dönüyoruz. Gerçekte onların isteği neydi?

"Ehl-i Kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Mû-sâ'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi." (Nisa, 4/153)

Bu istekler, hakikati araştıran ve kesin bilgiye ulaşmak İsteyen akim önerileri değildir! Aksine bunlar, katı bir tabiatın ve mütekebbir bir kalbin önerileridir. Bu sebeple Hz. Mûsâ (a.s.)'dan bu tip isteklerde bulundular. O (a.s.)'nun kavmi bu yol üzere yürümeye devam ettikleri için, onların kökünü kazıyan bir yıldırım çarptı.

Yahudiler, tabiat olarak insanların en sertleri ve katılık olarak da onların en katı kalplileridir. Belki de bu sebepten dolayı onlardan, tehditle söz alınmıştır!! Hani dağ üstlerinde toplu bir mezar olması için, onların tepelerine dikilmişti de, neredeyse onların üzerine yıkılacaktı ya... Ama tüm bunlara rağmen yine de sözlerinde durmadılar:

"Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kilitlidir' demeleri sebebiyle onları lanetledik, türlü belâlar verdik. (Onların kalpleri kilitli değildir;) lam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık İman etmezler. Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalanndan (dolayı onları lanetledik)." (Nisa, 4/155-156)

Oğlunu öldürmeye doğru koştuklarında bile Hz. Meryem'i çirkin iş yapmakla

NisS Sûresi • 81

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

suçluyorlardı; özellikle öldürmek istedikleri o kişi beşikteyken peygamberlik iddiasında bulunduğu sırada. Sonuçta Allah (c.c.), Hz. İsâ (a.s.)'yı onların hilelerinden kurtardı ve onların gayretlerini boşa çıkardı:

"Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri kişi) onlara Isâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak da onu öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır. .." (Nisa, 4/157-158)

Fakat herkese hakim olan kuruntu ve önyargıların bıraktığı kültürel miras, birçok insanı, çarmıha germe ve kendisini feda etme yaygarasını doğru kabul etmeye ve bunu de kesin inanç kılmaya sevk etmiştir. Bu hüküm süren baskın olumsuzluğun, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadığı ve sadece boş kuruntulara hizmet ettiği bilinen bir gerçektir. Şayet bilgi alanı genişlese ve düşünce, hürriyetine kavuşsa, durum kesinlikle değişir. İşte bu sebeple Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsâ (a.s.)'nın kurtulduğunu ve tek olan Allah (c.c.)'a ibadet ettiğini şu şekilde tekit etmektedir:

"Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler ve Allah'a ve âhiret gününe inananlar var ya; işte onlara çok yakında büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisa, 4/162)

Sûrenin son kısmı, buraya kadar zikredilen tüm gruplar için, kesin hükümler koyarak geliyor. Örneğin kâfirler ve münafıklar için çok kötü bir son vardır, zira onlar, hem cahildirler, hem cahillikte ısrar ederler ve hem de başkalarının cahil kalması için çalışırlar. Onlar hem Allah (c.c.)'ı inkâr ederler ve hem de başkalarının iman etmesini engellerler. İşte bu kimseler hakkında yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"İnkâr edenler ve (başkalarını da) Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır. İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları (cehennem yolundan) başka bir yola iletecek de değildir." (Nisa, 4/167-168)

Benzer tavırlar gösteren modern sömürgeciliğin aslanları da, dinsizlikle, halklara zulmü ya da İslâm'ı kötü görmekle, Müslümanları zelil kılmayı birlikte götürüyorlar.

Sonra sûre, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, Yahudilere bir çağrı yapıyor:

"Ey insanlar! Resul size Rabbinizden gerçeği getirdi. Şu halde kendi iyiliğinize olarak ona iman edin. Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa, şüphesiz hepsi de Allah'ındır. (O'nun sizin İmanınıza ihtiyacı yoktur.) Allah geniş ilim ve hikmet sahibidir." (Nisa, 4/170)

82 • NisS Sûresi

Muhammed Gazali

Burada Yahudilere, her hangi bir ilmî intisaptan soyut olarak (yani 'Ey insanlar' diyerek), hitap edilmiştir. Çünkü onlara geçmişte Tevrat yüklenmişti de, onlar bunu gereği gibi taşımamışlardı! Cehalet ve inkarcılıkta putperestlere benzemeleri dolayısıyla, Ehl-i Kitap olarak kabul edilmemişlerdir. Hatta o kadar aşın gitmişlerdir ki onlara, tıpkı Mekke müşriklerine ve hiçbir vahiyle ilişkisi olmayanlara hitap edildiği gİ-bi, "Ey insanlar!" diye hitap edilmiştir.

Yahudilerle ilgili açıklamaları, kendilerini şaşkınlık kaplamış ve bu şaşkınlık sebebiyle yanlış yola sapmış olan Hırİstiyanlara yapılan çağrı takip etmektedir. Onların bu şaşkınlıklarının ve sapıklıklarının sebebi ise, aşırı derecede azgınlıkları ve taşkınlıklarıdır. Taşkınlık; bir şeyi yaparken kişiyi aşırıya kaçmaya sevk eder ve doğru yoldan alıkoyar. Bu sebeple yüce Allah (c.c.) onlar hakkında şöyle diyor:

"Ey Ehl-İ Kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında,gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsâ Mesih, ancak Allah'ın Resulüdür. (O) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı 'kün=ol' kelimesi(nin eseri)dir. O'ndan bir ruhtur. Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. 'Tanrı üçtür' demeyin ve sizin için daha hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilahtır. O, çocuğu olmaktan münezzehlir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak da Allah yeter." (Nisa, 4/171)

Gerçek şu ki, bu evreni; gökleri ve yeryüzünü araştırıp incelemek, yaratıcının ancak tek bir olduğunu göstermektedir. Öyleyse diğeri nerede? Yarattığı ve nzık verdiği şeyler nerede? Atom taneciklerini ve galaksileri yaratırken kim Allah (c.c.)'a ortak oldu? Evet, nutfeyi ve yumurtacıkları yaratırken O (c.c.)'na kim eşlik etti? Bütün işleri düzenlerken O (c.c.)'na kim yardım ediyor? Şüphesiz ki bu büyük evreni, hangi cinsten olursa olsun hiçbir ortaklık düzenleyip organize edemez! İşte bu sebeple Allah (c.c), tek bir ilahtır. O (c.c.)'na boyun eğmek ve itaat etmek haktır, O (c.c.)'na yaklaşmak zorunludur ve O (c.c.)'na ibadet etmek herkese farzdır. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Ne Mesih ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar. O'na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah), yakında huzuruna toplayacaktır." (Nisa, 4/172)

Nisa sûresi, Kelâle (Ne anne-babası ve ne de çocukları olan kimse)'nin mirastan payım açıklayan bir âyetle, son bulmaktadır. İşte bu şekilde sûre, aile, ailenin oluşumu, korunması ve aile sorunlarının açıklanmasıyla ilgili başladığı konuyla sona ermektedir.

"Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir." (Nisa, 4/176)

NisS Sûresi ■ 83

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Nisa Sûresi'nin konusunun genel olduğunu, tüm toplumu kapsadığını, toplumu oluşturan değişik insan gruplarının davranışlarım içerdiğini gördüm. Meselâ kadınlar konusu, bütünden bir parçadır, bir başka ifâdeyle aile; küçük bir toplum, toplum ise büyük bir ailedir. Allah (c.c.)'ın hidâyeti herkese şamildir, çünkü O (c.c), her şeyi bilmektedir. Sûreyi tam olarak araştırıp incelemeyenler onun, dağınık parçalardan oluşmuş cüzlerden ibaret olduğunu zannediyorlar ki bu hatadır ve Allah (c.c.) böyle bir hatalı bakıştan, düşünce ve ilim erbabını korusun.

Ben unvan ve başlık aldatmacasını kabul etmiyorum. Kur'ân sûrelerinin isimleri, sûrenin konularından farklıdır, zira konular genelde dolu dolu, kapsamlı ve ayrıntılıdır, buna karşılık isimler kısmî ve lokal delalete sahiptirler. Örneğin Bakara Sûre-si'ne bir bakın; İsrâiloğulları'nin kesmekle emredildikten inekle ilgili kıssa, kırk sayfanın üzerindeki sûrenin yarım sayfasını bile kapsamıyor. Bu kıssadan sonra sûre, tarih, yasama, hikmet ve edeple ilgili daha birçok konuyu kapsayan adetâ dalgalı bir deniz gibidir. Nisa Sûresi de, tıpkı Bakara Sûresi gibidir! Sûrede aile ile ilgili anlatılanlar sınırlıdır, buna karşılık bizzat sûrenin kendisi, dünyadaki tüm insanların göz önünde bulunduracağı "toplumsal yapı"yı içermektedir.

Büyük ilim adamlarımız, bu sûreden, dost-düşman, büyük-küçük ve zengin-fakir her kesimden insanların istifâde edebilecekleri, yüksek toplumsal görgü kuralları çıkararak sûreyi açıklayan kitaplar yazmışlardır. Özellikle de, farklı dinlere mensup kişiler arasında vuku bulan, alacak-verecek ve savaş-barışla ilgili problemlerin çözümünde, Müslümanların takip etmeleri ve kıyamet gününe kadar da üzerinde sebat etmeleri gereken yol ve yöntemi açıklamışlardır.

NİSA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Nüzul zamanı: Bu sure, muhtemelen H. 3. yılın sonları ile H. 4. yılın sonları veya H. 5. yılın başları arasında geçen dönem boyunca nazil olan birçok bölümden oluşmaktadır. Nüzul tarihlerini kesin olarak belirlemek oldukça zor olmasına rağmen, ayetlerde verilen emirler, zikredilen olaylar ve bu ayetlerle ilgili hadisler sayesinde doğru olması muhtemel bir nüzul dönemi belirlemek mümkündür. Bunu birkaç örnek olayla açıklayabiliriz.

a) Şehitlerin miraslarının paylaştırılması ve yetimlerin haklarının korunması ile ilgili emirlerin, 70 müslümanın şehid edildiği Uhud savaşından sonra verildiğini biliyoruz. O zaman tabiî olarak Medine'deki birçok ailede şehitlerin mirasının paylaştırılması ve yetimlerin haklarının korunmasıyla ilgili sorunlar ortaya çıkmıştı. Bundan yola çıkarak 1-28. ayetlerin bu dönemde indirildiği sonucuna varabiliriz.

b) Hadislerden öğrendiğimize göre savaşta namazla (korku namazı) ilgili emirler H. 4. yılda yapılan Zatü'r-Rika seferi sırasında verilmiştir. O halde 102. ayeti içeren bölümün bu sefer sırasında nazil olduğunu söyleyebiliriz.

c) Yahudilere yapılan son uyarı (47. ayet), Beni Nadir kabileleri H. 4. yılın Rebiü'l-Evvel ayında Medine'den çıkarılmadan önce yapılmıştır. Bu nedenle 47. ayeti içeren bölümün bu olaydan bir müddet önce indirildiğini söylememizde hiçbir sakınca yoktur.

d) Teyemmümle (su bulunmadığında, temiz toprak kullanarak abdest alma) ilgili izin, H. 5. yılda Beni Mustalık'a karşı yapılan seferde verilmiştir. O halde 43. ayeti içeren bölümün H. 5. yılda nazil olması muhtemeldir.

Konular ve Surenin Arka-planı: Şimdi de sureyi anlayabilmek için o dönemin sosyal ve tarihî durumuna bir göz atalım.

Bu suredeki bütün bölümler, Hz. Peygamber'in (s.a) o dönemde karşılaştığı üç temel meseleyle ilgilidir. İlk olarak, Hz. Peygamber (s.a), Medine'ye hicret ettikten sonra oluşan İslâm topluluğunun düzenlenmesi ve gelişmesi ile uğraşıyordu. Bu amaçla, İslâm-öncesi dönemdeki değerlerin yerine ahlakî, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik yeni değerler ortaya koyuyordu. O'nun dikkat ve çabasını yönelttiği bir diğer sorun da kendi davetini reddeden müşrik Araplar, Yahudi kabileleri ve münafıklarla, müslüman topluluk arasındaki savaştı. Üçüncüsü, her şeyin ötesinde, O, kötü güçlerin tüm karşı çıkışlarına rağmen İslâm'ı yaymak ve gün geçtikçe daha çok kişiyi İslâm'a kavuşturmak zorundaydı.

Bu nedenle, bu surede Bakara suresinde verilenlerin devamı niteliğinde, İslâm toplumunu güçlendiren ve birbirine bağlama işlevini gören, ayrıntılı emir ve tavsiyeler yer alır. Aile kurumunun iyi işlemesi ve aile kavgalarını çözümlenmesini sağlayan prensipler öğretilir. Evlilik kuralları, karı ve kocanın karşılıklı ve eşit hakları belirlenir. Kadının toplumdaki statüsü ortaya konur ve yetimlerin haklarının ne olması gerektiği bildirilir; mirasın paylaştırılması için gerekli olan kanun ve düzenlemeler ortaya konur ve ekonomik faaliyetleri yeniden düzenleyen emirler verilir. Ceza hukukunun temelleri kurulur; içki içmek yasaklanır, temizlik ve paklıkla ilgili emirler verilir. Müslümanlara, salih bir insanın Allah'la ve diğer insanlarla nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği öğretilir. İslâm toplumunda disiplinin sağlanması ve devam ettirilmesi için gerekli olan emirler verilir.

Müslümanlara ders vermek ve onların Ehli Kitabı takip etmemeleri konusunda uyarmak için, Ehli Kitabın ahlâkî ve dinî durumu tekrarlanır. Münafıkların durumu eleştirilir ve müslümanların onları gerçek müslümanlardan ayırdedebilmesini sağlamak için münafıklık ile gerçek imanın belirgin özellikleri anlatılır.

Uhud savaşı sonrasında ortaya çıkan durumu düzeltmek için, müslümanları düşmanlara karşı cesurca savaşmaya teşvik eden bölümler indirilmiştir. Çünkü savaştaki yenilgi, müşrik Arap kabilelerini, komşu Yahudi kabilelerini ve münafıkları çok cesaretlendirmişti ve bu düşman kabileler, müslümanları her taraftan tehdit ediyorlardı. Bu kritik durumda Allah müslümanlara cesaret verdi ve onlara bu tip savaş rüzgarları eserken gerekli olan emir ve tavsiyelerde bulundu.

Münafıklar ve imanı zayıf olan müslümanlar tarafından yayılan korkunç söylentilerin etkisini hafifletmek için, müminlere bu söylentilerin kaynağını iyice araştırmaları ve bunları sorumlu ve yetkili kişilere haber vermeleri tavsiye edilmektedir. Bunun yanısıra müminler, bazı seferler sırasında abdest almak vs. için gereken suyu bulamadıklarından dolayı namazlarını eda etmekte güçlük çekiyorlardı. Burada, bu gibi durumlarda temiz toprakla abdest almalarına (teyemmüm) ve namazı kısaltmalarına veya herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarında "korku namazı" kılmalarına izin verilmektedir. Ayrıca surede kâfir ve çoğunlukla da düşman Arap kabileleri arasında yaşayan müminlerin problemleriyle ilgili çözümler ve emirler de getirilmektedir. Onlara, İslâm yurdu olan Medine'ye hicret etmeleri tavsiye edilmektedir.

Bu sure aynı zamanda, müslümanlarla yaptıkları barış anlaşmalarına rağmen, düşmanca ve haince davranışlarda bulunan Beni Nadir kabilesinin durumunu da ele alır. Bu Yahudi kabilesi açıkça İslâm düşmanlarının safında yer alıyor ve hatta Medine'de bile Hz. Peygamber'e (s.a) ve İslâm toplumuna karşı tuzaklar kuruyordu. Adı geçen kabile halkı bu tür haince davranışlarından dolayı sorguya çekilmiş ve tutumlarını değiştirmeleri için kendilerine son bir uyarı yapılmıştır. En sonunda da anlayışsızlık ve itaatsizlikleri nedeniyle Medine'den sürülmüşlerdir.

O dönemde çok belirgin olan münafıklar sorunu, müminleri çok meşgul ediyor ve onları zorluklar içinde bırakıyordu. Bu nedenle müslümanların onlarla uğraşmasını kolaylaştırmak için belirli kategorilere sokulmuşlardır.

Surede, kendileriyle savaş halinde olunmayan kabilelere karşı takınılması gereken tavır hakkında da, gereken direktifler açıkça gözler önüne serilmiştir. O dönemde gereken en önemli şey, müslümanları İslâm düşmanlarına karşı yapılan savaşa hazırlamaktı. Bu amaçla müslümanların şahsiyetlerinin oluşturulmasına çok büyük önem verilmiştir. Gerçek şu ki; küçücük İslâm toplumu ancak çok yüksek bir ahlâkî karaktere sahip olduğu zaman başarılı olabilir ve hayatını idame ettirebilirdi. Bu nedenle onlar çok yüksek bir ahlâkî karaktere sahip olmaları konusunda eğitiliyorlar ve herhangi bir manevî zayıflık gösterdiklerinde derhal uyarılıyorlardı.

Bu surede ahlâki ve sosyal düzenlemeler ele alınmış olmasına rağmen, İslâm'ın tebliğ edilmesine de gereken önem verilmiştir. Bir taraftan İslâm ahlâk ve kültürünün, Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerin ahlâk ve kültüründen daha yüce olduğu ortaya konulurken, diğer taraftan da onları doğru yola davet ortamını hazırlamak için, yanlış dinî düşünceleri, hatalı ahlâk anlayışları ve kötü davranışları anlatılmaktadır.

ÖZET

Konu: İslâm Toplumu'nun Takviye Edilmesi.

Bu surenin en önemli amacı, müslümanlara, bir topluluğu birleştirip güçlü ve küçük birimini oluşturan ailenin istikrarı için, gereken tavsiye ve direktifler verilmektedir. Daha sonra müminler kendilerini savunmaları konusunda teşvik edilmektedirler. Bunlarla birlikte onlara İslâm'ı tebliğ etmenin önemi de öğretilmektedir. Her şeyin ötesinde, en çok toplumu takviye etme ve birleştirme teması altında, ahlâkî karakterin yüksek ve güçlü olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Konular ve Aralarındaki Bağlantı:

1-35 Karı ve koca için, aile hayatının düzenli ve güzel bir şekilde devam etmesini sağlayan dengeli, adil ve eşitlikçi kanun ve düzenlemeler ortaya konuyor. Mirasın paylaştırılmasıyla ilgili ayrıntılı belirlemeler yapılıyor ve yetimlerin hakkının korunmasına özel bir önem veriliyor.

36-42 Bu kanun ve düzenlemelere kolaylıkla uymayı sağlayacak olan ruhsal yapıyı oluşturmak için müslümanlara etraflarındaki herkese cömertlik göstermeleri ve bencillik, cimrilik ve hasislikten sakınmaları emrediliyor. Çünkü toplumun birbirine sımsıkı bağlanmasını ancak bu sağlayabilir ve aynı zamanda İslâm'ın tebliğini de kolaylaştırır.

43 Namazı eda etmeden önce yapılması gereken ruh ve beden temizliğinin yolları öğretiliyor. Çünkü namaz, ahlâkî ve sosyal düzenlemelerde en önemli rolü oynayan bir ibadettir.

44-57 Ahlâkî yönden hazırlandıktan sonra müslümanlara savunma ile ilgili emirler veriliyor. Öncelikle müslümanlar, bu yeni harekete karşı olan komşu Yahudi kabilelerinin düşmanca faaliyetleri ve gizli tuzaklarına karşı hazırlıklı olmaları bakımından uyarılıyorlar. İslâm'dan önce Medine halkı ile Yahudiler arasında varolan anlaşmanın ortaya çıkarabileceği bazı yanlış anlamalara meydan vermemek için böyle bir uyarı ve dikkat çekmek çok gerekliydi.

58-72 Daha sonra güven ve emanetlerini şerefli ve ehil kişilere vermeleri, doğru ve adil olanı işlemeleri, Allah'a, Rasûlü'ne (s.a) ve kendi içlerinden işlerini yapmak üzere seçtikleri kişilere itaat etmeleri ve anlaşmazlıklarının çözümü için Allah ve Rasûlü'ne (s.a) başvurmaları emrediliyor.

Çünkü sadece bu tür bir davranış toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayabilir. Müminler bu yoldan saparlarsa ayrılık ve çözülme ile karşılaşacakları konusunda da uyarılmaktadırlar.

73-100 Bu ön hazırlığın sağlanmasından sonra, müminler yurtlarını savunmaya ve hiçbir korku ve zayıflık göstermeksizin Allah yolunda cesurca savaşmaya teşvik ediliyorlar. Aynı zamanda münafıklara karşı temkinli olmaları konusunda da uyarılıyorlar. Ard niyetli hilekârlarla çaresiz ve samimi müminleri ayıran kesin bir sınır çizgisi çekiliyor.

101-103 Burada tekrar, askeri seferler ve savaş sırasında namazın nasıl eda edileceği konusunda direktifler veriliyor, tehlike ve korku anında bile namazın önemini vurgulanıyor.

104 Diğer konuya geçmeden önce müslümanlar, savaşta hiçbir zayıflık göstermeksizin sebat etmeye teşvik ediliyorlar.

105-135 İslâm toplumunu güven içinde güçlü ve emin kılmak için müslümanlara adaleti çok iyi korumaları emrediliyor. Müslümanların, savaş halinde oldukları düşmanlar söz konusu olduğunda bile kesinlikle adil olmaları gerekmektedir. Karı ile koca arasındaki anlaşmazlıklar da adilce çözümlenmeli. Bunu becerebilmek için müminler inanç ve amellerini her türlü pisliklerden temizlemeli ve adaletin gerçek koruyucuları olmalıdırlar.

136-175 Savunma konusu tekrar ele alınarak, müslümanlar düşmanlarına karşı temkinli olmaları konusunda uyarılıyor. Onlara münafıkların, kâfirlerin ve Ehli Kitabın tuzaklarına karşı gerekli önlemleri almaları tavsiye ediliyor. Allah'a, vahye ve ölümden sonra dirilişe inanmak, her tür düşmana karşı kişiyi koruyacak tek silah olduğu için, müminler Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'e (s.a) samimiyetle inanmalı ve O'na uymalıdırlar.

176 Bu ayette de 1-35. ayetlerde ele alınan aile hukukuna değinilse de, surenin sonuna sadece ilâve olarak eklenmiştir. Çünkü bu ayet, Nisa Suresi tam bir sure olarak vahyolunmadan çok önce nazil olmuştur.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla.

1 Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının.1 Ve (yine) kendisiyle, birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

2 Yetimlere mallarını verin2 ve murdar olana karşı temiz olanı değiştirmeyin.3 Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur.

3 Eğer yetim(kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın.4 Şayet (yine de) adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş)5 ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin.)6 Bu sapmamanıza daha yakındır.

4 Kadınlara mehirlerini gönülden isteyerek (ve bir hak olarak) verin, fakat onlar, gönül hoşluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa, onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin.7

AÇIKLAMA

1. Bu giriş, bir müddet sonra gelecek olan insan hakları ile ilgili, özellikle de aile hayatının iyi bir şekilde devam etmesini sağlamak amacıyla ortaya konulan kural ve düzenlemelerle büyük bir uyum içindedir. Bir taraftan insanlar Allah'tan ve onun azabından korkma konusunda uyarılırken, diğer taraftan onlara bütün insanların bir tek ana-babadan yaratıldıkları ve bu nedenle insanların birbirinden türemiş olduğu hatırlatılıyor. "....O sizi tek bir nefisten yarattı." İlk önce bir tek insan yaratılmış ve bütün insanlık da ondan türetilip yeryüzüne yayılmıştır. Bu nedenle akrabalık bağlarına ve haklarına dikkat edilmelidir. Kur'an'ın bir başka suresinden de Hz. Adem'in (s.a) "bir tek nefis" olduğunu öğreniyoruz. O bütün insanların kendisinden türetildiği ilk insandı. "...Ondan da eşini yarattı." Eşinin ondan nasıl yaratıldığı konusunda ayrıntılı kesin bir bilgiye sahip değiliz. Müfessirler genellikle Hz. Havva'nın (a.s) Hz. Adem'in (a.s) kaburga kemiğinden yaratıldığını söylerler. Kitab-ı Mukaddes'te de aynı hikâye vardır. Talmud bundan başka, onun Hz. Adem'in (a.s) on üçüncü kaburga kemiğinden yaratıldığını da belirtir. Fakat Kur'an bu konuda sükût eder. Bunu destekler nitelikteki Hz. Peygamber'in (s.a) hadisi de anlaşılandan farklı bir anlama delalet eder. Bu nedenle yapılacak en iyi şey bu meseleyi Kur'an'da bırakıldığı şekilde belirsiz bırakmak ve onun ayrıntılarını tayin etmek için zaman harcamamaktır.

2. Yani, "Yetimlerin yaşı küçük olduğu sürece onların malını sadece onlar için harcayın ve gerekli yaşa ulaştıklarında onların hakkı olan mallarını geri verin."

3. Bu, anlamı çok geniş olan bir cümle. Bu cümle "Gelirinizi yasak olan hiçbir yolla pisliğe bulamayın" anlamına gelebildiği gibi; "Kendi değersiz şeylerinizi, yetimlerin değerli şeyleri ile değiştirmeyin" anlamına da gelebilir.

4. Müfessirler buna üç anlam veriyorlar:

a) Hz. Alişe (r.a) bu ayetin, cahiliye döneminde yaygın olan kötü bir alışkanlığı ortadan kaldırmak üzere indirildiğini söylemiştir. Yetim kızların velileri, onları kendi kontrolleri altında tutmak için, koruyucuları olmamasından yararlanarak güzellikleri ve zenginlikleri için bu yetimlerle evleniyorlardı.

Daha sonra da hiç çekinmeden onlara adaletsiz davranıyorlardı. Bu nedenle müslüman olduktan sonra yetim kızlarla evlenme konusunda şüpheye düştüler. Bunun üzerine Kur'an, onlara eğer adil davranamayacaklarından korkarlarsa, yetim kızlar yerine kendilerine helâl olan diğer kadınlarla evlenmelerini tavsiye ediyor. Bu surenin 127. ayeti de bu yorumu destekler niteliktedir.

b) Bu ayeti tefsir ederken Hz. İbn Abbas ve talebesi Hz. İkrime (Allah hepsinden razı olsun) bu emrin o dönemde varolan bir adaletsizliği ortadan kaldırmak için verildiğini iddia ederler. İslâm'dan önceki günlerde, evlenilen kadınların sayısında herhangi bir sınırlama yoktu; bazıları bir düzine kadınla bile evlenirlerdi. Fakat onların artan ihtiyaçlarını karşılayamayınca, yetim yeğenlerinin veya diğer akrabalarının çaresiz yetim kızlarının mallarına el koyarlardı. Bu nedenle Allah, evlenilecek kadınların sayısını azami dört ile sınırladı ve hepsine adaletli davranma şartını getirdi.

c) Sa'id İbn Cübeyr, Katade ve diğer bazı müfessirler bu emrin kadınların haklarını korumak için verildiğini söylerler. Onların iddiaları şudur: İslâm'dan önce de yetimlere yapılan haksızlık kötü görülürdü, fakat kadınlara gelince bu başkaydı. İstedikleri sayıda kadınla evlenirler, vicdan azabı hissetmezler ve toplumdan çekinmeksizin onlara kaba ve adaletsizce davranırlardı. Bu nedenle, Allah, onları yetimlere yaptıkları gibi karılarına da haksızlık yapmaktan sakınmaları konusunda uyarıyor. O halde erkekler dört kadından fazlasıyla evlenmemeli ve ancak onlara adaletli davranabilecekler ise bu sayıda kadın almalıdırlar.

Bu ayetin üç anlamının da doğru olması muhtemeldir. Ayrıca şöyle bir anlam da verilebilir: "Eğer sizler yetimlere insafsızlık etmekten korkuyorsanız, yetim kızları olan dul kadınları nikahınız altına alın."

5. Fıkıh alimlerinin ortak fikri şudur: Bu ayet evlenilen kadınların sayısını sınırlar ve dörtten fazla kadınla aynı anda evli olmayı yasaklar. Hadisler de bunu destekler niteliktedir. Taif'in başkanı Gıylan'ın müslüman olduğunda dokuz karısı vardı. Hz. Peygamber (s.a) ondan sadece dört tanesini bırakıp diğerlerini boşamasını istedi. Hz. Peygamber (s.a) Nevfel İbn Muaviye'ye de beş karısından birini boşamasını emretmiştir.

Bu ayetin kadınlar arasında eşit davranmak şartıyla poligamiyi (birden fazla kadınla evlenmek) sınırladığına dikket edilmelidir. O halde kim adaleti yerine getirmeksizin bu izinden yararlanır ve birden fazla kadınla evlenirse Allah'ı aldatmaya çalışmış olur. Bu nedenle İslâm devletinin mahkemeleri, bir kadına veya kadınlara yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmak için, zorlayıcı önlemler alma hakkına sahiptir. Aynı zamanda bu emirde şart koşulan adalet önkoşulundan yola çıkarak, çok kadınla evliliğin tamamen yasaklandığı sonucuna varmak da kesinlikle yanlıştır. Bu, Kur'an'ın görüşü değil, sadece Batılı Hıristiyanlardan çok etkilenmiş olan bazı müslümanların görüşüdür. Bunlar, Kur'an'ın da çok kadınla evliliğe karşı olduğunu, fakat o dönemde bu geleneğin çok yaygın olması nedeniyle, çok sert olmasından kaygı duyarak doğrudan yasaklamadığını söylerler. Kur'an çok evliliğe, bütün eşlere eşit davranıldığı sürece izin vermiştir. Bu şartı yerine getirmek ise, çok zor olduğuna göre tek kadınla evlilik tavsiye edilmiş olmalıdır.

Açıkça görülmektedir ki bu görüş, zihin ve düşünce bağımlılığının bir sonucudur. Çünkü çok kadınla evlilik bazı durumlarda kültürel ve ahlâkî bir ihtiyaçtır ve aslen kötü değildir. Öyle kimseler vardır ki isteseler bile bir tek kadınla yetinemezler. Çok kadınla evlilik izni, onların imdadına yetişir ve hem onları, hem de bütün toplumu yasak cinsel ilişkilerin zararlarından korur. Kur'an, işte bu nedenle bu tür kimselere adalet şartını yerine getirmek koşuluyla çok kadınla evlenme izni vermiştir.

6. "Sahibi olduğunuz kadınlar" ile savaşta esir alınan ve hükümet tarafından paylaştırılan cariyeler kastedilmektedir. Bu ayet iki anlama gelebilir: "Eğer hür bir kadının masraflarını karşılayamazsanız 25. ayette izin verildiği gibi bir cariye ile evlenebilirsiniz." Veya "Eğer birden fazla kadınla evlenmek istiyorsanız, fakat hür olarak alacağınız karılarınız arasında adaleti sağlayamacağınızdan korkuyorsanız, cariyelerle evlenebilirsiniz. Çünkü bu durumda sorumluluğunuz daha az olacaktır." (Ayrıntılar için bkz. Nîsa an: 44).

7. Hz. Ömer (r.a) ve Kadı Şurayh (r.a) eğer bir kadın mehrinin hepsinden veya bir kısmından vazgeçerse, fakat daha sonra isterse, kocası ona mehri geri vermelidir; çünkü onun sonradan istemesi mehirden kendi isteğiyle vazgeçmediğini gösterir diye hüküm vermişlerdir. [Daha ayrıntılı bilgi için bkz. "Hukuk-u Zevceyn" (Karı-Kocanın hakları) adlı kitabımın "Mehir" bölümü.]

5 Allah'ın sizin için (kendileriyle hayatınızı) kaim (geçiminizi sağlamaya destekleyici bir araç) kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin; bunlarla onları rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin.8

6 Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin;9 şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin.10 Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin.11 Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.

7 Anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır;12 anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bunun azından ve çoğundan farz kılınmış bir pay vardır.

AÇIKLAMA

8. Bu ayetin anlamı çok geniş kapsamlıdır. Müslüman topluluğa, hayatın devam ettirilmesi için çok gerekli olan servetin, hiç bir zaman beyinsizlere ve onu doğru dürüst kullanmayı başaramayacak ehil olmayan kişilere verilmemesi gerektiği, çünkü bu tür kişilerin serveti israf ederek toplumun ekonomik ve kültürel sistemini, uzun dönemde de ahlâkî düzenini bozabileceği öğretilmektedir. Özel mülkiyet hakları mutlaka korunmalıdır, fakat aynı zamanda kişinin onu istediği şekilde sınırsızca kullanıp, toplumu ifsad etmesine de izin verilmemelidir. Bir kişinin hayatî ihtiyaçları da sözkonusu olduğunda bunlar karşılanmalıdır. Fakat kişinin bu hakkı zorlayarak, toplumunun ahlâkını, kültürünü ve ekonomik düzenini bozacak kadar ileri götürmesine izin verilmemelidir. Bu ayete göre, her servet sahibi kendi servetini birine emanet etmeden önce o kişinin ehil olup olmadığına dikkat etmelidir. Daha geniş planda ise İslâm devleti, kendi servetlerini kullanmaya ehil olmayanların veya kötü yollarda kullananların temel ihtiyaçlarını karşılamak şartıyla, onların servetlerinin idaresini ele alabilir.

9. Yani, "Onlar olgunluğa yaklaştıklarında, onları yakından gözetin ve kendi işlerini yapabilecek seviyeye gelip gelmediklerini sınayın."

10. Yetimlere mallarını geri verebilmek için iki şart koşulmuştur: Olgunluk ve ehil olma. Birinci şartın yerine getirilmesi konusunda bütün İslâm fıkıh alimleri fikir birliği içindedirler, fakat ikinci şart hakkında farklı görüşler vardır. İmam Ebu Hanife'ye göre, yetim olgunluk çağına eriştiğinde, eğer velisi onda ehil olma (akıllılık) özelliğini görmezse en fazla yedi yıl bekleyebilir. Bu yedi yılın sonunda yetimde ehil olma şartı yerine gelsin gelmesin, malını ona teslim etmek zorundadır. Fakat İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şafîî, ehil olmanın yetimin malını geri verebilmek için bir ön-koşul olduğu görüşündedirler. Bu son zikrettiğimiz alimler, böyle bir kimse için Kadı'ya gidilmesi gerektiği ve malını, servetinin idaresini Kadı'nın yürütmesi gerektiği görüşündedirler.

11. Yani, "Hizmetleri için yetimin malından, herkes tarafından adil kabul edilen bir ölçüde harcamalıdır ve bunu açıkça yapıp hesabını da tutmalıdır."

12. Bu ayet miras hakkında beş düzenlemeyi içerir: Birincisi, hem kadınların hem de erkeklerin mirasta bir hakları vardır. İkincisi, az olsun çok olsun miras bütün varisler arasında paylalşılmalıdır. O kadar ki, eğer ölen kişi bir miktar kumaş bırakmış olsa bile gerekiyorsa mesela on parçaya ayırılmalıdır. Bununla birlikte eğer bir varis isterse diğerinin rızasını alarak onların paylarını satın alır ve tüm mirasa sahip olabilir. Üçüncüsü, bu ayetten anlaşıldığına göre bu kural nakledilebilir olsun veya olmasın, tarımsal veya endüstriyel veya diğer her tür mal için geçerlidir. Dördüncüsü, mirasın ancak ölen kişinin arkasında mal bırakması halinde, hak olduğunu gösterir. Beşincisi, ayetin ortaya koyduğu hükme göre yakın akrabalar hayatta ise, uzak akrabaların mirasta hakları yoktur.

8 (Mirası) Bölüşme sırasında yakınlar; yetimler ve yoksullar da hazır olursa, onları ondan rızıklandırın ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin.13

9 Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanlar, (vasiyetleri altında olanlar için de) içleri ürpertiyle titresin. Allah'tan sakınsınlar ve onlara doğru söz söylesinler.

10 Gerçek şu ki, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş yemiş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir.14

11 Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.15 Eğer onlar ikiden çok kadın ise (ölünün) geride bıraktığının üçte ikisi16 onlarındır. Kadın (veya kız) bir tek ise, bu durumda yarısı onundur. (Ölenin) Bir çocuğu varsa, geriye bıraktığından anne ve babadan her biri için altıda bir17, çocuğu olmayıp da anne ve baba ona mirasçı ise, bu durumda annesi için üçte bir vardır.18 Onun kardeşleri varsa o zaman da annesi için altıda bir'dir.19 (Ancak bu hükümler, ölenin) Ettiği vasiyet veya (varsa) borcun düşülmesinden sonradır.20 Babalarınız, oğullarınız, siz onların hangilerinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar) Allah'tan bir farzdır. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.21

AÇIKLAMA

13. Burada ölen kişinin varislerine, mirasta hiçbir hakları olmadığı halde yakın ve uzak akrabalara, ailedeki fakirlere ve mirasın paylaştırıldığı sırada orada hazır bulunan yetimlere karşı cömert olmaları emrediliyor. Varisler onlara bir şeyler vermeli ve güzel sözler söylemelidirler; beyinsiz ve cimri kimseler gibi onlara sert ve kötü sözler söylememelidirler.

14. Bir hadise göre, Uhud savaşından sonra bu ayet Hz. Sa'd bin Rubaî'nin dul karısının isteği ve sorusu üzerine nazil olmuştur. Hz. Sa'd'ın dul karısı iki kızı ile Hz. Peygamber'e (s.a) gelmiş ve şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bunlar Uhud'da şehit olan Sa'd'ın kızları. Amcaları onların mirasının hepsini aldılar ve bunlara bir dirhem bile kalmadı. Bundan sonra bunlarla kim evlenir?"

15. Mirasın bölüştürülmesinde ilk önemli prensip erkeğin hakkının, kadınınkinin iki katı olmasıdır. Bu tamamen akla uygun ve adil bir paylaştırmadır. İslam hukuku ailenin ekonomik sorumluluğunu erkeğe yüklediği ve kadını bundan bağımsız kıldığı için, adalet, kadının miras payının erkeğinkinden az olması gerektiğidir.

16. Aynı şey, iki kız çocuğu için de geçerlidir. Yani eğer ölen kimsenin geride erkek çocuğu değil de iki veya daha fazla sayıda kız evladı kalmışsa, bu kız çocuklara tüm mirasın üçte ikisi verilir ve geride kalan üçte bir, diğer varisler arasında paylaştırılır.

Bunun gibi, eğer ölenin geride sadece bir tek oğlu kalmışsa ve başka varisi yoksa, tüm miras oğluna kalır. Fakat eğer başka varisi varsa, onların hakkı verildikten sonra geride kalan mirasın hepsi, o oğulun olur. Bu konuda ümmetin alimleri ittifak etmişlerdir.

17. Ölen kişi geride kız ya da erkek sadece bir çocuk veya çocuklar bırakmış olsa, anne ve babasından her birine mirasın altıda biri düşer. Geride kalan üçte iki ise diğer varisler arasında paylaştırılır.

18. Eğer başka hiçbir varis yoksa geriye kalan üçte iki babaya verilir; eğer başka varis varsa baba o üçte ikiyi o varislerle paylaşır.

19. Eğer ölen kişinin geride kız veya erkek kardeşleri varsa, annenin payı üçte birden altıda bire düşer. Düşürülen altıda bir ise, babanın payına eklenir. Çünkü bu durumda babanın sorumlulukları artmaktadır. Ölen kişinin anne babası hayatta ise, kız veya erkek kardeşlerine mirastan pay düşmediğine dikkat etmelidir.

20. Vasiyetin yerine getirilmesi borçların ödenmesinden öncedir. Çünkü ölen herkesin borcu olmayabilir, fakat vasiyeti olabilir. Kanunun uygulamasına gelince, İslâm toplumunda, borcun vasiyetten önce gelmesi gibi ortak bir görüş vardır. Yani borç her halükârda önce ödenmeli, sonra vasiyet yerine getirilmeli ve ondan sonra da miras paylaştırılmalıdır. Bakara suresinin 182. açıklama notunda kişinin vasiyet ederek tüm servetinin üçte birini hibe etmeye hakkı olduğu belirtilmişti. Bu izin, mirastan pay alamayan akraba veya akrabalara servetten bir miktar bırakabilmek için verilmiştir. Söz gelimi yetim bir kız veya erkek torun varsa, bir oğulun dul karısı, fakir bir kız veya erkek kardeş vs. varsa, kişi vasiyet ederek mirasının bir kısmını böyle birisine bırakabilir. Hatta kişinin herhangi bir kimseye veya kamu yararına malının bir kısmını vasiyet etmeye hakkı vardır. Kısacası, kanun kişinin mirasının üçte ikisinin (veya biraz daha fazlasının) paylaştırılmasını düzenler ve geride kalan (yaklaşık üçte bir) miras için de, kişiyi (her şahıs için farklı olabilen) kendi ailesinin özel durumlarına uygun bir şekilde vasiyet etmesi için serbest bırakır. Aynı zamanda vasiyetle varislere herhangi bir haksızlık yapılması da engellenmiş olmaktadır. Aile üyeleri varislere yapılan herhangi bir haksızlık durumunda, bu hatayı kendi aralarında veya Kadı'ya başvurarak çözümleyebilirler. Daha fazla açıklama için "Torunun Veraset Meselesi" adlı kitabıma bakınız.

12 Eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, geride bıraktıklarının yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa, -onunla yapacakları vasiyetten ya da (ayıracakları) borçtan sonra- bu durumda bıraktıklarının dörtte bir sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa, geriye bıraktıklarınızdan dörtte biri onların (kadınlarınızın)dır. Eğer sizin çocuğunuz varsa geriye bıraktıklarınızdan sekizde biri onların (kadınlarınızın)dır.22 (Yine bu hükümler,) Edeceğiniz vasiyet veya (varsa) borcun düşülmesinden sonradır. Mirası aranan erkek ya da kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olup da onun erkek veya kız kardeşi bulunursa onlardan her biri için altıda bir vardır. Eğer bundan fazla iseler, bu durumda -kendisiyle yapılan vasiyetten ya da (varsa) borçtan sonra- üçte bir'de23 -zarara uğratılmaksızın-24 onlar ortaktırlar. (Bu size) Allah'tan bir vasiyettir. Allah, bilendir, (kullara) yumuşak olandır.25

AÇIKLAMA

21. Bu, miras hakkındaki İlâhî kanunun hikmetini anlamayan ve kendi yaptıkları eklemelerle, kanundaki "eksikliği" doldurmaya çalışan anlayışsız kişilere bir cevap niteliğindedir.

22. Eğer ölen kişi geride çocuklar bırakmışsa, karısı veya karılarına mirasın sekizde biri düşer. Eğer geride çocuk bırakmazsa, karısı veya karılarına bütün mirasın dörtte biri düşer. Bu dörtte bir veya sekizde bir eşler arasında eşit paylaştırılır.

23. Eğer başka varisler varsa, onlara duruma göre geride kalan 5/6 veya 2/3 üzerinden payları verilir. Aksi takdirde ölen kişinin geride kalan tüm 5/6 veya 2/3'yi vasiyet etme hakkı vardır.

Bütün müfessirler, bu ayetteki erkek kardeş veya kız kardeşlerden sadece anne tarafından olan kardeşlerin kastedildiği konusunda aynı fikirdedirler. Öz kız ve erkek kardeşler ve sadece baba tarafından kız ve erkek kardeşler hakkında miras kuralı surenin sonunda yer almıştır.

24. Vasiyet eğer kanunî varislerin haklarına tecavüz ediyorsa zararlıdır; borç da eğer alacaklı gerçekte varolmayan bir alacağı olduğunu söylerse veya varislerin hakkı olan payları, bazı oyunlarla azaltmaya çalışırsa zararlı olur. Bir hadise göre bu en büyük günahlardan biridir. Başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: "Bir kimse hayatı boyunca Cennet'e yaklaşacak ameller işler, fakat tam öleceği sırada zararlı bir vasiyette bulunur ve sonunda kendisini Cehennem'e sokacak bir amel işlemiş olur." Böyle bir zarar verme her durumda büyük günah olmasına rağmen, burada özellikle varis olarak ne anne babası, ne evlatları olmayan kişi için söylenmiştir. Çünkü böyle bir kimsenin, uzak akrabaları mirasından mahrum etmek için vasiyet etmesi daha muhtemeldir.

25. Burada Allah'ın Alim sıfatı iki nedenden ötürü anılmıştır: Birincisi insanlara O'nun kanunundan kaçmanın imkânsız olduğunu, çünkü O'nun herşeyi bildiğini hatırlatmak için; ikincisi, Allah'ın onlar için hayırlı olanı daha iyi bildiğinden dolayı Allah tarafından emredilen miras taksiminin, mutlaka doğru olduğuna insanları ikna etmek için. Halim sıfatı ise, Allah'ın kanunlarının katı ve sert olmadığını, bilâkis onların yumuşak olduğunu ve insanları zora koşmadığını gösterir.

13 Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.

14 Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve onun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.25/a

AÇIKLAMA

25/a. Bu sert uyarı, insanları, miras hükümlerini değiştirdikleri veya Allah tarafından belirlenen sınırları aştıkları zaman atılacakları Cehennem azabından korumak için yapılmıştır. Ne yazık ki Müslümanlar da, Yahudilerin yaptığı hataya düşerek Allah'ın hükmüne karşı gelmiş ve onu değiştirmişlerdir. Kadınlara miras hakları verilmiyor, müslümanlar tek erkek evlat sistemini (mirasın tümünü en büyük erkek çocuğa bırakmak -çev.) veya geniş aile sistemini (birden fazla çekirdek ailenin bir arada yaşaması -çev.) esas alan uygulamalara tabi oluyarlardı. Bir başka uygulama şekli de bugünkü İslâm dünyasının Batı'yı takip ederek "Ölüm vergisi" almasıdır. Bu açıkça gösterir ki, devlet de, Allah'ın diğer varisler arasında saymayı unuttuğu bir varistir! Gerçekte ise devlet, ancak ölen kişi arkasında varissiz bir miras bırakmışsa veya kendi isteğiyle bir kısmını vasiyet etmişse miras almaya hak kazanabilir.

15 Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara aleyhlerinde olmak üzere içinizden dört şahid tutun. Eğer şehadet ederlerse, onları, ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun.

16 Sizlerden fuhuş yapanlardan, her ikisine eziyet edin. Eğer tevbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz, Allah, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.26

17 Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.

18 Tevbe, ne kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kendileri kâfirler olarak ölenler için değil. Böyleleri için acıklı bir azab hazırlamışızdır.27

19 Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız size helal değildir.28 Apaçık olan 'çirkin bir hayasızlık' yapmadıkları sürece,29 onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (kendinize almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.30

AÇIKLAMA

26. İslâm'da ilk defa bu iki ayette (15-16) zina suçu için cezadan bahsedilmektedir. 15. ayete göre, suçlu kadın bir sonraki emre kadar kapalı tutulmalıdır. 16. ayete göre ise, zina eden kadın ve erkek azarlanarak, hor görülerek, dövülerek vs. cezalandırılmalıdır. Daha sonra Nur suresindeki 2. ayette bu ceza değiştirilmiştir. Artık zina eden kadın ve erkekten herbirine yüz değnek vurulmalıdır. Ceza hukukunda cezaların tedrici olarak artması, akıl ve hikmete dayanmaktadır. O dönemde Araplar belirli bir hukuk ve ceza sistemine sahip olan yerleşik bir hükümetin emri altında yaşamaya alışkın değildi. Bunun için eğer İslâm devleti, onlara tüm ceza sistemini birden uygulamaya kalksaydı, bu onlara ağır gelebilirdi. Bu nedenle ilk önce bu iki ayetteki tipte cezalar uygulanmış, daha sonra da yavaş yavaş zina, hırsızlık, cinayet gibi suçlar için daha ağır cezalar belirlenmiştir. Böylece İslâm ceza hukuku belirlenip tam bir sistem haline gelmiş, Hz. Peygamber (s.a) ve daha sonra Raşid halifeler döneminde uygulanmıştır.

Bu iki ayet arasındaki gözle görülen fark, müfessir Süddi'yi 15. ayetin evli kadın için, 16. ayetin de bekâr kadın ve erkek için indirildiği sonucuna götürmüştür. Fakat bu tür bir tefsir hiçbir ciddi delile dayanmamaktadır. Aynı şekilde Ebu Müslim İsfehanî'nin tefsirinde yer alan 15. ayetin, iki kadının doğal olmayan ilişkisi, 16. ayetin de iki erkeğin doğal olmayan ilişkisi için indirildiği görüşü de yanlıştır. Ebu Müslim İsfehanî gibi değerli bir alimin böyle bir sonuca varmasına hayret ediyorum.

Halbuki Kur'an sadece kanunun ve ahlâkın prensiplerini ortaya koyar. Bu nedenle sadece normal hayatta karşılaşılan problemleri ele alır ve anormal şartlar altında meydana gelen olaylara değinmez. Bu son iki problem, müslümanların içtihadlarına bırakıldığı için, bir hükme bağlanmamışlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) öldükten sonra ortaya çıkan, iki erkeğin gayri tabi ilişkisi hakkında hüküm verirken sahabe, bu iki ayete başvurmamıştır.

27. Arapça "tövbe" kelimesi, "geri dönmek" ve "yönelmek" anlamlarına gelir. Günahından pişman olup ondan vazgeçen kimse, sahibinden kaçtıktan sonra tekrar efendisine geri dönen bir köleye benzetilebilir. Bu onun tövbesidir. Efendisi onun pişmanlığını ve özrünü kabul ettiğinde, ona iyi davranışlarla yönelir ve onu affeder. Arapça'da bu, onun kölesine tövbesidir. Bu ayette Allah, tövbenin iki yönünü de ortaya koyuyor. Allah şöyle diyor: "Sadece cahillikle, istemeden bir günah işleyen, sonra da hatalarını farkedince benim bağışlamama sığınan kullarımın tövbesini kabul ederim. Böyle bir tövbe için benim bağışlama kapılarım tamamen açıktır." Fakat hayatları boyunca Allah'tan en ufak bir korku duymayan ve ölüm yaklaştığında tövbe etmeye başlayan kişi için böyle değildir. Hz. Peygamber (s.a) ölümün yaklaştığını bildirir bir belirti olmadığı zaman, yapılan tövbeleri Allah'ın kabul ettiğini söylemiştir. İmtihan zamanı sona erdiğinde artık kişinin günahından dönme şansı yoktur. Aynı şekilde, eğer bir kişi kâfir olarak ölüyorsa ve gözleriyle öte dünyayı gördüğü anda tövbe ederse, bu tövbe de kabul olunmaz.

28. Bu ölen kişinin dul eşlerinin miras olarak kabul edilmemesi gerektiği anlamına gelir. Kadın, kocasının ölümünden sonra istediği yerde yaşama ve iddetini doldurduktan sonra istediği kimse ile evlenme hakkına sahiptir.

29. Yani, "Onların ahlâksızca davrandıkları için cezalandırabilirsiniz, fakat mallarını ellerinden almak için onlara eziyet edemezsiniz."

30. Eğer kadın güzel değilse veya kocasının hoşuna gitmeyen bir eksikliği varsa, koca hiç düşünmeden hemen onu boşama yoluna gitmemelidir. Soğukkanlı ve dikkatli davranmalıdır. O kadının, mutlu bir hayat geçirmeyi sağlayacak olan güzellikten başka iyi özellikleri de olabilir. Bu iyi niteliklerin keşfedilmesi, onun ilk andaki hayal kırıklığını sevgiye dönüştürebilir. Aynı şekilde bazen evliliğin başlangıcında, koca, karısında beğenmediği bir şeyle karşılaşır ve ondan hoşlanmamaya başlar. Fakat sabırlı olur ve onun iyi yönlerini de ortaya koymasına izin verirse iyi özelliklerinin, eksikliklerinden daha fazla olduğunu ve onların eksikliğini kapatacak kadar baskın olduğunu anlayabilir. Bu nedenle kocanın, uzun süre düşünmeden karısıyla ilişkisini kesmesi doğru değildir. Boşanma ise, insanın son çare olarak başvuracağı bir sosyal operasyondur. Hz. Peygamber (s.a) helâl olan şeyler içinde Allah'ın en hoşlanmadığı şeyin boşanma olduğunu söylemiştir. Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: "Evlenin ve boşanmayın. Çünkü Allah sadece cinsel hazlar için evlenen, boşanan erkek ve kadınları sevmez."

20 Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiç bir şey almayın. Ona iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?

21 Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılmış (birleşerek içli-dışlı olmuş)tınız. Onlar sizden kesin bir güvence (kuvvetli bir ahid) de almışlardı.31

22 Kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın.32 Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, 'çirkin bir hayasızlık' ve 'öfke duyulan bir iğrençliktir'.33 Ne kötü bir yoldu o!...

23 Sizlere anneleriniz,34 kızlarınız,35 kız kardeşleriniz,36 halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları,37 sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz,38 kadınlarınızın anneleri39 ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız40 -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri41 ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı.42 Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.43

AÇIKLAMA

31. "Sağlam teminat"; bir kadının, kendisini kocasına teslim etmesini sağlayan evlilik bağının garantisidir. Bu nedenle eğer erkek, kendi verdiği teminatı hiçe sayarsa, anlaşmanın (evliliğin) meydana geldiği zaman, karısına verdiği mehirden istemeye hakkı olmaz. (Bkz. Bakara an: 251).

32. Kur'an cahiye döneminde işlenen kötülükleri yasaklarken, genellikle emri şu kelimelerle bitirir. Geçmişte olanlar hariç. Bunun görünürde iki anlamı vardır: Birincisi, kişi eğer bu emri aldıktan sonra, o yoldan döner ve hatalarını tamir ederse, geçmişte işlenen hataların dikkate alınmayacağı anlatılmak isteniyor. İkincisi, bu emirlerin geçmişte olanlarla bir ilgisi olmadığını belirterek, bu hataları işleyenler teselli ediliyor. Söz gelimi, eğer bir kimse yasaklanmadan önce üvey annesi ile evlenmişse, bu sözlere göre, bu evlilikten olma çocukların otomatikman gayri meşru olmaları ve mirastan mahrum bırakılmaları söz konusu değildir.

Yine sözgelimi, bir kimse sonradan yasaklanan bir ticaret şekliyle birçok alışverişler yapmış olsa, bu daha önce yapılan bütün anlaşmaların geçersiz olduğu, kişinin bu yolla kazandığı bütün servetini geri vermesi gerektiği veya o zamana dek kazanılan malların hepsinin haram olduğu anlamına gelmez.

33. İslâm hukukuna göre bu, cezayı gerektiren bir davranıştır. Ebu Davut, Neseî ve Müsned-i Ahmed'de nakledilen bazı hadislere göre, Hz. Peygamber (s.a) üvey anneleriyle evlenen kişilerin, mallarına el koymuş ve onları ölüm cezasına çarptırmıştır. İbn Mace'de, Hz. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şu hükmü vermiştir: "Evlenmenin yasaklandığı kişilerle zina eden herkes ölüm cezasına çarptırılır." Bununla birlikte İslâm fıkıh alimlerinin bu konuda farklı görüşleri vardır. İmam Ahmed, böyle bir suçlunun malına el konulması ve ölüm cezasına çarptırılması gerektiğini savunur. Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Şafii ise, haram olan kişilerle zina eden bir kimsenin normal zina cezasına çarptırılması, haram olan kişilerden biri ile evlendiğinde ise, bu büyük günah için uygun olacak bir cezaya çarptırılması gerektiği görüşündedirler.

34. Bu yasak; hem öz, hem de üvey anne için geçerlidir ve ikisi de haramdır. Bu kural aynı zamanda annenin annesi ve babanın annesi için de geçerlidir. Babasının gayri meşru ilişkide bulunduğu bir kadının, oğula haram olup olmadığı konusunda alimler farklı görüşlere sahiptirler. Böyle bir kadınla evlenmenin haram olduğu görüşünde olanlar, babanın şehvetle dokunduğu bir kadının bile, oğula haram olduğunu söylerler. Oğulun gayri meşru ilişkide bulunduğu bir kadının babaya haram olup olmadığı veya kızın gayri meşru ilişkide bulunduğu bir adamın anneye veya tam tersi bir durumun, kıza haram olup olmadığı konusunda da bir çok ihtilâflar vardır. Bu meselenin fıkhî incelikleriyle ilgili birçok karşıt görüş vardır. Fakat biraz düşünülünce, bu tür olayların toplum hayatında meydana gelmemesi gerektiği ve hak yolundaki bir hayatla uyum içinde olmadığı anlaşılır. Bu nedenle ilâhî kanun; bu tür şeyleri kılı kırk yararak helâl kılmaya çalışılmasına müsamaha gösteremez. Çünkü bu küçücük ayrılıklar, tüm toplum refahının dayanağı olan aile bağının kopmasına neden olacak kıskançlıklar açığa çıkaracaktır. Bu, aşağıda yer alan, Hz. Peygamber'in (s.a) iki hadisi ile de desteklenmektedir:

1) "Bir erkeğe, cinsel organına baktığı bir kadının annesi ve kızı haram olur."

2) "Allah, aynı zamanda hem annenin hem de kızın cinsel organını gören bir adama bakmaktan bile hoşlanmaz."

35. Kız için söylenen haram hükmü, oğulun kızı ve kızın kızı (yani torunlar) için de geçerlidir. Bununla birlikte gayri meşru ilişki sonucu doğan kız hakkında ihtilâf vardır. İmam Ebu Hanife, İmam Malik, Ahmed İbn Hanbel, aynen meşru kız çocuk gibi gayri meşru ilişki sonucunda doğan kız çocuğun da babaya haram olduğu görüşündedirler. İmam Şafiî ise, gayri meşru ilişkiden doğan kızın haram olmadığını söyler. Fakat bir babanın kendi sulbünden olduğunu bile bile bir kızla evlenebileceği düşüncesi çok iğrençtir.

36. Bu kural aynı zamanda anne ve baba tarafından üvey kız kardeşleri, öz kız kardeşleri de kapsar.

37. Öz olsun, üvey olsun anne veya baba tarafından bütün bu akrabalar haramdır. Öz olsun, üvey olsun, annenin veya babanın kız kardeşi oğul için haramdır. Aynı şekilde öz olsun veya üvey olsun kız veya erkek kardeşin kızları, erkek için kendi öz kızı gibi haramdır.

38. Bu yasaklama gözönünde bulundurulursa, bir kızı veya erkeği emziren bir kadın öz anne gibi, onun kocası da öz baba gibi kabul edilmelidir. Bu hususta ittifak vardır. Öz anne ve baba tarafından yasaklanan ilişkiler süt anne ve onun kocası, yani süt baba tarafından akrabalıklar için de geçerlidir. Bu, bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a) söylediği bir hadise dayanmaktadır: "Kanın haram kıldığını, süt de haram kılar..." Fakat emilmesi gereken süt miktarı konusunda görüş ayrılıkları vardır. İmam Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre, eğer çocuk en az orucu bozacak kadar bir miktar süt emerse, o kadın evlilik bakımından aynı öz annesi gibi olur. Fakat İman Ahmed'e göre, haramlar, ancak çocuk en az üç kez emdiğinde, İmam Şafii'ye göre de en az beş kez emdiğinde başlar. Aynı zamanda, emdiği sırada çocuğun kaç yaşında olması gerektiği konusunda da farklı görüşler vardır. Aşağıda çeşitli fakihlerin bu konudaki fikirleri özetlenmiştir.:

1) Hz. Ümmü Seleme, Hz. İbn Abbas, Zühri, Hasan Basri, Katâde, İkrime ve Evzai'ye (Allah hepsinden razı olsun) göre, eğer çocuk sütten kesilmeden önce emzirilir ve doyacak kadar emerse, ancak o zaman haram kuralı geçerli olur. Eğer sütten kesildikten sonra emerse, haram olmaz, çünkü bu aynen su içmek gibidir. Hz. Ali'nin (r.a) de bunu destekleyen bir sözü vardır.

2) Hz. Ömer, Hz. İbn Mes'ud, Hz. Ebu Hureyre ve Hz. İbn Ömer (Allah hepsinden razı olsun), çocuğun iki yaşına kadar herhangi bir zamanda emzirildiğinde bu yasağın geçerli olacağı görüşündedirler.

İmam Şafii, İmam Ahmed, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Süfyan Sevrî de bu görüştedirler. Ebu Hanife'nin de bunu destekler nitelikte bir sözü vardır. İmam Malik'de bu görüşü destekler, fakat iki yaştan bir iki ay geçse bile, bu yasağın geçerli olacağını söyler.

3) İmam Ebu Hanife'nin güvenilir bir kaynaktan gelen sözüne göre, eğer çocuk emzirilme dönemi boyunca, yani "iki buçuk yaşına dek" emzilirse, bu, yasak sınırları içine girer.

4) Hz. Aişe'ye (r.a) göre, yaş sınırı olmaksızın ne zaman emerse emsin, kişi bu yasağın sınırları içine girer. Hz. Ali'nin (r.a) bir sözü de bunu destekler niteliktedir. Urve İbn Zübeyr, Atâ, Leys bin Sa'd ve İbn Hazm da bu görüşü benimsemişlerdir.

39. Bir kadınla sadece nikâh yapmanın, onun annesi ile evlenmeyi haram kılıp kılmadığı konusunda da ihtilâf vardır. İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Ahmed ve İmam Şafii, sadece nikâhlanmanın da, o kadının annesinin nikâh yapan kişiye haram kılmaya yettiği görüşündedirler. Fakat Hz. Ali'ye (r.a) göre eğer henüz cinsel birleşme meydana gelmemişse nikâhlayan kişiye, o kadının annesi haram olmaz.

40. Karısının kızı, kendi evinde büyümüş olsun veya olmasın kocaya haramdır. Allah, bu kelimeleri akrabalık ilişkisinin hassasiyetini göstermek için kullanmıştır. Bir adamın karısının kızının, kendi evinde büyümüş olsun veya olmasın o adama haram olduğu konusunda görüş birliği vardır.

41. Burada "sizin sulbünüzden olan" ifadesi, evlatlık olarak alanın oğulların dul veya boşanmış eşlerinin değil, sadece kendi oğullarının karılarının kendilerine haram olduğunu belirtmek için kullanılmıştır. Aynı şekilde erkek torunlarının karıları da haramdır.

42. Bir kişinin; hanımının teyzesi, halası ve öz yeğenini hanımı ile birlikte nikâh altına alması haramdır. Bu prensip şu şekilde genişletilebilir: Erkeğe kendi akrabalarından, kendisine haram olan kadınların, hanımı tarafında benzer konumdakileri de hanımı ile birlikte nikâh altında bulundurması haramdır.

43. Yani, "Cahiliye döneminde iki kız kardeşle aynı anda evli bulunarak işlenen günah bir cezaya tâbi tutulmayacaktır." (Bkz. an: 32). Fakat kişi müslüman olduktan sonra, cahiliye döneminde aldığı iki kız kardeşten birini boşamalıdır.

24 Sağ ellerinizin malik olduğu (cariyeler)44 dışında kadınlardan 'evli ve özgür' olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında kalanı iffeti koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla (mehir vererek) evliliği veya evlenecek kadın aramanız (veya istemeniz) size helal kılındı. Öyleyse onlardan hangi şeyle (veya ne kadar) yararlandıysanız, onlara ücret (mehir)lerini, tesbit edildiği miktarıyla ödeyin. Miktarın tesbitinden sonra, karşılıklı hoşnud olduğunuz bir şey konusunda üstünüze bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.

AÇIKLAMA

44. Yani, "Savaş esiri olarak alınan ve kocaları savaş hattı dışında kalan evli kadınlar haram değildir." Çünkü İslâm sınırları içine girdiği için artık onların evlilik bağı kopmuştur. Bu tür kadınları nikâhlayıp onlarla evlenen veya cariye olarak elinde bulunduranların onlarla cinsel ilişki kurması helâldir. Fakat böyle bir kadının kocası da esir alındığında, kadının yine helâl olup olmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife ve onun gibi düşünenler, böyle bir çiftin evlilik bağının devam etmesi gerektiği görüşündedirler. Fakat İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre bu bağ koparılmalıdır.

Savaşta esir alınan cariyelerle ilgili zihinlerde meydana gelmesi muhtemel olan yanlış anlamaları önlemek için aşağıdaki hususlar dikkatle incelenmelidir.

1) Bir askerin, kendisine ganimet payı olarak verilmeden önce savaş esiri olarak aldığı cariye ile ilişki kurması haramdır. İslâm hukuna göre bütün esir alınan kadınlar devlete teslim edilr. Devlet de onları serbest bırakma, düşman elindeki müslüman esirlerle takas etme veya onları askerlere dağıtma hakkına sahiptir. Bir askere, ancak devlet tarafından resmen verildiği takdirde bir cariye ile ilişki kurması helâl olur.

2) O zaman bile cariye ile ilişki kurmadan önce, onun hamile olup olmadığını anlamak için bir ay beklemesi gerekir. Aksi takdirde, doğum yapana dek onunla ilişki kurması haram olur.

3) Kadın savaş esirlerinin ehli kitaptan olup olmaması, bu hükümde bir değişikliğe neden olmaz. Dini ne olursa olsun bu kadın, kendisine kanunen verilen adama helâl olur.

4) Sadece cariyeyi alan kişinin o cariyeye "dokunmaya" hakkı vardır. Cariye efendisinin sulbünden bir çocuk doğurursa, o çocuk da İlhâhî Kanun'un, efendinin kendi sulbünden olan diğer çocuklara verdiği tüm kanunî haklardan yararlanır. Çocuk doğurduktan sonra artık o cariye satılamaz ve efendisinin ölümünden sonra da hür olur.

5) Eğer efendi cariyesini başka bir adamla evlendirirse, cinsel haklarını ona devretmiş olur, fakat ondan hizmet bekleme hakkını devam ettirir.

6) Hür eşlerde konulan azamî dört sınırı, cariyeler için geçerli değildir. Çünkü kadın savaş esirlerinin sayısı çok fazla olabilir. Ancak böyle bir sınırlamanın olmayışı, zengin ve şehvetine düşkün kişilerin evlerini bir meşkhane haline getirmeleri için değildir.

7) Bir kişiye devlet tarafından verilen kadın veya erkek esirlerin mülkiyet hakları, tüm diğer kanunî mülkiyet hakları gibi el değiştirebilir.

8) Anne babanın veya velinin hür kızını bir adama nikâhlaması sonucunda, nasıl o kız artık adama helâl oluyorsa, o cariye de o adama helâl olur. Bu nedenle evlilikten tiksinmeyen bir adamın, cariye ile cinsel birleşmeyi iğrenç bulmasına hiçbir sebep yoktur.

9) Devlet bir kez bir cariyeyi bir adama verdi mi, artık o cariye üzerindeki bütün haklarını ona devretmiş olur. Aynı durum hür kızını evlendiren ebeveyn için de geçerlidir.

10) Eğer bir komutan, belirli aralıklarla askerlerine cinsel ilişkide kullanılmak üzere savaş esiri kızlar dağıtıyorsa veya onlara belli bir zaman için kullanma izni veriyorsa, böyle bir hareket tamamen haramdır. Çünkü bununla zina arasında hiçbir fark yoktur ve İslâm'a göre de zina büyük bir suçtur. (Daha geniş bilgi için bkz. Tefhimât cilt. II. ve Mesâ'il cilt I adlı kitaplarım.)

25 İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse ellerinizde bulunan müslüman cariyelerden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz.45 Öyle ise, iffetli yaşamaları, zina etmemek ve gizli dost da tutmamaları şartıyla, velilerinin izniyle onlarla evlenin, mehirlerini de güzelce verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.46 Bu (cariye ile evlenme izni)47, içinizden evlenmediği takdirde ahlâkî sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah bağışlayan, esirgeyendir.

AÇIKLAMA

45. Yani, "Bir toplumda yaşayan insanlar arasındaki sosyal farklılıklar izafidir, bunun ötesinde bütün müslümanlar eşittir. Bir müslümanı, diğer müslümandan ayıran fark takva derecesidir ve bu da toplumun üst sınıflarının tekelinde değildir. Müslüman bir cariyenin ahlâk ve iman yönünden üst seviyeye mensup bir aileden gelme hür bir kadından daha üstün olması mümkündür."

46. Bu bölümde (24-25. ayetler), Arapça "muhsanât" kelimesinin iki anlamda kullanıldığına dikkat edilmelidir: 1) Kocalarının koruması altında olan "evli kadınlar". 2) Evli olmasalar da ailelerinin koruması altında olan "hür müslüman kadınlar." Bu önemlidir, çünkü bu ikisi arasındaki farkı anlamamak birçok yanlış hükümler çıkarmaya neden olmuştur. Hariciler ve zina eden kadının recm edilmesi (taşlanarak öldürülmesi) kuralına inanmayanlar, bu ayeti (25) kendi görüşlerine dayanak olarak almışlardır. Onlar şöyle derler: Bu ayette, zina eden bir cariye için, ceza olarak bunun yarısını vermek imkânsızdır. Bu nedenle, onlara göre, bu ayet İslâm'da recm cezasının olmadığının bir delilidir.

Eğer "muhsanât" kelimesinin anlamı doğru tesbit edilirse yukardaki iddianın ne kadar yanlış olduğu anlaşılır. Zina eden cariye sözkonusu olduğunda bu kelime kocasının koruması altında olan "evli kadın" anlamında kullanılmıştır. Bu "evlendikten sonra" ibaresinden de anlaşılabilir. Fakat zina eden cariyenin, yarı cezasına çarptırılacağı, zina eden müslüman kadın söz konusu olduğunda ailesinin koruması altında olan "hür müslüman kadın" anlamında kullanılmıştır ve recm cezasına karşı olanlar tarafından anlaşıldığı gibi "hür evli müslüman kadın" anlamına gelmez.

Zina eden cariyeye hür bir müslüman kadına verilen cezadan daha hafif bir ceza verilmesine gelince; bu ikincinin, birinciye oranla çift koruma altında olması (evli olsa bile) ailesi tarafından korunması ilkesine dayanır. Hür bir kadının tersine, bir cariye evli değilse sığınabileceği hiçbir dayanağa sahip değildir. Evli bile olsa, bu, onun konumunu bekâr hür bir müslüman kadının seviyesine çıkarmaz. Çünkü hür kadının dayanabileceği bir statüsü, ailesi, vb. şeyleri vardır. Diğer taraftan bir cariye köleliğin sınırları içindedir ve aile, kabile gibi dayanakları yoktur. Bu nedenle onun cezası hür ve evli müslüman kadının değil, hür ve bekâr müslüman kadının cezasının yarısı kadardır.

Bu aynı zamanda, zina eden kadın için Nur Suresi 2. ayette belirlenen 100 değnek cezasının bekâr ve hür müslüman kadın için geçerli olduğunu gösterir. Evli ve hür bir müslüman kadın, zina ettiğinde onun cezasının daha ağır olması normaldir. Çünkü o hem kocası hem de ailesi tarafından çift taraflı korunmaktadır. Bu nedenle onun cezası recm, yani taşlanarak öldürülmektir. Kur'an, recm cezasını açık bir şekilde anmamış olmasına rağmen, onu ima eder bir ifade kullanmıştır. Peygamber de (s.a) bunu anlamış ve bu cezayı uygulamıştır. Kur'an'ı ondan daha iyi kim anlayabilir.

47. "Bu izin" efendisinin rızasıyla bir cariye ile evlenmektir.

26 Allah, size açıklayarak anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.48

27 Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler.49

28 Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır.

AÇIKLAMA

48. Burada geçen "yollar" (sünen) kelimesiyle, surenin başından buraya kadar verilen ve Bakara suresinde de değinilen kültürel ve sosyal problemlerle ilgili emir ve talimatlar kastedilmektedir. Allah, müminlere, kendilerini cahiliye âdetlerinden kurtarıp, her dönemde Peygamberin (s.a) ve onların samimi takipçilerinin uydukları doğru yola ulaştıran şeyin, Allah'ın bir rahmeti olduğunu bildiriyor.

49. Müminleri doğru yoldan döndürüp, sapıklığa yöneltmek isteyen münafıklar, müşrikler ve Medine'nin hemen dışında yaşayan Yahudilerdi. Bu ilk iki grup eski önyargıları, âdet ve gelenekleri değiştirmek için yapılan düzenlemelere kesinlikle karşı çıkıyorlardı: a) Kız çocukların mirastan pay almalarına,

b) Dul kalan kadının, kocasının akrabaları tarafından kendisine uygulanan kısıtlamalardan bağımsız olmasına, c) İddet süresi bittikten sonra dul kadının istediği kimse ile evlenebilme hakkı olmasına, d) Üvey anne ile evlenmenin ve iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulundurmanın yasaklanmasına karşı çıkıyorlardı. Onlar aynı zamanda, evlât edinilen çocuğun mirastan pay sahibi olmadığı ve evlât edinilen erkek çocuğun karısı ile (boşandıktan sonra) evlenmekte hiçbir sakınca olmadığı esaslarına dayanan, yeni evlatlık kurumundan da hiç hoşlanmıyorlardı. Bu ve buna benzer düzenlemeler, putperestlerin eski gelenek ve alışkanlıklarına o denli ters düşüyordu ki, bunlara şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bozguncular Hz. Peygamber'i (s.a) sert bir şekilde eleştiriyor ve insanları O'nun kişiliğine ve tebliğine karşı çıkmaya teşvik ediyorlardı. Örneğin, Kur'an'ın gayri meşru kıldığı bir ilişki sonucu doğan bir kimse varsa, hemen ona gidip Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini gayri meşru ilân ettiğini söylüyorlardı. İlâhî İrade'nin devam ettirdiği ıslah hareketine böylece engel olmaya çalışıyorlardı.

Diğer taraftan ise, kendi yaptıkları kanunlara uymayan ıslah hareketlerine karşı eleştirel bir propaganda yürüten Yahudiler vardı. Onlar gereksiz ayrıntılar ortaya koyup kendi çıkarlarına uygun olan kuralları kanun yaparak, kendilerine sert kurallar ve sınırlamalar koyuyor ve birçok helâl şeyi haram yaptıkları, dolayısıyla bu kanunların karakter ve özünü değiştirdikleri halde, Kur'an'ın bunları tasdik etmesini istiyorlardı. Yahudi alimlerinin, hakimlerinin ve sıradan halkın, Kur'an'ı Allah'ın kitabı olarak kabul etmemelerinin nedeni işte buydu. Kur'an'ın kanunlarına o kadar karşıydılar ki, her ayetini ve her emrini bir eleştiri konusu haline getiriyorlardı.

Örneğin, Yahudiler kadının hayız (regl) dönemi boyunca pis olduğunu kabul ediyorlardı. Onların pişirdiği yemeği yemezler, ellerini sürdükleri suyu içmezler, hatta onlarla aynı şiltenin altında oturmazlardı. Kısacası kadınlar evlerinde temas edilmez bir konumda kalırlardı. Ensar da aynı geleneklere sahip olduğu için, Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret edince O'na hayız ile ilgili sorular sordular. Bu soruya cevap olarak Bakara Suresi'nin 222. ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a) aybaşı kanaması boyunca, sadece cinsel ilişkinin yasak olduğunu ve kadınlarla daha önceden var olan bütün ilişkilerin aynen devam ettirilebileceğini bildirdi. Yahudiler buna sert bir şekilde karşı çıktılar ve: "Bu adam her şeyde bize karşı çıkmak, bizim helâl dediklerimizi haram, haram dediklerimizi de helâl yapmak için gönderilmiş" dediler.

29 Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca)' yemeyin.50 Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin.51 Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.52

30 Kim haddi aşarak ve zulmederek böyle yaparsa, biz onu ateşe göndeririz. Bu Allah için pek kolaydır.

31 Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı53 örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız.

32 Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan onun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, Allah, her şeyi bilendir.54

33 Anne-babanın ve yakınların geride bıraktıklarından her birine mirasçılar kıldık. Yeminlerinizin (akid ile) bağladığı kimselere de kendi paylarını verin. Şüphesiz, Allah, her şeye şahid olandır.55

AÇIKLAMA

50. "Bâtıl", İslâm kanunlarına, prensiplerine aykırı olan yanlış ve gayri ahlâkî her şeyi ihtiva eder.

"Ticaret", alışveriş, endüstri vs. de olduğu gibi kâr, kazanç vb. faydalar için yapılan karşılıklı alışveriş akitleridir. Bu şekilde bir taraf, hizmetin karşılığını ödeyen karşı tarafın ihtiyaçlarını gidermiş olur.

"Karşılıklı anlaşma" sözü, bu alışverişlerin korkutma ve tehdit ile değil, karşılıklı anlaşma ile yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Örneğin, faiz ve rüşvette de, karşılıklı anlaşma varmış gibi görünse de ihtiyacı olan tarafın, şartların zorlamasıyla bu anlaşmayı kabul ettiği ortadadır. Kumarda ise iki taraf da "kazanma" ümidi ile avunmaktadır. Aksi takdirde taraflardan biri kaybedeceğini bilse oynamaz. İçinde hile bulunan her iş de böyledir. Dolandırılan kişi, o işte hile olmadığı inancıyla kandırılmaktadır. Eğer kandırılacağını bilse, hiçbir zaman o anlaşmayı kabul etmez.

51. "Kendi kendinizi öldürmeyin" ifadesi bir önceki ayetin devamı olabilir veya kendi başına apayrı bir ayet de olabilir. Birinci ihtimali kabul edersek şu anlama geler: Haksız olarak başkalarının malını alanlar, gerçekte kendi sonlarını hazırlamaktadırlar. Çünkü böyle kötü işler, sosyal düzeni öyle bir bozar ki, sonunda kişi kendisi de bu kötü sonuçlardan kurtulamaz ve ahiret'te de mutlaka elem verici bir azapla karşılaşır.

İkinci ihtimali kabul edersek, "Birbirinizi öldürmeyin", veya "İntihar etmeyin" anlamına gelir. Allah, bir hikmet eseri olarak bu üç anlama da gelebilecek kelimeleri kullanmıştır.

52. Yani, Allah sizin iyi olmanızı ister, merhameti nedeniyle sizi felâkete sürükleyecek olan kötülükleri de size yasaklar.

53. Yani, "Biz acımasız ve önyargılı değiliz ve biz kullarımızı küçük ve basit meseleler için sorguya çekmeyiz. Fakat siz büyük ve çok kötü günahlar işlersiniz, işlediğiniz küçük günahlardan da sorguya çekileceksiniz."

Burada "büyük günahlar" ile "küçük günahlar" arasındaki önemli farkları anlamak sanırım yararlı olacaktır. Bu konuda Kur'an ve sünnette yaptığım araştırmalara dayanarak (doğru ve gerçek ilim Allah katındadır) şu üç şeyin, bir günahı "büyük günahlar"dan biri kıldığı sonucuna vardım.

1) Bir kimsenin, Allah'ın, anne babasının, başka insanların veya bizzat kendisinin haklarına tecavüz etmesi. Günahın vahim oluşu, hakkı gözetilmeyen kişinin değerine göre artış gösterir. Kur'an'ın, bir günahı zulüm olarak nitelemesinin ve şirkin (Allah'a ortak koşma) en büyük zulüm olduğunu belirtmesinin nedeni işte budur.

2) Eğer bir günah İlâhî kanunlara meydan okuyup karşı çıkıyorsa, o zaman da büyük günahlardan olur. Çünkü bu günahı işleyen kişi, açıkça utanmadan Allah'ın emir ve yasaklarını hiçe sayar ve sadece Allah'a isyan amacıyla bir emir veya yasağı çiğner. İsyan ve itaatsizlikte Allah'a karşı küstahlığın derecesi arttıkça günahın büyüklüğü de artar. Allah'ın Kur'an'da bir günahı fısk (itaatsizlik) ve ma'siyet (haddi aşmak) olarak nitelemesinin nedeni işte budur.

3) İnsan hayatının huzurunun dayanağını teşkil eden bağ ve ilişkileri kesmek -bu ilişkiler ister Allah'la insan, ister insanla insan arasında olsun- bir günahı büyük günahlar arasına sokar. Bir bağı veya ilişkiyi kesme sonucu ortaya çıkan günahın büyüklüğü, o bağın önemine ve bağdaki emanete göre değişir. Söz gelimi, zina her şekliyle büyük günahlardan biridir, çünkü insan toplumunu felâkete sürükler. Fakat şekilleri diğerlerinden daha büyük ve önemlidir. Evli bir erkeğin zina yapması, bekâr bir erkeğin zina yapmasından daha büyük bir günahtır. Aynı şekilde evli bir kadının zina yapması, bekar bir kadının zina yapmasından daha büyük bir günahtır. Komşu veya akrabalardan bir kadınla zina etmek, diğerleriyle yapılan zinadan daha büyük bir günahtır. Aynı şekilde evli bir kadının zina yapması, bekar bir kadının zina yapmasından daha büyük bir günahtır. Komşu veya akrabalardan bir kadınla zina etmek, diğerleriyle yapılan zinadan daha büyük bir gühahtır. İlişkinin emaneti ve kutsiyeti nedeniyle, anne, kız kardeş ve kız çocuğu ile yapılan zina en büyük günah olarak sayılmıştır. Aynı nedenle mescidde işlenen bir günah, başka bir yerde işlenen günahtan daha büyüktür.

Yukarıdaki örneklerde, aynı günahın haramlık bakımından yoğunluğundaki fark, bu ilişkilerdeki kudsiyet ve ilişkide duyulan eminlik derecesinin farklı oluşundan kaynaklanır. Bir günahın, fücur (ilişki ve bağları koparma) olarak anılmasının nedeni işte budur.

54. Bu ayette Allah, eğer dikkat edilirse, bugünkü problemli sosyal hayata bir çözüm getirecek ahlâkî bir direktif sunuyor. Allah, insanlara başkalarının malları için arzu ve kıskançlık duymamaları gerektiğini öğretiyor. Çünkü O, bir hikmete bağlı olarak, herkesi aynı yaratmamıştır. Eğer bu eşitsizlik olmasa, hayat çok saçma ve anlamsız olurdu. Allah her şeyin en iyisini bilen olduğu için, birini güzel, diğerini çirkin yaratmıştır. Birine tatlı bir ses, diğerine ise kaba bir ses vermiştir. Birini fizik olarak güçlü, diğerini ise zayıf yapılı kılmıştır. Birine akıl ve bedenle ilgili belli kabiliyetler vermiş, diğerini başka yeteneklerle donatmıştır. Kimini zengin, kimini fakir yapmıştır. Birazcık düşünmek bile insanı, insan kültüründen tüm çeşitliliklerin, bilgi ve hikmete dayanan bu farklılık ve değişikliklere dayandığı sonucuna götürür. Bu nedenle ne zaman ki insanlar, bu farklılıkların arasını açmaya veya onları tamamen ortadan kaldırmaya yeltenseler, toplumda şu veya bu çeşit bir karışıklık ortaya çıkar. İnsanların, üstünlükleri nedeniyle başkalarını kıskanmaya karşı eğilimleri; hasislik, gırtlak gırtlağa rekabet, düşmanlık, sınıf çatışmaları ve buna benzer kötü sonuçlara yol açar. Böyle bir kafa yapısına sahip olan kişi, Allah'ın, kendisine vermediği şeyi elde etmek için O'nun kurallarına karşı gelir. Ayette, Allah, müslümanlara böyle bir kafa yapısından kaçınmalarını ve başkalarını kıskanmaktan vazgeçmelerini tavsiye ediyor. Bununla birlikte insan, Allah'ın kendi lütfundan vermesi için dua etmelidir. Çünkü O, kendisi için hayırlı olan şeyi verir ve O her şeyi bilendir.

"Erkeklere de kazandıklarının bir karşılığı var, kadınlara da kazandıklarının bir karşılığı var." ifadesi ile ise, "kadınlar erkekleri, erkekler de kadınları sahip oldukları Allah vergisi üstünlükler nedeniyle kıskanmasınlar" denmek isteniyor. Kendilerine verilen yetenekleri tam anlamıyla kullansınlar ve herkesin kazancının karşılığını aynen alacağı hususunda şüphe etmesinler.

55. 33. Ayet Araplarda varolan çok eski bir geleneği yürüklükten kaldırdı. Araplar birbirleriyle dostluk ve kardeşlik anlaşmaları yaparlar ve böylece birbirlerine varis olurlardı. Bu şekilde bir manevî oğul, bir manevî babaya varis olurdu. Bu ayette bu "cahiliye" âdeti ortadan kaldırılıyor ve mirasın Allah tarafından belirlenen varisler arasında dağıtılması gerektiği bildiriliyor. Bununla birlikte hayatta iken bu tip kişilere istenildiği kadar verilebilir.

34 Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu-yöneticilerdir.'56 İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler,57 -Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa- görünmeyeni koruyanlardır.58 Başkaldırıp-diretmelerinden korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) döğün.59 Size itaat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.

35 (Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf60 (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır.61

AÇIKLAMA

56. Arapça "kavvam" veya "kayyum" kelimesi, bir kimsenin, bir kuruluşun veya bir kurumun işlerini yürüten, ona bekçilik eden kimse için kullanılır. O halde erkekler, kadınların işlerinin düzenleyicisi, yöneticisi, koruyucusu, hâkimi ve reisidirler.

57. Erkekler kadınlardan, kadınlara verilmeyen veya az verilen bazı doğal nitelik ve güçlere sahip oldukları için üstündürler. Yoksa bu onların şeref ve fazilet bakımından üstün oldukları anlamına gelmez. Erkek sahip olduğu doğal nitelikler nedeniyle, ailenin kavvam'ı yani reisidir. Kadın da doğal niteliklerindeki bazı eksiklikler nedeniyle, kendi güvence ve güvenliği için ona tâbi olmak zorundadır.

58. Hz. Peygamber'in (s.a) bir hadisi bu konudaki en iyi tefsirdir: "En iyi kadın, gördüğünüzde sizi hoşnut eden, emirlerinizi dinleyen, evde olmadığınız zaman sizin malınızı ve kendi namusunu koruyan kadındır."

Bu bağlamda bir uyarı yapmak yerinde olacaktır. Allah'a itaat, kocaya itaattan daha önemlidir ve ondan önce gelir. Bu nedenle koca, karısına Allah'ın emirlerine aykırı bir şey yapmasını emrettiğinde, kadının ona itaat etmemesi gerekir. Bu durumda kocaya itaat etmek, büyük bir günah olur. Eğer kadın Allah'ın emrettiği bir ibadet yapıyor ve kocası onu engelliyorsa, kadın yine karşı koymalıdır. Karşı koymaz ise, günah işlemiş olur. Şayet kadını, nafile namazdan ve oruçtan kocası men ediyorsa, kadın kocasına uymak zorundadır. Uymadığı takdirde ibadeti makbul olmaz.

59. Eğer kadın isyankârsa, kocasına itaat etmiyor veya onun haklarını korumuyorsa, bunun da aynı anda yapılması gerektiği anlamına gelmez. Bunların üçüne de izin verilmiş olmasına rağmen, işin mahiyet ve niteliğine göre belli bir oranda uygulanması gerekir. Ufak bir uyarı yeterli ise, daha ileri bir adım atmaya gerek yoktur. Dövmeye gelince, Peygamber'imiz (s.a) buna isteksizce izin vermiştir. İzin verdiği halde bile, bundan hoşlanmamıştır. Fakat gerçek şu ki, bazı kadınlar dövülmeksizin hatalarını tamir etme yoluna gitmezler. Böyle bir durumda bile, Hz. Peygamber (s.a) kadınının yüzüne vahşice vurmayı ve vücutta yara izi bırakacak bir şeyle vurmayı kesinlikle yasaklamıştır.

60. "İki taraf", hem karı-kocaya hem de aracılara işaret eder. Eğer taraflar istiyorsa ve aracılar samimi ve adil davranabilirlerse, her tartışmada anlaşma ve barış sağlanabilir.

61. Bu ayette, karı ile koca arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için bir plan öne sürülüyor. Mahkemeye başvurmadan veya son adımı atmadan önce bir barıştırma girişiminde bulunulmalıdır. Bu görevi yürütmek için de karı kocadan her birinin ailesinden birer hakem seçilmelidir. Bu iki hakem anlaşmazlığın neden veya nedenlerini araştırmalı ve bunlara çözüm aramalıdır. Elbette karı ve kocanın gerçek durumunu bildikleri için akrabalar bu işte daha ehildirler.

Allah, hakemleri kimin seçeceği konusunu belirsiz bırakmıştır. Yani eğer karı koca anlaşmazlıklarını çözüme bağlamak istiyorlarsa, kendi akrabalarından birer hakem seçebilirler. Veya iki tarafın aile reisleri, bu işi çözümlemek üzere iki hakemi görevlendirebilir. Yahut da iş mahkemeye varmışsa mahkeme henüz bir girişimde bulunmadan önce iki hakem tayin edebilir.

Hakemlerin güç ve yetkisi ile ilgili olarak alimler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefî ve Şafiî ekollerine göre hakemlerin işi sonuca bağlama yetkisi yoktur, sadece eşler tarafından kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan barıştırma girişimlerinde bulunma yetkileri vardır. Eğer eşler hakemleri, meseleyi boşanma (hul'u) veya başka bir sonuca bağlamaları için bizzat tayin etmişlerse, onların kararlarına elbette uymak zorundadırlar. Hasan Basri, Katâde ve diğer bazı fakihler, hakemlerin barıştırmada zorlayıcı olabileceği fakat boşanma işleminde eşleri zorlayıcı olmayacakları görüşündedirler. İbn abbas, Sa'id İbn Cübeyr, İbrahim Nehâi, Şa'bi, Muhammed İbn Sirin ve diğer bazı fakihlere göre ise, hakemler uygun gördükleri her şeyi (barıştırma veya boşanma) zorla kabul ettirme yetkisine sahiptirler.

Halife Osman (r.a) ve Halife Ali (r.a) şartlar gereğince, barışma veya ayrılma kararını uygulama yetkisine sahip hakemler tayin etmişlerdir. Örneğin, Ebu Talib'in oğlu Akîl ile (Utbe İbn Rebia'nın kızı olan) karısı Fatıma'nın meselesi Hz. Osman'ın (r.a) mahkemesine getirilince, müminlerin emiri olan Hz. Osman (r.a) kocasının ailesinden İbn Abbas'ı, kadının ailesinden de Muaviye'yi hakem tayin etti ve onlara şartlar gereği eşleri barıştırma veya boşandırma yetkisi verdi. Aynı şekilde Hz. Ali (r.a) halifeliği döneminde buna benzer bir durumda hakemler tayin etti ve onlara eşleri barıştırma veya ayırma yetkisi verdi. Bu da gösterir ki, bunun gibi hakemlerin hûkmî resmî bir yetkileri yoktur. Fakat gerekli otorite onlara belli yetkiler verirse, o zaman onlar da zorlayıcı yetkilere sahip olabilirler.

36 Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa,62 yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.63

37 Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler ve Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.

38 Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.

39 Allah'a ve ahiret gününe inanarak Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak etselerdi, aleyhlerine mi olurdu? Allah, onları iyi bilendir.

40 Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve kendi yanından pek büyük bir ecir verir.

41 Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?64

AÇIKLAMA

62. Arapça metindeki "es-sahib-i bil-cenb" terimi, herhangi yakın bir arkadaşı veya bir kimsenin herhangi bir zamanda beraber olduğu bir kişiyi kasteder. Örneğin, caddede, otobüste, trende vs. karşılaşılan kimse. İyi bir insan bu kadar bir süre arkadaşlık yaptığı kişiye bile, mümkün olduğu kadar nazik davranmalı ve ona zarar vermekten kaçınmalıdır.

63. "Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizlemek", Allah'ın rahmet ve lütfunu görmeksizin yaşamak demektir. Sözgelimi, zengin bir kimse asıl seviyesinden aşağı bir seviyede yaşar, parasını ne kendisine, ne ailesine, ne muhtaçlara, ne de başka yararlı bir işe harcamazsa, o zaman Allah'ın fazlından verdiği şeyleri gizliyor ve cimrilik ediyor demektir. Kısacası, onun görünüşü sanki çok fakir bir konumda imiş gibidir. Bu Allah'a yapılan apaçık bir nankörlüktür.

Bir hadisi şerif'te Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: "Allah bir kişiye fazlından verdi mi, onu o kimsede görmek ister." Yani kendisine servet lüfedilen kişi, fakir kimselere bir şeyler verirken, cömert davransın. Böylece Allah'ın kendisine verdiklerini açıkça belli etsin.

64. Yani, her ümmetin peygamberi Allah'ın huzurunda şehadet edecek ve: "Ya Rabbi, Senin mesajını halkıma ulaştırdım, onlara doğru hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama şeklini öğrettim" diyecektir. En sonunda da Hz. Muhammed (s.a) kendi ümmetinin mensuplarına şehadet edecektir. Kur'an'a göre, O'nun peygamberlik dönemi, Rasûl olarak tayin edilmesinden başlayıp kıyamet gününe kadar sürer. (Bkz. Ali-i İmran an: 69).

42 O gün, küfre sapıp da peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı 'severek-isteyecekler.' Oysa Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler.

43 Ey iman edenler, sarhoş iken,65 ne dediğinizi bilinceye66 ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç-67 gusül edinceye kadar68 namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişseniz yahud kadınlara dokunmuş69 da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün.70 Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

AÇIKLAMA

65. Bu, şarap içme ile ilgili ikinci emirdir. Birincisinde (Bakara: 219) içkinin kötü bir şey olduğu ve Allah'ın bundan hoşlanmadığı bildirilmişti. Bunu gözönünde bulundurarak bazı müminler içki içmekten kaçınmaya başlamışlardı. Bununla birlikte büyük çoğunluk içkiyi bırakmamıştı ve bazen namaza sarhoş gelip, okurken şaşırıyorlar ve anlaşılmaz şeyler söylüyorlardı.

Bu ikinci emir büyük bir ihtimalle H. 4. yılın başında nazil olmuştur ve kişinin içkili iken namaz kılmasını yasaklamaktadır. Bunun sonucu müslümanlar içki içtikleri zamanları, namazlara denk gelmeyecek şekilde ayarlamaya başladılar. Bundan bir süre sonra da içkiyi tamamen yasaklayan ayetler nazil oldu. (Maide: 90-91).

Arapça metindeki "sekr" (sarhoşluk) kelimesi, bu emrin sadece içkili iken değil, her türlü sarhoşluk anı için geçerli olduğunu ifade eder. Bunun yanısıra, sarhoşluk veren bir şey aslında haramdır, fakat eğer sarhoş iken namaza yaklaşırsa, o zaman iki kata büyük bir günah işlemiş olur.

66. Aynı nedenle, Hz. Peygamber (s.a) namaz sırasında uykusu gelen ve uyuklayan kişinin namazı bırakıp uyuması gerektiğini söylemiştir.

Bazı kimseler bu ayetten yola çıkarak, Arapça metnin anlamını bilmeyen kişinin namazının hiç kabul olmayacığını iddia etmişlerdir. Bunun gereksiz bir zorluk olmasının yanısıra, Kur'an bunu kastetmiyor. Kur'an "Onun anlamını anlamadıkça" veya "söylediğiniz şeyi anlamadıkça" demiyor, fakat "ne okuduğunuzu bilmedikçe" diyor. Yani kişi namazda iken ne okuduğunun farkında olmalı ve şiir mi yoksa Kur'an mı okuduğunu hissetmeli, kısacası kendinde olmalıdır.

67. Arapça cenabet kelimesi sözlükte "uzak ve yabancı olmak" anlamına gelir ve ecnebi kelimesi ile aynı köktendir. Şer'î ıstılahta ise, cinsel birleşmeden sonra veya rüya görme sonucunda meninin akmasıyla temizlikten uzaklaşma hali anlamına gelir.

68. Abdullah İbn Mes'ud, Enes İbn Malik, Hasan Basri ve İbrahim Nehaî gibi bazı müfessirler ve fakihler, "Yolcu olmanız müstesna" ifadesinden yola çıkarak bir kişinin cünüp iken, çok acil ve önemli bir işi olup da mescidin içinden geçmesi müstesna, mescidlere giremeyeceği sonucuna varmışlardır. Hz. Ali (r.a) İbn Abbas (r.a) ve Said İbn Cübeyr (r.a) gibi bazı müfessirler ise bundan, kişinin yolculukta iken su bulamadığında temiz toprakla el ve yüzlerini meshederek cünüplükten temizlenebileceği hükmünü çıkarmışlardır. Mescide cünüp iken girme konusunda ise bu sonraki grup, kişinin ancak abdest aldıktan sonra girebileceği görüşündedir. Yolculukta cünüp olup da, su bulamayınca temiz toprak ile teyemmüm etme konusunda alimler arasında fikir birliği vardır. Fakat birinci grup bu görüşlerini hadislere dayandırır, ikinci grup ise 43. ayetin bu kısmından bu sonuca varır.

69. "Eğer kadınlara dokunmuşsanız" ifadesinin farklı yorumları vardır. Hz. Ali, İbn Abbas, Ebu Musa Eş'arî, Ubey İbn Ka'b, Sa'id İbn Cübeyr, Hasan Basri (Allah hepsinden razı olsun) ve diğer birçok fakih "kadınlara dokunmak"la "cinsel ilişki"kastedildiği görüşündedirler. İmam Ebu Hanife ve onun gibi düşünenlerle Süfyan-ı Sevri bu tefsiri kabul etmişlerdir. Buna karşıt olarak Abdullah İbn Mes'ud, Abdullah İbn Ömer ve (bazı kaynaklara göre) Hz. Ömer (Allah hepsinden razı olsun) "kadınlara dokunmak" sözüyle, sözlük anlamı olan "el ile dokunma"nın kastedildiği görüşündedirler. İmam Şafiî de bu görüşü benimsemiştir. İmam Malik gibi bazı fakihler ise bu iki görüşün ortasında bir yol benimsemişlerdir. Onlara göre, eğer bir erkekle bir kadın cinsel haz duyarak birbirlerine dokunurlarsa, abdest almak zorundadırlar, fakat hiçbir şey hissetmeksizin vücutları birbirlerine dokunursa bu durumda abdest almaları gerekmez.

70. Teyemmüm: Eğer kişi namazdan önce abdest almak veya gusletmek ihtiyacında ise ve su da bulamamışsa Teyemmüm'e başvurmalıdır. Veya eğer kişi hasta ise ve su ile abdest alıp guslettiğinde hastalığının artma tehlikesi varsa, o zaman da su bulunduğu halde teyemmüm yapar.

Teyemmüm, sözlük anlamı olarak "bir şeye niyet etmek" anlamına gelir. Yani eğer su bulunamazsa veya su kullanmak zararlı ise, o zaman abdest ve gusül için temiz toprağa niyet edilmelidir. İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî ve İmam Malik gibi birçok fakih, teyemmümde ellerin temiz toprağa vurulup, yüze sürülmesi ve tekrar toprağa vurulup, dirseklere kadar kollara sürülmesi gerektiği görüşündedirler. Bu metod Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, Hasan Basri, Şa'bi ve Salim İbn Abdullah gibi sahabe ve tabiundan bazıları tarafından belirlenmiştir. Fakat Ata, Mekhül, Evzaî ve Ahmed İbn Hanbel gibi bazı fakihler, elleri toprağa vurup yüze sürmenin ve elleri dirseklere kadar değil, bileklere kadar meshetmenin yeterli olduğu görüşündedirler. Ehli Hadis de genellikle bu yolu takip eder.

Teyemmüm yapabilmek için toprak şart değildir, herhangi bir şey veya kuru bir toprak parçası da bu vazifeyi görür.

"Eller temiz toprağa sürülüp, el ile yüze ve kollara sürülerek nasıl temizlenebilir?" diyerek teyemmümmü kabul etmeyen bazı kimseler vardır. Onlara bu olaya psikolojik yönden bakmaları tavsiye edilebilir. Teyemmüm, uzun bir süre su bulamasa da, kişide kendisini temizleme ve namazın kutsal olduğu duygusunu canlı tutmaya yarar. Bu şekilde bir müslüman, İslâm hükümleri tarafından belirlenen temizlik ve paklığı her an gündemde bulundurur ve namaz için temiz ve pak olmak gerektiğinin idraki içinde olur.

44 Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin71 sapıklığı satın aldıklarını ve sizin de yolu sapıtmanızı istediklerini görmedin mi?

45 Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter.

46 Kimi yahudiler,72 kelimeliri 'konuldukları yerlerden' saptırırlar73 ve dillerini de eğip bükerek ve dine bir kin ve hınç besleyerek: "Dinledik74 ve karşı geldik. İşit, -işitmez olası-75 ve 'Raina'76 bizi güt, bize bak" derler. Eğer onlar: "İşittik ve itaat ettik, sen de işit ve 'Bizi gözet' deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Böylece onlar, az bir bölümü dışında, inanmazlar.

47 Ey kitap verilenler, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz Kitab'a inanın.77 Bazı yüzleri silip arkalarına döndürmeden ya da cumartesi adamlarını78 lanetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce buna inanın. Hatırlayın ki Allah'ın emri daima yapılagelmiştir.

AÇIKLAMA

71. Kur'an'da birçok kez Ehl-i kitap alimleri için "Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenler" ifadesi kullanılır. Böyle denmesinin nedeni onların kendilerine verilen Kitab'ın bir kısmını kaybetmiş olmaları ve ellerinde kalan bölümün ruhundan ve gerçek amacından uzaklaşmış olmalarıdır. Ellerinde kalan Kitap'tan aldıkları tek şey, ifadelerin ayrıntılarına ve imanın felsefi inceliklerine dalmalarıdır. Kendilerine "Alimler" ve "Hâkimler" denmesine ve topluluklarının önderi olmalarına rağmen, onlar dinin gerçek özünden cahildirler ve dinin aslına karşı gözleri kapalıdır.

72. "Yahudi olan" ifadesi, her peygamberin topluluğunun müslüman olması gibi, onların da daha önceden "müslüman" olduklarını anlatmak için kullanılmıştır. Daha sonra dejenere olmuşlar ve "Yahudi" adını almışlardır.

73. Onlar üç yönden suçluydular: 1) Kitab'ın kelimelerinde değişiklik yaptılar. 2) Yanlış yorumlarla Kitab'ın anlamını değiştirdiler. 3) Hz. Peygamber (s.a) ve ashabının yanına gidip, daha sonra bozgunculuk çıkarmak için onlar hakkında yanlış haberler yaydılar. Bu şekilde İslâm hakkında yanlış bir imaj oluşturuyorlar ve insanların müslüman olmasına engel oluyorlardı.

74. Yani, onlara Allah'ın emirleri okunduğunda "semi'na" (işittik) diyorlar ve sessizce içlerinden "Aseyna" (karşı çıktık) diyorlardı veya "eta'na" (itaat ettik) kelimesini öyle bir telaffuz ediyorlardı ki "aseyna" gibi duyuluyordu.

75. Hz. Peygamber'le (s.a) konuşurlarken O'nun dikkatini çekmek için İsma' (bizi dinle) diyorlar ve arkasından birçok anlamlara gelebilecek olan "ğayre müsme'in" sözlerini ekliyorlardı. Bu söz "Sen o kadar saygıdeğer bir insansın ki sen istemesen senin yanında kimse söz söyleyemez" anlamına gelebildiği gibi "Sen bir şey söylenmeye değmezsin" veya "Allah seni kahretsin!" anlamlarına da gelebilir.

76. Bkz. Bakara an: 108.

77. Bkz. Al-i İmran an: 2.

78. Bkz. Bakara an:82-83

48 Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.79 Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar.80 Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.

49 Kendilerini (Övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, 'bir hurma çekirdiğindeki ipince iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar.

50 Allah'a karşı nasıl yalan düzüp-uyduruyorlar, bir bak. Bu, apaçık bir günah olarak yeter.

51 Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar cibt81 ve tağuta82 inanıyorlar ve inkâr edenlere: "Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır"83 diyorlar.

52 İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.

53 Yoksa onların mülk'ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.84

AÇIKLAMA

79. Ehl-i kitap peygambere ve indirilen kitaplara iman ettiği halde şirk koşmakla suçlanıyorlar.

80. Bu, kişi şirkten sakındığı sürece başka günahları işleyebilir anlamına gelmez. Bilakis basit bir günahmış gibi kabul edilen şirkin, en büyük günah ve zulüm olduğunu vurgular. Günahlar içinde bağışlanması mümkün olmayan tek günah şirktir.

Yahudi alimleri, çoğunlukla kitapta adı bile geçmeyen fakat kitaptan çıkarılan küçük ayrıntılarla basit hükümlerle uğraşırlardı. Diğer taraftan şirki çok basit bir mesele olarak kabul ederlerdi. Sadece kendileri şirke bulaşmakla kalmaz, topluluklarını da bu yola düşmekten alıkoymaya hiçbir çaba harcamazlardı. Bu nedenle müşrik kabilelerle işbirliği yapmakta hiçbir beis görmüyorlardı.

81. Arapça "cibt" kelimesi anlamsız, hiçbir dayanağı olmayan saçma bir şey anlamına gelir. İslâm ıstılahında ise, büyücülük, müneccimlik, gelecekten haber verme, kehanet gibi şeylere "cibt" denir. Hz. Peygamber (s.a) bir hadis-i şerif'te şöyle demiştir: "Kuşların sesinden, hayvanların ayak izinden yararlanarak gelecekten haber vermek ve diğer bütün kehanet çeşitleri cibttir." O halde, cibt, bâtıl inanç, hurafe ile eş anlamlıdır.

82. Bkz. Bakara an: 286-288.

83. Yahudi bilginleri İslâm'a karşı çıkmakta o kadar ileri gitmişlerdi ki, Hz. Peygamber'e (s.a) inananları müşrik Araplardan bile daha sapık olarak kabul ediyorlardı. Bir tarafta şirk koşmaksızın bir tek Allah'a iman, diğer tarafta ise, Kitab-ı Mukaddes'in üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk bulunmasına rağmen onlar, müşriklerin, müslümanlardan daha doğru bir yolda olduklarını ilân ediyorlardı.

84. Yani, "Onlara ilâhî otoriteden bir pay mı verilmiş, ki onlar, kim doğru yolda kim sapık yolda diye karar vermeye kalkışıyorlar?" "Eğer onlara bir bilgi ve yetki verilmiş olsaydı, başkalarına bir zerre bile pay vermezlerdi." Çünkü onlar o kadar cimridirler ki, Hakk'ı kabul etmeye bile yanaşamazlar.

Bu şu anlama da gelebilir: Onlar, başkalarının pay almak istediği bir ülkenin mülküne mi sahiptirler, ki onu paylaşmak istemiyorlar? Onlardan istenen tek şey Hakk'ı kabul etmeleri, fakat onlar kıskançlık yüzünden bunu bile reddediyorlar.

54 Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?85 Doğrusu biz, İbrahim ailesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik.86

55 Böylece, onlardan kimi ona inandı, kimi ona sırt çevirdi.87 Çılgın ateş olarak cehennem yeter.

AÇIKLAMA

85. Yahudiler burada Hz. Peygamber (s.a) ve taraftarlarına karşı kıskançlık duydukları için azarlanıyorlar. Çünkü onlar daha önceden Allah'ın lütfuna (peygamberlik) mazhar olmuşlardı. Şimdi ise ona layık olmadıkları halde kendilerine peygamberlik gelmesini bekliyorlar. Kendi değersizlikleri nedeniyle peygamberliğin kendilerine gelmemiş olmasına üzülecekleri yerde, Allah'ın lütuf ve merhameti ile Arabistan'da büyük ruhî, zihnî ve ahlâkî bir devrim gerçekleştiren Hz. Peygamber'i (s.a) kıskanıyorlar. Onların müşriklerle beraber olup müminlere karşı çıkmalarının sebebi sadece kıskançlıklarıydı.

86. Arapça "mülk-i azim" kelimesi, dünyanın lideri ve rehberi olmak, kitap ve hikmeti rehber edinerek, diğer milletlere üstün gelmek anlamına gelir. Bu da kitap ve hikmet ile amel ederek elde edilir.

87. Bunun, İsrailoğulları'nın kıskançlık dolu konuşmalarına bir cevap olduğu unutulmamalıdır. Onlara; hiçbir sebep olmaksızın Hz. Peygamber'i (s.a) ve O'na inananları kıskandıkları söyleniyor.

"Biz İbrahim'e (a.s) dünyanın liderlik ve rehberliğini, onun soyundan gelen ve gönderdiğimiz Kitap ve Hikmet'e tâbi olan kimselere vereceğimizi vaadetmiştik. İlk olarak kitab'ı ve hikmet'i onun soyundan gelen sizlere verdik, fakat siz onu tam olarak uygulamadınız. Daha sonra biz de onu, yine İbrahim'in soyundan gelen İsmailoğuları'na verdik. Onlar kabul ettiler, ona inandılar ve uyguladılar. Şimdi kendi kendinize sorun bakalım; İsmailoğulları'nı kıskanmanız için hiçbir sebep var mı?"

56 Ayetlerimize karşı küfre sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten, Allah, güçlü ve üstün olandır. Hüküm ve hikmet sahibidir.

57 İman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Onda onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve onları, 'ne sıcak-ne soğuk, tam kararında gölgeliğe' sokacağız.

58 Hiç şüphe yok Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.88 Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.

59 Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün.89 Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.90

AÇIKLAMA

88. Burada müslümanlar, İsrailoğulları'nın daha önce düştükleri hatalara düşmemeleri için uyarılıyorlar. Onların düştükleri en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi hep beceriksiz ve ehil olmayan kişilere vermeleriydi. Sorumluluk isteyen, dinî ve siyasî liderlikleri hep beceriksiz, ehil olmayan, dar kafalı, ahlâksız, şerefsiz ve adaletsiz kişilere vermeye başladılar. Bunun sonucu, tüm toplum yapısı çöktü. Müslümanlara bu konuda dikkatli olmaları ve sorumluluk isteyen yetkileri ehil, sorumluluğunun idrakinde ve iyi ahlâklı kişilere vermeleri söyleniyor.

Yahudiler arasında yaygın olan bir diğer kötülük ise adaletsizlikti. Onlar adalet ruhunu çoktan unutmuşlar, açıkça adaletsiz, şerefsiz, zalim olmuşlar ve hiçbir vicdan azabı duymaksızın rahatlıkla zulüm işleyebilecek dereceye düşmüşlerdi. Bizzat müslümanlar bu zulmü acı bir şekilde tatmışlardı. Yahudiler, iki tarafın yaşadığı hayat, hangi tarafın doğru yolda olduğunu gösterdiği halde, müminlere karşı putperest Kureyş'in yanında yer alıyorlardı. Bir taraftan Hz. Peygamber (s.a) ve O'na inananların saf ve temiz hayatı, diğer tarafta ise kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, üvey anneleri ile evlenen, Kâbe'yi çırılçıplak tavaf eden ve daha nice ahlâksızlıkları yapan putperestlerin iğrenç ve kirli hayatı vardı. "Ehl-i kitap" bunlara rağmen hâlâ putperest kâfirlerle işbirliği yapıyor ve soğukkanlılıkla onların müminlerden daha iyi ve daha doğru bir yolda olduğunu söylüyorlardı. Allah müminleri bu tip haksızlıklara karşı uyarıyor ve onlara her zaman hakkı söylemelerini; dost olsun, düşman olsun, insanlara adaletle hükmetmelerini emrediyor.

89. Bu ayet, İslâm'ın bütün dini, kültürel ve siyasî sisteminin temelini teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli düsturdur. Bu ayetten aşağıdaki prensipler çıkarılabilir:

1) İslâm sisteminde, tek gerçek otorite olan Allah'a itaat edilmelidir. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kuludur, diğer bütün özellikleri, bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, ilk olarak Allah'a bağlıdırlar, tüm diğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze (ahid) sadık kalmak zorundadırlar. Başka birisine bağlılık ve itaat, ancak Allah'a itaati engellemeyecekse kabul edilir. Bu aslî bağlılık ve ahde aykırı olan tüm öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Hz. Peygamber (s.a) bunu bir hadisinde şöyle açıklamıştır: "Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiçbirine itaat edilmez."

2) İslâm dininin ikinci önemli prensibi Hz. Peygamber'e (s.a) itaat ve bağlılıktır. Bu itaat peygamberlik kurumunun bir gereği değil, bilâkis Allah'a itaat etmenin tek çıkar yoludur. Allah'ın Rasulüne (s.a) itaat edilmelidir. Çünkü O, Allah'tan gelen emir ve direktiflerin elde edilebileceği tek kaynaktır. O halde biz ancak O'nun Rasûlüne (s.a) itaat ederek Allah'a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl (s.a) ile aradaki bağı koparmak, O'nu gönderen Hakim'e başkaldırmak demektir. Bir hadis-i şerif'te bu konuyu şöyle açıklar: "Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur." Aynı konu bu surenin 80. ayetinde de vurgulanmıştır.

3) Bu birinci ve ikinci bağlılıktan sonra bunlardan daha aşağı derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslümanların kendi aralarında seçip yetki verdikleri yöneticilere bağlılıktır. "Ulil-emr" (kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır. Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar. Din alimleri, düşünürler, politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler. Kısacası, müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat edilmelidir. Onlar a) Müslümanlardan oldukları b) Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart onlara itaat edilmesinin ön şartını oluşturur. Bunlar hem ayette açıkça ortaya konmuş, hem de Hz. Peygamber (s.a) tarafından açıklanmıştır. Aşağıda şartların gerekliliğini belirten Hz. Peygamber'den (s.a) birkaç hadis zikrediyoruz:

a) "Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneticilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat etmesi gerekir. Eğer emir ona günah olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir." (Buhari, Müslim).

b) "Günah olan bir konuda bir kimseye itaat etmek haramdır. İtaat ancak doğru olan şeylerde zorunludur." (Buhari, Müslim).

c) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sizin başınızda doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler bulunacaktır. (Böyle bir durumda) Kim yanlış olan şeylerden nefret ederse, sorumluluktan kurtulacaktır, kim de bu yapılan yanlışlardan hoşlanmazsa (cezadan) kurtulacaktır." Ashabdan bazıları: "Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) "Namazı kıldıkları müddetçe, hayır" diye cevap vermiştir (Müslim).

Yani, eğer namazı terkederlerse bu onların Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ettiklerinin açık bir göstergesi olacaktır.

d) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sizin en kötü yöneticileriniz, sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve sizin beddua ettiğiniz ve size beddua eden yöneticilerdir." Ashabdan bazıları: "Ey Allah'ın Rasûlü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Aranızda namazı ikame ettiği müddetçe, hayır."

Bir öncekinde koşulan namaz şartı bu hadiste daha açık bir şekilde belirlenmektedir. "c" hadisinde, ferdi olarak namaz kılan bir yöneticiye karşı ayaklanılmaması gerektiği hükmü çıkıyor. Fakat "d" hadisinde yöneticilerin İslâm toplumunda namazı ikame edip onun temel direklerden biri yapmaları şart koşuluyor. Bu bir başka hadiste de şöyle ifade ediliyor: "Hz. Peygamber (s.a) bizden bazı şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde apaçık küfür alâmetleri görmeden onlara karşı gelmememizdi. O (küfür alâmetlerini gördüğümüz) zaman Allah huzurunda (başkaldırmamız için) geçerli bir nedene sahip olabiliriz." (Buhari-Müslim).

4) Mutlak ve sürekli bir prensip olarak konulan dördüncü husus ise, Allah'ın emirlerinin ve Hz. peygamber'in (s.a) sünnetinin, hükümlerin tespitinde ve İslâm dininde tek ve nihaî otorite olduğu noktasıdır. O halde müslümanlar arasında veya yönetici ile yönetilenler arasında herhangi bir mesele ortaya çıktığında, hepsi birden Kur'an ve Sünnet'e başvurmalı ve O'nun verdiği karara boyun eğmelidirler. Bu nedenle İslâm'ı, diğer İslâm-dışı sistemlerden ayıran ana sebebin, Allah'ın Kitab'ını ve Rasûlü'nün (s.a) sünnetini nihaî otorite olarak kabul edip, bu ikisine başvurulması ve onların hükmüne boyun eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bazı insanlar bu ilkenin derin anlamı konusunda şüpheye düşerler. Hayatın bir çok yönü olduğu (örneğin, Demiryolları, PTT, Belediye vs.) için ve ne Allah'ın Kitabı'nda ne de Rasûlü'nün (s.a) Sünneti'nde bunlarla ilgili hiçbir bilgi ve düzenleme olmadığı için, böyle bir ilkenin uygulanmasının çok zor olduğunu söylerler. O halde bu kadar çeşitli konularda karşılaştığımız sorunlara nasıl çözüm bulacağız? Bu şüphe, onların İslâm'ın temel ilkesini tam anlamıyla kavramamış olmalarından kaynaklanır. İslâm, Allah'ın Kitab'ının ve Rasûlü'nün (s.a) sessiz kaldığı konularda istenilen şekilde davranmayı serbest bırakmıştır. Bir müslümanla, bir gayri müslimi ayıran fark, ikincisinin kendisini mutlak bir şekilde özgür hissetmesi, birincisinin ise kendisini Allah'ın kulu olarak kabul edip, ancak İslâm'ın serbest bıraktığı konularda kendisini özgür hissetmesidir. Müslüman olmayanlar her konuda kendileri hüküm verirler ve ilâhî bir rehbere ihtiyaçları olmadığına inanırlar. Bunun aksine müslümanlar, her şeyde Allah ve Rasûlü'nün (s.a) rehberliğine müracaat ederler ve onların kararına uyarlar. Fakat eğer belli bir konuda ne Kur'an'da, ne de Sünnet'te bir hüküm bulamazlarsa, o zaman doğru olduğuna inandıkları herhangi bir şekilde davranmakta serbesttir. İslâm'ın belli bir konuda susması, o konuda davranış özgürlüğünün varolduğuna bir işarettir.

90. Bu ayetin ilk bölümünde Kur'an, İslâmî bir yapının dört asıl ilkesini ilân eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti öğretir. Müslümanlara, gerçekten müminler iseler bu dört ilkeye uymaları emredilir, aksi takdirde onların şehadetleri şüpheli olur. Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü sadece bu ilke, onları bu dünyada doğru yola götürüp ahiret'te de mutlu bir hayata ulaştırabilir.

Bu tavsiyenin, Yahudilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitab'ı ve Rasûlü'nün Sünnet'ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü'ne (s.a) isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet'in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrailoğulları'nın kötü akıbetine uğramaktan kurtulamaz.

60 Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardır.91 Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.

61 Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.92

62 Öyleyse, nasıl olur da, kendi ellerinin sundukları sonucu, onlara bir musibet isabet eder, sonra sana gelerek: "Kuşkusuz, biz iyilikten ve uzlaştırmaktan başka bir şey istemedik" diyen Allah'a yemin ederler?93

63 İşte bunların, Allah kalplerinde olanı bilmektedir. O halde sen, onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.

64 Biz peygamberlerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.94 Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve peygamber de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.

AÇIKLAMA

91. Bu ayette tağut kelimesi, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite anlamına gelir. Aynı zamanda ne Allah'ı tek Hakim ve ne de Rasûlü'nü (s.a) nihaî otorite olarak tanımayan hüküm sistemini de kasteder. Yani bu ayet göstermektedir ki bir kimsenin, prensip itibariyle tağutî olan bir merciye kendi ile ilgili kararlar vermesi için başvurması, o kişinin imanına ters bir davranıştır. Allah'a ve Kitab'ına iman, bir kimsenin böyle bir mercii kabul etmemesini gerektirir. Kur'an'a göre Allah'a iman, tâğutu inkâr etmeyi gerektirir. O ikisini birden aynı anda kabul etmek münafıklığın ta kendisidir.

92. Bu, münafıkların sadece kendi lehlerine sonuçlanacağını umdukları sorunları Hz. Peygamber'e (s.a) getirdikleri ve kendi aleyhlerine sonuçlanacağından korktukları meselelerde ise, O'na başvurmadıkları anlamına gelir. Aynı şey bugünkü münafıklar için de geçerlidir. Ancak İslâm hükümlerinin kendi lehlerine hüküm vereceği durumlarda ona tâbi olurlar, aksi takdirde kendi çıkarlarına uygun düşen herhangi bir âdet, gelenek veya merciye müracaat etmekten çekinmezler.

93. Yani münafıklar yaptıkları işler ortaya çıktığında, kendileri aleyhinde bir tedbir alınmasından korkarak samimi olduklarına inanmaları için müminlere yemin ederler.

94. Bu ayet bir peygamber'in konumunu açıkça ortaya koyar: Allah, rasûllerini, sadece insanlar, peygamberliğini kabul etsinler, daha sonra da başkalarına tâbi olsunlar diye göndermemiştir. Peygamber gönderilmesinin tek amacı, onun getirdiği hayat tarzına uyulup diğerlerinin reddedilmesi ve yalnızca O'nun Allah'tan getirdiği emirlere uyulup, diğerlerinin terk edilmesidir. Eğer bir kimse peygambere yukarıdaki anlamda inanmıyorsa, onun peygamber olduğuna şehadet etmesinin hiçbir anlamı yoktur.

65 Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.95

66 Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı.96 Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam97 olurdu.

67 Biz de onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir verirdik.

68 Ve onları mutlaka dosdoğru yola yöneltip-iletirdik.98

69 Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle99 beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?100

70 Bu fazl (bol ihsan), Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.

71 Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın101 da savaşa bölük bölük çıkın ya da topluca çıkın.

72 Şüphesiz sizden ağır davrananlar vardır.102 Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: "Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım" der.

AÇIKLAMA

95. Ayet 65'te verilen emir, sadece Hz. Peygamber'in (s.a) hayat süresi ile sınırlı değildir. Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ın rehberliğiyle öğrettiği hayat tarzı, O'nun uyguladığı ve öğrettiği hüküm ve düzenlemeler, Kıyamet'e dek tek nihaî otorite olarak kalacaktır. Bir kimsenin gerçek müslüman olup olmadığını işte bu otoriteyi kabul edip etmemesi belirler. Bir hadis-i şerif'e göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: "Sizden biriniz, şehevî arzularına, benim getirdiğim Hak yol önünde boyun eğdirmedikçe mümin olduğunu iddia edemez."

96. 65. Ayette Hz. Peygamber'in (s.a) getirdiği hayat tarzına şükür ve ihlasla bağlanmaları ve Hz. Peygamber'in (s.a) kararları önünde kendi arzu ve çıkarlarını feda etmeleri gerektiği söylenmişti. Bu ayette ise, İslâm hükümleri gereğince ufacık bir fedakârlık bile yapamazlarsa, büyük fedakârlıkları hiçbir zaman yapamayacakları konusunda uyarılıyorlar. Aksi halde eğer onlardan hayatlarını feda etmeleri, Allah yolunda yurtlarından ayrılmaları istense, o zaman tamamen Hak yoldan ayrılır küfür ve isyana saparlardı.

97. Yani, "Eğer onlar şüphe, kararsızlık ve tereddütten vazgeçip hiçbir zihnî bocalama göstermeksizin Hz. Peygamber'e (s.a) tâbi olsalardı, o zaman kendilerinden emin, sebat içinde olurlar ve düşünceleri, moralleri ve işleri daha kolaylaşır ve sağlam bir temel üzerine olurdu."

Kısacası, sebat ile doğru ve hak yolu izlemenin karşılığı olan tüm lütuf ve faziletlere sahip olurlardı. Bunun aksine, kararsızlık, şüphe ve tereddüt içinde olan ve insandan uzak bir şekilde bir o yola, bir diğerine sapan kişinin bütün hayatı, hiçbir şey kazanmadan geçip gider ve bir başarısızlık timsali olur.

98. Yani, bir kimse, şek ve şüpheyi terkederek, Hz. Rasûlullah'a (s.a) tâbi olursa, Allah kendi fazlıyla, o kimseye doğru yolu gösterir. Ayrıca o kimsenin bu yolda attığı her adımda onu gerçek hedefe yaklaştırır.

99. "Sıddîk" doğru ve adil olan kimsedir; her zaman doğruluk ve hak üzere olan, bütün işlerinde hakkı koruyan ve doğru olan, tüm kalbiyle her zaman hakkın ve adaletin yanında yer alan, hiçbir zayıflık göstermeksizin tüm haksızlıklara karşı çıkan kimsedir. Sıddîk olan kimse o denli temiz ve bencillikten uzaktır ki, sadece dostları değil, düşmanları bile ondan tarafsızlık ve adalet bekler.

"Şehid" kelimesinin sözlük anlamı bir şeye şahit olan "tanık"tır. Hayatının her yönünde onu uygulayarak imana şahitlik (tanıklık) eden kişi şehiddir. Allah yolunda öldürülen kişiye de şehid denir, çünkü o Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını feda etmesi, imanındaki ihlasın bir göstergesidir. Herhangi bir şey hakkında doğrudur demesinin, o şeyin gerçekten doğru olduğuna yeter delil teşkil ettiği kimseler de şehiddir.

"Salih" ise inancında, niyetinde, sözlerinde ve hareketlerinde doğru olan ve hayatının her yönünde doğruluğu benimseyen kimsedir.

100. Yani, "Şüphesiz bu dünyada böyle kimselerle arkadaşlık eden kişi ahiret'te de onlarla beraber olacaktır." Eğer bir kimsenin feraseti tamamen yok olmamışsa, kötü kimselerle arkadaşlık etmenin bu dünyada bile zararlı olduğunu ve ahiret'te ise, onları aynı akıbetin beklediğini farkedecektir. Bu nedenle iyi kimseler bu dünyada sürekli doğrularla arkadaşlık ve dostluk kurmak isterler. Ahiret'te de o doğrularla birlikte olmak için dua ederler.

101. Bu hitap, müslümanların Uhud'da yenilmesi nedeniyle cesaretleri artan komşu kabileler hakkındadır. Müslümanlar her taraftan tehlike ile sarılmışlardı ve her taraftan saldırı tehditleri ve söylentileri geliyordu. Müslüman tebliğciler İslâm'ı öğretmeleri için çağırılıyorlar ve sonra acımasızca öldürülüyorlardı. Medine sınırları dışında ne can, ne de mal güvenliği kalmıştı. Bu durum müslümanların, bu kadar büyük tehlikeler karşısında İslâm hareket ve davetini sürdürebilmeleri için çok büyük çaba harcamasını gerektiriyordu.

102. Bir diğer anlam da şudur: O, sadece tehlike karşısında kendi cesaretini yitirmekle kalmaz, diğerlerini de cihaddan döndürmek ve vazgeçirmek için korkutur.

73 Eğer size Allah'tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiç bir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der: "Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük 'kurtuluş ve mutluluğa' erseydim."

74 Öyleyse, dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar,103 Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken, öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz.

75 Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım-eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?104

76 İman edenler, Allah yolunda savaşırlar,105 küfredenler de tağutun yolunda savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır.106

77 Kendilerine; "Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin" denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar107 ve: "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hıyırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız."108

AÇIKLAMA

103. Yani, "Onlar açıkça anlasınlar ki yalnızca dünyevî faydalar peşinde koşanlar Allah yolunda savaşmaya meyletmezler. Sadece, Allah'ı razı etmekten başka düşünceleri olmayan, Allah'a ve ahiret gününe tam anlamıyla iman eden ve bu nedenle bu dünyanın bütün zevk ve çıkarlarını Rablerini razı etmek için feda edebilecek olan kimseler, Allah yolunda savaşmaya hazırdırlar. Onlar bu dünyada "başarılı" olmasalar da, amellerinin ahiret'de boşa çıkmayacağından emindirler. O halde sadece bu dünyada kazanacakları fayda ve çıkarlara önem verenler Allah yolunda yürüyemezler."

104. Bu, Mekke'de veya başka yerlerde müslüman olan, fakat Medine'ye hicret etmeye veya kendilerini işkenceden korumaya güçleri yetmeyen zayıf ve yardıma muhtaç çocuk, kadın ve erkeklerin feryadı idi. Bunlar her yönden işkence ve baskıya maruz kalıyorlar ve Allah'a kendilerini bu kötü durumdan kurtarması için yalvarıyorlardı.

105. Allah katında iki tür savaşçı vardır. Birincisi Allah yolunda, yeryüzünde O'nun dinini ikâme etmek için savaşan müminlerdir ve her mümin bu görevle yükümlüdür. İkinci grup ise tağutî bir nizam kurmak için savaşan kâfirlerdir ve hiçbir mümin bu kötü işte onlarla beraber olamaz.

106. Müminler şeytanın büyük hile ve düzenleri karşısında korkuya kapılıp dehşete düşmemeleri için uyarılıyorlar.Çünkü her halükarda şeytanın hilesi boşa çıkmıştır.

107. Bu ayet üç anlama gelir ve üçü de aynı derecede doğrudur: Birincisi,şimdi korkaklık gösterip geri çekilen kimseler,savaş emri verilmeden önce savaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Kendilerine uygulanan baskılardan şikayet ederek: "Bize izin ver de savaşalım. Çünkü bunca yanlışlığa tahammülümüz kalmadı" diyorlardı. Kendilerine sabırlı olmaları, namaz ve zekâtla nefislerini temizlemeleri tavsiye edildiğinde ise bu tavsiyeleri tutmuyorlardı. Fakat onlara savaş emri verildiğinde, aynı kişiler, düşman ordusu ve çeşitli tehlikelerle karşılaşınca korkmaya başladılar.

İkinci anlam ise şudur: Bu kimseler namaz ve zekât gibi kolay ve bir tehlike teşkil etmeyen ibadetlerle emrolundukları sürece "dindar"dırlar. Fakat onlara Allah yolunda savaşmaları emrolununca hayatlarını kaybetmekten korkup dehşete kapıldılar ve dindarlıklarını unuttular.

Üçüncü anlam ise şudur: İslâm öncesi dönemde ganimet toplamak veya heva ve heveslerini tatmin etmek için gece gündüz savaş yapıyorlardı. Fakat Allah yolunda savaşmaları emredilince, kendi nefislerini yüceltmek için savaştıklarında birer cesaret örneği olan bu kişiler birer korkak haline geliyor ve kaplan gibi atılgan olanlar, kedi gibi korkak oluyorlardı.

Yukarıda bahsettiğimiz bu üç anlam üç farklı gruba tekabül eder ve Arapça metin o kadar geniş kapsamlıdır ki bu üç gruba da uyar.

108. Yani, "Allah yolunda yaptığınız hizmetlerin karşılığını merak etmenize gerek yoktur. Siz Allah yolunda çaba sarfederseniz, O sizin emeklerinizi boşa çıkarmaz."

78 Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir" 109 derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiç bir sözü anlamağa çalışmıyorlar?

79 Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik; şahid olarak Allah yeter.

80 Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.110

81 "Tamam-kabul" derler. Ama yanından çıktıkları zaman, onlardan bir grup, karanlıklarda senin söylediğinin tersini kurarlar. Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

82 Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.111

AÇIKLAMA

109. Onlar, Hz. Peygamber'e (s.a) karşı takındıkları tavır hakkında uyarılıyorlar. Ne zaman başarı ve zafer elde etseler, bunu hemen Allah'a bağlıyor ve Allah'ın onlara Hz. Peygamber'i (s.a) aracılığı ile lütfettiğini unutuyorlardı. Fakat ne zaman kendi hata ve zayıflıkları nedeniyle bir yenilgi ve başarısızlıkla karşılaşsalar Hz. Peygamber'i (s.a) suçluyor ve sorumluluğu kendi üstlerinden atıyorlardı.

110. "Yaptıkları işlerden onlar kendileri sorumludurlar, sen onlardan mesul değilsin. Sana verilen tek görev Allah'ın emir ve direktiflerini onlara iletmektir. Sen de bunu gereği üzere yapıyorsun. Onları hak yolu kabul etmeye zorlamak senin görevin değildir. Senin aracılığınla onlara ulaştırılan Hakk'a tâbi olmazlarsa, sen onların isyanından sorumlu tutulmayacaksın."

111. Bu ayetlerde uyarılan zayıf inançlıların ve münafıkların hatalı tutumlarının asıl nedeni, onların Kur'an'ın Allah'tan gelmediği konusunda şüpheler taşımalarıydı. Onlar Kur'an'ın Allah tarafından Hz. Peygamber'e (s.a) vahyedildiği ve onun içindeki emirlerin Allah'tan geldiği konusunda şüphe duyuyorlardı. Bu nedenle onlara Kur'an'ı yakından tetkik etmeleri, şüphelerinin gerçek olup olmadığını araştırmaları tavsiye ediliyor. Kur'an'ın kendisi onun Allah tarfından gönderildiğine şahittir. Çünkü ne kadar akıllı olursa olsun hiç kimse 23 yıl sonunda içinde hiçbir çelişki ve tutarsızlık bulunmayan, birçok konuya ve birçok duruma hitap edebilen bir kitap meydana getiremez.

83 Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç-çıkarabilenler, onu bilirlerdi.112 Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.

84 Artık sen Allah yolunda savaş, kendinden başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın. Mü'minleri de hazırlayıp-teşvik et. Umulur ki Allah, küfredenlerin ağır-baskılarını geri püskürtür. Allah, 'kahredici baskısıyla' daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur.

85 Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta (şefaatte) bulunursa, ondan kendisine de bir hisse vardır: kim de kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine, bir pay vardır.113 Allah her şeyin üzerinde koruyucudur.

86 Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin.114 Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.

AÇIKLAMA

112. Bu kritik dönemde her yönden çeşitli söylentiler geliyordu. Bazen Medine ve çevresinde alarma geçilmesine neden olan asılsız ve abartılmış haberler de geliyordu. Bazen de müslümanların gevşeyip tetikde durmaktan vazgeçmeleri için düşman kampının çok sakin olduğu haberi yayılıyordu. Bu tür söylentileri sadece heyecan ve macerayı seven kişiler ciddiye alıyordu. Böyle kimseler İslâm ve Küfür arasındaki çatışmayı önemli bir mesele olarak kabul etmiyorlar ve bu tür asılsız söylentilerle uğraşmanın ciddi sonuçlar doğurabileceğini düşünmüyorlardı. Ne zaman bir söylenti duysalar sebep olacakları büyük zararları düşünmeksizin bunu hemen yayıyorlardı.

Bu ayette bu tür kimselere yaptıkları işin ciddiyeti anlatılıyor ve böyle yapmamaları konusunda uyarılar yapılıyor. Onlara duydukları herhangi bir haberi hemen yetkili kişilere iletmeleri söyleniyor.

113. İnsanlar farklı davranışlarda bulunurlar ve farklı sonuçlara neden olurlar. Bazıları insanları, Allah yolunda çalışmaya, O'nun Kelimesi'ni yüceltmeye davet ederler ve bunun mükâfatını alırlar. Bazıları ise Allah'ın Kelimesi'ni yüceltmekten alıkoymaya çalışırlar. Bu nedenle de cezaya müstehak (lâyık) olurlar.

114. Müslümanlar özellikle kâfirlere karşı nazik ve medenî davranmaları konusunda uyarılıyorlar. Çünkü o dönemde iki topluluk arasındaki ilişki, düşmanlık tohumları üzerine kurulmuştu. Gerginliğin bu denli fazla olduğu bir dönemde müslümanlar, gayri insanî ve vahşice davranışlarda bulunmamaları konusunda uyarılıyorlar. Yani davetçiler kendilerine saygı ile selam veren kimselere karşı aynı şekilde saygılı ve nazikçe karşılık vermelidirler. Hatta onlar karşılarındaki kimselerden çok daha saygılı ve insanca davranmalıdırlar.

Sert davranış ve sözlerin hiç kimseye faydası olmaz. Fakat bu tür davranış ve sözler özellikle, kendilerini insanları Hak yola çağırmaya adayan ve insanları doğru yola ulaştırmaya uğraşan İslâm tebliğcilerinin görevine uygun düşmez. Bu tür davranışlar insanın nefsine hoş görünür ve onu tatmin edebilir, fakat aynı zamanda müslümanın yüklendiği göreve büyük zararlar verir.

87 Allah; O'ndan başka ilah yoktur. Kendisinde hiç bir şüphe olmayan kıyamet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?115

88 Şu halde münafıklar konusunda ikiye bölünmeniz ne diye?116 Oysa Allah, onları kazandıkları dolayısıyla tepe taklak etmiştir.117 Allah'ın saptırdığını hidayete eriştirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık sen ona kesin olarak bir yol bulamazsın.

89 Onlar, kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün.118 Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı.

90 Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar119 ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi, onları da üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.

91 Diğerlerinin de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı (balıklama) dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan 'destekleyici bir delil' kıldık.

AÇIKLAMA

115. Yani, "Kâfirlerin, inkârcıların, müşriklerin ve benzerlerinin kötü davranışları Allah'ın ilâhlığına hiçbir zarar veremez. Çünkü onlar, Allah'ın bir, her şeye kâdir ve güçlü olduğu, o gün bütün insanları bir araya toplayıp onları amellerine göre hesaba çekeceği ve O'nun hesaba çekmesinden hiç kimsenin kurtulamayacağı gerçeğini değiştiremezler. Bu nedenle Allah'ın kendisini, isyan edenlere karşı koruyacak kimselere ihtiyacı yoktur."

Bu, ayeti bir önceki ayete bağlayan noktadır. Fakat bu ayet, aynı zamanda, 60. ayetle birlikte başlayıp pasaja bir ek niteliğindedir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Bırakın bu dünyada herkes istediği yolu seçsin ve istediği şekilde çalışsın. Fakat böyle bir kimse o gün tek Hakim olan Allah'ın huzuruna çıkarılacağını unutmamalıdır. İşte o zaman herkes yaptıklarının ve işlediklerinin sonucunu görecektir."

116. Bu pasaj, Mekke'de ve Arabistan'ın diğer bölgelerinde İslâm'ı kabul eden fakat Medine'ye hicret etmeyen münafıklarla ilgilidir. Onlar önceden olduğu gibi, kendi kabileleriyle birlikte yaşıyorlar ve onların İslâm ve müslümanlar aleyhinde yaptıkları bütün düşmanca hareketlerde rol alıyorlardı.

Bu, böyle kimselere karşı nasıl davranılacağını kestiremeyen müslümanlar için büyük bir sorun olmuştu. Müslümanlardan bazıları onların her şeyin ötesinde müslüman oldukları görüşündeydiler. Çünkü onlar şehadet kelimesini söylüyorlar, namaz kılıyor, oruç tutuyor ve Kur'an okuyorlardı. Böyle olduğu halde onlara nasıl kâfir gibi davranılabilirdi? Allah müslümanlar arasındaki bu anlaşmazlığı çözüme bağlıyor ve onlara nasıl davranacaklarını bildiriyor.

Bu pasajı anlayabilmek için Medine'ye hicret etmeyen müslümanların neden münafık olarak ilân edildikleri iyice anlaşılmalıdır. Aksi takdirde hem bu pasaj ve hem de Kur'an'daki benzer pasajlar iyi anlaşılamaz. Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret ettikten sonra, orada İslâm'ın tüm kurallarının uygulanabileceği bir ortam meydana getirildiğinde, herhangi bir beldede ezilen ve İslâmî emirleri tam anlamıyla yerine getiremeyen tüm müslümanların Medine'ye, "İslâm Yurdu"na hicret etmeleri konusunda genel bir çağrı yapıldı. Bunun sonucunda hicret etme imkânına sahip olan, fakat yurtlarını, akrabalarını çıkarlarını İslâm'dan çok sevdikleri için hicret etmeyenler münafık olarak ilân edildiler. Sadece gerçekten hicret etmeye güç yetiremeyen ve bu konuda sıkı tedbirlerle engellenen kimseler bu surenin 97. ayetinde mustazaf olarak tanımlandı.

"Dar'ül-harb"te yaşayan müslümanlar ancak "Dar'ül-İslâm"da yaşayan kimselerden genel bir çağrı aldıkları veya en azından "Dar'ül-İslâm"ın kapıları onlara açık olduğu halde, hicret etme gücüne sahip olmalarına rağmen, hicret etmeye çabalamadıkları zaman münafık olarak ilân edilebilirler. Diğer taraftan eğer hicret için genel bir çağrı yapılmamışsa veya "Dar'ül-İslâm"ın kapıları onlara açık değilse, o zaman hicret etmemiş olmaları onların münafık olmasını gerektirmez. Bir kimse gerçekten hicret etmeye güç yetirememiş ise, o müstazaf kabul edilir.

117. Münafıklar, iki yüzlü bir politika izledikleri ve sadece bu dünya hayatını gözönünde bulundurdukları için, Allah onları eski küfürlerine geri döndürmüştür. Onlar bu dünya hayatını ahiret'e tercih ettikleri için bazı çıkar hesapları yaparak İslâm dairesine girmişlerdi. İmanlarıyla çatışan çıkarlarını feda etmeye hazır değillerdi ve kişinin bu dünyayı rahatlıkla, ahiret hayatı için fedâ edebilmesini sağlayan kesin bir ahiret inancına sahip değillerdi. O halde münafıklığın ayırdedildiği nokta o kadar açık ve kesindir ki, bu konuda fikir ayrılığına mahal yoktur.

118. Burada müslümanlara, kâfirlerle işbirliği içinde olan ve onların İslâm devleti karşısındaki girişimlerine ortak olan münafıklara karşı dikkatli olmaları tavsiye ediliyor.

119. İstisna sadece emrin birinci kısmı için geçerlidir. Müslümanlar, İslâm devletinin anlaşma yaptığı kâfir topluluklara sığınan münafıkları yakalayıp öldürmemelidirler. Fakat onları arkadaş ve dost da edinmemelidirler. Böyle bir münafığın kanı helâldir, fakat İslâm devletinin anlaşma yaptığı bir gayri müslim devlete sığınırsa takip edilip öldürülmemelidir. Bu, münafığın kanının haram olduğuna değil, anlaşmayı bozmanın yasak olduğuna delalet eder.

92 Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında bir başka mü'mini öldürmesi yakışmaz.120 Kim bir mü'mini 'hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması121 ve ailesine teslim edilecek bir diyeti122 vermesi gerekir. Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü'min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda da mü'min bir köleyi özgürlüğe kavuşturması gerekir. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan ise, bu durumda da ailesine123 bir diyet ödemek ve bir mü'min köleyi özgürlüğe kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkânı) Bulamayan ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır.124 Bu, Allah'tan bir tevbedir.125 Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.

AÇIKLAMA

120. Bu, yukarıda sözü edilen ve kanı helâl olan münafıkları değil, "İslâm yurdunda" "savaş bölgesinde" veya "küfür diyarı"nda yaşayan ve kâfirlerin İslâm aleyhinde yaptıkları düşmanca davranışlara ortak oldukları konusunda hiçbir delili olmayan samimi müslümanları kasteder. O dönemde böyle bir uyarı gerekliydi.

Çünkü müslüman oldukları halde İslâm düşmanlarının arasında yaşamak zorunda kalan kimseler de vardı. Bazı durumlarda Müslümanların düşman bir kabileye saldırdıklarında yanlışlıkla müslüman bir kimseyi öldüren kişinin günahının kefareti için ne yapması gerektiğini bildiriyor.

121. Öldürülen kişi bir mümin olduğu için, bu kaza sonucu ortaya çıkan cinayete kefaret olarak mümin bir köle azat edilmelidir.

122. Hz. Peygamber (s.a) öldürülen kimsenin ailesine verilecek olan kan diyetini yüz deve, iki yüz inek veya ikibin keçi olarak belirlemiştir. Bu diyeti başka şeylerle ödemek isteyen kişi, bu hayvanların piyasa fiyatını gözönünde bulundurarak hesaplama yapmalıdır. Örneğin, Hz. Peygamber (s.a) döneminde para olarak ödenen diyet sekiz yüz altın dinar veya sekiz bin gümüş dirhem idi. Halifeliği döneminde Hz. Ömer (r.a) şöyle ilân etmiştir: "Şimdi devenin fiyatı arttı, o halde diyet olarak bin dinar veya on iki bin dirhem verilmelidir." Fakat buradaki cinayetin kasten olmadığına, sadece kaza sonucu işlendiğine dikkat edilmelidir.

123. Kısaca 92. ayette verilen emirler şöyle özetlenebilir:

Eğer öldürülen kimse "İslâm diyarı"nda (Dar'ül-İslâm) yaşıyorsa, öldüren kimse kefaret olarak kan diyeti vermeli ve Allah'ın bağışlaması için de bir köle azat etmelidir.

Eğer öldürülen kişi müminlerle anlaşma halinde bulunan bir kâfir topluluk içinde yaşıyorsa, katil, bir köle azat etmeli ve anlaşmaya göre gayri müslim birinin öldürülmesi sonucu verilmesi gereken diyetin aynısını vermelidir.

124. Bu oruçlar hiç ara verilmeksizin arka arkaya tutulmalıdır. Şer'i mazereti hariç eğer en ufak bir ara verilirse, belirlenen iki ay oruç tekrar baştan tutulmalıdır.

125. Yani, "Bir köleyi azat etmek, diyeti ödemek veya aralıksız iki ay oruç tutmak, birer ceza değil fakat suçun bağışlanması için birer kefarettir. İkisi arasındaki fark şudur: Ceza durumunda pişmanlık, kendi kendini kınama, vicdan azabı ve nefsin ıslah olması sözkonusu değildir. Bunun aksine nefret, zıtlaşma ve antipati duyguları hakimdir. Bu nedenle Allah kefaret ve tövbeyi emrediyor. Bu şekilde günahkâr olan kişi iyi ameller, fedakârlıklar, görevi ifa gibi davranışlarla kalbini temizleyip pişmanlık ve vicdan azabı içinde Allah'a yönelebilir. Bu şekilde günah işleyen kişi sadece o günahından kurtulmakla kalmayıp gelecekteki günahlardan da sakınacaktır.

Kefaret; sözlükte örtü anlamına gelir. Bir günaha kefaret olması için işlenen iyi amel, aynen badananın duvardaki kiri örtmesi gibi günahı örtüp kaplar.

93 Kim bir mü'mini de kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse onun da cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır.

94 Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (islam geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: "Sen mü'min değilsin"126 demeyin. Asıl çok ganimet, Allah katındadır, bundan önce siz de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu.127 Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.

AÇIKLAMA

126. İslâm'ın ilk zamanlarında "Es-selamu aleyküm" müslümanların tanınmasını sağlayan bir semboldü. Bir müslüman diğer bir müslümanla karşılaştığında bu sözlerle selam veriyor ve "Ben senin topluluğundanım; senin arkadaşın ve dostunum. Senin için ancak barış ve güvenlik sunabilirim.

Bu nedenle bana karşı düşmanlık göstermemelisin, benden de düşmanlık ve zarar beklememelisin" demek istiyordu. Bu, sanki orduda karanlıkta iken düşmanla dostu ayırmak için kullanılan bir parola vazifesi görüyordu.

Selam vermenin tanınmaya yarayan bir sembol olarak kullanılmasının önemi bilhassa o dönemde çok büyüktü. Çünkü müslüman bir Arap'la müslüman olmayan bir Arab'ı birbirinden ayırmaya yarayan açık bir işaret yoktu. Aynı şekilde giyiniyor, aynı dille konuşuyorlardı. Müslümanlar bir kabileye saldırıp orada yaşayan bir müslümanla karşı karşıya geldiklerinde asıl zorluk başgösteriyordu. Düşman konumunda olan kişi "Es-selamu aleyküm" veya "La ilahe illahlah" derse, saldırı konumunda olan müslüman bundan şüphe ediyor ve onu öldürmekten kurtulmak için yalan söyleyen bir kâfir olduğu kanısına varabiliyordu. Bu nedenle çoğunlukla böyle kimseleri öldürüp mallarını ganimet olarak alıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) böyle bir durumda müslümanların öldürmemeleri gerektiğini emrettiği halde böyle olaylar tekrarlanıyordu. Bunun üzerine Allah bu sorunu çözümleyen bir ayet indirdi: "Kendisini müslüman olarak ilân eden kişinin yalan söyleyip söylemediğini merak ederek araştırmak size düşmez. Gerçeği söylüyor olabilir, aynı şekilde yalan söylüyor da olabilir ve derin bir araştırma yapmaksızın hangisinin doğru olduğuna karar verilemez. Bu nedenle müslüman olduğunu söyleyen yalancı bir kâfiri serbest bırakmak muhtemel olduğu gibi, samimi bir mümini öldürme ihtimali de mevcuttur. Her ne olursa olsun yanlışlıkla bir kâfiri serbest bırakmak, sizin için, yanlışlıkla bir mümini öldürmekten daha hayırlıdır."

127. Yani, "Bir zamanlar siz de kâfir kabileler arasında tek tek fertler olarak yaşamaktaydınız. O zaman baskı ve işkence korkusuyla İslâm olduğunuzu gizliyordunuz ve dilinizle ikrar etmekten başka müslüman olduğunuza deliliniz yoktu. Siz şimdi Allah'ın rahmeti nedeniyle müslüman bir topluluk içinde yaşıyorsunuz ve kâfirlere karşı İslâm bayrağını yüceltme şansına sahipsiniz. Bu lütuf ve rahmete karşılık Allah'a duyduğunuz şükrün ifadesi, sizin daha önce bulunduğunuz durumda olan müminlere nazik ve müsamahakâr davranmanızdır."

95 Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah, yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.128

96 (Onlara) Kendinden dereceler, bağışlanma ve rahmet (vermiştir.) Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

AÇIKLAMA

128. Bu ibarede, İslâm ordularının lideri, bütün müslümanları savaşa çağırmadığı ve sadece gönüllüler için cihad çağrısı yapıldığı zaman, bu çağrıya icabet esas alınarak gerçek müslümanların nasıl ayıredildiği ifade ediliyor. Malları ve canlarıyla katılanlar, iyi amellerle meşgul olsalar da geride kalanlardan daha yüksek bir dereceye sahiptirler. Bunun ötesinde onlara "büyük bir ecir" vardır. Cihada gitmeleri emredildiği halde bahaneler öne sürerek geride kalan kimseler ise -bu iki durumda cihada gitmeyip başka işlerle uğraşanlar- münafıklardır ve geride kalmaları için geçerli bir sebebi olanlar hariç" "büyük ecir" den onlara bir pay yoktur.

97 Melekler kendi kendilerine zulmedenlerin129 hayatına son verecekleri zaman, derler ki: "Neyde idiniz?" Onlar: "Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz'aflar) idik." derler. (Melekler de:) "Onda hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?"130 derler. İşte onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.

98 Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan müstaz'aflar olup hiç bir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) da bulamıyanlar başka.

99 Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.

100 Allah yolunda hicret eden, yer yüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.131

AÇIKLAMA

129. "Kendi nefislerine zulmedenler" İslâm'ı kabul eden, fakat geçerli bir nedenleri olmadığı halde henüz İslâm'a girmemiş kabileler arasında yaşayan kimselerdir. Onlar, "İslâm diyarı" varolduğu halde ve oraya hicret edip tam bir müslüman olarak yaşamaları mümkün olduğu halde, yarı İslâmî bir durumda yaşayarak kendi kendilerine zulmediyorlardı. Onların "biz yeryüzünde zayıflardan idik" diye öne sürdükleri özrün kabul edilmemesinin nedeni işte budur. (Bkz. an: 116).

130. Yani "Niçin Allah'a isyankâr kimseler tarafından baskı altında tutulan ve Allah'ın kanunlarına uygun olarak yaşamanın mümkün olmadığı bir yerde yaşamaya devam ettiniz? Neden hiçbir engel olmadığı halde Allah'ın kanunlarına uyabileceğiniz bir yere hicret etmediniz?"

131. "Allah yolunda hicret etmek" iki durum dışında bir zorunluluktur: Kişi orada İslâm'ı yaymak, peygamberin ve takipçilerin görevlerinin ilk dönemlerinde yaptıkları gibi küfür üzerine kurulu hayat sistemini İslâmî bir sisteme çevirmek için kalabilir. Veya kişi oradan çıkıp gitmeye bir yol bulamaz da nefret ve hoşnutsuzluk içinde orada kalır. Bu iki durum hariç "küfür diyarı"nda yaşamak sürekli günah içinde yaşamak demektir. "Hicret edecek bir İslâm Diyarı bulamadık" diye öne sürülen özür de kabul edilmeyecek ve şöyle denilecektir. "Eğer 'İslâm Diyarı' diye bir bölge bulunmadı ise, küfrün kanunlarına boyun eğmekten kurtulmak için ağaç yaprakları ve keçi sütü ile beslenebileceğiniz bir dağ veya orman da yok muydu?"

Bu bağlamda, "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" hadisi hakkındaki yanlış anlama da ortadan kaldırılmalıdır. Bu, hicretle ilgili sürekli bir emir değil, Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'da değişen duruma uygun düşen geçici bir emirdi. Arabistan'ın büyük bölümü "küfür diyarı" olduğu sürece müslümanlar, o dönemde tek "İslâm diyarı" olan Medine'ye hicret etmeye çağrılmışlardı. Fakat Arabistan'ın hemen her tarafı İslâm kontrolüne girince, Hz. Peygamber (s.a) hicretin zorunlu olduğu birinci emri ortadan kaldırmıştır: "Mekke'nin fethinden sonra artık (zorunlu olarak Medine'ye) hicret etmek yoktur." Bu hadis hiçbir zaman Kıyamet'e dek gelecek olan tüm müslümanlara her zaman için hicreti yasaklayan bir emir değildir.

101 Yeryüzünde sefere çıktığınızda (yolculuğa ya da savaşa çıktığınızda), namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.132 (Özellikle de) İnkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız. 133 Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.

AÇIKLAMA

132. Barış zamanında yolculuk sırasında namazı kısaltmak, dört rekatı iki rekata indirmektir. Fakat savaş sırasında ne kadar kısalacağını bildiren bir sınırlama yoktur. Namaz her halükârda ve imkân-ların el verdiği ölçüde her yerde kılınmalıdır. Namazı eğer cemaatle kılmak mümkünse, cemaatle kılınmalıdır, mümkün değilse tek başına kılınmalıdır. Yüzü kıble tarafına çevirmek mümkün değilse, herhangi bir tarafa yönelerek namaz kılınabilir. Namazda bir yerde sabit olarak kalmak mümkün değilse binek üzerinde veya yürüyerek kılınabilir. Eğer rükû ve secde yapılamıyorsa ima ile namaz kılınabilir. Eğer namaz sırasında oradan ayrılmak gerekiyorsa, hareket halinde iken de namaza devam edilebilir. Elbiseleri kan ile pislenmiş de olsa, o kişinin bu şekilde namaz kılmasında bir beis yoktur. Eğer bütün bu kolaylıklara rağmen yine de namaz kılınamıyorsa o zaman "Ahzab" (Hendek) savaşı sırasında olduğu gibi istemeyerek tehir edilir.

Sefer sırasında sadece farzların mı kılınması gerektiği, yoksa bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a) fazladan kıldığı sünnetlerin de kılınıp kılınmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hz. Peygamber (s.a) seferde iken hiç terketmeksizin sabah namazının iki sünnetini ve yatsı namazından sonra kılınan üç rekat vitr namazını kılmıştır. Bunlardan başka sünnet kılıp kılmadığı konusunda delil yoktur. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a) yolculuk sırasında vakit bulduğunda, bazan binek üzerinde iken nafile (navafil) namazlar kılardı. Bu nedenle Abdullah İbn Ömer, yolculuk sırasında sabahın sünnetinden başka sünnetlerin kılınmayacağını söylemiştir. Fakat ulemanın çoğu, seferde sünnetleri kılıp kılmama konusunda kişiyi serbest bırakmışlardır. Hanefiler yolculuk yapıldığı sırada sünnetlerin terkedilmesi, fakat insanın gerekli zemini bulabileceği bir konak yerine gelindiğinde kılınması gerektiği görüşündedirler.

Namazın kısaltılacağı seferin (yolculuk) özelliğine gelince, bazı alimler (İbn Ömer, İbn Mes'ud ve Atâ) yolculuğun Allah yolunda, yani cihad, Hac, Umre, İlim gibi sebepler için olmasını şart koşmuşlardır. İmam Şafiî ve İmam Ahmed yolculuğun meşru bir nedene dayanması gerektiği, aksi takdirde kişinin namazı kısaltma hakkından yararlanamayacağı görüşündedirler. Yolculuğun niteliği ne olursa olsun, kendi niteliği nedeniyle ceza veya mükafata neden olabilir, fakat namazın kısaltılması konusunda hiçbir değişiklik yapmaz.

"Sizin üzerinizde bir günah yoktur" ayetinin orijinal metindeki Arapça kelimeler çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir. Bazıları bunun "Namazı kısaltmak zorunda değil, isteğe bağlıdır" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Kişi bu izinden yararlanıp namazı kısaltma veya kısaltmama serbestisine sahiptir. İmam Şafiî de namazı kısaltmanın daha iyi olduğuna inanmasına rağmen bu görüştedir. İmam Şafiî "kısaltmadan yararlanmayan kişinin yüce olanı bırakıp, aşağı olanı seçen bir kişi" olduğunu söyler. İmam Ahmed "kısaltma"nın vacip olmamasına rağmen, bu izinden yararlanmamanın uygun olmadığı görüşündedir. İmam Ebu Hanife'ye göre ise "kısaltma" vaciptir. İmam Malik de bunu destekler nitelikte bir hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilen bütün hadisler O'nun her yolculukta namazı kısalttığını göstermektedir ve O'nun seferde iken dört rekat kıldığını gösteren hiçbir güvenilir hadis yoktur. İbn Ömer der ki: "Çeşitli yolculuklarda Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer veya Hz. Osman'la (Allah hepsinden razı olsun) birlikte oldum. Onların hep namazı kısalttıklarını müşahede ettim. Hiçbir zaman dört rekat kılmadılar." Aynı görüş İbn Abbas'tan ve diğer birçok sahabeden rivayet edilen sahih hadislerle de desteklenmektedir.

Bir keresinde Hz. Osman (r.a) Mina'da namaz kıldırırken dört rekat kıldı ve sahabeden bir çoğu ona karşı çıktılar. Hz. Osman (r.a) onlara: "Ben Mekkeli bir kadınla evlendim ve Hz. Peygamber'den (s.a) 'Kim nereden evlenirse oralı olur' diye duydum. Bu nedenle namazı kısaltmadım" diyerek teskin etti.

Bununla birlikte Hz. Aişe'den (r.a) rivayet edilen ve namazı kısaltmanın da tam olarak kılmanın da aynı şekilde doğru olduğunu gösteren bu rivayetlere zıt iki hadis vardır. Fakat bu iki hadis de sıhhatçe zayıf ve Hz. Aişe'nin (r.a) kendi uygulamalarına aykırıdır. Çünkü o da seferde iken her zaman namazı kısaltırdı.

Bu bağlamda bir kimsenin dönüşümlü olarak değişen şartlara göre bazen seferde, bazen "İkametgâhında" olabileceği hatırlanmalıdır. Böyle bir durumda kişi ortamına göre namazı ya kısa kısaltır, ya da tam olarak kılar. Büyük bir ihtimalle Hz. Aişe (r.a) böyle bir durumu kastederek: "Seferde iken Hz. Peygamber (s.a) namazı bazen kısaltır, bazen de tam kılardı" demiş olabilir.

"Namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur" sözlerine bakıp "emr"in ihtiyari olduğu sonucuna varılmamalıdır. Aynı sözler Bakara Suresi'nin 158. ayetinde hac'da Safa ile Merve arasında sa'y etme konusunda da kullanılmıştır. Oysa sa'y, hacc'ın farzlarından biridir. İki yerde de bu kelimelerin kullanılmasının sebebi, bunu yapmanın günah olduğu veya namaz kısaltıldığında Safa ile Merve arasında gidip gelindiğinde sevabın az olacağı korkusunun ortadan kaldırılmasıdır.

Yolculuğun uzaklığı sözkonusu olduğunda, metnin sözlük anlamına göre hüküm veren Zahiriler, yolculuğun uzaklığı ne olursa olsun "kısaltma"nın her yolculukta yapılabileceği görüşündedirler. İmam Malik'e göre yolculuk en azından 48 mil olmalı veya süresi en az bir gün bir gece olmalıdır. İbn Abbas ve İmam Ahmed de aynı görüştedir. İmam Şafii'nin de aynı görüşü desteklediğini gösterir bir sözü vardır. Hz.Enes'e göre "kısaltma" yapabilmek için yolculuğun en az 15 mil olması gerekir. İmam Evzaî ve İmam Zührî, Hz. Ömer'in görüşüne uyarak "kısaltma" için bir günlük yolculuk yeterlidir, derler. Hasan Basri ve İmam Yusuf'a göre, iki günlük yolculuk yapan kişi namazı kısaltabilir. İmam Ebu Hanife en az 54 millik bir yolculukta namazın kısaltılabileceğini söyler. İbn Ömer, İbn Mes'ud ve Hz. Osman da (Allah hepsinden razı olsun) bu görüştedir.

Yolculuk sırasında konaklandığında kısaltmanın yapılıp yapılmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. İmam Ahmed'e göre eğer dört veya daha fazla gün için konaklanmışsa namaz tam olarak kılınmalıdır. İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre tam namaz için asgari konaklama süresi beş gündür. Fakat bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a) açık bir emri yoktur. Bununla birlikte eğer şartlar kişiyi bir yerde kalmaya zorlar ve kişi mümkün olan ilk fırsatta evine dönmeyi beklerse, bu belirsiz zaman içinde namazın kısaltılabileceği konusunda görüş birliği vardır. Sahabeden bazılarının bu sebeple yaklaşık iki yıl boyunca namazlarını kısalttıkları vaki olmuştur. Ahmed İbn Hanbel'e göre bir mahpus hapsolunduğu sürece namazlarını kısaltabilir.

133. Zahiriler ve Hariciler ayetin bu bölümünden yola çıkarak namazları kısaltmanın sadece savaş zamanında geçerli olduğu ve barışta yapılan yolculuk sırasında namazı kısaltmanın Kur'an'a aykırı olduğu sonucuna varmışlardır. Fakat sahih bir hadisten öğrendiğimize göre Hz. Ömer (r.a) aynı sebeple bu uygulamaya karşı çıkmış ve Hz. Peygamber (s.a) ona şu cevabı vermiştir: "Namazı kısaltma izni Allah'tan bir lütuftur. O halde onu kabul et." Hz. Peygamber'in (s.a) hem savaşta, hem de barış zamanında yaptığı yolculuklarda namazını kısalttığı da sabittir.

İbn Abbas'tan rivayet edilen diğer bir hadis de meseleyi açıklığa kavuşturur: "Hz. Peygamber (s.a) Medine'den Mekke'ye giti ve Allah'tan başka korkulacak bir şey olmadığı halde dört rekatlık namazı iki rekat olarak kıldı." Bu nedenle mealde "özellikle" kelimesini parantez içinde not ettik.

102 İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında,134 onlardan bir grup, seninle birlikte dursun135 ve silahlarını da (yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup da gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da 'korunma araçlarını' ve silahlarını alsınlar.136 .

Küfredenler, size apansız bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan ve emtianız (erzak ve mühimmatınız)dan ayrılmış olmanızı isterler. Yağmur dolayısıyla bir güçlüğünüz varsa veya hastaysanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir sorumluluk yoktur. Korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz, Allah, kâfirler için aşağılatıcı bir azab hazırlamıştır.137

103 Namazı bitirdiğinizde, Allah'ı ayaktayken de, otururken de ve yan yatarken de zikredin. Artık 'güvenliğe kavuşursanız' namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü'minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır.

104 (Düşmanınız olan) Topluluğu138 aramakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz.139 Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

134. "Ey Peygamber! Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman" ibaresinden İmam Yusuf ve Yusuf bin Ziyad "korku namazı" ile ilgili emrin sadece Hz. Peygamber (s.a) zamanında geçerli olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Fakat sadece Hz. Peygamber'in (s.a) şahsına hitap edildiğinden yola çıkarak, emrin, O'nun zamanıyla sınırlanması sonucuna varmanın hiçbir nedeni yoktur. Birçok durumda hitap Hz. Peygamber'e (s.a) yapılmış ve O'na uyanlar da o emirden sorumlu tutulmuşlardır. Bunun yanısıra sahabeden birçoğunun Hz. Peygamber'in (s.a) irtihalinden sonra "korku namazı" kıldığı sabittir. Sahabeden hiçbirinden bu uygulamanın aksini savunan bir tek söz bile bize ulaşmamıştır.

135. "Korku namazı" ile ilgili emir, savaş halinde olmaksızın düşmandan ani bir saldırı beklendiği durumlar için de geçerlidir. Savaşın devam ettiği sırada, Hanefiler'e göre, namaz tehir edilmelidir. İmam Malik ve İmam Sevrî'ye göre ise eğer rükû ve secde yapmak mümkün değilse, ima ile namaz kılınmalıdır. İmam Şafiî'ye göre "korku namazı" kılınırken eğer gerekirse az olmak şartıyla çatışma ile de meşgul olunabilir.

Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in (s.a) "Ahzab" (Hendek) savaşı sırasında arka arkaya dört vakit namazı tehir ettiğini ve daha sonra aynı sıra ile eda ettiğini öğreniyoruz. Oysa "korku namazı" ile ilgili emir bu olaydan önce indirilmiştir.

136. "Korku namazı"nın şekli savaş şartlarına göre değişir. Hz. Peygamber (s.a) çeşitli durumlara göre çeşitli şekillerde namaz kıldırdığı için, müslüman komutanlar durumuna göre bu şekillerden herhangi birini seçebilirler.

Birinci yol, bir grubun komutan ile namaz kılıp, ikinci grubun savaşa devam etmesidir. Birinci rekat tamamlandıktan sonra bu grup çatışma alanına gitmeli ve diğer grup gelip imamla birlikte bir rekat kılmalıdırlar. Bu şekilde komutan iki rekat, iki grup ise birer rekat namaz kılmış olurlar. (İbn Abbas, Câbir b. Abdullah ve Mücahid).

İkinci yol, bir grup imam ile bir rekat kılar ve sonra ikinci grup gelip, onlar da imam ile bir rekat kılarlar, daha sonra birinci grup tekrar gelir ve tek başlarına birer rekat kılarak, ikiye tamamlarlar. İkinci grup da aynısını yapar. (Abdullah İbn Mes'ud ve bu görüşü Hanefiler de tercih ederler.)

Üçüncü yol ise şöyledir: Bir grup, komutanın arkasında iki rekat kılar ve savaş alanına döner. İkinci grup bunun devamı olan iki rekatı komutanla birlikte kılarlar ve son oturuştan sonra savaş alanına dönerler. Bu şekilde imam dört rekat, askerler ikişer rekat kılmış olurlar. (Hasan Basri)

Dördüncü yol, bir grubun iki rekatı imamının arkasında kılması, ikinci rekatı kendilerinin tamamlaması ve sonra savaş alanına dönmeleridir. İmama gelince, İmam ikinci rekatını biraz uzatarak ikinci grubun kendisine yetişmelerini sağlar. İkinci grup imamın arkasında bir rekat kıldıktan sonra, bir rekat da kendi kendilerine kılarlar. Bu şekilde imam, ikinci grubun da imamın arkasında kılabilmesi için ikinci rekatını biraz uzatmış olur. (İmam Şafiî, bu görüşü biraz farklı olarak kabul etmişlerdir.)

Bundan başka çeşitli "korku namazı" kılış şekilleri vardır ki bunların ayrıntıları İslâm fıkıh kitaplarında belirtilmiştir.

137. Kendi yanlış kuruntuları ile Allah'ın nurunu söndürmek isteyen kâfirlere Allah gereken cezayı verecektir ve onları büyük bir alçaklığa uğratacaktır. Müminler bu konuda temin ediliyorlar. Alınması emredilen tedbirler sadece onlara güçlerinin son noktasına kadar çabalayıp sonucu, zafer ve yenilgi hükmünü elinde bulunduran Allah'a bırakmaları gerektiğini öğrenmek içindir.

138. "O topluluk" İslâm'ı reddeden ve İslâm dininin yayılıp yerleşmesini engellemek için çalışan kâfirlerdir.

139. Yani, "Müminlerin, kâfirlerin tağut için katlandıkları zorluk kadar Hak yolda zorlukları cesaretle üzerlerine almamaları çok gariptir. Çünkü kâfirlerin bu dünyadan ve onun geçici menfaatlerinden başka amaçları yoktur. Oysa müminler, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ı razı etme amacına sahiptirler ve onlar Rablerinden hiç sona ermeyecek olan mükâfatlar beklerler."

105 Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik.140 (Sakın) Hainlerin savunucusu olma.

106 Ve Allah'tan bağışlanma dile, Gerçekten Allah, bağışlayandır esirgeyendir.

107 Kendi nefislerine ihanet edenlerden yana mücadeleye girişme.141 Hiç şüphesiz Allah, ihanette ilerlemiş günahkârı sevmez.

108 Onlar, insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi 'geceleri düzenleyip kurarlarken,' onlarla beraberdir. Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.

AÇIKLAMA

140. 105-115. ayetlerde o dönemde meydana gelen bir olayla ilgili çok önemli noktalara değiniliyor.

Ensar'ın Beni Zafer kabilesinden Te'ame veya Beşir bin Ubeyrik denilen bir adam vardı. Te'ame başka bir ensarın zırhını çalmış ve bir Yahudinin evine gizlenmişti. Bir hırsızlıkla ilgili soruşturma başladığında zırhın sahibi meseleyi Hz. Peygamber'e (s.a) götürdü ve O'na Te'ame'den şüphelendiğini söyledi. .

Fakat suçlu olan Te'ame, akrabaları ve Beni Zafer kabilesinden birçok kişi işbirliği yapıp suçu, suçsuz olduğunu savunan Yahudinin üzerine yıktılar. Te'ame'nin akrabaları Yahudiye suçlamayı sürdürerek şöyle söylediler: "Hakkın düşmanı olan, Allah ve Rasûlü'ne inanmayan bir Yahudinin sözüne güvenilmez. Oysa biz müslümanız ve güvenilir kişileriz, o halde bizim sözümüze inanılmalı." Hz. Peygamber (s.a) tabiî olarak, doğru gibi görünün bu iddiadan etkilendi; neredeyse Te'ame'yi beraat ettirip Yahudi aleyhine hüküm verecekti ki bu meseleyi açıklığa kavuşturan bir vahiy aldı.

Hz. Peygamber (s.a) bir hâkim olarak kendi önüne getirilen delillere göre hüküm verecek olsaydı suçlu sayılmazdı. Çünkü hâkimler, kendi önlerine getirilen delillere göre hüküm vermelidirler ve bazen insanlar olayı yanlış aksettirerek kendi lehlerine hüküm verilmesini sağlamayı başarabilirler. Fakat meselenin bir yönü daha vardır: Eğer Hz. Peygamber (s.a) İslâm ile Küfür arasında kıyasıya bir çatışmanın hüküm sürdüğü o dönemde Yahudinin aleyhine hüküm verseydi, İslâm düşmanları O'nun, İslâm toplumunun ve İslâm davetinin aleyhinde kuvvetli bir manevî silah ele geçirmiş olacaklardı. İslâm aleyhinde sıkı bir propagandaya girişip: "Müslümanlar arasında hiç adalet yoktur. Bu Yahudi aleyhine verilen hükümden de anlaşılacağı üzere, onlar her ne kadar önyargı ve kavmiyetçiliğin aleyhinde gibi görünüyorlarsa da önyargılı ve kavmiyetçidirler." diyeceklerdi. Bu nedenle Allah, müslümanları bu tehlikeden uzaklaştırmak için meseleye doğrudan müdahale etmiştir.

Bu pasajda (105-115. ayetler) bir taraftan kendi kabilelerinden suçlu olan kişinin suçunu gizlemeye çalışan müslümanlar, kavmiyetçilikleri nedeniyle sert bir şekilde azarlanıyorlar, diğer taraftan bütün müslümanlara kavmiyet ve kabile endişelerinin adaleti engellememesi gerektiği öğretiliyor. Bir kimsenin, haksız olduğu halde kendi grubundan bir kişiyi savunup, haklı olduğu halde karşı gruptan bir kimseyi suçlaması apaçık bir ihanettir.

141. Başkalarına karşı böyle davranan aslında kendisine namus dışı davranmış olur. Çünkü o kendisine emanet olarak verilen kafa, kalp ve bütün diğer melekelerini haysiyetsiz haince davranışlarda kullanır. Bunun yanısıra o, Allah'ın kendisine, ahlâkını korumakta yardımcı olsun diye verdiği vicdanını bastırır ve böylece vicdanı tam anlamıyla devreye girip onu bu haince davranıştan kurtaramaz. Dolayısıyla kişi kendisine haksızlık edip haince davranabildiği zaman, başkalarına karşı rahatça böyle davranabilir..

109 İşte siz böylesiniz; dünya hayatında onlardan yana mücadele ettiniz. Peki kıyamet günü onlardan yanaAllah'la mücadele edecek kimdir? Ya da onlara vekil olacak kimdir?

110 Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.

111 Kim bir günah kazanırsa, o ancak kendi nefsi aleyhinde onu kazanmıştır. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

112 Kim bir hata ya da günah kazanır da sonra bunu bir suçsuza yüklerse, gerçekten o, böyle bir yalan (bühtan)ı ve apaçık bir günahı yüklenmiştir.

113 Eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerinde olmasaydı, onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiç bir şeyle zarar veremezler.142 Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerindeki fazlı çok büyüktür.

114 Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz.

AÇIKLAMA

142. Yani, "Eğer onlar sana yanlış haberler vererek bu meselede seni şaşırtmayı ve kendi lehlerine hüküm vermeni başarmış olsalardı bile, sana hiçbir zarar veremezler, ancak kendilere zarar verirlerdi. Çünkü bu durumda Allah katında sen değil, onlar suçlu olurlardı." Bu çok açıktır, çünkü gerçek suçlu, kendi önüne getirilen dellillere göre hüküm veren hâkim değil, hâkimi aldatarak kendi lehinde karar vermesini sağlayan kişidir. Bunun yanısıra böyle bir kimse kendi aldatıcı metodlarıyla "Hakk'ı" kendisinin kazandığını sanabilir. Fakat gerçekte "Asıl Hakk" Allah katında "Hak" olarak kalır. (Bkz. Bakara an: 197).

115 Kim de kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız143 ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..

116 Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.144 Bunun dışında kalanlar ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

117 Onlar, O'nu bırakıp da (bir takım) dişilere22 taparlar.23 Onlar, o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan145 başkasına tapmazlar.

118 Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: "Andolsun, kularından 'miktarları tesbit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim.146

119 Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim147 ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim."148 Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.

120 (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor.149 Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez.

121 Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

122 İman edip de salih amellerde bulunanlar, biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah'ın gerçek olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?

AÇIKLAMA

143. Yani, "hain 'müslüman' İslâm dışı bir yola saptı. Allah da onu o yola döndürdü." Hırsızlık suçuyla ilgili gerçekler Allah tarafından vahyolunup, Yahudi beraat ettiğinde ve Te'ame suçlu bulunduğunda, bu münafık Medine'yi terketti ve Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a) düşmanlarına katılıp, orada açıkça Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkmaya başladı.

144. Bu temanın bir devamı olarak, kızgınlıkla müşriklerin tarafına geçen münafığın, yaptığı bu akılsızca hareketin getireceği sonuçları tam olarak kavramadığı belirtiliyor. Bu amaçla onun tâbi olduğu yolun kötülükleri, beraber olduğu arkadaşlarının özellikleri anlatılıyor.

145. Hiç kimse Şeytan'ın önünde eğilerek ibadet yapmaz, fakat kendisini tamamen ona teslim eden ve onun saptırdığı her yerde onu takip eden kişi, ona ibadet ediyor demektir. Buradan da anlaşılacağı üzere kim bir başkasına körü körüne itaat ederse, gerçekte ona ibadet ediyor demektir.

146. Yani, "onların zamanlarından, işlerinden, çabalarından, kuvvetlerinden, yeteneklerinden, servetlerinden ve çocuklarından bir kısmını kendim için ayıracağım: Onları hile ile aldatacağım ve bunların büyük bir kısmını benim yolumda harcamalarını sağlayacağım."

147. Burada putperest Arapların bâtıl geleneklerinden biri kastediliyor. Araplar dişi bir deve, beş veya on yavru doğurduğunda onun kulaklarını yararlar, onu tanrılarına adarlar ve onu çalıştırmayı haram sayarlardı. Aynı şekilde on yavrunun doğmasında dişi deveye eşlik eden erkek devenin de kulakları yarılır ve tanrıya adanırdı.

148. Bu ifade, yaratıklar üzerinde yapılan doğru ve yerinde değişiklikleri lânetlemez. Aksi takdirde insanlık medeniyetinin tümü Şeytan'ın saptırması olurdu. Medeniyetin, Allah tarafından yaratılan şeylerin doğru ve yerinde kullanılışından başka bir şey olmadığı açıktır. Kur'an'ın şeytanî değiştirmeler olarak tarif ettiği şey, eşyanın, insan fıtratının ve kendi tabiî fonksiyonunun aksine kullanılması olayıdır. O halde tabiatın düzeninden bir kaçış olarak benimsenen livata (eşcinsellik), doğum kontrolü, dünyadan el-etek çekme vs. gibi şekillerin tümü şeytanın aldatmasının sonuçlarıdır. Kadınların kendilerine uygun fonksiyonları bırakıp, yaratılışın erkeklere verdiği görevleri üstlenmeleri de aynı şekilde şeytanın aldatmasıdır. Şeytanın takipçilerinin, evrenin yaratıcısının kanunlarını beğenmeyip onları "ıslah" etmeye çalıştıklarını gösteren bu tür örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.

149."Şeytanın başarısı tamamen boş vaadlere ve aldatmaya dayanır. Şeytan fertleri ve toplumu aldatmak için kurbanlarını temin etmek üzere kendi yanlış yolunu süsleyip insanlara pembe bir manzara çizer. Kişiyi başarı ve zevk vaadlerinde bulunarak aldatır. Bazılarına milli güç ve zenginlik, bazılarına insanlık refahının başka bir yönünü vaadederek aldatır. Bazılarına da kendisinin Hakk'a ulaşmada tek doğru yol olduğunu söyler. Bazılarını ne Allah'ın, ne de ahiret diye bir şeyin varolmadığını söyleyerek aldatır. Bazılarını da ahiret'teki hesaptan şu veya bu azizin şefaati ile kurtulabileceklerini söyleyerek saptırır. Kısacası, şeytan insanı en zayıf tarafıyla aldatmaya çalışır.

123 Ne sizin kuruntularınızla, ne de Kitap Ehlinin kuruntularıyla değil. Kim kötülük yaparsa, onunla ceza görür; o, Allah'tan başka bir veli (dost) ve bir yardımcı bulamaz.

124 Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar, cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır.

125 İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrahim'in dinine uyandan daha güzel din'li kimdir? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir.

126 Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır.150 Allah, her şeyi kuşatandır.151

AÇIKLAMA

150. Göklerde ve yerde varolan her şey Allah'ın olduğuna göre, insan için en iyi şey kendi bağımsızlığını tamamen O'na teslim etmesi ve hiç karşı koymaksızın O'na itaat etmesidir. Eğer insan kendi isteğiyle O'nun kulu olmayı seçer ve O'na karşı hiçbir asilik göstermeksizin itaat ederse, o zaman tabiat ve fıtrata yaklaşmış olur.

151. İnsan, isyankâr bir tutum içine girip Allah'a itaat etmediği zaman cezadan kurtulamayacağını aklında tutmalıdır. Çünkü O, her şeyi kuşatmıştır ve O her şeyi bilicidir.

127 Kadınlar konusunda senden fetva isterler.152 De ki: "Onlara ilişkin fetvayı size Allah veriyor. Bunun yanısıra size bu kitapta okunmakta olan emirleri,153 yani kendilerine yazılan (hakları veya mirası)ı vermediğiniz154 ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz yetim kadınlar155 ve zayıf çocuklar (hakkında) ile yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız konsunda size Kitap'ta okunmakta olanlardır.156 Hayır adına her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.

128 Eğer157 bir kadın, kocasının zulüm ile eziyet etmesinden veya ondan yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış ile aralarını bulup düzeltmekte ikisi için de sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır.158 Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara'159 hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.160

129 Kadınlar arasında adaleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de- güç yetiremezsiniz. Öyleyse, büsbütün (birine) eğilim (sevgi ve ilgi) gösterip de öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın.161 Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.162

130 Eğer ikisi ayrılacak olurlarsa, Allah her birine 'genişlik (rızık ve ihsan) kaynaklarından' kazandırır (ihtiyaçlardan korur.) Allah, (rahmetiyle) geniş olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

131 Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: "Allah'tan korkup-sakının" diye tavsiye ettik. Eğer küfre saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan, hamd'e layık olandır.

AÇIKLAMA

152. Burada insanların kadınlarla ilgili sorular sordukları bildiriliyor. Bu soruların cevabı 128. ayette verilmiştir.

153. Bu, soruya cevap değil, fakat daha önceden sosyal reform yönünden meselenin önemini vurgulamak için genelde yetimler, özelde de yetim kızlarla ilgili verilen emirleri hatırlatan bir giriş niteliğindedir. Yetimlerin haklarına bu surenin 1-14.ayetlerinde büyük önemle değinilmiş olmasına rağmen, sorulmadığı halde Allah bu konuyu tekrar vurguluyor. Bu mesele, sosyal problemlerin çözümünde çok önemli bir yer tuttuğu için sorulan evlilikle ilgili sorunların çözümüne geçmeden önce Allah tekrar yetimlerin haklarını hatırlatıyor..

154. Burada bu surenin 3. ayeti ima ediliyor: "Eğer yetimlere haksızlık etmekten korkarsanız..."

155. Metindeki "Tergabuune en tenkihuhünne" sözleri aynı zamanda: "Evlenmek istediğiniz" anlamına da gelebilir. Hz. Aişe (r.a) şöyle buyuruyor: "Kendilerine servet kalan yetim kızların velileri onlara haksızlık yapmak için çok çeşitli yollara başvurmuşlardı. Eğer yetim kız zengin ve güzelse, onun servetini harcayıp, hiçbir malî sorumluluk yüklenmeden güzelliğinden de faydalanabilmek için onunla evlenmek istiyorlardı. Eğer yetim kız zengin, fakat çirkinse, ne kendileri onunla evleniyor, ne de başkalarının onunla evlenmesine izin veriyorlardı. Bu şekilde yetim kız kendi haklarını koruyacak bir veliye sahip olamıyordu."

156. Surenin 1. ayetinden 14. ayete kadar olan bölümde, yetim haklarına işaret edilmiştir.

157. 127. ayette sözü geçen hüküm bu paragrafta (128-134. ayetler) veriliyor. Bunu anlayabilmek için bu ayetlerin cevap teşkil ettiği sorunun mahiyetini çok iyi kavramak gerekir.

Bu surenin 3-5. ayetlerinde evliliğe konan sınırlamalarla ilgili birçok sorunlar başgöstermiştir. İslâm öncesi dönemde, bir kimse hiçbir sorumluluk duymaksızın istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Fakat bu ayetler, evlenilebilecek azami kadın sayısını dörtle sınırladı, kadınlara mehir hakkı verdi ve birden fazla kadınla evlenildiği takdirde onlar arasında adalet ve eşitliği şart koştu. Bazı durumlarda bu şartları yerine getirmek imkânsız olmaktadır. Sözgelimi, eğer bir kimsenin karısı kısırsa veya hasta ise veya onun için çekiciliğini yitirmişse veya cinsel birleşme için uygun değilse, insan ikinci bir hanımla evlendiğinde bazı prablemlerin ortaya çıkması tabiidir. İnsan iki karısını da aynı derecede sevecek mi veyahut cinsel birleşme konusunda ikisine de eşit davranabilecek mi? Eğer bunu yapmak mümkün değilse, adalet ikinci ile evlenmeden önce birinciyi boşamayı mı gerektirir? Veya birinci hanım kocası ile birleşmek istemiyorsa, kocanın kendisini boşamamasına karşılık bazı haklarından fedakârlık yapmaya razı ise, bu, adalet şartına aykırı bir durum mudur? Bu bölüm bu tür sorulara cevap veriyor.

158.Yani, "Bir kadın için haklarının bir kısmından fedakârlık ederek kocasıyla anlaşma yapması ve ömrünün bir bölümünü birlikte geçirdiği kocası ile birlikte yaşamaya devam etmesi, ondan boşanıp ayrılmasından daha hayırlıdır."

159. Kadın için bağnazlık; kendisinin bir kadını çekici yapan özellikleri yitirdiğini bilmesine rağmen, kocasından o özelliklere sahip bir kadına gösterilen ilgi ve sevginin aynısını bekleyip istemesidir. .

Diğer taraftan koca, çekiciliğini yitiren fakat yine de kendisiyle birlikte yaşamak isteyen karısının haklarını gözetmez ve onları dayanılmaz bir noktaya kadar kısarsa, o zaman bağnaz olur.

160. Allah tekrar kocadan karısına iyi davranmasını istiyor, çünkü erkek evlilikte güçlü olan taraftır. Kocayı, çekiciliğini yitirse bile yıllardan beri birlikte yaşadığı karısına iyi davranmaya teşvik ediyor. Allah, kocanın karısına karşı olan tutum ve davranışlarında kendisinden korkması gerektiğini bildiriyor. Kocanın Allah kendisine lütfetmeyip, kendisinde bazı eksiklikler varetseydi, nasıl dayanacağını tahayyül etmesi gerekir.

161. Allah, kocanın karılarının hepsine birden tam anlamıyla eşit davranmasının mümkün olmadığını, çünkü kadınların her yönden birbirlerine eşit olamayacaklarını bildiriyor. Bir kocadan çirkin karısına da, güzel karısına da aynı davranmasını veya genç karısına, yaşlı karısına, sağlıklı karısına ve hasta karısına, iyi huylu karısına ve kötü huylu karısına eşit davranmasını beklemek fazla bir beklenti olur. Bu ve buna benzer durumlar tabiî olarak kocanın birinden çok, diğer karısına eğilim göstermesine neden olur. Böyle durumlarda İslâm hukuku kocadan sevgi ve aşk yönünden karılarına eşit davranmasını istemez. İslâm hukukunun gerekli gördüğü nokta, bir kadının tamamen ihmal edilip kocasız bir kadın konumunda bırakılmamasıdır. Eğer kocası onu herhangi bir nedenle veya karısı istemediği için boşamıyorsa, en azından ona bir eş gibi davranmalıdır. Tabiî bu gibi durumlarda koca gözde olan kadına daha çok ilgi gösterir. Fakat diğer kadını sanki hiç onun karısı değilmiş gibi bir konumda bırakmamalıdır.

Bazıları bu ayetten yola çıkarak Kur'an'ın birden fazla kadınla evlenmeye izin verdiği halde "Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adalet yapamazsınız..." diyerek pratikte bu izni ortadan kaldırdığı sonucuna varmışlardır. Onlar bunun bütün bir emrin sadece bir bölümünü oluşturduğunu görmezden geliyorlar: "O halde (ilâhî kanunlara uyabilmek için) bir kadına tamamen yönelip de ötekini muallakta bırakmayın." Bu emir Kur'an'da izin verilen birden fazla kadınla evliliği gözönünde bulundurduğuna göre batılılaşmış kişilerin, İslâm'ın belli şartlar altında birden fazla kadınla evliliğe izin verdiği gerçeğinden kaçabilecekleri bir boşluk kalmamıştır.

162. Allah; Rahman ve Rahim olduğu için, tabii faktörler nedeniyle kaçınılmaz olan eksikleri de affeder. Şu şartla ki, kişi kasten ve isteyerek adaletsizlik yapmamalı ve mümkün olduğu kadar adil olmaya çalışmalıdır.

132 Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.

133 Eğer dilerse, ey insanlar, sizi giderir (yok eder) ve başkalarını getirir. Allah, buna güç yetirendir.

134 Kim dünya savab (yarar)ını isterse, dünyanın da, ahiretin de sevabı Allah katındadır. Allah işitendir, görendir.163

135 Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun.164 (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun;165 çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.

AÇIKLAMA

163. Müslümanları kadınlara ve yetimlere karşı adil olmaya teşvik etmek için Allah, her zaman olduğu gibi, sonuç bölümünde (130-134) kısa fakat etkili bir tavsiyede bulunuyor ve müminlere aşağıdaki şeyleri emrediyor:

1) Bir başkasının kaderini tayin edebileceğiniz veya bozabileceğiniz zannına kapılmayın ve eğer bir kimseden yardım ve desteğinizi çekerseniz, o kimsenin tamamen yardımsız kalacağını da sanmayın. Gerçekte sizin kaderiniz ve sizin desteklediğiniz kişilerin kaderi, tamamen Allah'ın elindedir ve siz Allah'ın, kullarını desteklemesine vesile olan tek vasıta değilsiniz. Göklerin ve yerin Sahibi'nin kaynakları çok geniş ve sınırsızdır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, dilediği kişiye dilediği şekilde yardım etme gücüne sahiptir.

2) Allah size ve sizden önceki ümmetlere, işlerini yaparken kalbinizde Allah korkusu olmasını emretti. Bu Allah için değil, sizin iyiliğiniz içindir. Eğer bu emirlere uymazsanız, Allah'a hiçbir zarar vermezsiniz, fakat kendiniz eski asi ümmetlerin yolundan gitmiş olursunuz. Kâinatın Hakimi olan Allah, hiçbir şekilde size muhtaç değildir. Allah'ın emirlerini uygulamazsanız sizi helâk eder ve yerinize başka bir topluluk getirir. Ve sizin ortadan kaldırılmanız O'nun Mülkü'nün büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez.

3) Allah bu dünyanın ve ahiret'in geçici veya kalıcı tüm fayda ve mükafatlarının sahibidir. Bunlardan kendi kapasiteniz ve cesaretiniz ölçüsünde seçim yapmak size düşer. Eğer bu dünyanın geçici nimetlerini istiyorsanız ve hatta ahiret'in kalıcı saadetini bunlara feda ediyorsanız, Allah istediklerinizi burada ve şimdi verecektir. Fakat ahiret'te bir payınız olmayacaktır. Kendi akılsızlığınız ve kafasızlığınız yüzünden Allah'ın lütuf deryasından sadece bir damlayı seçtiğinizi unutmamalısınız. O halde hem bu dünyanın, hem de ahiret'in sonsuz nimetlerine kavuşmanızı sağlayacak olan, itaat ve bağlılık yolunu seçmeniz sizin için daha hayırlıdır.

Bu tavsiyenin, "O her şeyi işiten ve her şeyi görendir" ifadesiyle bitirilmesi ayrıca anlamlıdır. Allah (hâşâ) sağır ve kör olmadığı için rahmet ve lütfunu kimlere dağıtacağı konusunda en ince ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Kendi hükmettiği kâinatta neler olduğundan ve herkesin niyet ve çabalarından haberdardır. O halde, O'na asi olan kimse, O'nun itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lütuftan pay beklememelidir.

164. "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun" sözleri çok önemlidir ve şunları anlatmak ister: "Sadece adaleti yerine getirmekle değil, haksızlığı ortadan kaldırıp yerine adaleti ve hakkı getirmek için adaletin koruyucuları ve şahitleri olmakla da yükümlüsünüz. Müminler olarak ne zaman sizin desteğinize ihtiyaç duyulsa, adaleti korumak için hemen harekete geçmelisiniz."

165. Yani, "Şehadetinizin tek gayesi, içinde hiçbir korku, kişisel çıkar ve taraf tutma bulunmaksızın Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır."

136 Ey iman edenler, Allah'a,166 Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü167 inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.

137 Gerçek şu, iman edip sonra küfre sapanlar, sonra yine iman edip sonra küfre sapanlar sonra da küfürleri artanlar...168 Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğruyola da iletecek değildir.

138 Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır.

139 Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların yanında mı arıyorlar?169 Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır.

AÇIKLAMA

166. Burada, iman eden kimselere, "Ey iman edenler! İman ediniz" denmektedir. Bu ilk bakışta bazı kimselere tuhaf gelebilir. Fakat aslında "iman" kelimesi, burada iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi, bir insanın küfürden vazgeçip iman etmesi ve ehli imandan sayılması anlamındadır. İkincisi, bir insanın tüm kalbiyle iman etmesi ve ciddi bir şekilde ihlasla düşüncelerini, zevklerini, sevgilerini, hayat tarzını, dostluk ve düşmanlıklarını, ilişkilerini inancına uygun bir biçime sokması, buna uygun arkadaşlıklar kurması, düşmanlıklarını ona göre ayarlaması ve tüm çabalarını inancına uygun bir yapıya sokması anlamınadır. Bu ayet, birinci anlamda müslüman olanlara, ikinci anlamda, yani tam bir mümin olmalarını emretmektedir.

167. Buradaki küfür iki durumu ihtiva eder:

1) Bir kimse açıktan İslâm'ı reddedebilir.

2) Bir kimse gerçekte (samimiyetle) inanmadığı halde İslâm'a bağlı imiş gibi görünebilir veya inandığını söylediği halde, davranışları onun İslâm'a inanmadığını gösterir.

Burada küfür iki anlamı da kapsar, kısaca ayet iki tür küfrün de İslâm inancı ile bir arada olamayacağını ve kişiyi Hak yoldan ayıran bâtıl yollara sürükleyeceğini bildirmektedir.

168. Bunlar imanı ciddi bir mesele olarak kabul etmeyen, kendi arzu ve isteklerini tatmin etmek için onlarla bir oyuncakla oynar gibi oynayan kimselerdir. Kafalarına eser, İslâm'ı seçerler, kafalarına eser aksi yöne saparlar ve kafirlerden olurlar. Veya çıkarlarına uygun düştüğünde müslüman olurlar ve kafirlikte menfaat varsa hiç tereddüt etmeksizin küfrü seçerler. Böyle kişilere Allah ne merhamet edecek, ne de onları doğru yola ulaştıracaktır. Onlar kendi kâfirlikleriyle kalmayıp daha da ileri giderek, diğer müslümanları İslâm'dan döndürmeye çalışırlar. İslâm sancağını indirip yerine küfür sancağını dikmek için İslâm aleyhine hile ve desiseler tertip ederler. Bu, insanın kişisel küfrüne ek bir günah teşkil ettiği için, İslâm'a inanmayan fakat düşmanlık da etmeyen kişiden daha büyük cezaya müstehaktır.

169. Arapça (izzet) kelimesi "bir kimsenin etrafındakilerden gördüğü saygı ve itibar" anlamına gelen "onur" kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. İzzet, dokunulmazlığa sahip, sarsılmaz yüce bir itibar anlamına gelir.

140 O, size Kitapta: "Allah'ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp-geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.170 Doğrusu Allah, münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.

141 Onlar sizi gözetleyip-durmaktalar. Size Allah'tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse: "Sizinle birlikte değil miydik?" derler. Ama kâfirlere bir pay düşerse: "Size üstünlük sağlamadık mı, mü'minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?" derler.171 Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez..

142 Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar.172

AÇIKLAMA

170. Müminlere İslâm'ı alaya alan kâfirlerle birlikte oturmama konusunda verilen emir, Nisa Sures'inden daha önce nazil olan En'am Suresi'nin 68. ayetinde yer almıştır. Bu emir müminlere, eğer kâfirleri Allah'ın ayetlerini alaya aldıkları sırada soğukkanlılıkla dinlerlerse, bu küfürde onların da pay sahibi olacaklarını bildirmektedir. Bu durumda onlarla kâfirler arasında hiçbir fark kalmayacaktır.

171. Münafıklar her dönemde dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm topluluğuna katılarak İslâm'ın sağladığı kolaylıklardan yararlanmışlardır. Aynı zamanda kâfirlerin arasına karışıp; "Biz onlarla birlikte görünsek de gerçekte müslüman olmadık. Kültürde, düşüncede, hayat tarzında, size daha yakınız. Menfaatlerimiz ve bağlılığımız sizinkilerin aynısı. Bu nedenle İslâm ile küfür arasındaki çatışmada sizin yanınızda yer aldığımızdan emin olun" diyerek onlardan da menfaat bakımından faydalanırlar.

172. Namazı cemaatle kılmak samimi bir müminle münafığı ayıran kıstas olarak kabul edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) zamanında, bir kişi düzenli ve vaktinde namaz kılmadıkça İslâm topluluğunun bir üyesi sayılmazdı. Her cemiyet ve kuruluş nasıl çok önemli bir neden olmaksızın, bu üyenin toplantıya katılmamasını ilgisizlik kabul eder ve sürekli devamsızlık halinde üyeyi cemiyetten uzaklaştırırsa, bir müminin cemaatle namaz kılmaması da onun İslâm'a olan ilgisinin azlığına işaret eder. Eğer sürekli olarak cemaatten uzak olursa, bu da onun İslâm'dan döndüğüne bir delil teşkil eder. İşte bu nedenle o dönemde münafıklar da günde beş vakit namazı katılmak zorundaydılar. Aksi takdirde İslâm toplumunun birer üyesi sayılmazlardı. Fakat gerçek müminlerle münafıkları ayıran nokta, müminlerin mescide büyük bir şevkle vaktinden önce gitmeleri ve namazdan sonra bile orada kalmalarıydı. Bu da onların ne kadar samimi olduklarını gösteriyordu. Diğer taraftan ezan sesi münafığa ölüm habercisi kadar korkunç geliyordu. Yine de isteksizce cemaate katılmak üzere kalkıyordu, fakat onun tüm davranışları namazı isteksizce kıldığını gösteriyordu. Daha sonra da sanki hapishaneden kaçar gibi mescidden aceleyle ayrılıyordu. Onun bütün davranışları, bir müminin aksine, onun Allah'ı anmaya hiçbir ilgi duymadığını gösteriyordu..

143 Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın.173

144 Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?

145 Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı da bulamazsın.

146 Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka;174 işte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah, mü'minlere büyük bir ecir verecektir.

147 Eğer şükreder175 ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir,176 bilendir.

148 Allah, zulme uğrayanlar dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allah işitendir, bilendir.

149 Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetiricidir.177

AÇIKLAMA

173. Hiç kimse, Kitap ve Sünnet'ten yüzçevirip, kendi yöneldiği yanlış yolda Allah'ın kendisini terkettiği, illa da sapmak istediği için Allah'ın bütün hidayet kapılarını kendisine kapattığı bir kimseyi hidayete ulaştıramaz. Allah'ın sünnetinde herkes arayıp kazanmak istediği şeye kavuşur. Örneğin, bir kimse rızkını helâl yoldan kazanmak istiyor ve buna çabalıyorsa, Allah ona helâl yolları açar ve onun niyetinin samimiliği nisbetince haram yolları kapatır. Bunun aksine eğer bir kimse rızkını haram yoldan kazanmak istiyor ve buna çabalıyorsa Allah ona haram yolları açar ve hiç kimse onu doğru yola ulaştıramaz. İstediği kişiyi istediği şekilde hidayete ulaştırmak Allah'a mahsustur, hiç kimse O'nun yardımı ve izni olmaksızın hiç bir yola koyulamaz. Bilâkis o herkese kendisi için seçtiği yolda yardım eder. Eğer bir kimse Allah'ı seviyor, Hakk'ı arıyor ve O'nun yolundan gitmek için samimi bir çaba harcıyorsa, Allah ona, doğru yola ulaştıran düşünce ve hareketlerde yardım eder, izin verir ve ona bu yolda ilerlemesi için destek sağlar. Fakat eğer bir kimse yanlış yolu seçer ve o sapık yolda ilerlemek isterse, Allah ona hidayet kapısını kapar ve ona kendisinin seçmiş olduğu sapık yolları açar. Hiç kimse böyle bir kişiyi yanlış düşüncelerden, kötü amellerden ve enerjisini sapık yolda harcamaktan alıkoyma gücüne sahip değildir. O halde kendi isteyerek doğru yolu kaybeden ve isteyerek saptığı için Allah'ın da kendisini saptırdığı zavallı kişiyi, hiç kimseler doğru yola ulaştıramaz.

174. İmanını Allah'a has kılan kişi bütün hayatını O'nun yoluna feda eder, ihlasla sadece O'na bağlanır ve tüm bağlılıklarını, ilgilerini ve sevgisini sadece O'na hasreder. Kısacası, onun Allah'a olan bağlılığı o kadar kuvvetlidir ki, herhangi bir şeyi veya kimseyi O'nun yoluna feda etmeye hazırdır.

175. Yani, "Eğer Allah'a ihlasla şükreder de O'nun verdiği nimet ve rızıklara karşılık O'na nankörlük edip karşı yolu seçmezseniz, Allah'ın sizi cezalandırması için hiçbir sebep olmaz.".

Şükrün belirtisi ihlasla Allah'ın lütfettiği nimetlerin kadrini bilmek ve bunu dil ile ikrar edep davranışlarla sergilemektir. Bu da üç şeyi ifade eder: Birincisi, şükreden kimse kendisine nimet verenin lütfunu iyice değerlendirmeli ve şükürde başkasını O'na ortak kabul etmemelidir. İkincisi, kendisine nimet veren varlığa sevgi ve bağlılık duymalı ve bu tür duyguları O'nun düşmanlarına karşı beslememelidir. Üçüncüsü, kendisine nimet verene itaat etmeli ve O'nun isteğine aykırı hareketlerde bulunmamalıdır.

176. Arapça şâkir kelimesi, Allah kastedildiğinde, Allah'ın kulunun hizmetlerini kabul ettiği anlamına gelir. Kullar kastedildiğinde ise kulun, verdiği nimetler karşılığında Allah'a şükrettiği anlamına gelir. Allah kullarının kendi yolunda yaptığı hizmetlerin nitelik ve niceliğini çok iyi bilir ve hepsine hakkı olan karşılığı verir, hatta onların hak ettiğinin kat kat fazlasını verir. Elbette O'nun kullarına karşı tutumu, insanların diğer insanlara karşı olan tutumlarından farklıdır. İnsanlar başka bir insanın yaptığı hizmetin kadrini pek bilmezler ve yaptığı bir hatayı büyütürler. Allah ise rahmeti ile kendi yolunda hizmet eden kullarının amellerini cömertce takdir eder; ayrıca kullarının hizmette yaptıkları kusurları görmezden gelme konusunda çok halim ve affedicidir.

177. Bu ayete bahsedilen ahlâkî değerler, en yüce değerlerdir. Müslümanlara faziletli olmaları, en azından sinirli anlarında sabretmeleri gerektiği öğretiliyor. Bu ayet nazil olduğu dönemde münafıklar, Yahudiler ve müşrikler mümkün olan her yönden İslâm'a karşı çıkıyorlar ve müslümanlara her fırsatta kötü davranıyorlardı. Bu nedenle müslümanların nefret ve kızgınlık hisleriyle dolu olmaları tabiiydi. Allah kalplerindeki duygu fırtınasına karşı onları uyarıyor ve zulmedilmiş, yani haklı olsalar bile nefret duygularını açığa vurup küfreden ve duygularının esiri olan kimseleri sevmediğini belirtiyor. İnkârcılara karşı müslümanlar olarak gizli veya aşikâr iyilik yapmaları veya en azından kötülüğe karşı kötülük yapmamaları gerektiği öğretiliyor: "Siz de Allah'ın Rahman ismini kendi karakterinizle yoğurmalısınız. Çünkü Allah o kadar bağışlayıcıdır ki, en asi kullarını bile affeder ve onlara rızk verir. Bu nedenle çok halim davranıp, en sinirli ve kritik anlarınızda bile bağışlayabilmelisiniz."

150 Allah'ı ve peygamberlerini (tanımayıp) küfre sapan, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, ve "Bazısına inanırız, bazısını tanımayız" diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler;

151 İşte onlar, gerçekten kâfir olanlardır.178 Kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.

152 Allah'a ve peygamberine inananlar ve onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayanlar, işte onlara ecirleri verilecektir.179 Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.180

153 Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.181 Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Böylece zulümlerinden dolayı onlara yıldırım çarpmıştı.182 Ardından kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, buzağıyı (ilah) edinmişlerdi.183 Yine bundan dolayı da onları affettik ve Musa'ya apaçık olan ispatlayıcı bir delil verdik.

AÇIKLAMA

178. Yani, "Şu insanların hepsinin aynı seviyede kâfir olduğunda şüphe yoktur: Allah ve Rasûlü'nü inkâr edenler, Allah'ı kabul edip Rasûlü'nü (s.a.)inkâr edenler, rasûllerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını reddedenler... Böyle insanların hepsi apaçık kâfirlerdir."

179. Yegâne hükmedici olarak Allah'ı kabul eden, yalnız O'na ibadet eden, O'nun gönderdiği bütün elçileri kabul edip, onların yolundan giden kimseler iyi amelleri ölçüsünde mükâfatlandırılacakları konunusunda temin ediliyorlar. Bunların aksine, Allah'ı tek Hakim ve Mâlik olarak kabul etmeyen veya rasûllerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayan kimselere ise acıklı bir azap vardır. Allah böyle kimselerin iyi amellerini kabul etmez, çünkü o'nun katında bu tür amelerin hiçbir değeri yoktur.

180. Allah, Rahman ve Rahim olduğu için kendisine ve rasûllerine inanan kimselerin amellerinin değerlendirilmesinde çok bağışlayıcı olacaktır ve böyle kimselere bir zorluk olmayacaktır.

181. Bu, Medineli Yahudilerin garip dileklerinden biri idi. Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle demişlerdi: "Sen gökten yazılı bir kitap indirmedikçe veya bu konuda herbirimize gökten 'Muhammed (s.a) bizim Rasûlümüzdür, O'na inanın' diye bir emir gelmedikçe senin Peygamber olduğuna inanmayacağız."

182. İsrailoğulları'nın günah listesindeki bu günaha da, Yahudilerin ne kadar küstah olduklarını anlatmak için kısaca değinilmiştir. Bu olay Bakara Suresinin 55. ayetinde anlatılmaktadır. (Ayrıntılar için bkz. Bakara an: 71).

183. İsrailoğulları Hz. Musa'nın (s.a) Allah'ın Rasûlü oluşundan beri apaçık ayetler görüyorlardı. Onlar Mısır'dan çıkarken Firavun ve ordusunun nasıl boğulduklarını gözlemişlerdi. Bu nedenle kendilerini Firavun gibi güçlü bir hükümdarın zulmünden (bir buzağının değil) Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kurtardığını biliyorlardı. Yine de kendilerini o denli putlara kaptırmışlardı ki, Allah'ı bıraktılar ve altın buzağıya tapmaya başladılar.

154 Kesin söz vermeleri dolayısıyla Tur'u üstlerine yükselttik184 ve onlara: "Bu kapıdan secde ederek girin" dedik185 ve onlara: "Cumartesinde haddi aşmayın" da dedik. Ve onlardan kesin bir söz aldık.186

155 Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerine karşı küfre sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür" demeleri nedeniyle (onları lanetledik.)187 Hayır;188 Allah, küfürleri dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.

156 (Bir de)189 Küfre sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri.190

157 Ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük"191 demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa192 onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi.193 Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur.194 Onu kesin olarak öldürmediler.

158 Hayır; Allah onu kendine yükseltti.195 Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

184. "Apaçık bir Emir"le Hz. Musa'ya (a.s) verilen levhalarda yazılı olan emir kastediliyor. (Bkz. Bakara: 63. ve A'raf: 171) Alınan söz, Tur Dağı eteklerinde İsrail'in ileri gelenlerinden alınan bağlılık yeminiydi. Bu olay Bakara Suresi'nin 63 üncü, A'raf Suresi'nin 171 inci ayetinde anlatılmaktadır.

185. Bkz. Bakara Suresi: 58-59 ve an: 75

186. Bkz. Bakara Suresi: 65 ve an: 82-83

187. Bakara Suresi'nin 88. ayetinde Yahudilerin bu tür sözlerine değinilmişti. Bâtıla tapan bütün müşriklerin Hakk'a karşı körlükleriyle övünmelerine uygun bir şekilde, Yahudiler de inançlarıyla o denli övünüyorlardı ki, babalarından miras aldıkları inanç, önyargı, âdet ve geleneklerine sımsıkı bağlıydılar ve onları bunlardan vaz geçmeye ikna etmek imkânsızdı. İşte bu nedenle Allah Rasûlü'nün (s.a) mesajını sağır bir kulakla dinliyor ve her zaman şu cevabı veriyorlardı: "Siz ne kadar kesin deliller getirseniz de davetinizi kabul etmemeye kararlıyız. İnandığımız ve uyguladığımız şeylere samimiyetle ve kuvvetle inanıyoruz." (Bkz. Bakara an: 94).

188. Bu, bir ara cümlesidir.

189. Bu, bahsedilen konunun devamı niteliğindedir.

190. İsa Mesih'in doğumu ile ilgili Hz. Meryem'e atılan iftira burada "küfür" olarak niteleniyor. Çünkü bu, masum Meryem'in veya oğlunun şahsına değil, Allah'ın Rasûlü İsa Mesih'e (a.s) yöneltilmiş bir iftira idi. Yahudiler onun mucize olarak babasız dünyaya gelişi konusunda hiçbir şüpheye meydan bulamadılar, çünkü Allah bütün topluluğu bu mucizeye şahit tuttu. İsrailoğulları'ndan soylu ve dindar bir aileye mensup olan Hz. Meryem yeni doğmuş bir çocukla eve döndüğünde orada büyük bir topluluk birikti ve ondan bir açıklama yapmasını istediler.

Fakat Hz. Meryem sadece çocuğa işaret etti. Kalabalık beşikteki bir çocuğun nasıl konuşabileceğini anlayamadılar, fakat onları şaşırtacak bir şekilde çocuk topluluğa hitap ederek fasih (düzgün) bir dille konuşmaya başlayarak; "Ben Allah'ın kuluyum. Allah bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı" (Meryem, 30) dedi. Bu şekilde Allah dedikoduyu kökünden kesmişti. Bu nedenle Hz. İsa (s.a) kendisini bir peygamber olarak ilân edinceye kadar kimse Hz. İsa'yı (a.s) gayri meşru bir çocuk olarak, Hz. Meryem'i zâniye olarak suçlayamadı. Hz. İsa (a.s) insanları Allah'ın yoluna çağırmaya, Yahudileri kötü amelleri nedeniyle azarlamaya, onların din adamları ve hakimlerinin münafıklıklarını ortaya çıkarmaya ve bütün toplumu ahlâkî bozulmaya karşı uyarmaya başlayınca, insanlar onun aleyhine döndüler; onun davetini kabul edip, Allah yolunda fedakârlık yapmak ve kötü hallerini düzeltmek yerine, bu isyankâr ve adi günahkârlar, Hakk'ın sesini kesmek için her tür pis düzen ve hileye başvurdular. İşte o zaman, otuz yıl boyunca Hakk'ı engellemek için büyük bir iftira uydurdular. Daha önce bunu söylememişlerdi, çünkü Hz. Meryem ve oğlunun böyle bir suçtan uzak olduklarını biliyorlardı.

191. Allah'ın Rasûlü olduğunu bildikleri halde Hz. İsa'yı (a.s) öldürmeye teşebbüs etmeleri onların ne kadar asi ve cüretkâr bir toplum olduklarını gösterir. Bir önceki notta beşikte iken konuşmasının, onun peygamberliği konusunda Yahudilerin zihninde hiçbir şüphe bırakmadığını görmüştük. Daha sonra onlara Onun, gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğunu gösteren apaçık ayetler (Al-i İmran: 49) gösterildi. Bu nedenle onların Hz. İsa'ya (a.s) karşı olan bu haşin tutumları, bir yanlış anlama neticesi değildi, bilâkis Allah tarafından elçi tayin edilen bir kişiye karşı girişilen kasıtlı bir tutumdu.

Bir topluluğun Allah'ın elçisi olduğunu bildikleri halde bir kimseyi öldürmeleri çok gariptir. Fakat bu yaşanmış bir olaydır, çünkü sapık toplulukların gidiş yolları çok gariptir. Onlar, kendi kötü davranışlarını eleştiren ve haram olan şeylerden meneden bir kimseye müsahama gösteremezler. Allah'ın elçileri olmalarına rağmen böyle kişiler, kendi sapık toplulukları tarafından işkence edilmiş, hapsedilmiş veya öldürülmüşlerdir.

Talmud'dan bunu destekler nitelikte bir bölüm sunuyoruz:

"Şehir ele geçirilince Nebukadanazar Mabed'in koruyucuları ve yöneticileri ile birlikte yürüdü... Duvarlardan birinde, sanki orada biri öldürülmüş ve yakınında biri vurulmuş gibi duvara saplanmış bir ok başı gördü ve: 'Burada kim öldürüldü?' diye sordu.

'Yüce rahip Yehoyada'nın oğlu Zekeriya' cevabını verdiler. 'O bizi, sürekli olarak zulmediyoruz' diye azarlıyordu. 'Biz de onun dinlemekten bıktık ve öldürdük.'"

Kitab-ı Mukaddes'te Yeremya Peygamber, Yahudileri zulümleri ve ahlâksızlıkları nedeniyle uyarmış ve onlara "Şayet bu zulme devam ederseniz, Allah sizleri başka kavimler vasıtasıyla helâk eder" demiştir. Bunun üzerine Yahudiler onu "Kildanilerin ajanı olmakla" suçladılar ve hapsettiler. Ayrıca Hz. İsa'nın (s.a) çarmıha gerilme hadisesinden 2,5 yıl önce Hz. Yahya (a.s) katledildi. Yahudiler Hz. Yahya'nın (a.s) peygamber, en azından aralarındaki en erdemli kişi olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen Kral Herod, onu önce hapsetti, sonra sevgilisinin isteği üzerine başını kestirdi.

O halde onların bu davranışları gösteriyor ki, Hz. İsa'yı (a.s) çarmıha gerdiklerinde büyük bir ihtimalle "Allah'ın Rasûlü'nü öldürdük" diye sevinmişlerdi.

192. Bu bir ara cümlesidir.

193. Bu ayetten Hz. İsa Mesih'in (a.s) çarmıha gerilmekten kurtarıldığı ve onun çarmıhta öldüğüne inanan Yahudi ve Hıristiyanların yanlış bir zanda bulundukları apaçık anlaşılır. Kur'an'ın ve Kitab-ı Mukaddes'in karşılaşmalı bir tahkiki, Platus'un mahkemesinde sorguya çekilenin, Hz. İsa'nın (a.s) kendisi olduğu tahminini destekler. Fakat onu ne öldürebilmişler, ne de çarmıha gerebilmişlerdir. Çünkü Allah onu kendisine yükseltmiştir.

Olay budur; Platus, Hz. İsa'nın (a.s) suçsuz olduğunu ve sadece kıskançlık nedeniyle kendi mahkemesine getirdiğini biliyordu. Bu nedenle kalabalığa Festival'de, "İsa'yı mı yoksa, meşhur hırsız Barabbas'ı mı serbest bırakmak istediklerini" sordu. Fakat rahipler ve büyükler, kalabalığı, Barabbas'ın serbest bırakılıp, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesini istemeye razı ettiler. Bundan sonra dilediği her şeyi yapmaya kadir olan Allah, Hz. İsa'yı (a.s) kendisine yükseltti ve onu çarmıha gerilmekten kurtardı. Ondan sonra çarmıha gerilen kişi şu veya bu şekilde Hz. İsa'nın yerine çarmıha gerildi. Yine de onun mucizevî kurtuluşu Yahudilerin aşağılık günahını azaltmaz, çünkü Yahudiler işkence ettikleri, yüzüne vurdukları, tükürdükleri ve acımasızca çarmıha gerdikleri kişiyi Meryem'in oğlu İsa (a.s) olarak biliyorlardı. Bu şahsın onlara ne şekilde "Hz. İsa benzeri" olarak gösterildiğini bilemiyoruz. Bu nedenle sadece tahmin ve söylentilere dayanarak, Meryem oğlu İsa (a.s) onlardan kurtulduğu halde Yahudilerin nasıl onu çarmıha gerdiklerine inandıklarını yorumlamak doğru değildir.

194. "O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler" Hıristiyanlardır. Hz. İsa'nın (a.s) çarmıha gerilmesi konusunda onların ortak bir inançları yoktur. Bu mesele hakkında birçok farklı inanca sahip olmaları, onların bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını gösterir. Bir inanca göre çarmıha gerilen kişi Hz. İsa (a.s) değil, O'na çok benzeyen bir adamdı. Yahudiler ve Romalı askerler bu adamı acımasızca çarmıha gererken Hz. İsa (a.s) onlara bakıp aptallıklarına gülüyordu. Başka bir görüşe göre, çarmıha gerilen kişi Hz. İsa (a.s) idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları da Hz. İsa'nın (a.s) çarmıhta öldüğüne, daha sonra tekrar dirilip havarileri ile birçok kez buluşup, konuştuğuna inanırlar. Bazıları O'ndan Kutsal Ruh çıkarılmıştır derler. Bazıları da Hz. İsa'nın (a.s) ölümünden sonra, insan vücudu içinde dirildiğini ve bu vücut içinde yükseltildiğini söyler. Tüm bunlar, Hıristiyanların bu konuda gerçek bir bilgiye sahip olmadıklarını, farklı görüşlerini sadece tahminlere dayandırdıklarını gösterir.

195. Burada Allah meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur'an, Yahudilerin Hz. İsa'yı (a.s) öldürmeyi başaramadıklarını, Allah'ın O'nu kendisine yükselttiğini açıkça söyler, fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah'ın O'nu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de O'nun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü ve mucizevi olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkân-sızdır. Aşağıdaki ifadeler olayın olağanüstü olduğu sonucuna götürür. Birincisi, Kur'an olay hakkında "Allah O'nu kendisine yükseltti" ve "Seni kendime yükselteceğim" (Al-i İmran: 55) sözlerini kullanır. Bu sözler, Hz. İsa'ya (a.s) ilâhî nitelikler atfeden Hıristiyan mezheplerinin birinin görüşü olan "Yükselme doktrini"ne destek olarak alınabilir. Bu olay olağanüstü ve mucizevi bir olay olmasaydı, Kur'an kendisinin reddettiği Hz. İsa'nın (a.s) ilâhlığı doktrinini destekleyebilecek bu tür belirsiz ve her anlama gelebilen sözler kullanmazdı.

İkincisi, eğer Allah, metinde geçen (158. ayet) kelimelerle (a) "Allah O'nu öldürdü" veya (b) "Allah O'nun makamını yükseltti" demek isteseydi, daha açık bir ifade kullanabilirdi. (a)nın yerine: "Şüphesiz onlar O'nu ne öldürdüler, ne de çarmıha gerdiler, fakat O'nu onlardan kurtardı ve sonra O kendi eceli ile öldü" sözleri kullanılabilir; (b)nin yerine ise "Onlar Onu çarmıha gererek alçaltmaya çalıştılar,fakat Allah Onun makamını çok yükseltti" ifadesi kullanılabilirdi. Bu tür bir ifade Hz. İdris Peygamber (a.s) hakkında kullanılmıştır: "Ve biz O'nu yüce bir makama yükselttik" (Meryem: 57).

Üçüncüsü, eğer burada anlatılan olay sadece Hz. İsa'nın (a.s) tabiî olarak ölmesi olayı olsaydı, hemen arkasından söylenen "Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" sözleri çok anlamsız olacaktı. Bu sözler ancak Allah'ın güç ve hikmetini gösteren olağanüstü bir olay sözkonusu olduğunda kullanılır. Bu ayetten (158) Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü şeklinde bir sonuç çıkarabilmemize destek teşkil eden tek nokta, bu olayla ilgili Al-i İmran suresinin 55. ayetinde geçen "müteveffik" kelimesidir. Fakat Al-i İmran suresinin an: 51'de "teveffa" kelimesinin sözlükte "ruhu kabzetmek" anlamına değil, bedeni, ruhu veya her ikisini birlikte "almak ve ele geçirmek" anlamına geldiği konusunda açıklığa kavuşmuştur. Bu kelime iki şekilde de tefsir edilebildiği için bu kelimenin anlamı, yukarıda "Allah O'nu öldürdü" fikrine karşı öne sürülen delillerin hiçbirine ters düşmez. Ayeti bu şekilde tefsir edenler "müteveffa" kelimesinin hem ruh, hem de bedenin kabzedilmesi anlamında hiçbir yerde kullanılmadığını öne sürerler. Fakat bu çok saçmadır, çünkü bu olay tarih boyunca kendi türünde meydana gelmiş tek olaydır. Göz önünde bulundurulması gereken tek nokta, bu kelimenin sözlük anlamı bakımından bu anlamda kullanılıp kullanılmayacağıdır. Eğer sözlükten bu kelimenin bu anlamda kullanılabileceği anlaşılırsa, ki öyledir, o zaman şu soruya cevap vermeliyiz: Kur'an ölüm için direkt bir söz kullanmak yerine, neden Hz. İsa'nın (a.s) ilahlığı inancına sebep olan göğe yükselme inancına destek teşkil edebilecek şekilde yorumlanabilen belirsiz bir kelime kullanmıştır? Bu kelimenin kullanılması, olayla ilgili olağanüstü bir durumun söz konusu olduğunu gösterir. Bunun ötesinde göğe yükselme inancı daha sonraları, Meryemoğlu İsa'nın (a.s) yeryüzüne dönüp Deccal'le savaşacağını bildiren hadislerle de desteklenmiştir. (Bu hadisler Ahzab suresinin tefsirine ek olarak ilâve edilmiştir). Bu hadisler açıkça Hz. İsa'nın (a.s) tekrar yeryüzüne geleceğini bildirir. Bu nedenle Hz. İsa'nın (a.s) bir yerde ölü olmaktan çok, ikinci gelişine dek evrenin bir yerlerinde yaşıyor olduğuna inanmak daha mantıklı olacaktır.

159 Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur.196 Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahid olacaktır.197

160 (Kısaca)198 Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kişiyi Allah'ın yolundan alıkoymaları199 nedeniyle (önceleri) kendilerine helal kılınmış güzel şeyleri onlara haram kıldık.201

161 Ondan nehyedildikleri halde faiz almaları 200 ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık.) Onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azab hazırlamışızdır.202

162 Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar.203 Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar; işte onlar, Biz onlara büyük bir ecir vereceğiz.

AÇIKLAMA

196. Bu, iki şekilde tefsir edilmiştir. (Burada ehl-i kitap Yahudileri kastedilir ama Hıristiyanlar da olabilir.) Mealde uygulanan birinci tür tefsire göre: "Hz. İsa'nın (a.s) ölümü sırasında hayatta olan bütün ehl-i kitap O'na, yani peygamberliğine inanmışlardır." İkinci tefsir şekli ise şöyledir: "ehl-i kitaptan hiç kimse yoktur ki, ecelleri gelmeden önce O'na inanmış olmasın" Yani, ölmeden önce ehlikitaptan her biri Hz. İsa'nın (a.s) gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna inanır, fakat artık bunun hiçbir faydası olmaz. Bu iki tür tefsir de birçok sahabe, tabiun ve çağdaş müfessirler tarafından kabul edilmiştir; fakat hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.

197. Yani, "Allah'ın huzurunda Hz. İsa (a.s) Yahudi ve Hıristiyanların Onun getirdiği mesajı reddettikleri, değiştirdikleri ve bozdukları hakkında şahitlik edecektir." Bu şahitlikle ilgili bazı ayrıntılar Maide Suresi 116-117. ayetlerde yer almıştır.

198. Bir parantez açılarak kesilen ana tema buradan tekrar başlıyor.

199. Kendilerine Allah'tan bir kitap gelen ve O'nun peygamberini gören Yahudiler sadece kendileri Allah yolundan uzaklaşmakla kalmadılar. O'nun doğru yoluna engel de oldular. Onların Hakk'ı yaymak için girişilen tüm hareketlere karşı çıktıkları, bu tür hareketlerin önüne engeller koydukları ve Allah'ın yolunun aksi istikametinde hareket başlattıkları bir gerçektir. Onların en son günahı, tarihte ilk defa hayat ve yönetim sistemini, açık ve kasıtlı olarak Allah'ı inkâ-ra dayandıran ve Allah'a ibadeti ortadan kaldırmak için O'nun kanunlarına apaçık karşı çıkan ilk sistem olan Komünizm'i kurmuş olmalarıdır. Modern çağın, insanları saptıran bir başka doktrininin (Freudculuğun) kurucusu da yine bir Yahudidir.

200. İşte Kitab-ı Mukaddes'te faizi yasaklayan apaçık bir madde; "Kullarımdan fakir olanlardan birine borç para verdiğinizde ona tefeci gibi davranmayın ve onun üstüne faiz yüklemeyin."

"Eğer komşunuzun elbisesini ödünç almışsanız, onu güneş battığında geri teslim etmelisiniz;

Çünkü o onun tek elbisedir, onun derisini kapatan giysidir. Vermezseniz ne ile uyuyacak? O bana dua edip ağladığında Ben onu duyarım, çünkü Ben affediciyim". (Çıkış, 11, 15-27).

Bunun yanısıra faiz, Tevrat'ın birçok yerinde de yasaklanmıştır. Fakat bu yasaklamalara rağmen, Tevrat'a inandıklarını söyleyen Yahudiler, dünyanın en büyük faizcileridir, cimrilikleri ve vicdansızlıkları ile ün salmışlardır.

201. Büyük bir ihtimalle bu, En'am Suresi 146. ayetinde geçen hususa değinmektedir; yani tüm tırnaklı hayvanlar, koyun ve öküzün yağları Yahudilere haram kılınmıştı. Bunun yanısıra, Yahudi din adamlarının, din kitaplarında kendi kendilerine yasakladıkları şeyleri de kastetmiş olabilir. Gerçekte hayat standartının bu şekilde daraltılması bir toplum için çok büyük bir cezadır. (Ayrıntılar için bkz. En'am an: 122)

202. Allah'ın, dini tahrif eden, Allah'a itaatten uzaklaşan, küfür ve isyanı benimseyen Yahudilere, nasıl ibret olacak bir ceza hazırladığına tarih şahittir. Son ikibin yıldır Yahudiler, onur içinde yaşayabilecekleri bir beldeye sahip olmamışlardır. Tüm dünyaya yayılmakta ve her yerde yabancı gibi karşılanmaktadırlar. O kadar zengin olmalarına rağmen, dünyanın hiçbir yerinde saygı ve itibar görmemektedirler. Bundan başka bu millet, diğer milletler için yaşayan bir örnek olarak hayat sürmeye devam etmektedir. Oysa diğer milletler itibardan düştüklerinde yok olup gitmişlerdir. Böylece Allah onların, kötülerin "ne ölüm, ne de hayat içre olamayacakları" Cehennem azabından bir kısmını bu dünyada tatmalarını sağlamış oluyor. Çünkü onlar, Allah'ın kitabını beraberinde taşıdıkları halde, Allah'a isyanda aşırı gidiyorlardı. Cehennem'de görecekleri azabın ise, bundan kat kat fazla olacağı söylenebilir. İsrail devletinin varlığı ile ilgili yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için, Al-i İmran Suresi 112. ayetine ve onunla ilgili açıklayıcı nota (90) bakınız.

203. Burada, ilâhî kitapların niteliklerini çok iyi bilen, adil, doğru ve her tür önyargı, isyan ve zulümden uzak olan Yahudi alimleri kastediliyor. Onlar körcesine babalarının dinine tâbi olmamış ve vahyolunan kitaptan öğrendikleri Hakk'a hemen tâbi olmuşlardır. Bu nedenle onlar Kur'an öğretilerinin kendi peygamberlerinin öğretileriyle aynı olduğunu kolayca anlamışlar ve samimiyetle her ikisine de inanmışlardır.

163 Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.204 İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur verdik.205

164 Ve sana daha önceden gerçekten haberlerini aktarıp-verdiğimiz peygamberler ile sana haberlerini aktarıp vermediğimiz peygamberlere de (vahyettik). Allah, Musa ile de konuştu. 206

165 Peygamberler; müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular207 olarak (gönderildi). Öyleki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın.208 Allah, üstün ve güçlü olandır, hikmet ve hüküm sahibidir.

AÇIKLAMA

204. Bu, Hz. Muhammed'in (s.a) yeni bir şey getirmediğini, tarihte ilk defa yeni bir şeyi iddia etmediğini vurgulamak, O'nun gerçekte kendisinden önce gelen tüm peygamberlerle aynı kaynaktan vahiy aldığını ve dünyanın her tarafına gelen bütün peygamberlerin getirdiği Hak ve gerçeğin aynısını getirdiğini göstermek içindir.

"Vahiy" sözlükte (1) İşaret etmek, (2) İma ile iletişim kurmak, (3) Gizli bir şekilde ifade etmek, (4) Bir mesaj göndermek anlamlarına gelir.

205. Şu anda elde bulunan Kitab-ı Mukaddes'te, Mezmurlar kitabının sadece bir bölümü, Hz. Davud'un (a.s) Mezmurlarından oluşur ve O'nun adı ile anılır. Diğer bölümler başka insanlar tarafından söylenmiş mezmurlardır ve onların adlarıyla anılırlar. Gerçekte Zebur, yani Hz. Davud'un (a.s) mezmurları incelendiğinde, onun Allah katından gelme bir kitap olduğu kolayca anlaşılır. Aynı şekilde Hz. Süleyman'ın (a.s) meselleri kitabına da eklemeler yapılmıştır ve son iki bölümün ekleme olduğu çok açıktır. Fakat buna rağmen Meseller'in büyük bir kısmı Hakikat ve Hikmet doludur. Aynı şey Hz. Eyyub'un (a.s) kitabı için de geçerlidir. Bu kitap incelendiğinde, hikmet dolu olduğu görülmesine rağmen, kitabın tümünün Hz. Eyyub'a (a.s) atfedilmesi yanlıştır. Kur'an'ın ve Eyyub kitabının giriş bölümlerinin, Hz. Eyyub'un (a.s) gösterdiği sabra şahitlik ediyor olmasına rağmen, bu kitabın son bölümlerinde Hz. Eyyub'un (a.s) Allah'a şikâyette bulunduğu ve arkadaşlarının O'nun Allah'ın adaletsiz olmadığı konusunda yatıştırmaya çalıştıkları yer alır.

Bunun yanısıra, Eski Ahit'teki İsrail peygamberlerinden on yedi kitabın hepsinin büyük bir bölümü gerçek vahiydir. Özellikle Yesu, Yeremya, Hezekiel ve Amos'un kitaplarında vahyin azametini gösteren ve insan gönlüne neşve veren ibareler vardır. Onlardaki yüce ahlâkî öğreti, putperestliğe karşı açılan savaş, Allah'ın birliğini ispatlayan deliller akla uygun tezler ve İsrailoğulları'ndaki bozulmayı eleştiren bölümler gösteriyor ki, bunlar, Hz. İsa'nın (a.s) Yeni Ahit'teki vaazlarıdır ve Kur'an'la aynı kaynaktan gelmektedir.

206. Vahyin, Hz. Musa'ya (a.s) geliş şekli diğer peygamberlere geliş şeklinden farklıydı. Diğer peygamberler ya bir ses duymuşlar, ya da Melek'ten mesaj almışlardır. Fakat Hz. Musa, (a.s) Kur'an'da (Ta-Ha: 11-48) sözü geçen (Allah'la doğrudan konuşma) ayrıcalığına sahip olmuştur. Bu ayrıcalıktan Kitab-ı Mukaddes'te de bahsedilir. "ve Rabbi Musa ile bir kimsenin arkadaşı ile konuşması gibi yüz yüze konuştu" (Çıkış, 33: 11).

207. Yani, "Bütün peygamberlerin bir tek görevi vardır. Onlar ilâhî mesaja inanan ve ona uygun bir şekilde hallerini düzeltenleri müjdelemiş yanlış düşünce ve hareketleri benimseyenleri de kötü bir akıbetle korkutmuşlardır."

208. Bütün peygamberler, insanların önünde Hak Yol'u teorik ve pratik olarak sergilemekten başka bir amaçla gönderilmemişlerdir, ki kıyamet gününde günahkâr bir kul, Hakk'ı bilmediğini söyleyerek mazeret öne süremesin. İşte bu nedenle Allah, yeryüzünün çeşitli yerlerine çeşitli peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bu peygamberler, hak bilgisini büyük sayıda bir insan topluluğuna ulaştırmışlar ve arkalarında insanlara hidayet rehberi olarak kitaplar bırakmışlardır. Artık buna rağmen yolunu sapıtan kişi, suçu Allah'a ve rasûllerine atamaz. Bundan kendisi sorumludur, çünkü Hakk kendisine geldiğinde onu kabul etmemiştir. Yahut da sorumluluk, Hakk'ı bilen, fakat bunu sapık kişilere tebliğ etmeyen kişidedir.

166 Fakat Allah, sana indirdiğiyle şahidlik eder ki, O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahittirler. Şahid olarak Allah yeter.

167 Şüphesiz, küfredenler ve Allah yolundan alıkoyanlar, gerçekten uzak bir sapıklıkla sapıtmışlardır.

168 Gerçek şu ki, küfredenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir;

169 Ancak, onda ebedi kalmaları için cehennem yoluna (iletecektir.) Bu da Allah'a pek kolaydır.

170 Ey insanlar, şüphesiz peygamber size Rabbinizden hakla geldi. Öyleyse iman edin, sizin için hayırlıdır. Eğer küfüre sayarsanız, şüphesiz göklerde olanların ve yerde olanların tümü Allah'ındır.209 Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.210

AÇIKLAMA

209. Yani, "Siz inkâr ve isyanınızla kendinizden başkasına zarar veremezsiniz. Çünkü sizin göklerin ve yerin sahibine zarar vermeniz imkânsızdır."

210. Yani, "Allah her şeyden haberdardır, bu nedenle O'nun mülkünde çıkarabileceğiniz hiçbir fesat cezasız kalmaz. O Hakim'dir ve kendi emirlerine isyan edenlere ne yapacağını bilir."

171 Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin,211 Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın peygamberi ve kelimesidir.212 Onu (OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur.213 Öyleyse Allah'a ve peygamberine inanınız;214 "üçtür"215 demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir.216 Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur.217 Vekil olarak Allah yeter.218

AÇIKLAMA

211. Burada "Kitap ehli" ile, dinde sınırı aşan ve Hz. İsa'ya (a.s) olan aşırı sevgileri nedeniyle Onu ilâh mertebesine çıkaran Hıristiyanlar kastediliyor. Bu, diğer aşırı uca yönelerek Hz. İsa'ya (a.s) düşmanlık gösteren Yahudilerin (diğer Kitap ehli) tam aksi bir durumdadır.

212. Hz. İsa (a.s), babasız dünyaya geldiği için çoğunlukla "Allah'ın kelimesi" diye anılır. Allah, Hz. Meryem'in hiçbir erkek dokunmadan hamile kalmasını emretmiş ve Hz. Meryem de Hz. İsa'ya (a.s) hamile kalmıştır. Başlangıçta Hıristiyanlara Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın emri (kelimesi) ile babasız dünyaya geldiği söylenmişti, fakat onlar yine de felsefesinden etkilendikleri için "kelime"yi (emir) "İlâhî kelâm" anlamında kabul ettiler. Daha sonra "İlâhî kelâm"ı "Logos"a çevirdiler. Daha sonra Hz. İsa'nın (a.s) ilâhlığı inancını savunan bâtıl Logos doktrinini kurdular. Bu şekilde Allah'ın kendisini veya kendi kelâm sıfatını Hz. İsa'nın kişiliğinde tezahür ettirdiğine inanmaya başladılar. (Bkz. Yuhanna, 1; 14).

213. Burada Hz. İsa, (a.s) "Allah'tan bir ruh" olarak anılmaktadır. Bakara Suresinin 253. ayetinde de Allah'ın Hz. İsa'yı (a.s) "Kutsal ruh" ile takviye ettiğinden bahsedilir. İki durumda da bu, Allah'ın Hz. İsa'yı (a.s) yüksek ahlâkî faziletlere ve mükemmel bir hak sezgisine sahip ve tüm kötülüklerden uzak kutsal bir ruhla teçhiz ettiği anlamına gelir. Hıristiyanlara bu öğretilmiş olmasına rağmen, onlar yine aşırı giderek "Allah'tan bir ruh"u, "Allah'ın ruhu" diye değiştirdiler ve Kutsal ruhun anlamını Hz. İsa'ya (a.s) hülûl eden "Allah'ın kendi ruhu" diye saptırdılar. Dinde yaptıkları bu saptırmalar "üçlü doktrin" inancına neden oldu. Üçün birliği, yani Baba, Oğul, ve Kutsal ruh'un bir tek Tanrıda birleşmesi inancı.

"Allah'tan bir ruh" ifadesini Matta İncili'ndeki ifadesinin tersine "Allah'ın ruhu" (Kutsal ruh) diye değiştirdiler. Oysa Matta'da (1; 20) "Meryem'de hasıl olan şey 'Kutsal ruh'tan' idi ifadesi geçiyordu. Yani Kutsal ruh'un kendisi değildi.

214. Yani, "Hz. İsa (a.s) sadece Allah'tan bir ruh olduğuna ve O'nun ilâhlıkta bir payı olmadığına göre, sınırları aşmayın ve sadece Allah'a inanıp Hz. İsa (a.s) dahil bütün rasûllerine inanın." Hz. İsa'nın (a.s) öğrettiği gerçek de budur ve gerçek Hıristiyan da buna inanmalıdır.

215. Hıristiyanlar üçün birliğine (teslis) inandıkları için eliştiriliyorlar ve onlara haddi aşmamaları tavsiye ediliyor. Garip görünmesine rağmen Hıristiyanların hem Allah'ın birliğine, hem de teslise inandıkları bir gerçektir. Çünkü hiçbir Hıristiyan Hz. İsa'nın (a.s) Kitab-ı Mukaddes'teki sözlerine göre Allah'tan başka ilâh olmadığı gerçeğini reddedemez. Fakat Hıristiyanlığın daha ilk döneminde Logos doktirinin ortaya çıkması, onları yanlış bir inanca yöneltti. Allah ve Kutsal ruh ile birlikte Hz. İsa'nın (a.s) ilâhlığına inanmaya başladılar. O zamandan beri bu iki zıt inancı uzlaştırmak onların en önemli çıkmazları olmuştur ve onsekiz yüzyıldan beri Hıristiyan İlâhiyatçılar bu kendi icat ettikleri sorunu çözmeye çalışmaktadırlar. Bundan başka, bu doktrinlerin değişik yorumları üzerine birçok Hıristiyan mezhebi kurulmuş ve her mezhebin diğerini küfürle suçladığı birçok dinî tartışmalar ortaya çıkmıştır. Kısacası bütün alimler ve tefsirciler ne Allah, ne de Hz. İsa (a.s) tarafından ortaya konulmayan bu meselenin çözümlenmesi için uğraşmaktadırlar. Bu sorunun çözümünün olmadığı açıktır; çünkü hiç kimse, hem üç kişinin ilâhlığını paylaştıkları, hem de Allah'ın hiç ortağı olmaksızın tek olduğu inancını savunan bir sorunu çözümleyemez.

Bu ikilem, onların ilâhî sınırları aşmaları sonucu ortaya çıktığı için, ancak haddi aşmaktan sakınırlar, Hz. İsa'nın (a.s) ve Kutsal ruh'un ilâhlığı inancından vazgeçerler, yalnız Allah'a ibadet edip bağlanırlar ve Hz. İsa'yı (a.s) Allah'ın ilahlığına ortak değil Allah'ın Rasûlü olarak kabul ederlerse bu ikilem çözülebilir; ancak tüm şartlar yerine getirildiğinde mümkündür bu.

216. Bu ayet, Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olduğuna inanan Hıristiyanların haddi aştıkları dördüncü noktayı reddeder. Bu inançla onlar, kendi dinlerinin sınırını aşmışlardır. Yeni Ahid'in ilk üç kitabına göre (bu sözler güvenilir kabul edilse bile) Hz. İsa (a.s) Allah'la insan arasındaki ilişkiyi baba ile oğul arasındaki ilişkiye benzetmiştir ve İsrailoğulları arasında yaygın olan geleneğe göre, Allah'a mecazi olarak baba demiştir. Eski Ahid'te de buna benzer birçok örnekler vardır. Hz. İsa (a.s) "Baba" kelimesini kavminin kullandığı anlamda da kullanmıştır. O, Allah'ı sadece kendi babası olarak değil, tüm insanlığın babası olarak adlandırmıştır. Fakat buna rağmen Hıristiyanlar sınırı aşıp Hz. İsa'yı (a.s) Allah'ın tek oğlu olarak ilân etmişlerdir. Onlar, bu saçma inancı, Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın tezahürü olduğu ve O'nun Kelimesi Ve Kutsal ruhu'nun tecessüm etmiş şekli olduğu varsayımına dayandırmışlardır. Aynı zamanda Allah'ın bütün insanlığın işlediği günahın yükünü üzerine alması, çarmıha gerilmesi ve kendi kanı ile insanların günahlarına kefaret olması için, kendi biricik oğlunu yeryüzüne gönderdiğine inanarak, büyük bir sapıklığa düşmüşlerdir. Bu inanç tamamen onların hayallerinin ürünüdür, çünkü Hz. İsa'nın (a.s) bunu destekler nitelikte bir tek sözü bile yoktur.

Burada Allah "Kefaret" doktrinini reddetmiyor, çünkü bu Hıristiyan inancının temel bir ilkesi değildir. Bilâkis (a) Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olduğu inancının (b) "Eğer Hz. İsa (a.s) Allah'ın oğlu ise, neden çarmıha gerilerek öldürüldü?" sorusuna verilen felsefî ve mistik cevabın bir yan ürünüdür. Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olmadığı ve çarmıhta ölmediği gösterildiğinde, bu doktrin de zaten otomatik olarak reddedilmiş olmaktadır.

217. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ın olduğu için, onlardan hiçbiri O'nun baba-oğul ilişkisi içinde değil, bilâkis efendi ve köle ilişkisi içindedirler.

218. Allah mülkünü idare etmeye yeter ve bunun için bir oğula ihtiyacı yoktur.

172 Mesih de, yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler de, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O'na ibadet etmeğe 'karşı çekimser' davranırsa ve büyklenme gösterirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzurunda toplayacaktır.

173 Ama iman edenler ve salih amellerde bulunanlar, onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara kendi fazlından ekleyecektir de. Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (veli) koruyucu-dost ve yardımcı da bulamıyacaklardır.

174 Ey insanlar, Rabbinizden size 'kesin bir kanıt (burhan)' geldi ve size apaçık bir nur (Kur'an) indirdik.

175 İşte Allah'a iman edenler ve O'na sarılanlar, onları kendisinden olan bir rahmetin ve bir fazlın içine yerleştirecektir ve onları Kendisine varan dosdoğru bir yola yöneltip-iletecektir.

176 Senden fetva isterler.219 De ki: "Allah, 'çocuksuz ve babasız olanın (kelâlenin)' mirasına ilişkin hükmü açıklar:220 Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi221 varsa, geride bıraktıklarının yarısı kız kardeşinindir. Ama (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi (erkek kardeşi)222 ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır.223 Ama (mirasçılar) erkekler ve kız kardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp sapmayasınız diye- açıklar. Allah, her şeyi bilendir.

AÇIKLAMA

219 176. ayet bu sure nazil olduktan çok uzun bir süre sonra indirilmiştir. O kadar sonra nazil olmuştur ki, bazı hadislere göre bu, Kur'an'ın nazil olan son ayetidir. Sıhhatçe güvenilir hadislere göre bu ayet, H. 9. yılda Nisa suresi tam bir sure olarak okunurken nazil olmuştur. Bu nedenle, bu ayet surenin başında mirasla ilgili ayetlere eklenmemiş, fakat bir ilâve şeklinde surenin sonuna eklenmiştir.

220. "Kelale"nin anlamı konusunda farklı görüşler vardır. Bazı müfessirlere göre Kelale, ne çocuğu, ne babası, ne de dedesi hayatta olmaksızın ölen kişidir. Bazılarına göre ise, babası veya dedesi hayatta olsun olmasın, geride çocuk bırakmadan ölen kimse demektir. Hz. Ömer de (s.a) bu konuda kesin bir karara varamamıştır. Bununla birlikte fakihlerin çoğu Kelale'nin, babası ve dedesi kendisinden önce ölmüş olan ve geride çocuk bırakmaksızın ölen kişi olduğu yolundaki Hz. Ebu Bekir'in (r.a) görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüş, Kur'an tarafından da desteklenmektedir. Çünkü Kur'an'da Kelale'nin mirasının yarısının kız kardeşe verilmesi gerektiği bildiriliyor. Oysa baba hayatta olsa kız kardeş mirastan hiçbir pay alamaz.

221. Burada ortak anne-babadan veya aynı babadan olma kız ve erkek kardeşlerin kastedildiği konusunda görüş birliği vardır. Hz. Ebu Bekir (r.a) bu şekilde tefsir etmiş ve sahabenin hiçbiri, bu konuda ona ihtilaf etmemişlerdir.

222. Başka varis olmadığında erkek kardeş mirasın tümünü alır. Örneğin çocuğu olmayan kadının kocası hayatta ise, kadının kardeşi, kocaya düşen pay verildikten sonra geriye kalan bütün mirasa sahip olur.

223. Aynı durum ikiden fazla kızkardeş için de geçerlidir.