15 Haziran 2007 Cuma

ŞURA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı 38. ayette geçen "şura" kelimesinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Nüzul zamanıyla ilgili kesin kayıt bulunmamasına rağmen bu sure muhtemelen "Fussilet Suresi"nden hemen sonra nazil olmuştur. Çünkü bu surenin muhtevası, "Fussilet Suresi"nin adeta bir devamı niteliğindedir. Fussilet Suresi'ni dikkatle mutalâa eden bir okuyucu; Mekke ve civarındaki her hassas insanın açıkça müşahede edebilmesi için, Kureyş'in ileri gelenlerinin ne kadar haksızca muhalefet yaptıklarını, buna mukabil Hz. Peygamber'in (s.a) davasının ne kadar ciddi ve mantıklı, kendisinin ne kadar şerefli bir insan olduğunun anlatıldığını görecektir. Bu hususun tam akabinde, İslâm davası öylesine net bir şekilde ortaya konmuştur ki, hakikate saygı gösteren bir kimsenin, artık Kur'an'ı reddetmesi mümkün değildir. Ancak dalâlet içinde olanlar müstesna. Çünkü onlar kör ve sağırlar gibidirler ve girdikleri cehalet bataklığından da çıkamazlar.

Konu: Surenin girişinde şöyle denilmiştir: "Sizler, elçimizin getirdiği mesaj hakkında niçin dedikodu yapıyorsunuz? Rasulullah'ın (s.a) bu daveti yeni bir şey olmadığı gibi, bu davet tarihte ilk defa gönderiliyor da değildir. Nitekim Allah, daha önce de seçtiği kullarına vahyini indirmiş ve insanlara hidayet göndermiştir. O halde kainatın yaratıcı ve hakimi olan Allah'ın biricik ma'bud oluşunda ne gibi bir acaiplik bulunmaktadır?

Asıl acaip olan, Allah'ın yarattığı nimetlerden yararlanmanıza rağmen, başkalarını ma'bud ittihaz etmeniz ve sizleri tevhide davet eden birine kızmanızdır. Oysa sizleri ve kainatı yaratan Allah'a ortak koşmanız, çok büyük bir cürümdür. Bu yüzden, göğün üzerinizde çatlaması, hiç de acaip olmaz. Sözkonusu küstahlığınıza melekler dahi hayret etmekte ve her an azabın üzerinize gelebileceğinden çekinmektedir.

Bundan sonra bir şahsın nebi veya rasul olarak gönderilmesinin, onun, insanların kaderini elinde tuttuğu ve onların nasiplerini değiştirebileceği anlamına gelmeyeceği anlatılmaktadır. Zaten hiçbir peygamber, böyle bir iddiada da bulunmamıştır. İnsanların kader ve kısmetleri ancak Allah'ın elindedir. Peygamberlerin vazifesi ise, sadece gaflet içinde olanları uyarmak ve onlara doğru yolu göstermektir. Peygamberi inkar ederek, ondan yüz çevirenlerden hesap sorulacak ve muhakkak surette azaba çarptırılacaklardır. Ancak, bunu Allah yapacaktır. Dolayısıyla, kendilerine tabi olmadığınızda ya da karşı geldiğinizde, sizleri helâk etmek ve kahretmekle tehdit eden dinî önderlerinizin iddia ettiği gibi, peygamberlerin de aynı iddiayla ortaya çıktığı düşüncesini zihninizden çıkarın. Bu yanlışın tashihi yanısıra, şu hususa da değinilmiştir: "Peygamber (s.a) sizlerin iyiliğinizi ister, kötülüğünüzü değil. Bu yüzden o, takip ettiğiniz yolun felakete götürdüğünü söyleyerek sizleri doğru yola davet etmektedir."

Daha sona Allah Teâlâ; "Niçin her insanı doğuştan hak yola koymadığı ve insanların inhiraf ederek sapıklığa düşmelerine izin verdiği" gibi meseleleri açıklamıştır. İnsanlara böyle bir serbestî tanımasının nedeni olarak da, onların kendi iradeleriyle Allah'ı tanımalarının ve böylece O'nun sonsuz nimetlerine kavuşmalarının istendiği bildirilmiştir. Bu özellik ise diğer mahlukata verilmemiştir. Bazı insanlar, kendi şuur ve iradeleriyle Allah'ı veli edinirler. İşte bu insanlara, Allah yardım eder, onlara doğru yolu gösterir, salih ameller nasip eder ve onları kendi rahmeti altına alır. Allah'dan başka veli edinen kimseler ise, Allah'ın rahmetinden mahrum kalırlar. Burada ayrıca gerçek velînin Allah olduğundan ve başka hiç kimsenin velâyet hakkına sahip bulunmadığından bahsedilmiştir. Bir kimsenin başarısı, gerçek velisini tesbit edebilmesine, yani yalnız Allah'ı veli edinebilmesine bağlıdır.

Daha sonra Rasulullah'ın öne sürdüğü iddianın keyfiyeti açıklanmıştır.

Öncelikle bilinmelidir ki, Allah, kâinatın ve insanların yaratıcısıdır. Dolayısıyla kainatın asıl sahibi, velisi ve hükümdarı da O'dur. İnsanlar için kurallar koymaya, onlara din ve şeriat vermeye, insanların aralarındaki ihtilaflarda, hakkın ve haksızlığın ne olduğunu bildirmeye de sadece O'nun yetkisi vardır.

O'nun dışında hiçbir kimsenin bu konularda söz söylemeye hakkı yoktur. Başka bir ifadeyle, gerçek hükümdar ve kanun koyucu Allah'tır. Dolayısıyla bir kimsenin bu konularda söz söyleme hakkı yoktur. Başka bir ifadeyle, gerçek hükümdar ve kanun koyucu Allah'tır. Dolayısıyla bir kimse, Allah'tan başkalarının koyduğu kurallara uyduğu takdirde, Allah'ı tek hakim kabul etse dahi, bu bir anlam ifade etmez. Çünkü Allah, insanlara başlangıçtan itibaren bir "din" vermiş, onlara gidecekleri yolu göstermiştir.

Tüm peygamberler, kavimlerine aynı dini getirmiş ve ayrı dinlerden bahsetmemişlerdir. Allah'ın tayin ettiği bu peygamberler, başından beri, nesilden nesile aynı dini takip etmişler ve diğer insanları da aynı dine davet etmişlerdir.

Bu din, sadece kabul etmekle yetinin diye değil, onu yeryüzünde hakim kılın, uygulayın ve arzdaki sapık dinleri ortadan kaldırarak, gerçek dini ikâme edin diye gönderilmiştir. Yine peygamberler bu dini sadece tebliğ etmek için değil, aynı zamanda diğer sapık dinlerin kökünü kazıyarak İslâm'ı hakim kılmaları için görevlendirilmişlerdir.

Aslında insanlar için gönderilen din aynıdır. Ancak peygamberlerden sonra bazı çıkarcı insanlar, sırf kendi menfaatleri için gerçek dini tahrif etmişler, ihtilaf çıkarmışlar ve böylelikle sayısız din ve mezhep icad etmişlerdir. Bütün bunların hepsi, gerçek dinin tahrif olmuş şekilleridir.

İşte Hz. Muhammed (s.a) tahrif edilmiş bu dinlerin yerine, gerçek dini tebliğ etmek ve onu hakim kılmaya çalışmak için gönderilmiştir. Sizler, bu yüzden Allah'a hamd edeceğinize, aksine akılsızlığınızdan dolayı Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkıyorsunuz. Bu saçma muhalefetinizden ötürü, Hz. Peygamber (s.a) asla davetten vazgeçmeyecektir. Çünkü o, bu davayı sonuna kadar sürdürmekle görevlendirilmiştir. Ondan hiçbir surette taviz beklemeyin, zira o, bu halis dine, sizin adet ve hurafelerinizi sokmayacaktır. Zaten onun görevi, dini bu hurafelerden arındırmaktır.

Sizler, Allah'dan başkasının koyduğu kuralları getirerek, Allah'ın dinine ne kadar büyük düşmanlık yaptığınızı idrak bile edemiyorsunuz. Bunun yanısıra dünyada yaptıklarınızı önemsemiyorsunuz, ama unutmayın ki bu, Allah'ın indinde şirktir, büyük bir suçtur ve cezası da çok ağırdır. Allah'a karşı gelerek kendiliğinden bir "din" ortaya koyanların ve bu dine uyanların hepsi de aynı cezaya çarptırılacaktır.

Dinin gerçek sınırları çizildikten sonra, "Rasulullah (s.a) sizleri yola getirebilmek için, en güzel üslupla tebliğ ve tavsiyede bulunmuştur." denilmektedir. Bir yanda Allah'ın kitabı, hakikati sizlere kendi dilinizde açıklarken, diğer yanda Hz. Peygamber'in (s.a) ve arkadaşlarının tertemiz hayatları, bu kitabın nasıl insan yetiştirdiğine birer örnek teşkil etmektedir. Fakat buna rağmen hidayeti kabul etmezseniz şayet, artık hiçbir şey sizleri doğru yola getiremez. Böylece sizler, asırlar boyu cehaletinizde ısrar etme sonucunda Allah'ın dalâlette kalanlar için takdir ettiği azaba çarptırılacaksınız.

Bu hakikatler beyan edilirken, yer yer de tevhid ve ahiret hakkında deliller öne sürülmekte ve ayrıca dünyada tamah etmenin kötü sonuçları ile ahiretteki karşılığı hakkında uyarılarda bulunulmaktadır. Ayrıca kafirlerin kendilerinin İslâm'ı kabul etmelerine engel olan ahlâkî zaafları eleştiri konusu yapılmaktadır.

Özetlemek gerekirse, bu surede, iki hususa değinilmiştir.

1) Hz. Muhammed (s.a) daha önce 40 yıl süren hayatı boyunca "Kitap" hakkında hiç bilgiye sahip değildi ve imana taalluk eden meselelerden habersizdi. Şimdiyse birdenbire bu iki konudan (kitap ve iman) bahsetmektedir ki bu da onun, bir peygamber olduğunun apaçık kanıtıdır.

2) Hz. Peygamber'in (s.a) Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğu şeklindeki iddiası, onun, Allah'ı bizzat gördüğü anlamına gelmez. Allah, daha önceki peygamberlere vahyettiği gibi, şu üç yolla mesajını göndermiştir. Birincisi, vahiy yoluyla, ikincisi, perde arkasından, üçüncüsü, melek aracılığıyla. Bu husus, kafirlerin Hz. Peygamber'e (s.a) "Allah ile bizzat konuşuyor" şeklinde itiraz etmelerini önlemek ve hakkı arayanların da Hz. Peygamber'in (s.a) hidayeti hangi vasıtayla aldığını anlamalarını sağlamak için izah edilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Ayn, Sîn, Kâf.

3 O, Aziz ve Hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyetmektedir.1

AÇIKLAMA

1. Surenin açılışından da anlaşılacağı gibi, Rasulullah'ın daveti ve Kur'an hakkında, Mekke'deki her yerde, her toplantıda, her cadde ve sokakta yorumlar yapılmaktaydı. Buna binaen şöyle buyurulmuştur: Sizler, bu şahsın acaip şeyler iddia ettiğini söylüyor ve diyorsunuz ki, "O halde atalarımızın takip ettikleri yol yanlış mıydı? Muhammed şimdi çıkmış asırlar boyu inandığımız şeyleri reddediyor ve ayrıca kendisine Allah tarafından vahyolunduğunu iddia ediyor. Belki, söylediklerinin kendine ait olduğunu kabul etse makul karşılanabilir ama o, Allah tarafından kendisine vahyolunduğunda ısrar ediyor. Bizler onun Allah'la konuştuğuna nasıl inanabiliriz." Burada Rasulullah'a (s.a) hitap edilerek kendisinin ve dolaylı olarak kafirlerin sözkonusu endişlerine karşılık verilmiştir: "Aziz ve Hakim olan Allah, daha önceki peygamberlere nasıl vahyetmişse, sana da öylece vahyeder."

Vahiy, lügatte "Ancak muhatabların anlayabileceği ve başkalarının anlayamayacağı derecede gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir. Deyim olarak, "huden" (yol gösterici) karşılığında kullanılır. Elektrik akımı insana nasıl aniden geçerse, işte Allah'da kullarına bu şekilde vahiy gönderir. Bu bağlamda Allah şu hususun anlaşılmasını murad etmektedir: "Allah'ın bir kuluyla haberleşmesi için bizzat konuşması gerekmez. Çünkü O'nun kullarıyla irtibat kurması hiç de güç değildir. O, Aziz ve Hakim'dir. O, irade ettiği takdirde hiçbir şey O'na mani olamaz. O, yol göstermek üzere vahyini gönderir." Aynı konu surenin sonunda daha ayrıntılı bir biçimde beyan edilmiştir.

Daha sonra, kafirlerin "Muhammed'e vahyolunması ne acaib birşey" şeklindeki düşünceleri reddedilerek şöyle buyuruluyor: "Muhammed'e vahyolunmasında hayret edilecek birşey yoktur. Ondan önceki peygamberlere de aynı şekilde vahyedilmişti."

4 Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür.2

5 Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar;3 melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret dilerler.4 Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyen5 O'dur.

6 Allah'ın dışında birtakım veliler6 edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.7

7 İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik;8 şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için9 ve kendisinden şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de.10 (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.

AÇIKLAMA

2. Yani, bu mukaddime sadece Allah'ı tarif etmek için yapılmamıştır. Ayrıca kafirlerin halet-i ruhiyeleri dikkate alınarak bu sıfatların zikredilmesi Allah'ın güç ve kudretinin vurgulanması nedeniyledir. Çünkü kafirler, Hz. Peygamber'in (s.a) tevhidi mesajına itiraz ederek, birbirlerine "Atalarımızın şimdiye kadar inandığı şeylerin hepsi yanlış mıydı? Şayet tek ilah Allah ise, o zaman tanrılarımızın fonksiyonu ne olacak?" diye soruyorlardı. Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: "Bu kainatın yegane sahibi Allah'tır ve kainat O'nun mülkündedir. O halde O'nun mülkünde başkalarını nasıl ortak kabul edebilirsiniz?

Oysa ortak koştuklarınız da sizler gibi Allah'ın yarattıklarındandır. Allah, ortağı olmaktan ve O'nun gibi bir başkasının da aynı sıfatları taşımasından münezzehtir."

3. Yani, Allah'ın oğlu veya kızı varmışcasına bir iddiada bulunmak basit bir suç değildir. Bilakis bir kimseye yalvarıp, yakarmak, herhangi bir şahsın keramet sahibi olduğu zannıyla, "işlerimizi düzelteceğini" kabul etmek, filan şeyhin koyduğu helali helal, haramı haram telakki etmek ve bir insanı Allah'ın yerine geçirerek itaat etmek gibi düşünce ve davranışlar, Allah'a yapılmış büyük birer küstahlıktır. Bu küstahlığınız yüzünden göğün başınızda parçalanması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. (Aynı husus Meryem: 88-91'de geçmişti.)

4. Yani, melekler, insanların Allah'a karşı yaptıkları küstahlığı işitmemek için kulaklarını tıkarlar ve Allah'ı hamd ile tesbih ederek şöyle derler: "İnsanların Allah'a ortak koşmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onlara bir sürü imkan bahşetmekle ihsan eden ve dolayısıyla sadece hamd edilmeye layık olan da O'dur. Allah insanların yapmakta oldukları bu küstahlıklar yüzünden her an azabını gönderebilir." Melekler o kadar hassastırlar ki, belki insanlar tevbe edip, şirk koşmaktan vazgeçerler umuduyla, azap göndermemesi için Allah'a yalvarmaktadırlar.

5. Yani, Allah Gafur ve Rahim olduğundan, kafir, müşrik, ateist, fasık, facir ve haddi aşanlara yıllarca mühlet verir, bazı toplumlara asırlarca fırsat verir, rızık vermeye devam eder ve onları dünyada güç sahibi yaptığında bu ahmaklar, dünyanın bir sahibi olmadığı zehabına kapılırlar.

6. Burada "evliya" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime Arap dilinde çok geniş anlamlar taşır. İnsanların, sahte ma'budlar hakkındaki çeşitli inanç ve davranışlar ortaya koymalarını Kur'an, "Allah'tan başka veliler edinmekle" niteler.

Kur'an'ı dikkatle incelediğimizde "veli" kelimesinin şu anlamlara geldiğini görürüz.

a) Bir kimse, başkasının gösterdiği yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 118-120 ve A'raf: 3-27-30).

b) Bir kimse, bir başkasının yol gösterdiğine inanır ve o şahsın gösterdiği yolun itimat edilir, diğerlerinin ise yanlış olduğunu iddia ederse, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Bakara: 257, İsra: 97, Kehf: 17-50, Casiye: 19)

c) Bir kimse, bir başkasının, yaptığı kötülükleri göz ardı ederek, kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 123-173, En'am: 51, Rad: 37, Ankebut: 22, Ahzab: 65, Zümer: 3)

d) Bir kimse, bir başkasının yüce kerametleri dolayısıyla yardım ederek afetlerden ve musibetlerden kurtaracağına, iş bulacağına, evlat vereceğine ve kendisinin diğer ihtiyaçlarını karşılayacağına vs. inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Hud: 20, Rad: 16, Ankebut: 41)

Kur'an da "veli" kavramı yukarıdaki anlamlardan sadece biri için kullanılabildiği gibi, bazen de hepsini içeren bir anlamda kullanılmıştır. Ayette geçen "veliler" ifadesi, yukarıdaki dört anlamı da kapsayacak şekilde kullanılmıştır.

7. "Allah onları izlemektedir". Yani, Allah, kafirlerin yaptıklarının hepsini görmekte ve onların amel defterlerini hazırlamaktadır. Allah onlardan yaptıklarının hesabını soracaktır.

"Sen onların üzerinde vekil değilsin" diye Hz. Peygamber'e hitap edilerek şöyle denilmek isteniyor: "İnsanların kaderleri senin elinde değil ki, senden yüz çevirdiklerinde onları helak, işlerini alt üst edebilesin." Ancak bu ifade, "Hz. Peygamber (s.a) bu şekilde düşünüyordu da, Allah onu bu yanlış kanaatinden dolayı ikaz etmiştir." anlamına gelmez. Burada hitap her ne kadar Hz. Peygamber'e ise de, asıl maksat "Sizin keramet sahibi zannettikleriniz gibi elçimiz böyle bir iddia da bulunmamaktadır." şeklinde kafirlerin uyarılması olmaktadır. Cahiliye toplumlarında ruhani liderlerin, kendilerine küstahlık yapan bir kimseyi mahvedebileceği, şeklinde yaygın bir inanış vardı. Öyle ki keramet sahibi kabul edilen bir kimse ölü olsa dahi, kendisine saygısızlık yapan hatta hakkında kötü düşünen bir şahsı mahvedebilir. Bu inanış, sadece ruhani tüccarların bir propagandasından başka birşey değildir. Nitekim bazı mübarek zatların hayatları boyunca bu tür hurafelere hiçbir surette iltifat etmemelerine rağmen, ölümlerinden hemen sonra bazı kurnaz müridleri, onların isimleri ve kemikleri adına çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Ayrıca cahil halk, salih insanların, onların kısmetlerini değiştirebileceklerine de inanırlar. İşte bu batıl inanışı düzeltmek için Allah Teâlâ elçisine şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sen, bizim elçilerimizdensin ve ben seni vahiyle şereflendirdim. Senin görevin sadece insanlara doğru yolu göstermektir. Onların kısmetleri senin değil, Allah'ın elindedir ve insanların amellerinin karşılığını vermek ancak Allah'a aittir."

8. Bu bağlamda, başlangıçta beyan edilmiş husus tekrarlanarak şöyle buyurulmuştur: "Bu Kur'an Arapça'dır." Yani, "Sizler doğrudan doğruya anlayabilesiniz diye bu Kur'an anadiliniz olan Arapça ile indirilmiştir. O'nun mesajı yüce ve saftır, bir çıkara dayalı değildir. Böylesine bir mesajı ancak, alemlerin Rabbi indirebilir." denilerek dikkatler çekilmeye çalışılmıştır.

9. Yani onları, itikadî ve fikrî dalâletleri, ahlâkî rezaletleri konusunda uyarın ve bunun sonunun felaketten başka bir şey olmayacağını söyleyerek ikaz edin.

10. Onlara, bu falaketin dünyadaki musibetler kadar sınırlı olmayacağını da bildirin. Ayrıca, yaptıkları rezaletlerden ve kötü amellerden dolayı hesap gününde cezaya çarptırılmaktan onları hiç kimsenin kurtaramayacağını da bilsinler. Bu dünyada rezil olup, öbür dünyada da azaba uğrayacak olandan daha talihsiz kim olabilir?

8 Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılmış olurdu. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı.11

9 Yoksa O'nun dışında birtakım veliler mi edindiler? İşte Allah; veli olan O'dur, ölü olanları da dirilten O'dur. O, her şeye güç yetirendir.12

10 Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey;13 artık O'nun hükmü Allah'ındır.14 İşte benim Rabbim olan Allah.15 Ben O'na tevekkül ettim ve yalnızca O'na dönüp-yönelirim.16

AÇIKLAMA

11. Bu ifade şu üç gayeye matuf olmak üzere kullanılmıştır.

a) Hz. Peygamber'e (s.a) Mekke'deki müşriklerin cehalet ve sapıklık üzerinde direnmelerine fazla üzülmemesi söylenerek, tesellide bulunuluyor. Allah'ın insanlara seçme serbestisi vermesi kendi takdiriyledir. Dileyen hidayeti, dileyen de dalâleti seçer. Şayet, Allah böyle dilememiş olsaydı, Kitab ve Peygamber göndermesi gerekmeyecekti. Nitekim Allah için, insanları, deniz, dağ, ağaç, toprak gibi mutlak bir fıtrata tabi olarak yaratması çok kolay olurdu. İzah için Bkz. En'am: 23-25 ve 71

b) Burada muhatab, dün de ve bugün de hâlâ, "Allah, gerçekten insanların iman edip akidevî ve amelî olarak hidayet üzere olmasını isteseydi, kitab ve peygamber göndermez ve herkesi müslüman olarak yaratırdı." şeklinde düşünen kimselerdir. İşte kafirler sırf böyle bir mantığa dayanarak, "Allah yaptıklarımızdan hoşlanmasaydı şayet, bizi pekala durdurabilirdi." derler. Aynı hususa Kur'an'ın diğer bölümlerinde de değinilmiştir. Bkz. En'am: 80-110-124-125, Yunus an: 101, Hud an: 116, Nahl an: 10, 31-32.

c) Bununla, müminlere, kendileri tebliğ ve islah çalışmaları içindeyken İslâm'ın yavaş bir şekilde yayılmasından meyus olmamaları gerektiği, çünkü Allah'ın, insanlara kendi iradeleriyle İslâm'ı seçebilmeleri için bir serbesti tanıdığı anlatılmak isteniyor. Elbette mü'minler doğal olarak, Allah bir mucize göstersin de, kafirler İslâm'ı kabul ederek müslüman olsunlar, diye arzu ederler. Hatta sırf ıslahat heyecanıyla, tebliğ için uygun olmayan metodları dahi denemeye çalışırlar. Kur'an, bu hususu açıklığa kavuşturmak amacıyla çeşitli yerlerde değinilerde bulunmuştur. (Bkz. Rad an: 47-49, Nahl an: 89-97.)

Bu bağlamda, çok kısa ama çok önemli bir konuya şöyle değinmiştir: Allah'ın insanlara halifelik vermesi ve cenneti va'd etmesi, diğer mahlukata da bağışlanacak kadar basit nimetler değildir. Öyle ki, bu söz konusu nimetlere melekler bile layık görülmemiştir.

İnsanlara bunca geniş imkanların sağlanması, sayısız kuvvetlerin tasarrufları altına verilmesi, sırf imtihanı başarıyla kazanıp, Allah'ın özel nimetlerini hak edebilmesi dolayısıyladır. Sözkonusu özel nimetleri vermek sadece Allah'a mahsus olduğu gibi kendi başına bu nimetleri elde etmeye de kimse muktedir değildir. Ancak Allah'ı "veli" edinen, O'na ibadet eden ve O'nun gösterdiği yolu izleyen kimseler, Allah'ın izniyle dünyadaki imtihanı başarıyla verebilirlerse, o takdirde bu nimetleri kazanmaları mümkün olur. Kim Allah'tan yüz çevirir ve başkalarını "veli" edinirse Allah da ona "veli" olmak istemez. İşte böyle bir kimseyi azaba duçar olmaktan hiçbir şahıs kurtaramaz. Çünkü, Allah'ın dışında onu kurtarabilecek velayet sahibi yoktur.

12. Yani, "velayet" sizlerin keyfine bağlı değildir ki, dilediğinizi "veli" edinebilesiniz. Gerçek "velayet", Allah'a aittir ve bu sadece O'nun hakkıdır. Sizlerin başkalarını "veli" olarak kabul etmeniz sözkonusu gerçeği değiştirmeyecektir. Dolayısıyla Allah'tan başka birine "velayet hakkı" tanımak mantıken doğru değildir. Çünkü cansız maddeye ruh vererek insanı yaratması, Allah'ın velayet sahibi olmasının kuvvetli bir kanıtıdır. Fakat buna rağmen, başkalarına "velayet sahibi" olma hakkını vererek onları veli edinirseniz şayet, bu, akılsızlık ve intihardan başka birşey olmaz.

13. Her ne kadar bu ifade Allah'ın vahyi ise de, burada Hz. Peygamber'in (s.a) sözüymüş gibi gözükmektedir. Adeta Allah elçisine, "Sen ilân et" diye işaret etmiştir. Nitekim bu tür ifadeler Kur'an'da "kul" (de ki) şeklinde başlar. Fakat bazı yerlerde ifade biçiminden konuşanın (mütekellim) Hz. Peygamber (s.a) olduğu anlaşılır. Bazı yerlerde de ifade, Allah'tandır ama, konuşan (mütekellim) mü'minlerdir. Söz gelimi Fatiha Suresi'nde bu şekildedir. Bazı yerlerde ise (Meryem: 64-65'de olduğu gibi) konuşan meleklerdir.

14. Bu, Allah'ın kainatın hakimi ve velisi olmasının doğal bir sonucudur. Şayet velayet sahibi Allah ise, hakim de O olmalı ve insanların ihtilaflarını O karara bağlamalıdır. Bu bağlamda bazı kimseler, sözkonusu hususu ahirete müteallik anlamışlardır, ama bu düşünce yanlıştır.

Çünkü Allah'ın hakimiyetini, bu dünyaya değil de ahirete hasretmek için bir delil yoktur. Bunun yanısıra bazı kimseler de bunu dünyada sadece itikadî ve bir takım dinî meselelerle sınırlıyorlar ki bu düşünce de diğeri gibi yanlıştır. Çünkü Kur'an, genel bir ifade biçimiyle, apaçık olarak sadece Allah'ın tüm ihtilaflar hakkında karar vermeye yetkili olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Allah nasıl "Din Günü"nün Maliki ise, dünyada da "Hakimlerin en Hakimi"dir. Yine O, itikadî ihtilaflarda hangi tarafın hak, hangi tarafın batıl olduğuna hükmediyorsa, dünyada da şer'an insanlar için neyin tayyib, neyin necis, neyin helal, neyin haram olduğuna, ayrıca neyin caiz, neyin caiz olmadığına O karar verir. Ahlâkta iyilik ve kötülüğün niteliğini, muamelatta haklı veya haksızın kim olduğunu, sosyal bilimlerde, siyasette, ekonomide hangi yolun doğru hangi yolun yanlış olduğunu Allah belirler. Bu nedenlerden ötürü sözkonusu husus Kur'an'da bir prensip olarak beyan edilmiştir.

"Şayet aranızda bir anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Rasulüne döndürün. Şayet Allah'a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız" (Nisa: 59)

"Allah ve Rasulu bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab: 36)

"Rabbinizden size indirilene uyun ve asla O'ndan başka veliler aramayın" (A'raf: 3)

Mezkur ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, Allah'ın ihtilaflarda sadece karar vermeye yetkili olmasının ötesinde, kararına uyup uymamanın kişiyi kafir, ya da mü'min kılacağı ortaya çıkar. Yani, Allah bir fiilin hak veya batıl olduğuna karar verdiği gibi, kararını uygulamaya da muktedirdir. Sonuçta Hakkı ve Hakka inananları zafere ulaştırır, batılı ve batıla uyanları da helâk eder. Nitekim mü'minler, Allah'ın belki kararını uygulamayı tehir ettiğine ve insanlara mühlet tanıdığına fakat sonunda kararının muhakkak surette yerini bulduğuna şahit olurlar. Aynı bahis ileride gelecek olan ayetlerde de işlenmiştir. Sözkonusu bahse Kur'an'da daha önce de değinilmişti. Bkz. Rad an: 34-60, İbrahim an: 26-34-40, İsra an: 100, Enbiya an: 15-18 ve 44-46.

15. Yani, ihtilafları hakkında karar vermeye yetkili tek merci.

16. Burada biri geçmiş zaman, diğeri geniş zaman olmak üzere iki fiil kullanılmıştır. Fiil geçmiş zamanda, "Ben O'na dayandım" şeklinde ifade edilmiştir. Yani, "Ben hayatta her şey için, her tehlikeye karşı Allah'a güvenmeye karar verdim." İkinci fiil geniş zamanda "Ben O'na yönelirim", şeklindedir. Yani, "Ben Allah'a yönelir, her zorlukta O'ndan yardım ister, beni koruması için her tehlike karşısında O'na yalvarır, hidayeti O'ndan bekler, her ihtilaf ve münakaşada O'nun karar vermesini arzu eder ve verdiği karara tartışmasız teslim olurum."

11 O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiç bir şey yoktur.17 O, işitendir, görendir18

12 Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir.19

13 O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"20 diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırmakta olduğu şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni21 hidayete eriştirir.

AÇIKLAMA

17. Burada "leyse kemislihi şey'un" (onun benzeri gibisi yoktur) ifadesi geçmektedir. Bu husus hakkında müfessirler ile dil bilimciler arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre (ke) (gibi) lafzı teşbih için kullanılmış, bazılarına göre teyid için, bazılarına göre ise ism-i mübalağa için kullanılmıştır. Yani, Allah'ın değil aynısı, benzeri dahi yoktur.

18. Yani, kainatta cereyan eden herşeyi anında duyar ve görür.

19. Veli sadece Allah'tır. Ancak O'na yönelmeli ve tevekkül etmelidir. (Bu hususta diğer deliller için Bkz. Neml an: 73-83, Rum an: 25-31)

20. Burada, ilk ayetteki husus tekrarlanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Daha önce gelen peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (s.a) yeni bir din icad etmemiştir. Hz. Muhammed (s.a) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini, şimdi sizlere tebliğ etmektedir. Peygamberler halkasından ilk olarak Hz. Nuh'un (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü tüm insan nesli, Nuh tufanından bu yana devam edegelmiştir. Dolayısıyla tufan sonrası insanların ilk peygamberi Hz. Nuh'dur (a.s). Hz. Nuh'un (a.s) hemen ardından Hz. Muhammed'in (s.a) adı gelmektedir. Çünkü o, insanlığın en son peygamberidir. (Hatemun Nebiyyin) Daha sonra Hz. İbrahim'in (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü Araplar, Hz. İbrahim'i (a.s) ataları olarak kabul ederlerdi. Peşinden Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa'nın (a.s) isimlerinin zikredilme nedeni ise, yahudi ve hıristiyanlar onların getirdikleri dini takip ettiklerini söylüyorlardı. Tüm bunlar, dinin beş peygamberle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir açıklama tarzının ortaya konulma nedeni, her peygamberin aynı dini getirmiş ve dünyada yaygın olan dinlerin sözkonusu peygamberlerin adlarıyla anılmış olmasıdır.

Bu ayeti kerime, "din" ve "din"in maksadı hakkında bizleri oldukça aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu husus üzerinde biraz durmakta yarar görüyoruz.

Ayette, "şereçlekûm" (Sizin için tayin ettik o size... Şeriat yaptı.) ifadesi geçmektedir. Şerea, sözlükte "yol yapmak" anlamındadır. İstilah olarak ise, yol, kanun, kural ve kaideler için kullanılır. Arapça'da "teşri", anayasa demektir. Şerea, Şeriat ve Şari' kelimeleri ise, Anayasa, Kanun ve Kanun Koyucu şeklinde karşılıklarını bulur. Surenin 4-9. ve 10. ayetlerinde, kâinatın ve herşeyin sahibinin, insanların gerçek velisinin, insanların aralarındaki ihtilafı çözüme kavuşturanın Allah olduğu beyan edilmektedir. Dolayısıyla Şari'de O olmalıdır. Binaenaleyh kurallar koymak ve bir nizam tesis etmek, Rab, Veli ve Hakim olan Allah'ın hakkıdır. O da bu hak dolayısıyla din ve şeriat vermiştir.

Daha sonra "min'ed-din" (dinden) ifadesi gelmektedir ki, bu ifadeyi Şah Veliyullah Dihlevi, "Anayasadan" şeklinde tercüme etmiştir. Yani, Allah'ın koyduğu bir anayasa.

Biz, Zümer an: 3'de "din" kavramını açıklarken bu hususu; "Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak" şeklinde açıklamıştık. Şayet "din" kavramını "yol" anlamında ele alırsak o takdirde yolu çizen ve kuralları belirleyen zat, "Vacib-ul-İtaat" olur. Yani, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymak bir zorunluluk arzeder. Bu noktadan Allah'ın gösterdiği Kitab'ın salt tebliğ ve tavsiye niteliği taşımadığı ayrıca, O'nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymanın da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Bir şahıs sözkonusu kuralları inkar ederek uygulamamakta ısrar ederse, Allah'a isyan etmiş olur.

Devamlı, Rasulullah'ın (s.a) tebliğ ettiği din ve yasanın aynısının Hz. Nuh (a.s), Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Musa'ya (a.s) gönderildiği beyan olunuyor. Yani, onlara verilen "Hidayet" şimdi Hz. Muhammed'e de verilmiştir. Bundan birçok husus ortaya çıkmaktadır.

a) Allah herkese tek tek hidayet göndermemiştir ama her dönemde peygamberler vasıtasıyla yasalar göndermiştir.

b) Bu din, başlangıçtan bu yana aynıdır ve hiçbir zaman farklı ve ayrı bir "din" gönderilmemiştir.

c) Allah'ın hidayet ve otoritesi, peygamberlerin aracılığıyla insanlara tebliğ edildiğinden dolayı, peygamberlere itaat etmek dinin bir şartıdır. Çünkü, vahiy onların aracılığıyla gönderilmiştir ve bu esas, dinin cüzü ve imanın şartlarındandır. Peygamberlere inanmayan ve onları senet olarak kabul etmeyen bir kimse, getirilen dine de itaat edemez.

"Ekîmû'd-dîn" ifadesini Şah Veliyullah Dihlevi, "Dini ayakta tutun" şeklinde ifade etmiştir. Şah Refiuddin ve Şah Abdülkadir Dihlevî ise bu ifadeyi, "Dini ayakta tutmaya devam edin" şeklinde tercüme etmişlerdir. Özetle peygamberlerin şu iki görev için gönderilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Birincisi, dinin hakim olmadığı yerde dini ikame etmek, ikincisi, eğer din ikame olunmuşsa onu ayakta tutmaya çalışmak.

Bu noktada iki soruyla karşılaşıyoruz. a) Dini ikame etmek ile ne kastolunmaktadır. b) İkame ve ikame etmekle devam edilmesi istenilen "din" nedir? Bu iki hususun iyice kavranılması gerekmektedir.

"İkame etmek", bir şeyi ayağa kaldırmak veya arazi üzerinde bir bina kurmak demektir. Bu anlamlar, kelimenin lügavi karşılıklarıdır. Fakat ıstılahi anlamda "ikame etmek", bir kanun tebliğ etmek değil, onu fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir. Söz gelimi, "Filan şahıs bir hükümet ikame etmiş (kurmuş)" diyoruz. Yani bir ülkedeki halk, o şahsa tabi olmuştur.

Tüm sistem yine o şahsın koyduğu kurallar çerçevesinde işlemektedir. Mahkemeler kurulmuştur. İdari kurumlar onun emrine bağlı olarak görev yapmaktadırlar vs. Bu ifade hiçbir surette, o şahsın sadece kafasındaki hükümet projesinin vasıflarını tebliğ ettiği ve halkın da onun bu düşüncelerini beğendiği anlamına gelmez. Nitekim Kur'an, "Namazı ikame edin" diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz. Bu emirle namazın tüm şartlarıyla birlikte kılınması ve mü'minler arasında uygulanması kastolunmaktadır. Yani, size verilen emirleri yerine getirin, Cuma ve cemaat namazlarını eda edin, vaktinde ezanı okuyun, imam ve hatipler tayin etmek suretiyle halkı, namazı vaktinde ve camide kılmaya alıştırın! Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi, "Sizler dine göre yaşayın ve başkalarına da sadece dini hak kabul etmelerini söylemekle yetinin" şeklinde anlamanın yanlış olacağı aşikardır. Asıl kastolunan husus şudur: "Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın." Gerçi davet ve tebliğ bu yolun ilk safhasıdır. Çünkü bu safha (davet ve tebliğ) aşılmadan ikinci safhaya geçilmesi mümkün değildir. Ancak her basiret sahibinin de rahatlıkla anlayabileceği gibi, dinin asıl hedefi davet ve tebliğ değildir. Asıl hedef dinin ikame olunması ve ikame edilmişse, idamesinin sağlanmasıdır. Davet ve tebliğ sadece hedefe varabilmek için gerekli olan araçlardır. Dolayısıyla peygamberin görevini tebliğle sınırlamak yanlıştır.

Şimdi de ikinci soruyu ele alalım. Bazılarına göre, Allah'ın, ikame edilmesi için peygamberlerine gönderdiği din hepsinde aynıdır. Ancak şeriatları farklıdır. Nitekim Allah, "Biz herkes için bir din ve yol kıldık" diye buyurmaktadır. "İşte" diyor bu kimseler, bu ayetin de işaret ettiği gibi, bundan sadece "din" kastolunmaktadır, şeriat değil." Onlar, "din" ile şeriattaki hükümlerin aynı şeyler olmadığı anlamından yola çıkarak "Tevhide, ahirete, kitablara ve peygamberlere inanmak, Allah'a ibadet etmek ve bir de olsa olsa ahlâkın temel prensiplerini kabul etmek tüm dinlerin genel karakterini ortaya koyar" şeklinde bir sonuca varıyorlar. "Dinde birlik, şeriatlarda farklılık" gibi çok tehlikeli bir sonuca götüren bu düşünce, temelde sathi gözükmektedir. Ancak bu düşünce izale edilmezse, St. Paul'un şeriatsız bir din ortaya koymak suretiyle Hz. İsa'nın (a.s) ümmetini harab ettiği gibi, din ile şeriat birbirinden ayrılır. Çünkü şeriatı dinden ayırır, ikame etmeyi şeriata değil de dine matuf kılarsak, o takdirde müslümanlar tıpkı hıristiyanlar gibi şeriatı önemsemeyecek, ikame edilmesini gaye kabul etmeyip bundan kaçınacak ve sadece bir takım ahlâkî kuralları dinin tamamı olarak addedeceklerdir.

Bu tür, aklı esas alan izahları bir yana bırakalım ve Kur'an'ın dini ikame etmeyi açıklayan ifadelerine başvuralım: Yani, dini ikame etmek, sadece inançtan ve birkaç ahlâkî kuraldan mı ibarettir, yoksa şeriatın hayata geçirilmesi midir?

Kur'an bize "din" olarak şunları göstermektedir.

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur." (Beyyine: 5)

Bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, namaz ve zekat dinin birer cüz'üdür. Oysa bu iki husus hakkında muhtelif şeriatlarda farklı hükümler vardır. Nitekim hiç kimse önceki şeriatlarda namazın şartlarının, (rekat, kıble, vakit vs.) aynı olduğunu öne süremez. Ayrıca zekatın nisap miktarı da aynı değildir. Fakat bu şekli farklılıklara rağmen, Allah bunları dinin birer cüz'ü olarak nitelemiştir.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taşla veya tahtayla) vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar henüz canları çıkmadan kesmiş olmanız hariç, dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız, size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün artık inkar edenler, dininizi yok etmekten umudu kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim. Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir." (Maide: 3)

Bu ayetten burada zikredilen tüm şer'î hükümlerin dinin bir cüz'ü olduğu anlaşılmaktadır.

"Kendilerine kitab verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasulü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın." (Tevbe: 29)

Yukarıdaki ayetten, Allah'a ve ahiret günene iman ettikten sonra, helâl ve haramı belirleyen hükümleri kabul etmenin ve uygulamanın, Allah'ın Rasulü'nün bizlere öğrettiği dinin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, Allah'ın dininde sizleri, onlara karşı bir acıma duygusu tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit olsun." (Nur: 2)

"Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması, ona (Yusuf'a) yakışmazdı." (Yusuf: 76)

Bu ayetlerden, ceza kanununun da dinin içinde olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah'ın ceza kanununu uygulayan bir kimse Allah'ın dinine, başka birinin ceza kanununu uygulayan kimse de o şahsın dinine tabi olmuş olur.

Yukarıda zikrettiğimiz örnekler, şeriat emirlerinin de dine dahil olduğunu göstermektedir. Bunun yanısıra, Allah, bazı suçları işleyen kimselere (Örneğin, zina, riba, bir mümini öldürmek, yetimlerin mallarını yemek, haksızca başkalarının mallarına el koymak, eşcinsellik, alış verişte tartıyı eksik tutmak vb.) azap va'd etmektedir. Bu cürümleri önlemek elbette dinin fonksiyonları arasındadır. Çünkü "din", eğer insanları cehennem azabından korumak için gelmemişse niçin gelmiştir? Şeriatın kuralları bizzat dinin kendisidir ve bu kuralları çiğneyenlere cehennemin sonsuz ateşi va'd edilmiştir. Sözgelimi, Kur'an'da miras hükümleri beyan olunduktan hemen sonra şöyle buyurulmuştur: "Kim de Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır." (Nisa: 14) İşte bu şekilde şiddetle haram kılınmış suçların (Örneğin, anne, kızkardeşle evlenmek, içki, hırsızlık, kumar, yalan yere şahitlik yapmak) irtikab edilmesini engellemek, dini ikame etmenin bir cüz'üdür. Şayet bunlar "din"e şamil kılınmaz ise, (neuzubillah) Allah, kendilerine, yapılması zorunlu olmayan gereksiz emirler vermiş olur. Ayrıca, Allah birtakım ibadetleri (oruç, hac vs.) farz kılmıştır. Şimdi biz sözkonusu bahaneleri öne sürerek oruç ibadetini "din"in dışına çıkaramayız. Veya "hacc" sadece Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu için farz kılınmıştır diyerek, haccı ifa etmekten kaçınamayız. "Biz herkese bir din ve yol kıldık" ayetini yanlış yorumlayan kimseler: "Şeriatlar her ümmet için ayrıdır ve farklı şeriatlar dolayısıyla, peygamberler sadece dini ikame etmekle görevlidirler, şeriatları değil." demektedirler. Oysa ayeti kerime bu düşüncenin tam aksini doğrulamaktadır. Nitekim Maide Suresi'nin 41. ayetinden 50. ayete kadar ki bölümünü siyak ve sibak bütünlüğü içinde dikkatle mütalâa edersek, her peygambere din ve şeriat verilmiş olduğunu, dolayısıyla onların kendi dönemlerinde din ve şeriatı ikame etmekle mükellef olduklarını görürüz. Şimdi Hz. Peygamber'in (s.a) Nübüvvet dönemi olduğundan dolayı, Şeriatı Muhammediye dinin bir cüz'ü olarak ikame edilmek durumundadır. Bu şeriat ile diğer şeriat arasında ihtilaflar varmış gibi görünüyorsa da, aslında böyle bir ihtilaf ve çelişki yoktur. Nitekim "ihtilaflar" mahiyet itibarıyla cüzîdir ve "zaman" unsuru dolayısıyla sadece farklı emirler sözkonusudur. Sözgelimi namaz ve oruç her dinde farz kılınmıştır ama kıble tüm şeriatlarda aynı değildir.

Ayrıca namazın ve orucun erkânı da farklıdır. Örneğin diğer şeriatlarda oruç 30 gün olarak farz değildi. Fakat şimdi bir kimse çıkıp da, "Daha önceleri namaz ve oruç farz değildi, dolayısıyla Rasulullah'ın (s.a) gösterdiği biçimiyle özel günlerde oruç tutmanın dini ikame etmekle bir ilgisi yoktur" şeklinde bir sonuca varırsa, böyle bir iddiayı kabul etmek mümkün olmaz. Ancak doğru olan husus şudur; "Her peygambere döneminde vaki olan şeriatın kaide ve usullerine göre namaz, oruç vs. gibi ibadetlerin uygulanması, dinin ikamesi yolundaki cehdin bir kısmı olmak münasebetiyle emredilmiştir. Binaenaleyh Şeriat-ı Muhammediye içerisindeki bu ibadet ve emirleri yerine getirmek dini ikame etmekten başka bir şey değildir. Zikredilen iki örnek (namaz ve oruç) şeriatın diğer erkanı için de geçerlidir.

Kur'an'ı dikkatle okuyan herhangi bir kimse, ona inananların, kafirlerin sömürüsü altında ezilmiş olarak yaşayan zavallılar olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu kitab, kendisine inananlardan bağımsız ve müstakil bir yönetim ister. Onlara dinin ikamesi için, düşünce, ahlâk, kültür, siyaset ve ekonomi ile çevrili sahada hükümranlığı sağlayabilme uğrunda kendi canlarını feda bile etmesini emreder. Yine bu kitab, inananlarına, çoğu emirlerinin müslümanların iktidar sahibi olduğu yerlerde uygulandığı mükemmel bir hayat nizamı öngörür. Nitekim Kur'an, kendi nazil oluş nedenini şöyle anlatmaktadır.

"Biz sana Kitab'ı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin, hainlerin savunucusu olma!" (Nisa: 105)

Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması hususunda emir verildiğinden, bunun ardında bir gücün olması gerektiği anlaşılmaktadır.

Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması ile ilgili emir verilmiştir. Kanunlara göre zekatın toplanarak hak sahiplerine dağıtılmasının bir gücü gerekli kıldığı açıkça bellidir. (Bkz. Tevbe: 60 ve 103)

Ayrıca bu kitab, faize dayalı ticaret yapılmasına karşı savaş açar. "Bkz. Bakara: 275 ve 279.) Fakat böyle bir savaş, siyasal ve ekonomik iktidar müslümanların elinde olduğu takdirde mümkün olur. Yine Kur'an, katillere kısas yapılmasını (Bkz. Bakara: 178), hırsızın elinin kesilmesini (Bkz. Maide: 38), zina ve iftira yapanlara ceza verilmesini (Bkz. Nur: 2-4) emreder.

Dolayısıyla Kur'an, kendisine inananların, kafirlerin polis ve askerlerinin baskısı altında yaşayacaklarını ve onların yargı organlarına baş vuracaklarını tasavvur dahi etmez. Kur'an, kafirlere karşı savaşılmasını emretmiş (Bkz. Bakara: 190 ve 216); müslümanların, kafirlerin askerleri olmalarını ve onların hükümlerini uygulamalarını emretmemiştir. Yine Kur'an, Ehl-i Kitab'tan cizye alınmasını emrederken, müslümanların Ehl-i Kitab'dan cizye toplayarak onların emniyet içinde yaşamalarını sağlamalarını ve böylelikle yöneten olmalarını ister, yönetilen değil. Bu tür emirler sadece Medine'de nazil olan surelerde değil, Mekke'de nazil olan surelerde de verilmiştir. Dolayısıyla Kur'an da, başlangıcından beri müslümanları bir zımmî ve yönetilen olarak değil (reaya), aksine iktidar sahibi kimseler olarak hazırlamıştır. Bkz. İsra an: 89-99-101, Kasas an: 104-105, Rum an: 1-3, Saffat: 171-179 ve an: 93-94, Sad: 11, Giriş bölümü ve an: 12.

Buradaki kavramı yanlış anlamanın ortaya çıkardığı en büyük çelişki, Hz. Peygamber'in (s.a) 23 yıllık hayatıyla ters düşülmüş olmasıdır. Rasulullah (s.a) hem tebliğ etti, hem kılıçla savaşarak Arabistan'ı fethetti ve hem de mükemmel bir yönetim kurarak, dini ve şeriatı hayatın her sahasına hakim kıldı. Sonuçta bireysel veya toplumsal ahlâk, kültür, siyaset, ekonomi, savaş, barış vs. hayatın her bölümünde İslâm'ı uygulamıştır. Bu yorum ile birlikte "Peygamberler şeriatla değil, sadece dini ikame etmekle görevlendirilmişlerdir," şeklindeki diğer yorumu da kabul edersek şayet, ortaya iki farklı sonuç çıkar. Birincisi, Hz. Peygamber (s.a) -haşa- asıl görevini ihlal ederek, bir hükümet kurmuş, ayrıntılı bir şeriat kanunu ikame etmiş ve diğer peygamberlerin şeriatından farklı bir şeriat ortaya koyarak iman ve ahlâkın ana prensiplerini tebliğ etmekle iktifa etmiştir. İkincisi, Allah Teâlâ -haşa- diğer peygamberlere emrettiğinden vazgeçmiş ve son Peygamber'e (s.a) dini ikame etmenin yanısıra şeriat ile birlikte tam bir nizam kurdurmuştur. Allah bizi böyle düşüncelerden muhafaza etsin. Dini ikame etmenin bu şekildeki anlamına değinen, bu iki ihtimalden başka, Allah ve Rasulü'nü (s.a) itham etmeyen üçüncü bir görüş daha varsa onu da öğrenmek isterim.. doğrusu!

Dinin ikame edilmesi emrolunduktan sonra Allah, son olarak "Dinde ayrılığa düşmeyin, (veya) dini parçalamayın" diye buyurmuştur.

Bu ifade ile şu hususlar kastedilmiştir: Bir kimse "din" içinde yeni bir takım görüşler (teviller) ortaya atar. Fakat ikna edici delillere sahip olmamasına rağmen, iddiası üzerinde o derece ısrar eder ki, kendisine inanmayanları tekfir ederek, sadece kendi görüşlerini kabul eden kimseleri mü'min olarak addeder. Böylece kendi görüşlerini kabul edenleri yanında toplayarak, diğer müslümanlardan ayırır. Genellikle bu tür iddiaları ortaya atan kimseler, ya daha önce dinde olmayan yeni birşeyleri dine yakıştırır, ya dinin kısımlarından birini çıkarır, ya da dinin açık bir nassını tahrif ve tevil ederek acaib bir akide ve farklı ameller icad eder. Ayrıca dini o kadar bulandırır ve değiştirir ki, din anlaşılmaz bir hale gelir. Sözgelimi, dinde önemli bir emri önemsemez ama, mübah derecesindeki önemsiz bazı şeyleri de farz ve vacip telakki eder, hatta daha da ileri giderek, onları İslâm'ın esaslarından sayar. İşte sırf bu tür yaklaşımlardan ötürü, önceki ümmetler arasında ayrılıklar çıkmış, parçalanma meydana gelerek fırkalar türemiş ve bu fırkalar zamanla müstakil birer din halini almıştır. Bu dinlere inanan kimseler, aslında tek bir dinden çıkmış olduklarını tasavvur bile edemiyorlar. Ancak bu bağlamda sözkonusu "tefrika" ile makul bir ictihat farklılığını karıştırmamak gerekir. Çünkü, dinin nasları üzerine düşünmek suretiyle hüküm çıkarmada, alimler arasında birtakım farklılıklar olması doğaldır. Allah'ın kitabındaki bazı ifadeleri, gerek anlam ve kullanış itibariyla, gerekse lisan itibarıyla farklı şekillerde anlamak mümkündür. Daha fazla izah için bkz. En'am an: 141, Nahl an: 117-121, Bakara an: 220, Al-i İmran an: 16-16, Nisa an: 211-216, Maide an: 101, Enbiya an: 89-91, Hacc an: 114-117, Mümin an: 45-48, Kasas an: 72-74, Rum an: 50-51.

21. 8. ve 9. ayetlerde ele alınan hususa, burada yeniden değinilmektedir. Bu hususun izahı an: 11'de yapılmıştı. Burada şu yüzden tekrar edilmektedir: "Sen dinin gerçek yüzünü ortaya serdiğin için, bu akılsızlar sana kızmaktadırlar. Ancak aynı toplum içinde Allah'a yönelen kimseler de bulunmakta ve Allah onları kendi tarafına çekmektedir. İman ederek saadete ermek de iman edenlere kızarak haset içinde kalmak da herkesin kendi kısmeti ve nasibidir. Allah'ın, nimetlerini taksiminde bir adaletsizlik yoktur. Allah, kendisine yönelen kimselere imanı nasip eder. Hidayetten kaçan insanları zorla iman ettirmek ise Allah'ın sünneti değildir.

14 Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra,22 yalnızca aralarındaki 'tecavüz ve haksızlık'23 dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer senin Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti.24 Şüphesiz onların ardından Kitaba mirasçı olanlar ise, herhalde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler.25

15 Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma.26 Ve de ki: "Allah'ın indirdiği her kitaba inandım.27 Aranızda adalet yapmakla emrolundum.28 Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir.29 Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı = hüccet) bir tartışma konusu yoktur.30 Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O'nadır."

AÇIKLAMA

22. Yani, tefrika ve ihtilaf, Allah, kitab ve peygamber göndermediği için çıkmamış ve onlar, doğru yoldan habersiz olduklarından ötürü ayrı ayrı mezhep ve fırkalar kurmamışlardır. Aksine onlar, Allah'dan vahiy ve ilim geldikten sonra parçalanmışlardır. Dolayısıyla bunun sorumlusu Allah değil, bizzat kendileridir. Çünkü, Allah'ın açık açık bildirdiği şeriattan saparak çeşitli mezhep ve fırkalar kurmuşlardır.

23. Yani, bu fırkaları icad etmenin ardında halis niyetler yoktur. Bu kimseler, birbirlerine ettikleri hased ve zulümden, ayrıca, kişisel çıkarlarından dolayı böyle ayrı ayrı mezhepler kurmuşlardı. Bazı kurnaz ve açıkgözler, şayet insanlar doğru yolu takip eder, yalnız Allah'a teslim olur, Rasulullah'ı (s.a) önder kabul eder ve bir tek kitaba tabi olurlarsa salih bir akideye ve hak bir nizama sahip olacaklarını bilmektedirler ki onlar açısından bunun sonucu şu olur: Böyle bir nizamda onların çıkarları zedelenir, halk onların önderliğini kabul etmez ve teslimiyetle ceplerini onlara boşaltamaz. Bu yüzden bu açıkgözler, yeni inanışlar, felsefeler ve dini merasimler icad etmişlerdir. Böylelikle bu kurnaz önder ve rehberler, yeni dinler icad etmek suretiyle büyük bir kitleyi dinin ana istikametinden kaydırmış ve insanları bölerek aralarında siyasi, ekonomik ve dini savaşlar çıkmasına neden olmuşlardır. Sonuçta insanoğlunun tarih sayfaları kanla boyanmıştır.

24. Yani, Allah dileseydi, bu sapık yolları icad edenleri ve onlara bile bile uyanları dünyada azab ile helak eder ve kimin hak, kimin batıl üzerinde olduğu belli olsun diye sadece doğru yola uyanları bırakırdı. Fakat Allah bunu kıyamet gününe kadar ertelemiştir. Aksi takdirde dünyanın bir imtihan yurdu olmasının bir anlamı kalmazdı.

25. Yani, her peygamber ve onun yakın takipçilerinin döneminden sonraki nesiller Allah'ın kitabı hakkında şüphe ve güvensizlik duymuşlardır. Nitekim Tevrat ve İncil okuyan herkes, bu şüphelerin nedenlerini aşağı yukarı bilir. Sözkonusu nedenler şunlardır: Öncelikle daha evvelki nesiller bu iki kitabı aynı dil ve ibarelerini muhafaza etmek suretiyle sonraki nesillere ulaştırmamışlardır. Allah'ın kelamıyla, tefsir, tarih, şifahi rivayetler, fıkhî alıntılar ve insanların kendi sözlerini biribirine karıştırmışlardır. Asıl kitabın ortadan kaybolmasına neden olacak şekilde tercümeler çoğalmıştır. Öyle ki, kitab hakkındaki tarihi senet ve vesikalar dahi yok olmuştur. İşte bu yüzden onların ellerinde bulunan kitaplar hakkında, "Bunlar Hz. Musa ve Hz. İsa'ya verilenlerin aynısıdır" diyemeyiz. Ayrıca onların ruhani liderleri zamanla mezhep, ilahiyat, felsefe, hukuk, tabiat, sosyoloji, psikoloji vs. gibi konularda öyle meseleler ortaya attılar ki, Ehl-i Kitab olma vasıflarını kaybettiler.

Allah'ın vahyi hakkında hiçbir senet, vesika olmadığı için güvenilir bir kaynak da bulamadılar ki böylelikle ona başvurabilsinler ve doğru ile yanlışın ne olduğunu anlayabilsinler.

26. Yani, dinde hiçbir değişiklik yapmak ve taviz vermek suretiyle onlarla anlaşmaya oturma. Onlar, cahiliyye örf, adet ve alışkanlıklarını dine sokmak istiyorlar. Oysa bunlara İslâm'da yer yoktur. İslâm'ı kabul etmeleri için taviz vermeye yanaşma. Dileyen, Allah'ın dinini indirildiği gibi halis bir şekilde kabul etsin, aksi takdirde gidecekleri yer cehennemdir. Allah'ın dini hiç kimsenin hatırı için değişmez, kendi iyilik ve kurtuluşunu isteyen kimse, Allah'ın göndermiş olduğu dine göre kendisini değiştirerek ona tabi olsun.

27. Yani, ben onlar gibi tefrika çıkararak Allah'ın bazı kitaplarına inanıp bazılarına inanmazlık etmem. Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inanırım.

28. Bu kapsamlı cümlenin pekçok anlamı vardır:

a) Ben, gruplaşmadan uzak ve tarafsız olarak doğruyu söylemekle emrolundum. Benim görevim, herkese insaf ve adaletle davranmaktır. Haklıların yanındayım. Hak sahibi ne kadar yabancı, haksız da ne kadar yakınım olursa olsun ben haklının yanındayım ve haksıza karşıyım.

b) Benim size getirdiğim haklar herkes içindir. Hiç kimseye ayrıcalıklar tanımam ve herkese hak ile muamele ederim. Bu yüzden akraba-yabancı, büyük-küçük, zengin-fakir, güçlü-güçsüz demeden hepsi de benim yanımda aynı ölçüde haklarını alırlar. Hak ve haksızlık, günah ve suç ölçüsü herkes için aynıdır. Ve ben de dahil hiçbir istisnası yoktur.

c) Dünyada adaleti muhafaza etmekle, adaletsizliği ve haksızlığı toplumumuzdan kaldırmakla emrolundum.

d) Bunun anlamı, hicretten sonra anlaşılmıştır: "Ben, Allah tarafından tayin edilmiş kadı ve hakimim, aranızda adaletle hükmetmek benim görevimdir."

29. Yani, biz kendi yaptığımız amellerden, siz de kendi yaptığınız amellerden sorumlusunuz. Şayet biz bir kötülük yapacak olursak, sizler bundan sorumlu olmayacak, cezaya biz çarptırılacağız. Bu hususa Bakara: 139, Yunus: 41, Hud: 35, Kasas: 55'de değinilmiştir. Ayrıca izah için bkz. Bakara an: 124, Yunus an: 49, Hud an: 39, Kasas an: 77.

30. Yani, makul deliller öne sürerek sizlere tebliğ etmeye çalıştık, artık siz bilirsiniz. Gereksiz münakaşaya girmeye hiç niyetimiz yok.

16 O'na icabet olunduktan sonra, Allah hakkında (sözde) 'deliller öne sürüp tartışanların, 31delilleri, Rabbleri katında geçersizdir. Onların üzerinde bir gazab vardır ve şiddetli azab onlar içindir.

17 Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi.32 Ne bilirsin; belki kıyamet-saati pek yakındır.33

18 Onda acele davrananlar, (gerçekte) ona inanmayanlardır. İman edenler ise, ona karşı bir korku içindedirler ve onun gerçekten hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun; kıyamet-saati konusunda tartışmakta olanlar, gerçekte uzak bir sapıklık içindedirler.

19 Allah, kullarına karşı lütuf sahibi olandır;34 dilediğini rızıklandırır.35 O, kuvvetlidir, azizdir.36

20 Kim ahiret ekinini isterse, biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur.37

21 Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri,38 dinden kendilerine teşrî' ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zalimler için acıklı bir azap vardır.39

22 (O gün) Zalimleri kazanmakta oldukları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir. İman edip salih amellerde bulunanlar ise, cennet bahçelerindedirler. Rableri katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur.

AÇIKLAMA

31. Bu, Mekke'de hergün cereyan eden hadiselere işaret etmektedir. O zaman Mekkeliler, İslâm'ı kabul edenleri sürekli takip ederler, çevrelerindeki akrabaları, müslümanlara baskı yaparak onları İslâm'dan vazgeçirmeye ve Rasulullah'dan koparmaya çalışırlardı.

32. "Mizan" kavramı ile, terazi gibi tartarak doğru ve yanlışın, hak ve batılın, zulüm ve adaletin, iyilik ve kötülüğün farkını bildiren "şeriat" kastolunuyor. Allah, elçisinin ağzından şunları söyletmiştir. "Bana, aranızda adaletle hükmetmem, emrolunmuştur." Burada "Kitab" ile "Mizan"ın birlikte indirildiği zikrolunuyor ki, böylelikle adaletle hükmedebilsin.

33. Yani doğru yola gelmeyi isteyen bir kimse, bu konuda acele etmelidir. Çünkü sonunuzun ne zaman geleceğini hatta ikinci nefesi dahi alıp alamayacağınızı dahi bilemezsiniz.

34. Burada geçen "latîf" kelimesinin iki anlamı vardır: Birincisi, Allah, kullarına çok şefkatli ve merhametlidir. İkincisi, O, kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkati nazara alır ki, kendileri bile ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkında bile olmazlar. Buradaki "kullar" ile tüm insanlık kastolunuyor. Yani Allah'ın lütfu tüm dünyaya şamildir.

35. Yani, Allah'ın lütufkar olması, tüm kullarına eşit rızık dağıtacağı anlamına gelmez. Allah, herkese verir ama O'nun verdiği eşit miktarda değildir. Bazılarına başka bir hususda, bazılarına da başka bir hususda verir.

36. Yani, nizam içindeki tüm taksimat, Allah'ın gücüne dayanıyor ve kimsenin gücü bunu değiştirmeye yetmez. Şayet, Allah bir kimseye vermek istiyorsa, kimse ona engel olamaz. Vermek istemiyorsa da verdiremez.

37. Önceki ayetlerde, herkes tarafından kolaylıkla müşahade edilebilmesi mümkün olan iki gerçeğe işaret edilmiştir. Birincisi, Allah'ın lütfu umumidir ve tüm kullar ondan yararlanmaktadırlar. İkincisi, rızık herkes için eşit dağıtılmamıştır ve insanlar arasında bu bakımdan fark vardır. Bu ayette, Allah'ın kullarına verdiği lütuf ve rızkın bağışlanmasında sayısız farklılıklar vardır. Öncelikle bu farklılık usuldedir. Yani ahireti taleb edenler ile dünyayı talep edenlere başka başka rızıklar verilecektir.

Bu önemli gerçeğe burada kısaca değinilmiştir. Fakat bu gerçeği ayrıntıları ile kavramak, insanın hayat tarzını yeniden gözden geçirmesini sağlar.

Dünya ve ahiret için uğraşanlar, tarlada çalışan işçilere benzetilmiştir. Çiftçiler toprağı çaba sarfederek ekerler ve ondan ürün alırlar. Fakat maksat ve niyetlerindeki farklılık, onların amellerinde de farklılığa yol açar. Örneğin, ahiret için tarlada çalışan kimse ile dünya için tarlada çalışan arasında fark vardır. Dolayısıyla Allah indindeki mükafatları da farklı olur. Oysa her ikisi de bu dünyada çalışmaktadırlar.

Ahiret için tarla eken kimseye Allah, dünyadaki nasibini verir ve o, dünyadayken kendine az-çok bir kısmet bulur. Çünkü, Allah'ın lutfu herkese şamildir. O, iyi ve kötü herkesi rızıklandırır. Fakat Allah, ahiret için tarlasını ekenin tarlasını bereketlendirmekle müjdeliyor. Çünkü o, buna talibtir ve bunun için çalışmıştır.

Onun tarlasına bereket vermenin pekçok şekli vardır. Örneğin, o ne kadar iyi ve halis niyet ile çalışmış ve ahiret için ne kadar salih amel işlemişse mükafatı da o nispette yüksek olur. Bunun yanısıra dünyada ahiret niyetiyle salih amel yaparsa, Allah ona iyilik yapmak için daha çok fırsatlar tanır. Yani, Allah tüm iyilik kapılarının kapanmasına ve şer kapılarının açılmasına müsaade etmez. Üstelik ahirette bu dünyada yaptığı amellerin karşılığını fazlasıyla bulacaktır. En azından 10 katıyla, binlerce fazlasıyla (hatta sınırsız) derecede mükafat alırlar.

"Sadece bu dünya için tarla eken kimsenin-ki onun tüm çalışması bu dünya içindir- akibetini Allah şöyle bildiriyor: Birincisi, o ne kadar çaba sarfederse sarfetsin, Allah'ın kendisi için tayin ettiğinden fazlasını alamaz. İkincisi, bu dünyada ne bulduysa sadece onunla yetinmek zorundadır.

38. "Şürekau" (ortaklar) ifadesi ile sadece insanların kendilerine yalvardıkları, müracaatta bulundukları, dua ettikleri, ibadet edip adak kestirdikleri ve bu şekilde ortak koştukları tanrılar kastedilmiş değildir. Burada 'ortaklar' ile insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler kastolunmaktadır. Öyle ki, onların ortaya attıkları düşüncelere, akidelere, nazariyelere iman edilir ve ahlâkî kaideler, kültürel normlar şeklinde ihdas ettikleri değerler ölçü olarak kabul edilir. Onların icad ettikleri kanunlara, dini törenlere, örf ve adetlere uyulur. Kişisel ve toplumsal hayatı düzenlemede, alış verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde hep onların kararları esas alınır. İşte bu, o insanların tabi oldukları şeriatlarıdır. Yine bu, Allah'ın dininin karşısında kendi başına müstakil bir dindir. Onlar nasıl ki Allah'ın rızası olmadan bir 'din' ortaya koymuşlarsa, onlara uyanlar da Allah'ın rızası olmadan uymuşlardır. İşte Allah'dan gayrısına kulluk nasıl şirkse, bu da öyle şirktir. Daha fazla izah için bkz. Bakara an: 172 ve 288, Al-i İmran an: 57, Nisa an: 90, Maide an: 1-5 ve 104-105, En'am an: 86-87, 106-107, Tevbe an: 31, Yunus an: 60-61, İbrahim an: 30-32, Nahl an: 114-116, Kehf an: 49-50, Meryem an: 27, Kasas an: 86, Sebe: 41 ve an: 63, Yasin: 60 ve an: 53.

39. Yani, bu o kadar büyük bir cürümdür ki, şayet Allah son hükmünü vermeyi kıyamete kadar ertelememiş olsaydı, bunları dünyada da azaba çarptırırdı. Çünkü onlar Allah'ın kulu oldukları halde ortaya bir 'din' atmışlar ve onlara uyanlar da Allah'ın dinini bırakarak onlara tabi olmuşlardır.

23 İşte Allah; iman edip de salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum,40 ancak akrabalık sevgisi hariç."41 Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.42

24 Yoksa onlar: "Allah'a karşı yalan düzüp-uydurdu"mu diyorlar? 43Oysa eğer Alah dilerse, senin de kalbini mühürler.44 Allah, batılı yok edip-ortadan kaldırır ve kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir45 (gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir.46

25 Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlemekte olduklarınızı bilen O'dur.47

26 O, iman edip salih amelerde bulunanlara icabet eder ve onlara kendi fazlından arttırır. Kâfirlere gelince; onlar için şiddetli bir azap vardır.

AÇIKLAMA

40. Bu ifade ile Hz. Peygamber'in (s.a), insanları Allah'ın azabından korumak için gösterdiği çabaya işaret olunuyor. O peygamber ki, insanlara cenneti müjdeliyor.

41. Yani, "Ben sizden bu yaptıklarım için bir karşılık beklemiyorum. Ben sizden sadece yakınlarıma (kurbâ) sevgi istiyorum." "Kurbâ" (akrabalar ve yakınlar) kelimesi üzerinde müfessirler arasında büyük ihtilaflar vardır.

Bir grup müfessir bu ayetten Rasulullah'ın (s.a) Kureyşlilere, "Şayet benim sözlerimi dinlemiyorsanız, hiç olmazsa kabile hatırı için bana diğer Araplar'dan daha fazla düşmanlık göstermeyin" demek istediği şeklinde bir anlam çıkarmaktadır. İbn Abbas'ın, ayeti bu şekilde yorumladığı birçok raviden nakledilmiştir. (İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Cerir, Taberânî, Beyhakî ve İbn Sad) Aynı yorumu Mücahid, İkrime, Katade, Suddi, Ebu Malik, Abdurrezzak b. Zeyd b. Eslem, Dahhak, Ata b. Dinar ve daha birçok müfessir de yapmıştır.

İkinci grup bu ayeti, "Ben sizden hiçbir şey istemiyorum, yeter ki sadece Allah'a yakın olun" Yani, doğru yola gelmeniz benim için yeterli bir karşılıktır. Bu yorum Hasan Basri'den rivayet edilmiştir. Katade'nin bir kavli, bu yorumu doğruladığı gibi, ayrıca Taberanî'nin de İbn Abbas'tan aynı doğrultuda bir rivayeti vardır. Nitekim Kur'an'da konuyla yakından ilgili bir ayet bulunmaktadır: "Ben buna karşılık sizden bir ücret değil, sadece Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum, de" (Furkan: 57)

Üçüncü grup ise, "Kurbâ" kelimesini "akraba" olarak kabul ediyor ve ayeti şu şekilde anlıyorlar. "Ben sizden bir ücret (mükafat) istemiyorum, sizden istediğim sadece akrabalarıma sevgi göstermenizdir." Bu grup içinde bazıları "akrabalar" kelimesiyle, "Abdülmuttaliboğullarının" kastedildiğini söylerken, bazıları da"Hz. Ali, Hz. Fatma ve oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in" kastedildiğini iddia etmektedirler. Bu yorum Said b. Cübeyr ve Ömer b. Şuayb'dan rivayet edildiği gibi ayrıca İbn Abbas'a ve Ali b. Hüseyin'e de (Zeynelabidin) nispet olunmaktadır. Fakat bu yorumun birtakım ciddi nedenler dolayısıyla kabul edilmesi mümkün değildir. Birinci neden, bu sure Mekke'de nazil olduğunda Hz. Ali ve Hz. Fatıma henüz evlenmemişlerdi ve dolayısıyla da çocukları yoktu. Bunun yanısıra Abdulmuttaliboğullarının hepsi müslüman olmadığı gibi içlerinde İslâm'ın çok açık düşmanları vardı. Nitekim Ebu Leheb bu konuda çok net bir örnektir.

Diğer bir neden, Hz. Peygamber'in (s.a) akrabaları sadece Abdülmuttalipoğullarından ibaret değildi. Hz. Peygamber (s.a) anne tarafı, baba tarafı ve eşi Hz. Hatice dolayısıyla hemen hemen Kureyş'in hepsiyle akraba idi. Bu insanların ileri gelenlerinden bazıları Rasulullah'ın (s.a) safında bulunurken, bazıları da onun (s.a) en büyük düşmanı idiler. Dolayısıyla hiçbir mantık, Hz. Peygamber'in (s.a), akrabaları olan Abdülmuttaliboğullarına sevgi gösterilmesi için ricada bulunabileceğini kabul etmez. Üçüncü neden ise çok daha önemlidir. İnsanları Allah'a çağıran ve yüce bir makamda bulunan Hz. Peygamber (s.a) nasıl olur da, sadece kendi akrabaları için kafirlerden sevgi talebinde bulunur? Hiçbir akıl sahibi, Allah'ın, peygamberine kafirlerden böylesine hakir bir talebte bulunması için vahyedebileceğini tasavvur edemez. Kur'an'daki peygamber kıssalarının tümünü incelediğimizde hepsinin de toplumlarını hakka davet ederken tebliğlerine karşılık hiçbir ücret istemediklerini, bilakis ücretlerinin sadece Allah'a ait olduğunu söylediklerini görürüz (Bkz. Yunus: 72, Hud: 29-51, Şuara: 109-127, 145-146, 180) Yasin Suresi'nde bir peygamberin "hak" oluşunun, onun hiçbir çıkar gözetmeyişiyle ölçülebileceği vurgulanmıştır. (Bkz. Yasin: 21). Yine Hz. Peygamber'e (s.a) Kur'an'da tekrar tekrar şöyle söylemesi emredilmiştir: "Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum." (En'am: 90, Yusuf: 104, Müminun: 72, Furkan: 57, Sebe: 47, Sad: 86, Tûr: 40, Kalem: 46.)

Artık bu kadar açık delillerden sonra bir peygamberin yaptığı çağrıya karşılık, akrabalarına sevgi isteyebileceğini düşünmek mümkün değildir. Bunun yanısıra, burada muhatabın kafirler olduğunu düşünürsek şayet, sözkonusu "istek" daha anlamsız gelir. Çünkü ayetin siyak ve sibakında, hitab hep kafirlere olduğu için onlardan karşılık beklemenin hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca kafirler Hz. Peygamber'in (s.a.) risaletini kabul etmediklerine göre niçin ona mükafat versinler? Üstelik Rasulullah'ı (s.a) itham etme durumunda bulunuyorlarken!...

42. Yani, isyan eden kullarının aksine, Allah'ın, iyilik yapma gayreti içinde olan kullarına davranışı farklıdır:

a) Onlar az veya çok iyilik yapmak için ne kadar çaba sarfederlerse, Allah'da onlara daha fazla iyilik nasip eder.

b) Onların tüm iyi niyetlerine rağmen, birtakım noksanları olsa bile, Allah onları görmemezlikten gelir.

c) Onlar az veya çok sermaye olarak ne kadar iyi amel getirirlerse, Allah onu artırır.

43. Bu cümlede şiddetli bir sitem vardır. Adeta şöyle söylenmektedir: "Ey Nebi! Bunlar o derece küstahlaşmışlardır ki, senin durumunda olan bir insana iftira etmektedirler. Onlar sana iftira atmakla yetinmedikleri gibi, seni bir kitap uydurmakla suçluyor ve böylece Allah'a da iftira atıyorlar."

44. Yani, "Böylesine bir iftirayı sırf kalbleri mühürlendiği için atıyorlar. Şayet Allah dilerse, senin de onlar gibi kalbini mühürleyebilir, ancak seni onlardan ayırması Allah'ın bir lütfudur." Bu ifade ile, Hz. Peygamber'e (s.a) iftira atanlarla gizli bir şekilde alay ediliyor. Yani, "Ey Nebi! Onlar seni kendi seviyelerinde kabul etmektedirler. Kendi çıkarları için nasıl yalan, iftira ve hileye başvuruyorlarsa, senin de onlar gibi kendi çıkarın için bir yalan uydurduğunu ve sonra da Allah'a nispet ettiğini zannediyorlar. Fakat Allah'ın, kafirlerin kalbini mühürlediği gibi senin kalbini mühürlememesi onun bir lütfudur.

45. Yani, kötülüğün daim olmaması ve sonuçta Hakkın galip gelmesi Allah'ın bir sünnetidir. Bu yüzden Ey Nebi! Sen onların yalan ve iftiralarına aldırmadan yapmakta olduğun işe devam et. Sonunda hak yerini bulur. Bu yalan, iftira ve hileler kaybolur gider.

46. Yani, Allah onların sana karşı çıkmalarının ardındaki gerçek niyetlerini iyi bilir.

47. Bir önceki ayetin hemen akabinde "tevbe edilmesi" için çağrıda bulunulmaktadır. Bu usluptan ortaya şöyle bir anlam çıkmaktadır. Yani, "Ey zalimler! Sizler Hak bir Nebi'ye karşı çıkmakla Allah'ın azabına daha çok müstehak olmaktasınız. Fakat şimdi yaptıklarınızdan vazgeçer, tevbe ederseniz eğer, Allah da sizleri affeder. "Tevbe", kişinin yaptığı kötülükten utanması, pişman olması ve yaptığı kötülükten vazgeçerek bir daha yapmamaya karar vermesidir. Ancak yapılan kötülüğü telafi etmeye çalışmak da, samimi bir tevbenin gereğidir. Fakat telafi etmek mümkün değilse, tevbe eden kişi Allah'dan af diler ve ne kadar iyilik yapmak mümkünse o kadar iyilik yapar ve böylece önceden işlediği suçları temizlemeye çalışır. Şayet "tevbe"nin gayesi Allah'ın rızasını kazanmak değilse o, "tevbe" değildir. Çünkü bir kötü işten ve davranıştan vazgeçmek Allah'ın "tevbe" hakkında yaptığı tarife uymaz. Kısaca "tevbe" Allah rızası için kötü bir işi yapmayı terketmektir.

27 Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir.48

28 O'dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip-yayar. O, Veli'dir, Hamid'dir.49

29 Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması50 O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamağa güç yetirendir.51

30 Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.52

31 Siz yeryüzünde (O'nu) aciz bırakacak değilsiniz. Ve sizin Allah'ın dışında ne bir veliniz vardır, ne de bir yardımcınız.

32 Denizde yüksek dağlar gibi seyretmekte olan gemiler O'nun ayetlerindendir.

AÇIKLAMA

48. Burada, Allah'ın, Kureyşlilerin dikkatini şu noktaya çekmeye çalıştığı anlaşılıyor: "Sizler bir Kayser veya Kisra görseniz, kendinizin küçük bir tüccar kabileden başka bir şey olmadığınızı anlarsınız. Sizlere diğer Araplardan biraz daha fazla imkan verdiğimiz için böbürleniyor ve Muhammed b. Abdullah'a (s.a) tabi olmayı onur kırıcı kabul ediyorsunuz." İşte bu yüzden, "Demek ki bu zavallılara gerçek bir güç vermiş olsaydık, kibirlerinden patlayacaklardı. Bunun için onlara haddi aşmasınlar diye sınırlı bir güç verdik." demektedir. Aynı konuya çeşitli ayetlerde, farklı usluplarla değinilmiştir. Bkz. Tevbe: 68-70, Kehf: 32 ve 42, Kasas: 76 ve 82, Rum: 9, Sebe: 34-36, Mü'min: 82-85.

49. Burada "veli" ile mahlukatının tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara vekil olan "zat" kastolunmaktadır.

50. Burada, hayatın sadece dünyada değil diğer gezegenlerde de olduğuna işaret olunuyor.

51. Yani, Allah bunları yapmaya nasıl muktedir ise, aynı şekilde toplamaya da muktedirdir. Dolayısıyla "Kıyametin gelmeyeceği ve gelip gidenlerin tekrar toplanmayacağı" düşüncesi yanlıştır.

52. Burada tüm insanlara gelen musibetler değil, Mekke'deki kafirlere gelen musibetler kastolunmuştur. Yani şöyle denilmektedir: "Şayet Allah sizleri her işlediğinizden ötürü hemen cezalandıracak olsaydı, şimdiye kadar sizlerden hiçbiri hayatta olmazdı. Fakat bu musibet, (muhtemelen Mekke'deki kıtlığa işaret ediliyor) belki yola gelirsiniz diye sizler için bir uyarı niteliği taşımaktadır. İsyan ettiğiniz Allah'ın karşısında ne kadar çaresiz, ne kadar aciz olduğunuzu biraz olsun düşünün. Oysa sizler Allah'tan başkasını "veli" olarak kabul ediyor ve onların sizleri kurtaracağını zannediyorsunuz. Aslında sizleri Allah'tan başka hiçbir güç kurtarmaya muktedir değildir."

Hemen bu noktada, Allah'ın halis mü'minler üzerindeki kanununun farklı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü mü'minlere gelen musibet ve sıkıntılar, onların günah, hata ve sıkıntılarının keffaretidir. Nitekim bir hadiste şöyle denmiştir: "Müslüman, bir sıkıntı, dert, gam, keder ve zahmet çekse, hatta ayağına bir diken bile batsa, Allah bunu onun yaptığı bir günaha keffaret olarak kabul eder" Allah'ın dini için çalışıp-çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, onun sadece günahlarına keffaret olmakla kalmaz, bunun yanısıra Allah indindeki derecesi de yükselir. Dolayısıyla hak yolda olan bir insanın sıkıntılarla karşılaşıyor olmasını, o kimsenin günahlarının cezası şeklinde telakki etmek çok yanlıştır.

33 Eğer dileyecek olsa, rüzgârı durdurur, böylece onlar da onun üstünde kalakalırlar. Hiç şüphe yok, bunda çokça sabreden, çokça şükreden kimse53 için gerçekten ayetler vardır.

34 Ya da kazanmakta oldukları dolayısıyla onları yok eder, bir çoğunu da affeder.

35 (Öyle ki) Ayetlerimiz hakkında mücadele edenler, kendileri için hiç bir kaçacak yer olmadığını bilip-öğrensinler.54

36 Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaıdır.55 Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir.56 (Bu da) İman edip Rablerine tevekkül edenler içindir;57

AÇIKLAMA

53. Burada "Sabır" kavramı, "İnsanın kendi nefsini kontrol altında tutması, her halukârda Allah'a ibadet etmesi ve imanının üzerinde ısrarla diretmesi" anlamında kullanılmıştır. Yani kişinin iyi günlerinde Allah'ı unutup isyan etmemesi ve başkalarına zulmetmemesi gerekir.

"Şükr" kavramı ise burada, "insanın başarıya ne kadar erişirse erişsin, başarısını kendi marifeti kabul ederek kibirlenmemesi, bilakis onu Allah'ın bir lütfu sayması ve kötü günlerde dahi Allah'ın nimetlerine hamd etmesi" anlamında kullanılmıştır. Yani kişi iyi ya da kötü her halukârda Allah'a şükretmelidir.

54. Kureyşliler, ticaret amacıyla Hindistan'a ve Afrika'nın sahil ülkelerine kayık ve gemilerle yolculuklara çıkıyorlar ve sürekli tufan ve fırtınanın çıktığı Kızıl Deniz'den geçiyorlardı. Tufan ve fırtınanın yanısıra, denizin altında bulunan kayalara her an çarpıp parçalanma tehlikesi sözkonusuydu. İşte Allah burada, Kureyşlilerin hergün görüp karşılaştıkları manzaraların bir tablosunu çizmektedir.

55. Yani, bu dünya, bir insanın şımararak böbürlenmesini gerektirecek bir şey değildir. Örneğin bir kimsenin ne kadar çok malı ve serveti olursa olsun, kendisinin belli bir miktarın üstünde onlardan istifade etmesinin mümkün olmadığı gibi, o kimse herşeyini bu dünyada bırakarak ayrılır ve buradan elleri boş gider. Dolayısıyla bu gerçeği idrak eden bir kimse, artık şımarıp böbürlenmez.

56. Yani, bu gerçek servet (cennet) daha hayırlı ve daha süreklidir. Üstlik bu servette bir eksiklik te olmayacaktır.

57. 'Tevekkül" burada imanın bir cüzü olarak nitelenmekte ve ahiretin kazanılmasının bunun başarılmasıyla mümkün olacağı ifade edilmektedir. Tevekkül şu anlamlara gelir:

Birincisi, insanın, Allah'ın yol göstermesine (hidayetine) tam bir teslimiyetle güvenip, dayanması ve O'nun tüm hakikatı bildiğine inanmasıdır. Ahlâki kaideler, helâl ve haramın sınırları, yeryüzünde yaşamanın kural ve prensipleri, kısaca Allah'ın koyduğu tüm kanunların hak olduğunu bilmek ve onları uygulamakla insan felaha ulaşır.

İkincisi, insan Allah'tan başkasına tevekkül etmemeli, kendi kuvvet, kabiliyet ve imkanlarına güvenmemelidir. Ancak insan dünyada da, ahirette de başarının sadece Allah'ın yardım ve inayetiyle olacağına inanmalıdır. Bir kimsenin Allah'ın yardım ve inayetini elde edebilmesi için de, ancak O'nun için çalışması ve O'nun koyduğu kurallara uyması gerekir.

Üçüncüsü, Allah'ın va'd ettiği şeyler, ancak Allah'a tevekkül edip, iman eden ve salih amel işleyen kimseleredir. Tevekkül eden kimseler, batıl yollarda ne kadar çok çıkarları olursa olsun, yine de o yolları terk eder ve Allah'a tevekkül edip, Allah'ın helâl yollarında rızıklarını ararlar, bu yüzden sıkıntılarla karşılaşsalar bile hak yolda yürümekte ısrar ederler. İşte bundan, iman ile tevekkülün birbirlerine ne kadar bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Sadece iman ettiğini söylemek, ancak, Allah'a tevekkül etmeden ve helâl haram sınırını hesaba katmadan rızık kazanmaya çalışmak, Allah'ın yukarıdaki va'dini elde etmeye yetmez.

37 (Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin -utanmazlıklardan kaçınanlar58 ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar,59

38 Rablerine icabet edenler,60 dosdoğru namazı kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar61 ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,62

AÇIKLAMA

58. İzah için bkz. Nisa an: 53-54, En'am an: 130-131, Nahl an: 89, Necm an: 32.

59. Yani, onlar öfkeli değil, sakin bir mizaca sahiptirler, kinci değildirler, Allah'ın kullarının noksanlıklarına göz yumarlar. Ve öfkelendiklerinde öfkelerini bastırırlar. Bu özellik, imanın en önemli vasıflarından birisidir ve Kur'an da övülmüştür. (Bkz. Al-i İmran: 134) Ayrıca, Hz. Peygamber'in (s.a.) başarı kazanmasındaki en mühim amillerden biri olma keyfiyetine haizdir. (Bkz. Al-i İmran: 159) Hz. Aişe'den (r.a) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah hiçbir surette nefsi için intikam alma yoluna gitmemiştir. O sadece, Allah'ın hududlarına tecavüz eden kimselere ceza vermiştir." (Buhari, Müslim)

60. Yani, Allah onları çağırırsa, onlar hemen buyur diyerek koşar, Allah'ın davetine icabet eder ve O'nun her emrini yerine getirmeye çalışırlar.

61. Bu, müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.

İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:

a) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen sözkonusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.

b) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.

c) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi sözkonusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.

Bu üç hususa dikkat edecek olursak şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir.

Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar alınacaksa akil ve baliğ olan herkes ile istişare yapılmalıdır. Şayet bir toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehli rey toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişare iledir" ayetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu ilahi beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar. Ancak halk onların bu sahtekarlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.

"Onların işleri aralarında istişare iledir" ayeti beş temel düsturu tazammun eder:

a) Karara bağlanacak bir meseleyle ilgili olan ve karardan etkilenecek herkes mesele hakkında aydınlatılmalıdır. Ayrıca meseleyle ilgili kendi düşüncelerini söyleyebilmeleri için her türlü hak istisnasız onlara verilmelidir. Bunun yanısıra alınacak kararları açıkça eleştirebilmeli, protesto edebilmeli ve kararlara itiraz edebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Tüm bu haklarını kullanmalarına rağmen, gidişat hakkında olumlu bir değişiklik gözlenmemişse, yöneticileri değiştirebilmelidirler. Toplumun özgürlüğünü ellerinden almak ve onlara danışmadan, yine onların işlerini yürütmek açıkça o topluma hiyanet etmektir. Böylesine bir tavır içerisinde halkı idare etmeye yeltenenler, sözkonusu ayeti çiğnemiş olurlar.

b) Toplumsal sorumluluk alacak olan kimseler, halkın onayıyla seçilmelidirler. Halk onları hiçbir korku duymadan, hiçbir baskıya maruz kalmadan ve serbestçe seçilebilirken, seçilme durumunda olanlar da gayri meşru metodlara (Örneğin, rüşvet, hile, tehdit vs.) başvurmamalıdırlar. Çünkü bu tür yöntemlerle halktan alınan onay, onay değildir. Bu şekilde toplumun başına geçen kimse, o toplumun gerçek lideri değildir. Gerçek lider, halkın kendisini sevdiği ve onu özgür iradesiyle seçtiği kişidir.

c) Toplumun başındaki liderin şura heyeti, o toplumun güven duyduğu kimselerden oluşmalıdır. Halkın onayını para, tehdit, yalan ve hile gibi yollarla elde etmiş olan kimseler aslında halkın güvenini hak etmiş değildirler.

d) İstişare esnasında şura heyetine mensup temsilciler, tercihlerini iman, ilim ve samimiyet çerçevesi dahilinde kullanmalıdırlar. Tercihlerini özgürce yapabilmeleri için baskı, rüşvet ve grup çıkarlarından etkilenmeden, kendi inandıkları ve bildikleri doğrultuda hareket etmelidirler. Şayet onlar tercihlerini bu şekilde kullanmayacak olurlarsa, mezkur ayeti ihlal etmiş olurlar.

e) Ehli rey, yani, "şura" mensupları, bir konuda ittifak ile ve çoğunlukla karar alırlarsa, o karar itirazsız kabul edilmelidir Çünkü, her şahıs veya grup kendi bildiğini okursa şayet, istişarenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah, sadece "Onların işleri aralarında istişare iledir", demekle kalmamış ve "Yapacağın işler hakkında onlarla istişare et" diye emretmiştir. Bu, "Onlara sadece danışın" demek değildi, aksine "Onlarla istişare ettikten sonra, ittifak ve çoğunlukla alınan karara uyun" demektir.

Bu bağlamda, istişare yoluyla karar alma yetkisinin sınırsız olmadığı iyice bilinmelidir. Çünkü, üzerinde istişare edilmesi sözkonusu olan saha dinin kaideleriyle sınırlanmıştır. Ana prensip şu şekilde belirlenmiştir: "Şayet bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasulü'ne döndürün" veya "Aranızda anlaşmazlıklar hakkında karar vermek sadece Allah'a aittir." Bu ana prensip dolayısıyla müslümanlar, ancak naslardan çıkarılan yorum ve düşünceler ile, kendisiyle amel edilen kurallar hakkında istişarede bulunabilirler. Yoksa hiçkimse Allah ve Rasulü'nün açık açık bildirdiği bir husus üzerinde istişarede bulunmaya yetkili değildir.

62. Bu ifade, üç anlama birden gelmektedir: 1) "Bizim verdiğimiz helâl rızıktan harcarlar, ihtiyaçları olduğundan dolayı haram ve gayri meşru yollarla mal kazanmaya çalışmazlar." 2) "Cimrilik yapmazlar." 3) "Verilen rızıkları sadece kendi nefisleri için değil, ancak hak yolunda da sarfederler."

Birinci şık, "O kimseler, sadece Allah'ın verdiği helâl ve tayyib olan malı rızk olarak telakki ederler." anlamına gelir. İkinci şık, "Rızkın sarfedilmek üzere verildiği, toplayıp yığmak ve üzerinde bekçilik yapmak için verilmediği" anlamını tazammun eder. Üçüncü şık ise, Kur'an'daki "infak etmek" (sarf etmek) kelimesinin, insanın salt kendi ihtiyaçları için kullanılmadığı ve Allah yolunda harcamayı kapsadığını anlatır. İşte bu üç neden dolayısıyla infak etmek, mü'minlerin en önemli özelliklerinden biri olarak nitelendirilmiştir.

39 Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.63

40 Kötülüğün karşılığı,64 onun misli(benzeri) olan kötülüktür.65 Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir.66 Gerçekten O, zalimleri sevmez.67

41 Kim de zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur.

42 Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlar için acıklı bir azab vardır.

43 Kim de sabreder ve bağışlarsa, hiç şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.68

44 Allah, kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiç bir velisi yoktur.69 Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; "Geri dönmeğe bir yol var mı?" derler.70

AÇIKLAMA

63. Kafirler için, "kolay yutulur lokma" olmayışları, mü'minlerin en önemli özelliklerindendir. Onların yumuşak huylu ve affedici bir karaktere sahip olmaları, "zayıflık" olarak nitelenemeyeceği gibi, İslâm'ın mü'minlere münzevî rahipler gibi yaşamalarını öngördüğü de söylenemez.

Müslümanın yüceliği, galip geldiğinde dahi intikam alıcı olmayıp, affedici oluşundandır. Onlar, müstazafların hatalarına göz yumarlarken, müstekbirlere karşı cesurdurlar ve onların önünde boyun eğmezler. Öyleki onlar mü'minleri, karşılarında çelik gibi sert bulurlar.

64. Buradan itibaren önceki ayetlerin izahı yapılıyor ve bu izah paragrafın sonuna kadar sürüyor.

65. İntikam almanın temel ilkesi, zarar gören kimsenin gördüğü zarar nispetince karşılık vermesidir. Aksi takdirde zulüm edilmiş olur.

66. İkinci ilke, intikam almanın caiz olmasıyla birlikte makbul olanı, intikam almaktan vazgeçip affetmektir. İşte bu af, karşısındaki insanın ıslahına neden olabilirse şayet, çok daha faydalıdır. Çünkü nefsini kontrol altına alıp affedici olan kimseye Allah şöyle der: "Mükafatını ben vereceğim, çünkü sen tüm ızdırabına rağmen intikam almaktan vazgeçtin."

67. Yani, intikam alırken siz de zalim olmayın, size kötülük yapan birine onun yaptığından daha fazlasıyla mukabele etmeyin. Sözgelimi, size tokat atan birine tokatla cevap verdiğiniz gibi bir de tekme atmayın. Bunun yanısıra günah işlenerek verilen bir zararın karşılığını, günah işlemek suretiyle almak caiz değildir. Sözgelimi, oğlunuzu katleden bir kimsenin oğlunu katledemezsiniz. Yine kızınızı veya kızkardeşinizi iğfal eden rezil bir insandan, onun kızı veya kızkardeşi ile zina ederek intikam almanız haramdır.

68. Burada sıralanan özelliklerin tümü Hz. Peygamber'in (s.a) ve ashabının üzerinde bulunmaktaydı. Onlarda bu özelliklerin olduğunu gören Mekkeli müşriklere, herşeyi uğrunda feda ettikleri bu dünyanın geçici hayatının bir değeri olmadığını anlatmaktadır. Asıl değerli olan, ahlâklı olmak ve Kur'an'a iman eden insanların toplumdaki diğer insanlara örnek olmak bakımından taşıdığı sıfatlara sahip bulunmaktır.

69. Yani, Allah mübarek bir kitab olan Kur'an'ı yol gösterici olarak indirmiş, güzel bir ahlâkı ve temiz bir yaşantısı olan Hz. Muhammed'i (s.a) peygamber ve önder olarak göndermiştir. Allah'a ve peygamberine iman edenlerin yaşadıkları hayatı "en güzel örnek" olarak gördüğü halde iman etmeyen kimseyi Allah dalâlet içinde bırakır. Allah'ın terkettiği kimseye de artık hiç kimse yol gösteremez.

70. Yani, bugün küfürden dönmeleri mümkün iken dönmüyorlar. Azab geldikten sonra dönmek isteyeceklerdir ama, o zaman da dönemiyeceklerdir.

45 Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar.71 İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem de yakın-akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler.

46 Onların Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiç bir (çıkış) yolu yoktur.

47 Allah'tan geri çevrilmesi olmayan bir gün,72 gelmeden evvel, Rabbinize icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne de sizin için inkâr (etmeğe bir imkân).73

48 Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz.74 Sana düşen, yalnızca tebliğdir.

Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.75

AÇIKLAMA

71. Korkunç birşeyle karşılaştığında insan, korkudan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak gözucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Ve sonra yeniden korku ile gözlerini kapatır. İşte cehenneme sevkedilen insanların o anki halleri bu şekilde tasvir edilmiştir.

72. Yani, Allah, azabı onlardan defetmeyecek ve başkalarının da, azabı onlardan def etmeye gücü yetmeyecektir.

73. Burada kullanılan ifadenin orjinali "Vemalekum min nekîr"dir. Bu ifade birkaç anlama gelir.

a) Sizler yaptığınız kötülükleri reddedemeyeceksiniz.

b) Kimlik değiştirmek suretiyle ortadan kaybolamazsınız.

c) Kendinizi karşısında bulduğunuz şeye kızamayacak ve itiraz edemeyeceksiniz.

d) Sizin bu durumdan kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur.

74. Onları zorla inandırmakla mükellef olmadığın gibi, İslâm'ı kabul etmeyişlerinin nedeni de senden sorulmayacaktır.

75. Burada insan ile Allah'ın kendilerine azıcık bir nimet verdiğinde hemen şımaran ve büyüklenerek hak davete kulak vermeyen kimseler kastolunmaktadır. Onlar biraz güçlükle karşılaşsalar, kısmetlerinin kötülüğünden dem vurup, Allah'ın verdiği diğer nimetleri unuturlar. Zaten onlar tefekkür de etmezler. Ne zenginlik, ne de fakirlik onların hidayeti bulmalarına vesile olmadığı gibi, islah olmaları da mümkün değildir. Bu hitap, her ne kadar yukarıda zikrettiğimiz kimselere hitap ediyorsa da, isim verilmeyerek, genel bir ifadeyle yine genel bir zafiyete değinilmiştir. İşte bu zafiyet onların marazlarının asıl nedenidir. Burada karşımıza, tebliğ yönteminde dikkat etmemiz gereken bir nokta ortaya çıkıyor. Muhatab doğrudan doğruya değil, dolaylı ve genel bir uslup içersinde eleştirilmelidir ki bu, kendisinde zıt duygulara ve inada yol açılmasına neden olmasın. O kimsede birazcık şuur varsa eğer, kendi hatasını anlayacak ve onu düzeltmeye çalışacaktır.

49 Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.76 Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine de erkek armağan eder.

50 Veya onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir.77 Dilediğini de kısır bırakır. Gerçekten O, bilendir, güç yetirendir.

51 Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir;78 ancak bir vahy ile79 ya da perde arkasından80 veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka.81 Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.82

52 Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh vahyettik. 83Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.84 Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun.

53 Göklerde ve yerde bulunanların tümü kendisine ait olan Allah'ın yoluna. Haberiniz olsun; işler Allah'a döner.85

AÇIKLAMA

76. Müşrikler kabul etsin veya etmesinler, kainatın gerçek Rabbi ve Hükümranının Allah olduğu ve kainatın yönetiminin zâlim ve zorbaların eline bırakılmadığı gerçeği asla değişmez. Ayrıca nebi, veli veya sahte ilahlardan hiçbirinin Allah'ın hükümranlığında ortaklığı yoktur ve kainatın yegane hükümdarı Allah'tır. O'na isyan edenlerden hiçbiri kendi güçleri ile ayakta dahi kalamaz.... Oysa, diğer insanlar tarafından ortak koşulan bu sahte ilahların o insanları Allah'dan kurtarmaya yetecek hiçbir güçleri yoktur.

77. Allah dilemedikçe, bir kimsenin, ne kadar güç ve keramet sahibi olursa olsun, değil başkalarına, kendisine bile istediği gibi bir evlat edinemeyeceği gerçeği, Allah'ın kudretinin çok açık bir ispatıdır. Kısır olan bir insana Allah dilemedikçe ne ilaç, ne de muska yarar sağlar. Kendi çabalarıyla hiç kimse diledikleri gibi, kız veya erkek bir çocuk meydana getiremez. Bu konuda herkes acizdir. Hatta hiç kimse ana rahmindeki çocuğun cinsiyetini dahi bilemez. İşte tüm bunlara rağmen kendisini Allah'tan müstağni gören ve O'na ortaklar koşan kimse bu basiretsizliğinin cezasını çeker.

78. Burada hitap son bulurken surenin açılış konusuna yeniden değinilmektedir. Konuyu iyice kavrayabilmek için surenin ilk ayetini ve açıklama notunu tekrardan okuyunuz.

79. Burada "vahiy" ile ilka, ilham, kalbe doğmak ve rüya kastolunmaktadır. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Yusuf'a (a.s) rüyada gösterildiği gibi (Bkz. Yusuf: 4-100, Saffat: 102.)

80. Yani, sesi duymakla birlikte konuşan şahıs görülmemektedir. Örneğin Hz. Musa (a.s) Tur Dağı'nda bir ağaçtan Allah'ın sesini duymuş ama O'nu görmemiştir. (Bkz. Taha: 11-46, Neml: 8-12, Kasas: 30-35).

81. Tüm semavi kitaplar bu şekilde vahyolunmuştur. Ancak bazı kimseler bu cümleyi yanlış tevil etmişler ve ifadeyi, "Allah bir peygamber gönderir ve o (peygamber) Allah'ın izniyle herkese vahyeder" şeklinde anlamışlardır. Oysa doğrusu, "Allah bir Rasûl (Cibril) gönderir ve izniyle ona (peygambere) vahyeder." şeklindedir. Tevilin ne kadar yanlış yapıldığı açıkça ortadadır. Nitekim peygamberlerin halka tebliği Kur'an'da vahiy şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Arapça'da bir insanın bir diğer insanla konuşması "vahiy" ile ifadelendirilmez. Vahiy, lugatta "gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir.

82. Yani, O, bir kul ile karşılıklı konuşmanın fevkindedir ve bundan münezzehtir. Kullarına birşey demek istiyorsa, bu O'nun için hiç de güç olmaz.

83. "Kezalike" (böylece) ifadesi, daha önce zikredilen vahyin geliş biçimiyle ilgili üç yöntemi nitelemektedir. "Ruh" kelimesi ile de peygamberlere vahyedilen mesaja işaret olunuyor. Bu, Kur'an ve hadisle de sabittir zaten.

Hz. Peygambere (s.a.) her üç yolla da vahiy gönderilmiştir:

a) Hz. Aişe (r.a), başlangıçta Rasulullah'a vahyin, sadık rüya şeklinde geldiğini rivayet etmektedir. (Buhari, Müslim) Vahyin bu şekilde gelişi daha sonra da sürdü. Çünkü Rasulullah'a birçok talimatın rüyalar şeklinde verildiğini hadislerden öğreniyoruz. Nitekim Kur'an'da Fetih Suresi'nin 27. ayetinde bu husus açıkça zikredilmiştir. Ayrıca birçok hadisde Rasulullah'ın, "Filan hususda Allah bana emretti" veya "Filan şeyden men edildim" gibi ifadeler kullandığı rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerin çoğu Hadis-i Kudsi'dir.

b) Miraç esnasında ikinci tip vahiy gönderilmiştir. Bunun, çeşitli hadislerden, Allah ile Hz. Peygamber (s.a.) arasındaki bir tür diyalog olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı Hz. Musa ile Allah'ın, Tur Dağı'nın eteklerinde konuştuğu gibi.

c) Allah'ın Hz. Peygamber'e (s.a.) Cibril (a.s) vasıtasıyla vahiy gönderdiğine bizzat Kur'an'ın kendisi şehadet etmektedir. (Bkz. Bakara: 97, Şuara: 192-195)

84. Yani, Risaletten önce Hz. Peygamber (s.a.), ne kitabın kendisine nazil olacağını beklemiştir, ne de böyle bir şeyi tasavvur etmiştir. Elbette semavi kitaplar ve muhtevaları hakkında da bir bilgiye sahip değildi. Kendisi Allah'a iman etmiş olmasına rağmen, insanların Allah hakkında, melekler, peygamberler, kitaplar ve ahiret hakkında nasıl bir akideye sahip olmaları gerektiğini şuurla ve ayrıntılarıyla bilmiyordu. Mekkeli kafirler de Hz. Peygamber'in (s.a.) semavi kitaplar ile ilgili bir şey konuşmadığını biliyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed'in peygamberlik davası gütmek gibi önceden karar verdiği bir düşüncesi, niyeti olsaydı 40 sene susmaz, ortamı hazırlamak için bu konularda sürekli konuşurdu. Fakat o, 40 senenin sonunda bu konular hakkında birdenbire ayrıntılarıyla konuşmaya ve tebliğ etmeye başlamıştır. (Bkz. İzah için Kasas an: 108)

85. Bu son uyarı kafirlere yapılmıştır. "Dikkat edin, Hz. Peygamber (s.a.) size tebliğ etmiştir ve sizler de onu işittiniz. Bu iş burada bitmeyecek ve sonunda Allah'ın huzuruna geleceksiniz. Kimin sonunun nasıl olacağı, orada verilecek nihaî kararda belli olacaktır."