17 Haziran 2007 Pazar

DUHAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını 10. ayette geçen "Duhan" kelimesinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanıyla ilgili herhangi bir rivayet olmamasına rağmen muhtevasından surenin, Zuhruf ve ondan önceki birkaç surenin nazil olduğu dönemlerde, ancak onlardan sonra indiği anlaşılmaktadır. Tarihsel arka planı şudur: Mekke'de kafirlerin muhalefeti oldukça şiddetlenmişti ve her geçen gün de artmaktaydı. Bu sıralarda Rasulullah (s.a) şöyle duada bulundu: "Ya Rabbi! Yusuf'a kıtlık göndermek suretiyle nasıl yardım ettiysen, aynı şekilde Arabistan'a da kıtlık göndererek bana yardım et." Böyle dua etmekle Hz. Peygamber (s.a) kıtlık gelince kafirlerin Allah'ı hatırlayacaklarını ve kalplerinin yumuşayıp nasihata kulak vereceklerini ummuştu. Sonuçta Allah, elçisinin duasını kabul etti ve bölgede şiddetli bir kıtlık hüküm sürmeye başladı. Bunun üzerine Kureyş'in bazı ileri gelenleri (İbn Mesud'un rivayetine göre Ebu Süfyan), Hz. Peygamber'e (s.a) gelip, "Kavmine merhamet et ve Allah'a bizim için yalvar" diye rica ettiler. İşte bu sure tam o dönemlerde nazil olmuştur.

Konu: Sure, Mekke'deki kafirlere bir uyarı ve açıklama niteliğinde birkaç hususla başlamaktadır:

1) "Sizlerin, bu kitabı Muhammed uydurdu" şeklindeki düşünceleriniz yanlıştır. Kur'an'ın bizzat kendisi, "Bu kitabın beşer sözü olmadığına, bizzat Allah gibi yüce bir zat tarafından nazil olduğuna şehadet etmektedir."

2) "Sizler bu Kitab'ın değerini takdir edemiyor ve onun kendiniz için bir musibet olduğunu zannediyorsunuz. Oysa, Allah'ın elçisini göndererek, O'na yüce bir Kitab indirmesinin sizler için çok mübarek bir hadise olduğu apaçık bir gerçektir."

3) "Şayet sizler, bu yüce peygamberi ve mübarek Kitab'ı yenilgiye uğratacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Elçimizi ve mübarek Kitab'ı göndermeye karar verdiğimiz o an, mübarek bir andır. Dolayısıyla Allah'ın kararı kesindir ve hiç kimsenin O'nun kararını değiştirmeye gücü yetmez. Ayrıca O'nun kararlarında bir eksiklik veya yanlışlık ihtimali sözkonusu bile değildir. O, kainatın efendisidir. Herşeyi duyan, bilen ve hikmet sahibidir. Binaenaleyh, O'na karşı çıkmak kolay bir iş değildir."

4) "Sizlerin de bildiği ve kabul ettiği gibi, yerin, göğün ve kainatın içindeki herşeyin mülkü Allah'ın elindedir. Can veren ve alan O'dur. Fakat sizler tüm bu gerçekleri bilmenize rağmen, Allah'tan başka tanrılara kullukta ısrar ediyorsunuz. Ancak, atalarınızın da o tanrılara tapmış olmasından başka elinizde bir delil bulunmamaktadır. Oysa, şuurlu bir şekilde Allah'ın herşeyi yarattığına ve canı verenin de alanın da O olduğuna inanan bir kimse, Allah'tan başka ma'bud olmayacağını kabul eder. Atalarınız dalâlet içinde yaşadı diye sizlerin de onları taklit ederek dalâlet içinde yaşamanız gerekmez. Sizleri yaratan Allah, onları da yarattı. Onlar da bir tek ilaha kulluk etmeliydi, sizler de bir tek ilaha kulluk etmelisiniz."

5)"Allah'ın "Rab" ve "Rahim" olmasının anlamı, O'nun sadece sizi rızıklarla beslemesi demek değildir. O, bunların yanısıra, hidayeti vasıtasıyla doğru yolu bulabilmeniz için, sizlere elçisini göndermiş ve bu kitabı indirmiştir."

Böyle bir girişten sonra Arabistan'daki yaygın kıtlık olayı ele alınmıştır. Yukarıda da açıklandığı gibi, bu kıtlık Rasulullah'ın (s.a) duası sonucunda vuku bulmuştur. Rasulullah, kıtlığın tesiriyle Kureyşlilerin kibirinin azalacağını ve Allah'ın gönderdiği mesaja kulak vereceklerini düşünüyordu. Nitekim birçok Kureyşli, Allah'a "Eğer bizi bu musibetten kurtaracak olursan, sana halis olarak kulluk edeceğiz" diye yalvarmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Allah, Peygamberine "Bunların ders alacağını sanma. Onlar sana karşı geldiler. Senin ahlâkından, hayat içerisindeki her davranışından hak peygamber olduğunun anlaşılmasına rağmen, onlar yine de sana inanmadılar. Dolayısıyla bu kıtlıktan bir ders almayacakları da bellidir." diye nasihat etmiştir.

Diğer yandan kafirlere hitaben de "Sizler yalan söylüyorsunuz. Biz sizin üzerinizden bu musibeti defetsek bile, sizler yine bundan ders almazsınız. Aslında sizler daha büyük bir musibet istiyorsunuz." denilmiştir.

Aynı konu işlenmeye devam edilerek, Firavun ve kavminden bahsedilmiş ve şöyle denmiştir: "Biz, Firavun ve kavmini de tıpkı Kureyş'i ve ileri gelenlerini imtihan ettiğimiz gibi imtihan etmiş ve onlara şerefli bir elçi göndermiştik. Ancak onlar, o elçinin apaçık mucizelerini gördükleri halde, hak peygamberi yalanlamışlar ve inatlarında ısrar ederek onu öldürmeye bile kalkışmışlardı. Oysa onun, Allah'ın bir elçisi olduğunu biliyorlardı. Biz de onları, sonradan geleceklere ibret olacak bir azab ile yakaladık.

Daha sonra Mekkeli müşriklerin inkar ettikleri ahiret konusuna değinilmiştir. Çünkü onlar, "Ölümden sonra diriltilmiş herhangi bir kimse görmedik, şayet doğru söylüyorsan bizim ölmüş atalarımızı bir dirilt bakalım" diyorlardı. Ahiret ile ilgili olmak üzere iki delil öne sürülmüştür:

1) Ahiret akidesini inkar etmek, beraberinde her zaman ahlâkî bir çöküntüyü de getirmiştir.

2) Bu kainata dikkatlice bakıldığında, kainatın bir oyun ve onu yaratanın da eğlence arayan biri olmadığı açıkça görülecektir. Bu, hikmet üzere kurulmuş bir nizamdır, onu yaratan ve sahibi olan Allah hikmet sahibidir. O, anlamsız hiçbir şey yaratmaz. Kafirlerin "Eğer hak peygambersen ve ölümden sonra diriliş mümkün ise, bizim ölmüş atalarımızı dirilterek bu iddianı ispatla" şeklindeki sorularına gelince, bu soruya da şöyle cevap verilmiştir: "Bu, hiçkimsenin keyfine göre yapılmaz. Bunun için belli bir vakit tayin edilmiştir. O vakit geldiğinde tüm insanlar diriltilecek ve Allah'ın huzuruna getirilerek hesaba çekileceklerdir. O vakti bir düşünün. Şayet kurtulmak istiyorsanız, davranışlarınızı ona göre ayarlayın. O gün hiç kimse kendi gücüyle kurtulmayacağı gibi, kimsenin de birbaşkasını kurtarma gücü yoktur."

Kıyamet gününde kurulacak olan mahkemeden bahsedilerek, suçluların feci akibeti ve salih amel işleyenlerin görecekleri mükafat hakkında açıklamalar yapılmıştır. Ve en sonunda da "Bu Kur'an, sizlerin kendi dilinde ve anlaşılır bir uslupla nazil olmuştur. Fakat sizler yine de anlamamakta diretiyorsanız, o takdirde başınıza gelecek olan akibeti bekleyin. Nitekim peygamberler de beklemektedir. Vakti gelince hep birlikte olacakları görürsünüz." denilerek sureye son verilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Apaçık olan Kitaba andolsun;

3 Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyarıp-korkutanlarız.1

4 Ki onda (O gecede) her hikmetli iş ayrılır,2

5 Katımızdan bir emir 3ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz,

6 Rabbinden bir rahmet olarak.4 Şüphesiz O, işitendir, bilendir.5

AÇIKLAMA

1. Kur'an üzerine yemin edilmesiyle ilgili açıklama, Zuhruf Suresi'nin 1. açıklama notunda yapılmıştı. Burada ise, "Bu sözü Muhammed uydurmamıştır, onu indiren Allah'tır" diye yemin edilmiştir. Yani, bunun böyle olduğunu anlamak için başka bir yere bakmaya gerek yoktur. Zaten bu kitabın bizzat kendisi, Allah tarafından nazil olduğunun apaçık bir delilidir. Ayrıca bu kitabın "Çok hayırlı ve bereketli" bir gecede nazil olduğu beyan olunmuştur. Yani, kendilerine yapılan bu iyilikten habersiz olan bu akılsızlar, bu kitabı bir musibet olarak değerlendirmekte ve ondan kaçmaya çalışmaktadırlar. Oysa, gaflete dalmış insanlar için bir uyarı niteliğinde olan bu kitabın, indirildiği ve indirilmesinin kararlaştırıldığı vakit çok mübarektir.

"Mübarek bir gece" ifadesiyle, bazı müfessirler Kur'an'ın nüzulünün başladığı gecenin kastedildiği görüşündedirler. Bazıları ise bu gece ile, Kur'an'ın Ümmü'l-Kitab'dan alınarak vahiy taşıyıcısı meleklere tümüyle devredildiği gecenin kastedildiği görüşündedirler ki, daha sonra zaman ve mekan uygunluğu gözetlenerek 23 yıl içerisinde, gerektikçe Hz. Muhammed'e indirilmiştir. Doğrusunu ise Allah bilir.

"Şüphesiz biz Kur'an'ı mübarek bir gecede indirdik" ayetinde geçen "mübarek gece" ifadesi ile Kadir gecesi kastolunmaktadır.

Nitekim Kadir Suresi'nde de "Şüphesiz biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik" diye buyurulmaktadır. Bu gecenin Ramazan ayının bir gecesi olduğu da Bakara Suresi'nin 185. ayetinde belirtilmiştir: "Şüphesiz ki Kur'an Ramazan ayında indirilmiştir."

2. "Emrin Hakim" (hikmetli iş) ifadesi iki anlama gelir. Birincisi, "Bu emir hikmete dayanır ve onda hiçbir yanlışlığın olması mümkün değildir." İkincisi "Bu kesin bir emirdir ve onun vukubulmasını hiçkimse değiştiremez."

3. Kadir Suresi'nde aynı husus şu şekilde açıklanmıştır: "Melekler ve Ruh, o gece Rablerinin izniyle her iş için iner." Bu ifadeden bu gecenin, Allah'ın her fert, kavim ve ülkenin kaderini tayin ettiği, meleklere kendi takdirini ilettiği ve böylece onların aldıkları emirleri uygulamaya başladıkları bir gece olduğu anlaşılmaktadır. Bazı müfessirler, bilhassa İkrime, bu gecenin, Şaban ayının yarısına tekabül eden gece olduğu görüşündedir. Nitekim bazı rivayetlerde, nasiplerin takdir edileceği gece olarak Şaban ayı gösterilmektedir. Ancak İbni Abbas, İbn Ömer, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Said b. Cübeyr, İbn Zeyd, Ebu Malik, Dahhak ve daha birçok müfessirler, bu gecenin Ramazan ayının Kadir gecesi olduğu görüşünde ittifak halindedirler. Çünkü, Kur'an'ın bizzat kendisi bu hususu böyle izah etmektedir. Dolayısıyla, Kur'an'ın haberine rağmen, başka haberlere dayanmaya gerek yoktur. İbn Kesir, "Osman b. Muhammed'in İmam Zühri'den, Şaban ayında kader ve kısmetler hakkında karar verilir" şeklindeki rivayetinin mürsel olduğu ve bu gibi rivayetlerin açık nass karşısında delil olamayacağını"' söylüyor. Kadı Ebubekir İbnu'l-Arabi ise, "Şaban ayının yarısı ile şaban ayının fazileti hakkındaki hadislerin itibara şayan olmadıklarını belirtir. (Ahkamu'l Kur'an)

4. Yani, bu kitabın gönderilmesi sadece bir hikmetin gereği değil, aynı zamanda Allah'ın rahmetinin de gereğidir. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah, kullarının bedenî ihtiyaçları için herşeyi yarattığı gibi onların karanlık içinde kalmamaları, doğru yolu görebilmeleri için hak ve batılın ne olduğunu kendilerine bildirecek bir bilgiye de ihtiyaçları olduğunu bildiğinden dolayı onlara Kitab'ı göndermiştir.

5. Bu ayeti siyak ve sibak içerisinde mütalaa edersek, Allah'ın bu iki sıfatının birlikte anılmasıyla, Allah'ın herşeyi bilen ve duyan olmasının, gerçek bilginin ancak O'ndan gelebileceği anlamını tazammun ettiğinin vurgulanmak istendiğini görürüz. Yani değil bir kimse, tüm insanlar bir araya gelip yol göstermeye çalışsalar dahi bu, onların gösterdikleri yolun doğru olduğu anlamına gelmez. Çünkü tüm insanların bir araya gelmesi onları, semî ve basîr (herşeyi duyan ve gören) kılmaz. İnsanların tüm gerçekleri topluca ihata etmeleri taibatıyla mümkün değildir. Dolayısıyla Semî ve Basîr olan Allah, insanlara doğru yolu gösterebilir ve yine O ancak hakkın ve batılın, hayır ve şerrin ne olduğunu hakkıyla bilir.

7 Eğer kesin bir bilgiyle inanıyorsanız6 (Allah), göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların Rabbidir.

8 O'ndan başka ilah yoktur;7 diriltir ve öldürür. 8Sizin de Rabbinizdir ve geçmiş atalarınızın da Rabbidir.9

9 Hayır, onlar şüphe içindedirler; oynayıp-oyalanıyorlar.10

10 Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle;

11 (Bu duman) İnsanları sarıp-kuşatıverir. İşte bu, acıklı bir azabtır.

12 "Rabbimiz, azabı üstümüzden açıp-gider; çünkü biz (artık) iman edicileriz."

AÇIKLAMA

6. Araplar'ın kendileri de, bu kainatın ve onun içindeki herşeyin Haliki ve Rabbının Allah olduğunu kabul ederlerdi. Bu yüzden onlara: "Sizler gerçekten kainatın ve onun içindeki herşeyin Haliki ve Rabbinin Allah olduğu gerçeğini kabul ediyorsunuz, o halde; 1) İnsanlara doğru yolu göstermenin ve onlara bunun için kitab ve peygamber göndermenin de yaratan ve rahmet eden Allah'a ait olduğunu, 2) Kainatın sahibi ve hakimi olması nedeniyle, mülkünde dilediğince tasarruf etmesinin ve ona yol göstermesinin sadece O'nun hakkı olduğunu, sizlerin de O'nun emirlerine itaat etmek ve boyun eğmekle mükellef bulunduğunuzu kabul etmeniz gerekir," denilmektedir.

7. "Ma'bud" kelimesiyle, ibadete ancak kendisinin layık olduğu gerçek ma'bud, yani Allah kastolunmaktadır.

8. Can alıp vermesi, Allah'ın ma'bud olduğunun apaçık bir delilidir. O Allah ki, sizleri cansız maddelerden yarattı ve sizleri bu hale getirdi. Sizler O'nun istediği vakte kadar yaşar, O'nun istediği vakitte ölürsünüz. O'na ibadet etmemek ve O'nun yerine başkasına kullukta bulunmak, açıkca akla aykırıdır.

9. Burada, imalı bir ifade ile onların atalarının, Allah'ı bırakarak, başkalarını ma'bud edinmiş olduklarına işarette bulunuluyor. Oysa gerçek ma'bud Allah'tır ve onlar Allah'ı tek bir ma'bud edinmemekle bu gerçeği değiştiremezler. Onların bu sapık tutumları sizler için de bir delil olamaz. Zira atalarınızın da Rabbi Allah'tır ve sadece Allah'a kulluk etmeleri gerekirdi. Dolayısıyla, onlar bu sapık yola girdiler diye, sizler de aynı yola girmeyin ve sadece bilerek Allah'a kulluk edin.

10. Böylesine kısa bir ifadeyle çok önemli bir gerçeğe değinilmiştir. Tanrıtanımazlar ve Allah'ı tanımakla birlikte O'na ortak koşanlar, düşüncelerinde ne kadar bağnaz olurlarsa olsunlar, kalblerinde zaman zaman birtakım kuşkuların doğmaması mümkün değildir. Çünkü, bir toprak parçasından gökyüzüne, bir tek yapraktan insana varıncaya kadar ciddiyetle düşünülecek olursa, bunca mükemmel varlığın kendi kendisine meydana gelmiş olması imkansızdır. Bir müşrik bile şirkinde ne kadar ısrar ederse etsin, kendi ilahları hakkında bile "Bunlardan ma'bud olmaz" diye kuşkuya düşer. Ancak kalblerindeki bu kuşkular, onların muvahhid bir tavır almalarına yetmediği gibi, Allah'ı inkar etme ve O'na ortak koşma konusundaki düşüncelerinden emin olmadıkları bir halde helâk olup gidiyorlar. Yani, ne kadar kesin bir tanrıtanımaz veya müşrik olsalar da, onların dinleri şüphe üzerine kuruludur. Şimdi çıkıp biri, "Peki o halde bu şüphe niçin onları rahatsız etmiyor ve Hakkı arayarak kalplerinin mutmain olmasını istemiyorlar?" diye bir soru yöneltebilir. Şöyle bir cevabı vardır bu sorunun: "Onlar, din hakkında ciddi endişeler taşıyan kimseler değillerdir. Onlar için önemli olan, bu dünyadır. Dolayısıyla gece gündüz tüm enerjilerini dünyada servet elde etmek ve refaha kavuşmak için harcarlar. "Din", onlar için sadece bir oyalanma vasıtasıdır ve "din" hakkında hiçbir zaman ciddiyetle düşünmezler. Dikkat edilecek olursa, dini birtakım ibadet ve merasimleri dahi, bir çeşit eğlence niteliğindedir. Tanrıtanımazların ciddi gibi görünen tartışma ve münakaşalarına da bakıldığında aslında fikir cimnastiğinden başka bir şey yapmadıkları görülür. Yoksa onlar, bu dünyadan başka bir şey düşünmezler. Yine bu tip insanların, hak yoldan sapmalarının sonucunun ne olduğunu düşünecek vakitleri bile yoktur. Yani onlar, dünyaya o kadar meyletmişlerdir ki, düşünmeye vakit bile ayıramamaktadırlar.

13 Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir peygamber gelmişti.11

14 Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir."12

15 Biz sizden bu azabı biraz açıp-gidereceğiz; (ama yine) dönecek olanlarsınız siz.

16 Büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.13

AÇIKLAMA

11. "Rasulu'n Mübin" (Apaçık Rasul) ifadesinin biri "ahlaki yaşayışı karakteri ve amellerinden onun Rasul olduğu açıkça belli olmaktadır." Diğeri ise "O hakkı açıkça beyan etmiştir" şeklinde iki anlamı vardır.

12. "Muallemun mecnun" (kendisine öğretilmiş mecnun) ifadesiyle, "Muhammed aslında sade bir kimseydi, ancak başkaları onu yoldan çıkararak, gizlice Kur'an ayetlerini kendisine öğretiyor ve o da gelip bize anlatıyor. O'na ders verenler arka planda kalırken, cezayı o çekmektedir." şeklindeki bir anlamı kastederek, Hz. Peygamber'in (s.a.) tüm ciddiyetiyle tebliğ ettiği talimatları hafife alıyorlardı. Böylece, Kur'an'ın yüce mesajına hiç kulak asmayarak, Kur'an'ı kendilerine ulaştıran kimsenin yüksek meziyetlere sahip olduğunu ve iddialarının ne kadar saçma temellere dayandığını hiç düşünmüyorlardı. Çünkü eğer dedikleri gibi olsaydı, yani Kur'an'ı Rasulullah'a başkaları gizlice öğretseydi, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd ve diğer müslümanlardan bu olayın gizli kalması mümkün olur muydu? Bu insanlar ki her zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında bulunuyorlardı. Şayet böyle olsaydı, onlar Rasulullah'a en samimi bir şekilde nasıl inanabilirlerdi? Eğer Hz. Peygamber'i (s.a.) perde arkasından bir başkası idare etseydi ve böyle bir yöntemle, o peygamberlik iddiasında bulunsaydı, yine en önce bu insanlar ona karşı çıkarlardı. İzah için bkz. Nahl an: 107, Furkan an: 12.

13. Bu ayetin tefsiri hakkında birçok ihtilaf vuku bulmuştur. Hatta bu ihtilaf sahabe döneminde bile vardı. İbn Me'sud'un talebesi Mesruk şöyle bir olay anlatır: "Bir gün Kufe'de bir camiye girdik. Orada vaizin biri konuşuyordu. "Göğün açık bir duman halinde geleceği günü gözetle" ayetini okuyup dedi ki: "O duman kafir ve münafıkların gözlerini kör, kulaklarını sağır edecektir. Ama iman edenler üzerindeki tesiri bir nezle kadar hafif olacaktır." Bunun üzerine hemen, bu ayetin tefsiri hakkında soru sormak için İbn Mes'ud'un yanına gittik. İbn Mes'ud yatıyordu, bizim sözümüzü işitince ayağa fırladı ve kızgın bir şekilde "İlmi olmayanlar sorsunlar" dedi. Bu ayetin asıl tefsiri şöyledir: Kureyşliler Rasulullah'a inanmamakta ısrar edince, Rasulullah, Allah'a, "Ya Rabbi! Yusuf'a kıtlık göndermek suretiyle yardım ettiğin gibi, bana da kıtlık göndererek yardım et" diye dua etti. Allah, elçisinin duasını kabul etti ve Kureyşliler kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Vaziyet o kadar vahim bir hal aldı ki, insanlar kemik, deri, hatta hayvan leşi bile yemeye başladılar. Böyle bir halde karnı aç olanlar gökyüzüne bakınca, duman görürlerdi. Bu kıtlığın devam ettiği bir zamanda Ebu Süfyan Rasulullah'a gelerek akraba oluşlarını hatırlattı ve "Allah'a dua et de bizi bu afetten kurtarsın, kabilen açlık içinde kıvranıyor" diye ricada bulundu. Bu dönemde Kureyşliler Allah'a, Ey Allah'ım! Bizi bu afetten kurtarırsan doğru yola geleceğiz" diye yalvarıyorlardı. İşte bu ayetlerde bu olaya işaret edilmektedir. Şiddetli bir darbe ile Bedir Savaşı'nda Kureyşlilere indirilen darbe kastolunmaktadır." Bu rivayeti İmam Ahmed, Buhari, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim çeşitli senetlerle Mesruk'dan nakletmişlerdir. Bunların dışında İbrahim Nehai, Katade, Asım ve Amir, "Abdullah ibni Mes'ud'un tefsiri buydu" demektedirler. Dolayısıyla İbni Mes'ud'un tefsirinin böyle olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Tabiinden Mücahid, Katade, Ebu Aliye, Mukatil, İbrahim Nehai, Dahhak ve Atiye'l-Avf, İbn Mes'ud'un bu tefsiri üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer bir yanda, Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Said Hudri, Zeyd b. Ali ve Hasan Basri gibi, bazı kimseler, bu ayetin kıyamete yakın bir zamanda o dumanın yayılacağı şeklinde yorumlamışlardır. Ayrıca Hz. Huzeyfe b. Esed el-Gifari tarafından Rasulullah'tan rivayet edilen bir hadis, bu yorumu desteklemektedir. Huzeyfe'nin anlattığı olay şu şekildedir: "Bir gün kıyamet hakkında konuştuğumuz bir esnada, Rasulullah yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: Bu on alâmet zahir olmadan kıyamet gelmez. Güneşin batıdan doğması, dumanın yayılması (duhan), dabbet'ül-arz, yecüc-me'cüc'ün çıkması, Hz. İsa'nın gökyüzünden inmesi, Doğuda arzın çöküşü, batıda Arabistan'dan Aden'den ateşin yükselmesi." (Müslim)

İbn Cerir ve Taberi'nin naklettikleri, Ebu Malik el-Eşari'nin rivayeti de bu hususu teyid etmektedir. Yine İbn Ebi Hatim'in, Ebu Said Hudri'den naklettikleri iki rivayete göre de Rasulullah "Duhan"ı kıyametin alametlerinden saymıştır. Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Duman yayıldığı zaman mü'minlere adeta nezle gibi hafif bir şekilde tesir edecek, ancak kafirlerin içine dolarak, derilerinin her yerinden duman çıkacaktır."

Bu iki tefsir arasındaki fark üzerine dikkatlice düşünecek olursak, söz konusu ihtilafın giderilmesinin mümkün olduğu görülür. Rasulullah'ın duası üzerine Allah'ın Arabistan'a kıtlık göndermesi ve kafirlerin çok perişan olmaları üzerine, Rasulullah'ın Allah'a dua etmesi şeklindeki İbn Mes'ud'un tefsirine Kur'an'ın birçok yerinde işaret olunmaktadır.(İzah için bkz. En'am an: 29, A'raf an: 77, Yunus an: 14-15, Mu'minun an: 72) İlgili ayetlerden anlaşıldığına göre, "Azabı üzerimizden def edersen, doğru yola geliriz" şeklindeki sözleri üzerine, Allah'ın "Bunlar sapıklıktan vazgeçmezler, onlara apaçık bir Rasul gelmiş olmasına rağmen, onun davetine kulak asmamışlardır." diye buyurmuş olması ve yine kafirlerin "Bu, kendisine öğretilmiş ve yoldan çıkmış bir mecnundur" diye nitelemelerine karşılık, Allah'ın "Biz azabı kaldırsak bile, onlar yine de aynı sapıklıkta ısrar ederler" diye belirtmesi, olayın Rasulullah'ın zamanında geçtiğini doğrulamaktadır. Oysa, bu ifadeleri kıyametin yaklaştığı bir zamana ıtlak ederek anlamak çok uzak bir tevil olur. Dolayısıyla İbn Mes'ud'un bu konudaki yorumunun isabetli olduğu anlaşılıyor. Ancak bu rivayetin "duman" ile ilgili kısmı, yani, "Böyle bir halde karnı aç olanlar, gökyüzüne bakınca duman görürlerdi" ifadesi Kur'an'ın zahiri beyanına uymaz. Ayrıca hadislerdeki ifadeler de bunun aksini ispatlar. Örneğin, Kur'an'ın olayı ifade edişi şöyledir: "Göğün açık bir duman haline getirileceği günü gözetle." Sonraki ayetlere de dikkatle bakılacak olursa, şöyle denmek istendiği anlaşılır: "Ey kafirler! Siz Allah'ın elçisine inanmıyor ve kıtlıktan ders almıyor musunuz? O zaman bekleyin, kıyamet geldiğinde hak ve batılın ne olduğunu anlarsınız." Görüldüğü gibi bunun kıtlık zamanına değil, kıyametin alametlerinden birine işaret ettiği açıkça bellidir. Nitekim aynı husus hadislerle de teyid edilmektedir. Ne kadar gariptir ki İbn Mes'ud'un tefsirini kabul eden müfessirler, onun yorumuna tamamen katılmışlar, reddedenler ise yine tamamen karşı çıkmışlardır. Oysa ilgili ayetler ve hadisler üzerine dikkatlice düşündüğümüzde, yorumun hangi bölümünün doğru hangi bölümünün yanlış olduğunu açıkça anlarız.

17 Andolsun, biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denemeden geçirdik ve onlara kerîm bir peygamber gelmişti:14

18 Dedi ki:15"Allah'ın kullarını bana teslim edin;16 gerçekten ben sizin için güvenilir bir peygamberim" (demişti).17

AÇIKLAMA

14. Burada "Rasulün Kerim" ifadesi kullanılmıştır. "Kerim" sıfatı insana izafeten kullanıldığında, "en iyi, şerefli, övülmeye layık olan", anlamlarına gelir. Ancak sıradan özelliklere sahip kimseler için kullanılmaz.

15. Olayı ta başından ele alırsak şayet, Hz. Musa'nın (a.s) bu sözlerinin tek bir celsede söylenmediği, bilakis Firavun'a karşı yıllarca sürdürülen mücadelenin birkaç kelimeyle özetlenmiş bir hülasası olduğu sonucuna varırız. İzah için bkz. A'raf an: 83-79, Yunus an: 72-95, Taha an: 18/a-52, Şuara an: 7-49, Neml an: 8-17, Kasas an: 46-56, Mü'min an: 23-46, Zuhruf an: 46-56, ve ayrıca ilgili açıklama notları.

16. Burada, "Allah'ın kullarını bana teslim edin" şeklinde geçen ifade, A'raf: 105 de "İsrailoğullarını benimle birlikte gönder" şeklinde geçmektedir. Nitekim Taha: 47 ve Şuara: 17 de de böyle kullanılmıştır. Daha farklı bir anlamı ise İbn Abbas'dan şu şekilde rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın kulları! Benim hakkımı ödeyin, yani beni dinleyin ve iman edin. Benim getirdiğim hakkı kabul etmeniz, bana Allah tarafından verilmiş bir haktır." "Ben sizin için emin bir elçiyim" ifadesi bu ikinci anlama daha uygun düşmektedir.

17. Yani, ben kendisine güvenilmesi gereken bir Rasul'üm. Konuştuklarını kendisinden uyduran bir kimse değilim. Ayrıca çıkarlarıma, heva ve hevesime dayanarak peygamberlik iddia ederek, Allah'a nispet ediyor değilim. Söylediklerime güvenebilirsiniz. Çünkü ben, Allah tarafından gönderilmiş bir mesajı eksiksiz bir biçimde sizlere aktarıyorum. (Hz. Musa'nın bu sözleri tebliğe başladığı bir zamanda söylemiş olması oldukça dikkate değerdir.)

19 "Allah'a karşı büyüklenmeyin; hiç şüphesiz ben size apaçık, bir delil getirmekteyim."18

20 "Ve doğrusu ben, sizin beni taşa tutmanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan (Allah)a sığındım."

21 "Eğer siz bana iman etmiyorsanız, bu durumda benden kopup-ayrılın."19

22 Sonunda Rabbine: "Gerçekten bunlar, suçlu-günahkâr bir kavimdirler"20 diye dua etti.

23 (Allah da:) "Öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir,21 muhakkak takip edilmiş olacaksınız." (diye duasını kabul edip cevap verdi).22

24 "Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar, suda boğulacak bir ordudur."23

25 Onlar nice bahçeler ve pınarlar terketmişlerdi;

26 (Nice) Ekinler, güzel konaklar.

27 Ve kendilerinde 'sevinç ve mutluluk içinde' yaşadıkları nimetler.

AÇIKLAMA

18. Başka bir deyişle, "Sizlerin bu asiliği bana değil, Allah'a karşıdır. Çünkü, sizlere tebliğ ettiğim için kızdığınız sözler, bana değil Allah'a aittir.

Ben sadece O'nun elçiliğini yapıyorum. Fakat sizler benim Allah tarafından gönderildiğimden şüphede iseniz, ben sizlere, O'nun tarafından gönderildiğime dair delil getiriyorum." Hz. Musa'nın bahsettiği delil bir tek değil, Firavun'la mücadelesi boyunca, Firavun'a ilk gelişinden, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışına kadar gösterdiği bir mucizeler silsilesidir. Gösterilen her mucize yalanlandığında Allah, Hz. Musa'ya ondan daha büyük bir mucize göndermiştir. İzah için bkz. Zuhruf an: 42-43.

19. Bu konuşma, Firavun'un, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeleri inkar ettiği ve Mısır halkı ile devlet yöneticilerinin etkilenmelerinden ötürü korku ve telaş içinde olduğu bir zamanda yapılmıştır. Firavun bu yüzden ilk kanaatlerini kendi meclisinde yaptığı bir konuşmada (Zuhruf 51-53) açıklamıştır. (İzah için bkz. Zuhruf an: 45-49) Daha sonra tahtının sallandığını hissedince de, Hz. Musa'yı katletmeye karar vermiştir. Bunun üzerine Hz. Musa "Ben, hesab gününe inanmayan her mütekebbirden benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım" der. (Mümin: 27). Yukarıdaki ayette Hz. Musa işte bu sözüne telmihte bulunmak suretiyle, Firavun ve onun yöneticilerine "Ben sizden Alemlerin Rabbi olan Allah'a sığındım. Tebliğ ettiğim gerçeklere ister inanın, ister inanmayın ama hiç olmazsa bana el kaldırmaya kalkışmayın. Aksi takdirde bu tavrınız sizler için çok kötü sonuçlar doğurur." demiştir.

20. "Firavun ve kavmi suçludur ve onların suçu kesin bir şekilde açığa çıkmıştır. Artık onların doğru yola geleceklerine dair herhangi bir ümit de kalmamıştır. Dolayısıyla ey Allah'ım! Şimdi onlar hakkında son kararı sen ver" şeklindeki bu ifade, Hz. Musa'nın Allah'a Firavun ve kavmi hakkındaki son raporudur.

21. Yani, Hz. Yusuf zamanında müslüman olan Kıptiler, Hz. Musa döneminde İslam'a giren Mısırlılar ve İsrailoğulları olmak üzere tüm mü'minler. Bkz. Yusuf an: 68.

22. Bu, Hz. Musa'ya hicret için verilen ilk emirdi. Bkz. Taha an: 53, Şuara an: 39-47

23. Bu emir, Hz. Musa beraberindekilerle yarılan denizin öbür tarafına geçtikten sonra verilmiştir. Hz. Musa yarılan denizden geçtikten hemen sonra, Firavun geçmesin diye yarılan denizin kapanmasını arzu ettiğinde Allah, "Öyle düşünmeyin, bırakın deniz açık kalsın. Firavun ve ordusu onun içine daldığında denizi kapatıp onları boğacağım" demiştir. İzah için bkz. Taha an: 53-54, Şuara an: 47.

28 İşte böyle; biz bunları başka bir kavime miras olarak verdik.24

29 Onlar için ne gök, ne yer ağlamadı25 ve onlar (azabı) ertelenenler de olmadı.

30 Andolsun, biz İsrailoğullarını o alçaltıcı azabtan kurtardık,

31 Firavun'dan.26 Çünkü o, ölçüyü taşıran bir mütekebbirdi.27

32 Andolsun, biz onları bir ilim üzere alemlere karşı üstün kıldık.28

33 Ve onlara, her birinde açık birer imtihan bulunan ayetler verdik.29

34 Herhalde bunlar da diyorlar ki:

35 "(Bütün her şey) Bizim yalnızca ilk ölümümüzdür; biz yeniden diriltilip-kaldırılacak değiliz."30

36 "Eğer(bu söylediklerinizde) doğru sözlüyseniz, şu halde atalarımızı getirin bakalım."31

AÇIKLAMA

24. Hasan Basri'ye göre bu topluluk ile, Firavun'dan sonra Mısır'a hakim olan İsrailoğulları kastolunmaktadır. Katade ise: "Bu topluluk ile Al-i Firavun'dan sonra Mısır'a hakim olan kavimler kastedilmektedir.

Çünkü İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışlarından sonra geri döndüklerine dair tarihi hiçbir delil bulunmamaktadır." demiştir. Bu ihtilaf daha sonraki müfessirler arasında da devam etmiştir. İzah için bkz. Şuara an: 45

25. Yani, onların iktidarları zamanında, her tarafta onların şöhreti hüküm sürüyor ve herkes hayranlıkla onlardan bahsediyordu. Öyle ki adeta dünyada bir benzerleri bulunmuyordu ve herkes onların ihsanları altında eziliyordu. Ancak saltanatları yerle bir olduğunda hiçkimse arkalarından gözyaşı dökmedi. Aksine, onların yıkılmasına memnun bile oldular. Sanki büyük bir musibetten kurtulmuşlardı. Onların, Allah'ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmadıkları anlaşılıyor. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duyacakları, Allah rızası için bir iyilik de yapmamışlardır. Allah'ın onlara fırsat verdiği süre boyunca, yeryüzünde fesat çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıklarında da azab gelmiş ve adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.

26. Yani, Firavun'un bizzat kendisi onlar için bir musibet olduğu gibi, başka musibetlerin de nedeniydi.

27. Burada, Kureyş'in ileri gelenleri; "Sizlerin taşıdığı önem nedir ki, Mısır gibi koca bir ülkenin hükümdarı Firavun adeta bir ilah gibi hüküm sürerken, haddi aştığında Allah'ın azabı gelmiş ve bir çöp gibi ezilerek kenara atılmıştır. Sizler ise onlardan daha ileri seviyede bir asi değilsiniz" denilerek ima yoluyla ikaz edilmektedirler.

28. Yani, İsrailoğulları'nın iyi ya da kötü ne yaptıklarını Allah daha iyi bilir. Allah bu kavmi, vahyi yüklenmede ve tevhidin bayraktarlığını yapmada diğer kavimlerden daha uygun olduğu bir dönemde seçmiştir.

29. İzah için bkz. Bakara an: 64-85, Nisa an: 182-189, Maide an: 42-47, A'raf an: 97-132, Taha an: 56-74.

30. Yani, ilk ölümümüzden sonra hayat yoktur. "İlk ölüm" şeklindeki bir ifade, ilk ölümden sonra daha başka ölümlerin olacağı anlamına gelmez. Örneğin, bir kimse, "Onun ilk çocuğu doğdu" dediğinde, biz bahsedilen şahsın bir çocuğunun daha doğacağını değil, o şahsın daha önce bir çocuğu olmadığını anlarız.

31. Onların delili şudur: "Biz öldükten sonra dirilen kimseyi görmedik. Dolayısıyla biz bu hayattan sonra başka bir hayatın olacağına inanmıyoruz. Ancak sen böyle iddia ediyorsan, o halde ölmüş atalarımızı bir dirilt bakalım. Yok eğer bunu yapamıyorsan, biz de senin söylediklerine inanmayız." Ölümden sonra diriliş hadisesinin çürütülmesi konusunda güya bu onların en sağlam delilleridir. Oysa onların bu delili, çok basit ve mantıksızdır. Onlara, öldükten sonra diriltilecek olan insanların bu dünyaya gelecekleri söylenmiş midir, ya da Hz. Peygamber (s.a) veya herhangi bir müslüman, ölüleri kendilerinin dirilteceğini iddia etmiş midir ki, öyle bir delil öne sürüyorlar?

37 Onlar mı hayırlı, yoksa Tübba' kavmi32 ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar, suçlu-günahkârdı.33

38 Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık;

39 Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler.34

40 Şüphesiz o (hakkı batıldan, haklıyı haksızdan) ayırma günü,35 onların hepsinin (hesaba çekilecekleri) vakitleridir;

41 O gün, bir dost, dosttan herhangi bir şeyle yarar sağlayamaz.36 Ve onlara yardım da edilmez.

42 Ancak Allah'ın rahmet ettiği başka. Hiç şüphesiz O, üstün ve güçlü olandır, esirgeyendir.37

AÇIKLAMA

32. Kayser, Kisra, Firavun nasıl bir lakab olarak kullanılıyorsa "Tübba" da Yemen (Himyer) hükümdarları için kullanılan bir lakaptır. Onlar, Sebe kavminin bir boyu idiler. M.Ö. 115'de Sebe ülkesinde iktidara gelmişler ve M.S. 300'e kadar da iktidarı ellerinde tutmuşlardır. Asırlardır Araplar arasında onların efsaneleri bilinmekteydi. İzah için bkz. Sebe an: 37.

33. Bu, kafirlerin itirazına birinci cevaptır ve şu şekilde özetlenebilir: "Ahireti inkar eden her birey ve toplum suçludur. Hangi toplum ahireti inkar etmişse, tarih şahittir ki o toplum ahlaken iflas etmiş ve sonunda da helak olmuştur. "Onlar mı hayırlıdır. Tübba kavmi mi, yoksa onlardan önce gelenler mi?" ifadesiyle ise, Mekkeli müşriklerin refah, şevket ve haşmet bakımından Tubba kavmi, ondan önceki Sebe kavmi, Firavun kavmi veya onlar gibi kavimlerin yanına bile yaklaşamayacakları kastedilmektedir. Nitekim bu kavimlerin bunca refah, şevket ve haşmetleri, onları ahlaki çöküşten kurtaramamıştır. Böylesine güçlü toplumlar karşısında Arapların sahip oldukları güç nedir ki, onlar kurtulamadıkları halde kendileri kurtulabilsinler?" İzah için bkz. Sebe an: 25-36.

34. Bu, kafirlerin itirazına ikinci cevaptır: "Bu hayatın sonundaki ceza ve mükafat reddedilmekle, aslında dünya bir oyuncak ve onu yaratan da bir oyuncu yerine konulmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde düşünen kimseler, bu hayatın sonunda insanların toz olup gideceklerini ve kendilerine hiçbir hesap sorulmayacağını sanırlar. Oysa, kainatı yaratan bir oyuncu değildir. Bilakis O, Hakim olan Allah'tır. Dolayısıyla hikmet sahibi olan Allah'dan anlamsız bir iş beklenmez. Ayrıca, ahiret hayatını inkar edenlere Kur'an'ın çeşitli yerlerinde birçok cevaplar verilmiştir. Bkz. En'am an: 46, Yunus an: 10-11, Enbiya an: 16-17, Mü'minun an: 101-102, Rum an: 4-10.

35. Bu, onların "Doğru söylüyorsan bizim atalarımızı bir dirilt bakalım" şeklindeki isteklerine verilmiş bir cevaptır: "Ahiret bir oyun değil ki, ölümden sonraki hayata inanmayan her insan için kabirden bir ölü kaldırıp ayağa dikelim. Alemlerin Rabbi olan Allah bunun için bir vakit belirlemiştir. O vakit geldiğinde, tüm insanlar diriltilerek, Allah'ın huzurunda toplanacak ve yargılanarak haklarındaki son karar verilecektir. Sizler ister inanın ister inanmayın, verilecek olan o karar kesindir. Ancak inanırsanız, şimdiden o gün için hazırlanıp kurtulmanız mümkün olur. Yok inkar etmekte ısrar eder ve tüm hayatınız boyunca "Bu dünyanın sonunda iyi ya da kötü, yapılan hiçbir işe ceza veya mükafat verilmeyecektir" şeklinde sapık bir düşünceye bağlanırsanız, sonunda sizler hüsrana uğrarsınız."

36. "Mevla" kelimesi lügatta bir şahsın hamisi ve velisi için kullanılır.

37. Bu cümlelerde Allah'ın yargılamasının nasıl olacağı belirtilmiştir: "Orada suçlulara hiç kimse yardım edemez. O gün tüm yetkiler asıl sahibinin elindedir ve O'nun kararlarına hiçkimse tesir edemez. Yine, O'nun verdiği kararları uygulamasına da hiçkimse mani olamaz. Ancak dilediğini affedip dilediğine ceza vermesi O'nun lütfuna bağlıdır. Fakat hiç kimseye zulmetmemesi O'nun şanındandır. Karar verdiğinde ise, kararını değiştirmeye kimse güç yetiremez." Bu açıklamalar yapıldıktan sonra kısa birkaç cümleyle, suçları ispat edilen mücrimlerin sonlarının, dünyada Allah'tan korkarak salih amel işleyen mü'minlerin ise mükafatlarının ne olacağı bildirilmiştir.

43 Doğrusu, o zakkum ağacı;38

44 Günahkâr olanın yemeğidir.

45 Pota gibi;39 karınlarda kaynar-durur;

46 Kaynar-suyun kaynaması gibi.

47 "Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin;"

48 "Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;"

49 "(Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun."

50 "Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapılmakta olduğunuz şeydir."

51 Muttakilere gelince; muhakkak onlar, güvenli bir makamdadırlar.40

52 Cennetlerde ve pınarlarda,

53 Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) 41giyinirler, karşılıklı olarak (otururlar).

54 İşte böyle; ve biz onları sim-siyah iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.42

55 Orda, güvenlik içinde her türlü meyveyi istemektedirler;43

56 Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur;44

57 Senin Rabbinden bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş' budur.

58 Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, biz onu (Kur'an'ı), senin dilinle kolaylaştırdık.

59 Öyleyse sen gözleyip-bekle; gerçekten onlar da gözleyip-beklemekte olanlardır.45

AÇIKLAMA

38. "Zakkum" hakkında izah için bkz. Saffat an: 34.

39. "Elmühli" kelimesine müfessirler, eritilmiş maden, irin, zift, yanmış yağ gibi muhtelif anlamlar vermişlerdir. Fakat "Muhl" ile "Zakkum"un aynı anlamda kullanıldığı bile söylenebilir. Nitekim "Zakkum", bizim Pakistan'da "Tor" diye isimlendirdiğimiz, dikenli ve tadı acı olan bir ağaçtır.

40. "Emin makam" ile hiçbir korku duyulmayan, tehlike ve endişe hissedilmeyen, zahmet bile çekilmeyen bir yer kastedilmektedir. Nitekim Rasulullah bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Cennet ehline denilecek ki, sizler burada hiç hasta olmayacak, daima sıhhatli kalacaksınız. Ölüm de yok, ebedi yaşayacaksınız. Sıkıntı duymayacak, hep huzur içinde olacaksınız. Yaşlanmayacak, hep genç kalacaksınız." (Müslim; Ebu Hureyre, Ebu Said b. Hudri'den nakletmiştir.)

41. "Sundus" ince ipek kumaş için, "istebrak" ise Farsça bir kelimeden türetilmiştir. Çok parlak atlas için kullanılır.

42. "Hurin Îynin" ifadesinde geçen "HUR" kelimesi Hevra'nın çoğuludur. Hevra ise beyaz kadınlar için kullanılır. "İyn" ise "ayn" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise iri gözlü kadınlara atfen kullanılır. Bkz. Saffat an: 26-29.

43. "Aminîn" kelimesi ile cennet ehlinin, cennette arzu ettiği herhangi bir şeyi hizmetçilerden çekinmeden isteyebileceğine ve istediklerinin de hemen kendilerine verileceğine işaret edilmektedir. Öyle ki, kişi, dünyadayken, değil bir otelde, kendi evinde bile o kadar rahat bir şekilde arzu ettiği şeyi isteyemez.

Cennette ise mü'minler hiç düşünmeden arzu ettikleri herşeyi isteyebileceklerdir. Ayrıca orada hiçbir şeyin eksikliğini de hissetmeyeceklerdir. Çünkü cennette mal Allah'ındır ve kullarının onu dilediğince kullanma izni vardır. Allah'ın hazineleri tükenmeyeceği için bir sınır da konulmamıştır.

44. Bu ayette iki husus dikkate değerdir. Birincisi, cennetin nimetleri sayıldıktan sonra cehennem azabından kurtuluşun ayrıca zikredilmiş olmasıdır. Oysa cennete girmek, zaten kendi başına cehennem azabından kurtulmak demektir. Ancak burada cehennem azabından kurtuluşun ayrıca zikredilmesinin nedeni, Allah'ın, kullarına kendisine itaat etmekle ne kadar büyük bir felaketten kurtulduklarını ve cennetin nimetlerine kavuştuklarını hatırlatmak istemesidir. İkincisi, Allah'ın, insanları, cehennem azabından kurtulmalarının ve cennetin nimetlerine kavuşmalarının sadece kendi gayretleriyle olmadığı, bilakis kendisinin bir lütfu olduğuna işaret ederek ikaz etmesidir. Bu ikazın yapılmasıyla birlikte, Allah'ın fazl ve lütfu olmaksızın bu saadetin elde edilemeyeceği vurgulanmaktadır. Yani, cennet insanların salih amellerinin bir sonucudur, ancak salih ameller de Allah'ın yardımıyla insanlara nasip olur. Ayrıca insanoğlu ne kadar salih amel işlerse işlesin mükemmeliyete erişemez ve mutlaka bir eksik tarafı vardır. O kulun eksikliklerine göz yumması ve gayretlerini değerlendirerek mükafatlandırması Allah'ın bir lütfudur. Şayet Allah, inceden inceye kullarını hesaba çekecek olsa, cennete girecek hiçkimse bulunamaz. Aynı hususu Hz. Peygamber (s.a.) bir hadisinde şöyle açıklamıştır: "Salih amellerde bulunun ve gücünüzün yettiğince dürüst olmaya çalışın. Fakat şunu da bilin ki, hiçkimse sırf salih amellerinin yardımıyla cennete giremez. "Ya Rasulallah! Senin için de geçerli mi bu? diye soruldu. O da "Evet" diye cevap verdi. "Ben de sadece kendi amellerimin yardımıyla cennete giremem. Ancak Rabbimin lütfu müstesna. İşte o zaman cennete girebilirim."

45. Yani, nasihat kabul etmiyorlarsa, onların feci akibetlerini bekle, zaten onlar da senin davetinin sonucunu beklemektedirler.

DUHAN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ha, Mim.

2- Apaçık Kitab'a andolsun ki,

Sure "Ha, Mim" harfleri ile başlıyor; bu iki harfe ve onlardan meydana gelen kitaba yemin geleneği sürdürülüyor. Bunun gibi birbirinden kopuk harflere ilişkin açıklama bir çok surenin başında yinelenmiştir. Kitaba yemin edildiği gibi bu harflere de yemin edilmesine gelince; bütün harfler gerçek birer mucizedirler ve yüce Allah'ın insanın ruh ve bedenden oluşan birleşmesine yerleştirdiği ayet erden biridir. Yüce Allah'ın insanı konuşabilecek özellikte yaratması, insanın harflerin çıkışlarını anlamlı kılacak bir sıralanışa koyabilmesi, harfin ismi aracılığı ile harfin sesini sembolize etmesi, insanın bu harfin ötesindeki bilgi algılayabilmesi... Evet bütün bunlar olağanüstü gerçeklerdir. İnsan kalbi alışmışlığın, her yeni şeyi yıpratan geleneğin etkisinden sıyrılıp bunları düşündüğü zaman ne büyük bir mucize olduğunu anlar!

Bu harflerle yemin edilmesinin gerekçesi de bu kitabın mübarek bir gecede indirilmesidir:

KADİR GECESİ VE KUR'AN

3- Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız.

4- Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.

5- Bu katımızdan verilen her emirdir. Çünkü Biz elçi göndericiyiz.

6- Bu Rabbinden bir rahmettir. Allah, işitendir, bilendir.

7- Eğer kesin olarak inanıyorsanız bilin ki Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.

8- O'ndan başka ilah yoktur, yaşatır, öldürür. Sizinde Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.

Kur'an-ı Kerim'in indiği mübarek gece -en doğrusunu Allah bilir- Kur'an'ın inmeye başladığı gecedir. Bu da bir Ramazan gecesidir. Nitekim yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ramazan ayı ki, o ayda Kur an indirildi." (Bakara suresi, 185) Fakat Kur'an'ın tümü sözkonusu gecede inmiş değildir. Hepsi Ramazan ayında da inmemiştir. Bu gece Kur'an'ın yeryüzüne ulaşmasının başlangıcıdır. Bu gece, kutlu buluşmanın gerçekleşmesi için seçilmiş bir zamandır. Kur'an'ın mübarek bir gecede indirilişine ilişkin olarak bu kadar açıklama yeterlidir.

Gerçekten de insanların üzerine gök kapılarının açıldığı, bu ilahi sistemin insanlık hayatına yerleşmeye başladığı... Bu Kur'an'da kolay ve anlaşılır tercümesi bulunan uçsuz bucaksız evrene egemen olan ve fıtratın zorlanmaksızın algılayıp olumlu tepki gösterdiği yasalar sistemi ile insanların iletişim kurduğu gece mübarektir. İlahi sistemin esas alınarak, fıtratın kuralları ve olumlu tepkileri temeline dayalı, insanın içinde yaşadığı evrenle uyuşan insana yaraşır bir dünyanın kurulmasını öngören Kur'an'ın indiği gece gerçekten mübarektir. İnsanın bu dünyada zorlamasız, bocalamasız, onurlu ve temiz bir hayat yaşayarak her an gökyüzü ile iletişim halinde olmasını sağlayan Kur'an'ın dünyamıza inmeye başladığı gece mübarektir, kutludur.

Bu Kur'an'ın ilk kez üzerlerine indiği insanlar gökyüzünün gölgesinde, direkt Allah'la iletişim halinde oldukları eşi bulunmaz bir dönemde yaşadılar. Yüce Allah en başta onlara kendi iç alemlerini haber veriyor, herşeyden önce gözlerinin üzerlerinde olduğu düşüncesini uyandırıyor. Attıkları her adımda, vicdanlarında depreşen her duyguda bu dolaysız kontrolü ve gözetimi gözönünde bulundurmalarını sağlıyordu. Bir durum karşısında en başta ona sığınırlardı. Çünkü onun kendilerine cevap verecek kadar yakın olduğunu biliyorlardı.

O kuşak geçti gitti ama Kur'an onlardan sonra insan kalbinin görüp iletişim kuracağı bir kitap olarak kaldı. Bir kalp kendini bu Kur'an'a verdiği zaman sihirin yapamayacağı olağanüstü değişikliklere uğrar. Kimi zaman efsanelerdeki gibi duygularını akıllara durgunluk verecek şekilde değiştirir.

Onlardan sonra bu Kur'an her ortamda ve her çağda örnek bir insanlık hayatının kurulmasına elverişli, eksiksiz ve açık bir hayat sistemi olarak kalmıştır. İnsanoğlu kendi ortamı ve kendi zamanında belirgin özelliklere sahip bu ilahi sistemin çerçevesinde, bütün özelliklerini koruyarak insanca bir hayat sürdürür. Bu durum sadece ilahi hayat sisteminin belirgin özelliğidir. Zaten ilahi gücün eseri olan herşeyin ortak özelliğidir bu.

İnsanlar kendi ihtiyaçlarına cevap veren, hayatlarının bir dönemine ve bu dönemin özel şartlarına uyan eserler yapabilirler. Fakat yüce Allah'ın yaptığı bir şey süreklilik ve eksiksizlik özelliğini taşır. Kesintisiz ve elverişlilik, her zaman ve her şartın ihtiyacına cevap verebilme özelliğini taşır. Yüce Allah'ın eseri olan herşey, özün değişmezliği ile dış görünüşün değişkenliği özelliklerini akıllara durgunluk veren bir ahenkle önünde barındırır.

İşte yüce Allah bu Kur'an'ı sözünü ettiğimiz bu mübarek gecede indirmiştir. Öncelikle insanları uyarmak ve sakındırmak için: "Biz insanları uyarmaktayız." Çünkü yüce Allah insanın gafil olduğunu, çok çabuk unuttuğunu, bu yüzden uyarılmaya, sakındırılmaya ihtiyacının olduğunu bilir.

Kur'an'ın inmesiyle bereketlenen bu gece, Allah'ın indirdiği vahiyle bir ayırd edicilik, iyi ile kötüyü belirleyicilik niteliğini kazanmıştır:

"Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir."

Bu gecede inen Kur'an aracılığı ile her emir ayırd edilmiş, her mesele çözüme bağlanmış, kalıcı hak ile yüzeysel batıl belirlenmiş, sınırlar çizilmiş, insanlığın bu geceden itibaren kıyamet gününe kadar sürecek yolculuğundaki güzergahı belirleyen tüm yol işaretleri dikilmiştir. İnsanların dünyasında hayatın dayanmak zorunda olduğu hiçbir temel açıklanmadan, belirlenmeden bırakılmamıştır. Genel ve kalıcı evrensel yasalar sisteminde olduğu gibi herşey ortaya konmuştur.

Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın iradesine, buyruğuna, peygamberleri insanları uyarmak ve insanlar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıklarını çözüme bağlamak amacı ile göndermeye ilişkin isteğine uygun olarak gerçekleşmiştir:

"Bu, katımızdan verilen bir emirdir. Çünkü biz elçi göndericiyiz." Bunlar,kıyamet gününe kadar yüce Allah'ın, insanlara yönelik rahmetinin belirtileridir.

Bu Rabbinden bir rahmettir. Allah işitendir, bilendir."

Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti en çok Kur'an-ı Kerim'in bu kolay anlaşılır üslubuyla indirilişinde belirginleşiyor. Bu kolay anlaşılır üslubuyla Kur'an insan kalbine çok çabuk yapışıyor. Kalbin tepkisi de damarlarındaki kan dolaşımı gibi gerçekleşiyor. Beşeri varlık onurlu bir insana, insan topluluğu, güzel bir düşe dönüşüyor. Şu kadarı var ki bu düş gözle görülen bir realitedir.

Kur'an'ın getirdiği bu inanç sistemi -eksiksizliği ile, ahenkliği ile- özü itibari ile güzeldir. Sevilen, aşık olunan, kalbin tutku ile bağlandığı bir güzelliktir bu. Bu inanç sistemi sadece eksiksizliği ile, özenle hazırlanmışlığı ile, insanlık için iyilik ve hayır kaynağı oluşu ile belirginleşmiyor. Kur'an'ın getirdiği bu inanç sisteminin sahip olduğu bu özellikler yücele yücele örneğin kemal/eksiksizlik özelliği sempatik ve hoş bir güzellik/cemal düzeyine ulaşıyor. Güzelliğin bu erişilmez düzeyinde parçalar en ince ayrıntısına kadar ele alınıyor. Sonra kendi içinde ahenkli bir bütün haline getiriliyor. Ve hep birlikte büyük temele bağlanıyor.

"Bu Rabbinden bir rahmettir." Kur'an'ın bu mübarek gecede getirdiği inanç sistemi Rabbinden insanlara yönelik bir rahmettir. "Allah işitendir, bilendir". Herşeyi işitir ve herşeyi bilir. Herşeyi indirirse onu insanların sözlerine ve yaptıklarına ilişkin bilgisine göre indirir. Onları düzeltmeye elverişli kanunları, yasaları, iyiliğe yöneltici direktifleri bu bilgisi uyarınca gönderir.

Evreni kontrolünde tutan yüce Allah'tır. İçindeki canlı-cansız varlıkları O korur: : "Eğer kesin olarak inanıyorsanız bilin ki Allah'ı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir."

Şu halde O'nun insanları yönetmek üzere indirdiği kitap, O'nun evren üzerindeki genel Rabblığının bir yönünü temsil ediyor. Bu kitap evreni yönlendiren yasalar sistemini bütünleyen ilkeler içeriyor. Burada kesin inançtan sözedilmesi, müşriklerin karışık, çarpık ve tutarsız inanç sistemlerine yönelik bir işarettir. Çünkü onlar yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığını kabul ediyor sonra da tutup onun dışında Rabbler ediniyorlardı. Onların bu tutumları sözkonusu gerçeğin içlerinde nasıl belirsizleştiğinin, yüzeyselleştiğinin, kalıcılıktan ve kesinlikten uzaklaştığının belirtisiydi.

Öldürme ve hayat verme gücüne sahip tek ilah O'dur. O'dur hem öncekilerin hem de sonrakilerin Rabbi:

"O'ndan başka ilah yoktur, yaşatır, öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir."

Yaşatma ve öldürme herkesin görebildiği iki olgudur. Ve bu iki olgu bütün yaratıkların gücünü aşmaktadır. Bunu anlamak için basit bir bakış, kısacık bir düşünce yeterlidir. Ölüm sahnesi de tıpkı hayat sahnesi gibi, tüm görüntüleriyle, tüm şekilleriyle insan kalbini etkiler, derinden sarsar, onu harekete geçirir, etkilenmeye, tepki göstermeye hazır hale getirir, uyarıcıları algılayıp olumlu karşılık vermesini sağlar. Bunun için Kur'an-ı Kerim'de sıkça ölümden sözedilir, duygular ölüme yöneltilir. İkide bir ölüm hatırlatılarak insan kalbi uyarılmaya çalışılır.

Heyecan ve coşku bu düzeye ulaşınca surenin akışı konuya ara veriyor ve bu mesele karşısındaki durumlarını anlatmaya geçiyor. Ne yazık ki onlar, oyuna, eğlenceye alınacak tarafı bulunmayan böylesine önemli bir meselede gerçeğe yakışmayan, çelişkili bir tavır içindedirler:



9- Fakat onlar süphe içinde eglenip duruyorlar.

10- Gögün gözle görülür bir duman getirecegi günü gözetle.

11- Duman, insanlari bürüyecektir. Bu, aci bir azabtir.

12- "Rabbimiz, bizden azabi kaldir, çünkü biz artik inaniyoruz"derler.

13- Artik onlar nasil düsünüp ögüt alacaklar? Ögüt alma zamani geçti. Oysa kendilerine gerçegi açiklayan bir elçi gelmisti.

14- Ondan yüz çevirdiler "Bu, deli görünümünde egitilmis biridir" dediler.

15- Bit sizden azabi birazcik kaldiracagiz, fakat siz yine inkara döneceksiniz.

16- O gün büyük bir siddetle çarpariz; zira Biz öç aliciyiz!

Kur'an-i Kerim söyle diyor: Onlar böylesine önemli bir mesele karsisinda egleniyorlar. Bu degismez ayetlerden kusku duyuyorlar. Su halde onlari o dehset verici, o zorlu gün gelip çatana kadar kendi hallerine birak:

"Gögün gözle görülür bir duman getirecegi günü gözetle." "Duman insanlari bürüyecektir. Bu aci bir azaptir."

Ilk kusak müslümanlar duman ayetini farkli biçimlerde yorumlamislar. Bazisina göre, bu ayette sözkonusu edilen, kiyamet günü gögü kaplayacak dumandir. Bu dumanin ortaya çikisini beklemeye iliskin tehdit de Kur'an'da sik sik tekrarlanan türden bir kiyamet tehdididir. Çünkü kiyamet hem onlarin hem de Peygamber efendimizin gözledigi bir gelecektir. Bazisi ise söyle demistir: Hayir, söylendigi gibi dumanin gögü bürümesi gerçeklesmistir. Sonra Peygamber efendimizin duasi sonucu bu azap müsriklerin üzerinden kaldirmistir. Simdi bu iki görüsün bir özetini ve dayanaklarini sunuyoruz. Ardindan yüce Allah'in yolumuzu aydinlattigi oranda bunlari degerlendirip bir sonuç çikaracagiz ve Allah'in izniyle bunu dogru kabul edecegiz.

Süleyman b. Mihran el-A'mes, Ebu'd-Duha Müslim b. Subayh'a dayanarak Mesruk'un söyle dedigini anlatir: "Bir ara Kinde kapilarinin yanindaki Kufe mescidine girdigimizde gördük ki bir adam arkadaslarina "O gün gök gözle görülür bir duman getirecek..." ayetini anlatiyor. Söyle diyordu adam: Biliyor musunuz bu duman nedir? Bu, kiyamet günü gögü bürüyecek dumandir. Bu duman münafiklarin kulaklarini ve gözlerini tikayacak, mü'minleri de nezleye benzer bir sekilde etkileyecektir... Kalkip Abdullah ibni Mes'ud'un Allah ondan razi olsun yanina gittik ve adamin sözlerini kendisine anlattik. Ibni Mes'ud yani üzere uzanmisti, söylenenleri duyunca dehset içinde kalkip oturdu ve söyle dedi: Allah sizin peygamberinize söyle buyurmustur: "De ki: `Ben sizden bir ücret istemem. Ve ben zorlayicilardan degilim." (Sad suresi, 86) Hiç kuskusuz kisinin bilmedigi bir konuda "Allah herkesten daha iyi bilir" demesi ilmin geregidir. Simdi ben size olayi anlatayim. Kureysliler müslüman olmakta gecikince ve Peygamber efendimize karsi çikinca, Peygamberimiz de onlarin tipki Hz. Yusuf dönemindeki gibi kitliga ugramalari için bedduada bulundu. Bunun üzerine bir kuraklik, bir kitlik basgösterdi, insanlar aç kalmaya basladilar. Öyle ki kemik ve les bile yediler. Baslarini kaldirip göge bakiyor, dumandan baska birsey göremiyorlardi. -Bu hadisi onlardan bir baskasi da burada su ifadeyi kullanmistir: Adam basini kaldirip göge bakiyor, ama açliktan gözleri karariyor ve dumana benzer bir kütleden baska birsey göremiyordu-. Yüce Allah "Gögün gözle görülür bir duman getirecegi günü gözetle. Duman insanlari bürüyecektir. Bu, aci bir azaptir" buyurdu. Bunun üzerine Peygamber efendimize gidip "Ya Resulallah Mudarogullari için Allah'tan yagmur iste. Çünkü onlar yok olmak üzeredirler" dediler. Peygamberimiz Allah'tan yagmur istedi ve yagmur yagdi. Yüce Allah bunun üzerine söyle buyurdu: "Biz sizden azabi birazcik kaldiracagiz, fakat siz yine inkara döneceksiniz. " Abdullah ibni Mes'ud söyle dedi: Kiyamet günü müsriklerin azabi kaldirilacak mi? Ama onlar tekrar refaha kavusunca eski hallerine döndüler. Bunun üzerine yüce Allah su ayeti indirdi: "O gün büyük bir siddetle çarpariz, zira biz öç aliciyiz." Sözkonusu gün, Bedir savasidir. Ibn-i Mes'ud derki su bes olay da gerçeklesmistir: Gögün gözle görülür bir duman getirmesi, Bizanslilarin galip gelmesi, ayin yarilmasi, kafirlerin siddetle çarpilmalari ve kafirlerin yokedilmeleri... Bu hadis Buhari ve Müslim'de yeralir. Imam Ahmed Müsned'inde yer verir. Tirmizi ve Nesai tefsirlerinde, Ibn-i Cerir, Ibn-i Ebu Hatem degisik kanallardan A'mes'ten aktarirlar. Mücahid, Ebu Ali'ye, Ibrahim en-Nehai, Dahhak, Atiyye el-Avfi gibi bir grup ilk kusak müslüman alim Ibn-i Mes'ud'un bu ayette isaret edilen gögün duman kaplamasinin geçtigine iliskin yorumuna katilmislar. Ibn-i Cerir de bu yönde görüs belirtmistir.

Ötekiler ise söyle diyorlar: Gögün duman kaplamasi henüz yasanmamistir. Bu olay kiyametin ön belirtilerinden biridir. Nitekim Ebu Serihe Huzeyfe b. Useyd el-Gifarî -Allah ondan razi olsun- söyle der: Biz Arafa'da oturmus kiyametten söz ediyorken birden Resulullah çikageldi ve söyle buyurdu: On ön belirti ortaya çikmadikça kiyamet kopmaz: Günesin battigi yerden dogmasi, duman, yerden çikan bir hayvan, Ye'cuc ve Me'cuc'un çikmasi, Meryemoglu Isa'nin ortaya çikisi, Deccal, biri doguda, biri batida ve biri de Arap yarimadasinda olmak üzere üç yer batmasi, bir atesin Aden içlerinden çikarak insanlari önüne katmasi -veya topluca sürüklemesi- bu ates insanlarla birlikte geceleyerek, onlarin öglen uykusuna daldiklari yerde bekleyecektir." Bu hadise sadece Müslim yer vermistir.

Ibn-i Cerir söyle der: Bana Muhammed b. Avf anlatti, ona da Muhammed b. Ismail b. Ayyas babasinin söyle dedigini anlatmis: Bana Damdam b. Zer'e anlatti, o da Sureyh b. Ubeyd'den duymus, ona da Ebu Malik el Es'arî anlatmis: Resulullah söyle buyurdu: Rabbiniz üç seye karsi sizi uyardi: Mü'mini nezleye yakalanmis gibi tutan, kafiri de vücudundaki her delikten disari tasana kadar sisiren duman. Ikincisi yerden çikan hayvan, üçüncüsü deccal. Taberanî bu hadisi ayni ifadelerle Hasim b. Zeyd'den, o da Muhammed b. Ismail b. Ayyas'tan rivayet etmistir. (Ibn-i Kesir, tefsirinde bu hadisi aktaranlarin saglam oldugunu söyler.)

Yine Ibn-i Cerir söyle der: Bana Yakub anlatti. Ona da Ibn-i Aliye anlatmis, o da Ibn-i Cüreyc'den Abdullah b. Ebu Melike'nin söyle dedigini duymus: Bir gün erkenden Abdullah Ibn-i Abbas'in -Allah ondan razi olsun- yanina gittim. Bana söyle dedi: Bu gece sabaha kadar uyumadim. "Niçin?" dedim. "Kuyruklu yildiz dogdu, dediler, ben de dumanin her tarafi kaplamasindan korktum. Bu yüzden sabaha kadar uyuyamadim" dedi. Ibn-i Ebu Hatem de babasindan o da Ibn-i Ömer'den, o da Süfyan'dan, o da Abdullah b. Ebu Yezid'den, o da Abdullah b. Ebu Melike'den, o da Ibn-i Abbas'tan rivayet etmistir.

Ibn-i Kesir tefsirinde derki: "Ümmetin alimi, Kur'an'in tercümani Ibn-i Abbas'a kadar uzanan bu aktarici siralamasi dogrudur. Ibn-i Abbas'in görüsünü paylasan sahabe ve onlardan sonraki kusaga mensup müslüman alimlerden de benzeri sözler duyulmustur. Bunlarin yanisira sahih ve hasen hadislere yer veren kitaplarda bu konuda merfu hadisler rivayet edilmistir. Bunlar da gösteriyor ki duman ileride gerçeklesmesi gözetlenen bir önbelirtidir. Nitekim Kur'an-i Kerim'in ifadesi de bu görüsü desteklemektedir: "Gögün gözle görülür bir duman getirecegi günü gözetle." Yani bu duman herkesin görebilecegi sekilde açik seçik olacaktir. Ibn-i Mes'ud'un yorumuna göre de, sözkonusu duman açligin ve bitkinligin siddetinden gözlerin gördügü bir hayaldîr. Yüce Allah'in "Duman, insanlari bürüyecektir" sözü de dumanin açik seçik olacagini, onlari bürüyüp görüs alanlarini sinirlayacagini, yok edecegini ifade ediyor. Sayet bu olay sirf Mekkeli müsrikleri ilgilendiren hayali bir durum olsaydi söyle bir ifade kullanilmazdi: "Duman insanlari bürüyecektir." Yine yüce Allah'in "Bu, aci bir azaptir" sözü de bu görüsü pekistiriyor. bu söz onlari yermek ve asagilamak için söylenmistir. Tipki su ayette oldugu gibi: "O gün cehennem atesine çagrilir ve `buyrun sizin yalanladiginiz ates budur' denir." (Tur suresi, 13) Belki de bu sözü kendi aralarinda birbirlerine söylerler. Yine, yüce Allah buyuruyor ki: "Rabbimiz, bizden azabi kaldir, çünkü biz artik inaniyoruz." Kafirler Allah'in azabini gözleriyle gördüklerinde, onun verdigi dehsetli cezayi seyrettiklerinde azabin kaldirilmasini, cezanin sona ermesini isterler. Tipki yüce Allah'in su sözünde oldugu gibi: "Insanlari azapla yüzyüze gelecekleri gün konusunda uyar. O gün zalimler `Ey Rabbimiz, bizimle hesaplasmayi yakin bir sürenin sonuna ertele de senin çagrina olumlu cevap verip, peygamberlere uyalim' derler. Peki vaktiyle sürekli yasayacaginiza, hiç ölmeyeceginize yemin edenler sizler degil miydiniz?" (Ibrahim suresi, 44)

Yüce Allah bu surede de söyle buyuruyor: "Artik onlar nasil düsünüp ögüt alacaklar? Ögüt alma zamani geçti. Oysa kendilerine gerçegi açiklayan bir elçi gelmisti. Ondan yüz çevirdiler. `Bu, deli görünümünde egitilmis biridir' dediler." Yüce Allah diyor ki; onlar nasil ögüt alacaklar? Biz daha önce onlara bir peygamber göndermistik. Bu peygamber onlara ilahi mesaji duyurmus, onlari ileride karsilasacaklari korkunç azap konusunda uyarmisti. Buna ragmen onlar uyarilara kulak tikamis, peygamberin sundugu mesaja burun kivirmislardi. Peygamberi onaylamamis, tersine yalanlamislardi. "Bu adam egitilmis bir delidir" demislerdi. Bu ta tipki su ayet gibidir: "O gün insan düsünüp ögüt alir ama bunun kendisine bir yarari olmaz." ( Fecr suresi, 23) Su ayet de ayni anlama geliyor: "Onlari korktuklari zaman bir görsen; artik kurtulus yoktur; cehenneme yakin bir yerde yakalanmislardir. O zaman, `Allah'a inandik' derler ama, ahiret gibi uzak bir yerden imana nasil kolayca ulasirlar?" (Sebe suresi, 51-54.) Yüce Allah'in "Biz sizden azabi birazcik kaldiracagiz. Fakat siz yine inkara döneceksiniz." sözü su iki anlama da gelebilir. Birincisi söyledir: Yüce Allah diyor ki; Eger üzerinizdeki azabi kaldirsak, sizi dünyaya geri göndersek tekrar eskiden oldugu gibi kafirlige dönersiniz, Allah'in peygamberlerini yalanlarsiniz. Tipki yüce Allah'in su sözünde oldugu gibi: "Eger biz onlara acisak da baslarindaki sikintiyi gidersek yine azginliklari içinde debelenmeye israr ederler." (Mü'minun suresi, 75) Yüce Allah'in su sözü de ayni anlama geliyor: "Eger dünyaya geri gönderilseler yine sakindirildiklari yola dönerler. Onlar gerçekten yalancidirlar." (En'am suresi, 28) Ikinci anlami ise sudur: Biz ugrayacaginiz azabi sebeplerinin gecikmesinden sonra bir süre ertelesek, size ulasmasini bir vakit bekletsek, siz yine de eski azginliginizi, sapikliginizi sürdürürsünüz. Dolayisiyle azabin kaldirilmasi, bir süre geciktirilmesi, mutlaka onlarin azap içinde olmalarini gerektirmez. Tipki yüce Allah'in su sözünde oldugu gibi: "Yalniz Yunus'un soydaslari hariç, onlar iman edince dünya hayatinda burun buruna geldikleri perisan èdici azabi baslarindan kaldirdik ve kendilerine belirli bir süre daha yasama firsati tanidik." (Yunus suresi, 98) Yani Yunus'un soydaslari azaba çarptirilmadilar, onlara ulasmadi azap. Onlarin azaba ugratilmalarini gerektiren sebepler askiya alindi. Katade diyor ki: Siz tekrar Allah'in azabina döndürüleceksiniz denmek isteniyor. "O gün büyük bir siddetle çarpariz; zira biz öç aliciyiz" ayetini Ibn-i Mes'ud Bedir savasi olarak yorumlamistir. Ibn-i Mes'ud'u destekleyen bir grup ta ayni dogrultuda görüs belirtmistir. Biraz önce de deginildigi gibi duman konusunda da bu grup onu desteklemistir. Yine Ibn-i Abbas'tan Avfi ve Ubey b. Ka'b kanaliyle gelen rivayet ihtimal disi degildir. Burada sözkonusu olan günün kiyamet günü oldugu açiktir. Gerçi Bedir savasi da kafirlerin siddetle çarpildiklari bir gündür. Ibn-i Cerir der ki: Bana Yakup anlatti. O da bir grupla birlikte Ibn-i Aliye'den duymus, o da Halid b. Heza'nin Ikrime'nin söyle dedigini duymus: Ibn-i Abbas ve Ibn-i Mes'ud büyük çarpmanin Bedir günü oldugu düsüncesindedirler. Ben de diyorum ki, bu kiyamet günüdür. Ona kadar uzanan aktaricilar zinciri dogrudur. Hasan el-Basri ve Ikrime bu iki rivayetin en sahihi dogrultusunda görüs belirtmislerdir. En dogrusunu Allah bilir. Ibn-i Kesir'in sözleri burada sona erdi.

Biz, ayette sözü edilen dumanin kiyamet günü görülecegine iliskin Ibn-i Abbas'in tefsirini ve Ibn-i Kesir'in yorumunu tercih ediyoruz. Buna göre duman, benzeri durumlarda Kur'an-i Kerim'de sik sik rastlanan bir tehdittir. Anlami ise sudur: Onlar senin sundugun mesajin dogrulugundan kusku duyuyorlar ve egleniyorlar. Su halde birak onlari ve o korkunç günü bekle. O gün gökte bütün insanlari bürüyen açik seçik bir duman belirecektir. Bu duman aci bir azap olarak nitelendiriliyor. Onlarin azaptan burun buruna gelirken yardim istekleri de söyle tasvir ediliyor: "Rabbimiz! Bizden azabi kaldir, çünkü biz artik inaniyoruz." Yüce Allah vaktin geçtigini vurgulayarak istedikleri yardimin gerçeklesmesinin mümkün olmadigini belirtiyor: "Onlar nasd düsünüp ögüt alacaklar? Ögüt alma zamani geçti. Oysa kendilerine gerçegi açiklayan bir elçi gelmisti. Ondan yüz çevirdiler. `Bu, deli görünümünde egitilmis biridir' dediler."

Onu o yabanci çocuk egitiyor ve (iddialarina göre) o bir delidir... Azabin kaldirilmasini istedikleri ama olumlu cevap alamadiklari bu sahnenin gölgesinde onlara söyle deniyor: Önünüzde bir firsat var ve henüz vakit geçmis degildir. Sahnede gördügümüz bu azabin size ulasmasi bir süre için askiya alinmistir ve siz su anda dünyadasiniz. Yani, simdilik üzerinizden azap kaldirilmistir. Öyleyse, kiyamet günü söz verip de olumlu karsilik alamadiginiz zaman-ki gibi Allah'in peygamberine, O'nun sundugu dine inanin. Su anda sagliginiz yerindedir. Ama bu durum sonsuza kadar sürmeyecektir. Çünkü birgün bize döneceksiniz: "O gün büyük bir siddetle çarpariz." O gün her tarafi, Kur'an'daki tasvirini seyrettiginiz bir duman kaplayacaktir. "Zira biz öç aliciyiz." Allah'in ayetlerini alaya alip eglenmenizden, Allah'in peygamberine "egitilmis bir deli" diyerek iftira atmanizdan öç alacagiz. Oysa sizin suçladiginiz peygamber, dogru sözlü ve güvenilir bir elçidir...

Bize göre bu ayetleri bu sekilde tefsir etmek daha dogrudur. Ama burada neyi kastettigini en iyi Allah bilir.

Bundan sonra surenin akisi onlarla birlikte Hz. Musa'nin kissasi ile bir baska gezintiye çikiyor. Kissanin bir özeti sunuluyor ve olaylar su yeryüzünde gerçeklesen büyük çarpma sahnesiyle son buluyor. Gögü açik seçik bir dumanin kaplayacagi gün gerçeklesen büyük çarpmayi gösterdikten sonra Firavun hanedaninin basina gelenleri dikkatlere sunuyor:



17- Andolsun, onlardan önce Firavun toplumuna da imkanlar vererek sınamıştık. Onlara saygın bir peygamber gelmişti.

Gezinti, onların kalplerini uyarmak amacına yönelik güçlü bir ifade ile başlıyor. Burada, bir peygamberin bir topluma gönderilişinin bir anlamda o toplumu deneme, onları sınama amacına yönelik olduğu vurgulanıyor. Yine Allah a karşı büyüklük tasladıkları halde, Allah'ın peygamberini ve onun yanında yeralan müminleri çeşitli eziyetlere, baskılara uğrattıkları halde Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar kafirlere bir dönemin sonuna kadar süre tanınmasının aslında onlar açısından bir sınama, bir deneme olduğuna dikkat çekiliyor. Peygamberin öfkelenmesinin, baskılarına karşı hoşgörüsünün tükenme noktasına gelmesinin, onların doğru yolu bulmalarından ümit kesmesinin ardından korkunç bir yakalamanın, acı bir çarpmanın olabileceği mesajı veriliyor:

"Andolsun, onlardan önce Firavun toplumunu da imkanlar vererek sınamıştık."

Çeşitli nimetlerle, iktidarla, yeryüzü egemenliği ile, uzun süre refah içinde yaşamalarına fırsat vererek zenginlik ve üstünlük sağlayıcı sebepleri ellerinin altına vererek denedik onları.

"Onlara saygın bir peygamber gelmişti."

Peygamberin gelişi onları sınamaya ilişkin planın bir parçasıydı. Onların bu saygın peygambere nasıl bir cevap vereceklerini ortaya çıkarıyordu. Peygamber onlara yönelik çağrısına karşılık şahsına çıkar sağlayacak birşey istemiyordu. Tamamen karşılıksız olarak onları Allah'a çağırıyordu. Herşeyi Allah a vermelerini ve kendilerinde bulunup ta Allah'tan esirgedikleri hiçbir şeyi olmamasını istiyordu:



ALLAH'A KARŞI BÜYÜKLENMEYİN

18- "Ey Allah'ın kulları! Bana gelin, doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim."

19- `Allah'a karşı büyüklük taslamayın. Ben size apaçık bir delil getiriyorum."

20 "Ben, beni taşlayıp öldürmenizden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."

21- "Eğer bana inanmadınızsa bari yolumdan çekilin."

22- Sonra Musa: "Bunlar, suç işleyen bir toplum" diye Rabbine dua etti.

23- Allah da şöyle buyurdu: "Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız."

24- Denizi yarıp toplumunu geçirdikten sonra olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.

İşte bunlar kendilerine gönderilen saygın peygamber Musa'nın -selâm üzerine olsun- söylediği kısa ifadelerdir:

Hz. Musa onlardan mesajının genel anlamda onaylanmasını, üzerlerine düşen maddi yükümlülüğü eksiksiz yerine getirmelerini ve kesin bir teslimiyet istiyor. ( "en-eddu ileyye ibadellahi" ayetinin bir diğer anlamı da şudur: "Allah'ın kulları İsrailoğullarını bana verin. Onları bana teslim edin ve hizmet için işkence için alıkoymayın." Bu anlam yüce Allah'ın şu sözüne uyuyor: "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. (Taha suresi, 47))Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyeti istiyor. Çünkü O'nun kullarıdırlar. Allah'a karşı büyüklük taslamak kullara yaraşmaz. Bu, Allah'ın çağrısıdır. Peygamber bu çağrıyı kendilerine iletiyor. Elinde de Allah'ın elçisi olduğuna ilişkin belgesi vardır. Kalpleri kendine çeken güçlü bir delili, sözlerinin karşı konulmaz belirgin bir etkileyiciliği vardır. Öte yandan bu peygamber, kendisine saldırmaları, taşlamaları durumunda Rabbine sığınmakla, kendini güvenceye alıyor. İnanmaya yanaşmayıp karşı çıkmaları durumunda ise, onlardan ayrılacağını, kendilerinden uzak duracağını belirterek onlardan da aynı davranışı bekliyor. Hiç kuşkusuz bu tutum insaflılığın, adilliğin ve barışseverliğin en üst noktasıdır.

Ne var ki, azgınlığın, despotluğun insafa geldiği çok azdır. Çünkü tağutlar, diktatörler hakkın serbest kalmasından, hiçbir zorlukla karşılaşmaksızın barış ortamında halk kitlelerine ulaşmasından korkarlar. Bu yüzden halka karşı amansız bir savaş başlatırlar. Hiçbir zaman barış yapmaya yanaşmazlar. Çünkü barışın anlamı, onlara göre hakkın ilerlemesi günden güne ruhlara ve kalplere egemen olması demektir. Bunun için batıl şiddetle saldırır, hak taraftarlarını taşa tutar, haktan asla vazgeçmez. Ona rahat vermez, barış içinde hareket etmesine fırsat tanımaz.

Surenin akışı kıssanın sonuna bir an önce varmak için aradaki birçok bölümü kısaca geçiyor. Tüm denemeler sonuçlanınca, Hz. Musa Firavun'un soydaşlarının kendisine inanmayacaklarını, çağrısına olumlu karşılık vermeyeceklerini, barışa ve kendisine karışmamaya yanaşmayacaklarını farkediyor. Vazgeçmeleri mümkün olmayan derin ve asıl saplantılarını görüyor. Bu durumda Rabbine sığınıyor, en son sığınağına koşuyor:

"Sonra Musa `Bunlar, suç işleyen bir toplum' diye Rabbine dua etti." Bir peygamber elinin devşirdiği ürünlerle Rabbine sığınmaktan, işini O'na havale etmekten, nasıl isterse öyle hareket etmesini gözlemekten başka ne yapabilir?

Hz. Musa Firavun'un ve soydaşlarını gerçek birer suçlu olarak damgalayışını onaylayan bir cevap alıyor Rabbinden...

"Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız. Denizi yarıp toplumunu geçirdikten sonra olduğu gibi bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur."

Ayette geçen "İsra" sözcüğü ile ancak geceleyin yapılan yolculuklar ifade edilir. Böylece ayeti kerime hem gece yolculuğu anlamına gelen "isra" kelimesini hem de "gece"yi kullanarak sahneyi, yani Allah'ın Kullarının İsrailoğulları'nın geceleyin yola çıkarılmaları sahnesini tekrarlamış oluyor. Bunun yanısıra bu ifadeyle gizlilik havası uyandırılıyor. Çünkü onların geceleyin yola çıkmaları Firavun'un gözünden uzak, onun bilgisi dışında olmuştu. Ayetin orjinalinde geçen "Rahv" kelimesi, durgun anlamındadır. Yüce Allah Musa'ya ve soydaşlarına denizi geçmelerini, geçtikten sonra öylece durgun bırakmalarını emretmişti. Amaç onları izleyen Firavun ve ordusunun boğulması, böylece Allah'ın belirlediği planın tamamlanmasıdır: "Onlar boğulacak bir ordudur." İşte görünür sebepler arasından Allah'ın planı bu şekilde yürürlüğe giriyor, gerçekleşiyor. Bizzat sebepler de bu kaçınılmaz planın bir parçasıdır zaten.

Surenin akışı Firavun ve ordusunun suda boğuluş sahnesinin anlatımını veya sunuluşunu kısa kesiyor. Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bir cümle ile yetiniyor: "Onlar boğulacak bir ordudur." Surenin akışı bu kırıp geçiren sahneden sonra, bu sahne üzerine yapılan değerlendirmeye geçiyor. Bu değerlendirmede büyüklük taslayan azgın Firavun'un, zulüm ve azgınlıkta ona arka çıkan üst düzey yöneticilerinin basitliği; onun ve kurmaylarının Allah karşısındaki değersizliği gözler önüne seriliyor. Kendisine meftun olan ve ayaklarına kapanan avanesinin şişirmeleri ile havalara girerek, burnunu havaya kaldırarak dolaştığı varlık alemine göre küçüklüğü, önemsizliği ortaya konuyor. Varlık aleminde, fark edilmeyecek kadar küçük, önemsenmeyecek kadar basittir o. Elindeki nimetler çekip alınıyor da, bunların yok olmasına engel olamıyor. Uğradığı bu kötü akıbetten dolayı kimse haline acımıyor:



25- Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler.

26- Ekinler, güzel makamlar!

27- Ve zevkü sefa sürecekleri nice nimetler!

28- İşte böyle oldu ve biz onları başka bir topluma miras verdik.

29- Onlara gök ve yer ağlamadı. ve kendilerine mühlet de verilmedi.

Sahne onların içinde yüzdükleri nimet tabloları ile başlıyor. Bahçeler... Pınarlar... Ekinler... Göz kamaştırıcı saraylar, saygı ve hürmetle ağırlandıkları köşkler... Sevinç ve neşe içinde yiyip içtikleri, zevkine vardıkları nice nimetler...

Sonra bütün bunlar ellerinden çekip alınıyor. Ya da onlar bu nimetlerden uzaklaştırlıyorlar. Bunlara bir diğer toplum mirasçı kılınıyor. Bir başka surede şöyle buyuruluyor: "Böylece bunlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık." (Şuara suresi, 39) Aslında İsrailoğulları Firavun'un mülküne, saltanatına mirasçı olmadılar. Ama bir başka bölgede, bir diğer mülke mirasçı oldular. Şu halde burada kastedilen, Firavun ve kurmaylarının elinden çıkıp İsrailoğullarının mirasçısı oldukları nimetin, mülkün türüdür.

Sonra ne oldu? Sonra şu yeryüzünde gözleri ve gönülleri debdebeleri ile dolduran azgınlar gittiler. Gittiler de kimse gidişlerine üzülmedi. Gökyüzü ve yeryüzü gidişlerinin farkına varmadı. Onlara tanınan süre dolunca bir daha bekletilmediler, kıskıvrak yakalanışları bir dahaki sefere bırakılmadı:

"Onlara gök ve yer ağlamadı. Ve kendilerine mühlet de verilmedi."

Bu ifade onların ne kadar önemsiz oldukları düşüncesini uyandırıyor. Tağutların basit birer nesne gibi yurtlarından koparılıp bir tarafa fırlatılışlarını canlandırıyor. Buna göre ne gökyüzünde ne de yeryüzünde kimse büyüklük taslayan zorbaların, azgınların farkında bile değildir. Yeryüzünde ve gökyüzünde kimse onlara üzülmüyor. Bir karıncanın gidişi gibi sessiz, gürültüsüz gidiyorlar. Oysa daha önce yeryüzünde zorbaca dolaşıyor, insanları ezip geçiyorlardı. Ama şimdi kimse gidişlerine üzülmüyor. Çünkü evren, onların kendisinin boyun eğdiği yasalar sisteminden ayrılmaları dolayısıyle onlardan nefret ediyor. Evren kendisini yaratıp yönlendiren Rabbine inanıyor, ama onlar alemlerin Rabbini inkar ediyorlar. Onlar içinde yaşadıkları varlıklar alemi tarafından dışlanmış iğrenç ve kötü ruhlardır.

Eğer yeryüzünde zorbalık yapanlar bu ayetlerin içerdiği mesajı algılayabilselerdi, yüce Allah ve içinde yaşadıkları varlıklar alemi karşısında ne kadar basit, ne kadar önemsiz olduklarını anlarlardı. Evrenden dışlanmış, koparılmış olarak yaşadıklarını, iman bağı koptuktan sonra aralarında iletişimi sağlayacak bir bağın mevcut olmadığını anlarlardı.

Karşı sayfada ise kurtuluş, saygıyla ağırlanma ve seçkin bir konumda bulunma sahnesi yeralıyor:



30- Andolsun biz, İsrailoğullarını o küçültücü azaptan kurtardık

31- Yani Firavun'dan. Çünkü aS haddi aşanlardan bir zorba idi.

32- Andolsun biz, İsrailoğullarını, bir bilgiye göre alemlere üstün kıldık.

33- Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan ayetler verdik.

Burada İsrailoğullarının "küçültücü" azaptan kurtuluşlarından sözediliyor. Hiç kuşkusuz bu ifade, zorbalığa başvurarak, büyüklük kompleksine kapılarak sınırları zorlayan despotların, zorbaların önemsiz birer nesne gibi bir kenara atılışlarına karşılık olarak yeralıyor: "Yani Firavun'dan. Çünkü o, haddi aşanlardan bir zorba idi."

Ardından, yüce Allah'ın İsrailoğullarını -iyi ve kötü yönlerine; bütün özelliklerine ilişkin kapsamlı bilgisi uyarınca- mesajının taşıyıcıları olarak seçmesine değiniliyor. Hiç kuşkusuz bu seçim onların zamanı için, o günkü insanlık alemi için geçerliydi. Çünkü yüce Allah, İsrailoğullarının yamukluklarına, ikide bir sapmalarına, işi ağırdan almalarına ilişkin olarak anlatılanlarla birlikte onların kendi dönemlerindeki toplumlar arasında daha iyi bir durumda olduklarını, mesajın taşıyıcılığına seçilmeye, halifelik görevine atanmaya daha layık olduklarını biliyordu. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah mesajının taşıyıcılığına, o gün için en iyi durumda olan toplumu seçer, yardımını onlara özgü kılar. İçlerinde kendilerini bir kılavuza, bir görüşe ve tutarlı bir çizgiye uygun olarak Allah'a yönelten bir önderlik kurumu olduğu sürece o toplum imanın öngördüğü yüce düzeye ulaşmamış olsa da bu kural geçerlidir.

"Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan ayetler verdik."

Yüce Allah'ın sınamak amacı ile kendilerine verdiği bu ayetlerle denemeye tabi tutuldular. Sınanmaları tamamlanıp halifelik sürdürdükleri dönem sona erince yüce Allah deneme ve sınavın sonucuna göre onları sapıklıklarından ve kaypaklıklarından dolayı suçüstü yakaladı. Yeryüzünde onları kovalayanlar aracılığı ile kendilerine ağır darbeler indirdi. Onlar için sürekli bir aşağılanmışlık, ezilmişlik öngördü. Kıyamet gününe kadar yeryüzünde azgınlaştıkları her seferinde kesinlikle başlarına bir felaket geleceğini birliklerinin parçalanacağını, yeryüzünün dört bir yanına dağıtılacaklarını bildirdi.

ÖLÜM BİR DEFA DİYENLER

Firavun ve kurmaylarının yerle bir edilişleri, Musa ve soydaşlarının kurtuluşu, İsrailoğullarının Firavun'un dinden döndürme amaçlı baskıları ve işkencelerinden sonra Allah'ın gönderdiği ayetlerle sınanmaları ile ilgili bu gezintiden sonra, surenin akışı müşriklerin ölümden sonra diriliş ve mahşerde toplanma konusundaki tutumlarına; kuşku ve inkarlarına dönüyor. Surenin akışı diriliş. meselesi ile varlık aleminin planını ve binasını hak ve ciddilik temelleri üzerinde birbirine bağlamak için bu konuya dönüyor. Çünkü varlıklar aleminin temel dayanağı olan hak ve ciddilik prensipleri ölümden sonra dirilişi ve mahşer günü toplanmayı zorunlu kılıyor:



34- Bu inkarcılar da diyorlar ki:

35- "Bir kez öleceğiz ve herşey bitecek. Biz dirilecek değiliz."

36- "Doğru söylüyorsanız, babalarımızı getirin."

37- Peki onlar mı hayırlı, yoksa Tubba kavmi ve onlardan önce gelen kavimler mi? Suç işledikleri için biz onların hepsini helak ettik.

Müşrik Araplar diyorlardı ki: Bir defa öleceğiz ve bunun ötesi yoktur. Ölümden sonra dirilmek, mahşer gününde toplanmak yoktur. Buna söz verilen dirilme ve mahşerde toplanma va'dini geride bırakan anlamında "ilk" ölüm diyorlardı. İlk ölümden sonra herşeyin bittiğine delil olarak, ölüp giden atalarından hiç kimsenin geri dönmemiş olmasını, hiç kimsenin tekrar dirilmemiş olmasını ileri sürüyorlardı. Şayet ölümden sonra dirilmek gerçekse, doğruysa, o zaman ölen atalarımız gelsin diyorlardı.

Onlar bu istekte bulunurken ölümden sonra dirilişin, mahşerde toplanmanın hikmetinden habersizdirler. Bunun insan varoluşunun halkalarından biri olduğunu; özel bir hikmete göre belli bir hedefe yönelik olduğunu bilmiyorlardı. Belirlenen hedef; varoluşun ilk halkasında yapılanların gerekli karşılığı görmeleridir. Allah'ın buyruklarına isteyerek boyun eğenlerin, dünya hayatında attıkları doğru adımların karşılığı olarak onur verici bir akıbete ulaşmalarıdır. Allah'ın buyruklarına karşı çıkanların kokuşmuş bir bataklığa benzer hayatlarında attıkları çarpık ve yanlış adımların karşılığı olarak onur kırıcı, aşağılayıcı bir akıbete ulaşmalarıdır. İşte bu ilahi hikmet, insan varoluşunun yeryüzündeki aşamasının bütünüyle sona ermesinden sonra yeniden dirilişi ve mahşer gününde toplanmayı kaçınılmaz kılıyor. Ölümden sonra dirilişin bir ferdin, ya da topluluğun diriliş ve mahşeri onaylamaları için istedikleri zaman gerçekleşen bir oyuncak olmasını önlüyor. Oysa insanlar bu meseleye ilişkin gayba tanıklık etmedikleri sürece imanları tamamlanmaz. Gaybın kapsamındaki bu meseleyi peygamberler bildirmişlerdir; hayatın tabiatına ve yüce Allah'ın yaratılışa esas kıldığı hikmetin özüne ilişkin plan bunun gerçekleşmesini zorunlu kılıyor. Hayatın akışını yönlendiren planı gereği gibi düşünmek, ahirete inanmak, ölümden sonra dirilişi doğrulamak için yeterlidir.

Surenin akışı onları evrenin özüne yerleştirilen bu planla yüzyüze getirmeden önce Tubba kavminin kökünün kurutulmasına ilişkin sert ifadeli bir mesajla kalplerini uyarıyor. Tubbalılar Arap yarımadasında hüküm süren bazı Himyer krallarının soydaşlarıdır. Burada işaret edilen kıssayı dinleyiciler iyi bilmeliler ki, kalplerini sert bir ifadeyle uyarmak, benzeri bir akıbetten sakındırmak amacı ile hızlı tempolu bir işaretle yetiniliyor:

"Peki onlar mı hayırlı, yoksa Tubba kavmi ve onlardan önce gelen kavimler mi? Suç işledikleri için biz onların hepsini helak ettik."

Bu, uyarma amaçlı hatırlatmanın ve bu hatırlatmanın düşündürdüğü dehşetin neden olduğu ürpermenin etkisi geçmeden surenin akışı göklerin ve yerin yaratılışında gözönünde bulundurulan plana, uçsuz bucaksız evrenin kendi içinde ahenkli oluşuna, bu ahengin ötesinden görülen hedefe, doğruluğa ve ince düzenlemeye dikkatlerini çekiyor:



38- Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık!

39- Onları sadece halk ilkesine dayalı olarak yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.

40- Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür.

41- O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler.

42- Yalnız Allah'ın merhamet ettiği bunun dışındadır. Şüphesiz Allah, üstündür, esirgeyendir.

Burada çok latif psikolojik amaçlı bir uyarı yöneltiliyor. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkların yaratılışı ile ölümden sonra diriliş ve mahşer gününde toplanma meselesi arasında çok ince hesaplanmış bir münasebet vardır. Ne var ki insanın öz yaratılışı (fıtratı) burada olduğu gibi dikkatle yöneldiği zaman bu münasebeti çok kolay kavrar.

Göklerin ve yerin yaratılışındaki inceliği, hikmeti, gözle görülür amacı, bilinçli olarak gözönünde bulundurulmuş ahengi... Herşeyin, yaratılış amacının gerçekleşmesi ve çevresindeki varlıklarla ahenk oluşturması için, fazla ya da eksik, olmamak üzere bir ölçüye göre yaratılması... Tüm varlıkların yaratılış planında ve biçiminde belirgin bir amacın gözetilmesi... Ne yönden bakılırsa bakılsın içindeki latif ve ince planlanmış yaratıklarla birlikte akıllara durgunluk veren varlıklar aleminin ince hesaplanmış planının tesadüf ve boşuna yaratılmış olmaya yer vermemesi...

Evet, bir insan bütün bunları düşündüğü zaman, bu yaratılışın bir amacı olduğunu, boşuna olmadığını, hak ilkesine dayalı olarak gerçekleştiğini ve asla batıla yer vermediğini anlar. Ayrıca bu yaratılışın henüz gelmemiş bir sonunun olduğunu, bununsa şu gezegen üzerindeki kısa yolculuğun sonundaki ölümle gerçekleşmediğini, hayatın ve varlıklar aleminin binasına dayanaklık eden planın kesin mantığı açısından ahiret ve mahşer günü hesaplaşmanın kaçınılmazlığını anlar. Çünkü şu dünya hayatındaki iyiliğini, yapıcılığın ve bozgunculuğun doğal sonucu ancak bu şekilde gerçekleşir. İnsanoğlu aynı anda hem yapıcılık hem de bozgunculuk niteliklerini özünde barındırır, ikisinden birini seçme gücüne ve iradesine sahiptir. Yolculuğunun sonunda bu seçiminin karşılıyı görür.

İnsanın bu şekilde iki boyutlu bir varlık olarak yaratılması ve yüce Allah'ın eylemlerinde boşunalığa yer olmaması, insan varoluşunun belli bir akıbetinin olmasın gerektiriyor ve yeryüzündeki yolculuğundan sonra insanın bu akıbete ulaşmasını zorunlu kılıyor. İşte ahiret meselesinin özü, gerekçesi budur. Bu yüzden, göklerin ve yerin yaratılışındaki hikmete ve hedefe dikkat edilmesine ilişkin direktiften sonra şu ifadelere yer veriliyor:

"Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür."

"O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler."

"Yalnız Allah'ın merhamet ettiği bunun dışındadır, şüphesiz Allah üstündür, esirgeyendir."

Bunlar önceki ifadelerle bütünüyle bağlantılı olarak yeralan son derece doğal açıklamalardır. Çünkü ilahi hikmet insanların birbirinden ayrılacağı, hidayèt ve sapıklık arasındaki çelişkinin sonuca bağlanacağı, iyiliğin saygı görüp kötülüğün aşağılanacağı, insanların yeryüzündeki tüm dayanaklarından, akrabalık ve bağlılıklarından soyutlanacakları bir günün olmasını gerektiriyor. O gün insanlar tıpkı onları ilk kez yarattığı gibi Rabblerine tek başlarına dönecekler. Kendi elleri ile yaptıklarının karşılığını alacaklar. Kimseden yardım görmeyecekler ve kimse onlara acımayacak. Ancak her şeyden üstün, herşeye gücü yeten, kullarına acıyan, şefkat gösteren Rabblerinin rahmetinin kapsamına alınanlar hariç. Onlar, çalışmak, amel etmek üzere onun elinden çıkmış, yaptıklarının karşılığını almak üzere de tekrar onun eline dönmüşlerdir. Onların çıkışları ile dönüşleri arasındaki süre amel için tanınan bir fırsattır, bir sınav alanıdır.

İşte, evrenin planında, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki canlı-cansız varlıkların hak ilkesine dayalı olarak yaratılışında, varlık aleminde yeralan herşeyde açıkça görülen taktirde, kendini anlatan hedefte gözlemlenebilen ilahi hikmet bunu gerektiriyor.

CEHENNEM YİYECEĞİ ZAKKUM VE CENNET

Bu prensibin vurgulanmasından sonra surenin akışı onlara, her meselenin çözüme bağlandığı kıyamet günü sahnelerinden birini sunuyor. İsyancıların ve itaatkârların karşılaştıkları azabı ve nimeti tasvir ediyor. Bu, surenin konusu ile

sert atmosferi ile uyuşan son derece sert bir sahnedir:



43- Zakkum ağacı.

44- Günahkarların yemeğidir.

45- Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarında kaynar.

46- Sıcak suyun kaynaması gibi.

47- "Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin."

48- "Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün."

49- "Tad bakalım, hani şerefli olan, üstün olan yalnız sendin?"

50- İşte o kuşkulanıp durduğunuz şey budur!

51- Müttakiler ise güvenli bir makamdadır.

52- Bahçelerde ve çeşme başlarında.

53- İnce ipekten ve parlak atlastan giysiler giyerek karşılıklı otururlar.

54- Ayrıca onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir.

55- Orada, güven içinde, her meyveyi isterler.

56- Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar, sürekli yaşarlar. ve Allah onları cehennem azabından korumuştur.

57- Cehennemden korunmaları Rabbinden bir lütuftur. İşte büyük kurtuluş budur.

Sahne, zakkum ağacının günahkârların yiyeceği olduğunu belirttikten sonra bu ağacın tanıtımı ile başlıyor. Ürpertici, dehşet verici, korkunç bir sunuş. Bu yiyecek kaynamış yağın tortusu gibidir. Tıpkı kaynar su gibi karınları yakmaktadır. İşte o, günahkâr da orada duruyor. Rabbine ve güvenilir peygambere karşı büyüklük taslayan günahkâr... Ve işte yüce Allah'tan zebaniye yönelik bir emir geliyor, onu "saygın(!)" konumuna yaraşır biçimde yakalayıp sürüklemesini istiyor.

"Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin!" "Sonra bayın üzerine kaynar su azabından dökün."

Kıskıvrak yakalayın onu. Sürükleyin cehenneme doğru. Saygı göstermeden, acımadan, aşağılayarak, kaba davranarak bağlayın. Orada haşlayan, yakan kaynar sudan dökün başından aşağı. Bağlanmanın, itilip kakılmanın, sürüklenmenin, yanıp haşlanmanın yanısıra bir de azarlanıyor, rezil ediliyor:

"Tad bakalım, hani şerefli olan, üstün olan yalnız sendin."

Bu üstün ve şerefli olmadıkları halde, üstelik Allah'a ve O'nun peygamberine karşı büyüklük taslayan şerefli ve üstün (!) kimselerin cezasıdır.

"İşte o kuşkulanıp durduğunuz şey budur!"

Siz, peygamberleri alaya alıyor, onların sunduğu ayetlerle eğlendiğiniz gibi bugünün geleceğinden de kuşku duyuyordunuz.

Sahanın bir kenarında yakalayıp sürükleme, başından aşağı kaynar sular dökme, haşlama, azarlama, rezil rüsva etme manzaraları görülürken, insanın hayali bakışları bir başka tarafa ilişiyor. Birden, bugünün dehşetinden korkan, azabından titreyen "Müttakiler" görünüyorlar. Hem de "Güvenilir bir makamda" oturuyorlar. Burada korkmuyorlar, dehşet içinde değildirler. Ne bağlanıyorlar, ne de itilip kakılıyorlar. Yakalanıp sürüklenmiyorlar, başlarından aşağı kaynar sular dökülmüyor. Aksine kendilerine sunulan sayısız nimetler içinde yüzüyorlar. "Bahçelerde ve çeşme başlarında." İnce ve kalın ipekten giysiler giyerek karşılıklı koltuklara kurulup sohbet ediyorlar. Bütün bunlarla ve iri siyah gözlü hurilerle evlendirilmeleriyle nimetler tamamlanıyor. Onlar cennette ev sahibidirler ve istediklerini alabiliyorlar: "Orada güven içinde, her meyveyi isterler." Bu nimetlerin tükeneceğini düşünmezler. Orada ölüm sözkonusu değildir. Bir kere ölmüşlerdi ve bir daha ölümü tatmayacaklar. (Bu, müşriklerin "Bir kez öleceğiz ve herşey bitecek! Biz dirilecek değiliz." şeklindeki sözlerine karşılık olarak yeralıyor. Evet, bir defa ölünecek âma, ondan sonra cehennem ve cennet vardır.) "Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur." Bu, yüce Allah'ın onlara yönelik bir lütfudur. Çünkü azaptan kurtuluş ancak onun lütfu ile, onun merhameti ile mümkündür. "Cehennemden korunmaları Rabbinden bir lütuftur. İşte büyük kurtuluş budur." Hem de ne büyük bir kurtuluş!

Bu sert ve etkisi derinlere varan sahnenin, atmosferi içinde, peygamberlik nimetinin hatırlatılmasına ve insanların bu nimeti yalanlamanın akıbetinden kurtulmalarına ilişkin bir ifadeyle sona eriyor sure:



58- Biz o Kur'an'ı senin dilinde indirerek kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.

59- Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler.

Bu, surenin havasını, genel içeriğini özetleyen bir bitiştir. Bu bitiş cümlesi surenin başlangıcı ile, ayrıca surenin akış çizgisi ile uyuşuyor. Nitekim sure kitaptan ve kitabın uyarmak ve hatırlatmak amacı ile indirilişinden söz ederek başlamıştı. Surenin akışı içinde de kitabı yalanlayanları bekleyen akıbete değinilmişti. "O gün büyük bir şiddetle çarparız. Zira biz öç alıcıyız.!"

Bu bitiş cümlesi de onlara bu Kur'an'ın anlayıp kavrayabildikleri arapça olarak peygamberin dilinde indirilmek suretiyle kolaylaştırılmasında somutlaşan Allah'ın kendilerine yönelik nimetini hatırlatıyor. Bunun yanısıra, üstü kapalı ama korkutucu bir ifadeyle onları yaptıklarının akıbetinden korkutuyor:

"Öyleyse bekle onlar da beklemektedirler."

DUHAN SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Hâ Mîm." (Duhân: 1) Sûre, Kur'ân-i Kerîm'e yeminle başlamıştır:

"Mübîn olan Kitâb'a andolsun." (Duhân: 2) Yani apaçık Kitâb'a andolsun.

"Bİz O'nu (Kur'ân'ı) mübarek bir gecede indirdik." (Duhân: 3)

Bu gecenin Ramazan gecelerinden olan Kadîr gecesi olduğu kesindir. Bu gecenin Şa'ban'ın onbeşinci gecesi olduğuna cevaz veren müfessirler yanılmışlardır.

Gece ancak son vahyin inmesiyle bereketlenmiştir. "İşte bu geceyi bereketlendi­ren, hikmet, nâr ve bol hayır İle dolu olan vahiydir. (Resulüm) sana bu Kitâb'ı âyet­lerini düşünsünler diye indirdik. (Sâd: 29) "İşte bu (Kur'ân), bizim İndirdiğimiz mü­barek bir kitaptır. Buna uyun." (En'am: 155)

Bu Kitâb'ın bereketli olması, insanların melekleşmesi ve yalnız bırakılan Arap-lar'ın güneş batmaz medeniyete sahip olan ümmet olmasıdır.

"Kuşkusuz biz uyarıcıyız." (Duhân: 3)

Bu, egemen olan azgınları ve ve onun ilkelerine hizmet edenleri ortadan kaldır­ma öncesi temizlemedir. Geçmiş zâlim kralların ölümünden sonra İslâm adaletinin kaim olmasıdır. Öncekilerin ve sonrakilerin kendisine ihtiyaç duyduğu tevhid inancı­nı destekleyen âyetler geçmiştir.

Arapların ilk işlerinin İslâm davetini desteklemek, onu taşımak için güçlüğe kat­lanmak ve yurtlarından çıkarılmak olduğu bilinmektedir. İşte o zaman peygamber, Rabbine şöyle yakarmıştır: "Allah'ım, Yûsuf'un yedisi gibi onlara yediyle yardım et." Bu sebeple yer kurumuş, yağmur kesilmiş, müşrikler aç kalmış, onların gözünde dünya kararmış, sanki havayı duman bürümüş ve her tarafı top kaplamıştır.

Duhân Sûresi ■ 483

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Bunun üzerine kavmini bağışlamasını istemek için insanlar, Allah Resûlü'ne (s.a.v) gitmişler.

"Gel gör ki, onlar bağışlandıktan ve nimetlerine kavuştuktan sonra gerisin geri dönmüşlerdir. Biz azabı birazcık kaldıracağız, ama siz yine (eski halinize) dö­neceksiniz. Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intika­mımızı alırız." (Duhân: 15-16)

Allah, Bedir günü müşriklerden öç almış, küfrün elebaşlarını helak etmiş ve on­ları kötü bir yenilgiye uğratmıştır.

Müfessirlerin geneli, âyeti işte böyle yorumlamıştır.

Burada benim de taraftar olduğum bir başka görüş daha vardır. Duman, gelecek­te keşfedilecek bir mucize olabilir, tıpkı bugün Ozon tabakasının delinmesinin insan­ları korkutması gibidir. Yeryüzünde ilhad ve bozgunculuğun yayılması, İslâm'ın iş­kenceye ve düşmanlığa maruz kalması ve Resûl'ün şahsına iftiralar atılması kabilin­den ansızın gelen bir musibet ve feci bir azâb ufukları bürüyebilir.

O vakit, insanlar, rahmet umarak ve son risâlete ihanet eden konumlarına pişman olarak Allah'a yönelmeliler. Onlar gerçekten böyle midirler?

Ne olursa olsun, son buluşma anında genel bir hesap olacak ve o gün her nefis, ileri sürdüğü ve geri bıraktığı şeyleri görecektir.

Sûre, ilk vahiy hamlesinin darlık ve sıkıntıları paylaştığını açıklamaktadır. Mûsâ, Fir'avn'dan kavmini serbest bırakmasını ve kendisiyle birlikte kavminin başka bir memlekete gitmesini istemiş, fakat Fir'avn, bu isteği kabul etmemiş ve Mûsâ kavmi­ne işkence etmiştir. Sonunda Fir'avn ve yandaşlarının durumu ne oldu? Hepsi birden helak oldular:

"Onlar geride nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler bırakmışlardı, İşte böylece biz de onları başka bir top­luma miras bıraktık." (Duhân: 25-28)

Tarih tekerrür etmektedir. Zulmün sonu her çağda birdir. Önemli olan dâvetçile-rin seviyelerini yükseltmeleri ve sözlerini eylemleriyle doğrulatmalarıdır. İşte o za­man iş onlara kalınca adalet ve temizlik örneği sergiyebilsinler.

Doğruluğun dindarların hayatında süresinin az olması üzücü bir durumdur. Ne yazık ki onlar da hemen arzularına yenik düşmekte ve peygamberlerinin mirasını ter-ketmektedirler. Yüce Allah, Yahudiler hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun biz İsrâİloğullan'na, bilerek, (kendi zamanlarında) âlemlerin üstün­de bir imtiyaz verdik. Onlara, içinde açıK bir imtihan bulunan işaretler verdik." (Duhân: 32-33)

484 ■ Duhân Sûresi

Muhammet! Gazali

Onlar kurtulduktan ve mal mülk edindikten sonra ne yaptılar? Yeryüzünde bozgunculuk yaptılar ve sihirli ölçüyü bozdular.

Onlardan sonra ölçüyü Araplar seçtiler ve Yüce Kur'ân'ın mirasına kondular, onunla adım adım ilerlediler sonra pek azı hâriç onu bir tarafa bıraktılar. Her sapan­ları gözetleyen fecî azabı boyunlarında hissettiler. Şimdi onlar, her zorbanın kanını emdiği küçük gruplar oldular.

Vahiyle kurtulanlar, dünya ve âhiret hayrına vâris olurlar. Bu sâlih mü'minlere Allah'ın va'didir.

Çağdaş medeniyeti savunanlar, büyük oranda zekî insanlar. Ancak bunlar âhiret hayatına iltifat etmemekte, bir gün Allah'a kavuşacaklarını akıllarının ucuna bile ge­tirmemekte, tıpkı Arap Yarımadası câhiliyye insanları gibi ölüm ötesi hayatı sihir ola­rak görmekte ve hurafe saymaktadırlar.

"Onlar (müşrikler) diyorlar ki: İlk ölümümüzden sonra bir şey yoktur. Biz di­riltilecek değiliz. Doğru söylüyorsanız atalarımızı getirin." (Duhân: 34-36)

Allah babaları ve çocukları bir araya getirecek, her iki tarafın yaptıklarını hesaba çekecek ve onlar hayatın boş, anlamsız, komik bir çekişmeden ibaret olduğunu anla­yacaklardır:

"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bil­miyorlar. Şüphesiz (hakkı bâtıldan ayıran) hüküm günü, hepsinin bir arada bu­luşacağı gündür." (Duhân: 36-40)

Göklerin ve yerin zerrelere, kürrelere, karıncalara, fillere, ırmaklara, ormanlara, karalara ve denizlere hükmeden hassas kanunlara göre yaratıldığı bir gerçektir. Bütün bunları araştıran ve yaratıcının azametine işaret eden acaibliklerin olduğunu gösteren doğru bilim dallan vardır. Müslümanlarla suçlular, zikredenlerle gafil olanlar, diri kalb ile ölü kalb sahibi olanlar arasını ayıran son hesapta bu gerçekler işte böyle or­taya çıkacaktır.

Kur'ân-ı Kerîm, va'd ve vaîdi ile insan yaşamına vaveyla egemen olduğunu ve âhiret pasajlarının bu dünyanın aldatmalarını giderdiğini belirtmektedir.

Duhân Sûresi, bu Örneklerden biriyle son bulmuştur:

"Şüphesiz hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür. O gün, dostun dosta hiç bir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez." (Duhân: 40-41)

Kötüler neyi beklemektedirler? j>

[

"Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarında maden eri-

Duhân Sûresi ■ 485

Sûrelerin Konulu Tefsiri

yiği gibi, suyun kaynaması gibi kaynar." (Duhân: 43-46) İyiler neyi beklemektedirler?

"Muttakîler ise hakikaten güvenilir bir makamdadırlar. Bahçelerde ve pınar başlanndadırlar. İnce ipekten ve parlak atlastan giyerek karşılıklı otururlai (Duhân: 51-53)

Gafilleri uyarmak ve büyük risâlet sahibi bir ümmet oluşturmak için Allah, Muhammed'e Kur'ân indirmiştir:

"Biz O'nu (Kur'ân'ı), öğüt alalar diye senin dilinde indirerek kolayca anlaşı masını sağladık. (Yine de inanmayanların başlarına gelecekleri) bekle; onlar beklemektedirler." (Duhân: 58-59)

DUHAN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1-3- "Hâ-mîm", Rahmân'ın Muhammed'in ruhunda tecelli eden ledünnî, ilâhî rahmetinin icmalî bir remzidir. Hem de o apaçık kitaba and olsun.

MÜBİN beyanı güzel, ifadesi parlak, apaçık kitap bir bakıma levh-i mahfuz olabilirse de Kur'ân olması zamir itibarıyla daha açık, daha uygundr. Ki biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, "Kadir" gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban'ın yarısı gecesi demişlerdir. Keşşaf tefsirinde der ki, â yette geçen "Mübarek gece" kadir gecesidir. Bir de denildi ki, Şaban'ın yarısı gecesidir ki bunun dört adı vardır. "Mübarek gece", "Berae gecesi" "Sakk gecesi", "Rahmet gecesi". Ve denildi ki bununla kadir gecesi arasında kırk gün vardır. Berae ve Sakk ge c esi denilmesi hakkında da denilmiştir ki, haraç tamamen alındığı zaman beraetlerini (temize çıkmalarını) dile getiren bir sakk (bir sened) yazıldığı gibi, Allah Teâlâ da bu gece mümin kullarına beraet yazar. Ve denilmiştir ki bu gecede beş

özellik vardır: 1- Tefrik-i külli emrin hakim (her hikmetli işin ayrılması) 2- Bu gecedeki ibadetin fazileti: Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Her kim bu gece yüz rekat namaz kılarsa yüce Allah ona yüz melek gönderir. Otuzu ona cenneti müjdeler, otuzu ona cehennem az a bından teminat verir. Otuzu da ondan dünya afetlerini savarlar, O'nu da ondan şeytanın tuzaklarını hilelerini savarlar." 3- Rahmet iner, Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunla r ının kılları sayısınca." 4- Mağfiret meydana gelir. Yine Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki "Yüce Allah bu gece bütün müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz, yahut müşahin (çok kin güden) veya içkiye düşkün olan, yahut ana-babasını inciten, v e ya zinaya ısrarla devam eden müstesna." 5- Bu gecede Resulullah (s.a.v.)a şefaatın tamamı verilmiştir. Çünkü Resulullah Şaban'ın on üçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etti üçte biri verildi. On dördüncü gecesi niyaz etti üçte ikisi verildi. On beş i nci gecesi niyaz etti, hepsi verildi. Ancak Allah'tan devenin kaçması gibi kaçanlar başka. Bir de bu gece zemzem suyunun açık bir biçimde artması ilâhî âdetlerdendir. Bununla birlikte çoğunluğun görüşü bu mübarek geceden maksadın kadir gecesi olmasıdır. Ç ü nkü, "Gerçekten biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadr, 97/1) buyurulmuştur. Bir de, "Her hikmetli iş nezdimizden bir emr ile o zaman ayrılır. (Duhan, 44/4) ifadesi, "Ondan melekler ve ruh Rablerinin izniyle herbir iş için iner de iner. (Kadr, 97/4) ifadesine uygundur. Bir de, "Ramazan ayıdır ki Kur'ân onda indirilmiştir." (Bakara 2/185) buyurulmuştur. Ve çoğunluğun görüşüne göre Kadir gecesi Ramazan'dadır. Eğer dersen: Kur'ânın bu gecede indirilmesinin mânâsı nedir? Derim ki; Şöyle dediler: Yedinci semadan dünya semasına bir cümle olarak (toptan) Levh'te dünya semasına indirildi, ve Cebrail (a.s.) sefereye (yazıcı meleklere)

imlâ etti, sonra da Peygamber'e yirmiüç senede kısım kısım indiriyordu.

Keşşaf'ın Kur'ân'ın inişi hakkındaki bu son beyanı, bu gecenin Berat gecesi olduğunu söyleyenlerin görüşüne uygun düşmüş oluyor. Çünkü Kadir gecesinde ilk kez Peygamber'e indirilmeye başlanmıştır. Onun için Kâdî ve Ebu's-Suud şöyle demişlerdir: "İlk defa o gece indirilmeye başlandı. Veya o gece c ümleten (toptan) Levh'ten dünya semasına indirildi ve Cebrail (a.s.) sefereye (yazıcı meleklere) imlâ etti, sonra da Peygamber'e yirmi üç senede kısım kısım indiriyordu."

Fahruddin Razî de şöyle kaydetmiştir: Rivayet olunur ki: Atıyye-i Harûrî, İbnü Abbas hazretlerinden "Gerçekten biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadr, 97/1) ifadesi ile "Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan, 44/3) ifadesini şöyle sordu: Yüce Allah Kur'ân'ı ayların hepsinde indirmiş iken bu nasıl sahih olu r? İbnü Abbas (r.a.) hazretleri de dedi ki: Ey İbnü Esved! Ben helak olsam da bu nefsinde kalsa cevabını da bulamazsan helak olacaktın. Kur'ân cümleten (toptan) Levh-i mahfuzdan Beyti Ma'mura indi ki o dünya semasıdır. Sonra onun arkasından olayların çeşit lerine göre, durumdan duruma nazil oldu.

Demek ki, Kur'ân'ın bir toptan inişi, bir de kısım kısım inişi vardır. Toptan inmesi bir defada olmuştur. Buna daha çok "İnzal" deyimi uygundur. Kısım kısım inmesi de Peygamber'e azar azar yirmi üç senede omuştur. Buna da "Tenzil" deyimi uygundur. Bunların aynı mânâda kullanıldıkları yadırganmadığı gibi, "tenzil"in her necmi (kısım kısım inmesi) ayrıca düşünüldüğü zaman yine "inzal" denilmek uygun olacağından birinin bir gecede birinin de diğer gecede olması iki rivayetin uzlaştırılmasına daha uygun gelecektir. Şu halde "mübarek gece"nin "berat gecesi" olması, "Gerçekten biz onu kadir gecesi indirdik." (Kadr 97/1) buyurulmasına aykırı olmayacaktır.

MÜBAREKE, hayrı çok demektir. Çünkü Yüce Allah bu gecede kullarının menfaatlerine ait işler hazırlar ki yalnız Kur'ân'ın inzali olsa yine yeterdi. Amma niçin gece indirildi. Çünkü biz münzir idik, yani inzar yapıyorduk, inzar edecek uyarıcı bir peygamber gönderiyorduk. Demek ki Peygamber'in inzarı sıdk ile ya p ılması için ilk önce onu kendi nefsinde duyması hikmetin gereği idi.

4-5-6-Buna da en yaraşan gece olması idi, gecenin mübarekliğine gelince her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Her hikmetli, önemli iş veya her muhkem, sağlam olması gereken işler onda yani o gecede ayrılıp tedbir ve dağıtımı yapılır. İcra edilmek üzere özel olarak ayrılır, yazılır. Bu cümle isti'nafiye (yeni bağımsız cümle) veya gece kelimesinin sıfatıdır. Önceki ihtimale göre "mutlak olarak gecede", ikinciye göre de, O gecede" deme k olur. Ebu's-Suud der ki: Bu vasıf onun kadir gecesi olduğuna delalet eder.

nun mânâsı da şu demek olur: Gelecek seneye kadar kulların rızıkları, ecelleri ve diğer durumları yazılır, ayrıntılı bir şekilde belirlenir. Bir de denilmiştir ki: Bunun Levh'ten yazılmasına Beraat gecesi başlanır Kadir gecesi bitirilir. Rızıklar nüshası Mikail'e, savaşlar, zelzeleler yer çökmeleri, yıldırımlar nüshası Cebrail'e, ameller nüshası dünya semasının sahibi İsmail'e ki büyük bir Melektir, musibetler nüshası da ölüm meleğ ine verilir.

Tarafımızdan bir emir olarak yani "Hakim emir"den maksat doğrudan doğruya Allah'tan olan şeylerdir. Yahut tarafımızdan emir ile ayırt edilir. Veya fiilindeki zamirden haldir, yani o Kur'ân'ı tarafımızdan bir emir, bir ferman olarak indirdik. Çünkü biz peygamberlik veriyorduk. Ki Resulün, elçinin elinde alamet olmak üzere bir emirname, bir ferman bulunması lazım gelir. O Peygamberlik ne için? Rabbından bir rahmet olmak üzere ki Hz. Muhammed'in peygamberliği alemlere rahmettir. İnzar da onun içindir. Gerçekte O öyle işitici, öyle bilicidir. Mazlumların, muhtaçların feryatlarını iştir, ihtiyaçlarını bilir.

7- Rabbin "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir." Eğer siz kesin bilgi sahipleri iseniz, ilimlerde kesinlik elde etmiş iseniz, veya kesinlik arıyorsanız bu böyledir.

8- "O'ndan başka ilah yoktur." Hem hayat verir hem öldürür. Bunu görüp duruyorsunuz hem sizin Rabbınız hem de önceki atalarınız Rabbidir, eski babalarınızı öldürmüş, şimdi size hayat vermiş bundan dolayı körü körüne eski ataları taklid edeceğiz diye uğraşmamalı O'nun emrine uymalıdır.

9-(*} Fakat onlar bir şüphe içinde oynuyorlar. Kesin bilgi sahibi değiller, Allah deseler de ciddiyetle ve boyun eğerek değil, şu bildirilen İlâhi işlere, Allah'ın kitap indirdiğine, Peygamber gönderdiğine kesin olarak inanmıyor, eğleniyorlar;

10-11- O halde bekle gözle. İşte buradan inzar (uyarı) başlıyor, artık gözet. o günki Sema apaçık bir duman ile gelecek insanları saracaktır.

DUHAN-I MÜBİN, aşikara, apaçık bir duman demektir. Bu duman hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi İbnü Mes'ud Hazretleri'nden rivayet olunduğuna göre şiddetli açlık ve kıtlık seneleridir, çünkü çok aç olan kimseye gerek gözlerinin zayıflığından ve gerek çok kuraklık ve kıtlık senelerinde havanın fenalığından Sema (gökyüzü) dumanlı görünür. Bir de Araplar gelmesi çok kuvvetle muhtemel olan şerre "Duhan" derler. Nitekim "dumanlı hava" deyimini biz de kullanırız. Olay şudur: Kureyş Resulullah (s.a. v.)a isyanda

ileri gitmek isteyince aleyhlerine şöyle dua etti: "Allah'ım! Mudar kabilesine karşı cezanı şiddetlendir ve onlara Yusuf'un seneleri gibi seneler göster." Yani, Yusuf'un seneleri gibi kıtlık seneleriyle sıkıntıya uğramalarını niyaz etti. Bunun üzerine onları bir kıtlık yakaladı hatta cife, kemik, ilhiz yediler. Kişi yer ile gök arasını duman görüyordu. Söyleyenin sesini işitir dumandan kendisini görmezdi. Buyurulduğu gibi insanları sarmıştı.

12- Bu acı veren bir azab! diyorlardı. Ebu Süfyan bir kaç kişi ile Peygamber'e geldi. Allah Teâlâ'ya ve rahime (kan akrabalığına) and verdiler. Eğer dua eder de bu hali üzerlerinden savarsa iman edeceklerine söz verdiler. Ya Rabbi bizden azabı gider, biz müminiz yani bu azabı giderirsen iman edeceği z demeleri de budur. İkinci tefsirde ise Hz. Ali'den şöyle nakledilmiştir: Kıyametten önce gökten gelecek bir dumandır. Kâfirlerin kulaklarına girecek ta ki her birinin başı püryan olmuş (sarhoş olmuş) başı dönecek, mümine de ondan zükam (nezle) gibi bir h a l gelecek ve bütün yeryüzü içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve dönecek. Huzeyfe İbnü'l-Yeman'dan rivayet olunduğuna göre Resulullah buyurmuştur ki: "Alametlerin ilki Duhan, ve Meryem oğlu İsâ'nın inmesi, Aden'in derinliklerinden çıkacak olan bir ateştir ki insanları mahşere sevk edecektir. Huzeyfe: Ya Resulullah o duhan nedir demiş, Resulullah, "O semanın açık bir duman ile geleceği günü ki insanları saracaktır." (Duhan,44/10,11) diye okuyup buyurmuştur ki, doğu ile batı arasını dolduracak, k ırk gün kırk gece duracak, mümin zükam (nezle) gibi olacak, kâfire sarhoş gibi burnundan kulağından girip aşağısından çıkacak.

Fahruddin Râzî İbnü Abbas'tan meşhur kavlin bu olduğunu söyler. Gerçi "Duhan-ı mübîn" deyimi buna, sözün akışı da öncekine daha uygundur. Çünkü Resulullah'ın hayatında olduğunu üstü kapalı olarak hissettirmektedir.

13-Buyuruluyor ki, onlara ibret almak, bellemek nerede. Oysa kendilerine beyan edici bir Resul geldi. Açık âyetler, açık mucizelerle

Allah tarafından gönderildiği besbelli olarak herşeyi apaçık anlatan hem fiili hem sözü ile açık olan bir peygamber geldi.

14- Sonra ondan yüz çevirdiler de "Muallem", "Mecnun" dediler. Kâh muallem, yani talim olunmuş, öğretilmiş, Sekîf'den birinin A'cemî (Arap olmayan) bir kölesi öğretiyor dediler, kah da mecnun (deli) dediler, artık bu halde bu yetenekte bulunan insanlara yalnız olayların ifadesinden ibret almak, uyanmak, sözünde durmak ne kadar uzak.

15- Biz azabı biraz açacağız muhakkak ki siz döneceksiniz. "Ey Rabbımız bizden azabı aç, biz müminiz." (Duhan, 44/12) diye olan iman sözünüzde durmayacaksınız.

16-Bu uyanışı, bu "Rabbimiz!" diye yalvarışı, bu iman azmini unutup da eski halinize, inkarınıza ve nankörlüğünüze döneceksiniz. Büyük sıkmakla tutup sıkacağımız gün. Bu kıyamettir, Şüphesiz ki biz intikam alırız. "Döneceksiniz" deyimi azabın da dönmesini ima ettiğine göre, ikinci rivayeti "Batşe-i Kübra" "büyük sıkma"nın öncesi olmak üzere burada değerlendirmek iki mânâ arasını birleştirse g erekir.

17-29- "Andolsun ki, onlardan önce Firavun kavmini fitneye düşürdük." Bu ifade yüce Allah'ın intikamlarından bir örneği beyandır. Yine Firavun kavminden örnek getirilmesi Firavun hükümetinin en büyük zulüm ve şer hükümeti olması ve "Çünkü o üstün müsriflerden idi." (Duhan, 44/31) buyurulacağı üzere öldürme ve cinayetlerde ileri gidenlerin en üstünü bulunması itibarıyladır. Sonuç olarak üzerlerine ne gök ağladı ne yer. Burada bir kaç açıklama tarzı vardır:

1- Vahidî'nin Basıt'te dediği üzere Enes b. Malik (r.a.) rivayet etmiştir ki Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir kul yoktur ki gökte ona iki kapı olmasın, bir kapıdan rızkı çıkar, bir kapıdan da ameli girer, o öldüğü zaman onu kaybederler ve ona ağlarlar, böyle buyurup bu â yeti okudu. Buyurdu ki: Çünkü bunlar yeryüzünde salih bir amel yapmamışlardı ki yer ağlasın, göğe de ne salih bir amelleri ne de hoş bir sözleri çıkmamıştı ki gök ağlasın. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşü budur."

2- Gök ehli "göktekiler" ve yer ehli " yerdekiler" takdirindedir. Yani ne melekler ağladı, ne müminler, tam tersine onların ölmesi ile sevindiler.

3- Büyük bir adam vefat ettiği zaman Cihan ağladı, yer gök ağladı gibi deyimlerle musibetin büyüklüğünü anlatmak için abartmak âdettir. Keşşaf sahibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nakleder ki şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir

mümin ağlayıcıları bulunmayan bir gurbette ölürse herhalde ona yer ve gök ağlar."

Cerir de bir beytinde şöyle demiştir.

"Güneş doğmaktadır tutulmuş değil,

Sana gecenin yıldızlarıyla ay ağlıyor."

Bir de bunda onları alaya almaya benzer bir aşağılama vardır. Yani onlar kendilerini öyle büyük sayıyorlardı, ölecek olsalar kendilerine dünyaların ağlaması gerekir, oysa hiç de öyle olmadı, tam aksine bütü n alemler sevindi.

Meâl-i şerifi

30- Andolsun ki biz İsrailoğullarını o aşağılayıcı azabdan kurtardık.

31- Firavun'dan da kurtardık çünkü o üstünlük taslayıp haddi aşan bir zorbaydı.

32- Andolsun ki biz onları bilerek o zamanki alemlere üstün kıldık.

33- Biz onlara içinde apaçık bir imtihan bulunan mucizeler verdik.

34- Gerçekten şu kâfirler diyorlar ki:

35- "Bizim ilk ölümümüzden başka bir şey yoktur. Biz tekrar diriltilecek değiliz.

36- Eğer siz doğru söyleyen kimselerseniz babalarınızı bize getirin."

37- Onlar mı daha hayırlıdır, yoksa Tükba kavmi ile onlardan öncekiler mi? Biz onların hepsini de helak ettik. Çünkü onlar suçluydular.

38- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.

39- Biz onları hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

40- Şüphesiz ki hakkı batıldan ayırd etme günü onların hepsinin bir araya toplanacağı gündür.

41- O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez.

42- Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz ki Allah çok güçlüdür, çok merhamet edicidir.

43- Gerçekten zakkum ağacı,

44- Günahkârların yemeğidir.

45- O pota gibi karınlarda kaynar.

46- O, k ızgın bir sıvının kaynaması gibidir.

47- Allah meleklere şöyle emreder. "Şunu tutun da Cehennem'in ortasına sürükleyin."

48- "Sonra onun başının üstüne kaynar su azabından dökün."

49- Ona şöyle denir! "Tat bakalım azabı! hani sen kendine gör e çok güçlü ve çok üstündün.

50- İşte sizin inkâr edip durduğunuz şey budur."

51- Şüphesiz ki kötülükten sakınanlar güvenli bir makamdadırlar.

52- Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.

53- Onlar ince ipekten ve parlak atlastan elbisele r giyerek karşılıklı olarak otururlar.

54- İşte böyle, biz onları ayrıca iri siyah gözlü hurilerle evlendiririz.

55- Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler.

56- Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur.

57- (Bunların hepsi) Rabbinden bir lütuf olarak (verilmiştir.) İşte büyük kurtuluş budur.

58- Biz Kur'ân'ı senin dilinle indirip kolaylaştırdık. Umulur ki onlar öğüt alırlar.

59- Artık sen onların başlarına gelecekleri bekle: Çünkü onlar da bekleyip durmaktadırlar.

30-36- "Andolsun ki biz İsrailoğulları'nı kurtarmıştık." Yüce Allah, Firavun'a ve kavmine yaptığı beyandan sonra bununla da Musa ve kavmine olan ihsanını beyan buyuruyor. Yani o gark (suda boğma)ın ve tahribin hikmeti kurtuluşu sağlamak olmuştu. Ve İsrailoğulları'nı bu nimete seçmesi de bir tesadüf değil bile bile onlara bahsetmiş olduğu bazı meziyetler ve nimetler dolayısıyla "O hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için.." (Mülk, 67/2) âyeti uyarınca imtihana çekmek içindir. Bu şekilde bu hikâyeyi tamama erdirmesinin ardından yine söz Mekkeliler'e getirilerek buyuruluyor ki: Şunlar yani şu Mekke kâfirleri. "İlk ölümümüzden ötesi yok, biz tekrar dirilecek değiliz, d i yorlar." İlk ölümden ötesini Ahireti ve ba'si (dirilmeyi) inkâr ediyorlar.

37-55- Onlar mı hayırlı yoksa Tübba'nın kavmi ve ondan öncekiler mi? Biz onları yok ettik, ilk ölümden ilersini inkâr edenlere karşı bu sözün nasıl bir cevab teşkil etiğini düşünmelidir. Bunun iki şekilde açıklaması vardır: Birincisi ilk ölüm olan ferdin ölümünden sonra onun mensup olduğu kavim ve milletin yok olmasının, ikinci bir ölüm demek olduğu anlatılmıştır. Bu "İlk ölümümüzden ilerisi yok." (Duhan, 44/35) demelerin e cevaptır. İkincisi de hak ve adalet için cezanın gerekliliğine binaen dirilmenin gerçekliğini ispat ile tehdiddir. Ki bu da "Biz yeniden dirilecek değiliz." (Duhan, 44/35) ifadesinin cevabıdır. Ve bu, daha sonraki âyetlerle daha çok açıklanacak ve ayrıntısına girilecektir.

Ebu Ubeyde demiş ki: Yemen krallarının her birine Tübba' denilirdi. Çünkü dünyadakiler onlara tabi olurlardı. Cahiliye'de Tübba'ın yeri İslâm'da halifenin yeri gibi idi, bunlar Arap hükümdarlarının en büyükleri idi.

"Hz. Ai şe (r.anha) Tübba' salih bir adam idi" demiştir. Ka'b da "yüce Allah onun kavmini kınadı kendisini kınamadı" demiştir. Kelbî o Ebu Kerb Es'addır demiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)den şu nakledilmiştir: "Tübbaa kötü söylemeyin. Çünkü o müslüman olmuştu, bil m em Tübba' peygamber midir değil midir?.. Onlardan daha hayırlı mı demek daha kuvvetli ve şevketli mi demektir.

56-57- "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar."

Mü'min Sûresi'nde kâfirlerin "Ey Rabbimiz bizi iki defa öldürdün. İki defa da dirilttin." (Mü'min 40/11) diyecekleri geçmişti. Demek ki müttakiler için birinci ölümden sonra berzah ölümü de yoktur. Ahirette ise zaten ölüm yok.

58-59- "Biz Kur'ân'ı senin dilinle indirip kolaylaştırdık." Bu bitiriş sûrenin öncesini bir özetlemedir. Yani o apaçık kitabı, Kur'ân'ı ancak senin dilin ile kolaylaştırdık, bu güzel beyanı, bu açık ve kolay anlatışı başka bir dil ile değil, yalnız Arapça ile yaptık gerek ki anlasınlar, düşünsünler. Bundan dolayı gözle başlarına ne gelecek çünkü onlar g ö zetiyorlar. Acaba onun geleceği ne olacak diye gözlüyorlar. O gözetilen şeylerin beyanı da Câsiye Sûresi'nde gelecektir.