17 Haziran 2007 Pazar

DUHAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını 10. ayette geçen "Duhan" kelimesinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanıyla ilgili herhangi bir rivayet olmamasına rağmen muhtevasından surenin, Zuhruf ve ondan önceki birkaç surenin nazil olduğu dönemlerde, ancak onlardan sonra indiği anlaşılmaktadır. Tarihsel arka planı şudur: Mekke'de kafirlerin muhalefeti oldukça şiddetlenmişti ve her geçen gün de artmaktaydı. Bu sıralarda Rasulullah (s.a) şöyle duada bulundu: "Ya Rabbi! Yusuf'a kıtlık göndermek suretiyle nasıl yardım ettiysen, aynı şekilde Arabistan'a da kıtlık göndererek bana yardım et." Böyle dua etmekle Hz. Peygamber (s.a) kıtlık gelince kafirlerin Allah'ı hatırlayacaklarını ve kalplerinin yumuşayıp nasihata kulak vereceklerini ummuştu. Sonuçta Allah, elçisinin duasını kabul etti ve bölgede şiddetli bir kıtlık hüküm sürmeye başladı. Bunun üzerine Kureyş'in bazı ileri gelenleri (İbn Mesud'un rivayetine göre Ebu Süfyan), Hz. Peygamber'e (s.a) gelip, "Kavmine merhamet et ve Allah'a bizim için yalvar" diye rica ettiler. İşte bu sure tam o dönemlerde nazil olmuştur.

Konu: Sure, Mekke'deki kafirlere bir uyarı ve açıklama niteliğinde birkaç hususla başlamaktadır:

1) "Sizlerin, bu kitabı Muhammed uydurdu" şeklindeki düşünceleriniz yanlıştır. Kur'an'ın bizzat kendisi, "Bu kitabın beşer sözü olmadığına, bizzat Allah gibi yüce bir zat tarafından nazil olduğuna şehadet etmektedir."

2) "Sizler bu Kitab'ın değerini takdir edemiyor ve onun kendiniz için bir musibet olduğunu zannediyorsunuz. Oysa, Allah'ın elçisini göndererek, O'na yüce bir Kitab indirmesinin sizler için çok mübarek bir hadise olduğu apaçık bir gerçektir."

3) "Şayet sizler, bu yüce peygamberi ve mübarek Kitab'ı yenilgiye uğratacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Elçimizi ve mübarek Kitab'ı göndermeye karar verdiğimiz o an, mübarek bir andır. Dolayısıyla Allah'ın kararı kesindir ve hiç kimsenin O'nun kararını değiştirmeye gücü yetmez. Ayrıca O'nun kararlarında bir eksiklik veya yanlışlık ihtimali sözkonusu bile değildir. O, kainatın efendisidir. Herşeyi duyan, bilen ve hikmet sahibidir. Binaenaleyh, O'na karşı çıkmak kolay bir iş değildir."

4) "Sizlerin de bildiği ve kabul ettiği gibi, yerin, göğün ve kainatın içindeki herşeyin mülkü Allah'ın elindedir. Can veren ve alan O'dur. Fakat sizler tüm bu gerçekleri bilmenize rağmen, Allah'tan başka tanrılara kullukta ısrar ediyorsunuz. Ancak, atalarınızın da o tanrılara tapmış olmasından başka elinizde bir delil bulunmamaktadır. Oysa, şuurlu bir şekilde Allah'ın herşeyi yarattığına ve canı verenin de alanın da O olduğuna inanan bir kimse, Allah'tan başka ma'bud olmayacağını kabul eder. Atalarınız dalâlet içinde yaşadı diye sizlerin de onları taklit ederek dalâlet içinde yaşamanız gerekmez. Sizleri yaratan Allah, onları da yarattı. Onlar da bir tek ilaha kulluk etmeliydi, sizler de bir tek ilaha kulluk etmelisiniz."

5)"Allah'ın "Rab" ve "Rahim" olmasının anlamı, O'nun sadece sizi rızıklarla beslemesi demek değildir. O, bunların yanısıra, hidayeti vasıtasıyla doğru yolu bulabilmeniz için, sizlere elçisini göndermiş ve bu kitabı indirmiştir."

Böyle bir girişten sonra Arabistan'daki yaygın kıtlık olayı ele alınmıştır. Yukarıda da açıklandığı gibi, bu kıtlık Rasulullah'ın (s.a) duası sonucunda vuku bulmuştur. Rasulullah, kıtlığın tesiriyle Kureyşlilerin kibirinin azalacağını ve Allah'ın gönderdiği mesaja kulak vereceklerini düşünüyordu. Nitekim birçok Kureyşli, Allah'a "Eğer bizi bu musibetten kurtaracak olursan, sana halis olarak kulluk edeceğiz" diye yalvarmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Allah, Peygamberine "Bunların ders alacağını sanma. Onlar sana karşı geldiler. Senin ahlâkından, hayat içerisindeki her davranışından hak peygamber olduğunun anlaşılmasına rağmen, onlar yine de sana inanmadılar. Dolayısıyla bu kıtlıktan bir ders almayacakları da bellidir." diye nasihat etmiştir.

Diğer yandan kafirlere hitaben de "Sizler yalan söylüyorsunuz. Biz sizin üzerinizden bu musibeti defetsek bile, sizler yine bundan ders almazsınız. Aslında sizler daha büyük bir musibet istiyorsunuz." denilmiştir.

Aynı konu işlenmeye devam edilerek, Firavun ve kavminden bahsedilmiş ve şöyle denmiştir: "Biz, Firavun ve kavmini de tıpkı Kureyş'i ve ileri gelenlerini imtihan ettiğimiz gibi imtihan etmiş ve onlara şerefli bir elçi göndermiştik. Ancak onlar, o elçinin apaçık mucizelerini gördükleri halde, hak peygamberi yalanlamışlar ve inatlarında ısrar ederek onu öldürmeye bile kalkışmışlardı. Oysa onun, Allah'ın bir elçisi olduğunu biliyorlardı. Biz de onları, sonradan geleceklere ibret olacak bir azab ile yakaladık.

Daha sonra Mekkeli müşriklerin inkar ettikleri ahiret konusuna değinilmiştir. Çünkü onlar, "Ölümden sonra diriltilmiş herhangi bir kimse görmedik, şayet doğru söylüyorsan bizim ölmüş atalarımızı bir dirilt bakalım" diyorlardı. Ahiret ile ilgili olmak üzere iki delil öne sürülmüştür:

1) Ahiret akidesini inkar etmek, beraberinde her zaman ahlâkî bir çöküntüyü de getirmiştir.

2) Bu kainata dikkatlice bakıldığında, kainatın bir oyun ve onu yaratanın da eğlence arayan biri olmadığı açıkça görülecektir. Bu, hikmet üzere kurulmuş bir nizamdır, onu yaratan ve sahibi olan Allah hikmet sahibidir. O, anlamsız hiçbir şey yaratmaz. Kafirlerin "Eğer hak peygambersen ve ölümden sonra diriliş mümkün ise, bizim ölmüş atalarımızı dirilterek bu iddianı ispatla" şeklindeki sorularına gelince, bu soruya da şöyle cevap verilmiştir: "Bu, hiçkimsenin keyfine göre yapılmaz. Bunun için belli bir vakit tayin edilmiştir. O vakit geldiğinde tüm insanlar diriltilecek ve Allah'ın huzuruna getirilerek hesaba çekileceklerdir. O vakti bir düşünün. Şayet kurtulmak istiyorsanız, davranışlarınızı ona göre ayarlayın. O gün hiç kimse kendi gücüyle kurtulmayacağı gibi, kimsenin de birbaşkasını kurtarma gücü yoktur."

Kıyamet gününde kurulacak olan mahkemeden bahsedilerek, suçluların feci akibeti ve salih amel işleyenlerin görecekleri mükafat hakkında açıklamalar yapılmıştır. Ve en sonunda da "Bu Kur'an, sizlerin kendi dilinde ve anlaşılır bir uslupla nazil olmuştur. Fakat sizler yine de anlamamakta diretiyorsanız, o takdirde başınıza gelecek olan akibeti bekleyin. Nitekim peygamberler de beklemektedir. Vakti gelince hep birlikte olacakları görürsünüz." denilerek sureye son verilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Apaçık olan Kitaba andolsun;

3 Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyarıp-korkutanlarız.1

4 Ki onda (O gecede) her hikmetli iş ayrılır,2

5 Katımızdan bir emir 3ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz,

6 Rabbinden bir rahmet olarak.4 Şüphesiz O, işitendir, bilendir.5

AÇIKLAMA

1. Kur'an üzerine yemin edilmesiyle ilgili açıklama, Zuhruf Suresi'nin 1. açıklama notunda yapılmıştı. Burada ise, "Bu sözü Muhammed uydurmamıştır, onu indiren Allah'tır" diye yemin edilmiştir. Yani, bunun böyle olduğunu anlamak için başka bir yere bakmaya gerek yoktur. Zaten bu kitabın bizzat kendisi, Allah tarafından nazil olduğunun apaçık bir delilidir. Ayrıca bu kitabın "Çok hayırlı ve bereketli" bir gecede nazil olduğu beyan olunmuştur. Yani, kendilerine yapılan bu iyilikten habersiz olan bu akılsızlar, bu kitabı bir musibet olarak değerlendirmekte ve ondan kaçmaya çalışmaktadırlar. Oysa, gaflete dalmış insanlar için bir uyarı niteliğinde olan bu kitabın, indirildiği ve indirilmesinin kararlaştırıldığı vakit çok mübarektir.

"Mübarek bir gece" ifadesiyle, bazı müfessirler Kur'an'ın nüzulünün başladığı gecenin kastedildiği görüşündedirler. Bazıları ise bu gece ile, Kur'an'ın Ümmü'l-Kitab'dan alınarak vahiy taşıyıcısı meleklere tümüyle devredildiği gecenin kastedildiği görüşündedirler ki, daha sonra zaman ve mekan uygunluğu gözetlenerek 23 yıl içerisinde, gerektikçe Hz. Muhammed'e indirilmiştir. Doğrusunu ise Allah bilir.

"Şüphesiz biz Kur'an'ı mübarek bir gecede indirdik" ayetinde geçen "mübarek gece" ifadesi ile Kadir gecesi kastolunmaktadır.

Nitekim Kadir Suresi'nde de "Şüphesiz biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik" diye buyurulmaktadır. Bu gecenin Ramazan ayının bir gecesi olduğu da Bakara Suresi'nin 185. ayetinde belirtilmiştir: "Şüphesiz ki Kur'an Ramazan ayında indirilmiştir."

2. "Emrin Hakim" (hikmetli iş) ifadesi iki anlama gelir. Birincisi, "Bu emir hikmete dayanır ve onda hiçbir yanlışlığın olması mümkün değildir." İkincisi "Bu kesin bir emirdir ve onun vukubulmasını hiçkimse değiştiremez."

3. Kadir Suresi'nde aynı husus şu şekilde açıklanmıştır: "Melekler ve Ruh, o gece Rablerinin izniyle her iş için iner." Bu ifadeden bu gecenin, Allah'ın her fert, kavim ve ülkenin kaderini tayin ettiği, meleklere kendi takdirini ilettiği ve böylece onların aldıkları emirleri uygulamaya başladıkları bir gece olduğu anlaşılmaktadır. Bazı müfessirler, bilhassa İkrime, bu gecenin, Şaban ayının yarısına tekabül eden gece olduğu görüşündedir. Nitekim bazı rivayetlerde, nasiplerin takdir edileceği gece olarak Şaban ayı gösterilmektedir. Ancak İbni Abbas, İbn Ömer, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Said b. Cübeyr, İbn Zeyd, Ebu Malik, Dahhak ve daha birçok müfessirler, bu gecenin Ramazan ayının Kadir gecesi olduğu görüşünde ittifak halindedirler. Çünkü, Kur'an'ın bizzat kendisi bu hususu böyle izah etmektedir. Dolayısıyla, Kur'an'ın haberine rağmen, başka haberlere dayanmaya gerek yoktur. İbn Kesir, "Osman b. Muhammed'in İmam Zühri'den, Şaban ayında kader ve kısmetler hakkında karar verilir" şeklindeki rivayetinin mürsel olduğu ve bu gibi rivayetlerin açık nass karşısında delil olamayacağını"' söylüyor. Kadı Ebubekir İbnu'l-Arabi ise, "Şaban ayının yarısı ile şaban ayının fazileti hakkındaki hadislerin itibara şayan olmadıklarını belirtir. (Ahkamu'l Kur'an)

4. Yani, bu kitabın gönderilmesi sadece bir hikmetin gereği değil, aynı zamanda Allah'ın rahmetinin de gereğidir. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah, kullarının bedenî ihtiyaçları için herşeyi yarattığı gibi onların karanlık içinde kalmamaları, doğru yolu görebilmeleri için hak ve batılın ne olduğunu kendilerine bildirecek bir bilgiye de ihtiyaçları olduğunu bildiğinden dolayı onlara Kitab'ı göndermiştir.

5. Bu ayeti siyak ve sibak içerisinde mütalaa edersek, Allah'ın bu iki sıfatının birlikte anılmasıyla, Allah'ın herşeyi bilen ve duyan olmasının, gerçek bilginin ancak O'ndan gelebileceği anlamını tazammun ettiğinin vurgulanmak istendiğini görürüz. Yani değil bir kimse, tüm insanlar bir araya gelip yol göstermeye çalışsalar dahi bu, onların gösterdikleri yolun doğru olduğu anlamına gelmez. Çünkü tüm insanların bir araya gelmesi onları, semî ve basîr (herşeyi duyan ve gören) kılmaz. İnsanların tüm gerçekleri topluca ihata etmeleri taibatıyla mümkün değildir. Dolayısıyla Semî ve Basîr olan Allah, insanlara doğru yolu gösterebilir ve yine O ancak hakkın ve batılın, hayır ve şerrin ne olduğunu hakkıyla bilir.

7 Eğer kesin bir bilgiyle inanıyorsanız6 (Allah), göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların Rabbidir.

8 O'ndan başka ilah yoktur;7 diriltir ve öldürür. 8Sizin de Rabbinizdir ve geçmiş atalarınızın da Rabbidir.9

9 Hayır, onlar şüphe içindedirler; oynayıp-oyalanıyorlar.10

10 Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle;

11 (Bu duman) İnsanları sarıp-kuşatıverir. İşte bu, acıklı bir azabtır.

12 "Rabbimiz, azabı üstümüzden açıp-gider; çünkü biz (artık) iman edicileriz."

AÇIKLAMA

6. Araplar'ın kendileri de, bu kainatın ve onun içindeki herşeyin Haliki ve Rabbının Allah olduğunu kabul ederlerdi. Bu yüzden onlara: "Sizler gerçekten kainatın ve onun içindeki herşeyin Haliki ve Rabbinin Allah olduğu gerçeğini kabul ediyorsunuz, o halde; 1) İnsanlara doğru yolu göstermenin ve onlara bunun için kitab ve peygamber göndermenin de yaratan ve rahmet eden Allah'a ait olduğunu, 2) Kainatın sahibi ve hakimi olması nedeniyle, mülkünde dilediğince tasarruf etmesinin ve ona yol göstermesinin sadece O'nun hakkı olduğunu, sizlerin de O'nun emirlerine itaat etmek ve boyun eğmekle mükellef bulunduğunuzu kabul etmeniz gerekir," denilmektedir.

7. "Ma'bud" kelimesiyle, ibadete ancak kendisinin layık olduğu gerçek ma'bud, yani Allah kastolunmaktadır.

8. Can alıp vermesi, Allah'ın ma'bud olduğunun apaçık bir delilidir. O Allah ki, sizleri cansız maddelerden yarattı ve sizleri bu hale getirdi. Sizler O'nun istediği vakte kadar yaşar, O'nun istediği vakitte ölürsünüz. O'na ibadet etmemek ve O'nun yerine başkasına kullukta bulunmak, açıkca akla aykırıdır.

9. Burada, imalı bir ifade ile onların atalarının, Allah'ı bırakarak, başkalarını ma'bud edinmiş olduklarına işarette bulunuluyor. Oysa gerçek ma'bud Allah'tır ve onlar Allah'ı tek bir ma'bud edinmemekle bu gerçeği değiştiremezler. Onların bu sapık tutumları sizler için de bir delil olamaz. Zira atalarınızın da Rabbi Allah'tır ve sadece Allah'a kulluk etmeleri gerekirdi. Dolayısıyla, onlar bu sapık yola girdiler diye, sizler de aynı yola girmeyin ve sadece bilerek Allah'a kulluk edin.

10. Böylesine kısa bir ifadeyle çok önemli bir gerçeğe değinilmiştir. Tanrıtanımazlar ve Allah'ı tanımakla birlikte O'na ortak koşanlar, düşüncelerinde ne kadar bağnaz olurlarsa olsunlar, kalblerinde zaman zaman birtakım kuşkuların doğmaması mümkün değildir. Çünkü, bir toprak parçasından gökyüzüne, bir tek yapraktan insana varıncaya kadar ciddiyetle düşünülecek olursa, bunca mükemmel varlığın kendi kendisine meydana gelmiş olması imkansızdır. Bir müşrik bile şirkinde ne kadar ısrar ederse etsin, kendi ilahları hakkında bile "Bunlardan ma'bud olmaz" diye kuşkuya düşer. Ancak kalblerindeki bu kuşkular, onların muvahhid bir tavır almalarına yetmediği gibi, Allah'ı inkar etme ve O'na ortak koşma konusundaki düşüncelerinden emin olmadıkları bir halde helâk olup gidiyorlar. Yani, ne kadar kesin bir tanrıtanımaz veya müşrik olsalar da, onların dinleri şüphe üzerine kuruludur. Şimdi çıkıp biri, "Peki o halde bu şüphe niçin onları rahatsız etmiyor ve Hakkı arayarak kalplerinin mutmain olmasını istemiyorlar?" diye bir soru yöneltebilir. Şöyle bir cevabı vardır bu sorunun: "Onlar, din hakkında ciddi endişeler taşıyan kimseler değillerdir. Onlar için önemli olan, bu dünyadır. Dolayısıyla gece gündüz tüm enerjilerini dünyada servet elde etmek ve refaha kavuşmak için harcarlar. "Din", onlar için sadece bir oyalanma vasıtasıdır ve "din" hakkında hiçbir zaman ciddiyetle düşünmezler. Dikkat edilecek olursa, dini birtakım ibadet ve merasimleri dahi, bir çeşit eğlence niteliğindedir. Tanrıtanımazların ciddi gibi görünen tartışma ve münakaşalarına da bakıldığında aslında fikir cimnastiğinden başka bir şey yapmadıkları görülür. Yoksa onlar, bu dünyadan başka bir şey düşünmezler. Yine bu tip insanların, hak yoldan sapmalarının sonucunun ne olduğunu düşünecek vakitleri bile yoktur. Yani onlar, dünyaya o kadar meyletmişlerdir ki, düşünmeye vakit bile ayıramamaktadırlar.

13 Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir peygamber gelmişti.11

14 Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir."12

15 Biz sizden bu azabı biraz açıp-gidereceğiz; (ama yine) dönecek olanlarsınız siz.

16 Büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.13

AÇIKLAMA

11. "Rasulu'n Mübin" (Apaçık Rasul) ifadesinin biri "ahlaki yaşayışı karakteri ve amellerinden onun Rasul olduğu açıkça belli olmaktadır." Diğeri ise "O hakkı açıkça beyan etmiştir" şeklinde iki anlamı vardır.

12. "Muallemun mecnun" (kendisine öğretilmiş mecnun) ifadesiyle, "Muhammed aslında sade bir kimseydi, ancak başkaları onu yoldan çıkararak, gizlice Kur'an ayetlerini kendisine öğretiyor ve o da gelip bize anlatıyor. O'na ders verenler arka planda kalırken, cezayı o çekmektedir." şeklindeki bir anlamı kastederek, Hz. Peygamber'in (s.a.) tüm ciddiyetiyle tebliğ ettiği talimatları hafife alıyorlardı. Böylece, Kur'an'ın yüce mesajına hiç kulak asmayarak, Kur'an'ı kendilerine ulaştıran kimsenin yüksek meziyetlere sahip olduğunu ve iddialarının ne kadar saçma temellere dayandığını hiç düşünmüyorlardı. Çünkü eğer dedikleri gibi olsaydı, yani Kur'an'ı Rasulullah'a başkaları gizlice öğretseydi, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd ve diğer müslümanlardan bu olayın gizli kalması mümkün olur muydu? Bu insanlar ki her zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında bulunuyorlardı. Şayet böyle olsaydı, onlar Rasulullah'a en samimi bir şekilde nasıl inanabilirlerdi? Eğer Hz. Peygamber'i (s.a.) perde arkasından bir başkası idare etseydi ve böyle bir yöntemle, o peygamberlik iddiasında bulunsaydı, yine en önce bu insanlar ona karşı çıkarlardı. İzah için bkz. Nahl an: 107, Furkan an: 12.

13. Bu ayetin tefsiri hakkında birçok ihtilaf vuku bulmuştur. Hatta bu ihtilaf sahabe döneminde bile vardı. İbn Me'sud'un talebesi Mesruk şöyle bir olay anlatır: "Bir gün Kufe'de bir camiye girdik. Orada vaizin biri konuşuyordu. "Göğün açık bir duman halinde geleceği günü gözetle" ayetini okuyup dedi ki: "O duman kafir ve münafıkların gözlerini kör, kulaklarını sağır edecektir. Ama iman edenler üzerindeki tesiri bir nezle kadar hafif olacaktır." Bunun üzerine hemen, bu ayetin tefsiri hakkında soru sormak için İbn Mes'ud'un yanına gittik. İbn Mes'ud yatıyordu, bizim sözümüzü işitince ayağa fırladı ve kızgın bir şekilde "İlmi olmayanlar sorsunlar" dedi. Bu ayetin asıl tefsiri şöyledir: Kureyşliler Rasulullah'a inanmamakta ısrar edince, Rasulullah, Allah'a, "Ya Rabbi! Yusuf'a kıtlık göndermek suretiyle yardım ettiğin gibi, bana da kıtlık göndererek yardım et" diye dua etti. Allah, elçisinin duasını kabul etti ve Kureyşliler kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Vaziyet o kadar vahim bir hal aldı ki, insanlar kemik, deri, hatta hayvan leşi bile yemeye başladılar. Böyle bir halde karnı aç olanlar gökyüzüne bakınca, duman görürlerdi. Bu kıtlığın devam ettiği bir zamanda Ebu Süfyan Rasulullah'a gelerek akraba oluşlarını hatırlattı ve "Allah'a dua et de bizi bu afetten kurtarsın, kabilen açlık içinde kıvranıyor" diye ricada bulundu. Bu dönemde Kureyşliler Allah'a, Ey Allah'ım! Bizi bu afetten kurtarırsan doğru yola geleceğiz" diye yalvarıyorlardı. İşte bu ayetlerde bu olaya işaret edilmektedir. Şiddetli bir darbe ile Bedir Savaşı'nda Kureyşlilere indirilen darbe kastolunmaktadır." Bu rivayeti İmam Ahmed, Buhari, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim çeşitli senetlerle Mesruk'dan nakletmişlerdir. Bunların dışında İbrahim Nehai, Katade, Asım ve Amir, "Abdullah ibni Mes'ud'un tefsiri buydu" demektedirler. Dolayısıyla İbni Mes'ud'un tefsirinin böyle olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Tabiinden Mücahid, Katade, Ebu Aliye, Mukatil, İbrahim Nehai, Dahhak ve Atiye'l-Avf, İbn Mes'ud'un bu tefsiri üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer bir yanda, Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Said Hudri, Zeyd b. Ali ve Hasan Basri gibi, bazı kimseler, bu ayetin kıyamete yakın bir zamanda o dumanın yayılacağı şeklinde yorumlamışlardır. Ayrıca Hz. Huzeyfe b. Esed el-Gifari tarafından Rasulullah'tan rivayet edilen bir hadis, bu yorumu desteklemektedir. Huzeyfe'nin anlattığı olay şu şekildedir: "Bir gün kıyamet hakkında konuştuğumuz bir esnada, Rasulullah yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: Bu on alâmet zahir olmadan kıyamet gelmez. Güneşin batıdan doğması, dumanın yayılması (duhan), dabbet'ül-arz, yecüc-me'cüc'ün çıkması, Hz. İsa'nın gökyüzünden inmesi, Doğuda arzın çöküşü, batıda Arabistan'dan Aden'den ateşin yükselmesi." (Müslim)

İbn Cerir ve Taberi'nin naklettikleri, Ebu Malik el-Eşari'nin rivayeti de bu hususu teyid etmektedir. Yine İbn Ebi Hatim'in, Ebu Said Hudri'den naklettikleri iki rivayete göre de Rasulullah "Duhan"ı kıyametin alametlerinden saymıştır. Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Duman yayıldığı zaman mü'minlere adeta nezle gibi hafif bir şekilde tesir edecek, ancak kafirlerin içine dolarak, derilerinin her yerinden duman çıkacaktır."

Bu iki tefsir arasındaki fark üzerine dikkatlice düşünecek olursak, söz konusu ihtilafın giderilmesinin mümkün olduğu görülür. Rasulullah'ın duası üzerine Allah'ın Arabistan'a kıtlık göndermesi ve kafirlerin çok perişan olmaları üzerine, Rasulullah'ın Allah'a dua etmesi şeklindeki İbn Mes'ud'un tefsirine Kur'an'ın birçok yerinde işaret olunmaktadır.(İzah için bkz. En'am an: 29, A'raf an: 77, Yunus an: 14-15, Mu'minun an: 72) İlgili ayetlerden anlaşıldığına göre, "Azabı üzerimizden def edersen, doğru yola geliriz" şeklindeki sözleri üzerine, Allah'ın "Bunlar sapıklıktan vazgeçmezler, onlara apaçık bir Rasul gelmiş olmasına rağmen, onun davetine kulak asmamışlardır." diye buyurmuş olması ve yine kafirlerin "Bu, kendisine öğretilmiş ve yoldan çıkmış bir mecnundur" diye nitelemelerine karşılık, Allah'ın "Biz azabı kaldırsak bile, onlar yine de aynı sapıklıkta ısrar ederler" diye belirtmesi, olayın Rasulullah'ın zamanında geçtiğini doğrulamaktadır. Oysa, bu ifadeleri kıyametin yaklaştığı bir zamana ıtlak ederek anlamak çok uzak bir tevil olur. Dolayısıyla İbn Mes'ud'un bu konudaki yorumunun isabetli olduğu anlaşılıyor. Ancak bu rivayetin "duman" ile ilgili kısmı, yani, "Böyle bir halde karnı aç olanlar, gökyüzüne bakınca duman görürlerdi" ifadesi Kur'an'ın zahiri beyanına uymaz. Ayrıca hadislerdeki ifadeler de bunun aksini ispatlar. Örneğin, Kur'an'ın olayı ifade edişi şöyledir: "Göğün açık bir duman haline getirileceği günü gözetle." Sonraki ayetlere de dikkatle bakılacak olursa, şöyle denmek istendiği anlaşılır: "Ey kafirler! Siz Allah'ın elçisine inanmıyor ve kıtlıktan ders almıyor musunuz? O zaman bekleyin, kıyamet geldiğinde hak ve batılın ne olduğunu anlarsınız." Görüldüğü gibi bunun kıtlık zamanına değil, kıyametin alametlerinden birine işaret ettiği açıkça bellidir. Nitekim aynı husus hadislerle de teyid edilmektedir. Ne kadar gariptir ki İbn Mes'ud'un tefsirini kabul eden müfessirler, onun yorumuna tamamen katılmışlar, reddedenler ise yine tamamen karşı çıkmışlardır. Oysa ilgili ayetler ve hadisler üzerine dikkatlice düşündüğümüzde, yorumun hangi bölümünün doğru hangi bölümünün yanlış olduğunu açıkça anlarız.

17 Andolsun, biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denemeden geçirdik ve onlara kerîm bir peygamber gelmişti:14

18 Dedi ki:15"Allah'ın kullarını bana teslim edin;16 gerçekten ben sizin için güvenilir bir peygamberim" (demişti).17

AÇIKLAMA

14. Burada "Rasulün Kerim" ifadesi kullanılmıştır. "Kerim" sıfatı insana izafeten kullanıldığında, "en iyi, şerefli, övülmeye layık olan", anlamlarına gelir. Ancak sıradan özelliklere sahip kimseler için kullanılmaz.

15. Olayı ta başından ele alırsak şayet, Hz. Musa'nın (a.s) bu sözlerinin tek bir celsede söylenmediği, bilakis Firavun'a karşı yıllarca sürdürülen mücadelenin birkaç kelimeyle özetlenmiş bir hülasası olduğu sonucuna varırız. İzah için bkz. A'raf an: 83-79, Yunus an: 72-95, Taha an: 18/a-52, Şuara an: 7-49, Neml an: 8-17, Kasas an: 46-56, Mü'min an: 23-46, Zuhruf an: 46-56, ve ayrıca ilgili açıklama notları.

16. Burada, "Allah'ın kullarını bana teslim edin" şeklinde geçen ifade, A'raf: 105 de "İsrailoğullarını benimle birlikte gönder" şeklinde geçmektedir. Nitekim Taha: 47 ve Şuara: 17 de de böyle kullanılmıştır. Daha farklı bir anlamı ise İbn Abbas'dan şu şekilde rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın kulları! Benim hakkımı ödeyin, yani beni dinleyin ve iman edin. Benim getirdiğim hakkı kabul etmeniz, bana Allah tarafından verilmiş bir haktır." "Ben sizin için emin bir elçiyim" ifadesi bu ikinci anlama daha uygun düşmektedir.

17. Yani, ben kendisine güvenilmesi gereken bir Rasul'üm. Konuştuklarını kendisinden uyduran bir kimse değilim. Ayrıca çıkarlarıma, heva ve hevesime dayanarak peygamberlik iddia ederek, Allah'a nispet ediyor değilim. Söylediklerime güvenebilirsiniz. Çünkü ben, Allah tarafından gönderilmiş bir mesajı eksiksiz bir biçimde sizlere aktarıyorum. (Hz. Musa'nın bu sözleri tebliğe başladığı bir zamanda söylemiş olması oldukça dikkate değerdir.)

19 "Allah'a karşı büyüklenmeyin; hiç şüphesiz ben size apaçık, bir delil getirmekteyim."18

20 "Ve doğrusu ben, sizin beni taşa tutmanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan (Allah)a sığındım."

21 "Eğer siz bana iman etmiyorsanız, bu durumda benden kopup-ayrılın."19

22 Sonunda Rabbine: "Gerçekten bunlar, suçlu-günahkâr bir kavimdirler"20 diye dua etti.

23 (Allah da:) "Öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir,21 muhakkak takip edilmiş olacaksınız." (diye duasını kabul edip cevap verdi).22

24 "Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar, suda boğulacak bir ordudur."23

25 Onlar nice bahçeler ve pınarlar terketmişlerdi;

26 (Nice) Ekinler, güzel konaklar.

27 Ve kendilerinde 'sevinç ve mutluluk içinde' yaşadıkları nimetler.

AÇIKLAMA

18. Başka bir deyişle, "Sizlerin bu asiliği bana değil, Allah'a karşıdır. Çünkü, sizlere tebliğ ettiğim için kızdığınız sözler, bana değil Allah'a aittir.

Ben sadece O'nun elçiliğini yapıyorum. Fakat sizler benim Allah tarafından gönderildiğimden şüphede iseniz, ben sizlere, O'nun tarafından gönderildiğime dair delil getiriyorum." Hz. Musa'nın bahsettiği delil bir tek değil, Firavun'la mücadelesi boyunca, Firavun'a ilk gelişinden, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışına kadar gösterdiği bir mucizeler silsilesidir. Gösterilen her mucize yalanlandığında Allah, Hz. Musa'ya ondan daha büyük bir mucize göndermiştir. İzah için bkz. Zuhruf an: 42-43.

19. Bu konuşma, Firavun'un, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeleri inkar ettiği ve Mısır halkı ile devlet yöneticilerinin etkilenmelerinden ötürü korku ve telaş içinde olduğu bir zamanda yapılmıştır. Firavun bu yüzden ilk kanaatlerini kendi meclisinde yaptığı bir konuşmada (Zuhruf 51-53) açıklamıştır. (İzah için bkz. Zuhruf an: 45-49) Daha sonra tahtının sallandığını hissedince de, Hz. Musa'yı katletmeye karar vermiştir. Bunun üzerine Hz. Musa "Ben, hesab gününe inanmayan her mütekebbirden benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım" der. (Mümin: 27). Yukarıdaki ayette Hz. Musa işte bu sözüne telmihte bulunmak suretiyle, Firavun ve onun yöneticilerine "Ben sizden Alemlerin Rabbi olan Allah'a sığındım. Tebliğ ettiğim gerçeklere ister inanın, ister inanmayın ama hiç olmazsa bana el kaldırmaya kalkışmayın. Aksi takdirde bu tavrınız sizler için çok kötü sonuçlar doğurur." demiştir.

20. "Firavun ve kavmi suçludur ve onların suçu kesin bir şekilde açığa çıkmıştır. Artık onların doğru yola geleceklerine dair herhangi bir ümit de kalmamıştır. Dolayısıyla ey Allah'ım! Şimdi onlar hakkında son kararı sen ver" şeklindeki bu ifade, Hz. Musa'nın Allah'a Firavun ve kavmi hakkındaki son raporudur.

21. Yani, Hz. Yusuf zamanında müslüman olan Kıptiler, Hz. Musa döneminde İslam'a giren Mısırlılar ve İsrailoğulları olmak üzere tüm mü'minler. Bkz. Yusuf an: 68.

22. Bu, Hz. Musa'ya hicret için verilen ilk emirdi. Bkz. Taha an: 53, Şuara an: 39-47

23. Bu emir, Hz. Musa beraberindekilerle yarılan denizin öbür tarafına geçtikten sonra verilmiştir. Hz. Musa yarılan denizden geçtikten hemen sonra, Firavun geçmesin diye yarılan denizin kapanmasını arzu ettiğinde Allah, "Öyle düşünmeyin, bırakın deniz açık kalsın. Firavun ve ordusu onun içine daldığında denizi kapatıp onları boğacağım" demiştir. İzah için bkz. Taha an: 53-54, Şuara an: 47.

28 İşte böyle; biz bunları başka bir kavime miras olarak verdik.24

29 Onlar için ne gök, ne yer ağlamadı25 ve onlar (azabı) ertelenenler de olmadı.

30 Andolsun, biz İsrailoğullarını o alçaltıcı azabtan kurtardık,

31 Firavun'dan.26 Çünkü o, ölçüyü taşıran bir mütekebbirdi.27

32 Andolsun, biz onları bir ilim üzere alemlere karşı üstün kıldık.28

33 Ve onlara, her birinde açık birer imtihan bulunan ayetler verdik.29

34 Herhalde bunlar da diyorlar ki:

35 "(Bütün her şey) Bizim yalnızca ilk ölümümüzdür; biz yeniden diriltilip-kaldırılacak değiliz."30

36 "Eğer(bu söylediklerinizde) doğru sözlüyseniz, şu halde atalarımızı getirin bakalım."31

AÇIKLAMA

24. Hasan Basri'ye göre bu topluluk ile, Firavun'dan sonra Mısır'a hakim olan İsrailoğulları kastolunmaktadır. Katade ise: "Bu topluluk ile Al-i Firavun'dan sonra Mısır'a hakim olan kavimler kastedilmektedir.

Çünkü İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışlarından sonra geri döndüklerine dair tarihi hiçbir delil bulunmamaktadır." demiştir. Bu ihtilaf daha sonraki müfessirler arasında da devam etmiştir. İzah için bkz. Şuara an: 45

25. Yani, onların iktidarları zamanında, her tarafta onların şöhreti hüküm sürüyor ve herkes hayranlıkla onlardan bahsediyordu. Öyle ki adeta dünyada bir benzerleri bulunmuyordu ve herkes onların ihsanları altında eziliyordu. Ancak saltanatları yerle bir olduğunda hiçkimse arkalarından gözyaşı dökmedi. Aksine, onların yıkılmasına memnun bile oldular. Sanki büyük bir musibetten kurtulmuşlardı. Onların, Allah'ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmadıkları anlaşılıyor. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duyacakları, Allah rızası için bir iyilik de yapmamışlardır. Allah'ın onlara fırsat verdiği süre boyunca, yeryüzünde fesat çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıklarında da azab gelmiş ve adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.

26. Yani, Firavun'un bizzat kendisi onlar için bir musibet olduğu gibi, başka musibetlerin de nedeniydi.

27. Burada, Kureyş'in ileri gelenleri; "Sizlerin taşıdığı önem nedir ki, Mısır gibi koca bir ülkenin hükümdarı Firavun adeta bir ilah gibi hüküm sürerken, haddi aştığında Allah'ın azabı gelmiş ve bir çöp gibi ezilerek kenara atılmıştır. Sizler ise onlardan daha ileri seviyede bir asi değilsiniz" denilerek ima yoluyla ikaz edilmektedirler.

28. Yani, İsrailoğulları'nın iyi ya da kötü ne yaptıklarını Allah daha iyi bilir. Allah bu kavmi, vahyi yüklenmede ve tevhidin bayraktarlığını yapmada diğer kavimlerden daha uygun olduğu bir dönemde seçmiştir.

29. İzah için bkz. Bakara an: 64-85, Nisa an: 182-189, Maide an: 42-47, A'raf an: 97-132, Taha an: 56-74.

30. Yani, ilk ölümümüzden sonra hayat yoktur. "İlk ölüm" şeklindeki bir ifade, ilk ölümden sonra daha başka ölümlerin olacağı anlamına gelmez. Örneğin, bir kimse, "Onun ilk çocuğu doğdu" dediğinde, biz bahsedilen şahsın bir çocuğunun daha doğacağını değil, o şahsın daha önce bir çocuğu olmadığını anlarız.

31. Onların delili şudur: "Biz öldükten sonra dirilen kimseyi görmedik. Dolayısıyla biz bu hayattan sonra başka bir hayatın olacağına inanmıyoruz. Ancak sen böyle iddia ediyorsan, o halde ölmüş atalarımızı bir dirilt bakalım. Yok eğer bunu yapamıyorsan, biz de senin söylediklerine inanmayız." Ölümden sonra diriliş hadisesinin çürütülmesi konusunda güya bu onların en sağlam delilleridir. Oysa onların bu delili, çok basit ve mantıksızdır. Onlara, öldükten sonra diriltilecek olan insanların bu dünyaya gelecekleri söylenmiş midir, ya da Hz. Peygamber (s.a) veya herhangi bir müslüman, ölüleri kendilerinin dirilteceğini iddia etmiş midir ki, öyle bir delil öne sürüyorlar?

37 Onlar mı hayırlı, yoksa Tübba' kavmi32 ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar, suçlu-günahkârdı.33

38 Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık;

39 Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler.34

40 Şüphesiz o (hakkı batıldan, haklıyı haksızdan) ayırma günü,35 onların hepsinin (hesaba çekilecekleri) vakitleridir;

41 O gün, bir dost, dosttan herhangi bir şeyle yarar sağlayamaz.36 Ve onlara yardım da edilmez.

42 Ancak Allah'ın rahmet ettiği başka. Hiç şüphesiz O, üstün ve güçlü olandır, esirgeyendir.37

AÇIKLAMA

32. Kayser, Kisra, Firavun nasıl bir lakab olarak kullanılıyorsa "Tübba" da Yemen (Himyer) hükümdarları için kullanılan bir lakaptır. Onlar, Sebe kavminin bir boyu idiler. M.Ö. 115'de Sebe ülkesinde iktidara gelmişler ve M.S. 300'e kadar da iktidarı ellerinde tutmuşlardır. Asırlardır Araplar arasında onların efsaneleri bilinmekteydi. İzah için bkz. Sebe an: 37.

33. Bu, kafirlerin itirazına birinci cevaptır ve şu şekilde özetlenebilir: "Ahireti inkar eden her birey ve toplum suçludur. Hangi toplum ahireti inkar etmişse, tarih şahittir ki o toplum ahlaken iflas etmiş ve sonunda da helak olmuştur. "Onlar mı hayırlıdır. Tübba kavmi mi, yoksa onlardan önce gelenler mi?" ifadesiyle ise, Mekkeli müşriklerin refah, şevket ve haşmet bakımından Tubba kavmi, ondan önceki Sebe kavmi, Firavun kavmi veya onlar gibi kavimlerin yanına bile yaklaşamayacakları kastedilmektedir. Nitekim bu kavimlerin bunca refah, şevket ve haşmetleri, onları ahlaki çöküşten kurtaramamıştır. Böylesine güçlü toplumlar karşısında Arapların sahip oldukları güç nedir ki, onlar kurtulamadıkları halde kendileri kurtulabilsinler?" İzah için bkz. Sebe an: 25-36.

34. Bu, kafirlerin itirazına ikinci cevaptır: "Bu hayatın sonundaki ceza ve mükafat reddedilmekle, aslında dünya bir oyuncak ve onu yaratan da bir oyuncu yerine konulmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde düşünen kimseler, bu hayatın sonunda insanların toz olup gideceklerini ve kendilerine hiçbir hesap sorulmayacağını sanırlar. Oysa, kainatı yaratan bir oyuncu değildir. Bilakis O, Hakim olan Allah'tır. Dolayısıyla hikmet sahibi olan Allah'dan anlamsız bir iş beklenmez. Ayrıca, ahiret hayatını inkar edenlere Kur'an'ın çeşitli yerlerinde birçok cevaplar verilmiştir. Bkz. En'am an: 46, Yunus an: 10-11, Enbiya an: 16-17, Mü'minun an: 101-102, Rum an: 4-10.

35. Bu, onların "Doğru söylüyorsan bizim atalarımızı bir dirilt bakalım" şeklindeki isteklerine verilmiş bir cevaptır: "Ahiret bir oyun değil ki, ölümden sonraki hayata inanmayan her insan için kabirden bir ölü kaldırıp ayağa dikelim. Alemlerin Rabbi olan Allah bunun için bir vakit belirlemiştir. O vakit geldiğinde, tüm insanlar diriltilerek, Allah'ın huzurunda toplanacak ve yargılanarak haklarındaki son karar verilecektir. Sizler ister inanın ister inanmayın, verilecek olan o karar kesindir. Ancak inanırsanız, şimdiden o gün için hazırlanıp kurtulmanız mümkün olur. Yok inkar etmekte ısrar eder ve tüm hayatınız boyunca "Bu dünyanın sonunda iyi ya da kötü, yapılan hiçbir işe ceza veya mükafat verilmeyecektir" şeklinde sapık bir düşünceye bağlanırsanız, sonunda sizler hüsrana uğrarsınız."

36. "Mevla" kelimesi lügatta bir şahsın hamisi ve velisi için kullanılır.

37. Bu cümlelerde Allah'ın yargılamasının nasıl olacağı belirtilmiştir: "Orada suçlulara hiç kimse yardım edemez. O gün tüm yetkiler asıl sahibinin elindedir ve O'nun kararlarına hiçkimse tesir edemez. Yine, O'nun verdiği kararları uygulamasına da hiçkimse mani olamaz. Ancak dilediğini affedip dilediğine ceza vermesi O'nun lütfuna bağlıdır. Fakat hiç kimseye zulmetmemesi O'nun şanındandır. Karar verdiğinde ise, kararını değiştirmeye kimse güç yetiremez." Bu açıklamalar yapıldıktan sonra kısa birkaç cümleyle, suçları ispat edilen mücrimlerin sonlarının, dünyada Allah'tan korkarak salih amel işleyen mü'minlerin ise mükafatlarının ne olacağı bildirilmiştir.

43 Doğrusu, o zakkum ağacı;38

44 Günahkâr olanın yemeğidir.

45 Pota gibi;39 karınlarda kaynar-durur;

46 Kaynar-suyun kaynaması gibi.

47 "Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin;"

48 "Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;"

49 "(Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun."

50 "Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapılmakta olduğunuz şeydir."

51 Muttakilere gelince; muhakkak onlar, güvenli bir makamdadırlar.40

52 Cennetlerde ve pınarlarda,

53 Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) 41giyinirler, karşılıklı olarak (otururlar).

54 İşte böyle; ve biz onları sim-siyah iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.42

55 Orda, güvenlik içinde her türlü meyveyi istemektedirler;43

56 Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur;44

57 Senin Rabbinden bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş' budur.

58 Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, biz onu (Kur'an'ı), senin dilinle kolaylaştırdık.

59 Öyleyse sen gözleyip-bekle; gerçekten onlar da gözleyip-beklemekte olanlardır.45

AÇIKLAMA

38. "Zakkum" hakkında izah için bkz. Saffat an: 34.

39. "Elmühli" kelimesine müfessirler, eritilmiş maden, irin, zift, yanmış yağ gibi muhtelif anlamlar vermişlerdir. Fakat "Muhl" ile "Zakkum"un aynı anlamda kullanıldığı bile söylenebilir. Nitekim "Zakkum", bizim Pakistan'da "Tor" diye isimlendirdiğimiz, dikenli ve tadı acı olan bir ağaçtır.

40. "Emin makam" ile hiçbir korku duyulmayan, tehlike ve endişe hissedilmeyen, zahmet bile çekilmeyen bir yer kastedilmektedir. Nitekim Rasulullah bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Cennet ehline denilecek ki, sizler burada hiç hasta olmayacak, daima sıhhatli kalacaksınız. Ölüm de yok, ebedi yaşayacaksınız. Sıkıntı duymayacak, hep huzur içinde olacaksınız. Yaşlanmayacak, hep genç kalacaksınız." (Müslim; Ebu Hureyre, Ebu Said b. Hudri'den nakletmiştir.)

41. "Sundus" ince ipek kumaş için, "istebrak" ise Farsça bir kelimeden türetilmiştir. Çok parlak atlas için kullanılır.

42. "Hurin Îynin" ifadesinde geçen "HUR" kelimesi Hevra'nın çoğuludur. Hevra ise beyaz kadınlar için kullanılır. "İyn" ise "ayn" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise iri gözlü kadınlara atfen kullanılır. Bkz. Saffat an: 26-29.

43. "Aminîn" kelimesi ile cennet ehlinin, cennette arzu ettiği herhangi bir şeyi hizmetçilerden çekinmeden isteyebileceğine ve istediklerinin de hemen kendilerine verileceğine işaret edilmektedir. Öyle ki, kişi, dünyadayken, değil bir otelde, kendi evinde bile o kadar rahat bir şekilde arzu ettiği şeyi isteyemez.

Cennette ise mü'minler hiç düşünmeden arzu ettikleri herşeyi isteyebileceklerdir. Ayrıca orada hiçbir şeyin eksikliğini de hissetmeyeceklerdir. Çünkü cennette mal Allah'ındır ve kullarının onu dilediğince kullanma izni vardır. Allah'ın hazineleri tükenmeyeceği için bir sınır da konulmamıştır.

44. Bu ayette iki husus dikkate değerdir. Birincisi, cennetin nimetleri sayıldıktan sonra cehennem azabından kurtuluşun ayrıca zikredilmiş olmasıdır. Oysa cennete girmek, zaten kendi başına cehennem azabından kurtulmak demektir. Ancak burada cehennem azabından kurtuluşun ayrıca zikredilmesinin nedeni, Allah'ın, kullarına kendisine itaat etmekle ne kadar büyük bir felaketten kurtulduklarını ve cennetin nimetlerine kavuştuklarını hatırlatmak istemesidir. İkincisi, Allah'ın, insanları, cehennem azabından kurtulmalarının ve cennetin nimetlerine kavuşmalarının sadece kendi gayretleriyle olmadığı, bilakis kendisinin bir lütfu olduğuna işaret ederek ikaz etmesidir. Bu ikazın yapılmasıyla birlikte, Allah'ın fazl ve lütfu olmaksızın bu saadetin elde edilemeyeceği vurgulanmaktadır. Yani, cennet insanların salih amellerinin bir sonucudur, ancak salih ameller de Allah'ın yardımıyla insanlara nasip olur. Ayrıca insanoğlu ne kadar salih amel işlerse işlesin mükemmeliyete erişemez ve mutlaka bir eksik tarafı vardır. O kulun eksikliklerine göz yumması ve gayretlerini değerlendirerek mükafatlandırması Allah'ın bir lütfudur. Şayet Allah, inceden inceye kullarını hesaba çekecek olsa, cennete girecek hiçkimse bulunamaz. Aynı hususu Hz. Peygamber (s.a.) bir hadisinde şöyle açıklamıştır: "Salih amellerde bulunun ve gücünüzün yettiğince dürüst olmaya çalışın. Fakat şunu da bilin ki, hiçkimse sırf salih amellerinin yardımıyla cennete giremez. "Ya Rasulallah! Senin için de geçerli mi bu? diye soruldu. O da "Evet" diye cevap verdi. "Ben de sadece kendi amellerimin yardımıyla cennete giremem. Ancak Rabbimin lütfu müstesna. İşte o zaman cennete girebilirim."

45. Yani, nasihat kabul etmiyorlarsa, onların feci akibetlerini bekle, zaten onlar da senin davetinin sonucunu beklemektedirler.