15 Haziran 2007 Cuma

ŞURA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı 38. ayette geçen "şura" kelimesinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Nüzul zamanıyla ilgili kesin kayıt bulunmamasına rağmen bu sure muhtemelen "Fussilet Suresi"nden hemen sonra nazil olmuştur. Çünkü bu surenin muhtevası, "Fussilet Suresi"nin adeta bir devamı niteliğindedir. Fussilet Suresi'ni dikkatle mutalâa eden bir okuyucu; Mekke ve civarındaki her hassas insanın açıkça müşahede edebilmesi için, Kureyş'in ileri gelenlerinin ne kadar haksızca muhalefet yaptıklarını, buna mukabil Hz. Peygamber'in (s.a) davasının ne kadar ciddi ve mantıklı, kendisinin ne kadar şerefli bir insan olduğunun anlatıldığını görecektir. Bu hususun tam akabinde, İslâm davası öylesine net bir şekilde ortaya konmuştur ki, hakikate saygı gösteren bir kimsenin, artık Kur'an'ı reddetmesi mümkün değildir. Ancak dalâlet içinde olanlar müstesna. Çünkü onlar kör ve sağırlar gibidirler ve girdikleri cehalet bataklığından da çıkamazlar.

Konu: Surenin girişinde şöyle denilmiştir: "Sizler, elçimizin getirdiği mesaj hakkında niçin dedikodu yapıyorsunuz? Rasulullah'ın (s.a) bu daveti yeni bir şey olmadığı gibi, bu davet tarihte ilk defa gönderiliyor da değildir. Nitekim Allah, daha önce de seçtiği kullarına vahyini indirmiş ve insanlara hidayet göndermiştir. O halde kainatın yaratıcı ve hakimi olan Allah'ın biricik ma'bud oluşunda ne gibi bir acaiplik bulunmaktadır?

Asıl acaip olan, Allah'ın yarattığı nimetlerden yararlanmanıza rağmen, başkalarını ma'bud ittihaz etmeniz ve sizleri tevhide davet eden birine kızmanızdır. Oysa sizleri ve kainatı yaratan Allah'a ortak koşmanız, çok büyük bir cürümdür. Bu yüzden, göğün üzerinizde çatlaması, hiç de acaip olmaz. Sözkonusu küstahlığınıza melekler dahi hayret etmekte ve her an azabın üzerinize gelebileceğinden çekinmektedir.

Bundan sonra bir şahsın nebi veya rasul olarak gönderilmesinin, onun, insanların kaderini elinde tuttuğu ve onların nasiplerini değiştirebileceği anlamına gelmeyeceği anlatılmaktadır. Zaten hiçbir peygamber, böyle bir iddiada da bulunmamıştır. İnsanların kader ve kısmetleri ancak Allah'ın elindedir. Peygamberlerin vazifesi ise, sadece gaflet içinde olanları uyarmak ve onlara doğru yolu göstermektir. Peygamberi inkar ederek, ondan yüz çevirenlerden hesap sorulacak ve muhakkak surette azaba çarptırılacaklardır. Ancak, bunu Allah yapacaktır. Dolayısıyla, kendilerine tabi olmadığınızda ya da karşı geldiğinizde, sizleri helâk etmek ve kahretmekle tehdit eden dinî önderlerinizin iddia ettiği gibi, peygamberlerin de aynı iddiayla ortaya çıktığı düşüncesini zihninizden çıkarın. Bu yanlışın tashihi yanısıra, şu hususa da değinilmiştir: "Peygamber (s.a) sizlerin iyiliğinizi ister, kötülüğünüzü değil. Bu yüzden o, takip ettiğiniz yolun felakete götürdüğünü söyleyerek sizleri doğru yola davet etmektedir."

Daha sona Allah Teâlâ; "Niçin her insanı doğuştan hak yola koymadığı ve insanların inhiraf ederek sapıklığa düşmelerine izin verdiği" gibi meseleleri açıklamıştır. İnsanlara böyle bir serbestî tanımasının nedeni olarak da, onların kendi iradeleriyle Allah'ı tanımalarının ve böylece O'nun sonsuz nimetlerine kavuşmalarının istendiği bildirilmiştir. Bu özellik ise diğer mahlukata verilmemiştir. Bazı insanlar, kendi şuur ve iradeleriyle Allah'ı veli edinirler. İşte bu insanlara, Allah yardım eder, onlara doğru yolu gösterir, salih ameller nasip eder ve onları kendi rahmeti altına alır. Allah'dan başka veli edinen kimseler ise, Allah'ın rahmetinden mahrum kalırlar. Burada ayrıca gerçek velînin Allah olduğundan ve başka hiç kimsenin velâyet hakkına sahip bulunmadığından bahsedilmiştir. Bir kimsenin başarısı, gerçek velisini tesbit edebilmesine, yani yalnız Allah'ı veli edinebilmesine bağlıdır.

Daha sonra Rasulullah'ın öne sürdüğü iddianın keyfiyeti açıklanmıştır.

Öncelikle bilinmelidir ki, Allah, kâinatın ve insanların yaratıcısıdır. Dolayısıyla kainatın asıl sahibi, velisi ve hükümdarı da O'dur. İnsanlar için kurallar koymaya, onlara din ve şeriat vermeye, insanların aralarındaki ihtilaflarda, hakkın ve haksızlığın ne olduğunu bildirmeye de sadece O'nun yetkisi vardır.

O'nun dışında hiçbir kimsenin bu konularda söz söylemeye hakkı yoktur. Başka bir ifadeyle, gerçek hükümdar ve kanun koyucu Allah'tır. Dolayısıyla bir kimsenin bu konularda söz söyleme hakkı yoktur. Başka bir ifadeyle, gerçek hükümdar ve kanun koyucu Allah'tır. Dolayısıyla bir kimse, Allah'tan başkalarının koyduğu kurallara uyduğu takdirde, Allah'ı tek hakim kabul etse dahi, bu bir anlam ifade etmez. Çünkü Allah, insanlara başlangıçtan itibaren bir "din" vermiş, onlara gidecekleri yolu göstermiştir.

Tüm peygamberler, kavimlerine aynı dini getirmiş ve ayrı dinlerden bahsetmemişlerdir. Allah'ın tayin ettiği bu peygamberler, başından beri, nesilden nesile aynı dini takip etmişler ve diğer insanları da aynı dine davet etmişlerdir.

Bu din, sadece kabul etmekle yetinin diye değil, onu yeryüzünde hakim kılın, uygulayın ve arzdaki sapık dinleri ortadan kaldırarak, gerçek dini ikâme edin diye gönderilmiştir. Yine peygamberler bu dini sadece tebliğ etmek için değil, aynı zamanda diğer sapık dinlerin kökünü kazıyarak İslâm'ı hakim kılmaları için görevlendirilmişlerdir.

Aslında insanlar için gönderilen din aynıdır. Ancak peygamberlerden sonra bazı çıkarcı insanlar, sırf kendi menfaatleri için gerçek dini tahrif etmişler, ihtilaf çıkarmışlar ve böylelikle sayısız din ve mezhep icad etmişlerdir. Bütün bunların hepsi, gerçek dinin tahrif olmuş şekilleridir.

İşte Hz. Muhammed (s.a) tahrif edilmiş bu dinlerin yerine, gerçek dini tebliğ etmek ve onu hakim kılmaya çalışmak için gönderilmiştir. Sizler, bu yüzden Allah'a hamd edeceğinize, aksine akılsızlığınızdan dolayı Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkıyorsunuz. Bu saçma muhalefetinizden ötürü, Hz. Peygamber (s.a) asla davetten vazgeçmeyecektir. Çünkü o, bu davayı sonuna kadar sürdürmekle görevlendirilmiştir. Ondan hiçbir surette taviz beklemeyin, zira o, bu halis dine, sizin adet ve hurafelerinizi sokmayacaktır. Zaten onun görevi, dini bu hurafelerden arındırmaktır.

Sizler, Allah'dan başkasının koyduğu kuralları getirerek, Allah'ın dinine ne kadar büyük düşmanlık yaptığınızı idrak bile edemiyorsunuz. Bunun yanısıra dünyada yaptıklarınızı önemsemiyorsunuz, ama unutmayın ki bu, Allah'ın indinde şirktir, büyük bir suçtur ve cezası da çok ağırdır. Allah'a karşı gelerek kendiliğinden bir "din" ortaya koyanların ve bu dine uyanların hepsi de aynı cezaya çarptırılacaktır.

Dinin gerçek sınırları çizildikten sonra, "Rasulullah (s.a) sizleri yola getirebilmek için, en güzel üslupla tebliğ ve tavsiyede bulunmuştur." denilmektedir. Bir yanda Allah'ın kitabı, hakikati sizlere kendi dilinizde açıklarken, diğer yanda Hz. Peygamber'in (s.a) ve arkadaşlarının tertemiz hayatları, bu kitabın nasıl insan yetiştirdiğine birer örnek teşkil etmektedir. Fakat buna rağmen hidayeti kabul etmezseniz şayet, artık hiçbir şey sizleri doğru yola getiremez. Böylece sizler, asırlar boyu cehaletinizde ısrar etme sonucunda Allah'ın dalâlette kalanlar için takdir ettiği azaba çarptırılacaksınız.

Bu hakikatler beyan edilirken, yer yer de tevhid ve ahiret hakkında deliller öne sürülmekte ve ayrıca dünyada tamah etmenin kötü sonuçları ile ahiretteki karşılığı hakkında uyarılarda bulunulmaktadır. Ayrıca kafirlerin kendilerinin İslâm'ı kabul etmelerine engel olan ahlâkî zaafları eleştiri konusu yapılmaktadır.

Özetlemek gerekirse, bu surede, iki hususa değinilmiştir.

1) Hz. Muhammed (s.a) daha önce 40 yıl süren hayatı boyunca "Kitap" hakkında hiç bilgiye sahip değildi ve imana taalluk eden meselelerden habersizdi. Şimdiyse birdenbire bu iki konudan (kitap ve iman) bahsetmektedir ki bu da onun, bir peygamber olduğunun apaçık kanıtıdır.

2) Hz. Peygamber'in (s.a) Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğu şeklindeki iddiası, onun, Allah'ı bizzat gördüğü anlamına gelmez. Allah, daha önceki peygamberlere vahyettiği gibi, şu üç yolla mesajını göndermiştir. Birincisi, vahiy yoluyla, ikincisi, perde arkasından, üçüncüsü, melek aracılığıyla. Bu husus, kafirlerin Hz. Peygamber'e (s.a) "Allah ile bizzat konuşuyor" şeklinde itiraz etmelerini önlemek ve hakkı arayanların da Hz. Peygamber'in (s.a) hidayeti hangi vasıtayla aldığını anlamalarını sağlamak için izah edilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Ayn, Sîn, Kâf.

3 O, Aziz ve Hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyetmektedir.1

AÇIKLAMA

1. Surenin açılışından da anlaşılacağı gibi, Rasulullah'ın daveti ve Kur'an hakkında, Mekke'deki her yerde, her toplantıda, her cadde ve sokakta yorumlar yapılmaktaydı. Buna binaen şöyle buyurulmuştur: Sizler, bu şahsın acaip şeyler iddia ettiğini söylüyor ve diyorsunuz ki, "O halde atalarımızın takip ettikleri yol yanlış mıydı? Muhammed şimdi çıkmış asırlar boyu inandığımız şeyleri reddediyor ve ayrıca kendisine Allah tarafından vahyolunduğunu iddia ediyor. Belki, söylediklerinin kendine ait olduğunu kabul etse makul karşılanabilir ama o, Allah tarafından kendisine vahyolunduğunda ısrar ediyor. Bizler onun Allah'la konuştuğuna nasıl inanabiliriz." Burada Rasulullah'a (s.a) hitap edilerek kendisinin ve dolaylı olarak kafirlerin sözkonusu endişlerine karşılık verilmiştir: "Aziz ve Hakim olan Allah, daha önceki peygamberlere nasıl vahyetmişse, sana da öylece vahyeder."

Vahiy, lügatte "Ancak muhatabların anlayabileceği ve başkalarının anlayamayacağı derecede gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir. Deyim olarak, "huden" (yol gösterici) karşılığında kullanılır. Elektrik akımı insana nasıl aniden geçerse, işte Allah'da kullarına bu şekilde vahiy gönderir. Bu bağlamda Allah şu hususun anlaşılmasını murad etmektedir: "Allah'ın bir kuluyla haberleşmesi için bizzat konuşması gerekmez. Çünkü O'nun kullarıyla irtibat kurması hiç de güç değildir. O, Aziz ve Hakim'dir. O, irade ettiği takdirde hiçbir şey O'na mani olamaz. O, yol göstermek üzere vahyini gönderir." Aynı konu surenin sonunda daha ayrıntılı bir biçimde beyan edilmiştir.

Daha sonra, kafirlerin "Muhammed'e vahyolunması ne acaib birşey" şeklindeki düşünceleri reddedilerek şöyle buyuruluyor: "Muhammed'e vahyolunmasında hayret edilecek birşey yoktur. Ondan önceki peygamberlere de aynı şekilde vahyedilmişti."

4 Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür.2

5 Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar;3 melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret dilerler.4 Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyen5 O'dur.

6 Allah'ın dışında birtakım veliler6 edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.7

7 İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik;8 şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için9 ve kendisinden şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de.10 (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.

AÇIKLAMA

2. Yani, bu mukaddime sadece Allah'ı tarif etmek için yapılmamıştır. Ayrıca kafirlerin halet-i ruhiyeleri dikkate alınarak bu sıfatların zikredilmesi Allah'ın güç ve kudretinin vurgulanması nedeniyledir. Çünkü kafirler, Hz. Peygamber'in (s.a) tevhidi mesajına itiraz ederek, birbirlerine "Atalarımızın şimdiye kadar inandığı şeylerin hepsi yanlış mıydı? Şayet tek ilah Allah ise, o zaman tanrılarımızın fonksiyonu ne olacak?" diye soruyorlardı. Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: "Bu kainatın yegane sahibi Allah'tır ve kainat O'nun mülkündedir. O halde O'nun mülkünde başkalarını nasıl ortak kabul edebilirsiniz?

Oysa ortak koştuklarınız da sizler gibi Allah'ın yarattıklarındandır. Allah, ortağı olmaktan ve O'nun gibi bir başkasının da aynı sıfatları taşımasından münezzehtir."

3. Yani, Allah'ın oğlu veya kızı varmışcasına bir iddiada bulunmak basit bir suç değildir. Bilakis bir kimseye yalvarıp, yakarmak, herhangi bir şahsın keramet sahibi olduğu zannıyla, "işlerimizi düzelteceğini" kabul etmek, filan şeyhin koyduğu helali helal, haramı haram telakki etmek ve bir insanı Allah'ın yerine geçirerek itaat etmek gibi düşünce ve davranışlar, Allah'a yapılmış büyük birer küstahlıktır. Bu küstahlığınız yüzünden göğün başınızda parçalanması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. (Aynı husus Meryem: 88-91'de geçmişti.)

4. Yani, melekler, insanların Allah'a karşı yaptıkları küstahlığı işitmemek için kulaklarını tıkarlar ve Allah'ı hamd ile tesbih ederek şöyle derler: "İnsanların Allah'a ortak koşmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onlara bir sürü imkan bahşetmekle ihsan eden ve dolayısıyla sadece hamd edilmeye layık olan da O'dur. Allah insanların yapmakta oldukları bu küstahlıklar yüzünden her an azabını gönderebilir." Melekler o kadar hassastırlar ki, belki insanlar tevbe edip, şirk koşmaktan vazgeçerler umuduyla, azap göndermemesi için Allah'a yalvarmaktadırlar.

5. Yani, Allah Gafur ve Rahim olduğundan, kafir, müşrik, ateist, fasık, facir ve haddi aşanlara yıllarca mühlet verir, bazı toplumlara asırlarca fırsat verir, rızık vermeye devam eder ve onları dünyada güç sahibi yaptığında bu ahmaklar, dünyanın bir sahibi olmadığı zehabına kapılırlar.

6. Burada "evliya" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime Arap dilinde çok geniş anlamlar taşır. İnsanların, sahte ma'budlar hakkındaki çeşitli inanç ve davranışlar ortaya koymalarını Kur'an, "Allah'tan başka veliler edinmekle" niteler.

Kur'an'ı dikkatle incelediğimizde "veli" kelimesinin şu anlamlara geldiğini görürüz.

a) Bir kimse, başkasının gösterdiği yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 118-120 ve A'raf: 3-27-30).

b) Bir kimse, bir başkasının yol gösterdiğine inanır ve o şahsın gösterdiği yolun itimat edilir, diğerlerinin ise yanlış olduğunu iddia ederse, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Bakara: 257, İsra: 97, Kehf: 17-50, Casiye: 19)

c) Bir kimse, bir başkasının, yaptığı kötülükleri göz ardı ederek, kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 123-173, En'am: 51, Rad: 37, Ankebut: 22, Ahzab: 65, Zümer: 3)

d) Bir kimse, bir başkasının yüce kerametleri dolayısıyla yardım ederek afetlerden ve musibetlerden kurtaracağına, iş bulacağına, evlat vereceğine ve kendisinin diğer ihtiyaçlarını karşılayacağına vs. inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Hud: 20, Rad: 16, Ankebut: 41)

Kur'an da "veli" kavramı yukarıdaki anlamlardan sadece biri için kullanılabildiği gibi, bazen de hepsini içeren bir anlamda kullanılmıştır. Ayette geçen "veliler" ifadesi, yukarıdaki dört anlamı da kapsayacak şekilde kullanılmıştır.

7. "Allah onları izlemektedir". Yani, Allah, kafirlerin yaptıklarının hepsini görmekte ve onların amel defterlerini hazırlamaktadır. Allah onlardan yaptıklarının hesabını soracaktır.

"Sen onların üzerinde vekil değilsin" diye Hz. Peygamber'e hitap edilerek şöyle denilmek isteniyor: "İnsanların kaderleri senin elinde değil ki, senden yüz çevirdiklerinde onları helak, işlerini alt üst edebilesin." Ancak bu ifade, "Hz. Peygamber (s.a) bu şekilde düşünüyordu da, Allah onu bu yanlış kanaatinden dolayı ikaz etmiştir." anlamına gelmez. Burada hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e ise de, asıl maksat "Sizin keramet sahibi zannettikleriniz gibi elçimiz böyle bir iddia da bulunmamaktadır." şeklinde kafirlerin uyarılması olmaktadır. Cahiliye toplumlarında ruhani liderlerin, kendilerine küstahlık yapan bir kimseyi mahvedebileceği, şeklinde yaygın bir inanış vardı. Öyle ki keramet sahibi kabul edilen bir kimse ölü olsa dahi, kendisine saygısızlık yapan hatta hakkında kötü düşünen bir şahsı mahvedebilir. Bu inanış, sadece ruhani tüccarların bir propagandasından başka birşey değildir. Nitekim bazı mübarek zatların hayatları boyunca bu tür hurafelere hiçbir surette iltifat etmemelerine rağmen, ölümlerinden hemen sonra bazı kurnaz müridleri, onların isimleri ve kemikleri adına çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Ayrıca cahil halk, salih insanların, onların kısmetlerini değiştirebileceklerine de inanırlar. İşte bu batıl inanışı düzeltmek için Allah Teâlâ elçisine şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sen, bizim elçilerimizdensin ve ben seni vahiyle şereflendirdim. Senin görevin sadece insanlara doğru yolu göstermektir. Onların kısmetleri senin değil, Allah'ın elindedir ve insanların amellerinin karşılığını vermek ancak Allah'a aittir."

8. Bu bağlamda, başlangıçta beyan edilmiş husus tekrarlanarak şöyle buyurulmuştur: "Bu Kur'an Arapça'dır." Yani, "Sizler doğrudan doğruya anlayabilesiniz diye bu Kur'an anadiliniz olan Arapça ile indirilmiştir. O'nun mesajı yüce ve saftır, bir çıkara dayalı değildir. Böylesine bir mesajı ancak, alemlerin Rabbi indirebilir." denilerek dikkatler çekilmeye çalışılmıştır.

9. Yani onları, itikadî ve fikrî dalâletleri, ahlâkî rezaletleri konusunda uyarın ve bunun sonunun felaketten başka bir şey olmayacağını söyleyerek ikaz edin.

10. Onlara, bu falaketin dünyadaki musibetler kadar sınırlı olmayacağını da bildirin. Ayrıca, yaptıkları rezaletlerden ve kötü amellerden dolayı hesap gününde cezaya çarptırılmaktan onları hiç kimsenin kurtaramayacağını da bilsinler. Bu dünyada rezil olup, öbür dünyada da azaba uğrayacak olandan daha talihsiz kim olabilir?

8 Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılmış olurdu. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı.11

9 Yoksa O'nun dışında birtakım veliler mi edindiler? İşte Allah; veli olan O'dur, ölü olanları da dirilten O'dur. O, her şeye güç yetirendir.12

10 Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey;13 artık O'nun hükmü Allah'ındır.14 İşte benim Rabbim olan Allah.15 Ben O'na tevekkül ettim ve yalnızca O'na dönüp-yönelirim.16

AÇIKLAMA

11. Bu ifade şu üç gayeye matuf olmak üzere kullanılmıştır.

a) Hz. Peygamber'e (s.a) Mekke'deki müşriklerin cehalet ve sapıklık üzerinde direnmelerine fazla üzülmemesi söylenerek, tesellide bulunuluyor. Allah'ın insanlara seçme serbestisi vermesi kendi takdiriyledir. Dileyen hidayeti, dileyen de dalâleti seçer. Şayet, Allah böyle dilememiş olsaydı, Kitab ve Peygamber göndermesi gerekmeyecekti. Nitekim Allah için, insanları, deniz, dağ, ağaç, toprak gibi mutlak bir fıtrata tabi olarak yaratması çok kolay olurdu. İzah için Bkz. En'am: 23-25 ve 71

b) Burada muhatab, dün de ve bugün de hâlâ, "Allah, gerçekten insanların iman edip akidevî ve amelî olarak hidayet üzere olmasını isteseydi, kitab ve peygamber göndermez ve herkesi müslüman olarak yaratırdı." şeklinde düşünen kimselerdir. İşte kafirler sırf böyle bir mantığa dayanarak, "Allah yaptıklarımızdan hoşlanmasaydı şayet, bizi pekala durdurabilirdi." derler. Aynı hususa Kur'an'ın diğer bölümlerinde de değinilmiştir. Bkz. En'am: 80-110-124-125, Yunus an: 101, Hud an: 116, Nahl an: 10, 31-32.

c) Bununla, müminlere, kendileri tebliğ ve islah çalışmaları içindeyken İslâm'ın yavaş bir şekilde yayılmasından meyus olmamaları gerektiği, çünkü Allah'ın, insanlara kendi iradeleriyle İslâm'ı seçebilmeleri için bir serbesti tanıdığı anlatılmak isteniyor. Elbette mü'minler doğal olarak, Allah bir mucize göstersin de, kafirler İslâm'ı kabul ederek müslüman olsunlar, diye arzu ederler. Hatta sırf ıslahat heyecanıyla, tebliğ için uygun olmayan metodları dahi denemeye çalışırlar. Kur'an, bu hususu açıklığa kavuşturmak amacıyla çeşitli yerlerde değinilerde bulunmuştur. (Bkz. Rad an: 47-49, Nahl an: 89-97.)

Bu bağlamda, çok kısa ama çok önemli bir konuya şöyle değinmiştir: Allah'ın insanlara halifelik vermesi ve cenneti va'd etmesi, diğer mahlukata da bağışlanacak kadar basit nimetler değildir. Öyle ki, bu söz konusu nimetlere melekler bile layık görülmemiştir.

İnsanlara bunca geniş imkanların sağlanması, sayısız kuvvetlerin tasarrufları altına verilmesi, sırf imtihanı başarıyla kazanıp, Allah'ın özel nimetlerini hak edebilmesi dolayısıyladır. Sözkonusu özel nimetleri vermek sadece Allah'a mahsus olduğu gibi kendi başına bu nimetleri elde etmeye de kimse muktedir değildir. Ancak Allah'ı "veli" edinen, O'na ibadet eden ve O'nun gösterdiği yolu izleyen kimseler, Allah'ın izniyle dünyadaki imtihanı başarıyla verebilirlerse, o takdirde bu nimetleri kazanmaları mümkün olur. Kim Allah'tan yüz çevirir ve başkalarını "veli" edinirse Allah da ona "veli" olmak istemez. İşte böyle bir kimseyi azaba duçar olmaktan hiçbir şahıs kurtaramaz. Çünkü, Allah'ın dışında onu kurtarabilecek velayet sahibi yoktur.

12. Yani, "velayet" sizlerin keyfine bağlı değildir ki, dilediğinizi "veli" edinebilesiniz. Gerçek "velayet", Allah'a aittir ve bu sadece O'nun hakkıdır. Sizlerin başkalarını "veli" olarak kabul etmeniz sözkonusu gerçeği değiştirmeyecektir. Dolayısıyla Allah'tan başka birine "velayet hakkı" tanımak mantıken doğru değildir. Çünkü cansız maddeye ruh vererek insanı yaratması, Allah'ın velayet sahibi olmasının kuvvetli bir kanıtıdır. Fakat buna rağmen, başkalarına "velayet sahibi" olma hakkını vererek onları veli edinirseniz şayet, bu, akılsızlık ve intihardan başka birşey olmaz.

13. Her ne kadar bu ifade Allah'ın vahyi ise de, burada Hz. Peygamber'in (s.a) sözüymüş gibi gözükmektedir. Adeta Allah elçisine, "Sen ilân et" diye işaret etmiştir. Nitekim bu tür ifadeler Kur'an'da "kul" (de ki) şeklinde başlar. Fakat bazı yerlerde ifade biçiminden konuşanın (mütekellim) Hz. Peygamber (s.a) olduğu anlaşılır. Bazı yerlerde de ifade, Allah'tandır ama, konuşan (mütekellim) mü'minlerdir. Söz gelimi Fatiha Suresi'nde bu şekildedir. Bazı yerlerde ise (Meryem: 64-65'de olduğu gibi) konuşan meleklerdir.

14. Bu, Allah'ın kainatın hakimi ve velisi olmasının doğal bir sonucudur. Şayet velayet sahibi Allah ise, hakim de O olmalı ve insanların ihtilaflarını O karara bağlamalıdır. Bu bağlamda bazı kimseler, sözkonusu hususu ahirete müteallik anlamışlardır, ama bu düşünce yanlıştır.

Çünkü Allah'ın hakimiyetini, bu dünyaya değil de ahirete hasretmek için bir delil yoktur. Bunun yanısıra bazı kimseler de bunu dünyada sadece itikadî ve bir takım dinî meselelerle sınırlıyorlar ki bu düşünce de diğeri gibi yanlıştır. Çünkü Kur'an, genel bir ifade biçimiyle, apaçık olarak sadece Allah'ın tüm ihtilaflar hakkında karar vermeye yetkili olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Allah nasıl "Din Günü"nün Maliki ise, dünyada da "Hakimlerin en Hakimi"dir. Yine O, itikadî ihtilaflarda hangi tarafın hak, hangi tarafın batıl olduğuna hükmediyorsa, dünyada da şer'an insanlar için neyin tayyib, neyin necis, neyin helal, neyin haram olduğuna, ayrıca neyin caiz, neyin caiz olmadığına O karar verir. Ahlâkta iyilik ve kötülüğün niteliğini, muamelatta haklı veya haksızın kim olduğunu, sosyal bilimlerde, siyasette, ekonomide hangi yolun doğru hangi yolun yanlış olduğunu Allah belirler. Bu nedenlerden ötürü sözkonusu husus Kur'an'da bir prensip olarak beyan edilmiştir.

"Şayet aranızda bir anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Rasulüne döndürün. Şayet Allah'a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız" (Nisa: 59)

"Allah ve Rasulu bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab: 36)

"Rabbinizden size indirilene uyun ve asla O'ndan başka veliler aramayın" (A'raf: 3)

Mezkur ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, Allah'ın ihtilaflarda sadece karar vermeye yetkili olmasının ötesinde, kararına uyup uymamanın kişiyi kafir, ya da mü'min kılacağı ortaya çıkar. Yani, Allah bir fiilin hak veya batıl olduğuna karar verdiği gibi, kararını uygulamaya da muktedirdir. Sonuçta Hakkı ve Hakka inananları zafere ulaştırır, batılı ve batıla uyanları da helâk eder. Nitekim mü'minler, Allah'ın belki kararını uygulamayı tehir ettiğine ve insanlara mühlet tanıdığına fakat sonunda kararının muhakkak surette yerini bulduğuna şahit olurlar. Aynı bahis ileride gelecek olan ayetlerde de işlenmiştir. Sözkonusu bahse Kur'an'da daha önce de değinilmişti. Bkz. Rad an: 34-60, İbrahim an: 26-34-40, İsra an: 100, Enbiya an: 15-18 ve 44-46.

15. Yani, ihtilafları hakkında karar vermeye yetkili tek merci.

16. Burada biri geçmiş zaman, diğeri geniş zaman olmak üzere iki fiil kullanılmıştır. Fiil geçmiş zamanda, "Ben O'na dayandım" şeklinde ifade edilmiştir. Yani, "Ben hayatta her şey için, her tehlikeye karşı Allah'a güvenmeye karar verdim." İkinci fiil geniş zamanda "Ben O'na yönelirim", şeklindedir. Yani, "Ben Allah'a yönelir, her zorlukta O'ndan yardım ister, beni koruması için her tehlike karşısında O'na yalvarır, hidayeti O'ndan bekler, her ihtilaf ve münakaşada O'nun karar vermesini arzu eder ve verdiği karara tartışmasız teslim olurum."

11 O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiç bir şey yoktur.17 O, işitendir, görendir18

12 Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir.19

13 O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"20 diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırmakta olduğu şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni21 hidayete eriştirir.

AÇIKLAMA

17. Burada "leyse kemislihi şey'un" (onun benzeri gibisi yoktur) ifadesi geçmektedir. Bu husus hakkında müfessirler ile dil bilimciler arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre (ke) (gibi) lafzı teşbih için kullanılmış, bazılarına göre teyid için, bazılarına göre ise ism-i mübalağa için kullanılmıştır. Yani, Allah'ın değil aynısı, benzeri dahi yoktur.

18. Yani, kainatta cereyan eden herşeyi anında duyar ve görür.

19. Veli sadece Allah'tır. Ancak O'na yönelmeli ve tevekkül etmelidir. (Bu hususta diğer deliller için Bkz. Neml an: 73-83, Rum an: 25-31)

20. Burada, ilk ayetteki husus tekrarlanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Daha önce gelen peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (s.a) yeni bir din icad etmemiştir. Hz. Muhammed (s.a) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini, şimdi sizlere tebliğ etmektedir. Peygamberler halkasından ilk olarak Hz. Nuh'un (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü tüm insan nesli, Nuh tufanından bu yana devam edegelmiştir. Dolayısıyla tufan sonrası insanların ilk peygamberi Hz. Nuh'dur (a.s). Hz. Nuh'un (a.s) hemen ardından Hz. Muhammed'in (s.a) adı gelmektedir. Çünkü o, insanlığın en son peygamberidir. (Hatemun Nebiyyin) Daha sonra Hz. İbrahim'in (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü Araplar, Hz. İbrahim'i (a.s) ataları olarak kabul ederlerdi. Peşinden Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa'nın (a.s) isimlerinin zikredilme nedeni ise, yahudi ve hıristiyanlar onların getirdikleri dini takip ettiklerini söylüyorlardı. Tüm bunlar, dinin beş peygamberle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir açıklama tarzının ortaya konulma nedeni, her peygamberin aynı dini getirmiş ve dünyada yaygın olan dinlerin sözkonusu peygamberlerin adlarıyla anılmış olmasıdır.

Bu ayeti kerime, "din" ve "din"in maksadı hakkında bizleri oldukça aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu husus üzerinde biraz durmakta yarar görüyoruz.

Ayette, "şereçlekûm" (Sizin için tayin ettik o size... Şeriat yaptı.) ifadesi geçmektedir. Şerea, sözlükte "yol yapmak" anlamındadır. İstilah olarak ise, yol, kanun, kural ve kaideler için kullanılır. Arapça'da "teşri", anayasa demektir. Şerea, Şeriat ve Şari' kelimeleri ise, Anayasa, Kanun ve Kanun Koyucu şeklinde karşılıklarını bulur. Surenin 4-9. ve 10. ayetlerinde, kâinatın ve herşeyin sahibinin, insanların gerçek velisinin, insanların aralarındaki ihtilafı çözüme kavuşturanın Allah olduğu beyan edilmektedir. Dolayısıyla Şari'de O olmalıdır. Binaenaleyh kurallar koymak ve bir nizam tesis etmek, Rab, Veli ve Hakim olan Allah'ın hakkıdır. O da bu hak dolayısıyla din ve şeriat vermiştir.

Daha sonra "min'ed-din" (dinden) ifadesi gelmektedir ki, bu ifadeyi Şah Veliyullah Dihlevi, "Anayasadan" şeklinde tercüme etmiştir. Yani, Allah'ın koyduğu bir anayasa.

Biz, Zümer an: 3'de "din" kavramını açıklarken bu hususu; "Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak" şeklinde açıklamıştık. Şayet "din" kavramını "yol" anlamında ele alırsak o takdirde yolu çizen ve kuralları belirleyen zat, "Vacib-ul-İtaat" olur. Yani, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymak bir zorunluluk arzeder. Bu noktadan Allah'ın gösterdiği Kitab'ın salt tebliğ ve tavsiye niteliği taşımadığı ayrıca, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymanın da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Bir şahıs sözkonusu kuralları inkar ederek uygulamamakta ısrar ederse, Allah'a isyan etmiş olur.

Devamlı, Rasulullah'ın (s.a) tebliğ ettiği din ve yasanın aynısının Hz. Nuh (a.s), Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Musa'ya (a.s) gönderildiği beyan olunuyor. Yani, onlara verilen "Hidayet" şimdi Hz. Muhammed'e de verilmiştir. Bundan birçok husus ortaya çıkmaktadır.

a) Allah herkese tek tek hidayet göndermemiştir ama her dönemde peygamberler vasıtasıyla yasalar göndermiştir.

b) Bu din, başlangıçtan bu yana aynıdır ve hiçbir zaman farklı ve ayrı bir "din" gönderilmemiştir.

c) Allah'ın hidayet ve otoritesi, peygamberlerin aracılığıyla insanlara tebliğ edildiğinden dolayı, peygamberlere itaat etmek dinin bir şartıdır. Çünkü, vahiy onların aracılığıyla gönderilmiştir ve bu esas, dinin cüzü ve imanın şartlarındandır. Peygamberlere inanmayan ve onları senet olarak kabul etmeyen bir kimse, getirilen dine de itaat edemez.

"Ekîmû'd-dîn" ifadesini Şah Veliyullah Dihlevi, "Dini ayakta tutun" şeklinde ifade etmiştir. Şah Refiuddin ve Şah Abdülkadir Dihlevî ise bu ifadeyi, "Dini ayakta tutmaya devam edin" şeklinde tercüme etmişlerdir. Özetle peygamberlerin şu iki görev için gönderilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Birincisi, dinin hakim olmadığı yerde dini ikame etmek, ikincisi, eğer din ikame olunmuşsa onu ayakta tutmaya çalışmak.

Bu noktada iki soruyla karşılaşıyoruz. a) Dini ikame etmek ile ne kastolunmaktadır. b) İkame ve ikame etmekle devam edilmesi istenilen "din" nedir? Bu iki hususun iyice kavranılması gerekmektedir.

"İkame etmek", bir şeyi ayağa kaldırmak veya arazi üzerinde bir bina kurmak demektir. Bu anlamlar, kelimenin lügavi karşılıklarıdır. Fakat ıstılahi anlamda "ikame etmek", bir kanun tebliğ etmek değil, onu fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir. Söz gelimi, "Filan şahıs bir hükümet ikame etmiş (kurmuş)" diyoruz. Yani bir ülkedeki halk, o şahsa tabi olmuştur.

Tüm sistem yine o şahsın koyduğu kurallar çerçevesinde işlemektedir. Mahkemeler kurulmuştur. İdari kurumlar onun emrine bağlı olarak görev yapmaktadırlar vs. Bu ifade hiçbir surette, o şahsın sadece kafasındaki hükümet projesinin vasıflarını tebliğ ettiği ve halkın da onun bu düşüncelerini beğendiği anlamına gelmez. Nitekim Kur'an, "Namazı ikame edin" diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz. Bu emirle namazın tüm şartlarıyla birlikte kılınması ve mü'minler arasında uygulanması kastolunmaktadır. Yani, size verilen emirleri yerine getirin, Cuma ve cemaat namazlarını eda edin, vaktinde ezanı okuyun, imam ve hatipler tayin etmek suretiyle halkı, namazı vaktinde ve camide kılmaya alıştırın! Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi, "Sizler dine göre yaşayın ve başkalarına da sadece dini hak kabul etmelerini söylemekle yetinin" şeklinde anlamanın yanlış olacağı aşikardır. Asıl kastolunan husus şudur: "Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın." Gerçi davet ve tebliğ bu yolun ilk safhasıdır. Çünkü bu safha (davet ve tebliğ) aşılmadan ikinci safhaya geçilmesi mümkün değildir. Ancak her basiret sahibinin de rahatlıkla anlayabileceği gibi, dinin asıl hedefi davet ve tebliğ değildir. Asıl hedef dinin ikame olunması ve ikame edilmişse, idamesinin sağlanmasıdır. Davet ve tebliğ sadece hedefe varabilmek için gerekli olan araçlardır. Dolayısıyla peygamberin görevini tebliğle sınırlamak yanlıştır.

Şimdi de ikinci soruyu ele alalım. Bazılarına göre, Allah'ın, ikame edilmesi için peygamberlerine gönderdiği din hepsinde aynıdır. Ancak şeriatları farklıdır. Nitekim Allah, "Biz herkes için bir din ve yol kıldık" diye buyurmaktadır. "İşte" diyor bu kimseler, bu ayetin de işaret ettiği gibi, bundan sadece "din" kastolunmaktadır, şeriat değil." Onlar, "din" ile şeriattaki hükümlerin aynı şeyler olmadığı anlamından yola çıkarak "Tevhide, ahirete, kitablara ve peygamberlere inanmak, Allah'a ibadet etmek ve bir de olsa olsa ahlâkın temel prensiplerini kabul etmek tüm dinlerin genel karakterini ortaya koyar" şeklinde bir sonuca varıyorlar. "Dinde birlik, şeriatlarda farklılık" gibi çok tehlikeli bir sonuca götüren bu düşünce, temelde sathi gözükmektedir. Ancak bu düşünce izale edilmezse, St. Paul'un şeriatsız bir din ortaya koymak suretiyle Hz. İsa'nın (a.s) ümmetini harab ettiği gibi, din ile şeriat birbirinden ayrılır. Çünkü şeriatı dinden ayırır, ikame etmeyi şeriata değil de dine matuf kılarsak, o takdirde müslümanlar tıpkı hıristiyanlar gibi şeriatı önemsemeyecek, ikame edilmesini gaye kabul etmeyip bundan kaçınacak ve sadece bir takım ahlâkî kuralları dinin tamamı olarak addedeceklerdir.

Bu tür, aklı esas alan izahları bir yana bırakalım ve Kur'an'ın dini ikame etmeyi açıklayan ifadelerine başvuralım: Yani, dini ikame etmek, sadece inançtan ve birkaç ahlâkî kuraldan mı ibarettir, yoksa şeriatın hayata geçirilmesi midir?

Kur'an bize "din" olarak şunları göstermektedir.

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur." (Beyyine: 5)

Bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, namaz ve zekat dinin birer cüz'üdür. Oysa bu iki husus hakkında muhtelif şeriatlarda farklı hükümler vardır. Nitekim hiç kimse önceki şeriatlarda namazın şartlarının, (rekat, kıble, vakit vs.) aynı olduğunu öne süremez. Ayrıca zekatın nisap miktarı da aynı değildir. Fakat bu şekli farklılıklara rağmen, Allah bunları dinin birer cüz'ü olarak nitelemiştir.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taşla veya tahtayla) vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar henüz canları çıkmadan kesmiş olmanız hariç, dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız, size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün artık inkar edenler, dininizi yok etmekten umudu kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim. Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir." (Maide: 3)

Bu ayetten burada zikredilen tüm şer'î hükümlerin dinin bir cüz'ü olduğu anlaşılmaktadır.

"Kendilerine kitab verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasulü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın." (Tevbe: 29)

Yukarıdaki ayetten, Allah'a ve ahiret günene iman ettikten sonra, helâl ve haramı belirleyen hükümleri kabul etmenin ve uygulamanın, Allah'ın Rasulü'nün bizlere öğrettiği dinin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, Allah'ın dininde sizleri, onlara karşı bir acıma duygusu tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit olsun." (Nur: 2)

"Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması, ona (Yusuf'a) yakışmazdı." (Yusuf: 76)

Bu ayetlerden, ceza kanununun da dinin içinde olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah'ın ceza kanununu uygulayan bir kimse Allah'ın dinine, başka birinin ceza kanununu uygulayan kimse de o şahsın dinine tabi olmuş olur.

Yukarıda zikrettiğimiz örnekler, şeriat emirlerinin de dine dahil olduğunu göstermektedir. Bunun yanısıra, Allah, bazı suçları işleyen kimselere (Örneğin, zina, riba, bir mümini öldürmek, yetimlerin mallarını yemek, haksızca başkalarının mallarına el koymak, eşcinsellik, alış verişte tartıyı eksik tutmak vb.) azap va'd etmektedir. Bu cürümleri önlemek elbette dinin fonksiyonları arasındadır. Çünkü "din", eğer insanları cehennem azabından korumak için gelmemişse niçin gelmiştir? Şeriatın kuralları bizzat dinin kendisidir ve bu kuralları çiğneyenlere cehennemin sonsuz ateşi va'd edilmiştir. Sözgelimi, Kur'an'da miras hükümleri beyan olunduktan hemen sonra şöyle buyurulmuştur: "Kim de Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır." (Nisa: 14) İşte bu şekilde şiddetle haram kılınmış suçların (Örneğin, anne, kızkardeşle evlenmek, içki, hırsızlık, kumar, yalan yere şahitlik yapmak) irtikab edilmesini engellemek, dini ikame etmenin bir cüz'üdür. Şayet bunlar "din"e şamil kılınmaz ise, (neuzubillah) Allah, kendilerine, yapılması zorunlu olmayan gereksiz emirler vermiş olur. Ayrıca, Allah birtakım ibadetleri (oruç, hac vs.) farz kılmıştır. Şimdi biz sözkonusu bahaneleri öne sürerek oruç ibadetini "din"in dışına çıkaramayız. Veya "hacc" sadece Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu için farz kılınmıştır diyerek, haccı ifa etmekten kaçınamayız. "Biz herkese bir din ve yol kıldık" ayetini yanlış yorumlayan kimseler: "Şeriatlar her ümmet için ayrıdır ve farklı şeriatlar dolayısıyla, peygamberler sadece dini ikame etmekle görevlidirler, şeriatları değil." demektedirler. Oysa ayeti kerime bu düşüncenin tam aksini doğrulamaktadır. Nitekim Maide Suresi'nin 41. ayetinden 50. ayete kadar ki bölümünü siyak ve sibak bütünlüğü içinde dikkatle mütalâa edersek, her peygambere din ve şeriat verilmiş olduğunu, dolayısıyla onların kendi dönemlerinde din ve şeriatı ikame etmekle mükellef olduklarını görürüz. Şimdi Hz. Peygamber'in (s.a) Nübüvvet dönemi olduğundan dolayı, Şeriatı Muhammediye dinin bir cüz'ü olarak ikame edilmek durumundadır. Bu şeriat ile diğer şeriat arasında ihtilaflar varmış gibi görünüyorsa da, aslında böyle bir ihtilaf ve çelişki yoktur. Nitekim "ihtilaflar" mahiyet itibarıyla cüzîdir ve "zaman" unsuru dolayısıyla sadece farklı emirler sözkonusudur. Sözgelimi namaz ve oruç her dinde farz kılınmıştır ama kıble tüm şeriatlarda aynı değildir.

Ayrıca namazın ve orucun erkânı da farklıdır. Örneğin diğer şeriatlarda oruç 30 gün olarak farz değildi. Fakat şimdi bir kimse çıkıp da, "Daha önceleri namaz ve oruç farz değildi, dolayısıyla Rasulullah'ın (s.a) gösterdiği biçimiyle özel günlerde oruç tutmanın dini ikame etmekle bir ilgisi yoktur" şeklinde bir sonuca varırsa, böyle bir iddiayı kabul etmek mümkün olmaz. Ancak doğru olan husus şudur; "Her peygambere döneminde vaki olan şeriatın kaide ve usullerine göre namaz, oruç vs. gibi ibadetlerin uygulanması, dinin ikamesi yolundaki cehdin bir kısmı olmak münasebetiyle emredilmiştir. Binaenaleyh Şeriat-ı Muhammediye içerisindeki bu ibadet ve emirleri yerine getirmek dini ikame etmekten başka bir şey değildir. Zikredilen iki örnek (namaz ve oruç) şeriatın diğer erkanı için de geçerlidir.

Kur'an'ı dikkatle okuyan herhangi bir kimse, ona inananların, kafirlerin sömürüsü altında ezilmiş olarak yaşayan zavallılar olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu kitab, kendisine inananlardan bağımsız ve müstakil bir yönetim ister. Onlara dinin ikamesi için, düşünce, ahlâk, kültür, siyaset ve ekonomi ile çevrili sahada hükümranlığı sağlayabilme uğrunda kendi canlarını feda bile etmesini emreder. Yine bu kitab, inananlarına, çoğu emirlerinin müslümanların iktidar sahibi olduğu yerlerde uygulandığı mükemmel bir hayat nizamı öngörür. Nitekim Kur'an, kendi nazil oluş nedenini şöyle anlatmaktadır.

"Biz sana Kitab'ı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin, hainlerin savunucusu olma!" (Nisa: 105)

Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması hususunda emir verildiğinden, bunun ardında bir gücün olması gerektiği anlaşılmaktadır.

Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması ile ilgili emir verilmiştir. Kanunlara göre zekatın toplanarak hak sahiplerine dağıtılmasının bir gücü gerekli kıldığı açıkça bellidir. (Bkz. Tevbe: 60 ve 103)

Ayrıca bu kitab, faize dayalı ticaret yapılmasına karşı savaş açar. "Bkz. Bakara: 275 ve 279.) Fakat böyle bir savaş, siyasal ve ekonomik iktidar müslümanların elinde olduğu takdirde mümkün olur. Yine Kur'an, katillere kısas yapılmasını (Bkz. Bakara: 178), hırsızın elinin kesilmesini (Bkz. Maide: 38), zina ve iftira yapanlara ceza verilmesini (Bkz. Nur: 2-4) emreder.

Dolayısıyla Kur'an, kendisine inananların, kafirlerin polis ve askerlerinin baskısı altında yaşayacaklarını ve onların yargı organlarına baş vuracaklarını tasavvur dahi etmez. Kur'an, kafirlere karşı savaşılmasını emretmiş (Bkz. Bakara: 190 ve 216); müslümanların, kafirlerin askerleri olmalarını ve onların hükümlerini uygulamalarını emretmemiştir. Yine Kur'an, Ehl-i Kitab'tan cizye alınmasını emrederken, müslümanların Ehl-i Kitab'dan cizye toplayarak onların emniyet içinde yaşamalarını sağlamalarını ve böylelikle yöneten olmalarını ister, yönetilen değil. Bu tür emirler sadece Medine'de nazil olan surelerde değil, Mekke'de nazil olan surelerde de verilmiştir. Dolayısıyla Kur'an da, başlangıcından beri müslümanları bir zımmî ve yönetilen olarak değil (reaya), aksine iktidar sahibi kimseler olarak hazırlamıştır. Bkz. İsra an: 89-99-101, Kasas an: 104-105, Rum an: 1-3, Saffat: 171-179 ve an: 93-94, Sad: 11, Giriş bölümü ve an: 12.

Buradaki kavramı yanlış anlamanın ortaya çıkardığı en büyük çelişki, Hz. Peygamber'in (s.a) 23 yıllık hayatıyla ters düşülmüş olmasıdır. Rasulullah (s.a) hem tebliğ etti, hem kılıçla savaşarak Arabistan'ı fethetti ve hem de mükemmel bir yönetim kurarak, dini ve şeriatı hayatın her sahasına hakim kıldı. Sonuçta bireysel veya toplumsal ahlâk, kültür, siyaset, ekonomi, savaş, barış vs. hayatın her bölümünde İslâm'ı uygulamıştır. Bu yorum ile birlikte "Peygamberler şeriatla değil, sadece dini ikame etmekle görevlendirilmişlerdir," şeklindeki diğer yorumu da kabul edersek şayet, ortaya iki farklı sonuç çıkar. Birincisi, Hz. Peygamber (s.a) -haşa- asıl görevini ihlal ederek, bir hükümet kurmuş, ayrıntılı bir şeriat kanunu ikame etmiş ve diğer peygamberlerin şeriatından farklı bir şeriat ortaya koyarak iman ve ahlâkın ana prensiplerini tebliğ etmekle iktifa etmiştir. İkincisi, Allah Teâlâ -haşa- diğer peygamberlere emrettiğinden vazgeçmiş ve son Peygamber'e (s.a) dini ikame etmenin yanısıra şeriat ile birlikte tam bir nizam kurdurmuştur. Allah bizi böyle düşüncelerden muhafaza etsin. Dini ikame etmenin bu şekildeki anlamına değinen, bu iki ihtimalden başka, Allah ve Rasulü'nü (s.a) itham etmeyen üçüncü bir görüş daha varsa onu da öğrenmek isterim.. doğrusu!

Dinin ikame edilmesi emrolunduktan sonra Allah, son olarak "Dinde ayrılığa düşmeyin, (veya) dini parçalamayın" diye buyurmuştur.

Bu ifade ile şu hususlar kastedilmiştir: Bir kimse "din" içinde yeni bir takım görüşler (teviller) ortaya atar. Fakat ikna edici delillere sahip olmamasına rağmen, iddiası üzerinde o derece ısrar eder ki, kendisine inanmayanları tekfir ederek, sadece kendi görüşlerini kabul eden kimseleri mü'min olarak addeder. Böylece kendi görüşlerini kabul edenleri yanında toplayarak, diğer müslümanlardan ayırır. Genellikle bu tür iddiaları ortaya atan kimseler, ya daha önce dinde olmayan yeni birşeyleri dine yakıştırır, ya dinin kısımlarından birini çıkarır, ya da dinin açık bir nassını tahrif ve tevil ederek acaib bir akide ve farklı ameller icad eder. Ayrıca dini o kadar bulandırır ve değiştirir ki, din anlaşılmaz bir hale gelir. Sözgelimi, dinde önemli bir emri önemsemez ama, mübah derecesindeki önemsiz bazı şeyleri de farz ve vacip telakki eder, hatta daha da ileri giderek, onları İslâm'ın esaslarından sayar. İşte sırf bu tür yaklaşımlardan ötürü, önceki ümmetler arasında ayrılıklar çıkmış, parçalanma meydana gelerek fırkalar türemiş ve bu fırkalar zamanla müstakil birer din halini almıştır. Bu dinlere inanan kimseler, aslında tek bir dinden çıkmış olduklarını tasavvur bile edemiyorlar. Ancak bu bağlamda sözkonusu "tefrika" ile makul bir ictihat farklılığını karıştırmamak gerekir. Çünkü, dinin nasları üzerine düşünmek suretiyle hüküm çıkarmada, alimler arasında birtakım farklılıklar olması doğaldır. Allah'ın kitabındaki bazı ifadeleri, gerek anlam ve kullanış itibariyla, gerekse lisan itibarıyla farklı şekillerde anlamak mümkündür. Daha fazla izah için bkz. En'am an: 141, Nahl an: 117-121, Bakara an: 220, Al-i İmran an: 16-16, Nisa an: 211-216, Maide an: 101, Enbiya an: 89-91, Hacc an: 114-117, Mümin an: 45-48, Kasas an: 72-74, Rum an: 50-51.

21. 8. ve 9. ayetlerde ele alınan hususa, burada yeniden değinilmektedir. Bu hususun izahı an: 11'de yapılmıştı. Burada şu yüzden tekrar edilmektedir: "Sen dinin gerçek yüzünü ortaya serdiğin için, bu akılsızlar sana kızmaktadırlar. Ancak aynı toplum içinde Allah'a yönelen kimseler de bulunmakta ve Allah onları kendi tarafına çekmektedir. İman ederek saadete ermek de iman edenlere kızarak haset içinde kalmak da herkesin kendi kısmeti ve nasibidir. Allah'ın, nimetlerini taksiminde bir adaletsizlik yoktur. Allah, kendisine yönelen kimselere imanı nasip eder. Hidayetten kaçan insanları zorla iman ettirmek ise Allah'ın sünneti değildir.

14 Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra,22 yalnızca aralarındaki 'tecavüz ve haksızlık'23 dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer senin Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti.24 Şüphesiz onların ardından Kitaba mirasçı olanlar ise, herhalde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler.25

15 Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma.26 Ve de ki: "Allah'ın indirdiği her kitaba inandım.27 Aranızda adalet yapmakla emrolundum.28 Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir.29 Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı = hüccet) bir tartışma konusu yoktur.30 Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O'nadır."

AÇIKLAMA

22. Yani, tefrika ve ihtilaf, Allah, kitab ve peygamber göndermediği için çıkmamış ve onlar, doğru yoldan habersiz olduklarından ötürü ayrı ayrı mezhep ve fırkalar kurmamışlardır. Aksine onlar, Allah'dan vahiy ve ilim geldikten sonra parçalanmışlardır. Dolayısıyla bunun sorumlusu Allah değil, bizzat kendileridir. Çünkü, Allah'ın açık açık bildirdiği şeriattan saparak çeşitli mezhep ve fırkalar kurmuşlardır.

23. Yani, bu fırkaları icad etmenin ardında halis niyetler yoktur. Bu kimseler, birbirlerine ettikleri hased ve zulümden, ayrıca, kişisel çıkarlarından dolayı böyle ayrı ayrı mezhepler kurmuşlardı. Bazı kurnaz ve açıkgözler, şayet insanlar doğru yolu takip eder, yalnız Allah'a teslim olur, Rasulullah'ı (s.a) önder kabul eder ve bir tek kitaba tabi olurlarsa salih bir akideye ve hak bir nizama sahip olacaklarını bilmektedirler ki onlar açısından bunun sonucu şu olur: Böyle bir nizamda onların çıkarları zedelenir, halk onların önderliğini kabul etmez ve teslimiyetle ceplerini onlara boşaltamaz. Bu yüzden bu açıkgözler, yeni inanışlar, felsefeler ve dini merasimler icad etmişlerdir. Böylelikle bu kurnaz önder ve rehberler, yeni dinler icad etmek suretiyle büyük bir kitleyi dinin ana istikametinden kaydırmış ve insanları bölerek aralarında siyasi, ekonomik ve dini savaşlar çıkmasına neden olmuşlardır. Sonuçta insanoğlunun tarih sayfaları kanla boyanmıştır.

24. Yani, Allah dileseydi, bu sapık yolları icad edenleri ve onlara bile bile uyanları dünyada azab ile helak eder ve kimin hak, kimin batıl üzerinde olduğu belli olsun diye sadece doğru yola uyanları bırakırdı. Fakat Allah bunu kıyamet gününe kadar ertelemiştir. Aksi takdirde dünyanın bir imtihan yurdu olmasının bir anlamı kalmazdı.

25. Yani, her peygamber ve onun yakın takipçilerinin döneminden sonraki nesiller Allah'ın kitabı hakkında şüphe ve güvensizlik duymuşlardır. Nitekim Tevrat ve İncil okuyan herkes, bu şüphelerin nedenlerini aşağı yukarı bilir. Sözkonusu nedenler şunlardır: Öncelikle daha evvelki nesiller bu iki kitabı aynı dil ve ibarelerini muhafaza etmek suretiyle sonraki nesillere ulaştırmamışlardır. Allah'ın kelamıyla, tefsir, tarih, şifahi rivayetler, fıkhî alıntılar ve insanların kendi sözlerini biribirine karıştırmışlardır. Asıl kitabın ortadan kaybolmasına neden olacak şekilde tercümeler çoğalmıştır. Öyle ki, kitab hakkındaki tarihi senet ve vesikalar dahi yok olmuştur. İşte bu yüzden onların ellerinde bulunan kitaplar hakkında, "Bunlar Hz. Musa ve Hz. İsa'ya verilenlerin aynısıdır" diyemeyiz. Ayrıca onların ruhani liderleri zamanla mezhep, ilahiyat, felsefe, hukuk, tabiat, sosyoloji, psikoloji vs. gibi konularda öyle meseleler ortaya attılar ki, Ehl-i Kitab olma vasıflarını kaybettiler.

Allah'ın vahyi hakkında hiçbir senet, vesika olmadığı için güvenilir bir kaynak da bulamadılar ki böylelikle ona başvurabilsinler ve doğru ile yanlışın ne olduğunu anlayabilsinler.

26. Yani, dinde hiçbir değişiklik yapmak ve taviz vermek suretiyle onlarla anlaşmaya oturma. Onlar, cahiliyye örf, adet ve alışkanlıklarını dine sokmak istiyorlar. Oysa bunlara İslâm'da yer yoktur. İslâm'ı kabul etmeleri için taviz vermeye yanaşma. Dileyen, Allah'ın dinini indirildiği gibi halis bir şekilde kabul etsin, aksi takdirde gidecekleri yer cehennemdir. Allah'ın dini hiç kimsenin hatırı için değişmez, kendi iyilik ve kurtuluşunu isteyen kimse, Allah'ın göndermiş olduğu dine göre kendisini değiştirerek ona tabi olsun.

27. Yani, ben onlar gibi tefrika çıkararak Allah'ın bazı kitaplarına inanıp bazılarına inanmazlık etmem. Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inanırım.

28. Bu kapsamlı cümlenin pekçok anlamı vardır:

a) Ben, gruplaşmadan uzak ve tarafsız olarak doğruyu söylemekle emrolundum. Benim görevim, herkese insaf ve adaletle davranmaktır. Haklıların yanındayım. Hak sahibi ne kadar yabancı, haksız da ne kadar yakınım olursa olsun ben haklının yanındayım ve haksıza karşıyım.

b) Benim size getirdiğim haklar herkes içindir. Hiç kimseye ayrıcalıklar tanımam ve herkese hak ile muamele ederim. Bu yüzden akraba-yabancı, büyük-küçük, zengin-fakir, güçlü-güçsüz demeden hepsi de benim yanımda aynı ölçüde haklarını alırlar. Hak ve haksızlık, günah ve suç ölçüsü herkes için aynıdır. Ve ben de dahil hiçbir istisnası yoktur.

c) Dünyada adaleti muhafaza etmekle, adaletsizliği ve haksızlığı toplumumuzdan kaldırmakla emrolundum.

d) Bunun anlamı, hicretten sonra anlaşılmıştır: "Ben, Allah tarafından tayin edilmiş kadı ve hakimim, aranızda adaletle hükmetmek benim görevimdir."

29. Yani, biz kendi yaptığımız amellerden, siz de kendi yaptığınız amellerden sorumlusunuz. Şayet biz bir kötülük yapacak olursak, sizler bundan sorumlu olmayacak, cezaya biz çarptırılacağız. Bu hususa Bakara: 139, Yunus: 41, Hud: 35, Kasas: 55'de değinilmiştir. Ayrıca izah için bkz. Bakara an: 124, Yunus an: 49, Hud an: 39, Kasas an: 77.

30. Yani, makul deliller öne sürerek sizlere tebliğ etmeye çalıştık, artık siz bilirsiniz. Gereksiz münakaşaya girmeye hiç niyetimiz yok.

16 O'na icabet olunduktan sonra, Allah hakkında (sözde) 'deliller öne sürüp tartışanların, 31delilleri, Rabbleri katında geçersizdir. Onların üzerinde bir gazab vardır ve şiddetli azab onlar içindir.

17 Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi.32 Ne bilirsin; belki kıyamet-saati pek yakındır.33

18 Onda acele davrananlar, (gerçekte) ona inanmayanlardır. İman edenler ise, ona karşı bir korku içindedirler ve onun gerçekten hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun; kıyamet-saati konusunda tartışmakta olanlar, gerçekte uzak bir sapıklık içindedirler.

19 Allah, kullarına karşı lütuf sahibi olandır;34 dilediğini rızıklandırır.35 O, kuvvetlidir, azizdir.36

20 Kim ahiret ekinini isterse, biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur.37

21 Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri,38 dinden kendilerine teşrî' ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zalimler için acıklı bir azap vardır.39

22 (O gün) Zalimleri kazanmakta oldukları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir. İman edip salih amellerde bulunanlar ise, cennet bahçelerindedirler. Rableri katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur.

AÇIKLAMA

31. Bu, Mekke'de hergün cereyan eden hadiselere işaret etmektedir. O zaman Mekkeliler, İslâm'ı kabul edenleri sürekli takip ederler, çevrelerindeki akrabaları, müslümanlara baskı yaparak onları İslâm'dan vazgeçirmeye ve Rasulullah'dan koparmaya çalışırlardı.

32. "Mizan" kavramı ile, terazi gibi tartarak doğru ve yanlışın, hak ve batılın, zulüm ve adaletin, iyilik ve kötülüğün farkını bildiren "şeriat" kastolunuyor. Allah, elçisinin ağzından şunları söyletmiştir. "Bana, aranızda adaletle hükmetmem, emrolunmuştur." Burada "Kitab" ile "Mizan"ın birlikte indirildiği zikrolunuyor ki, böylelikle adaletle hükmedebilsin.

33. Yani doğru yola gelmeyi isteyen bir kimse, bu konuda acele etmelidir. Çünkü sonunuzun ne zaman geleceğini hatta ikinci nefesi dahi alıp alamayacağınızı dahi bilemezsiniz.

34. Burada geçen "latîf" kelimesinin iki anlamı vardır: Birincisi, Allah, kullarına çok şefkatli ve merhametlidir. İkincisi, O, kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkati nazara alır ki, kendileri bile ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkında bile olmazlar. Buradaki "kullar" ile tüm insanlık kastolunuyor. Yani Allah'ın lütfu tüm dünyaya şamildir.

35. Yani, Allah'ın lütufkar olması, tüm kullarına eşit rızık dağıtacağı anlamına gelmez. Allah, herkese verir ama O'nun verdiği eşit miktarda değildir. Bazılarına başka bir hususda, bazılarına da başka bir hususda verir.

36. Yani, nizam içindeki tüm taksimat, Allah'ın gücüne dayanıyor ve kimsenin gücü bunu değiştirmeye yetmez. Şayet, Allah bir kimseye vermek istiyorsa, kimse ona engel olamaz. Vermek istemiyorsa da verdiremez.

37. Önceki ayetlerde, herkes tarafından kolaylıkla müşahade edilebilmesi mümkün olan iki gerçeğe işaret edilmiştir. Birincisi, Allah'ın lütfu umumidir ve tüm kullar ondan yararlanmaktadırlar. İkincisi, rızık herkes için eşit dağıtılmamıştır ve insanlar arasında bu bakımdan fark vardır. Bu ayette, Allah'ın kullarına verdiği lütuf ve rızkın bağışlanmasında sayısız farklılıklar vardır. Öncelikle bu farklılık usuldedir. Yani ahireti taleb edenler ile dünyayı talep edenlere başka başka rızıklar verilecektir.

Bu önemli gerçeğe burada kısaca değinilmiştir. Fakat bu gerçeği ayrıntıları ile kavramak, insanın hayat tarzını yeniden gözden geçirmesini sağlar.

Dünya ve ahiret için uğraşanlar, tarlada çalışan işçilere benzetilmiştir. Çiftçiler toprağı çaba sarfederek ekerler ve ondan ürün alırlar. Fakat maksat ve niyetlerindeki farklılık, onların amellerinde de farklılığa yol açar. Örneğin, ahiret için tarlada çalışan kimse ile dünya için tarlada çalışan arasında fark vardır. Dolayısıyla Allah indindeki mükafatları da farklı olur. Oysa her ikisi de bu dünyada çalışmaktadırlar.

Ahiret için tarla eken kimseye Allah, dünyadaki nasibini verir ve o, dünyadayken kendine az-çok bir kısmet bulur. Çünkü, Allah'ın lutfu herkese şamildir. O, iyi ve kötü herkesi rızıklandırır. Fakat Allah, ahiret için tarlasını ekenin tarlasını bereketlendirmekle müjdeliyor. Çünkü o, buna talibtir ve bunun için çalışmıştır.

Onun tarlasına bereket vermenin pekçok şekli vardır. Örneğin, o ne kadar iyi ve halis niyet ile çalışmış ve ahiret için ne kadar salih amel işlemişse mükafatı da o nispette yüksek olur. Bunun yanısıra dünyada ahiret niyetiyle salih amel yaparsa, Allah ona iyilik yapmak için daha çok fırsatlar tanır. Yani, Allah tüm iyilik kapılarının kapanmasına ve şer kapılarının açılmasına müsaade etmez. Üstelik ahirette bu dünyada yaptığı amellerin karşılığını fazlasıyla bulacaktır. En azından 10 katıyla, binlerce fazlasıyla (hatta sınırsız) derecede mükafat alırlar.

"Sadece bu dünya için tarla eken kimsenin-ki onun tüm çalışması bu dünya içindir- akibetini Allah şöyle bildiriyor: Birincisi, o ne kadar çaba sarfederse sarfetsin, Allah'ın kendisi için tayin ettiğinden fazlasını alamaz. İkincisi, bu dünyada ne bulduysa sadece onunla yetinmek zorundadır.

38. "Şürekau" (ortaklar) ifadesi ile sadece insanların kendilerine yalvardıkları, müracaatta bulundukları, dua ettikleri, ibadet edip adak kestirdikleri ve bu şekilde ortak koştukları tanrılar kastedilmiş değildir. Burada 'ortaklar' ile insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler kastolunmaktadır. Öyle ki, onların ortaya attıkları düşüncelere, akidelere, nazariyelere iman edilir ve ahlâkî kaideler, kültürel normlar şeklinde ihdas ettikleri değerler ölçü olarak kabul edilir. Onların icad ettikleri kanunlara, dini törenlere, örf ve adetlere uyulur. Kişisel ve toplumsal hayatı düzenlemede, alış verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde hep onların kararları esas alınır. İşte bu, o insanların tabi oldukları şeriatlarıdır. Yine bu, Allah'ın dininin karşısında kendi başına müstakil bir dindir. Onlar nasıl ki Allah'ın rızası olmadan bir 'din' ortaya koymuşlarsa, onlara uyanlar da Allah'ın rızası olmadan uymuşlardır. İşte Allah'dan gayrısına kulluk nasıl şirkse, bu da öyle şirktir. Daha fazla izah için bkz. Bakara an: 172 ve 288, Al-i İmran an: 57, Nisa an: 90, Maide an: 1-5 ve 104-105, En'am an: 86-87, 106-107, Tevbe an: 31, Yunus an: 60-61, İbrahim an: 30-32, Nahl an: 114-116, Kehf an: 49-50, Meryem an: 27, Kasas an: 86, Sebe: 41 ve an: 63, Yasin: 60 ve an: 53.

39. Yani, bu o kadar büyük bir cürümdür ki, şayet Allah son hükmünü vermeyi kıyamete kadar ertelememiş olsaydı, bunları dünyada da azaba çarptırırdı. Çünkü onlar Allah'ın kulu oldukları halde ortaya bir 'din' atmışlar ve onlara uyanlar da Allah'ın dinini bırakarak onlara tabi olmuşlardır.

23 İşte Allah; iman edip de salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum,40 ancak akrabalık sevgisi hariç."41 Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.42

24 Yoksa onlar: "Allah'a karşı yalan düzüp-uydurdu"mu diyorlar? 43Oysa eğer Alah dilerse, senin de kalbini mühürler.44 Allah, batılı yok edip-ortadan kaldırır ve kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir45 (gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir.46

25 Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlemekte olduklarınızı bilen O'dur.47

26 O, iman edip salih amelerde bulunanlara icabet eder ve onlara kendi fazlından arttırır. Kâfirlere gelince; onlar için şiddetli bir azap vardır.

AÇIKLAMA

40. Bu ifade ile Hz. Peygamber'in (s.a), insanları Allah'ın azabından korumak için gösterdiği çabaya işaret olunuyor. O peygamber ki, insanlara cenneti müjdeliyor.

41. Yani, "Ben sizden bu yaptıklarım için bir karşılık beklemiyorum. Ben sizden sadece yakınlarıma (kurbâ) sevgi istiyorum." "Kurbâ" (akrabalar ve yakınlar) kelimesi üzerinde müfessirler arasında büyük ihtilaflar vardır.

Bir grup müfessir bu ayetten Rasulullah'ın (s.a) Kureyşlilere, "Şayet benim sözlerimi dinlemiyorsanız, hiç olmazsa kabile hatırı için bana diğer Araplar'dan daha fazla düşmanlık göstermeyin" demek istediği şeklinde bir anlam çıkarmaktadır. İbn Abbas'ın, ayeti bu şekilde yorumladığı birçok raviden nakledilmiştir. (İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Cerir, Taberânî, Beyhakî ve İbn Sad) Aynı yorumu Mücahid, İkrime, Katade, Suddi, Ebu Malik, Abdurrezzak b. Zeyd b. Eslem, Dahhak, Ata b. Dinar ve daha birçok müfessir de yapmıştır.

İkinci grup bu ayeti, "Ben sizden hiçbir şey istemiyorum, yeter ki sadece Allah'a yakın olun" Yani, doğru yola gelmeniz benim için yeterli bir karşılıktır. Bu yorum Hasan Basri'den rivayet edilmiştir. Katade'nin bir kavli, bu yorumu doğruladığı gibi, ayrıca Taberanî'nin de İbn Abbas'tan aynı doğrultuda bir rivayeti vardır. Nitekim Kur'an'da konuyla yakından ilgili bir ayet bulunmaktadır: "Ben buna karşılık sizden bir ücret değil, sadece Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum, de" (Furkan: 57)

Üçüncü grup ise, "Kurbâ" kelimesini "akraba" olarak kabul ediyor ve ayeti şu şekilde anlıyorlar. "Ben sizden bir ücret (mükafat) istemiyorum, sizden istediğim sadece akrabalarıma sevgi göstermenizdir." Bu grup içinde bazıları "akrabalar" kelimesiyle, "Abdülmuttaliboğullarının" kastedildiğini söylerken, bazıları da"Hz. Ali, Hz. Fatma ve oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in" kastedildiğini iddia etmektedirler. Bu yorum Said b. Cübeyr ve Ömer b. Şuayb'dan rivayet edildiği gibi ayrıca İbn Abbas'a ve Ali b. Hüseyin'e de (Zeynelabidin) nispet olunmaktadır. Fakat bu yorumun birtakım ciddi nedenler dolayısıyla kabul edilmesi mümkün değildir. Birinci neden, bu sure Mekke'de nazil olduğunda Hz. Ali ve Hz. Fatıma henüz evlenmemişlerdi ve dolayısıyla da çocukları yoktu. Bunun yanısıra Abdulmuttaliboğullarının hepsi müslüman olmadığı gibi içlerinde İslâm'ın çok açık düşmanları vardı. Nitekim Ebu Leheb bu konuda çok net bir örnektir.

Diğer bir neden, Hz. Peygamber'in (s.a) akrabaları sadece Abdülmuttalipoğullarından ibaret değildi. Hz. Peygamber (s.a) anne tarafı, baba tarafı ve eşi Hz. Hatice dolayısıyla hemen hemen Kureyş'in hepsiyle akraba idi. Bu insanların ileri gelenlerinden bazıları Rasulullah'ın (s.a) safında bulunurken, bazıları da onun (s.a) en büyük düşmanı idiler. Dolayısıyla hiçbir mantık, Hz. Peygamber'in (s.a), akrabaları olan Abdülmuttaliboğullarına sevgi gösterilmesi için ricada bulunabileceğini kabul etmez. Üçüncü neden ise çok daha önemlidir. İnsanları Allah'a çağıran ve yüce bir makamda bulunan Hz. Peygamber (s.a) nasıl olur da, sadece kendi akrabaları için kafirlerden sevgi talebinde bulunur? Hiçbir akıl sahibi, Allah'ın, peygamberine kafirlerden böylesine hakir bir talebte bulunması için vahyedebileceğini tasavvur edemez. Kur'an'daki peygamber kıssalarının tümünü incelediğimizde hepsinin de toplumlarını hakka davet ederken tebliğlerine karşılık hiçbir ücret istemediklerini, bilakis ücretlerinin sadece Allah'a ait olduğunu söylediklerini görürüz (Bkz. Yunus: 72, Hud: 29-51, Şuara: 109-127, 145-146, 180) Yasin Suresi'nde bir peygamberin "hak" oluşunun, onun hiçbir çıkar gözetmeyişiyle ölçülebileceği vurgulanmıştır. (Bkz. Yasin: 21). Yine Hz. Peygamber'e (s.a) Kur'an'da tekrar tekrar şöyle söylemesi emredilmiştir: "Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum." (En'am: 90, Yusuf: 104, Müminun: 72, Furkan: 57, Sebe: 47, Sad: 86, Tûr: 40, Kalem: 46.)

Artık bu kadar açık delillerden sonra bir peygamberin yaptığı çağrıya karşılık, akrabalarına sevgi isteyebileceğini düşünmek mümkün değildir. Bunun yanısıra, burada muhatabın kafirler olduğunu düşünürsek şayet, sözkonusu "istek" daha anlamsız gelir. Çünkü ayetin siyak ve sibakında, hitab hep kafirlere olduğu için onlardan karşılık beklemenin hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca kafirler Hz. Peygamber'in (s.a.) risaletini kabul etmediklerine göre niçin ona mükafat versinler? Üstelik Rasulullah'ı (s.a) itham etme durumunda bulunuyorlarken!...

42. Yani, isyan eden kullarının aksine, Allah'ın, iyilik yapma gayreti içinde olan kullarına davranışı farklıdır:

a) Onlar az veya çok iyilik yapmak için ne kadar çaba sarfederlerse, Allah'da onlara daha fazla iyilik nasip eder.

b) Onların tüm iyi niyetlerine rağmen, birtakım noksanları olsa bile, Allah onları görmemezlikten gelir.

c) Onlar az veya çok sermaye olarak ne kadar iyi amel getirirlerse, Allah onu artırır.

43. Bu cümlede şiddetli bir sitem vardır. Adeta şöyle söylenmektedir: "Ey Nebi! Bunlar o derece küstahlaşmışlardır ki, senin durumunda olan bir insana iftira etmektedirler. Onlar sana iftira atmakla yetinmedikleri gibi, seni bir kitap uydurmakla suçluyor ve böylece Allah'a da iftira atıyorlar."

44. Yani, "Böylesine bir iftirayı sırf kalbleri mühürlendiği için atıyorlar. Şayet Allah dilerse, senin de onlar gibi kalbini mühürleyebilir, ancak seni onlardan ayırması Allah'ın bir lütfudur." Bu ifade ile, Hz. Peygamber'e (s.a) iftira atanlarla gizli bir şekilde alay ediliyor. Yani, "Ey Nebi! Onlar seni kendi seviyelerinde kabul etmektedirler. Kendi çıkarları için nasıl yalan, iftira ve hileye başvuruyorlarsa, senin de onlar gibi kendi çıkarın için bir yalan uydurduğunu ve sonra da Allah'a nispet ettiğini zannediyorlar. Fakat Allah'ın, kafirlerin kalbini mühürlediği gibi senin kalbini mühürlememesi onun bir lütfudur.

45. Yani, kötülüğün daim olmaması ve sonuçta Hakkın galip gelmesi Allah'ın bir sünnetidir. Bu yüzden Ey Nebi! Sen onların yalan ve iftiralarına aldırmadan yapmakta olduğun işe devam et. Sonunda hak yerini bulur. Bu yalan, iftira ve hileler kaybolur gider.

46. Yani, Allah onların sana karşı çıkmalarının ardındaki gerçek niyetlerini iyi bilir.

47. Bir önceki ayetin hemen akabinde "tevbe edilmesi" için çağrıda bulunulmaktadır. Bu usluptan ortaya şöyle bir anlam çıkmaktadır. Yani, "Ey zalimler! Sizler Hak bir Nebi'ye karşı çıkmakla Allah'ın azabına daha çok müstehak olmaktasınız. Fakat şimdi yaptıklarınızdan vazgeçer, tevbe ederseniz eğer, Allah da sizleri affeder. "Tevbe", kişinin yaptığı kötülükten utanması, pişman olması ve yaptığı kötülükten vazgeçerek bir daha yapmamaya karar vermesidir. Ancak yapılan kötülüğü telafi etmeye çalışmak da, samimi bir tevbenin gereğidir. Fakat telafi etmek mümkün değilse, tevbe eden kişi Allah'dan af diler ve ne kadar iyilik yapmak mümkünse o kadar iyilik yapar ve böylece önceden işlediği suçları temizlemeye çalışır. Şayet "tevbe"nin gayesi Allah'ın rızasını kazanmak değilse o, "tevbe" değildir. Çünkü bir kötü işten ve davranıştan vazgeçmek Allah'ın "tevbe" hakkında yaptığı tarife uymaz. Kısaca "tevbe" Allah rızası için kötü bir işi yapmayı terketmektir.

27 Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir.48

28 O'dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip-yayar. O, Veli'dir, Hamid'dir.49

29 Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması50 O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamağa güç yetirendir.51

30 Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.52

31 Siz yeryüzünde (O'nu) aciz bırakacak değilsiniz. Ve sizin Allah'ın dışında ne bir veliniz vardır, ne de bir yardımcınız.

32 Denizde yüksek dağlar gibi seyretmekte olan gemiler O'nun ayetlerindendir.

AÇIKLAMA

48. Burada, Allah'ın, Kureyşlilerin dikkatini şu noktaya çekmeye çalıştığı anlaşılıyor: "Sizler bir Kayser veya Kisra görseniz, kendinizin küçük bir tüccar kabileden başka bir şey olmadığınızı anlarsınız. Sizlere diğer Araplardan biraz daha fazla imkan verdiğimiz için böbürleniyor ve Muhammed b. Abdullah'a (s.a) tabi olmayı onur kırıcı kabul ediyorsunuz." İşte bu yüzden, "Demek ki bu zavallılara gerçek bir güç vermiş olsaydık, kibirlerinden patlayacaklardı. Bunun için onlara haddi aşmasınlar diye sınırlı bir güç verdik." demektedir. Aynı konuya çeşitli ayetlerde, farklı usluplarla değinilmiştir. Bkz. Tevbe: 68-70, Kehf: 32 ve 42, Kasas: 76 ve 82, Rum: 9, Sebe: 34-36, Mü'min: 82-85.

49. Burada "veli" ile mahlukatının tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara vekil olan "zat" kastolunmaktadır.

50. Burada, hayatın sadece dünyada değil diğer gezegenlerde de olduğuna işaret olunuyor.

51. Yani, Allah bunları yapmaya nasıl muktedir ise, aynı şekilde toplamaya da muktedirdir. Dolayısıyla "Kıyametin gelmeyeceği ve gelip gidenlerin tekrar toplanmayacağı" düşüncesi yanlıştır.

52. Burada tüm insanlara gelen musibetler değil, Mekke'deki kafirlere gelen musibetler kastolunmuştur. Yani şöyle denilmektedir: "Şayet Allah sizleri her işlediğinizden ötürü hemen cezalandıracak olsaydı, şimdiye kadar sizlerden hiçbiri hayatta olmazdı. Fakat bu musibet, (muhtemelen Mekke'deki kıtlığa işaret ediliyor) belki yola gelirsiniz diye sizler için bir uyarı niteliği taşımaktadır. İsyan ettiğiniz Allah'ın karşısında ne kadar çaresiz, ne kadar aciz olduğunuzu biraz olsun düşünün. Oysa sizler Allah'tan başkasını "veli" olarak kabul ediyor ve onların sizleri kurtaracağını zannediyorsunuz. Aslında sizleri Allah'tan başka hiçbir güç kurtarmaya muktedir değildir."

Hemen bu noktada, Allah'ın halis mü'minler üzerindeki kanununun farklı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü mü'minlere gelen musibet ve sıkıntılar, onların günah, hata ve sıkıntılarının keffaretidir. Nitekim bir hadiste şöyle denmiştir: "Müslüman, bir sıkıntı, dert, gam, keder ve zahmet çekse, hatta ayağına bir diken bile batsa, Allah bunu onun yaptığı bir günaha keffaret olarak kabul eder" Allah'ın dini için çalışıp-çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, onun sadece günahlarına keffaret olmakla kalmaz, bunun yanısıra Allah indindeki derecesi de yükselir. Dolayısıyla hak yolda olan bir insanın sıkıntılarla karşılaşıyor olmasını, o kimsenin günahlarının cezası şeklinde telakki etmek çok yanlıştır.

33 Eğer dileyecek olsa, rüzgârı durdurur, böylece onlar da onun üstünde kalakalırlar. Hiç şüphe yok, bunda çokça sabreden, çokça şükreden kimse53 için gerçekten ayetler vardır.

34 Ya da kazanmakta oldukları dolayısıyla onları yok eder, bir çoğunu da affeder.

35 (Öyle ki) Ayetlerimiz hakkında mücadele edenler, kendileri için hiç bir kaçacak yer olmadığını bilip-öğrensinler.54

36 Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaıdır.55 Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir.56 (Bu da) İman edip Rablerine tevekkül edenler içindir;57

AÇIKLAMA

53. Burada "Sabır" kavramı, "İnsanın kendi nefsini kontrol altında tutması, her halukârda Allah'a ibadet etmesi ve imanının üzerinde ısrarla diretmesi" anlamında kullanılmıştır. Yani kişinin iyi günlerinde Allah'ı unutup isyan etmemesi ve başkalarına zulmetmemesi gerekir.

"Şükr" kavramı ise burada, "insanın başarıya ne kadar erişirse erişsin, başarısını kendi marifeti kabul ederek kibirlenmemesi, bilakis onu Allah'ın bir lütfu sayması ve kötü günlerde dahi Allah'ın nimetlerine hamd etmesi" anlamında kullanılmıştır. Yani kişi iyi ya da kötü her halukârda Allah'a şükretmelidir.

54. Kureyşliler, ticaret amacıyla Hindistan'a ve Afrika'nın sahil ülkelerine kayık ve gemilerle yolculuklara çıkıyorlar ve sürekli tufan ve fırtınanın çıktığı Kızıl Deniz'den geçiyorlardı. Tufan ve fırtınanın yanısıra, denizin altında bulunan kayalara her an çarpıp parçalanma tehlikesi sözkonusuydu. İşte Allah burada, Kureyşlilerin hergün görüp karşılaştıkları manzaraların bir tablosunu çizmektedir.

55. Yani, bu dünya, bir insanın şımararak böbürlenmesini gerektirecek bir şey değildir. Örneğin bir kimsenin ne kadar çok malı ve serveti olursa olsun, kendisinin belli bir miktarın üstünde onlardan istifade etmesinin mümkün olmadığı gibi, o kimse herşeyini bu dünyada bırakarak ayrılır ve buradan elleri boş gider. Dolayısıyla bu gerçeği idrak eden bir kimse, artık şımarıp böbürlenmez.

56. Yani, bu gerçek servet (cennet) daha hayırlı ve daha süreklidir. Üstlik bu servette bir eksiklik te olmayacaktır.

57. 'Tevekkül" burada imanın bir cüzü olarak nitelenmekte ve ahiretin kazanılmasının bunun başarılmasıyla mümkün olacağı ifade edilmektedir. Tevekkül şu anlamlara gelir:

Birincisi, insanın, Allah'ın yol göstermesine (hidayetine) tam bir teslimiyetle güvenip, dayanması ve O'nun tüm hakikatı bildiğine inanmasıdır. Ahlâki kaideler, helâl ve haramın sınırları, yeryüzünde yaşamanın kural ve prensipleri, kısaca Allah'ın koyduğu tüm kanunların hak olduğunu bilmek ve onları uygulamakla insan felaha ulaşır.

İkincisi, insan Allah'tan başkasına tevekkül etmemeli, kendi kuvvet, kabiliyet ve imkanlarına güvenmemelidir. Ancak insan dünyada da, ahirette de başarının sadece Allah'ın yardım ve inayetiyle olacağına inanmalıdır. Bir kimsenin Allah'ın yardım ve inayetini elde edebilmesi için de, ancak O'nun için çalışması ve O'nun koyduğu kurallara uyması gerekir.

Üçüncüsü, Allah'ın va'd ettiği şeyler, ancak Allah'a tevekkül edip, iman eden ve salih amel işleyen kimseleredir. Tevekkül eden kimseler, batıl yollarda ne kadar çok çıkarları olursa olsun, yine de o yolları terk eder ve Allah'a tevekkül edip, Allah'ın helâl yollarında rızıklarını ararlar, bu yüzden sıkıntılarla karşılaşsalar bile hak yolda yürümekte ısrar ederler. İşte bundan, iman ile tevekkülün birbirlerine ne kadar bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Sadece iman ettiğini söylemek, ancak, Allah'a tevekkül etmeden ve helâl haram sınırını hesaba katmadan rızık kazanmaya çalışmak, Allah'ın yukarıdaki va'dini elde etmeye yetmez.

37 (Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin -utanmazlıklardan kaçınanlar58 ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar,59

38 Rablerine icabet edenler,60 dosdoğru namazı kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar61 ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,62

AÇIKLAMA

58. İzah için bkz. Nisa an: 53-54, En'am an: 130-131, Nahl an: 89, Necm an: 32.

59. Yani, onlar öfkeli değil, sakin bir mizaca sahiptirler, kinci değildirler, Allah'ın kullarının noksanlıklarına göz yumarlar. Ve öfkelendiklerinde öfkelerini bastırırlar. Bu özellik, imanın en önemli vasıflarından birisidir ve Kur'an da övülmüştür. (Bkz. Al-i İmran: 134) Ayrıca, Hz. Peygamber'in (s.a.) başarı kazanmasındaki en mühim amillerden biri olma keyfiyetine haizdir. (Bkz. Al-i İmran: 159) Hz. Aişe'den (r.a) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah hiçbir surette nefsi için intikam alma yoluna gitmemiştir. O sadece, Allah'ın hududlarına tecavüz eden kimselere ceza vermiştir." (Buhari, Müslim)

60. Yani, Allah onları çağırırsa, onlar hemen buyur diyerek koşar, Allah'ın davetine icabet eder ve O'nun her emrini yerine getirmeye çalışırlar.

61. Bu, müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.

İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:

a) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen sözkonusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.

b) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.

c) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi sözkonusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.

Bu üç hususa dikkat edecek olursak şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir.

Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar alınacaksa akil ve baliğ olan herkes ile istişare yapılmalıdır. Şayet bir toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehli rey toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişare iledir" ayetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu ilahi beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar. Ancak halk onların bu sahtekarlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.

"Onların işleri aralarında istişare iledir" ayeti beş temel düsturu tazammun eder:

a) Karara bağlanacak bir meseleyle ilgili olan ve karardan etkilenecek herkes mesele hakkında aydınlatılmalıdır. Ayrıca meseleyle ilgili kendi düşüncelerini söyleyebilmeleri için her türlü hak istisnasız onlara verilmelidir. Bunun yanısıra alınacak kararları açıkça eleştirebilmeli, protesto edebilmeli ve kararlara itiraz edebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Tüm bu haklarını kullanmalarına rağmen, gidişat hakkında olumlu bir değişiklik gözlenmemişse, yöneticileri değiştirebilmelidirler. Toplumun özgürlüğünü ellerinden almak ve onlara danışmadan, yine onların işlerini yürütmek açıkça o topluma hiyanet etmektir. Böylesine bir tavır içerisinde halkı idare etmeye yeltenenler, sözkonusu ayeti çiğnemiş olurlar.

b) Toplumsal sorumluluk alacak olan kimseler, halkın onayıyla seçilmelidirler. Halk onları hiçbir korku duymadan, hiçbir baskıya maruz kalmadan ve serbestçe seçilebilirken, seçilme durumunda olanlar da gayri meşru metodlara (Örneğin, rüşvet, hile, tehdit vs.) başvurmamalıdırlar. Çünkü bu tür yöntemlerle halktan alınan onay, onay değildir. Bu şekilde toplumun başına geçen kimse, o toplumun gerçek lideri değildir. Gerçek lider, halkın kendisini sevdiği ve onu özgür iradesiyle seçtiği kişidir.

c) Toplumun başındaki liderin şura heyeti, o toplumun güven duyduğu kimselerden oluşmalıdır. Halkın onayını para, tehdit, yalan ve hile gibi yollarla elde etmiş olan kimseler aslında halkın güvenini hak etmiş değildirler.

d) İstişare esnasında şura heyetine mensup temsilciler, tercihlerini iman, ilim ve samimiyet çerçevesi dahilinde kullanmalıdırlar. Tercihlerini özgürce yapabilmeleri için baskı, rüşvet ve grup çıkarlarından etkilenmeden, kendi inandıkları ve bildikleri doğrultuda hareket etmelidirler. Şayet onlar tercihlerini bu şekilde kullanmayacak olurlarsa, mezkur ayeti ihlal etmiş olurlar.

e) Ehli rey, yani, "şura" mensupları, bir konuda ittifak ile ve çoğunlukla karar alırlarsa, o karar itirazsız kabul edilmelidir Çünkü, her şahıs veya grup kendi bildiğini okursa şayet, istişarenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah, sadece "Onların işleri aralarında istişare iledir", demekle kalmamış ve "Yapacağın işler hakkında onlarla istişare et" diye emretmiştir. Bu, "Onlara sadece danışın" demek değildi, aksine "Onlarla istişare ettikten sonra, ittifak ve çoğunlukla alınan karara uyun" demektir.

Bu bağlamda, istişare yoluyla karar alma yetkisinin sınırsız olmadığı iyice bilinmelidir. Çünkü, üzerinde istişare edilmesi sözkonusu olan saha dinin kaideleriyle sınırlanmıştır. Ana prensip şu şekilde belirlenmiştir: "Şayet bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasulü'ne döndürün" veya "Aranızda anlaşmazlıklar hakkında karar vermek sadece Allah'a aittir." Bu ana prensip dolayısıyla müslümanlar, ancak naslardan çıkarılan yorum ve düşünceler ile, kendisiyle amel edilen kurallar hakkında istişarede bulunabilirler. Yoksa hiçkimse Allah ve Rasulü'nün açık açık bildirdiği bir husus üzerinde istişarede bulunmaya yetkili değildir.

62. Bu ifade, üç anlama birden gelmektedir: 1) "Bizim verdiğimiz helâl rızıktan harcarlar, ihtiyaçları olduğundan dolayı haram ve gayri meşru yollarla mal kazanmaya çalışmazlar." 2) "Cimrilik yapmazlar." 3) "Verilen rızıkları sadece kendi nefisleri için değil, ancak hak yolunda da sarfederler."

Birinci şık, "O kimseler, sadece Allah'ın verdiği helâl ve tayyib olan malı rızk olarak telakki ederler." anlamına gelir. İkinci şık, "Rızkın sarfedilmek üzere verildiği, toplayıp yığmak ve üzerinde bekçilik yapmak için verilmediği" anlamını tazammun eder. Üçüncü şık ise, Kur'an'daki "infak etmek" (sarf etmek) kelimesinin, insanın salt kendi ihtiyaçları için kullanılmadığı ve Allah yolunda harcamayı kapsadığını anlatır. İşte bu üç neden dolayısıyla infak etmek, mü'minlerin en önemli özelliklerinden biri olarak nitelendirilmiştir.

39 Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.63

40 Kötülüğün karşılığı,64 onun misli(benzeri) olan kötülüktür.65 Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir.66 Gerçekten O, zalimleri sevmez.67

41 Kim de zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur.

42 Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlar için acıklı bir azab vardır.

43 Kim de sabreder ve bağışlarsa, hiç şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.68

44 Allah, kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiç bir velisi yoktur.69 Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; "Geri dönmeğe bir yol var mı?" derler.70

AÇIKLAMA

63. Kafirler için, "kolay yutulur lokma" olmayışları, mü'minlerin en önemli özelliklerindendir. Onların yumuşak huylu ve affedici bir karaktere sahip olmaları, "zayıflık" olarak nitelenemeyeceği gibi, İslâm'ın mü'minlere münzevî rahipler gibi yaşamalarını öngördüğü de söylenemez.

Müslümanın yüceliği, galip geldiğinde dahi intikam alıcı olmayıp, affedici oluşundandır. Onlar, müstazafların hatalarına göz yumarlarken, müstekbirlere karşı cesurdurlar ve onların önünde boyun eğmezler. Öyleki onlar mü'minleri, karşılarında çelik gibi sert bulurlar.

64. Buradan itibaren önceki ayetlerin izahı yapılıyor ve bu izah paragrafın sonuna kadar sürüyor.

65. İntikam almanın temel ilkesi, zarar gören kimsenin gördüğü zarar nispetince karşılık vermesidir. Aksi takdirde zulüm edilmiş olur.

66. İkinci ilke, intikam almanın caiz olmasıyla birlikte makbul olanı, intikam almaktan vazgeçip affetmektir. İşte bu af, karşısındaki insanın ıslahına neden olabilirse şayet, çok daha faydalıdır. Çünkü nefsini kontrol altına alıp affedici olan kimseye Allah şöyle der: "Mükafatını ben vereceğim, çünkü sen tüm ızdırabına rağmen intikam almaktan vazgeçtin."

67. Yani, intikam alırken siz de zalim olmayın, size kötülük yapan birine onun yaptığından daha fazlasıyla mukabele etmeyin. Sözgelimi, size tokat atan birine tokatla cevap verdiğiniz gibi bir de tekme atmayın. Bunun yanısıra günah işlenerek verilen bir zararın karşılığını, günah işlemek suretiyle almak caiz değildir. Sözgelimi, oğlunuzu katleden bir kimsenin oğlunu katledemezsiniz. Yine kızınızı veya kızkardeşinizi iğfal eden rezil bir insandan, onun kızı veya kızkardeşi ile zina ederek intikam almanız haramdır.

68. Burada sıralanan özelliklerin tümü Hz. Peygamber'in (s.a) ve ashabının üzerinde bulunmaktaydı. Onlarda bu özelliklerin olduğunu gören Mekkeli müşriklere, herşeyi uğrunda feda ettikleri bu dünyanın geçici hayatının bir değeri olmadığını anlatmaktadır. Asıl değerli olan, ahlâklı olmak ve Kur'an'a iman eden insanların toplumdaki diğer insanlara örnek olmak bakımından taşıdığı sıfatlara sahip bulunmaktır.

69. Yani, Allah mübarek bir kitab olan Kur'an'ı yol gösterici olarak indirmiş, güzel bir ahlâkı ve temiz bir yaşantısı olan Hz. Muhammed'i (s.a) peygamber ve önder olarak göndermiştir. Allah'a ve peygamberine iman edenlerin yaşadıkları hayatı "en güzel örnek" olarak gördüğü halde iman etmeyen kimseyi Allah dalâlet içinde bırakır. Allah'ın terkettiği kimseye de artık hiç kimse yol gösteremez.

70. Yani, bugün küfürden dönmeleri mümkün iken dönmüyorlar. Azab geldikten sonra dönmek isteyeceklerdir ama, o zaman da dönemiyeceklerdir.

45 Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar.71 İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem de yakın-akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler.

46 Onların Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiç bir (çıkış) yolu yoktur.

47 Allah'tan geri çevrilmesi olmayan bir gün,72 gelmeden evvel, Rabbinize icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne de sizin için inkâr (etmeğe bir imkân).73

48 Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz.74 Sana düşen, yalnızca tebliğdir.

Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.75

AÇIKLAMA

71. Korkunç birşeyle karşılaştığında insan, korkudan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak gözucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Ve sonra yeniden korku ile gözlerini kapatır. İşte cehenneme sevkedilen insanların o anki halleri bu şekilde tasvir edilmiştir.

72. Yani, Allah, azabı onlardan defetmeyecek ve başkalarının da, azabı onlardan def etmeye gücü yetmeyecektir.

73. Burada kullanılan ifadenin orjinali "Vemalekum min nekîr"dir. Bu ifade birkaç anlama gelir.

a) Sizler yaptığınız kötülükleri reddedemeyeceksiniz.

b) Kimlik değiştirmek suretiyle ortadan kaybolamazsınız.

c) Kendinizi karşısında bulduğunuz şeye kızamayacak ve itiraz edemeyeceksiniz.

d) Sizin bu durumdan kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur.

74. Onları zorla inandırmakla mükellef olmadığın gibi, İslâm'ı kabul etmeyişlerinin nedeni de senden sorulmayacaktır.

75. Burada insan ile Allah'ın kendilerine azıcık bir nimet verdiğinde hemen şımaran ve büyüklenerek hak davete kulak vermeyen kimseler kastolunmaktadır. Onlar biraz güçlükle karşılaşsalar, kısmetlerinin kötülüğünden dem vurup, Allah'ın verdiği diğer nimetleri unuturlar. Zaten onlar tefekkür de etmezler. Ne zenginlik, ne de fakirlik onların hidayeti bulmalarına vesile olmadığı gibi, islah olmaları da mümkün değildir. Bu hitap, her ne kadar yukarıda zikrettiğimiz kimselere hitap ediyorsa da, isim verilmeyerek, genel bir ifadeyle yine genel bir zafiyete değinilmiştir. İşte bu zafiyet onların marazlarının asıl nedenidir. Burada karşımıza, tebliğ yönteminde dikkat etmemiz gereken bir nokta ortaya çıkıyor. Muhatab doğrudan doğruya değil, dolaylı ve genel bir uslup içersinde eleştirilmelidir ki bu, kendisinde zıt duygulara ve inada yol açılmasına neden olmasın. O kimsede birazcık şuur varsa eğer, kendi hatasını anlayacak ve onu düzeltmeye çalışacaktır.

49 Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.76 Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine de erkek armağan eder.

50 Veya onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir.77 Dilediğini de kısır bırakır. Gerçekten O, bilendir, güç yetirendir.

51 Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir;78 ancak bir vahy ile79 ya da perde arkasından80 veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka.81 Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.82

52 Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh vahyettik. 83Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.84 Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun.

53 Göklerde ve yerde bulunanların tümü kendisine ait olan Allah'ın yoluna. Haberiniz olsun; işler Allah'a döner.85

AÇIKLAMA

76. Müşrikler kabul etsin veya etmesinler, kainatın gerçek Rabbi ve Hükümranının Allah olduğu ve kainatın yönetiminin zâlim ve zorbaların eline bırakılmadığı gerçeği asla değişmez. Ayrıca nebi, veli veya sahte ilahlardan hiçbirinin Allah'ın hükümranlığında ortaklığı yoktur ve kainatın yegane hükümdarı Allah'tır. O'na isyan edenlerden hiçbiri kendi güçleri ile ayakta dahi kalamaz.... Oysa, diğer insanlar tarafından ortak koşulan bu sahte ilahların o insanları Allah'dan kurtarmaya yetecek hiçbir güçleri yoktur.

77. Allah dilemedikçe, bir kimsenin, ne kadar güç ve keramet sahibi olursa olsun, değil başkalarına, kendisine bile istediği gibi bir evlat edinemeyeceği gerçeği, Allah'ın kudretinin çok açık bir ispatıdır. Kısır olan bir insana Allah dilemedikçe ne ilaç, ne de muska yarar sağlar. Kendi çabalarıyla hiç kimse diledikleri gibi, kız veya erkek bir çocuk meydana getiremez. Bu konuda herkes acizdir. Hatta hiç kimse ana rahmindeki çocuğun cinsiyetini dahi bilemez. İşte tüm bunlara rağmen kendisini Allah'tan müstağni gören ve O'na ortaklar koşan kimse bu basiretsizliğinin cezasını çeker.

78. Burada hitap son bulurken surenin açılış konusuna yeniden değinilmektedir. Konuyu iyice kavrayabilmek için surenin ilk ayetini ve açıklama notunu tekrardan okuyunuz.

79. Burada "vahiy" ile ilka, ilham, kalbe doğmak ve rüya kastolunmaktadır. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Yusuf'a (a.s) rüyada gösterildiği gibi (Bkz. Yusuf: 4-100, Saffat: 102.)

80. Yani, sesi duymakla birlikte konuşan şahıs görülmemektedir. Örneğin Hz. Musa (a.s) Tur Dağı'nda bir ağaçtan Allah'ın sesini duymuş ama O'nu görmemiştir. (Bkz. Taha: 11-46, Neml: 8-12, Kasas: 30-35).

81. Tüm semavi kitaplar bu şekilde vahyolunmuştur. Ancak bazı kimseler bu cümleyi yanlış tevil etmişler ve ifadeyi, "Allah bir peygamber gönderir ve o (peygamber) Allah'ın izniyle herkese vahyeder" şeklinde anlamışlardır. Oysa doğrusu, "Allah bir Rasûl (Cibril) gönderir ve izniyle ona (peygambere) vahyeder." şeklindedir. Tevilin ne kadar yanlış yapıldığı açıkça ortadadır. Nitekim peygamberlerin halka tebliği Kur'an'da vahiy şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Arapça'da bir insanın bir diğer insanla konuşması "vahiy" ile ifadelendirilmez. Vahiy, lugatta "gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir.

82. Yani, O, bir kul ile karşılıklı konuşmanın fevkindedir ve bundan münezzehtir. Kullarına birşey demek istiyorsa, bu O'nun için hiç de güç olmaz.

83. "Kezalike" (böylece) ifadesi, daha önce zikredilen vahyin geliş biçimiyle ilgili üç yöntemi nitelemektedir. "Ruh" kelimesi ile de peygamberlere vahyedilen mesaja işaret olunuyor. Bu, Kur'an ve hadisle de sabittir zaten.

Hz. Peygambere (s.a.) her üç yolla da vahiy gönderilmiştir:

a) Hz. Aişe (r.a), başlangıçta Rasulullah'a vahyin, sadık rüya şeklinde geldiğini rivayet etmektedir. (Buhari, Müslim) Vahyin bu şekilde gelişi daha sonra da sürdü. Çünkü Rasulullah'a birçok talimatın rüyalar şeklinde verildiğini hadislerden öğreniyoruz. Nitekim Kur'an'da Fetih Suresi'nin 27. ayetinde bu husus açıkça zikredilmiştir. Ayrıca birçok hadisde Rasulullah'ın, "Filan hususda Allah bana emretti" veya "Filan şeyden men edildim" gibi ifadeler kullandığı rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerin çoğu Hadis-i Kudsi'dir.

b) Miraç esnasında ikinci tip vahiy gönderilmiştir. Bunun, çeşitli hadislerden, Allah ile Hz. Peygamber (s.a.) arasındaki bir tür diyalog olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı Hz. Musa ile Allah'ın, Tur Dağı'nın eteklerinde konuştuğu gibi.

c) Allah'ın Hz. Peygamber'e (s.a.) Cibril (a.s) vasıtasıyla vahiy gönderdiğine bizzat Kur'an'ın kendisi şehadet etmektedir. (Bkz. Bakara: 97, Şuara: 192-195)

84. Yani, Risaletten önce Hz. Peygamber (s.a.), ne kitabın kendisine nazil olacağını beklemiştir, ne de böyle bir şeyi tasavvur etmiştir. Elbette semavi kitaplar ve muhtevaları hakkında da bir bilgiye sahip değildi. Kendisi Allah'a iman etmiş olmasına rağmen, insanların Allah hakkında, melekler, peygamberler, kitaplar ve ahiret hakkında nasıl bir akideye sahip olmaları gerektiğini şuurla ve ayrıntılarıyla bilmiyordu. Mekkeli kafirler de Hz. Peygamber'in (s.a.) semavi kitaplar ile ilgili bir şey konuşmadığını biliyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed'in peygamberlik davası gütmek gibi önceden karar verdiği bir düşüncesi, niyeti olsaydı 40 sene susmaz, ortamı hazırlamak için bu konularda sürekli konuşurdu. Fakat o, 40 senenin sonunda bu konular hakkında birdenbire ayrıntılarıyla konuşmaya ve tebliğ etmeye başlamıştır. (Bkz. İzah için Kasas an: 108)

85. Bu son uyarı kafirlere yapılmıştır. "Dikkat edin, Hz. Peygamber (s.a.) size tebliğ etmiştir ve sizler de onu işittiniz. Bu iş burada bitmeyecek ve sonunda Allah'ın huzuruna geleceksiniz. Kimin sonunun nasıl olacağı, orada verilecek nihaî kararda belli olacaktır."

ŞURA SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ha, Mim.

2- Ayn, Sin, Kaf.

3- O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder.

4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.

5- Neredeyse gökler onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

6- Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin.

Bazı surelerin başlarında yeralan birbirinden kopuk harflerle ilgili düşüncemizi diğer surelerde yeterince açıklamıştık. Bu sure de birbirinden kopuk harflerle başlıyor ve bunu şu ayet izliyor:

"O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder."

Yani bu şekilde, bu düzen içinde ve bu yolla gerçekleşiyor sana ve senden önceki peygamberlere indirilen vahiy. Bu kitap insanların bildiği, anladığı ve anlamlarını kavradığı harflerle oluşan sözlerdir, kelime ve ibarelerdir. Ne varki insanlar bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana getiremezler.

Bir başka açıdan da vahyin ve vahyi indiren kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi indiren üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan yüce Allah'tır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce Allah'tır. Peygamberler ve zaman değişse de vahyin özü birdir... "Sana ve senden önceki peygamberlere."

Bu hikayenin başlangıcı eskilere dayanır. Zamanın derinliklerinin içine kök salmıştır. Bu, birbirine girmiş, çok halkalı bir silsiledir. Birçok ayrıntısının olmasına rağmen sağlam temellere dayanan bir hayat sistemidir, bir hareket metodudur.

Bu gerçek -bu şekilde- mü'minlerin vicdanlarında yeredince, inanç sistemlerinin köklülüğü, sağlamlığı, kaynağının ve yolunun birliği düşüncesini uyandırır zihinlerinde. Ve onları bu vahyin kaynağına bağlar: "Üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah." Aynı şekilde, kendileri ile her zaman ve her yerdeki, Allah tarafından gönderilen vahye bağlayan diğer mü'minler arasında bir yakınlık olduğu fikrini uyandırır. Şu halde mensup bulundukları ailenin kökü tarihin derinliklerine dayanır. Zamanın derinliklerine kök salmışlardır. Hepsi de en sonunda Allah'a bağlanıyor, O'nda buluşuyorlar. O "Üstün iradelidir." Güçlüdür, dilediğini yapar. "Her yaptığını bir hikmete göre yapar." Dilediği kimseye, dilediğini bir hikmete ve plana göre vahyeder. Şu halde nasıl oluyor da bu tek ve değişmez ilahi sistemden ayrılıp, sonuçta Allah'a götürmeyen, kaynağı bilinmeyen, belli ve tutarlı bir hedefi olmayan değişik yollara sapıyorlar?

Burada konunun akışı kesiliyor ve tek başına bütün peygamberlere vahiy gönderen yüce Allah'ın sıfatları sunuluyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların mülkiyetinin sadece O'na ait olduğu ve sadece O'nun yüce olduğu, büyük olduğu belirtiliyor:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür." Çoğu kere sırf bazı şeyleri ellerinde bulunduruyorlar, onları buyruklarına almışlar, yararlanıyorlar ve diledikleri yerde kullanabiliyorlar diye insanlar buna kanarak birçok şeye sahip olduklarını sanıyorlar. Oysa bu gerçek bir mülkiyet değildir. Gerçek mülkiyet Allah'ındır. Vareden, yokeden, dirilten, öldüren O'dur. İnsanlara dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden de yoksun bırakabilir. Sahip bulundukları şeyleri ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden, onları kendi seçtiği yasalar sistemine göre yönlendiren Allah'ındır. Eşya ve varlıklar yüce Allah'ın belirlediği yasa doğrultusunda Allah'ın buyruğuna olumlu cevap verir, boyun eğer, üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'a aittir. Öyleki hiç kimse onun mülküne ortak değildir. "O, yücedir, büyüktür." O sadece mülkün sahibi değildir. Tek başına eşsiz bir yücelik ve büyüklük sahibidir de. O'nun sahip bulunduğu bu yücelik karşısında herşey çok aşağıda kalır. O'nun büyüklüğünün yanında herşey çok küçük kalır!

Bu gerçek, vicdanlarda gereği gibi yeredince insanlar kendileri için bir rızık, bir iyilik ve bir kazanç dilemek için nereye yönleneceklerini bilirler. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. Dolayısiyle mülkten bağışta bulunma yetkisi mülkün sahibine aittir. Hem Allah "Yücedir, büyüktür" Bir şey istemek için O'na uzanan eller, hiç te yüce ve büyük olmayan yaratıklara uzandıklarında doğru olduğu gibi küçülmezler, aşağılanmazlar.

Sonra evren üzerindeki mülkiyetin Allah'a özgü olduğu, aynı şekilde O'nun yüceliği ve büyüklüğü bir tablo halinde sunuluyor. Bu olgu, Rabb'inin yüceliği karşısında duyduğu heybetten ve yeryüzündeki bazı varlıkların doğru yoldan sapmasından dolayı içine düştüğü dehşetten neredeyse çatlayacak gibi olan göklerin hareketinde, yine hamd ile Rab'lerini tesbih eden, sapmalarından, küstahlık yapmalarından dolayı yeryüzündeki kimi varlıklar için bağışlanma dileyen meleklerin hareketlerinde somutlaştırılıyor:

"Neredeyse gökler, onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki, Allah çok bağışlayan. çok esirgeyendir."

Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000 mile ulaşır.

İşte, hakkında bu küçük ve sınırlı bilgiye sahip bulunduğumuz bu gökler yüce Allah'ın büyüklüğünün ve yüceliğinin ürpertisi ile, yeryüzünde yaşayan bazı varlıkların sapmasının dehşeti ile çatlayacak gibi oluyorlar. Yeryüzünde sapan bu varlıklar (yani bazı insanlar) evrenin vicdanının duyup dehşetinden titrediği, sarsıldığı ve en yüce yerinden çatlayacak gibi olduğu bu büyüklüğü unutuyorlar:

"Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler."

Melekler kayıtsız şartsız Allah'a itaat eden varlıklardır. Yaratıklar içinde en başta içtenlikle boyun eğen onlardır. Ancak yüce Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün farkında oldukları, aynı zamanda ona itaat etme ve onu övmede kusur etme endişesi içinde oldukları için sürekli Rab'lerini tesbih ederler. Öte yandan yeryüzünde yaşayan kusurlu ve zayıf varlıklar Rab'lerini inkar ediyorlar, doğru yoldan sapıyorlar. Bu durum karşısında melekler yüce Allah'ın öfkesinden korkuyorlar ve yeryüzünde işlenen günah ve kusur için yeryüzünde yaşayanlar adına bağışlanma diliyorlar. Mü'min suresindeki ayete dayanarak meleklerin bağışlanma dileklerinin mü'minler için olduğunu söyleyebiliriz: "Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rab'lerini överek tesbih ederler. O'na inanırlar ve mü'minler için bağışlama dilerler." (Mü'min Suresi, 7)

Bu durum, yeryüzünde meydana gelen herhangi bir günahtan hatta mü'minlerin işledikleri herhangi bir kusurdan dolayı meleklerin ne kadar korktuklarını, dehşete düştüklerini, bu yüzden yüceliğini ve büyüklüğünü hissederek, onun mülkünde meydana gelen bir günahtan dolayı dehşet içinde olduklarını belirterek, sürekli onun bağışlamasını ve rahmetini ümitle isteyerek Rab'lerinden bağışlanma diliyorlar, onu hamd ile tesbih ediyorlar.

"İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Böylece yüce Allah'ın üstünlüğü, hikmeti, yüceliği ve büyüklüğünden sonra bağışlayıcılığı ve merhametliliği de dile getiriliyor. Bu sayede kullar değişik sıfatları ile Rab'lerini tanımış oluyorlar.

Bölümün sonunda -Bu sıfatların ve onların tüm evren üzerindeki etkilerinin ardından- Allah'ın dışında dost ve dayanak edinenler gündeme getiriliyorlar. Oysa evrende Allah'ın dışında desteğine ihtiyaç duyulacak bir başka dost ve dayanağın olmadığı ortaya çıkmıştı. Şu halde Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- onları kendi hallerine bırakmalıdır. Çünkü onların üzerinde bekçi değildir. Onların üzerinde gözetleyici olan yüce Allah'tır. O'dur onların akıbetlerini garantileyen:

"Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin."

Bu bedbaht ve sapık kişilerin uğursuz tabloları canlanıyor zihinde; bunlar Allah'tan başka dostlar ediniyorlar, ama elleri boşluğu yakalıyor, çünkü dostluğu işe yarayacak kimse yok ortada. İnsan vicdanında canlanan bu tabloda onlar ve Allah'ın dışında edindikleri dostları çok basit, çok aşağılık görünüyorlar. Onlar bu durumdayken yüce Allah onları gözetliyor. Onun kontrolünde, küçük ve güçsüz duruyorlar. Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki mü'minler onların durumunu düşünmek ve onların meseleleri ile ilgilenmekle yükümlü değildirler. Çünkü yüce Allah onlarla bu şekilde ilgilenilmesini istemiyor.

Mü'minleri, -her durumda bu konuda bir endişelerinin olmaması, rahatsız olmamaları için bu gerçeğin vicdanlarında bu şekilde yerleşmesi zorunludur. Allah'tan başka dostlar edinen bu kimseler ister yeryüzünde iktidar sahibi olsunlar, ister iktidardan yoksun güçsüz kimseler olsunlar. Mü'minler bu gerçeği bu şekilde kavrayınca yeryüzünde iktidar sahipleri -istedikleri kadar zorbalaşsınlar gözlerinde basitleşirler. Çünkü bu despotların gücü, iktidarı yüce Allah'ın desteğinden yoksundur. Üstelik yüce Allah onları gözetliyor ve onları çepeçevre kuşatmıştır İçinde yaşadıkları evren bütünüyle Rabb'ine inanıyor. Onlarsa koroya ters düşen çatlak bir ses gibi sapmışlardır. Mü'minler diğer durumda da kendilerinden emindirler. Çünkü şu sapıkların Allah'tan başka dostlar edinmesinde onlar için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Çünkü mü'minler yaratılışın normal çizgisinden sapanlar üzerinde bekçi değildirler. Onların görevi sadece öğüt vermek, Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Kulların kalplerini gözetlemek ise Allah'ın yetkisindedir.

Bu yüzden mü'minler yollarına devam ederler. İzledikleri yolun Allah'ın vahyinin yol göstericiliği ile hedefe ulaşacağından emin olurlar. Sapıkların yoldan ayrılmalarından dolayı kendilerinin bir zarara uğramayacaklarını, bu sapıklığın boyutları ne olursa olsun bilirler.



10- Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim.

11- Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür.

12- Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. O, herşeyi bilendir.

Bu gerçeklerin ifade yöntemi, sıralanışı ve bu bölüm içinde bir araya getiriliş biçimi üzerine düşünmeyi gerektiren ilginç bir yöntemdir. Çünkü her parçanın arasındaki gizli ve açık bağ latif ve ince bir bağdır.

Bölüm önce, insanlar arasında başgösteren her türlü görüş ve inanç ayrılığının çözümünü Allah'a bırakıyor: "Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir."

Yüce Allah kişinin hükmünü bu Kur'an'da indirmiştir. Dünya ve ahiretle ilgili ayrıntılı ve çözümleyici sözünü söylemiştir. İnsanların kişisel ve toplumsal hayatları, geçimleri, yönetimleri, politikaları, ahlak ve davranış kuralları için kendi seçtiği bir hayat sistemi koymuştur. Bunların tümünü kapalı hiçbir taraf bırakmamak üzere açıklamıştır. Bu Kur'an'ı insanlık hayatı için, yönetim düsturlarından daha kapsamlı, daha geniş, herşeyi içine alan evrensel bir hayat düsturu kılmıştır. Dolayısiyle insanlar herhangi bir meselede veya bakış açısında görüş ayrılığına düşerlerse bu konudaki Allah'ın hükmü, onun insanlık hayatının temel yasası olsun diye Peygamberine vahyettiği kitapta mevcuttur.

Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanmasından sonra, Peygamber efendimizin sözü aktarılıyor. Burada Peygamber efendimiz her şeyiyle Allah'a teslim olduğunu bütünüyle O'na yöneldiğini ifade ediyor:

"İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim." Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dili ile ifadesini bulan bu yönelme, bu dayanma ve bu vurgulama psikolojik açıdan az önceki gerçek üzerine yapılmış uygun bir değerlendirme, yerinde bir yorum olarak yer alıyor. İşte Allah'ın elçisi ve peygamberi Rabb'inin Allah olduğuna şahitlik ediyor. Sadece O'na dayanıp güvendiğini, başkasına değil sadece O'na yöneldiğini ifade ediyor. Öyleyse yol gösterici, hidayet rehberi peygamber O'ndan başkasının hükmüne başvurmazken diğer insanlar nasıl oluyor da görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede O'ndan başkasının hükmüne başvuruyorlar? Halbuki peygamber, insanların sorunları çözümleyici sözlerine müracaat etmeleri, şurada, burada bir an olsun O'nun yol göstericiliğinden ayrılmamaları açısından herkesten önceliklidir. Şu halde yol gösterici peygamber sadece Allah'a dayanıp güveniyorken, Rabb'im O'dur, işlerimi yönlendiren, her şeyime kefil olan, beni dilediği tarafa yönelten O'dur, diyerek sadece O'na yöneliyorken diğer insanlar nasıl olur da herhangi bir meselenin çözümü için başka bir merciye yönelebilirler?

Bu gerçeğin mü'minin vicdanında yerleşmesi yolunu aydınlatır, gideceği yolun işaretlerini belirler ve sağa-sola sapmasına engel olur. Yoluna güvenmesini, adımlarını attığı yerlerden emin olmasını sağlar. Böylece kuşkular içinde kıvranmasını, ürkek davranmasını, şaşkın şaşkın dolaşmasını önler. Bu durumda mü'min yüce Allah'ın kendisini gözettiğini, koruduğunu, adımlarını bu yöne doğrulttuğunu, ayrıca doğru yol klavuzu Hz. Peygamber'in de Allah'a giden bu yolu izlediğini düşünür.

Bu gerçeğin, mü'minin vicdanında yerleşmesi, onun kendi hayat sistemine, hareket metoduna ve yoluna ilişkin bilincinin düzeyini yükseltir. Artık mü'min ilgilenilebilecek bir başka metodun veya yolun olabileceğini kabul etmez. Doğru yol klavuzu Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu hayat sistemini koyan, bu hükmü belirleyen Rabb'ine yönelirken bir mü'min herhangi bir görüş ayrılığında Allah'ın hükmünün dışında başvurulabilecek bir başka hükmün olabileceğini düşünmez.

Sonra bu gerçeği daha da pekiştirecek, iyice yerleşmesini sağlayacak ifadelerle bir kez daha değerlendirme yapılıyor:

"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür."

İnsanların görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede başvurulması gereken bir hüküm olmak üzere bu Kur'an'ı indiren yüce Allah "Gökleri ve yeri yoktan varetmiştir." Göklerin ve yerin düzenini sağlayan O'dur. Göklere ve yere egemen olan yasa, onun her birine özgü işleri çözüme bağlayan hükmüdür. Hayatın ve kulların meseleleri de göklerin ve yerin düzeninin bir parçasıdır. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü insanların hayatı ile uçsuz bucaksız evrenin hayatı arasında ahenk oluşturur. İnsanlar yüce Allah'ın koyduğu hükümlere uyunca kendilerini kuşatan ve yüce Allah'ın ortaksız hükmüne boyun eğen evrenle barış içinde yaşarlar.

İnsanlar görüş ve inanç ayrılığına düştükleri herhangi bir meselenin çözümü için yüce Allah'ın hükmüne başvurmak zorundadırlar. Çünkü yüce Allah onları yaratmıştır. Onlara şekil vermiş, onların ruh ve beden yapılarını düzenlemiştir:

"Size kendinizden eşler yarattı." Sizin hayatınızı temelden düzenledi. Çünkü sizin hayatınızın sürmesi için gerekli olan en uygun ortamı O bilir. Hayat için elverişli olan hayatın düzenli ve istikrarlı bir gelişme göstermesi için uygun olan sistemi O bilir. Hayatınızın tüm canlılar için seçilen yaratılışın temel ilkesine uygun bir çizgi izlemesini O planlamıştır: "Hayvanlardan da çiftler yarattı..." Şu halde bütün canlılar arasında bir yapısal birlik vardır. Bu da bütün canlıların yaratılışında uygulanan yöntemin, bu yöntemi belirleyen iradenin ve bununla güdülen amacın birliğine tanıklık etmektedir. Sizin -yani siz insanlar ve hayvanların bu sistem ve yöntem doğrultusunda çoğalmanızı O sağlamıştır. Ama O bütün yarattıklarından farklıdır. Yarattıkları arasında ona benzeyen hiçbir şey yoktur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." İnsan fıtratı bu gerçeğe hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inanır. Çünkü varlıklar kendilerini yaratan yaratıcıya benzemezler. Bu yüzden bütün varlıklar, aralarında başgösteren herhangi bir görüş veya inanç ayrılığından dolayı yüce yaratıcının hükmüne başvururlar, onunla birlikte bir başkasına da başvuruda bulunmazlar. Çünkü, görüş veya inanç ayrılığı baş gösterdiğinde hükmüne başvurulacak birden fazla merciin olması bir yana, ona benzeyen bir tek kişi bile yoktur.

"Ona benzer hiçbir şey" olmamakla beraber, bu kesin farklılıktan dolayı O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki kopuk değildir. Çünkü O, işitir, görür: "O, herşeyi işitir, görür." Sonra herşeyi işiten ve gören biri olarak hükmeder.

Ardından yüce Allah insanlar arasında başgösteren herhangi bir görüş ayrılığında çözümleyici tek hükmün kendi hükmü olmasını, gökleri ve yeri ilk defa yaratıp, onları yönlendirecek yasayı belirledikten sonra onların anahtarlarının kendi elinde olması gerçeğine dayandırıyor: "Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır." İnsanlar da göklerde ve yerde bulunan varlıklar bütününün bir parçasıdırlar. Şu halde onların iç ve dış dünyalarının anahtarları da Allah'ın elindedir.

Ayrıca, göklerin ve yerin anahtarlarını elinde bulundurmanın sonucu olarak insanların rızkını bollaştırıp daraltmak da O'nun yetkisindedir: "Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar..." Şu halde insanları rızıklandıran, yaşadıkları sürece rızıklarını garantileyen, onları yediren, içiren Allah'tır. Peki O'nu bırakıp ta aralarındaki görüş ve inanç ayrılıkları için kimin hükmüne başvuracaklardır? Çünkü insanlar bu konuda ancak rızıkları vermeyi garantileyen, rızıkları dilediği gibi yönlendiren, bütün bunları bir bilgiye ve plana göre yöneten bir ilaha yönelebilirler: "O herşeyi bilendir." Herşeyi bilen kim ise hüküm vermekte ona aittir. Bu durumda verilen hüküm adil ve sorunu çözümleyici olur.

İşte böyle, anlamlar ardarda bir ahenk içinde diziliyor. Amaç ahenkli ve derin etkili melodi tamamlanana kadar peşpeşe insan kalbinin dikkatini bir noktaya doğru çekmektir.



DİNİN EGEMENLİĞİ VE FİTNE

13- Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."

14- Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.

15- Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki: "Ben Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizimde Rabb'imiz, sizinde Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüşte O'nadır."

16- İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azab vardır.

Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: "O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder." Bu ifade, bütün peygamberlerin vahiy aldıkları kaynağın, uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek istedikleri hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti. Şimdi ise bu işaret açıklığa kavuşturuluyor. Yüce Allah'ın müslümanlar için hayat düsturu olarak öngördüğü direktifin -genelde- Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensip olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de tüm peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin" Bu konuda görüş ve inanç ayrılığına düşenlere aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak, Allah'ın hakimiyeti hakkında tartışanların delillerini çürütmek, onları Allah'ın öfkesi ile, şiddetli azabı ile korkutmak gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra gelir.

Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da belli bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze çarpmaktadır:

"Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz `Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü."

Böylece surenin giriş kısmında ayrıntılı olarak ele aldığımız gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış dinin bir olduğu gerçeği iyice pekiştiriliyor. Buna bir de mü'minin duygusunda tatlı bir iz bırakan açıklamalar ekleniyor. Mü'min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan insanlığın şu seçkin, şu saygın şahsiyetlerini; Hz. Nuh'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerlerine olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor. Çeşitli engeller ve dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir coşku ile yolunu izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en onurlu olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu kafile insanlık tarihi ile birlikte bütün evrende gelmiş geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.

Aynı şekilde, Allah'ın değişmez dinine inanan ve O'nun kalıcı yasasına uyanlar arasında köklü bir barış vardır. Bunlar ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık bilincini taşırlar. Bu da beraberinde yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana bağlamayı ve topyekün Allah'ın belirlediği yolda yürümeyi getirir.

Yüce Allah'ın, dinden bir kural olarak Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat düsturu olarak öngördüğü prensip, yüce Allah'ın Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin aynısı olduğuna göre Hz. Musa'ya uyanlarla Hz. İsa'ya uyanlar niçin birbirleri ile savaşıyorlar? Hz. İsa'ya uyan değişik mezheplere bağlı kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar? Hz. Musa'ya ve İsa'ya uyanlar neden Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar? İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürenler niye müslümanlarla savaşıyorlar? Niçin hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son peygamberin kaldırdığı tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü yüce Allah'ın yerine getirilmesini istediği bu direktif herkese yöneliktir: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin." Allah'ın dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen bayrağın altında tek saf halinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun- taşımıştır.

Ne varki -Hz. İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri süren- şehirlerin anası Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni ama kökü eskilere dayanan son çağrıya karşı değişik bir tutum sergiliyorlar:

"Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü "İki şehrin büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.

Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır geldi.

Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.

Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme yapıyor:

"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."

Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur.

Ardından surenin akışı tekrar peygamberlerin izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün peygamberler soydaşlarına aynı dini getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş, bölük, pörçük olmuşlardır:

"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar."

Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler. Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.

Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında sonuçlandırırdı. Ne varki onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş güne ertelenmiştir.

Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:

"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü'minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü'min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.

Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri şaşkındırlar.

İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.

Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı kitabında şöyle der:

"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi. Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu."

Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of Civilisation" adlı eserinde şöyle der:

"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı. Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne varki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı. Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam doğuverdi." Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.

Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca insanlığın önderlik merkezi, Allah'a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi:

"Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve de ki: `Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi biraraya toplar, dönüş de O'nadır."

Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah'ın dinine uymaya çağırır. Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder. Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir: "De ki: Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: "Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm dünyaya duyuruyor: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun yanısıra sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir." Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan ediyor: "Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi nihai emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."

Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek için gelmiştir...

Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü'min kitle Allah'ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın şiddetli azabı ile başbaşa bırakıyor:

"İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azap vardır."

Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse, kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun ardından ahirette de yüce Allah'ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle işledikleri suça uygun bir cezadır.



17- Gerçekten Kitab'ı ve ölçüyü indiren Allah'tır. ve bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır.

18- Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar

ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir.

19- Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galibtir.

20- Ahiret kazancı isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz.

Allah kitabı hak içerikli olarak indirmiştir. Onunla birlikte de adalet ilkesini indirmiştir. Ve bu kitabı bundan önceki inanç sistemlerine bağlı bulunanların aralarında başgösteren görüş ayrılıkları ve insanların farklı görüş ve arzuları için bir hüküm mercii olarak öngörmüştür. Bu kitaptan kaynaklanan yasal sistemlerini de yönetimde adalet ilkesine dayandırmıştır. Yüce Allah'ın yönetimde gözönünde bulundurulmasını istediği adalet, değerlerin, hakların, amel ve uygulamaların ölçüldüğü bir terazi gibi ince ve duyarlıdır.

Ayetlerin akışı bu gerçekten; kitabın hak ve adalet ilkesi ile indirilişi gerçeğinden kıyamet meselesine geçiyor. Bu iki olay arasındaki bağlantı ise açıktır. Çünkü kıyamet, adalet ilkesine göre hükmedilecek ve her konudaki nihai kararın verileceği zamandır; Öte yandan kıyamet gaybın kapsamına giren bir meseledir. Kim bilir, belki çok yakın bir zamanda kopacaktır:

"Ne bilirsin belki de kıyamet saati yakındır."

Ama insanlar bunun farkında değildirler. Oysa yakındır onlara kıyamet. Hak ve adalet ilkesine dayalı hesaplaşma o gün gerçekleşecektir. Bu hesaplaşmada hiçbir şey gözardı edilmez, hiçbir şey kaybolmaz.

Bu arada mü'minlerle mü'min olmayanların kıyamet olgusu karşısındaki tutumları tasvir ediliyor:

"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler."

Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin dehşetini hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın korkunçluğunu, boyutunu değerlendiremez. Bu yüzden alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor, kavrayamıyorlar. Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle inanırlar. Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku, bir ürperti ile beklerler kıyameti. Çünkü kıyamet koptuğunda neler olacağını bilirler.

Kıyamet bir gerçektir. Onlar da bunun gerçek olduğunu bilirler. Onlarla gerçek arasında da bir bağ vardır. Bu yüzden gerçeği tanırlar:

"İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."

Sapıklığa dalmış, iyice uzaklaşmışlardır. Bu derin sapıklıktan sonra dönmeleri çok zordur.

Ayet-i kerime ahiret meselesinden; kıyametten duyulan korku ya da onu önemsememe meselesinden yüce Allah'ın kullarına bir lütuf olarak bahşettiği rızık meselesine geçiyor:

"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galiptir."

İlk bakışta bu iki mesele arasındaki ilişki uzak gibi görülüyor. Ancak bir sonraki ayet okunduğunda aralarında sağlam bir bağlantı olduğu göze çarpıyor:

"Ahiret kazancını isteyenin kazancını arttırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz."

Yüce Allah kullarına büyük lütuflarda bulunur, dilediğini rızıklandırır. Hem iyiye, hem kötüye, hem mü'mine, hem de kafire rızık verir. Çünkü şu insanlar kendi rızıklarını varetme gücünden yoksundurlar, bu konuda ellerinden birşey gelmez. Onlara bu hayatı bahşeden Allah'tır. Ayrıca yüce Allah hayatın ilk ve temel sebeplerini garantilemiştir. Şayet yüce Allah kafirlerin, doğru yoldan çıkanların ve kötü kimselerin rızıklarını kesecek olsaydı, bunlar kendi kendilerini rızıklandıramazlardı, aç susuz, çıplak ve hayat için gerekli olan temel sebeplerden yoksun olarak ölüp giderlerdi. Ancak yüce Allah'ın hikmeti, ahirette onların lehine veya aleyhine hesaplanmak üzere onların yaşamalarını, dünya hayatında çalışıp çabalama fırsatını bulmalarını öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah rızık meselesini iyilik-kötülük, iman-küfür dairesinin dışına çıkarmıştır. Onu genel hayatın durumu ile, özel ferdî yetenekler ile ilgili sebeplerle bağlantılı kılmıştır. Ayrıca insanlara bahşettiği rızkı bir imtihan ve deneme aracı kılmış ve insanları kıyamet günü bu imtihan ve denemenin sonucuna göre yargılamayı öngörmüştür.

Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır. Kim ahiret kazancını isterse onun için çalışır. Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu niyetinden dolayı ona yardımcı olur ve çalışmasını bereketlendirir. Ahiret kazancının yanısıra, bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta kendisine verilir, hiçbir şeyden yoksun bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada kendisine bahşettiği rızık da üretiminde, harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı dağıtılışında Allah'ın hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret kazancına dönüşür. Kim de dünya kazancını isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için takdir edilen nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz. Ancak onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı için çalışmamıştır ki, böyle bir payın beklentisi içinde olsun!

Dünya kazancını isteyenlerle ahiret kazancını isteyenlere bakıldığında dünya kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını yüce Allah bir lütuf olarak sunuyor, dünyayı da,ahireti de isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın bilgisi uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki payı alır. Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için çalışan kimselere özgü bir pay olarak kalır.

Dünya kazancını isteyenler arasında, genel duruma ve kişisel yeteneklere bağlı rızık sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler kadar fakirlerin de olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret kazancını isteyenler için de geçerlidir. Şu halde bu iki grup arasında bu dünyada rızık açısından bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette ortaya çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu dünyadaki durumunda bir değişiklik yapmadığı halde ahiret kazancını terkeden kimseden daha ahmak biri var mıdır?

Mesele sonuçta Allah katından inen kitabın içerdiği hak ilkesi ve ölçü ile ilgilidir. Çünkü bütün canlıların rızıkları takdir edilirken hak ve adalet ilkesinin gözetildiği açıktır. Bu ilke dileyene ahiret kazancını arttırmada, ve dünya kazancını isteyenlerin kıyamet günü ahiret kazancından yoksun bırakılmasında da gözönünde bulundurulmuştur.



21- Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır.

22- Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün. utanıp iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rab'lerinin yanında onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur.

23- Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem." Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını verendir."

24- Yoksa "Allah'a yalan uydurdu" mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."

Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet için hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce Hz. Nuh'a, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı. Bu bölümde ise içinde yaşadıkları durumu, uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile, yüce Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre, ve şu anda uydukları hayat sistemi de bundan önce yüce Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun koyduğu tüm kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların uydukları kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini belirleyen? şeklinde bir soru yöneltiliyor:

"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?"

Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma yetkisi sadece yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni yoktan var eden ve kendi seçtiği yasalar sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar sistemini kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sahip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle beraber onların insanlık hayatı için kanun koymalarına itibar edilmez.

Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler önünde olmasına rağmen, birçokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın koyduğu kanunların dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kanunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kanun koyan Allah'ın dışında ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.

Kuşkusuz yüce Allah, insanlık hayatı için insanın karakteri ile, öz yaratılışı ile, içinde yaşadığı evrenin doğası ve öz yaratılışı ile uyuşacağını bildiği bir yasa koymuştur. Bu sayede hem insanların kendi aralarında hem de evrende yeralan güçlerle en yüksek düzeyde yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir. Yüce Allah bunun için gerekli olan tüm temel yasaları koymuştur. İnsana düşen sadece genel sistemin ve çerçevesi belirlenmiş yasanın sınırları içinde hayatın değişen ihtiyaçları ile birlikte ayrıntı sayılan yeni düzenlemeler yapmaktır. Bu konuda aralarında görüş ayrılığı baş gösterirse meseleyi yüce Allah'a döndürürler; yüce Allah'ın insanlar için hayat düsturu olarak koyduğu temel yasalara başvururlar. Çünkü yüce Allah bu temel yasaları insanların ayrıntı sayılan düzenleme ve uygulamalarını ölçtükleri bir kriter olarak koymuştur.

Böylece yasama kaynağı bire indirgenmiş oluyor; hüküm tek başına Allah'a özgü kılınıyor. O, herkesten iyi hükmeder. Bu yöntemin dışındaki her girişim Allah'ın şeriatına, Allah'ın dinine, Allah'ın Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e -salât ve selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği prensibe karşı çıkmaktır, isyan etmektir.

"Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi." Yüce Allah, onlara her meselenin kesin çözüme bağlandığı güne kadar mühlet verileceğine ilişkin olarak kesin bir söz vermiştir. Eğer bu söz olmasaydı, kuşkusuz yüce Allah onlara ilişkin kararını bildirecekti; yüce Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp, ondan başkasının koyduğu kanunlara uyanları suçüstü yakalayıp en kısa zamanda cezalarını verecekti. Ne varki yüce Allah, her meselenin çözüme bağlandığı, her amelin karşılığını eksiksiz aldığı güne kadar onlara süre tanımıştır.

"Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır."

İşte zulmün karşılığı olarak onları bekleyen bu can yakıcı azaptır. Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp ondan başkasının koyduğu kanunlara uymaktan daha büyük bir zulüm var mıdır?

Bu yüzden zalimler bir kıyamet sahnesinde sunuluyorlar. Burada zalimler azaptan dolayı korkuyor, titriyorlar. Oysa daha önce korkmuyorlardı, hatta büyük bir küstahlıkla bu azabın bir an önce gelip çatmasını istiyorlardı.

"Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün."

Bu ilginç ifade onların korkudan titremelerini "Yaptıkları işlere" bağlıyor. Sanki onların dünyadaki bu kazançları başlıbaşına korkunç bir felakettir. Oysa bu onların kazançlarıdır, kendi elleri ile elde etmişlerdi, ondan dolayı sevinmişlerdi! Ama onlar bugün dünyada "yaptıkları işler başlarına inerken" korkuyor, paniğe kapılıyorlar. Sanki onların işledikleri ameller kaçıp kurtulması mümkün olmayan bir azaba dönüşmüş ve çepeçevre kuşatmıştır onları.

Karşı sayfada ise bu günün azabından korkan, titreyen, mü'minleri görüyoruz. Onları güvenlikte, esenlik ve rahatlık dolu bir ortamda buluyoruz: "İnanıp iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rabb'lerinin yanın da onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur." ... "Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler..."

İfade bütünüyle insana huzur veriyor, etrafa huzur havası yansıtıyor: "Cennet bahçelerindedirler.." "Rabb'lerinin yanında onlara diledikleri herşey vardır." Herşey sınırsız ve sonsuz... "İşte büyük lütuf budur..." "Allah inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler."Bu ortada bulunan bir müjdedir ve önceki müjdeleri de doğrulamaktadır. Bu atmosfere en uygun olanı da müjde havasıdır.

Bu bol, güzel ve geniş nimetlerin yer aldığı sahnenin ardından Hz. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun-; sonuçta bu nimetleri elde etmelerini sağlayacak ve kendilerini bu can yakıcı azaptan uzaklaştıracak doğru yolu bulmalarına karşılık olarak kendisi ile aralarında bulunan akrabalık bağını gözetmekten, bu konuda sevgi göstermekten başka bir ücret istemediğini, ücret olarak bunun yeterli olduğunu söylemesi telkin ediliyor:

"Ey Muhammed! De ki: `Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem: Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını verendir."

Bu ayetin ifade ettiği anlam için şuna işaret etmiştim: Hz. Peygamber onlardan bir ücret istemiyor. Onun akrabalara yönelik sevgisi -Nitekim Peygamber efendimizle Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık vardı- onu kendisinin izlediği doğru yola, hidayete, onları da çağırmaya yöneltiyordu. Onlara karşı beslediği bu sevgiyi, bu duyguyu tatmin etmek için onlara bu şekilde iyilik yapmak istiyordu. Bu girişimine karşılık istediği tek ücret buydu ve bu da yeterliydi.

Kur'an-ı Kerim'de bu ifadeyle karşılaşıp okuduğum her seferinde içimde bu düşünce uyanır. Bir de İbn-i Abbas'ın -Allah onlardan razı olsun- bu ayetle ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunduğu rivayet edilir. Bu rivayeti Buhari'de yer aldığı için buraya alıyorum:

Buhari diyor ki: Bize Muhammed b. Beşşar anlattı, ona da Muhammed b. Cafer anlatmış, ona da Şu'be Abdulmelik b. Meyserenin şöyle dediğini aktarmış: Tavus'un İbn-i Abbas'tan şunları anlattığını duydum: İbn-i Abbas'tan yüce Allah'ın "Yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem" sözünün ne anlama geldiği soruldu. Said b. Cübeyr: Burada kastedilen Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyunun akrabalığıdır dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas: Acele ettin! Hz. Peygamberle Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık vardı. Peygamberimiz bunu kastederek, "Benimle aranızdaki akrabalığı gözetmenizden başka ücret istemiyorum" demiştir.

Bu durumda ayet şu anlamı ifade eder: Akrabalığımızı gözönünde bulundurarak bize eziyet etmekten vazgeçmenizden, beni dinleyip, size yönelttiğim çağrıyı daha yumuşak bir tavırla karşılamanızdan başka birşey istemiyorum. Sizden istediğim tek ücret budur, başka değil.

İbn-i Abbas'ın yorumu Said b. Cübeyr'in yorumundan realiteye daha yakındır. Ne varki ben halâ biraz önceki anlamın daha yakın ve daha uygun olduğu düşüncesini taşıyorum. Hiç kuşkusuz yüce Allah bununla neyi kastettiğini bizden daha iyi bilir.

Her halukârda Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- cennet bahçelerinin ve müjdelerin sunulduğu sahnenin karşısında bunun için onlardan herhangi bir ücret istemediğini hatırlatıyor. Oysa bundan çok daha düşük şeylerle yol göstericilik yapan herberler büyük ücretler isterler. Ne varki bu, yüce Allah'ın lütfudur. O, kullarına lütufta bulunurken onları ticaret ve adalet ölçülerine göre hesaplamaz. Hoşgörü ve lütufuna göre hesaplar ödüllerini.

"Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini artırırız."

Sözkonusu olan sadece ücret istememek değildir. Bunun yanısıra iyilikler de arttırılıyor, bol nimetler bahşediliyor. Bütün bunlardan sonra bağışlanma ve şükür vardır.

"Doğrusu Allah bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir."

Allah bağışlıyor. Sonra... Allah teşekkür ediyor... Kime teşekkür ediyor?.. Kullarına teşekkür ediyor... Onların iyilik yapmalarını sağlayan O'dur. Sonra onların iyiliklerini arttıran O'dur. Kötülüklerini bağışlayan O'dur. Bütün bunlardan sonra yüce Allah onlara teşekkür ediyor...

Ne büyük lütuf! Bunlara karşı şükretmek, gereğini yerine getirmek bir yana, insan bu lütufları izlemekten bile acizdir. Sonra tekrar ilk gerçeğe dönülüyor.

Burada söz son şüpheden açılıyor. Onlar, geçen gezintilerde kaynağından, mahiyetinden ve hedefinden sözedilen vahye kârşı takındıkları olumsuz tavrı bu şüpheye bağlıyorlardı:

"Yoksa `Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar?"

Şu halde onlar Hz. Peygamber'in sözlerini doğrulamıyorlar. Çünkü ona vahiy inmediğini, Allah katından ona birşey gelmediğini iddia ediyorlar!

Fakat bu söz geçersizdir, hiçbir mantıklı dayanağı yoktur. Çünkü yüce Allah, kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde bir insanın kalkıp Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürmesine müsade etmez. Yüce Allah'ın onun kalbini mühürlemeye ve bunun gibi bir Kur'an'ı okumasına engel olmaya gücü yeter. Böyle bir insanın sunduğu batılı ortaya çıkarıp, gerçeği onun yerine yerleştirebilir:

"Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir."

Çünkü Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- zihninde geçen hiçbir şey O'na gizli değildir. O bunları ifade etmeden önce yüce Allah onun kafasında geçenleri bilir:

"Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."

Şu halde bu, dayanaksız bir kuşkudur. Hiçbir temele dayanmayan bir kuruntudur. Yüce Allah'ın tüm gizlilikleri bildiğine, herşeye gücü yettiğine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ilişkin yasasına ters düşen bir iddiadır. Şu halde vahiy haktır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- sözü doğrudur. Onun hakkında dolaşan dedikodular batıldır, zulümdür, sapıklıktır. Bununla geçici bir süre için vahiy meselesine ara veriliyor. Bu açıklamanın ardından surenin akışı onları bir başka gezintiye çıkarıyor.

Surenin bu ikinci bölümü iç ve dış alemdeki imanın kanıtlarından, ilahi gücün insanları kuşatan doğrudan doğruya onların hayatları ve geçimlerini ilgilendiren etkilerinden sözediyor. Mü'minleri diğer insanlardan ayrıcalıklı kılan belirgin niteliklerine değiniyor. Surenin birinci bölümünde, değişik yönleriyle vahiyden ve peygamberlik görevinden sözedildikten sonra bu konuya giriliyor. Sonra tekrar surenin sonunda vahyin mahiyetinden ve peygamberlere iletilirken izlenen yoldan sözediliyor. İki bölüm arasında bir bağlantı olduğu da açıktır. Bunlar insan kalbine giden, onu vahiy ve imana ulaştıran iki yoldur.



25- O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.

26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder. Lütfundan onlara fazlasını verir. Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır.

27- Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür.

Psikolojik yönden uyarmayı amaçlayan bu mesaj, kıyamet günü karşılarına çıkan kendi kazançları olan amellerden korkup kaçan zalimler ile cennet bahçelerinde nimetler içinde yaşayan mü'minlerin yeraldığı sahnenin sunuluşundan, ayrıca peygamberin yüce Allah'tan alıp kendilerine sunduğu inanç sisteminin etrafındaki tüm kuşkular bertaraf edilip, yüce Allah'ın kalplerde olan herşeyi bildiği vurgulandıktan sonra geliyor.

Bu mesaj, kıyamet günü nihai karar verilmeden önce içinde bulunduğu sapıklıktan tevbe edip dönmek isteyenleri teşvik etmek amacı ile geliyor ve tevbe kapısını, geriye dönüp kapısını sonuna kadar açıyor: Allah tevbeleri kabul eder, kötülükleri bağışlar. Şu halde karamsarlığa, günahta ısrar etmeye ve geçmişte işlenen günahlardan dolayı korkmağa gerek yoktur, diyor. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını biliyor. Dolayısiyle O, gerçek tevbeyi de bilir ve onu kabul eder. Tıpkı geçmişte işlenen günahları da bilip bağışladığı gibi.

Bu mesaj iletildiği sırada tekrar mü'minlerle kafirlerin alacakları karşılığa değiniliyor. İnanıp salih ameller işleyenler Rabb'lerinin çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. O da onlara yönelik lütfunu arttırıyor: "Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır". Ama şiddetli azaptan kurtulmak, yüce Allah'ın olumlu karşılık verenlere yönelik lütfundan yararlanmak isteyenler için tevbe kapısı açıktır.

Yüce Allah'ın ahiretteki lütfu hesapsızdır, sınırsız ve sonsuzdur. Ama dünyada kullarına bahşettiği rızık ise, sınırlıdır, miktarı belirlenmiştir. Çünkü yüce Allah, yeryüzünde insanların üzerlerine Allah'ın sınırsız lütfunun kapılarının açılmasına güç yetiremeyeceklerini biliyor:

"Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür."

Bu ifade -ne kadar çok olursa olsun- dünya hayatında insanlara bahşedilen rızıkların ahiretteki bol lütuf karşısında çok az olduğunu tasvir ediyor. Yüce Allah kullarının yani şu insanların ancak sınırlı bir zenginliği kaldırabileceklerini biliyor. Şayet ahirette onlara bol bol nimet bahşettiği gibi dünya hayatında da rızıklarını bollaştırırsa, azgınlaşacaklarını, sapacaklarını biliyor. Çünkü insanlar küçük ve güçsüz yaratıklardır, dengeli davranamazlar. Güçsüzdürler, ancak belli bir noktaya kadar kaldırabilirler. Allah kullarından haberdardır, onları görür. Bu yüzden onların rızıklarını kaldırabilecekleri ölçüde sınırlı tutmuştur. Bol lütfunu ise, dünyadaki sınavı başarıyla veren, denemeleri aşan, yüce Allah'ın kendileri için hazırladığı sonsuz ve sınırsız nimetlerine kavuşmak için sonsuzluk yurduna esenlik içinde ulaşan kimseler için bırakmıştır.



28- İnsanların umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren ve rahmetini yayan Allah'tır. O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır."

Bu da bir başka mesaj. Aynı şekilde yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bahşettiği lütfun bir yönünü hatırlatıyor. İnsanlar uzun süredir yağmur yüzü görmemişlerdir. Bir damla yağmur yağmamıştır. Hayatın sürmesi için gerekli olan temel unsurdan, yani sudan yoksun duruyorlar... Artık ümitlerini yitirmiş, karamsarlığa düşmüşlerdir. Sonra yüce Allah yağmur indiriyor, su ihtiyaçlarını gideriyor. Rahmetini her tarafa yayıyor. Bunun üzerine yeryüzü canlanıyor, kuruyan yerler yeşeriyor, tohumlar gelişiyor, bitkiler hareketleniyorlar. Hava yumuşuyor, hayat akışını sürdürüyor, her tarafta hareketlilik görülüyor. Çizgiler, yollar genişliyor, kalpler açılıyor ve içinde arzular kıpırdanmaya başlıyor. Ümit yeniden uyanıyor. Ümitsizlikle rahmet arasında sadece birkaç saniye var. Bu birkaç saniye içinde rahmet kapıları açılıyor, gök kapılarından su iniyor. "O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır." O, gerçek yardımcıdır, kullarının rızkını ve hayatını O, garantilemiştir. O'nun zatı da, sıfatları da övgüye layıktır.

Burada yağmuru ifade etmek için Kur'an ayetinde seçilen "Gays" kelimesi, etrafa yardım, kurtarma ve dara düşenin, sıkıntıda olanın yardımına koşma havası yayıyor. Nitekim gönderilen yağmurun etkisi anlatılırken de aynı durum sözkonusudur... "Rahmetini yayar." Bu da tazelik, ümit ve sevinç havasını yayıyor. Bu durum bizzat yeryüzünde bitkilerin açılıp serpilmeleri ile, meyvelerin tomurcuklanması ile yaşanmaktadır. Kuraklıktan sonra yağan yağmurun sahnesi gibi hiç bir sahne duygu ve sinirleri yatıştırmaz. Kalp ve vicdanı yumuşatıp rahatlatmaz. Hiçbir sahne, yağmurun yağması ile birlikte her türlü bitkiyi yeşerten, öldükten sonra yemyeşil bir renge bürünen toprağın manzarası gibi kalbin sıkıntılarını dağıtamaz, insan ruhuna huzur veremez.



29- Gökleri, yer ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun ayetlerindendir. O, dilediği zaman onları tekrar toplamaya da kaadirdir

30- Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.

31- Yeryüzünde O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da yardımcınız da yoktur.

Dikkatlere sunulan bu evrensel ayet, vahyin tanıklık etmek üzere geldiği gerçeğe tanıklık etmek amacı ile yaratılmıştır. Ne varki onlar bu gerçekten kuşku duyuyorlar, onu yorumlarken görüş ve inanç ayrılığına düşüyorlar. Göklerin ve yerin şahsında somutlaşan ayet tartışmaya ve kuşkuya katlanamaz. Çünkü bu ayetin ifade ettiği anlam kesindir. İnsanın öz yaratılışına kendine özgü diliyle hitap eder. Gerçeği öğrenmenin peşinde olan hiçbir tartışmacı bu konuda tartışmaya girmez. Gökleri ve yeri var edip yönlendiren insan olmadığını, onun dışında Allah'ın yarattığı herhangi bir varlığın da bunu gerçekleştiremeyeceğine içtenlikle tanıklık eder. Onları varedip yönlendirenin varlığını kabul etmekten başka seçenek yoktur. Çünkü göklerin ve yerin dehşet verici büyüklüğü, ince ahengi, kesintisiz işleyen düzeni, değişmez yasalar sisteminin birliği... Evet bütün bunları, akıl açısından yaratıp yönlendiren bir ilahın varlığı ile açıklamaktan başka seçenek yoktur. İnsanın öz yaratılışına gelince; o, bu evrenin mesajını dolaysız algılar, bu mesajla ilgili olarak dışardan bir tek söz bile duymadan önce bu mesajı kavrar, onu benimser.

Gökler ve yer ayeti özünde bir başka ayeti de barındırıyor: "Bunların içine yayıp ürettiği canlılar..." Göklerde bulunup ta bizim kavrayamadığımız hayat türleri bir yana-. Şu yeryüzündeki hayat da tek başına bir ayettir. Nasıl ortaya çıktığını bırak, hiç kimse mahiyetine derinlemesine inemediği sırrın. Hiç kimsenin nereden geldiğini, nasıl geldiğini, nasıl canlıları bürüdüğünü bilemediği kapalı bir sır. Bu sırrın kaynağını ve mahiyetini ortaya çıkarmak amacı ile başlatılan tüm girişimlerin yüzüne kapıları kapanmış, perdeler gerilmiştir. Ve bu araştırmaların tümü -hayatın ortaya çıkışından sonra- canlıların gelişmesi, türlere ayrılmaları, farklı görevler üstlenmeleri konusu ile sınırlı kalmışlardır. Bu dar ve gözler önündeki kısımla ilgili olarak değişik görüşler ve teoriler ortaya atılmıştır. Perdenin gerisi ise hiçbir bakışın uzanamadığı, hiçbir düşüncenin ulaşamadığı bir sır olarak varlığını korumuştur... Kısacası hayat sırrı Allah'a özgü bir meseledir. Ondan başkası bu sırrı kavrayamaz.

Her yere dağılmış bulunan bu canlılar... Yeryüzünde ve yerin altında, denizin derinliklerinde ve uzay boşluğunda yaşayan bu canlılar -Gökyüzünde yaşayan başka canlıları bir yana bırak- insanın çok az bir kısmını bildiği ve sınırlı araçlarla ancak bilinen türlerini kavrayabildiği bu her tarafa dağılmış canlılar. Gökte ve yerde dolaşan bu canlıları yüce Allah dilediği zaman biraraya toplar. Bir tek tanesi bile kaybolmaz onların. Eksiksiz bir araya gelirler!

Öte yandan insanoğlu kafeslerinden uçup gitmiş bir evcil kuş sürüsünü veya peteklerinden kaçmış arı sürüsünü toplamaktan acizdir.

Sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği yığınlarca kuş sürüsünü. Allah'tan başka kimsenin sayamadığı arı, karınca ve benzeri hayvan yığınlarını. Allah'tan başka nerede olduklarını kimsenin bilemediği haşere, parazit ve mikrop sürülerini. Yine Allah'tan başka kimsenin haberdar olmadığı, balıkları ve deniz hayvanlarını. Her tarafa dağılmış bulunan evcil ve yırtıcı hayvanları. Yeryüzünün her bölgesine yerleşmiş insan gruplarını. Bunlarla birlikte göklerin bilinmezliklerinde gizlenmiş bulunan yüce Allah'ın yarattığı sayısız canlıları... Hepsini... Hepsini. Dilediği zaman yüce Allah biraraya getirir.

Bütün bu canlıların göklere ve yere yayılması ile bir araya getirilmeleri için bir söz yeterlidir. İfade, Kur'an'ın olayları sunuş yöntemi uyarınca yayılma sahnesi ile toplanma sahnesini bir çırpıda ve aynı anda karşılıklı olarak sunuyor. Çünkü daha dil bu kısacık Kur'an ayetini tamamlamadan kalp bu iki dehşet verici sahneyi aynı anda seyredebiliyor:

Bu iki sahnenin ışığında ayetlerin akışı onlara bu dünya hayatında kendi elleri ile kazandıkları şeylerden dolayı başlarına gelecek akıbetten sözediyor. Ama bu akıbet onların dünyadaki tüm kazançlarının karşılığı değildir. Çünkü yüce Allah onları bütün yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutmuyor. Bir çoğunu bağışlıyor. Bu arada ayet-i kerime onların güçsüzlüklerini tasvir ederek, bu niteliklerini onlara hatırlatıyor. Böylece koskoca canlılar aleminde sadece küçücük bir grup olduklarını somut biçimde ortaya koyuyor.

"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder. Yeryüzünde O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da, yardımcınız da yoktur."

Birinci ayette yüce Allah'ın adaleti ve şu zayıf insana yönelik rahmeti belirginleşiyor. Çünkü insanın başına gelen her kötülüğün, insanın kendi elleriyle hazırladığı bir sebebi vardır. Ne varki yüce Allah, onu her yaptığından dolayı suçlu bulup cezalandırmıyor. Çünkü yüce Allah insanın zayıf bir yaratık olduğunu, onun fıtratına bazı itici özellikler verdiğini ve bu itici özelliklerin zaman zaman insanı etkisi altına aldığını biliyor. Bu yüzden bir hoşgörü örneği ve insana yönelik rahmetinin belirtisi olarak çoğu suçlarını bağışlıyor.

İkinci ayette ise insanın zayıflığı önplana çıkarılıyor. Buna göre insan yeryüzünde Allah'ın kurduğu düzeni değiştiremez, Allah'ın yasasının işlemesine engel olamaz. Öte yandan onun Allah'tan başka dostu ve yardımcısı da yoktur. Şu halde gerçek dostuna ve yardımcısına sığınmaktan başka ne yapabilir? Nereye gidebilir?



GEMİLER VE DENİZLER

32- Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir.

33- Allah dilerse rüzgarı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalır. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

34- Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helak eder. Bir çoğunu da affeder.

35- Ayetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.

Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de Allah'ın ibret alınması gereken ayetlerinden biridir. Gözle görülen somut bir ayet. Bu ayet, tartışmasız tümü de yüce Allah'ın yarattığı başka ayetlere dayanır. Şu denizi kim meydana getirmiştir? Hangi insan O'nun dışında hangi yaratık denizi meydana getirdiğini iddia edebilir? Kim, ona koca gemileri kaldırmasını sağlayacak yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi özellikler vermiştir? Sonra şu gemilerin' öz maddesini kim yaratmış, bu maddeyi suda yüzebilecek yeteneklerle kim donatmıştır? Ayrıca o gün için bu ayete muhatap olanların bildiği bu tür gemilerin hareket etmesini sağlayan rüzgara (rüzgar dışında günümüzde insanın emrine verilen buhar ve atom enerjisi veya bundan sonra yüce Allah dilerse ortaya çıkacak başka enerji türlerine) bu evrende dağlar gibi gemileri denizde yüzdürme gücünü kim vermiştir?

"Allah dilerse rüzgarı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalır." Nitekim zaman zaman rüzgar diner, o zaman gemiler derin bir sessizliğe gömülür, içinde hayat kalmamış gibi öylece kalakalır.

"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." Gemilerin akıp gitmesinde, aynı şekilde hareketsiz kalmasında çok sabreden, sürekli şükreden kişiler için çıkarılacak ibret dersleri vardır. Kur'an-ı Kerim'de sabır ve şükür çoğu zaman birlikte gündeme getirilir. Sınama maksatlı zorluklara karşı sabır, nimetlerden dolayı şükür, darlıkta ve bollukta mü'min ruhun iki temel dayanağıdır.

"Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helak eder."

Veya insanların işledikleri günahlar, kötülükler ve bazı insanların dışında bütün yaratıkların boyun eğdiği insan gerçeğine karşı çıkmaları yüzünden gemileri suyun dibine batırır ya da onları paramparça eder.

"Bir çoğunu da affeder."

Yüce Allah insanları işledikleri bütün günahlardan dolayı cezalandırmaz. Çoğu zaman onlara hoşgörülü davranır, bağışlar, birçok günahlarını affeder. "Ayetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler."

Şayet yüce Allah onları azabı ile karşı karşıya getirmeyi dilese ve onların gemilerini batırsa, onlar bundan kurtulamazlar.

Böylece Kur'an-ı Kerim insanlara ellerinde bulunan tüm dünya nimetlerinin her an yok olmakla karşı karşıya bulunduğunu, Allah'la kurulan sağlam bir ilişkiden başka hiçbir şeyin sürekli ve kalıcı olmadığını hatırlatıyor.

DÜNYA HAYATI VE MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ

Sonra Kur'an-ı Kerim onlarla bir adım daha atıyor ve şu yeryüzünde kendilerine verilen tüm nimetlerin bu dünya hayatı ile sınırlı olduğuna dikkatlerini çekiyor. Bu arada kalıcı değerin, yüce Allah'ın ahirette mü'minlere, Rabb'lerine güvenip dayananlara hazırladığı nimetler olduğunu vurguluyor. Buradan hareketle sözkonusu mü'minlerin ayırıcı ve kendilerini özel nitelikleri ve karekteristik özellikleri olan bir ümmet olarak belirginleştiren sıfatlarını belirliyor:



36- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır.

37- Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler.

38- Rabb'lerinin çağrısına gelirler, namaz kılarlar. Onların işleri aralarında danışma (İstişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.

39- Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar.

40- Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez.

41- Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur.

42- İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır.

43- Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

Bundan önce bu surede Kur'an-ı Kerim insanlığın durumunu tasvir ederken, kitap ehli toplumların kendilerine yeterli bilgi geldikten sonra görüş ve inanç ayrılığına düşüp bölündüklerine işaret etmişti. Bu bölünmelerinin yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitabı kendileri için belirlediği ve Hz. Nuh'tan, İbrahim'e, ondan Musa'ya, İsa'ya kadar süren değişmez hayat sistemini bilmeyişlerinden kaynaklanmadığına değinmişti. Yine bölünen bu gruplardan sonra kitabı devralan kuşakların ona içtenlikle inanmadıklarına, aksine kuşku ile yaklaştıklarına işaret etmişti.

Allah katından inen dinlere mensup olanların, Allah'ın gönderdiği peygamberleri izleyenlerin durumu bundan ibaret olunca, herhangi bir peygamberi izlemeyen, bir kitaba inanmayanların durumu bundan daha sapık, bundan daha karışık olacaktır.

Bu yüzden insanlık, kendisini içinde yüzdüğü bu kör cahiliyeden kurtaracak, elini tutup kopmaz bir kulpa bağlayacak, hem kendisinin hem de bütün varlıklar aleminin Rabb'i olan Allah'ın yoluna doğru kendisine yol göstericilik yapacak güvenilir ve doğru bir önderliğe ihtiyaç duyuyordu.

Yüce Allah, şehirlerin anası Mekke ve çevresinde oturanları uyarması için kulu Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- Arapça Kur'an olarak kitabını indirdi. İnsanlık tarihi ile birlikte süregelen davet hareketinin halkalarını birbirine bağlamak, davet hareketinin metodunun, yolunun ve hedefinin bir olduğunu ortaya koymak, etkin ve önderlik işlerini yerine getiren müslüman bir kitle meydana getirmek ve bu davayı yüce Allah'ın istediği ve hoşnut olduğu şekliyle yeryüzünde pratik olarak gerçekleştirmek için daha önce Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensibi bu Kitab'ta bir hayat düsturu olarak yasalaştırdı.

İşte burada, bu ayetlerde müslüman kitlenin ayırıcı ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu ayetler, Medine'de bir müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman kitlenin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Onların işleri aralarında danışma (istişare) iledir." Bu da gösteriyor ki, şura ilkesi müslümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir. Şura bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak sorunlarını bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar. Sonra cemaat olmanın doğal sonucu olarak cemaatten devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar Mekke'de müslümanlara verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı ile karşılık vermemeleri şeklindeydi. Ama Medine'ye hicret edildikten sonra onlara şöyle denmişti: "Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."(Hacc Suresi, .39)

Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri gündeme getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu ayetlerde bu tür bir nitelikten sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma, müslümanların değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle, konu müslüman cemaatin temel nitelikleri olduğu için, ayetler Mekke'de inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş olmasına rağmen bu değişmez ve temel nitelikte burada gündeme getiriliyor.

İnsanlığa önderlik yapmak ve onları cahiliyenin karanlığından islamın aydınlığına çıkarmak üzere seçilen müslüman cemaatin ayırıcı ve karekteristik özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele almadığı bir sırada ve Mekke'de inen bir surede gündeme getirilmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta bulunmaları ve cemaat içinde fiilen gerçekleşmesi gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili önderliğe elverişli olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır. İşte bunun için üzerinde düşünülmesi gerekir. Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir? Bütün insanlık hayatında bu niteliklerin önemi nedir?

Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak, büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak, Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede şura ailesini uygulamak, yüce Allah'ın verdiği rızıklardan Allah uğrunda mali harcamada bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi hayatını ve çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmektir.

Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne ölçüde önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde bu nitelikleri sunarken bu konuya açıklık getirmemiz yerinde olacaktır.

Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri değişmez ilahi bir ölçü ile karşı karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında karmaşık bir hal alıp ölçülerinin, diğer yargılarının karışmasına engel oluyor. Bu amaçla müslüman cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan önce bu ölçüyü hatırlatıyor:

"Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır."

Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar, evlatlar, şehevi duygular, zevkler, makam ve iktidar da bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bir lütuf olarak, karşılıksız bir bağış olarak bahşettiği nimetler vardır. Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı veya itaatkârlığı ile bağlantılı değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın elinde -az da olsa- bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise -çok da olsa- bereketi giderilir.

Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve değişmez değer değildir. Bunlar dünyanın geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri belirlenmiştir. İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına yüce Allah'ın katında bir ihsanın saygınlığına veya aşağılanmışlığına kanıt oluşturamaz. Yine yüce Allah'ın hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi sayılamaz. Bunlar sadece geçim kaynaklarıdır. "Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha iyidir. Süresi bakımından daha kalıcıdır. Çünkü dünya hayatının geçim kaynakları Allah'ın katındaki nimetlerle karşılaştırıldıklarında çok basit ve önemsiz kalırlar. Allah'ın sürekli kullarının üzerine akıttığı sonsuz lütfu ile karşılaştırıldığında sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın geçim kaynaklarının günleri sayılıdır. Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar bunlardan yararlanabilir. Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın yaşama süresi ile sınırlıdır. Bu ise, yüce Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında bir göz açıp kapama anı veya bundan da az bir süre kadardır.

Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce Allah'ın kendilerine daha iyi ve daha kalıcı nimetler hazırladığı mü'minlerin niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.

Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır." İnsanın değeri şuradan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe ilişkin bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde, varlık alemine ilişkin doğru bir bilgi yeredemez. Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak Allah'a iman yolu ile mümkün olabilir. İnsan bu gerçeği kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir. Çünkü insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen olan kanunları da bilir. Bu yüzden insanın hareketleri ile şu büyük varlık aleminin hareketleri arasında bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar sisteminden sapmaz. Kendi hareketleri ile evrenin hareketleri arasındaki bu ahenkten dolayı mutlu olur. Varlık alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız şartsız teslimiyet duygusu ile, barış içinde varlıklar aleminin yaratıcısına doğru yolalır. Bu nitelik her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar aleminin yaratıcısına doğru insanlığa yol göstericilik yapacak önder bir cemaat için çok daha gereklidir, elzemdir. '

İmanın değeri bir de şuradan gelir: İman insan ruhunu yatıştırır. İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar. Onu şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve karamsarlıktan kurtarır. Bu nitelikler, şu gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için gereklidir. Ama yol gösteren ve insanlığa bu yolculuğunda önderlik yapan bir lider için çok daha gereklidir.

Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten, kişisel çıkardan ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından iman büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp şahsının ötesinde bir hedefe bağlanır; bu meselenin kendisiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunun Allah'ın dinine davet olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı Allah adına çalıştığını anlar. Bu bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için zorunludur. Hareketten ayrılıp kendisine baş kaldıran bir grubun bu eylemi karşısında veya davet görevini yerine getirirken çeşitli baskılarla, eziyetlerle karşı karşıya kaldığında ümitsizliğe kapılması, kitleler çağrısına koştuğu veya kendisine boyun eğdikleri zaman da gurura kapılmaması için bu anlayış kaçınılmazdır. Çünkü o, sadece belli bir ücret karşılığında çalışan bir işçidir.

İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman etmişti. Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde şaşırtıcı bir etki bırakmıştı. O sıralar insanlık aleminde iman tablosu solmuş, tanınmayacak hale gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu. İslam geldiği zaman canlı, etkin ve aktif bir iman tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına yüklenen önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.

Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu imana ilişkin olarak şöyle der:

"En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü- çözüldü. Bunun sonucu diğer tüm düğümler çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti ve islamın öngördüğü her emir ve yasak için teker teker cihad yapmaya gerek duymadı. En öncelikli mesele etrafında girişilen çarpışmada islam cahiliyeyi yenilgiye uğrattı. Artık her çarpışmada zafer islamındı. Bundan sonra müşrikler kalpleri ile, organları ile, ruhları ile topyekün barış ve esenlik dini islama girdiler. Doğru yolu açık seçik gördükten sonra Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı çıkmadılar. Onun verdiği bir karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir burukluk kalmamıştı. Zaten onun serbest veya yasak olarak öngördüğü bir şeyde onların seçme hakkı yoktu." "Gitgide içlerinde şeytanın vesveselerine yer kalmadı. Hatta kendi şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde barınamaz oldu. Başkalarından uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından, kişisel endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken ahiret adamı oldular. Bu günden yarını yaşadılar. Bir musibet karşısında paniğe kapılmadılar, feryadı basmadılar. Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten dolayı ezilmediler. Zenginlik azgınlaştırmadı onları. Ticaret onları oyalamadı. Güçlü bir konuma gelince başkalarını küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk yapmak düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal ölçüler oldular. Kendileri, anne-babaları ve akrabaları aleyhinde de olsa Allah için şahitlikte bulunarak adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm yeryüzü ayaklarının altına serilmişti. İnsanlığın sığınağı, dünyanın koruyucuları ve Allah'ın dininin davetçileri olmuşlardı."

Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki yapısı ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle der:

"Gerek Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu. Kendilerinin yararlanması için yaratılan, kendi irade ve yönlendirmelerine boyun eğen her şeye secde ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar kendilerine itaat edeni ödüllendiremez, karşı çıkanı da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin serbestliğini veya yasaklığını belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi bulunmayan yüzeysel bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde bir yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde bir etkinliği yoktu. Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden eletek çekmiş, bazı insanlara Rablık kisvesini giydirmek için hakkından feragat etmiş bir yaratıcı, bir usta gibi inanıyorlardı. Kontrolü ellerine geçirmişlerdi. Örgütlü bir hükümetin diğer yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini, işlerinin yürütülmesini, gelir kaynaklarının dağılımını kendi arzularına göre düzenlemek üzere üstlenmişlerdi. Allah'a inanmaları tarihsel bir bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları, gökleri ve yeri onun yarattığını kabul etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski sarayı kim yaratmıştır? sorusuna karşılık, ondan korkmaksızın, ona boyun eğmeksizin bir eski kralın adını söylemesinden farksızdı. Dinleri Allah korkusundan, ona dua etmekten uzaktı. Allah' hakkında onu sevmelerini sağlayacak olumlu birşey bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri, anlaşılmaz, kapalı, kısa ve sembolikti.

Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi ve ürperme duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman olan diğer toplumlar Allah hakkındaki bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan kurtulup derin, açık ve canlı bir anlayışa sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve organlar üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya yansımıştı. Hayat ve hayatla ilgili her şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek mümkündü. En güzel isimlere sahip ve en ideal örneği veren Allah'a inanıyorlardı. Alemlerin Rabb'i, Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi, eksikliklerden uzak (el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren (el-Mü'min), herşeyi kontrolü altına alan (el-Muheymin), üstün iradeli olan (el-Aziz), caydırıcı güce sahip bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan (el-Mütekebbir), herşeyi yaratan (el-Halık), herşeyi var eden (el-Bari), varlıklara şekil veren (el-Musavvir), her yaptığını bir hikmete göre yapan (el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven (el-Vedûd), şefkat gösteren (el-Rauf), acıyan (er-Rahim), yaratan ve yarattığını yönlendiren, her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama kimsenin korumasına muhtaç olmayan... Ve bunun gibi Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip bulunan, cennetle ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin rızkını bollaştıran, dilediğininkini de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen, gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklı bulunan duyguları bilen ve bunun gibi onun gücünü ve yaptıklarını ifade eden Kur'an ayetlerinin işaret ettiği niteliklere sahip bulunan Allah'a inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu, derin etkili ve anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı dehşete düşüren bir devrim gerçekleşmişti. Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ettiği zaman hayatı altüst oluyordu. İman bütün organlarına nüfuz ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına yansıyordu. Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu. Cahiliyenin tüm mikroplarını, kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini ve aklını bürüyordu. Ondan bambaşka bir insan meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman, kararlılık, sabır ve cesaretin parlak örneklerini sergilerdi. Aklı, felsefeyi ve ahlak tarihini şaşkın bırakan olağanüstü davranış ve ahlak örneklerini ortaya koyardı. Bu olağanüstülükler sonsuza kadar, şaşkınlık ve dehşet konusu olmaya devam edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan dışında bu olağanüstülükleri yorumlamaktan, bunlara bir açıklama getirmekten acizdir."

"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi. Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı, otokontrol, kişisel arzu ve eğilimlerden uzaklaşmak gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu eğitimden geçen kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve insanlığın düştüğü aşağılık durumdan kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün göremediği, kanun elinin uzanamadığı bir sırada insanın içindeki hayvansal dürtüler azgınlaşıp insanın ayağı kaydığı zaman bu iman nefse ağır eleştiriler yöneltir, onu sürekli kınar, vicdanı yakan bir kamçıya dönüşürdü. İşlediği suçu sürekli düşünmesini sağlardı. Artık kişi kanun önünde suçunu itiraf etmedikçe rahat etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi eliyle teslim ederdi. Allah'ın azabından ve ahiret cezasından kurtulmak için, isteyerek, derin bir içtenlikle bu cezaya katlanırdı."

"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin güvenilir bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler karşısında baş kaldıran nefsini, hiç kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi. Hiç kimseden korkmasının sözkonusu olmadığı yerlerde nefsini frenler, ihtiraslarına engel olurdu. Nitekim islam fetihleri tarihinde, ganimetlere el sürmemek, emanetleri layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp her şeyden vazgeçmek gibi insanlık tarihinin bir örneğini gösteremediği göz kamaştırıcı olaylar yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın kökleşmesinin, Allah'ın gözetimini ve onun her zaman ve her yerde herşeyi bildiğini düşünmenin sonucuydu."

"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki yapı, davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından tam bir keşmekeşlik içindeydiler. Hiçbir otoriteye boyun eğmez, hiçbir düzen tanımazlardı. Hizaya girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu yaparlardı. Körükörüne hareket eder, ne yaptıklarını bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı. Ama şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş dışına çıkmıyorlardı. Her şeyin mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin, serbest ve yasak belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul ve kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını itiraf ediyorlardı. Yol göstericiliği bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne teslim olmuşlardı. Omuzlarındaki ağırlıkları atmış, kişisel arzularından ve benliklerinden soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği ve hoşgörüsü dışında hayatta hiçbir mala, cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı. Allah'ın izni olmadan savaşmaz, O'nun izni olmadan barış yapamazlardı. Allah'ın izni olmadıkça ne birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de kızabilirlerdi. Yine hiç kimseye birşey veremez veya verilen birşeyi alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça hiç kimseyle ilişki kurmaz, yahut ilişkileri kesemezlerdi."

İşte, islam inanç sistemi ile insanlığa önderlik yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme getiren ayetin işaret ettiği iman budur. Bu imanın bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir. Ancak Kur'an-ı Kerim bu niteliği ayrı olarak ele alıyor ve altını çizerek belirginleştiriyor:"Rabb'lerine güvenirler."

Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer değiştirmiş olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini ifade ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi gerektiriyor. İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah olarak birliği düşüncesinin ilk ve temel görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun sıfatlarına inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi dışında hareket eden bir canlının olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağına kesinlikle inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir şey yaparken veya bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına yönelmez.

Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın başını dik tutması, Allah'tan başkasının önünde başını eğmemesi, Allah'tan başka hiç kimseden herhangi bir şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe sahip olması için bu anlayış kaçınılmazdır. O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal durumunu sürdürür. Varlık ve yokluk onu etkilemez. Şu da varki bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu yüklenen önderler için çok daha gereklidir.

"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar."

Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek imanın sonuçlarından biridir. Yine doğru bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir. Bir insan büyük günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken kalpteki iman berraklığını ve saflığını koruyamaz. İmanın berraklığından soyutlanmış, içindeki iman aydınlığı kötülükler ve günahlar tarafından bastırılmış bir kalp önderliğe elverişli değildir.

İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince bir duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim az önceki alıntılarda imanın ulaştığı bu duyarlılık düzeyine işaret edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu özelliğiyle insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi hakketmişti. Ama bu önderliğin ne bundan önce, ne de bundan sonra bir benzeri bir daha görülmedi. Ve bu ideal toplum, arzu ve ihtirasların, şehvetlerin kol gezdiği bir ortamda doğru yolu bulmak isteyenlerin bakıp yollarını buldukları bir yıldız işlevini görmektedir.

Yüce Allah, insan denen şu yaratığın zayıf ve dirençsiz olduğunu biliyor. Bu yüzden önderliği ele almanın ve Allah katındaki ödülü hakketmenin sınırını büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kaçınmak şeklinde belirliyor, küçük günahları ve hataları bunun dışında tutuyor. İnsanın dayanma gücünü bildiği için işlediği küçük günahları rahmetinin kapsamına alıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın bir lütfudur, insana yönelik rahmetinin, hoşgörüsünün belirtisidir. Bundan dolayı yüce Allah'tan utanmak gerekir. Çünkü hoşgörü insanı mahcup eder, bağışlama onurlu kalplerde utanma duygusunu uyandırır.

"Kızdıkları zaman da affederler."

Bu nitelik, yüce Allah'ın insanın işlediği küçük günah ve hatalara yönelik hoşgörüsüne üstü kapalı olarak işaret edildikten sonra kullar arasında hoşgörülülüğü ve bağışlayıcılığı teşvik amacı ile yeralıyor. Böylece mü'minlerin bir niteliği olarak, onlar kızdıkları zaman bağışlarlar ifadesi önplana çıkarılıyor.

Burada bir kez daha islamın insana yönelik hoşgörüsü belirginleşiyor. İslam hiçbir zaman insana gücünü aşan bir sorumluluk yüklemiyor. Çünkü yüce Allah öfkenin insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını biliyor. Allah için, onun dini için, hak için, adalet için öfkelenmek, kızmak iyidir ve gereklidir. Bu yüzden öfkelenmek özü itibariyle yasaklanmıyor ve bir hata olarak nitelendirilmiyor. Tam tersine insanın doğasının ve öz yaratılışının bir parçası olduğu kabul ediliyor. Böylece insan öz yaratılışı ile dininin emri arasında şaşkın duruma düşmekten, duygu ve davranış olarak çelişik görünümler sergilemekten kurtarılıyor. Fakat Kur'an-ı Kerim aynı zamanda insanı öfkesini yenmeye, bağışlamaya, affetmeye yöneltiyor ve bu niteliği imanın ideal niteliklerinden biri olarak önplana çıkarıyor. Bunun yanısıra Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman kendi şahsı için kızmadığı, sadece Allah için kızdığı Allah için kızınca da bundan pişmanlık duymadığı bilinmektedir. Fakat bu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- yüce kişiliğine özgü bir derecedir. Yüce Allah mü'minleri bundan sorumlu tutmamış, sadece buna teşvik etmiştir ve kızdıklarında bağışlamalarını, ellerine güç geçirdiklerinde affetmelerini, intikam duygusunu yenmelerini istemekle yetinmiştir. Kuşkusuz bunun için de sorunun insanın kendi kişiliği ile ilgili olması, bu sınırı taşmaması gerekir.

"Rabb'lerinin çağrısına gelirler."

Rabb'leri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar. İnsanın Rabbi ile iletişim kurmasını önleyen tüm engelleri bertaraf ederler. Zaten kişi ile Rabbi arasında insanın kendisinden, ihtiraslarından, arzu ve isteklerinden, kendi varlığından, egoistliğinden başka engel yoktur. İnsan bütün bu engellerden kurtulduğu zaman Rabb'ine giden yolun açık ve engebesiz olduğunu görür. Bu durumda hiçbir engele takılmadan Rabb'inin çağrısına koşar. Bu çağrının gereklerini eksiksiz yerine getirir. Her yükümlülüğün karşısında kendi ihtirasından kaynaklanan herhangi bir engele takılıp duraksamaz. Bu, Allah'ın çağrısına koşmanın genel ifadesi. Şimdi de çağrıya koşmanın gerekleri açıklanıyor:

"Namaz kılarlar."

Namaz, islam dininde büyük öneme sahiptir. Çünkü namaz islamın ilk temel ilkesinden; Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etme ilkesinden hemen sonra gelir. Namaz Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki bağdır. Tek safta rükua giden, secde eden kullar arasındaki eşitliğin göstergesidir. Burada hiçbir baş bir diğerinden üstün, hiçbir adam bir başkasından öncelikli değildir.

Belki de namaz kılma niteliğinden hemen sonra zekattan söz edilmeyip ondan önce şura ilkesinin gündeme getirilmesi bu yüzdendir:

"Onların işleri aralarında danışma iledir."

İfade onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet, bir islam devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu nitelik müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karekteristik özelliğidir.

Gerçekte islamda devlet, cemaatin ve onun kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey değildir. Cemaat devleti özünde barındırır ve islam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir.

Bu yüzden şura ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şura islami hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.

Şura ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir kalıplara dökülmüş değildir. Bu yüzden şura ilkesinin uygulanış biçimi, bu temel özelliğin islam cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her toplumun ve çağın koşullarına bırakılmıştır. İslam düzeni tamamen donuk kalıplardan oluşmaz ve tümü de tartışılmaz doğmalardan ibaret değildir. İslam düzeni herşeyden önce iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan bir ruhtur. Müslümanın bilinç ve davranışı bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan iman gerçeğini gözönünde bulundurmadan islam yönetim biçimi üzerine yapılan araştırmalar sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz bu, islam inanç sistemine inanma gerçeğini bilmeyenlerin ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş, dayanaksız bir söz değildir. Çünkü bu inanç sistemi -onun öngördüğü yönetim biçimine bakmadan önce, katışıksız itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî gerçekler içerir. Bunlar özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel yapısı içinde aktif ve etkin bir varlık gösterirler; insanlık hayatında belli kapılanmaların; yönetim biçimi ve rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına ön ayak olurlar. Bundan sonra gelen ayetler uygulamalara ve yönetim biçimlerine işaret ediyorlar. Ama sadece düzenleme amacı ile, yeniden oluşturma, meydana getirme amacı ile değil... İslami herhangi bir yönetim biçiminin oluşması için, bundan önce müslümanların olması gereklidir. Aktif ve etkin bir iman kaçınılmazdır. Aksi taktirde hiçbir yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez, islami olarak nitelendirilebilecek bir düzen kurulamaz.

Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği kalplerinde yerettiği zaman islam düzeni ortaya çıkar. O zaman müslümanların yaşadıkları çevreye ve ortama uygun islam düzeninin bir şekli yürürlüğe konur ve islam ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde uygulanır:

"Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."

Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden önce gelmiş bulunan bir hükümdür. Ne varki genel anlamda Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı harcamada bulunmak islam cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden biridir. Daha doğrusu bu direktif islam cemaatinin doğuşu ile birlikte gündeme gelmiştir.

Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın ifade ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti.

Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali harcamada bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa önderlik yapması için seçilen mü'min cemaatin belirgin özelliklerinden biridir

"Bir zulme ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Daha önce de söylediğimiz gibi Kur'an'ın Mekke'de inen kısmında böyle bir nitelikten sözedilmesinin özel bir anlamı vardır. Bu ayet, müslüman cemaatin temel niteliklerinden birini; saldırıya karşı topyekün direnme, zulme boyun eğmeme niteliğini gündeme getiriyor. Bu da, iyi niteliklere sahip ideal bir ümmet olsun, iyiliği serbest bırakıp kötülüğü yasaklasın, insanlık hayatına hak ve adalet ilkeleri ile egemen olsun diye insanların örnek alması için ortaya çıkarılmış bir cemaat açısından doğaldır. Ve bu cemaat Allah'ın desteği ile güçlüdür, üstündür, onurludur: "Onur Allah'ın, peygamberinin ve mü'minlerindir." (Münafikun Suresi, 9) Şu halde topyekün yardımlaşarak saldırıya karşı koymak, haksızlığı bertaraf etmek bu cemaatin karekteristik özelliğidir, görevidir. Bir süre Mekke'deki yerel şartlardan ve özellikle ilk müslüman Arapların hayatındaki eğitimin gerektirdiği nedenlerden dolayı savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin direktifine uyulmuş olmasına rağmen bu geçici bir uygulamadır, oturmuş bir cemaatin özellikleriyle ilgisi yoktur.

Kuşkusuz Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin tercih edilmesinin özel nedenleri vardır.

En başta, ilk müslümanlara yönelik işkenceler, dinlerinden dönmeleri için uygulanan baskı yöntemleri topluma egemen bir durumdan kaynaklanmıyordu. Çünkü Arap yarımadasının o günkü siyasi ve sosyal rejimi düzensiz kabile yapılanmasına dayanıyordu. Bu yüzden herhangi bir müslüman şahsa yönelik eziyetler, eğer akrabaları varsa onlardan ve ailesinden geliyordu. Aksine mensup olmayan biri herhangi bir müslümana dininden dolayı eziyet etmeye cesaret edemezdi. -Bir müslümana veya bir grup olarak tüm müslümanlara toplu saldırıda bulunma eylemi çok az meydana gelmiştir-. Nitekim efendiler de kölelerine işkence ederlerdi. Ancak bu köleler müslümanlar tarafından satın alınıp serbest bırakılırlardı. Bundan sonra genellikle kimse bunlara eziyet etmeye cesaret edemezdi. Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir evde müslüman olmuş bir kişi ile o ailede henüz müslüman olmamış kişiler arasında bir kavganın, bir çarpışmanın meydana gelmesini istemiyordu. Çünkü katı kalplerin yumuşaması için barış daha uygun bir ortamdı.

Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin tercih edilmesinin nedenlerinden biri de Arap insanının karekteridir. Arap toplumu haksızlığa dayanmayan onuruna düşkün, kahramanlık duygularının ağır bastığı bir toplumdu. Haksızlığa uğrayan, eziyet gören biri için hemen harekete geçerlerdi. Müslümanların eziyetlere katlanması, inançlarından taviz vermeyip baskılara karşı sabretmesi bu kahramanlık duygusunun islam ve müslümanlar saffına yönelmesi, onun lehine dönmesi için uygun ortamı sağlıyordu. Nitekim Haşimoğullarının Ebu Talip mahallesinde Ablukaya alınmaları üzerine meydana gelen olaylar bunu kanıtlamaktadır. Arap insanın temel karekteri olan haksızlığa katlanmama duygusu bu ablukaya karşı harekete geçmiş, bu kararı içeren sayfayı parçalamış ve ağır maddeler içeren bu zalim antlaşmayı geçersiz kılmıştı.

Bir diğer neden de şudur: Arap toplumu sürekli savaşan ve en ufak bir olayda kılıçlara sarılan, kanun, düzen tanımaz sinirli bir toplumdu. İslami kişiliği dengelemek bu başıboş heyecanı, bu gergin siniri dizginlemeyi, onu bir amaca yöneltmeyi, onu sabretmeye ve sinirleri frenlemeye alıştırmayı gerektiriyordu. Bunun yanısıra ruhlarda inanç sisteminin her türlü kişisel arzu ve ihtirastan, her türlü ganimet ve mal varlığından daha üstün olduğu duygusunu uyandırmayı gerektiriyordu. Bu yüzden eziyetlere karşı sabretmeye ilişkin çağrı islami kişilikte denge oluşturmayı, ona sabretmeyi, direnmeyi ve ne pahasına olursa olsun yolu izlemeyi öğretmeyi amaçlayan eğitim sistemine uygundu.

İşte bu ve benzeri düşünceler Mekke'de barış ve sabır stratejisinin uygulanmasını gerektirmişti. Bunun yanında müslüman cemaatin temel ve değişmez özelliği de vurgulanmıştı:

"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Bu kural, hayatta başvurulan genel yöntem olarak şu ifade ile pekiştiriliyor:

"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür."

Bir eyleme karşılık vermede asıl ölçü budur; kötülüğe kötülükle karşılık vermek... Kötülüğün şımarıp azgınlaşmaması için bu gereklidir. Çünkü kötülük, yeryüzünde bozgunculuk yapmasını önleyecek bir engelle karşılaşmazsa güven içinde yoluna devam eder.

Bunun yanısıra, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek, kişiyle ve toplumu kin ve nefretten arındırmak için kötülüğü bağışlama teşvik ediliyor. Bu durum az önceki kuralın dışında tutulmuştur. Bağışlama ancak, kötülüğe, onun gibi bir kötülükle karşılık verebilme durumunda sözkonusu olabilir. Ancak bu durumda bağışlamanın bir ağırlığı, saldırgan ile hoşgörülü şahıs üzerinde bir etkisi olabilir. Çünkü saldırgan kişi bağışlamanın zayıflıktan çok hoşgörüden kaynaklandığını anlarsa mahçup olur, utanır, kendisini affeden rakibinin kendisinden üstün olduğunu anlar. Gücü yettiği halde bağışlayan kişi de nefsini arındırmış, yüceltmiş olur. Bu durumda bağışlama her iki kişi içinde iyi sonuçlar doğurur. Zayıflık ve çaresizlik anında durum böyle değildir. Zaten çaresizlik durumunda bağışlamaktan söz etmek normal bir davranış değildir. O zaman bağışlamanın bir yararı da olmaz. Tam tersine saldırganı gittikçe azdıran, saldırıya uğrayanı da aşağılayan ve yeryüzünde bozgunculuğun yayılmasına neden olan bir kötülüğe dönüşür.

"Doğrusu Allah zalimleri sevmez."

Bu ifade bir yönden "Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür" kuralını pekiştiriyor. Bir diğer yönden de kötülüğü bertaraf etmekle veya bağışlamakla yetinmeyi ve karşı saldırıda bulunurken sınırı aşmamayı ima ediyor.

Bu kuralı pekiştirmek amacı ile yeralan diğer ifade ise, daha çok ayrıntılıdır:

"Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur." "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır."

Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle karşılık veren, ama haksızlık etmeyen kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü o yasal hakkını kullanmıştır. Hiç kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip engelleyemez. Karşılarına dikilip engel olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde haksız yere azgınlaşanlardır. Çünkü, içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden vazgeçirilmeye çalışılmadıkları sürece yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi haksızlık ettikleri ve hiç kimse tarafından engellenmedikleri, direnişle karşılaşmadıkları sürece yeryüzündeki hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah zalim ve azgın kişileri acıklı bir azapla tehdit ediyor ama, insanların da zulüm ve azgınlığa karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları gerekir.

Ardından ayetlerin akışı yeniden, dengeli ve ölçülü davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel durumlarda sabır gösterip hoşgörülü davranmaya ilişkin konuya dönüyor. Kuşkusuz hoşgörülü davranmanın haksızlığı bertaraf edebilme durumu için geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda sabırlı davranıp hoşgörü göstermek üstünlüğün belirtisidir, küçük düşürülmenin değil. Onurluluğun belirtisidir, aşağılanmanın değil:

"Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareket! yapılmaya değer işlerdendir."

Bu mesele ile ilgili bütün ayetler, iki taraf arasında dengeli ve ölçülü davranmayı ifade ediyor, nefsi kin ve nefretten, zayıflık ve zilletten, zorbalık ve azgınlıktan korumaya özen gösteriyor. Her durumda Allah'ı, onun hoşnutluğunu gözetmesini ve şu yeryüzündeki yolculuk için gerekli olan temel gıdanın sabır olduğunu vurguluyor. .

Mü'minlerin nitelikleri bir araya gelince, insanlığa önderlik eden ve Allah katında, Rabb'lerine inanıp sırf ona dayanan mü'minler için hazırlanan daha iyi ve daha kalıcı ödüle göz koyan islam cemaatinin ayırıcı ve karekteristik özelliği çizilmiş oluyor.



İNKARCILAR VE KÖTÜ AKİBETLERİ

44- Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz. Azabı gördükleri zaman zalimlerin: "Geri dönecek bir yol var mı?" dediklerini görürsün.

45- Yine onları; aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla gizli gizli bakarken görürsün. İnananlar da: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır" derler. Bakın, gerçekten zalimler sürekli bir azap içindedirler."

46- Onların, Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları yoktur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu yoktur.

Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği karar geri çevrilemez. İradesinden dolayı sorgulanamaz: "Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz." Yüce Allah kulunun sapıklığı hakkettiğini bilince, onun sapıklardan biri olmasına karar verir. Bundan sonra onu sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletecek bir dostu veya yüce Allah'ın sapıklığa karşılık olarak belirlediği azaptan onu kurtaracak bir yardımcısı bulunmaz. İşte yüce Allah'ın sapıklar için belirlediği azaptan bir sahne ayetin devamında şu ifadelerle sunuluyor: "Azabı gördüklerini görürsün." "Yine onları aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla gizli gizli bakarken görürsün."

Zalimler azgındılar, zorbaydılar. Şu halde tüm yapılanların hakkettiği karşılığı gördüğü kıyamet günündeki en belirgin özelliklerinin aşağılanmışlık olması son derece uygundur. Onlar azabı görür görmez büyüklükleri uçup gidiyor ve moral çöküntüsü içinde şunu soruyorlar: "Geri dönecek bir yol var mı?" Pişmanlıkla karışık bir karamsarlık ve kurtuluş imkanının bulunmadığını bilmenin verdiği moral çöküntüsünü yansıtan bir ifadeyle bu ümitsiz soruya soruyorlar. Onlar "Başları öne eğmiş vaziyette" ateşe sunuluyorlar. Fakat bu durumları Allah korkusundan veya utanmaktan kaynaklanmıyor. Aksine aşağılanmışlıktan, horlanmışlıktan kaynaklanıyor. Onlar gözleri önüne bakar durumda ateşe sunuluyorlar. Duydukları eziklik ve utançtan dolayı başlarını kaldırıp bakamıyorlar: "Göz ucuyla gizli gizli bakıyorlar." Bu ise aşağılanmışlığı çarpıcı bir biçimde somutlaştıran canlı bir tablodur.

Burada mü'minlerin üstünlükleri ortaya çıkıyor. Onlar bu ortamda konuşuyor, zalimlerin içine düştükleri durumu açıklıyorlar: "İnananlar da `İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır." derler. Onlar, şu her şeylerini yitiren kimselerdir. Başlarını önlerine eğip horlanmış bir durumda, geriye dönüş imkanı yok mu? diye soran şu aşağılık kimselerdir.

Bu sahne üzerine ateşe sunulan şu zalimlerin akibetleri açıklanarak genel bir yorum yapılıyor:

"Bakın, zalimler gerçekten sürekli bir azap içindedirler." "Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları yoktur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu yoktur."

Yardımcılar yok olmuş, kurtuluş yolu kapanmıştır.

SENİN VAZİFEN SADECE TEBLİĞ

Bu sahnenin ışığında, doğru yola girmemekte direten ve büyüklük kompleksine kapılan kimselere sesleniliyor; beklenmedik bir sırada bunun gibi bir akibetle karşılaşmadan önce Rabb'lerinin çağrısına olumlu karşılık vermeleri isteniyor. Çünkü bu durumla karşı karşıya kaldıkları zaman kendilerini koruyacak bir sığınakları ve bu acıklı akibetlerine itiraz edip değiştirecek bir yardımcıları olmaz. Bunun yanısıra Peygamber efendimize de -salât ve selâm üzerine olsun sesleniliyor ve bu uyarıyı dinlemeyip burun kıvıracak olurlarsa kendisinin de onları kendi hallerine bırakması isteniyor. Çünkü peygamberin görevi sadece Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Peygamber onlardan sorumlu değildir, onların inanmalarını da üstlenmemiştir:



47- Allah'tan, geri çevrilmesi imkansız bir gün gelmeden önce, Rabb'inizin çağrısına uyun. Çünkü o gün hiç biriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, inkar da edemezsiniz.

48- Eğer yüz çevirirlerse üzülme; biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ancak elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

Sonra Kur'an-ı Kerim doğru yola girmemekte direten, kendisine iletilen Allah'ın mesajı karşısında burun kıvıran, böylece kendini işkencenin ve azabın kucağına atan, ama aslında eziyetlere katlanamayan, son derece zayıf bir dirence sahip olan, bol nimete kavuşunca şımaran, zorlukla karşılaşınca paniğe kapılan, haddini aşan, sıkıntıya düşünce nankörlük eden bu tip insanların karekterlerini ortaya koyuyor:

"Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ancak eliyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten çok nankördür."

Bunun üzerine, darlıkta ve bollukta, varlıkta ve yoklukta insan için belirlenen payın Allah'ın elinde olduğu vurgulanarak bir değerlendirme yapılıyor. Şu halde, iyilikle sevinen, kötülükten dolayı paniğe kapılan şu insana ne oluyor ki, her durumda herşeye egemen olan Allah'tan uzaklaşıyor?

ALLAH DİLEDİĞİNE KIZ, DİLEDİĞİNE ERKEK ÇOCUK VERİR

49- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu, dilediğine de erkek çocuğu verir.

50- Yahut hem kız hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır yapar. O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir.

Çoluk çocuk da bolluğun ve kıtlığın, varlığın ve yokluğun bir göstergesidir. Evlat insanın kendisine çok yakın bir varlıktır. İnsan evladına karşı çok duyarlıdır. Bu açıdan daha köklü ve daha güçlü etkilenir. Daha önce bu surede rızkın bollaştırılıp kısılmasından söz edilmişti. Burada ise çoluk çocuğa işaret edilerek rızık meselesine bir başka yönden değiniliyor. Çünkü çoluk çocuk da tıpkı mal gibi Allah'ın verdiği bir rızıktır.

Göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'a ait olduğu en başta vurgulanmış olması, bu genel mülkiyetin birer parçası olan diğer mal varlıklarının peşisıra sıralanmasına uygun düşmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın "dilediğini yarattığından söz edilmesi de burada verilmek istenen psikolojik mesajın pekiştirilmesi amacına yöneliktir. Bir diğer amaç ta iyiliğe düşkün olan insan, hem sevindiren hem de üzen şeylerden dilediğini yaratan, dilediğine bol bol veren, dilediğini de yoksun bırakan Allah'a döndürmektir.

Sonra ayet-i kerime yüce Allah'ın insana bol bol bağışta bulunduğu ve onu yoksun bıraktığı durumları ayrıntılı biçimde sunuyor. Buna göre yüce Allah dilediğine kız çocuğu verir. (Onlar kız çocuğundan hoşlanmazlardı). Dilediğine erkek çocuğu verir. Dilediğine hem erkek hem kız çocuğu verir. Dilediğini de bunlardan yoksun bırakır, kısır yapar (Hiçbir insan kısırlıktan hoşlanmaz)... Bütün bunlar yüce Allah'ın iradesine bağlıdırlar. Ondan başka hiçbir insan eli bu olaya karışamaz. Yüce Allah bunların ilmine göre planlar ve sonsuz gücü ile uygular. "O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir."

ALLAH İNSANLARLA NASIL KONUŞUR?

Surenin sonunda ayetlerin akışı yeniden surenin eksenini oluşturan ilk gerçeğe, vahiy ve peygamberlik gerçeğine dönüyor. Allah ile kullar arasından seçilen peygamberler arasındaki iletişimin mahiyetini ve nasıl gerçekleştiğini ortaya koymak için dönülüyor bu gerçeğe. Bunun yanısıra yüce Allah'ın dilediği bir hedefi gerçekleştirmek üzere, dileyeni doğru yola iletmesi için gönderilen son Peygamber ile -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah arasında bu tür bir iletişimin gerçekleştiği de vurgulanıyor:



51- Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasında konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, ve her yaptığı yerindedir.

52- İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.

53- Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

Bu ayet bir insanın yüce Allah ile yüzyüze konuşamayacağını kesin ve açık bir ifadeyle ortaya koyuyor. Nitekim Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği aktarılır: "Kim Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbini gördüğünü ileri sürerse kuşkusuz Allah'a büyük bir iftira etmiş olur." Yüce Allah'ın bir insanla konuşması ancak şu üç yoldan biri ile mümkündür: a) "Vahiy yoluyla" İnsan ruhuna dolaysız hitap eder ve insan bu hitabın Allah'tan geldiğini bilir. "Veya perde arkasında konuşur." Tıpkı Musa ile konuştuğu gibi. Hz. Musa yüce Allah'ı görmek isteyince, bu isteği yerine getirilmemiş ve yüce Allah'ın dağa görünmesi karşısında da kendinden geçmişti: "Musa da bayılarak yere düştü. Ayılınca `Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yöneldim, ben müslümanların ilkiyim' dedi." (A'raf Suresi, 143) c) "Veya bir elçi gönderir." Bu elçi melektir. "İzniyle ona dilediğini vahyeder." Peygamber efendimizin anlattığı yollardan biriyle vahyeder. Peygamber efendimizin işaret ettiği vahyin geliş yolları şunlardır:

Birincisi: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- meleği görmeden, melek O'nun kalbine ve aklına vahyi sunardı. Nitekim Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ruh'ul Kudüs benim kalbime, rızkını tamamlamadan hiç kimsenin ölmeyeceğini fısıldadı. O halde Allah'tan korkun ve güzellikle rızkınızı arayın."

İkincisi: Melek bir insan şeklinde Peygamber efendimize görünürdü. Peygamberimiz söylenenleri anlayıp ezberleyene kadar onunla konuşurdu.

Üçüncüsü: Bazan vahiy çan sesi şeklinde gelirdi. Bu vahiy yollarının en zoruydu. Öyleki soğuk bir günde bile Peygamberimizin alnından terler akardı. Eğer binek sırtındaysa, bineği ağırlıktan çökerdi. Birgün Peygamber efendimizin dizi Zeyd b. Sabit'in dizinin üzerindeyken vahiy gelmiş ve Zeyd'in dizinin üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki az kalsın dizi ezilecekmiş.

Dördüncüsü: Bazan melek yaratıldığı şekliyle ona görünürdü ve yüce Allah'ın vahyetmesini istediği şeyleri aktarırdı. Yüce Allah Necm suresinde de belirttiği gibi Peygamberimiz meleği bu haliyle iki kere görmüştür.

İşte vahiy şekilleri ve işte Allah ile Peygamberler arasındaki iletişim yolları... "O yücedir ve her yaptığı yerindedir." Yüceler aleminden vahyeder ve seçtiği kimseye bir hikmet uyarınca vahyeder.

Şimdi... Vahiyden söz eden bir ayet veya hadis okuduğum her seferinde bu iletişimi düşünmüş ve iliklerime kadar titremişimdir. Nasıl? Zaman ve mekana sığmayan, herşeyi kuşatan, kendisine benzer hiçbir şey bulunmayan öncesiz ve sonrasız zat ile nasıl böyle bir iletişim kurulabiliyor? Bu yüce zat ile, zaman ve mekana sığan, yaratıkların alemi ile sınırlı olan ve yokolup gidecek olan şu insan denen varlık arasında nasıl bu tür bir iletişim gerçekleşebiliyor? Sonra bu iletişim anlamlar, sözcükler ve ifadeler şeklinde nasıl somutlaşabiliyor?

Hem şu sınırlı varlık, yüce Allah'ın öncesiz, sonrasız, sonsuz ve sınırsız, şekilsiz ve zamansız sözünü nasıl algılayabiliyor?

Nasıl? Nasıl?

Ne varki tekrar dönüyor ve kendi kendime şöyle diyorum: Bu iletişim nasıl akıyor diye sormak neyine gerek? Sen ki, ancak yetersiz, geçici ve kapasitesi belli kişiliğinin sınırları içinde düşünebiliyorsun. Bu gerçek meydana gelmiş ve bir şekilde somutlaşmıştır. İşte senin kavrayabileceğin bir varlığa da bürünmüştür.

Fakat olayın dehşeti, ürpertisi ve olağanüstülüğü bitmiyor... Çünkü, peygamberlik olgusu gerçekten olağanüstü bir olgudur. Bunu algılama anı gerçekten olağanüstü bir andır. İnsan denen varlığın, yüceler yücesi zattan vahiy alması akıllara durgunluk veren bir olaydır. Bu satırları okuyan kardeşim, sen de benim bu düşünceme katılıyor musun? Sen de benim gibi bu dehşet verici olayı algılamaya, düşünmeye çalışmıyor musun? Oradan gelen bu vahiy? Oradan mı dedim? Kesinlikle hayır! Orası "Ora" değildir. Zaman ve mekandan uzak, sınır, bölge, yön ve ortam tanımayan bir kaynaktan... Sonsuz ve kayıtsız, öncesiz ve sonrasız bir kaynaktan... Ulu Allah'tan insan denen varlığa gelen bu vahiy... Evet, Peygamber de olsa, Resul de olsa bir insandır. Sınırlı ve çeşitli bağlarla kayıtlı bir insandır... Şu vahiy olayı... Şu akıllara durgunluk veren, insanı dehşete düşüren, Allah'tan başka kimsenin gerçekleşmesine güç yetiremediği ve O'ndan başka kimsenin nasıl gerçekleştiğini bilemediği şu olağanüstü iletişim... Bu satırları okuyan kardeşim. Tüm benliğimi saran duyguları aktarmaya çalıştığım şu kopuk ifadelerin ötesinden benim hissettiklerimi sen de hissediyor musun? Ben, defalarca meydana gelen bu büyük, bu olağanüstü, mahiyeti ve geliş şekli ile akıllara durgunluk veren bu olayı düşünmeye çalışırken bedenimi saran ürpertiyi, titremeyi ifade etmek için ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde bazı insanlar belirtilerini gözleriyle görerek bu olayı hissetmişlerdi. İşte şu Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- insanlık tarihinde yaşanan bu olağanüstü saniyelere şahit olmuştur. Bu akıllara durgunluk veren anlardan biriyle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Peygamber efendimiz salât ve selâm üzerine olsun-: `Ey Aişe, bu Cebrail'dir sana selam söylüyor' dedi. Ben de `Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun' dedim " Hz. Aişe diyor ki: "O bizim görmediğimizi görürdü." (Buhari) Bu da Zeyd b. Sabit'tir -Allah ondan razı olsun-. Buna benzer olaya o da şahit olmuştur. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dizi onun dizinin üzerindedir. O sırada vahiy gelmiş ve dizininin üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki, az kalsın ezilecekmiş. İşte şu saygın sahabeler Allah onlardan razı olsun- birçok kere bu olaya şahit olmuşlar. Vahyin geldiğini Peygamberimizin yüzünün renginden anlıyorlardı. Böyle bir belirti gördükleri anda onu vahiyle başbaşa bırakır vahiy kesilene kadar ondan uzaklaşırlardı. Vahiy kesilince Peygamberimiz onlara, onlar da Peygamberimizin yanına dönerlerdi.

Sonra... Şu yüce ve onur verici iletişimi kurmaya elverişli olan bu ruh nasıl bir yaratılış, nasıl bir yapıya sahiptir? Bu vahiyle iletişim kuran, onun özüne karışan, onun tabiatına ve anlamına bürünen ruhlar nasıl bir öze, cevhere sahiptirler?

Bu da bir başka mesele. Ama gerçektir. Ne varki, uzakta, çok uzakta, yüce bir ufukta, erişilmez bir dorukta görünüyor. İnsan kavrayışının boyutlarına sığmıyor.

Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ruhu şu insanın ruhu. Acaba bu bağı, bu buluşmayı nasıl hissediyordu? Bu vahyi algılamak üzere nasıl açılıyordu? Bu ilahi mesaj, bu sonsuz lütuf nasıl akıyordu üzerine? Yüce Allah'ın tecelli ettiği ve her yönden Allah'ın sözlerinin yankılandığı bu akılları durduran anlarda varlıklar alemi ne durumdaydı?

Sonra... Bu ne onur verici bir ilgidir? Ne sonsuz bir rahmettir? Ve ne büyük bir değerdir? Yüceler yücesi ulu Allah lutfedip, insan denen şu küçücük yaratıkla ilgileniyor. Durumunu düzeltecek, yolunu aydınlatacak, dağılmışlarını, yolunu yitirmişlerini geri çevirecek ilkeleri vahyediyor. Oysa uçsuz bucaksız mülkü ile karşılaştırıldığında, bir sivri sineğin insan yanındaki önemsizliğinden daha aşağıdır insan.

Bu bir gerçektir. Ama o yüce ve aydınlık ufka yükselmedikçe herhangi bir insanın düşünemeyeceği kadar yücedir, üstündür:

"İşte böylece sana da emrimizle Kur'an vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun."

"Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."

"İşte böyle". Bu yolda ve bu tür bir iletişimle "sana da vahyettik." Sana yönelik vahiy bundan önce uygulana gelen yöntemle gerçekleşti. İlk defa sen karşılaşmıyorsun böyle bir olayla. Sana biz vahyettik: "Emrimizle Kur'an'ı biz indirdik." Kur'an'da hayat vardır. Hayat verir, onu harekete geçirir, aktifleştirir. Kalplerde ve gözle görülen realite dünyasında onu geliştirir: "Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin." Yüce Allah Peygamberin ruhsal durumunu herkesten iyi biliyor ve o, henüz bu vahyi almamışken onun ruhsal durumunu bu şekilde tasvir ediyor. Kuşkusuz Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kitapla, imanla ilgili bazı bilgiler duymuştu. Arap yarımadasında kitap ehli grupların olduğu ve bunların inanç sistemlerinin bulunduğu biliniyordu. Ama burada kastedilen bu değildir. Kastedilen kalbin bu gerçeği kapsaması, onu duyması, vicdanında onun varlığından etkilenmesidir. İşte bundan önce olmayan, yüce Allah'ın emri d arınca Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine giydirdiği bu ruhtur.

"Fakat iz onu, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz." İşte onun öz yapısı budur. Bu vahyin, bu ruhun, bu kitabın özü budur. Bu bir nurdur. Yüce Allah, durumunu bildiği ve bu nuru algılayabileceğini bildiği, dolayısiyle doğru yola girmesini istediği kimselerin kalplerini bu nurla aydınlatır.

"Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun."

Bu ifade doğru yola iletme meselesinin yüce Allah'a özgü olduğunu pekiştiriyor. Onu her türlü etkenden soyutluyor ve bu meseleyi sadece yüce Allah'ın iradesine bağlıyor. Yüce Allah, kendisine özgü bilgisi uyarınca dilediği kimseyi doğru yola iletir. Bunu ondan başkası bilemez: Peygamber ise, Allah'ın iradesinin gerçekleşmesine aracılık yapar. Çünkü Peygamber kalplerde hidayeti meydana getiremez. O sadece mesajı duyurur. Ardından Allah'ın iradesi gerçekleşir.

"Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna."

Buna göre Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- insanları Allah'ın yoluna iletecek bir mesaj sunuyor. Bütün yan yollar bu ana yolda buluşur. Çünkü bu herşeyin sahibi olan Allah'a giden yoldur. Göklerde ve yerde bulunan herşey O'nundur. O'nun yolunu bulan göklere ve yere egemen olan yasalar sistemini, göklerde ve yerdeki güç ve enerji kaynaklarını, göklerde ve yerdeki rızıkları, göklerin ve yerin yüce sahiplerine yöneliş tarzlarını da bulur. Çünkü herşey O'na yönelir, herşey O'na döner.

"Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."

Herşey sonunda O'nun yanına varır, O'nun yanında buluşur. O da bunlar hakkındaki kararını verir.

Bu nur insanları Allah'ın yoluna iletir. Yüce Allah kulları izlesinler diye bu yolu belirlemiştir. Amaç insanların doğru yolu bulmuş ve Allah'ın buyruğuna boyun eğmiş olarak en sonunda Allah'ın huzuruna varmalarıdır.

Böylece vahiy meselesinden söz ederek başlayan bu sure sona eriyor. Surenin ana ekseni vahiy meselesiydi. Vahiy meselesi ilk peygamberlerden bu yana ele alınarak sunulmuştu. Amaç dinin birliğini, hareket metodunun birliğini ve izlenen yolun birliğini ortaya koymaktır. Bir de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini ve bu peygamberliğe inanan mü'min kitlenin temsil ettiği tüm insanlığı,kapsayan evrensel önderliği ilan etmektir. Bu kitlenin omuzuna insanları doğru yola götürme emanetini yüklemektir. Bu yol, göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi olan Allah'ın yoludur. Bunun yanısıra, mü'min kitlenin özelliklerini, karekteristik yapısını açıklamak ta güdülen amaçlardan biridir. Mü'min kitlenin bu ayırıcı özellikleri onun önderlik işlevini yerine getirmesini, akıllara durgunluk veren bu olağanüstü yolu izleyerek göklerden yere inen bu emaneti omuzlamasını sağlamıştır.