14 Haziran 2007 Perşembe

FUSSİLET SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin adı "Hamim" ve "Secde" olmak üzere iki kelimeden mürekkebtir. Sure, "Hamim" ile başladı ve bir yerinde "Secde " ayeti geçtiği için "Hamimsecde" adını almıştır

Nüzul Zamanı: Bu sure, muteber rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Hamza'nın (r.a) müslüman olduktan sonra ve Hz. Ömer (r.a) müslüman olmadan önceki zaman diliminde nazil olmuştur. Nitekim kadim siyer tarihçilerinden İbn İshak, meşhur tâbi Muhammed b. Ka'b Kurzi'den, surenin nüzul zamanı ile ilgili şunları naklediyor: "Kureyş'in ileri gelenleri, bir defasında Mescid-i Haram'da oturmuş sohbet ediyorlardı. Aynı zamanda Hz. Peygamber de (s.a) bir köşede yalnız başına oturuyordu. O dönemde Hz. Hamza müslüman olmuştu ve Kureyş'in ileri gelenleri İslâm'ın yayılışından tedirginlik duyuyorlardı. Utbe b. Rebia (Ebu Süfyan'ın kayınpederi) Rasulüllah'ı (s.a) bir köşede yalnız başına oturuyor görünce, yanındaki Kureyş'in ileri gelenlerine dönerek "Müsade ederseniz şayet, gidip Muhammed'le konuşayım ve ona bazı tekliflerde bulunayım.

Bu şartları kabul ettiği takdirde barış mümkün olur ve belki bize muhalefet etmekten vazgeçer" dedi. Kureyş'in ileri gelenleri onun bu teklifini ittifakla kabul edince, o da gidip Rasulüllah'ın yanına oturdu ve sözüne "Ey yeğenim" diye başladı. "Sen kendinin soy ve sülale bakımından ne kadar asil olduğunu biliyorsun. Fakat buna rağmen kavmine musibet getirdin, topluluk içinde ayrılık çıkardın. Üstelik kendi kavmini aptal kabul edyor, onun dinini ve ilahlarını kötülüyor ve bizim atalarımızın kafir olduğu iddiasında bulunuyorsun. Şimdi beni iyi dinle, çünkü sana bazı tekliflerde bulunacağım." Rasulüllah (s.a), "Konuş ya Ebu'l-Velid! Seni dinliyorum" dedi. Utbe, "Ey yeğenim, giriştiğin bu işten maksadın zengin olmaksa, hepimizden daha zengin olacağın kadar sana mal verelim. Yok eğer gayen büyüklük ve liderlikse, senin iznini almadan, hiçbir iş yapmaz ve seni kendimize lider seçeriz. Şayet seni bir hastalık ya da cin rahatsız ediyorsa, aramızda para toplayıp çok iyi bir tabib bulalım ve seni tedavi ettirelim" diye konuşurken Hz. Peygamber (s.a) dikkatle ve sessizce onu dinledi, sonra şöyle dedi: "Ey Ebu'l-Velid, söyleyeceklerin bitti mi?" Utbe "Evet" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasulüllah, "Şimdi sen beni dinle" dedi ve "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet Suresi'ni okumaya başladı. Utbe arkasına yaslanmış bir halde dinliyordu. Hz. Peygamber (s.a.) 38. ayeti okuduktan sonra secde etti ve "Ey Ebu'l Velid" dedi, "Cevabını aldın, artık gerisini sen bilirsin." Utbe Rasulüllah'ın (s.a) yanından kalktığında, uzaktan onu görenler "Vallahi Utbe'nin rengi değişti" dediler. Yanlarına gittiğinde ise, "Sana ne söyledi anlat bize" deyince Utbe, "Allah'a yemin ederim ki, daha önce böyle bir söz işitmiş değilim. Vallahi bu şiir değil, sihir değil ve kehanet değildir. Ey Kureyş'in ileri gelenleri! Beni dinleyecek olursanız, onu kendi haline bırakın. İnanıyorum ki bu sözler, bir tesir husule getirecektir. Araplar'ın onu yendiğini farzedelim, o takdirde sizler kendi kardeşinizin kanına girmekten kurtulmuş olursunuz. Yok eğer o galip gelirse, onun iktidarı sizlerin iktidarı, onun şerefi sizlerin şerefi demektir" dedi. Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenleri, "Ey Ebu'l-Velid, o seni de büyülemiş" deyince, Utbe, "Ben kendi kanaatimi söyledim, yine de siz bilirsiniz" diye karşılık verdi. (İbn Hişam, c. I. sh. 313-314)

Bu kıssa, çeşitli muhaddisler tarafından, Hz. Cabir b. Abdullah'tan (r.a) mervi olarak bazı farklılıklarla nakledilmiştir. Nitekim bazı rivayetlerde, Rasulüllah'ın "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud (kavimlerinin başına gelen) yıldırıma benzer bir yıldırım ile uyardım." ayetini okurken Utbe'nin, telaşla Hz. Peygamber'in (s.a) ağzını kapatmaya çalıştığı ve "Allah hakkı için kavmine merhamet et!" dediği zikredilir.

Utbe bu davranışını, Kureyş'in ileri gelenlerine şöyle izah eder: "Muhammed'in her söylediğinin gerçekleştiğini hepiniz biliyorsunuz. İşte ben de bizim üzerimize azabın geleceğinden korktuğum için ağzını kapatmaya çalıştım." (Tefsir-i İbn Kesir, c. 4, sh: 90-91) El-Bidaye ve'n-Nihaye c.3, sh: 62)

Konu: Allah'ın nazil ettiği ayetlerde Utbe'ye cevap verilirken, onun sözleri naklolunmamıştır. Çünkü Utbe'nin sözleri Hz. Peygamber'i (s.a) küçük ve hakir düşürücü idi. Utbe, özet olarak şunları demek istiyordu: "Muhammed'e bu sözlerin vahyolunması mümkün olmadığına göre, o, ya mal için, ya iktidar sahibi olmak için peygamberliği öne sürmektedir, ya da akıl hastasının birisidir. Gerçekten de Utbe, birinci şıkka dayanarak mal ve iktidar hususunda pazarlık etmiştir. İkinci şıkka dayanarak ise, "Sen bir hastalığa yakalanmışsın, seni tedavi ettirelim' demekle Hz. Peygamber'i (s.a) hakir görerek onunla alay etmek istemiştir. Karşısındaki kişi terbiyesizce davrandığı takdirde, şerefli bir insan, doğal olarak onun terbiyesizliğine aldırmaz ve sadece inandıklarını söylemekle iktifa eder.

Bu surede de, Utbe'nin söylediklerine hiç aldırış edilmeden, sadece iddialarının cevaplandırılmasıyla yetinilmiştir. Kafirler ise yüce Kur'an'ı etkisiz kılabilmek için, inatla şunları söylemektedirler: "Sen, ne dersen de seni dinlemeyiz. Söylediklerine karşı kalbimizi kapattığımız gibi, sana kulak da vermeyiz. Aramızda beraber olmamızı engelleyen bir duvar bulunmaktadır."

Kafirler, Hz. Peygamber'e açık açık, ellerinden geldiğince kendisinin davetine karşı muhalefet edeceklerini bildirmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a) ve arkadaşları Kur'an okuduklarında, onları kimse duymasın diye bir plan dahilinde gürültü çıkarıyorlardı. Ayrıca Kur'an'ın ayetlerini siyak ve sibakı içinden sıyırarak başkalarının İslam'ın mesajını anlamalarını engellemeye çalışıyorlardı.

Yine, "Arapça ifade edilen bir söz, niçin mucize olsun? Fakat bir kimse durup dururken, yabancı bir dille fasih ve beliğ sözler söylerse eğer, işte o zaman mucize sözkonusu olur. Arapça, herkesin anadili olduğu için herkes onun söylediği sözler gibi bir söz söyleyebilir?" demek suretiyle acaib itirazlarda bulunuyorlardı.

Böylesine körükörüne yapılan muhalefete karşı verilen cevapların özeti şudur:

1) Allah'ın inzal ettiği ve gerçekleri çok açık bir şekilde beyan eden bu kelam Arapça'dır. Cahiller bu kelamda bir ışık görmüyorlar belki ama, akıl sahipleri ondan istifade etmektedirler. Allah'ın bu kelamı nazil etmesi, O'nun rahmetinin bir delilidir. Halbuki bazı kimseler, bunu eziyet ve zahmet zannediyorlar.

Bu Kur'an, kendisini kabul ve istifade edenler için bir müjde, yüz çevirenler içinse bir uyarıdır.

2) Sizlerin kalbleri kapanmış, kulakları örtülmüş ise eğer, Hz. Peygamber'in (s.a.) inanmanızı sağlamak gibi bir zorunluluğu yoktur. O'nun görevi sadece, inanmak isteyenlere tebliğ etmektir.

3) Ne kadar inkar ederseniz edin, yine de sizleri yaratan Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez. Fakat doğruyu kabul eder ve amellerinizi düzeltirseniz, bu sizlerin yararına olur. Yok eğer inkar etmekte ısrar ederseniz, kendi kendinize felaketi davet etmiş olursunuz.

4) Sizler kime ortak koştuğunuzu ve yine neyi inkar ettiğinizi hiç düşünmüyor musunuz? O Allah ki sonsuz büyüklükteki kainatı, yeri ve göğü yaratmıştır. Yeryüzündeki bereket dolu ürünlerden yararlanmakta ve O'nun verdiği rızıklar sayesinde yaşamaktasınız. Fakat tüm bunlara rağmen, O'nun yarattıklarını, O'na ortak koşuyor ve size tebliğ ettiğinde Hz. Peygamber'den (s.a) yüz çeviriyorsunuz.

5) İnkarınızda ısrar ettiğiniz takdirde, Ad ve Semud kavimlerine gelen azabın bir benzerini bekleyin. Suçlarınıza karşılık verilen en büyük azab bu olacaktır. Ayrıca öbür dünyada da cehennem ateşi sizleri beklemektedir.

6) Cinlerden ve insanlardan olan şeytanların, her kötülüğü güzel gösterdiği ve düşünmelerine fırsat vermediği kimseler, ne kadar da talihsizdirler! Üstelik bu şeytanlar, onların başkalarının sözlerini de dinlemelerini istemezler. Bu akılsızlar, bugün küstahlıkta adeta birbirleriyle yarış etmektedirler. Oysa kıyamet gününde birbirlerine düşman kesilerek, dalâlete düşürdükleri için biri diğerini suçlayacak ve fırsat bulabilseler, neredeyse birbirlerini ayaklar altına almaya çalışacaklardı.

7) Bu Kur'an, ayetleri tahkim edilmiş bir kitabtır. Yalan ve iftira atarak karşı koymakla sizler, onun mesajının yayılmasına mani olamazsınız. Yaptığınız gizli ve açık planlar bir yarar sağlamayacaktır.

8) Bu Kur'an, anlayabilesiniz diye kendi lisanınız olan Arapça ile indirilmiştir. Şayet bu başka bir dilde inzal edilmiş olsaydı, o takdirde sizler Araplara yabancı dilden bir kitabın nazil olmasını acaib karşılayacak ve itiraz edecektiniz. İşte bu, sizin kötü niyetinizin ve bahanelerinizin bir ispatıdır.

9) Sizler, Kur'an'ın gerçekten Allah tarafından nazil olabileceği ve o takdirde aldığınız tavır dolayısıyla halinizin ne olacağı ihtimalini hiç düşündünüz mü?

10) Bu gün sizler belki inkar ediyorsunuz ama kısa bir süre sonra bu Kur'an davetinin yayılacağını ve yenilgiye uğrayacağınızı göreceksiniz. İşte o zaman, size bugün anlatılanların hak olduğunu anlayacaksınız.

Muhaliflere bu cevaplar verilirken, aynı zamanda da mü'minlerin ve peygamberin (s.a) yaşadıkları o zor günlerin sorunları üzerinde durulmuştur. Mü'minler için, tebliğ etmek bir yana dursun, imanları üzerinde direnmek bile çok zordu. Öyle ki müslüman olduğunu ilan eden herkes baskı ve zulüm altındaydı. Kafirlerin saldırılarına karşı çaresiz ve savunmasız bir durumdaydılar. Bu durum hakkında şöyle denilmiştir: "Sizler aslında çaresiz ve yalnız değilsiniz. Allah, iman eden ve imanı üzerinde direten kimseleri ahirete kadar korumaları için melekleri görevlendirir." Ayrıca müslümanlara, "En hayırlı insan, kendisi salih amellerde bulunduğu halde, başkalarına iyiliği tavsiye eden ve müslüman olduğundan ötürü şeref duyan kimsedir," diye bildirilmiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a) her dönemde en büyük problemi, şiddetli muhalefet yüzünden önü tıkanan İslâm'ın, bu engellerin arasından nasıl kurtulacağı sorusu idi. Sözkonusu problem hakkında şöyle buyurulmuştur: "Bu muhalefet ve engeller, güzel ahlâkınız ve tebliğ çalışmalarınız sonucunda ortadan kalkacaktır. Sizler, şeytanın kışkırtmalarına alet olmadan Allah'a sığının ve güzel ahlâk ile tebliğinize devam edin."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 (Bu Kur'an,) Rahman ve Rahim'den indirilmiştir.

3 Bilen bir kavim için, ayetleri (çeşitli biçimlerde, birer birer) 'fasıllar halinde açıklanmış' Arapça Kur'an (veya okunan) kitaptır;

4 Bir müjde verici ve bir uyarıcı-1korkutucu olarak. Ama onların çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler.

5 Ve dediler ki: "Bizi kendisine çağırmakta olduğun şeye karşı kalblerimiz bir örtü içindedir,2 kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır.3 Artık sen. (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz."4

AÇIKLAMA

1. Bu sure kısa bir girişle başlamış ve ardından da bir hitapta bulunulmuştur. Bu hitabı dikkatle okuduğunuz takdirde, daha önce yapılan kısa girişle arasındaki bağlantının niteliğini anlamanız mümkün olur.

a) Bu Kur'an, Allah'ın indirdiği bir kelamdır: Yani sizler, bu sözleri Muhammed uydurmuş diyorsanız da onun, kainatı yaratan Allah tarafından indirilmiş olduğu gerçeği değişmez. Bu kelamı işittiğinizde Hz. Peygamber'e (s.a) öfkeleniyor, kızıyorsunuz. Fakat aslında sizler ona değil, bana (Allah'a) kızmış oluyorsunuz. Yine Hz. Muhammed'i (s.a) reddetmekle aslında beni reddediyorsunuz. Sizler yüz çevirmekle de bir insandan değil, Allah'tan yüz çevirmiş oluyorsunuz.

b) Bu Kur'an'ı indiren, Halik olan Allah, yarattıklarına karşı çok merhametlidir: Bu husus zikredilmekle, hidayeti gönderen Allah'ın "Rahman" sıfatına işaret edilmiş oluyor. Ayrıca Kur'an'ı inkar eden ve yüzçeviren kimselerin, aslında kendi kendilerine düşmanlık ettiklerine, çünkü bu hidayetin rahmet ve saadete vesile olan büyük bir nimet olduğuna değinilmektedir. Allah, insanlardan yüzçevirseydi şayet, onları hidayetsiz ve karanlıklar içinde bırakır, ne durumda olduklarına aldırmazdı bile. Fakat Allah'ın insanları yaratmış olması, rızık vermesi ve onlara bu hayat içinde yol göstermesi, O'nun bir fazlıdır. İşte bu yüzden de bir kuluna vahiyde bulunmuştur. Şimdi bu hidayetten yararlanmayan ve hatta ona karşı çıkan bir kimseden daha nankör ve kendi kendisine düşmanlık eden biri olur mu?

c) Bu kitabın ayetleri Arapça'dır ve ona itiraz edebileceğiniz eğri bir nokta ve anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur: Böylece Hak ve Batılın ne olduğu apaçık ortaya konmuştur. Doğru ve sahih akide ile yanlış akide hangisidir? İyi ve kötü ahlâk, salih ve salih olmayan ameller, saadete ve felakete götüren yollar nelerdir, hep açıklanmıştır. Dolayısıyla böylesine açık bir hidayeti reddedenler için artık bir mazeret sözkonusu değildir. Olsa olsa bu onların sapık yolda olduklarının bir ispatıdır.

d) Bu, Arapça bir Kur'an'dır: Yani, Araplar'ın kendi lisanında nazil olmuştur. Arapça olmadığı için anlaşılamaz şeklinde bir mazeret öne sürülemez. (Bu konu 44. ayette farklı bir uslubla ifade edilmiştir. Arap olmayan kimselerin bu konudaki tereddütleri makul karşılanabilir bir niteliktedir. Nitekim biz bu konuda daha önce açıklamalar yapmıştık. Bkz. Yusuf an: 5 ve "Resail ve Mesail" adlı eserim c. I, sh: 19-23)

e) Bu kitab, müjdeci ve uyarıcıdır: Yani, bu kitab, bir hayal ürünü, felsefe eseri veya bir edebiyat kitabı olmadığı için, inkar edip etmemek arasında bir fark yoktur denilemez. Bu kitab kendisine tabi olanları güzel bir son, karşı koyanları ise korkunç bir akibet beklediğini açık açık anlatmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kitabı hafife almak için ancak bir ahmak olmak gerekir.

f) Bu kitab akıl sahiplerine hitap eder: Yani, ondan sadece akıl sahibi olanlar yararlanabilirler. Pırlanta ile taş arasındaki farkı ayırdedemeyen birisi için pırlanta nasıl bir yarar sağlamazsa, cahiller için bu kitab da bir yarar sağlamaz.

2. Yani, o çağrının, kalblerimize ulaşmasına imkan yoktur.

3. Yani, senin getirdiğin mesaj, aramızda tefrika çıkarmış ve bölünmelere yol açmıştır. Artık seninle birleşmemize imkan yoktur.

4. Bu cümle iki anlama da gelir. Birincisi, "Senin bizimle, bizim seninle herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır." İkincisi, "Sen, nasıl kendi davetinden vazgeçmiyorsan, bizler de sana muhalefet etmekten vazgeçmeyecek ve muhalefetimizi sürdürebilmek için elimizden geleni yapacağız."

6 De ki: "Ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim.5 Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.6 Öyleyse O'na yönelin 7ve O'ndan mağfiret dileyin.8 Vay haline o müşriklerin."

7 Ki onlar, zekâtı vermeyenler9 ve onlar ahireti inkâr edenlerdir.

8 Gerçek şu ki, iman edip salih amellerde bulunanlar ise; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır.10

9 De ki: "Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratana (karşı) küfre sapıyor ve O'na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir."

10 Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı11 ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları12 dört günde13 takdir etti.

11 Sonra, kendisi duman14 halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (itaat ederek) geldik" dediler.15

AÇIKLAMA

5. Yani, ben kalblerinize nüfuz edemem ve size zorlamada bulunarak tebliğ yapamam. Ben, ancak bir insanım ve sadece dinlemek isteyen kimselere anlatabilirim.

6. Sizler, kendi kendinize kalblerinizi kilitlemek, kulaklarınızı kapamak istiyorsunuz. Fakat hepinizi yaratanın Allah olduğu ve sizlerin de O'nun kulları olduğunuz gerçeği asla değişmez. Bu Kur'an bir felsefe eseri değil ki, doğru ya da yanlış olma ihtimali bulunsun. O, Allah tarafından vahyolunan kesin bir gerçektir.

7. Yani, Allah'dan başka hiç kimseyi ilah yerine koymayın, ibadet etmeyin, birşeyler ümid ederek yalvarmayın, boyun eğmeyin ve yine Allah'tan başkasının koyduğu kurallara, kanunlara, örf ve adetlere itaat etmeyin.

8. Yani, şimdiye kadar işlediğiniz günahlar dolayısıyla af dileyin ve daha önce işlediğiniz şirk, küfür, isyan için tevbe edin.

9. Burada geçen "zekat" kelimesi hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, İkrime ve Mücahid'in görüşüne göre, buradaki "zekat" ifadesi, tevhid inancı ve Allah'a itaat ile hasıl olan nefsin temizlenmesine işaret etmektedir. Katade, Süddi, Hasan Basri, Dahhak, Mukatil ve İbn Sahib gibi müfessirlere göreyse, burada, "zekat" ile malın zekatı kastolunmaktadır. Bu görüşe göre ayetin anlamı şu şekilde olur: "Yazıklar olsun onlara ki, Allah'a ortak koşarlar ve mallarının zekatını vermeyerek, kulların haklarına mani olurlar."

10. Bu ifade iki anlama gelir: 1) Kendisinde hiçbir eksiklik olmayan ecir, mükafat vardır. 2) Bu, verdiklerini lütuf sananlarınki gibi bir mükafat olmayacaktır.

11. "Arzın bereketleri" ile, milyonlarca yıldan beri en küçük canlıdan insana değin her mahlukun faydalandığı bitmez tükenmez kaynaklar kastolunuyor. Bu bereketlerin en önemlisi bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatlarının sürmesini mümkün kılan "su" ve "hava"dır.

12. Bu ayetin anlamı konusunda müfessirler birçok görüş ileri sürmüşlerdir.

Bazı müfessirler, "Arayıp soranlar için gıdalarını dört günde takdir etti" ayetini, "Ne az, ne de çok, tam dört günde takdir etti" şeklinde anlamışlardır.

İbn Abbas, Katade ve Süddi, bu ayeti, "Arayıp, soranlara, 'dört gün' diye cevap verilmiştir." şeklinde anlamışlardır. Yani bir kimse, bu işin kaç günde tamamlandığını sorarsa, en iyi cevap, "dört günde" diye karşılık vermektir.

İbn Zeyd ise, bu ayeti şöyle yorumlamıştır. "Yeryüzünde rızık arayanların ihtiyaçları, dört gün içinde takdir edilmiştir."

Dil açısından bu üç görüş de kabul edilebilir niteliktedir. Ancak ilk iki görüş, bize göre kabul edilebilir bir özellik ihtiva etmektedir. Çünkü bu iş dört günden bir saat eksik veya fazla ya da tam dört günde olmuş olabilir. O halde Allah'ın kudret ve kuvvetinde, hikmet ve beyanında, bizim tamamlayacağımız bir noksanlık mı sözkonusudur? Ayrıca "Soranlara 'dört gün' şeklinde cevap verilmiştir." görüşü de müphemdir. Çünkü ayetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre bir kimsenin bu işin kaç günde tamamlandığını sorduğu da sözkonusu değildir. O halde bu ayette, niçin böyle bir cevap verilmiş olsun? İşte bu nedenlerden ötürü biz üçüncü görüşü tercih ettik. Ben bu ayeti şöyle anlıyorum: "Allah Teâlâ, bu kainatın başlangıcından sonuna, yani kıyamete kadar tüm ihtiyaçlarını yaratmış, onlar için her türlü imkanı sağlamıştır. Çeşitli bitkiler için toprak, su vs. yaratırken, her cins ve çeşit mahluk için de diğer gıdaları varetmiştir. Tüm bunların dışında da apayrı bir varlık olarak insanı yaratmış ve onun sadece bedensel niteliklerini değiştirmekle kalmayan, ayrıca lezzet almasını da sağlayan gıdalar halk etmiştir. Allah'tan başka kim, kainat içerisinde ne kadar ve ne çeşit mahluk bulunduğunu, nerede ve kaç zamandır yaşamakta olduğunu, hayatlarını sürdürebilmek için ne kadar gıdaya ihtiyaç duyduklarını bilebilir? Allah bu kainatı nasıl yaratmış ve bir plana göre düzenlemişse, onun varlığını idame ettirebilmesi için de her canlının gerekli olan ihityaçlarını (yemek, içmek vs.) yaratmıştır."

Bazı kimseler, yeni bir Marksist İslâm (Kur'an'ın Rububiyyet Nizamı) anlayışı öne sürmektedirler. Bunlar "Sevâen li's-Sâilin" ifadesini "Dileyenlere eşit olarak" şeklinde anlamakta ve şöyle deliller getirmektedirler: "Allah herkes için eşit miktarda gıda yaratmıştır. Dolayısıyla herkese karne ile eşit miktarda gıda vermenin mümkün olduğu bir devlet nizamı kurulmalıdır. Çünkü özel mülkiyetin sözkonusu olduğu toplumda Kur'an'ın öngördüğü hayat tarzı gerçekleştirilemez" Bu gafiller, Kur'an'ı kendi hevaları doğrultusunda suistimal etmeye çalışırlarken "sailin" kelimesinin sadece insanların değil, tüm canlıların gıda ihtiyaçları için kullanıldığını unutmuşlardır. Gerçekten de, Allah, mahlukatın her kesimi için eşit miktarda gıda tayin etmiştir diyebilir miyiz? Sizler, bu kainat içerisinde gıdaların eşit bir şekilde taksim olunduğunu görüyor musunuz? Nitekim kâinat içerisinde bu anlamda bir eşitlik sözkonusu değildir. Haşa Allah Teâlâ, kendi kitabına aykırı mı hareket etmiştir? Ayrıca eşitlik davasını öne süren bu kimseler, insanların beslemekle mükellef oldukları hayvanlara (koyun, keçi, inek, at katır, deve vs.) Rabbani düzen kurulduğu takdirde eşit miktarda mı yiyecek verecekler?

13. Bu bölümde müfessirler bir güçlük ile karşı karşıya kalmışlardır. Yani, Allah yeryüzünü iki günde yaratmış, dağları yerleştirmiş ve bereketli gıdaları dört günde meydana getirmiştir. İleride gökyüzünün de iki günde yaratılmış olduğunun belirtilmesiyle birlikte, hepsi toplam olarak 8 gün eder. Oysa Allah, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde, kainatı 6 günde yarattığını bildirmiştir. Bu nedenden ötürü müfessirler yeryüzünün yaratıldığı müddet olarak zikredilen 2 günü, 4 günün içinde kabul ederler ve böylece, gıdaların takdiri ile birlikte hepsi toplam 4 gün olur. Fakat bu işlem Kur'an'ın açık beyanına uymayacağı için, böyle bir tevil anlamsız olacaktır. Çünkü yeryüzünün 2 günde yaratılış hadisesi, kainatın yaratılışından ayrı değildir. Sonra gelen ayeti dikkatle okursak eğer, yeryüzü ve gökyüzünün birlikte zikredildiğini görürüz: "Sonra Allah göğe yöneldi." Nitekim kainattaki 7 gök içinde, bizim dünyamız da vardır. Bu kainatın, yeryüzünün, gökyüzünün, yıldızların, gezegenlerin vs.'nin yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah, canlıların ihtiyaçlarını yaratmış ve bu iş 4 günde tamamlanmıştır. Diğer yıldız ve gezegenlerin ne şekilde yaratıldıkları zikredilmemiştir. Çünkü insanoğlunun ilmi, değil o zaman, bugün dahi onları anlayacak yeterlilik arzetmemektedir.

14. Burada üç hususun izah edilmesi gerekmektedir.

a) "Gök" ifadesi ile tüm kainat kastolunmaktadır.

b) "Duman" ifadesi, bugünkü ilim adamlarının da kabul ettikleri gibi, kainatın şekillenmesinden önceki maddeye tekabül eder.

c) "Göğe yöneldi" ifadesini, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığı, daha sonra dağların yerleştirildiği ve bereketli gıdaların takdir edildiği şeklinde kabul etmek doğru değildir. Şu ayet sözkonusu anlayışı düzeltir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler." Bu emir verilmeden önce, yeryüzü ve gökyüzü teşekkül etmemiştir. Yani kainatın yaratılışı daha yeni başlamaktadır. Sadece "Sümme" (sonra) kelimesi, yeryüzünden sonra gökyüzünün yaratıldığına delil teşkil edemez. Nitekim Kur'an'da bu kelimenin "tertibi zaman" için olmayıp, "tertibi beyan" için kullanıldığına dair birçok örnek vardır. (Bkz. Zümer an: 12)

Yeryüzü ve gökyüzünden hepsinin, daha önce yaratılmış olduğu tartışması, kadim müfessirlerden bu yana sürüp gitmektedir. Bir grup, Bakara Suresi'nin 29. ayetine dayanarak, yeryüzünün önce yaratıldığını öne sürerken, diğer bir grup, Naziat Suresi'nin 27-33. ayetlerini delil kabul edip, gökyüzünün yeryüzünden önce yaratıldığını savunurlar.

Çünkü bu ayetlerde gökyüzü yeryüzünden önce zikredilmiştir. Fakat Kur'an'ın, bir tabiat ilimleri kitabı olmadığı ve bundan dolayı inzal edilmediği de bir gerçektir. Bu kitab insanları tevhid ve ahiret akidesine davet ederken, tabiatın sayısız gizliliklerine dikkat çeker ve kainatın, yeryüzü ve gökyüzünün yaratılışını düşünmeye çağırır. Dolayısıyla burada tertibi zamanın hiçbir önemi yoktur. Allah Teâlâ bunu, sadece birliğine bir delil olmak üzere öne sürmüştür. Hangisinin önce veya sonra yaratıldığı ise hiç önemli değildir. Ancak bunların eğlence olsun diye değil, ciddi bir maksat için yaratıldıkları vurgulanmıştır. İşte bu yüzden de Kur'an'da, bazı yerlerde yeryüzü, bazı yerlerde ise gökyüzü önce zikredilir. Allah Teâlâ, insanların dikkatini, yeryüzünün nimetlerine çekmek istediği zaman yeryüzünü önce zikretmektedir, çünkü insan yeryüzüne daha yakındır. Allah'ın yücelik ve kudretine dikkat çekilecek ise, bu sefer genellikle gökyüzü önce zikredilir. Çünkü gökyüzünün manzarası, insanoğlunu her zaman hayretler içinde bırakmıştır.

15. Burada kainatın yaratılışı anlatılırken, böyle bir üslup kullanmak suretiyle Allah'ın yaratışı ile insanın bir şeyi meydana getirişi arasındaki fark vurgulanmıştır. İnsan bir şeyi meydana getirmek istediğinde, zihninde bir plan kurar ve gereken malzemeyi hazırladıktan sonra da o malzemeyi zihninde kurduğu plan çerçevesinde şekillendirmeye çalışır. İnsan bazen elindeki malzemeyi istediği şekle sokar ve madde üzerinde hakimiyet kurmuş olur. Bazen de sözkonusu malzeme, insanın istediği şekle girmeyip, bu sefer madde galip gelmiş olur. Bir örnek vererek meseleyi anlamaya çalışalım: Bir terzinin, zihninde bir elbise dikmeyi tasarladığını ve elindeki kumaşa bir şekil vermeyi istediğini varsayalım. Bazen terzi, kumaşı kendi istediğine göre keser ve dikmeye başlar, bazen de kumaş onun tasarladığı şekle uymaz. Şimdi de Allah'ın bildirdiğine göre kainatı nasıl yaratmış olduğunu bir düşünelim: Kainatın maddesi önce duman şeklindedir. Allah ona şekil vererek, kainatı yaratmayı istediğinde insanlar gibi oturup yeryüzünü nereye koyacağını, Ay'ın nerede duracağını ve yıldızların nasıl asılacağını düşünerek bir plan yapmadı. O sadece "Bu şekle girin" diye emretti. Kainatın malzemesi olan duman da, böylece kendi kendine şekil almış oldu. Bu malzemelerin, Allah'a karşı direnme gücü olmadığı gibi Allah'ın da onlara şekil vermek için yorulmaya ihtiyacı yoktur. O "ol" der ve hemen "oluverir". Dolayısıyla içinde yaşadığımız yeryüzü iki günde meydana gelmiştir.

Allah'ın, bir şeyi, olmasını irade ettiğinde "ol" demesi, ve onunda hemen "oluvermesi" ile ilgili halketmedeki hususiyletleri Kur'an'ın birçok yerinde zikredilmiştir. Bkz. Bakara an: 115, Al-i İmran an: 44-55, Nahl an: 35-36, Meryem an: 24, ve Yasin: 82, Mümin: 68

12 Böylelikle onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık).16 İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen (Allah')in takdiridir.

13 Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse,17 artık de ki: "Ben sizi, Ad ve Semûd (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyarıp-korkuttum."

14 Onlara "Yalnızca Allah'a kulluk edin" diye önlerinden ve arkalarından18 peygamberler gelince, dediler ki: "Eğer dileseydi Rabbimiz melekler indirirdi. Bundan dolayı biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) küfredenleriz."19

15 Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimmiş?" Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.

16 Böylece biz de onlara dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz (felâketler yüklü) günlerde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.20 Ahiret azabı ise daha da bir aşağılanmadır.21 Ve onlara yardım edilmeyecektir.

17 Semûd'a da gelince; biz onlara doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. Böylece kazanmakta oldukları şeyler yüzünden onları alçaltıcı azabın yıldırımı yakalayıverdi.

18 İman edenleri ve korkup-sakınmakta olanları22 ise kurtardık.

AÇIKLAMA

16. Bu ayeti daha iyi anlamak için Bkz. Bakara an: 34, Rad an: 2, Hud an: 8-12, Enbiya an: 34-35, Müminun an: 15, Yasin an: 37, Saffat an: 5-6.

17. Yani, onlar Allah'ın kainatın yaratıcısı ve ma'budu olduğuna inanmazlar. Cehaletleri dolayısıyla Allah'ın yaratmış olduklarını "O'nun ortakları" olarak kabul etmektedirler.

18. Bu cümle birçok anlama gelebilir: 1) "Onlara ardı ardına peygamberler geldi." 2) "Peygamberler onlara, dini her yönüyle anlatmaya çalıştılar ve hidayeti kabul etmeleri için her yöntemi denediler." 3) "Onlara kendi kavimlerinden olsun, diğer kavimlerden olsun pekçok peygamberler geldi."

19. Yani, "Şayet Allah bizim bu dinimizi beğenmemiş olsaydı bize melekler gönderirdi. Sen de bizim gibi bir insan olduğuna göre, sırf söylediklerinden ötürü dinimizden vazgeçmeyiz." Kafirlerin "Biz sizin gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" şeklindeki ifadeleri, onların Rasulüllah'ın (s.a) Allah tarafından gönderildiğine inandıkları anlamına gelmez. Bu, Firavun'un Hz. Musa (a.s) hakkında kendi adamlarına "Size gönderilen bu elçiniz bir delidir" demesi gibi alayvari bir üsluptur. İzah için bkz. Yasin an: 11.

20. "Uğursuz günler" ifadesi, o günlerde bir uğursuzluk olduğu ve bu yüzden de onlara azab geldiği anlamına gelmez. Şayet bu günler gerçekten uğursuz olsaydı, Ad kavmi dışındaki kavimlere de azabın gelmesi gerekirdi. Doğru anlamı, "Ad kavmine azab indiği günler, onlar için uğursuzdu" şeklindedir. Bazı kimseler bu ayete dayanarak, günlerin uğurlu veya uğursuz olması ile ilgili birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar ki bu da doğru olmayan bir yaklaşımdır.

Bu ayette, "Rîhan Sarsaran" ifadesi geçmektedir. Bu deyim hakkında dilbilimciler arasında ihtilaf vuku bulmuştur. Kimileri "yakıcı sıcak", kimileri "dondurucu bir soğuk", kimileri de "estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgar" anlamına geldiğini söylemişleridr. Fakat hepsi de söz konusu rüzgarın çok şiddetli olduğu konusunda birleşmişlerdir.

Kur'an'ın çeşitli yerlerinde bu hususun ayrıntıları şu şekilde beyan edilmiştir.

"Allah onu yedi gece, sekiz gün ardı ardına onların üstüne musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş görürsün." (Hakka: 7)

"Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu çürütüp kül gibi ediyordu" (Zariat: 42)

"Nihayet onun geniş bir bulut halinde vadilere doğru geldiğini görünce: "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır, o, sizin gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır. Rabbinin emriyle herşeyi yıkar mahveder. Derken onlar o hale geldiler ki evlerinden bir şey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız." (Ahkaf: 45-25)

21. Bu azab onların büyüklenmeleri sonucunda gelmişti. Çünkü onlar kendilerinin çok kuvvetli oldukları zannıyla hakdan yüz çeviriyorlardı. Böylece Allah'ın azabı onların büyük bir kısmını helak ederek, kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış ve geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek, daha önce zulmettikleri kavimler önünde zelil etmişti. Ad kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. A'raf an: 51-53, Hud an: 54-66, Müminun: 34-37, Şuara an: 88-94, Ankebut an: 65

22. Semud kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. A'raf an: 57-59, Hud an: 69-74, Hicr an: 42-46, İsra an: 68, Şuara an: 95-106, Neml an: 58-66.

19 Allah'ın düşmanlarının bir araya getirilip-toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler halinde dağıtılırlar."23-24

20 Sonunda oraya geldikleri zaman, onların işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.25

21 Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu.26 Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülmektesiniz."

22 "Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye sakınıp-korunmuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz."

23 "İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı,27 böylelikle hüsrana uğrayanlar olarak sabahladınız."

AÇIKLAMA

23. Burada, gerçekten ateşe sürülecekleri değil, Allah'ın huzuruna hesap vermek için götürülecekleri kastolunmaktadır. Ancak, zaten sonunda cehenneme gideceklerinden, böyle bir ifade kullanılmıştır.

24. Yani, önce bir nesil daha sonra başka bir nesil hesaba çekilmeyecek, bilakis bütün nesillerin hesabı birarada görülecektir. Çünkü bir şahsın veya bir neslin bıraktığı etkiler onların ölümüyle sona ermez. Aksine ölümden sonra da devam ederek nesiller boyu iz bırakır. Bu yüzden karar vermek için, birbirlerine şahitlik etsinler diye, tüm nesiller bir araya getirileceklerdir. İzah için bkz. A'raf an: 30

25. Bir hadiste bu husus şöyle izah edilmiştir: "Bir suçlu kıyamet gününde yaptıklarını inkar ettiğinde, Allah onun uzuvlarına emir verecek ve onlar onun yaptıklarına karşı şahitlik edecekler." Bu hadisi Enes, Ebu Musa el-Eş'ari, Ebu Said el-Hudri ve İbn Abbas rivayet etmişlerdir. (Müslim, Nesei, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Bezzar.) Ayrıca izah için bkz. Yasin an: 55.

Bu ayet ile birlikte daha birçok ayet ahiretin yalnız ruhani bir âlem olmadığını ispatlamaktadır. Yani insanlar aynı ruh ve beden ile diriltilecekler ve dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük ayrıntısına kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü, işledikleri suçları aynen aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği aşikardır. Bu konuda kesin deliller için bkz. İsra: 49-51 ve 98, Müminun: 35-38 ve 82-83, Nur: 24, Secde: 10, Yasin: 65, 78, 79, Saffat: 16-18, Vakıa: 47-50, Naziat: 10-14.

26. Bundan, insanın sadece azalarının değil, herşeyin onun yaptıklarına şahitlik edeceği anlaşılmaktadır. Aynı husus Zilzal Suresi'nde şöyle açıklanmıştır. "Yer içindekileri çıkardığı ve insan, "Ona ne oluyor" dediği zaman, işte o gün yer haberlerini söyler. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" Yani insanoğlu onun üstünde ne yapmışsa anlatır. Çünkü Allah ona böyle emretmiştir.

27. Hz. Hasan Basri bu hususu çok güzel bir biçimde izah etmiştir. "İnsan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini de o tasavvura göre ayarlar. Bir mü'min, Rabbi hakkında doğru bir tasavvura sahipse amelleri de doğru olur. Kafir, münafık, fasık ve zalim kimselerin amelleri yanlıştır. Çünkü onların Rableri hakkındaki tasavvurları da yanlıştır." Aynı hususu Hz. Peygamber (s.a) gayet öz ve veciz bir biçimde şöyle anlatmıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse, ben öyleyim" der". (Buhari, Müslim)

24 Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer onlar hoşnut olma (dünya)ya dönmek isterlerse, artık onlar hoşnut olacaklardan değildirler.28

25 Biz onlara birtakım yakın-kimseleri 'kabuk gibi üzerlerine kaplattık', onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler.29 Cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde (yürürlükte tutulan azab) sözü onların üzerine hak oldu. Çünkü onlar, hüsrana uğrayanlardı.

26 İnkâr edenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz."30

27 Artık gerçekten o inkâr edenlere şiddetli bir azap taddıracağız ve onları yapmakta olduklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.

28 Bu, Allah'ın düşmanlarının cezası olan ateştir. Bizim ayetlerimizi inkâr etmeleri dolayısıyla bir ceza olarak, orada onlar için ebedilik yurdu vardır.

AÇIKLAMA

28. Bu ifade şu anlamlara gelebilir: "Onlar dünyaya geri dönmeyi isteyecekler ama dönemeyeceklerdir." veya "Ccehennemden kaçmak isteyecekler ama kaçamayacaklardır." ya da "Tevbe etmek isteyecekler ama tevbeleri kabul edilmeyecektir."

29. Kötü insanlara iyi arkadaşlar nasib etmemek Allah'ın bir sünnetidir. Allah kötü bir insana, ancak kendisi gibi bir arkadaş nasib eder ve o dalâlete ne kadar batarsa, o derece kötü arkadaşlar edinir. Hatta şeytanlar onun müşaviri ve dostu olurlar. Bazı kimseler "Filan şahıs aslında iyidir, fakat onu kötü arkadaşları yoldan çıkardı" derler. Böyle bir düşünce doğru değildir. Çünkü her insan kendisi gibi bir arkadaş seçer. Kötü bir insan iyi biriyle arkadaş olsa da, bu arkadaşlık fazla uzun sürmez. Zira, pislik nasıl sineği çekerse kötü kimseler de ancak kötülükleri yanlarına çekerler.

Onların bu kötü arkadaşlarının kendilerine geçmişi ve geleceği parlak gösterdikleri buyurulmaktadır. Yani onlara, "Sizin geçmişiniz gibi geleceğiniz de parlak olacaktır" dediler. Artık onları öyle bir hale sokarlar ki, kötülüğe ne kadar batarlarsa batsınlar, bunu farkedemezler. Onlara kötü arkadaşları ve şeytanlar, "Sizi eleştirenler akılsızların tâ kendileridir. Sizin yaptıklarınız doğrudur ve kim yüksek yerlere gelmişse, sizin yaptıklarınızı yaparak gelmiştir. Öbür dünya, ahiret vs. bunların hiçbiri yoktur. Hem bazı ahmakların kabul ettiği gibi cennetin olduğunu farzetsek bile, Allah size bu dünyada nasıl nimetler veriyorsa, cennette de size ikram eder. Cehenneme gelince, bu dünyada nimetlerden mahrum olanlar, ahirette de cehennemde olacaktır." derler.

30. Rasulüllah (s.a) konuşmaya başladığında, kimse onun sesini duymasın diye gürültü yapmak kafirlerin bir taktiğiydi. Onlar, Kur'an'ın etkili bir kelam olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir kişiliğe ve etkileyici bir hitabet yeteneğine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin muhakkak surette onun tesiri altına gireceğini biliyorlardı. Bunu önlemek için, Hz. Muhammed'in (s.a) söylediklerini dinlememek ve başkalarının da dinlemesini engellemek için karar almışlardı. Bu yüzden Rasulüllah (s.a) tebliğ etmeye başladığı zaman, gürültü çıkarıyor ve anlamsız seslerle onun mesajını örtmeye çalışıyorlardı. Böyle bir metod sayesinde Allah'ın gönderdiği yüce Peygamber'in davetini önlemeyi umuyorlardı.

29 Küfretmekte olanlar dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar."31

30 Şüphesiz: Onlar32 "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru bir istikamet tutturanlar33 (yok mu); onların üzerine melekler iner34 (ve der ki;) "Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va'd olunan cennetle sevinin."35

AÇIKLAMA

31. Yani, onlar dünyada, liderlerinin, rehberlerinin ve kendilerini saptıran şeytanların işaretlerine göre hareket ediyorlardı. Kıyamet günü ellerine geçirebildikleri takdirde, kendilerinin cehenneme yuvarlanmalarına sebeb oldukları için onları ayaklarının altına almak isteyeceklerdir.

32. Kafirleri, hakka karşı gösterdikleri inadın sonucuyla uyardıktan sonra Allah, hitabını Hz. Peygamber'e (s.a) ve mü'minlere yöneltiyor.

33. Yani onlar, "Rabbimiz Allah'tır". demekle kalmayıp, O'na ortak koşmamışlar, tevhidi kabul ettikten sonra da hiçbir akideye iltifat etmeyerek, başka şeyleri tevhid akidesine karıştırmamış ve böylece hayatlarını tevhide göre düzenlemişlerdir.

Tevhid üzerinde sebat edenler (istekâmû) ifadesini Hz. Peygamber (s.a) ve sahabeler şöyle açıklamışlardır.

Hz. Enes (r.a) Rasulüllah'tan şöyle bir rivayette bulunmuştur: "İnsanlar içinde öyleleri vardır ki Allah'ı "Rab" kabul ettikten sonra bile O'na ortak koşarlar. Sebat edenler, ancak tevhid üzerinde son nefeslerine kadar direnenlerdir." (İbn Cerir, Nesei, İbn Ebi Hatim)

Hz. Ebu Bekir Sıddık, sebat eden kimseyi, "Allah'a ortak koşmayan ve hiçbir sahte ilaha iltifat etmeyen kimse" olarak izah etmiştir. (İbn Cerir)

Hz. Ömer bir gün mezkur ayeti mimberde okuduktan sonra şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki sebat eden kimseler, Allah'a itaatlerinde sadık olan ve tilkiler gibi bir oraya bir buraya dönmeyenlerdir." (İbn Cerir)

Hz. Osman, "sebat etmek, kişinin amellerini Allah rızası için halisane bir şekilde yapmasıdır" diye buyurmuştur. (Keşşaf)

Hz. Ali ise, sebat üzerinde olmayı, "Allah'ın emirlerini yerine getirmek" şeklinde izah etmiştir. (Keşşaf)

34. "Meleklerin inişi"nin mutlak surette müminlerin onları görüp işitebileceği şekilde olması gerekmez. Elbette, Allah'ın bir kuluna açık surette melekler göndermesi mümkündür. Fakat genellikle, müminler İslâm düşmanlarından eziyet ve işkence gördükleri zaman Allah melekleri indirir. Müminlerin onları görmemeleri doğaldır. Çünkü melekler, doğrudan doğruya kulağa, ve gözlere değil, kalblere nüfuz etmek suretiyle güven ve huzur telkin ederler. Bazı müfessirler bu hususu, sadece ölüm, berzah alemi ve mahşer meydanına mahsus olmak şeklinde mütalâ etmişlerdir. Ancak bu ayetin niçin nazil olduğunu, siyak ve sibakı içerisinde düşünecek olursak ayetin, Allah'ın dinini yüceltmek için, canlarıyla, mallarıyla mücadele eden müslümanlar hakkında indiğini açıkça anlarız. Melekler, onları teskin etmek ve onlara "Sizler çaresiz ve yalnız değilsiniz" diyerek cesaret vermek için indirilmişlerdi. Elbette melekler onları ölüm anında, berzah aleminde ve mahşer meydanında da karşılayacak ve cennete kadar taşıyacaklardır. Ancak bu, sadece öbür dünyaya mahsus değildir. Çünkü melekler, bu dünyada da inerler. Siyak ve sibaktan, Hak ve Batıl mücadelesinde, kafirlerin yanında nasıl şeytanlar bulunuyorsa, müminlerin yanında da meleklerin bulunduğu çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Bir tarafta kafirlerin kendilerine, amellerini güzel gösteren ve "Yaptıklarınız doğrudur, üstünlüğü sizler elde edeceksiniz, dolayısıyla zulüm yapmanız, liderliği ele geçirebilmeniz için gereklidir" diyen şeytan ve dostları; diğer tarafta ise, müminlere mesaj getiren melekler. Burada sözkonusu edilen mesaj bir sonraki ayette zikredilmiştir.

35. Bu, Allah'tan müminlere, dünyadan ahirete kadar her safha boyunca, emniyet içinde olduklarını bildiren bir mesajdır. İslâm için mücadele edenlere, "Bu dünyada kafirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar korkmayın ve Hak adına ne kadar büyük zahmetlere ve mahrumiyetlere katlanırsanız katlanın üzülmeyin. Çünkü sizleri istikbalde öyle büyük nimetler beklemektedir ki, dünyadaki nimetler onların yanında bir hiç mesabesindedir," denilmektedir. Meleklerin aynı kelimeleri bir müslümana ölüm anında söylemesi şu anlama gelir: "Gittiğin yerde korkacağın hiçbir şey yoktur. Çünkü cennet seni beklemektedir. Dünyada bıraktığın dostlarına üzülmene gerek yok, zira burada bizler sana dost ve arkadaş olacağız." Yine aynı sözler berzah aleminde ve mahşer meydanında şöyle anlaşılabilir: "Dünyada çektiğiniz gam ve keder artık bitti. Burada sizler için hep rahatlık vardır. Ahirette sizlere hiçbir surette korku ve zahmet yoktur. Biz size, va'd edilen cennete gireceğinizi müjdeliyoruz."

31 "Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir."

32 "Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak."

33 Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?36

34 İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.37

35 Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz.38 Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.39

AÇIKLAMA

36. Mü'minlere cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur.

Onlara bir önceki ayette, İslâm'ı kabul ettikten sonra sebat göstermenin başlı başına salih bir amel olduğu ve bu yüzden meleklerin dostluğuna ve cennete hak kazandıkları bildirilmişti. Burada ise, bundan daha üst bir derece olduğu buyuruluyor. O derece, salih amel işleyen bir kimsenin, başkalarına tebliğ yapması, şiddetli tehlikeler karşısında bile, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve musibetlerin gelip gelmediğine bakmadan, İslâm üzerine sebat göstermesidir.

Bu ilahi tavsiyeyi yeterince kavrayabilmek için, ayetin nazil olduğu zamanı gözönüne getirmek gerekir. O dönemlerde bir şahıs müslüman olduğunu ilan ettiğinde, adeta kendisini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele bu şahıs daha da ileri giderek İslâm'ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde "Gelin vahşiliğinizi ispat edin" dercesine bu hayvanlara davetiye çıkarmış olurdu. İşte böyle bir durum muvacehesinde, "Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm'ı kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu" buyuruldu. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm'a çağırır, Allah'a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında birşey söylemesin, dolayısıyla da İslâm'a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın vardığı en üst derecedir.

37. Bu ayeti anlayabilmek için, Mekke'deki o atmosferi iyice tasavvur etmek gerekir. Allah, elçisine ve onun vasıtasıyla mü'minlere sözkonusu tavsiyeleri yaptığında mevcut durum şu şekilde idi: İslâm düşmanları, Hz. Peygamber'e (s.a) ve müslümanlara karşı her türlü şiddete başvuruyor ve insanî, ahlâkî ve vicdanî tüm kural ve sınırları bir yana iterek zulmediyorlardı. Ayrıca Hz. Peygamber'i (s.a) ve müslümanları mağlup edebilmek için, her türlü yalan, iftira ve hileyi kullanıyorlardı. Bir ordu gibi çullanarak, müslümanların kalblerinde şüphe meydana getirmek için her yola başvuruyor ve onlara türlü eziyetleri reva görüyorlardı. Sırf çaresiz kaldıkları için müslüman bir grup teşekkül ettirmişlerdi. Tebliğ etmenin tüm yollarının kapandığı böylesine zor ve müşkil bir durumda Allah, elçisine çözüm olarak şu tavsiyelerde bulunmuştur.

a) "İyilik ve kötülük bir olmaz." Yani kötülük şimdi size çok güçlü gözüküyor ve sizler de kendinizi çok zayıf hissediyorsunuz fakat, kötülüğün tabiatı icabı zayıf ve çökmeye mahkum olduğunu bilmelisiniz. Çünkü insan, fıtratı icabı, kötülüğü sevmez ve ondan nefret eder. Kötülüğe sadece hizmet edenler değil, bayraktarlığını yapanlar bile, haksız olduklarını ve sizlere zulmettiklerini bilmektedirler ama inatlarından ve çıkarları söz konusu olduğundan, sizlere karşı ısrarla direnmektedirler.

Bu davranışları, onları sadece başkalarının gözlerinde değil, bizzat kendi gözlerinde dahi küçültmektedir. Ayrıca onların kalbinde, "İslâm zayıf ve güçsüz olmasına rağmen yayılmaya devam ediyor ve bir gün mutlaka galip gelecektir" şeklinde sürekli bir korku vardır. Gerçekten de iyilik ve doğruluk, "kalpleri fetheden" kendi başına bir güçtür. İyilik ve kötülük açık bir surette savaşa giriştiğinde ve her ikisi de tüm yanlarıyla ortaya çıktığında, ancak çok az insan iyiliği takdir etmeyerek, kötülükten nefret etmez.

b) "Kötülüğe iyilikle, hatta daha fazlasıyla cevap verin" Yani size kötülük yapan bir kimseyi affetmeniz bir iyiliktir. Fakat size kötülük yapan bir kimseye, karşılık verme imkanı bulmanıza rağmen, iyilik yapmanız ise, bir ihsandır.

Bu davranışınızın sonucunda, size en aşırı kötülüğü yapan kimseler bile sizinle dost oluverirler. Çünkü bu, insanın fıtratında vardır. Size söven birine cevap vermediğinizde iyilik yapmış olursunuz ama dua ederseniz şayet, en kötü insan dahi utanır ve ağzını kapatır. Size zarar vermek isteyen birine karşı sabırlı davranırsanız, o daha da cesaret alarak küstahlağını artıracaktır. Ama o şahıs bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında, onu kurtarırsanız, muhakkak surette sizin esiriniz olur. Çünkü hiçbir kötülük, iyiliğin karşısında tutunamaz. Ancak bu davranışınızdan dolayı, herkes sizin can dostunuz olacak diye genel bir kaide de yoktur. Çünkü dünyada öyle habis insanlar vardır ki siz ne kadar iyilik yaparsanız yapın, bir akrep gibi sizi sokmaktan vazgeçmezler. Lakin bu tür habis insanlar istisna olarak kabul edilmelidir.

38. Gerçi bu şekilde davranmak çok tehlikelidir ve tatbik etmek de o derece güçtür. Dolayısıyla insanın küçük bir azme, sınırsız bir sabra ve nefsi üzerinde güçlü bir hakimiyete sahip olması gerekir. Geçici olmak kaydıyla bir kimse kötülüğe karşı iyilikle cevap verir ama hiçbir ahlâkî sınır tanımayan hile ve desiseden çekinmeyen, aynı zamanda iktidar sarhoşluğu içinde olan kötülüğe karşı, yıllarca iyilikle cevap vermesi ve sabırlı davranması mümkün değildir. Bu işi ancak hakkın muzaffer olması uğruna soğukkanlı davranan, nefsini kesin bir hakimiyetle akıl ve şuurunun altına almış ve içinde hiçbir kötülüğün nüfuz edemeyeceği derecede iyiliğin kök saldığı bir ruha sahip olan kişi başarabilir.

39. Böylesine önemli özellikleri, ancak yüksek meziyetlere haiz olan insanların taşıması fıtratın bir kanunudur. Bu özelliklere haiz olan kimseleri, hiçbir şey hedefine ulaşmaktan alıkoyamaz. Düşük seviyeli ve hilekar insanların, onları yenilgiye uğratabilmeleri mümkün değildir.

36 Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın.40 Çünkü O, işitendir, bilendir?41

37 Allah'ın ayetlerindendir42 gece, gündüz, güneş ve ay.43 Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Allah'a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz.44

38 Şayet onlar büyüklenecek olurlarsa,45 Rabbinin katında bulunanlar, O'nu gece ve gündüz tesbih ederler ve onlar bıkkınlık duymazlar.46

AÇIKLAMA

40. Hak ve Batıl mücadeleye giriştiği zaman, mü'minler kötülüğe karşı iyilikle cevap verirler. Böyle bir durumda şeytan kahrolur. Çünkü şeytan, mü'minler ve özellikle liderleri durumunda olanlar bir yanlış davranışta bulunsa da, haklarında delil olarak kullansam, diye düşünür. Böylelikle "Hata bir tarafta değil her iki tarafta da var." "Gerçi bir tarafta alçaklık edenler var ama mü'minler de pek yüce ahlâka sahip değiller. Çünkü şu yanlış hareketi de onlar yapmıştır," gibi ithamlarda bulunabileceklerdi. Genellikle halk ince eleyen sık dokuyan bir yargıyla hareket etmez. Dolayısıyla mü'minler büyük bir haksızlığa karşı, biraz ölçüsüz cevap verseler dahi, şeytan, Hakk'ın karşısında önemli bir propaganda malzemesi edinmiş olur.

Ancak mü'minler zulme göğüs gerer, ona karşı şeref, doğruluk ve dürüstlüklerini korumayı başarabilirlerse, işte o zaman halk onların bu davranışlarının etkisi altında kalır. Fakat kendilerinden ölçüsüz bir davranış sadır olduğu takdirde, büyük bir zulme karşılık vermiş olsalar bile, halkın gözünde her iki grup da eşit mütalâe edilir, ve gözden düşerler. Bunun yanısıra kafirler de müslümanların bir sövmesine karşın, bin kez sövmek için bahane elde etmiş olurlar. Bu nedenlerden ötürü mü'minler "Şeytanın tuzağına düşmeyin" şeklinde uyarılmıştır. Çünkü o sizleri, "Bu haksızlığı kabul etmeyin, ve siz de aynı şekilde karşılık verin. Şayet böyle yapmazsanız sizlere korkak derler ve dolayısıyla itibarınız sarsılır" diye kışkırtır. İşte böylesine kızgın ve öfkeli olduğunuz hallerde, bu sözlerin şeytanın bir kışkırtması olduğunu anlamalısınız. O sizi, belki yanlış bir davranışta bulunursunuz diye kışkırtmaktadır. Sakın onun kışkırtmalarına uymayın ve uymayınca da "Nefsimize hakim olduk" şeklinde bir zanna kapılmayın. Böyle davranmaktan Allah'a sığının. O Allah ki, size yardım etti ve şefkati ve rahmeti dolayısıyla yanılgıya düşmekten kurtulabildiniz.

Bu hususun en güzel tefsiri, Müsned-i Ahmed'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadistir: "Bir gün bir şahıs, Rasulüllah'ın da (s.a) içinde bulunduğu meclise geldi ve Hz. Ebu Bekir'e sürekli sövmeye başladı. Hz. Ebu Bekir (r.a) sürekli dinliyor ve cevap vermiyordu. Bu esnada Rasulüllah da tebessüm ediyordu. Fakat sonunda Hz. Ebu Bekir'in (r.a) sabrı taşarak sert bir karşılık verince, Rasulüllah'ın çehresi hemen değişiverdi ve kalkarak oradan ayrıldı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) Rasulullah'ı takip ederek, ona yolda "Niçin o bana söverken sessiz durup, tebessüm ediyordunuz da, ben ona karşılık verince kızdınız?" diye sordu. Rasulullah şöyle cevap verdi: "Sen, sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Fakat sen ağzını açtığında, yanına şeytan geldi. Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam."

41. Mü'minlerin kalbleri, düşmanların gösterdiği şiddet karşısında, "Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığı" inancıyla sükunet bulur. "O, bizim yaptıklarımızdan da düşmanlarımızın yaptıklarından da haberdardır. Her iki tarafın da nasıl davrandığını iyi bilmektedir." İşte mü'minler bu idrak içinde, kendilerinin ve düşmanlarının amellerini Allah'a havale ederler.

Rasulüllah'a (s.a) ve mü'minlere, dinin tebliği ve insanların islah olmasıyla ilgili hikmet hakkında, bununla birlikte beşinci kez ders verilmektedir. Daha önceki dört ders hakkında izah için bkz. A'raf an: 149-153, Nahl an: 122-123, Müminun an: 89-90, Ankebut an: 81-82

42. Şimdi hitab halka çevrilerek, hakikat onlara birkaç cümle ile anlatılıyor.

43. Yani, tüm bunlar Allah'ın birliğine delillerdir ve sizler onlara ibadet edesiniz diye Allah onların içinde tecelli etmemiştir. Allah onları yaratmıştır ve onlar Allah'ın sadece birer mahlukudur. Şayet sizler, O'nun yarattığı bu ayetleri düşünecek olursanız, Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğ ettiği tevhidi mesajın gerçekliğini idrak edebilirsiniz. Burada güneş, ay, gece ve gündüz zikredilmek suretiyle, işte bu gerçekliğe dikkat çekilmiştir. Güneşin batması, ayın doğması, gündüzleyin güneşin doğup ayın batması, tüm bunların hepsi, Allah'ın koyduğu bir nizama bağlı olduklarını göstermektedir. Yine salt kendi başına bu hakikat, onların Allah'ın mahlukatı olduklarını ispatlamaktadır.

44. İçinde bulundukları şirki, mantık ve felsefe yoluyla meşrulaştırmaya çalışan bazı müşriklere bir cevaptır bu. Onlar, "Biz Allah'tan başkasına tapmayız. Başkalarına secde etmek sadece bir vesiledir. Biz onlara secde ediyorsak da, aslında Allah'a secde etmiş oluyoruz" derler. Buna karşın onlara şöyle bir cevap veriliyor: "Gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, niçin bu vasıtalara gerek duyuyor ve doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmiyorsunuz?"

45. Burada, "Bu cahiller, tekebbürleri dolayısıyla, sana tabi olurlarsa küçüleceklerini sanıyorlar ve bu yüzden cahilliklerinde ısrar ediyorlar," denmek isteniyor.

46. Yani, tüm kainat nizamı, Allah'ın emri altında bulunan melekler tarafından idare olunmaktadır ve bu, Allah'ın birliğinin bir göstergesidir. Melekler, Allah'ın hükümranlığına hiç kimsenin ortak olamayacağını ve tek ma'budun O olduğunu ispat etmektedirler. Buna dayalı olarak kainatı ve onun içinde bulunan herşeyi yaratanın sadece Allah olduğu ispatlanmıştır. Dolayısıyla bu gerçeği anlamamakta ısrar eden bazı ahmaklarla hâlâ uğraşmaya değmez.

Bu makama secde edilmesi gerektiğinde ittifak hasıl olmuştur. Ancak müfessirler, hangi ayet üzerinde secde edileceği hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Hz. Ali (r.a) ve İbn Mes'ud (r.a) "Eğer O'na kulluk ediyorsanız" ifadesi geçtiğinde secde edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. İmam Malik de aynı görüşü benimsemiştir. Ve İmam Şafii'den de bu hususu teyid eden bir rivayet nakledilmiştir. İbn Abbas, İbn Ömer, Said b. Müseyyeb, Mesruk, Katade, Hasan Basri, Ebu Abdurrahman Es-Sülemi, İbn Sirin, İbrahim Nehai ve daha birçok kimse, "Onlar hiç usanmazlar" ifadesi tilavet edildiği esnada secde edilmesi kanaatine sahiptirler. İmam Ebu Hanife ve Şafiiler de bu görüştedirler.

39 O'nun ayetlerinden biri de, senin gerçekten yeryüzünü huşû içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir ve kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir.47 Çünkü O, her şeye güç yetirendir.

40 Onlar48 Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar,49 bize gizli kalmazlar.50 Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, yapmakta olduklarınızı gerçekten görendir.

41 Şüphesiz, kendilerine zikir gelince ona (karşı) küfre sapanlar (ateşin içine bırakılırlar); oysa o, aziz (şerefli yüksek, üstün) bir Kitaptır.51

42 Batıl, ona önünden de ardından da gelemez.52 (Çünkü Kur'an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir.

43 Sana söylenen şeyler, senden önceki peygamberlere söylenenden başkası değildir. Şüphesiz senin Rabbin, hem elbette mağfiret sahibidir,53 hem de acı bir azab sahibidir.

AÇIKLAMA

47. İzah için bkz. Nahl an: 53, Hacc an: 8-9, Rum an: 28, Fatır an: 19.

48. Halka, Rasulullah'ın tebliğ ettiği tevhid ve ahiret akidesinin bir gerçek olduğu, bir mantığa dayandığı ve tüm kainat varlığının bu akidenin hakkaniyetine şahadet ettiği anlatıldıktan sonra, hitap, Rasulullah'a (s.a) inat ve ısrarla karşı koyanlara çevrilmiştir.

49. Burada "yulhidûne fi âyâtinâ" (ayetlerimiz hakkında ilhad edenler) ifadesi geçmektedir. "İlhad", inhiraf etmek, doğru yoldan sapmak ve sapıklığa düşmek anlamlarına gelir. Allah'ın ayetleri konusunda ilhad etmek ise, ayetlerin salih anlamlarını terk ederek, ayetlerin gerçek anlamlarıyla hiçbir ilgisi olmayan manalar çıkarmak demektir. Böyle kimseler, sadece kendileri yoldan çıkmakla kalmayıp, başkalarını da sapıklığa düşürürler. Nitekim Mekkeli müşriklerin taktiklerinden biri de, Rasulullah'tan ayetleri dinledikten hemen sonra, ayetleri siyak ve sibak içerisindeki anlam örgüsünden çıkarmak ve tahrif etmek, yanlış yorumlamak suretiyle başkalarını saptırmaktı.

50. "O, yaptıklarınızı görmektedir" ifadesi çok şiddetli bir tehdit taşımaktadır. Yani bu ifadenin içinde, "Onlar, Allah'tan kurtulamayacaklardır" anlamı saklıdır.

51. Yani, kafirlerin, kurdukları tuzaklar sayesinde Rasulullah'ı (s.a) yenilgiye uğratmaları mümkün değildir. Çünkü o, sadakat ve hakka dayanmaktadır. Ayrıca onun ardında Allah'ın kuvvet ve kudreti vardır. Yine bunun yanısıra bu vahyi aktaran kimse, hiçbir yalan, iftira ve hilenin başarı kazanamayacağı derecede yüksek meziyetlere sahiptir.

52. Yani, sizler, Kur'an'ı, ona doğrudan ve dolaylı olarak saldırmak suretiyle yenilgiye uğratmak istiyorsunuz. Ama bunu başaramayacaksınız. Çünkü Kur'an bir hakikattır ve sizler onun açıkladıklarını nakzedici hiçbirşey öne süremezsiniz, Kur'an, insanlara akidevî, ahlâkî, medenî veya siyasî, ekonomik, hangi konuda olursa olsun bir hususu beyan etmiş ise o, mutlak surette doğrudur. İster tecrübeyle, ister müşahede ile, hangi yöntemle ölçmeye çalışırsanız çalışın aksini ispat edemezsiniz. Ayrıca bu ayet, "Muhaliflerin gizli ve açık hiçbir hilesinin işlerine yaramayacağı ve onların tüm düşmanlığına rağmen İslâm'ın yayılacağı" anlamına da gelebilir.

53. Yani, gönderdiği peygamberi yalanlamalarına ve ona eziyet etmelerine rağmen, Allah'ın onlara, yıllarca mühlet tanımış olması bile O'nun Halim ve Gafur olduğunun bir delilidir.

44 Eğer biz onu A'cemi (Arapça olmayan bir dilde) olan Kur'an kılsaydık, herhalde derlerdi ki: "Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, A'cemi (Arapça olmayan bir dil) mi?" De ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir."55

45 Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik, fakat onda anlaşmazlığa düşüldü.56 Eğer senin Rabbinden (daha önce) bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti.57 Gerçekten onlar, bundan yana kuşku verici bir tereddüt içindedirler.58

AÇIKLAMA

54. Bu, onların inatlarının başka bir örneğidir. Yani kafirler Hz. Peygamber'e (s.a) "Arapça senin ana dilin olduğuna göre, Arapça bir- takım sözler sarfetmen, bizlerin onu Allah'ın indirmiş olduğu bir vahiy şeklinde kabul edebileceğimiz kadar önemli bir marifet değildir. Fakat sen yabancı bir dilde fasih ve beliğ bir söz getirmiş olsaydın, işte o zaman bunun Allah'ın bir mucizesi olduğuna inanırdık. Yani sen durup dururken, Farsça, Yunanca veya Rumca olarak fasih bir kelam konuşmaya başlasaydın, o takdirde "Bu bir mucizedir" derdik. Buna karşın verilen cevapta şöyle deniliyor: "Onlara anlayabilmeleri için, kendi dillerinde bir kelam indirdik. Şayet yabancı bir dilde nazil etseydik, o zaman da "Ne tuhaf! Arap'a yol göstermek için yabancı bir kelam indirilmiş" diyeceklerdi.

Yani, itirazları şu şekilde olacaktır: "Bakın, Araplara bir peygamber gönderilmiş ve yabancı bir dilden konuşmaktadır. Oysa konuştuğu dili ne kendisi ne de kavmi anlamaktadır."

55. Uzaktan yapılan bir çağrıyı, insan belki duyabilir ama o sesin ne dediğini anlayamaz. Bu emsalsiz benzetme ile, inatçı kafirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şahsın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üstelik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anlamaz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalb ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder. İşte aynı husus, yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır.

56. Yani, bazıları iman ederken, bazıları da inkar ettiler.

57. Bu, iki anlama da gelmektedir. Birincisi, "Şayet Allah, onlara mühlet vermek üzere, önceden karar vermemiş olsaydı, onlar çoktan helak olmuşlardı bile." İkincisi, "Şayet Allah, son hükmü kıyamette vermek üzere karar vermemiş olsaydı, bu dünyada da kimin hak kimin batıl üzere bulunduğunu gösterirdi."

58. Bu cümleyle, Mekkeli kafirlerin içinde bulunduğu rahatsızlığın tam teşhisi ortaya konulmuştur. Yani, "Onlar, Kur'an ve Rasulullah (s.a) hakkında duydukları şüpheler sonucunda, ıstırap ve bunalıma düşmüşlerdir." Cümlenin diğer anlamı ise şöyledir: "Onlar kendilerinden emin bir görünüş ve inatla Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini reddedmekte ve Kur'an'ın, vahyin bir ürünü olduğunu kabul etmemektedirler. Fakat bu tavırlarında ilmi ve ahlâki hiçbir mesnede dayanmadıkları için şüphe içinde kıvranmaktadırlar. Dolayısıyla bu şüphe, onları bunalıma sürüklemiştir. Bir yanda kişisel çıkarları, nefsani arzuları ve cahilane taassupları varken, diğer yandaysa beyinlerinde "Kur'an bir şiir veya edebiyat eseri değildir. Aksine emsalsiz bir kelamdır. O, bir mecnunun sözleri olmadığı gibi, şeytanın sözleri de değildir. Çünkü bu kadar sahih bir mesajı şeytan vahyedemez ve zaten o insanları sadece Allah'a kulluk etmeye çağırmaz" gibi düşünceler nedeniyle, sürekli şek ve şüphe içinde bulunmaktadırlar. Bunun yanısıra Hz. Peygamber'i (s.a) yalancı olmakla suçladıkları zamanlarda dahi, kalbleri bu davranışı onaylamıyordu. Dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) "Mecnun" dediklerinde, böylesine yüce bir zat gerçekten "Mecnun olabilir mi?" diye için için düşünüyorlardı. Ayrıca Rasulullah'a (s.a) "Kendi çıkarları için peygamberlik iddiasında bulunuyor," dedikleri halde, vicdanları "Muhammed gibi temiz bir insan, zenginlik, iktidar hırsı ve şöhret peşinde nasıl koşabilir? O'nun şimdiye kadar geçen hayatı böyle bir ithamdan berîdir ve o, her zaman iyiliğe çağırmış, hiçbir zaman hevası doğrultusunda hareket etmemiştir." diye kendilerini lanetlemekteydiler. İşte böylece Mekkeli müşrikler, her ne kadar kendilerinden emin görünüyorlarsa da için için şüphe içinde kıvranıyorlardı ve bu yüzden adeta bir hastalığa yakalanmış gibiydiler.

46 Kim salih bir amelde bulunursa, kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.59

47 Kıyamet-saatinin60 ilmi O'na döndürülür. 61O'nun ilmi olmaksızın, hiç bir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da.62 Onlara: "Benim ortaklarım nerede" diye sesleneceği gün, dediler ki: "Sana arzettik ki, bizden hiç bir şahid olan yok."63

48 Önceden kendilerine taptıkları64 (bu gün) onlardan kaybolup gitti ve onlar kaçacak hiç bir yerleri olmadığını anlamışlardır.

49 İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz;65 fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.

AÇIKLAMA

59. Yani, Allah hiçbir surette zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülük yapanları cezalandırır.

60. Bununla kıyamet, yani kötülük yapanların ceza, zulme uğrayanların adalet göreceği, "saat" kastedilmektedir.

61. Yani, Allah'tan başka hiç kimse, saatin (kıyamet) ne zaman geleceğini bilemez. Bu ifadeyle kafirlerin şu sorusuna cevap verilmiş olmaktadır.

Onlar, "Sen bizleri kıyamet günüyle tehdit ediyorsun, O saat ne zaman gelecek?" diye Rasulullah'a (s.a) devamlı soru yöneltiyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu sorusunu zikretmeden, onlara cevap vermiştir.

62. Burada iki hususa birden dikkat çekilmektedir: 1) Sadece kıyamet değil, bütün gaybı ancak Allah bilir. O'ndan başka da kimse gaybı bilemez. 2) Allah, en küçük ayrıntıyı bile bilir ve O'ndan hiçbir hareket kaçmaz. Dolayısıyla hiçkimse O'na aldırış etmeden yaşamamalıdır. Bu cümleyi bir sonraki cümle ile birlikte, mütalâa ettiğimiz takdirde, şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Sizler sürekli, kıyametin ne zaman geleceğini merak edip duruyorsunuz. Kıyamet geldiğinde bu yaptıklarınızın hesabını nasıl vereceğinizi kendi kendinize hiç düşündünüz mü? Rasulullah (s.a), bir defasında kendisine böyle bir soru yönelten kimseye, aynı şekilde cevap vermiştir: "Rasulullah'a, (s.a), yolda giderken bir şahıs "Ya Muhammed" diye seslendi. Rasulullah (s.a) "Buyur ne istiyorsun?" deyince, adam, "Kıyamet ne zaman gelecek?" diye sordu. Rasulullah şöyle karşılık verdi: "Ey Allah'ın kulu! Kıyamet her hâlûkârda gelecektir. Ancak sen onun için ne gibi hazırlık yaptın?" (Bu hadis, Kütüb-ü Sitte, Sünen ve Müsned'ler de mutevatir senetlerle kayıtlıdır.)

63. Yani, şimdi inandığımız şeylerin yanlış olduğuna dair olan hakikat, bize açılmıştır. Aramızda hiç kimse, artık Allah'ın başka ortakları olduğuna inanmaz. "Sana arz ederiz" ifadesi, kıyametin her merhalesinde kafirlere, "Dünyada iken, Allah'ın gönderdiği elçileri, yalanlamıştınız. Şimdi söyleyin bakalım o elçiler haklı mıydılar, yoksa haksız mıydılar?" şeklinde, yöneltilen soruya, matuf olmak üzere geçmektedir. Yani kafirler her merhalede, hatalarını itiraf edecek ve "Biz cahillik üzerinde ısrar ettik" diyerek, yanlışlarını kabul edeceklerdir.

64. Yani, onlar dünyadayken canlarını feda edecek derecede mabud edindikleri önderlerin içinden, belki birisi yardım eder veya en azından bu azabtan kurtarır, ya da bu azabı azaltır ümidiyle nerede olduklarına bakacaklar ama orada hiç kimseyi göremeyeceklerdir.

65. Kendisine "Rahmet tattırılan" kimse ile zengin, sıhhatli, mal ve evlat sahibi olan kimseler kastediliyor. "İnsan" kelimesiyle ise, burada her insan kastolunmaktadır. Çünkü peygamberler ve salihler, böyle bir şeyden beridirler. Zaten onların hususiyetleri daha ileride anlatılacaktır. Burada, zor durumda kaldığında Allah'a yalvaran, fakat felaha erdiğinde ise, Allah'ı unutarak kibirlenen insanlar kastolunmaktadır. Nitekim insanların çoğunun özelliği böyledir. Bu yüzden, sözkonusu özellik, insanın en önemli vasfı olarak nitelenmiştir.

50 Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır.66 Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun biz, o kâfirlere yapmakta olduklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan taddıracağız.

51 İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer;67 ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir.68

52 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer o (Kur'an) Allah katından ise, sonra da siz ona (karşı) küfretmişseniz, (bu durumda) uzak bir ayrılık içinde olandan daha sapık kimdir?"69

53 Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyleki, şüphesiz onun hak olduğu 70kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahid olması yetmez mi?71

54 Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rabblerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.72 Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.73

AÇIKLAMA

66. Yani, "Bu, benim yeteneklerimden dolayıdır ve başarıya ulaşmak benim en tabi hakkımdır."

67. Yani, "Benden yüz çevirir ve bana yalvarmayı zül telakki eder."

68. Bu konudaki çeşitli ayetler daha önce geçmişti. Bu hususu daha iyi kavrayabilmek için bkz. Yunus an: 15, Hud an: 10, İsra an: 102, Rum an: 52-56, Zümer: 8-9, 49.

69. Bu, sadece korku dolayısıyla iman edin anlamına gelmez. Asıl anlam şu şekilde verilebilir: "Sizler, inadınızdan ötürü Kur'an'ı dinlemekten kaçıyor ve kulaklarınızı örtüyorsunuz. Oysa bu, akıllıca davranış değildir. Üstelik elinizde bu Kur'an'ı inkar etmekte öne süreceğiniz sağlam bir delil de bulunmamakta ve bu tavrınız sadece zanna dayanmaktadır. Hiç değilse kendi menfaatiniz için dinleyin ve ondan sonra karar verin. Bunun yanısıra şu iki ihtimalden hangisinin daha kuvvetli olduğunu bir düşünün. Birincisi: "Bu yaşanılan hayattan başka bir hayat yoktur. Ve öldükten sonra herkes toz toprak olacaktır." İkincisi: "Kur'an'da haber verildiği gibi bu hayattan sonra ceza ve mükafat vardır." İkinci ihtimal hak olduğu takdirde, Hak'tan ne kadar uzak kalmış olabileceğinizi düşünün artık. Ayrıca sizler sadece kendinizi değil, başkalarını da İslâm'ı kabul etmekten alıkoymaya çalışıyor ve sırf bu yüzden her türlü yalan, iftira ve zulümden kaçınmıyorsunuz."

70. Bu ayet hakkında müfessirlerin öne sürdüğü iki önemli görüş vardır:

1) Onlar, Kur'an davetinin çok kısa bir zaman içinde yayılacağını ve civardaki ülkeler fetholunduktan sonra kendilerinin de teslim olmaya mecbur kalacaklarını tahmin edemezler. İşte o zaman bu davetin hak olduğunu anlayacaklardır. Bazı kimseler, "Geniş ülkelere yayılmak" "Hak dava" olmak için yeterli bir neden değildir. Çünkü batıl dava güdenler de geniş saltanatlar kurmuş ve birçok zaferler kazanmışlardır." diyerek itirazda bulunmaktadırlar. Ancak bu, hadisenin yeterli bir tahlili yapılmadan serdedilmiş yüzeysel bir itirazdır.

Rasulullah'ın (s.a) Raşid Halifeleri döneminde elde edilen hayret verici zaferler, herhangi bir hanedanın diğer ülkeleri fethederek zulmettiği gibi bir şahsın ya da bir sülâlenin zaferleri değildi. Aksine bu zaferlerin gölgesinde dini, fikri, kültürel, medeni, siyasi ve iktisadi muhteşem bir devrim vuku bulmuştur. Bu devrim nereye yayılmışsa oradaki insanların arasında iyilik ve adalet hakim olmuş, zulmün başı ezilmiştir. Bu devrimin gölgesinde, ancak dünyaya yüz çevirerek kendini Allah'a verenlerde bulunabilir özelliklere sahip yüksek meziyetli insanlar yetişmiştir. Bunun yanısıra İslam'ın meydana getirdiği ve yetiştirdiği bu insanlar, yüksek meziyetlerini ticarette, siyasette, savaş meydanlarında, ekonomik sahada da göstererek insan denen varlığın makamını, ahlâk, adalet ve ticaret bakımından dünyadaki tüm medeniyetlerinkinden daha üstün bir seviyeye çıkarmıştırlar. Nitekim bu medeniyetlerin yetiştirdiği en seçkin insanlar bile, bu seviyeye ulaşamamışlardır. İslâm, diğer toplumlarda tasavvur dahi olunamayacak derecede ilim ve tetkik yolunu açmış, toplumların ahlâken islahı için, onlardaki hastalığa çare getirmiştir. İslâm olmayan toplumlarda da bu tür çareler düşünülmüş olsa bile, tatbik etmekten aciz kalmışlardır. Yani renk, ırk, toprak ve dil farklılıklarına dayanarak insanlar parçalanmış ve bu sınıflaşma ile sun'î ayırım, medenî ve hukukî kanunların insanlara uygulanışında farklılaşma meydana getirmiştir. Kadınların istismarı, hatta onları hukuki haklarından mahrum etmek, suçların, içki ve esrarın yayılması, yönetimleri eleştirme hakkının olmaması, insanın temel haklarından mahrumiyeti, uluslararası ilişkilerde güvensizlik, savaş esnasında gayri insani ve vahşice davranışlar vs. gibi tüm ahlâkî zaaflar Hz. Peygamber'den (s.a) önceki Arap toplumunda bulunmasına rağmen, kısa bir sürede ortadan kaldırılmıştır. Anarşinin yerine düzen, cinayetlerin yerine emniyet, fısk ve fücür yerine takva, zulmün yerine adalet, fuhuş ve pisliğin yerine edep ve temizlik, cehalet yerine ilim, kan davaları yerine kardeşlik ve sevgi getirilmiştir. Bir kabile şefinin ötesinde ufuklara sahip bile olamayan o insanlar, İslâm'ın sayesinde önderlik yapabilecek duruma gelmişlerdi. Rasulullah'ın karşısında olan insanlar, tüm bunları kendi gözleriyle görmüşlerdi. Kur'an'ın insanlar üzerindeki o muazzam etkisi, hâlâ devam etmektedir. Nitekim günümüzdeki medeni milletlerin, müslümanların zeval dönemlerindeki ahlâklarına dahi ulaşmaları mümkün olmamıştır. Avrupa ülkeleri, Amerika, Afrika ve Asya, hatta kendi içindeki malup kavimlere o denli zulümde bulunmuşlardır ki İslâm tarihinin hiçbir döneminde böyle bir örnek gösterilemez.

Müslümanların galip gelmelerine rağmen, diğer toplumların yaptığının aksine, mağlup ettikleri insanlara zulmetmekten kaçınmış olmaları, ancak Kur'an'ın bir mucizesidir. Müslümanların İspanya'da asırlarca hüküm sürmüş olmalarına ve buna rağmen oradaki Hıristiyanlara nasıl davrandıklarına, fakat hıristiyanlar galip gelince müslümanlara nasıl muamele ettiklerine tarih şahittir. Bunun yanısıra Hindistan'ı da asırlarca yöneten müslümanlar, hindulara nasıl davranmışlar, yönetimi ellerine geçiren hindularsa şimdi müslümanlara nasıl davranmaktadırlar? Yine 1300 seneden bu yana müslümanlar yahudilere nasıl davranmışlardır ve Filistin'de hakimiyetleri altındaki müslümanlara onlar nasıl davranmaktadırlar?

2)Allah, insanların vücutlarında, yeryüzünde ve gökyüzünde ayetlerini gösterecek ve böylece Kur'an'ın mesajını kabul edeceklerdir. Bazı kimseler, "İnsanlar, vücutlarında, yeryüzünde ve gökyüzünde zaten bu âyetleri görmektedirler, o halde burada niçin istikbal siğası kullanılmıştır?" diyerek itiraz etmektedirler. Fakat bu itiraz da diğeri gibi çok yüzeyseldir. İnsanların vücutları, yeryüzü ve gökyüzü belki hâlâ değişmemiştir, ancak bunların içinde bulunan Allah'ın ayetleri o kadar çoktur ki, insanların bunları tamamiyle kavraması mümkün değildir. Her dönemde insanlar, yeni yeni, şeyler keşfederler ve bu keşifler kıyamete değin sürer.

71. Yani, onların kötü akibetlerine delil olabilmesi için, Hakka karşı yaptıkları her davranışın izlenmekte olması yeterli değil midir?

72. Yani, onlar bir gün Allah'ın huzurunda bulunacaklarına ve yaptıklarından hesap vereceklerine inanmadıklarından ötürü, böylesine bir tavır takınmaktadırlar.

73. Yani, Allah herşeyi kuşatmıştır ve onlar Allah'tan kaçamayacaklardır. Çünkü her hareketleri kaydedilmektedir.

FUSSİLET SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ha, Mim.

2- Bu Kitab, Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. 3- Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış; arapça okunan bir Kitab'dır. 4- Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler.

5- Dediler ki: "Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, bizde istediğimizi yapıyoruz."

6- De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin, O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!"

7- Onlar zekat vermezler ve ahireti de inkar ederler.

8- İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar için kesintisiz mükafat vardır.

Bazı surelerin birbirinden kopuk harflerle başlamasının nedenini e itli surelerde açıkladık. "Ha, Mim" harfleri ile yapılan açılışın ise sık sık tekrarlanması, insan kalbini uyaran gerekleri tekrar tekrar işaret etmeye ilişkin Kur'an yöntemine uymaktadır. Çünkü insan kalbi tekrar tekrar uyarılmayı gerektirecek bir yaratılışa sahiptir. Aradan uzun süre geçince unutur. Herhangi bir manevi gerçeğin içinde kalıcılık kazanabilmesi için değişik yollara başvurularak yeni baştan tekrar yönüne gidilmesi gerekir. İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini, onu yaratıp dilediği gibi yönlendiren yüce Allah'ın bilgisi doğrultusunda onun öz yaratılışına yerleştiren özellik ve yetenekleri gözönünde bulundurarak ele alır.

"Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir." Sanki surenin başında yeralan "Ha, Mim" harfleri surenin veya Kur'an'ın ismi gibi sunulmaktadır. Çünkü bu harfler, Kur'an ayetlerini oluşturan diğer harflerin aynısıdırlar. Bu durumda "Ha, Mim" isim cümlesinin öznesi "Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir" de cümlesinin yüklemi olmaktadır.

Kitabın indirilişinden söz edilirken Rahman ve Rahim sıfatlarından sözedilmesi, kitabın indirilişinde en büyük etkinliğe sahip bulunan niteliğe, Rahmet niteliğine işaret etme amacına yöneliktir. Bu kitabın indirilişinin alemlere Rahmet kaynağı olduğunda kuşku yoktur. Bu kitap hem kendisine inanıp uyanlar için hem de başkaları için bir rahmet kaynağıdır. Sadece insanlar için değil elbette, bütün canlılar için bir rahmettir bu kitabın indirilişi. Çünkü bu kitap herkes için iyilik kaynağı olan bir sistem koymuştur, bir hareket metodu belirlemiştir. İnsanlığın hayatını, düşüncesini, kavrayışını, hareket tarzını etkilemiştir. Bu etkinliği sadece kendisine inananlarla sınırlı kalmamıştır. Tam tersine bu etkinliği indiği günden itibaren evrensel ve sürekli olmuştur. İnsaf ve dikkatle insanlık tarihini inceleyenler, insanı tüm yönleriyle kapsayan genel insanlık anlamında inceleyenler bu gerçeği kavrar ve kesinlikle kabul ederler. Nitekim birçokları bu gerçeği görüp açıkça itiraf etmişlerdir.

"Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir Kitab'dır."

Amaç ve hedeflere, çeşitli hareketler ve akıllara, çevre ve çağlara, psikolojik durumlara ve ruhların değişik ihtiyaçlarına uygun olarak ama tutarlı ve yerinde bir tarzda ayetleri ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Bu kitabın en belirgin karakteristik özelliği olan yukarıda işaret ettiğimiz hususlara uygun olarak ayetler uzun uzun açıklanmıştır. Arapça bir Kur'an olarak "bilen bir toplum için" bilme, öğrenme ve ayırdetme yeteneğine sahip bir toplum için ayrıntılı biçimde açıklanmıştır.

Ve bu Kur'an görevini yerine getiriyor: "Müjdeci ve uyarıcı olarak."

İnançları doğrultusunda hareket eden mü'minleri müjdeliyor, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, bunun sonucu olarak da kötü işler yapanları da uyarıyor. Müjde ve uyarının sebeplerini, apaçık Arapça üslubuyla, Arapça konuşan bir topluma yönelik olarak açıklıyor. Ne var ki bu toplum tüm bunlara rağmen bu Kur'an'ı kabul etmiyor, ona olumlu karşılık vermiyor:

"Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler de."

Gerçekten de bu Kur'an'a sırt çevirip fiilen onu dinlemiyorlardı. Kalplerini bu Kur'an'ın karşı konulmaz etkisinden uzaklaştırmak için çabalıyorlardı. Biraz sonraki sözlerinde de görüleceği gibi kitleleri Kur'an'ı dinlememeye teşvik ediyorlardı: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki ona galip gelirsiniz." Bazan bu Kur'an'ı dinliyorlardı, ama hiç dinlememiş gibiydiler. Çünkü bu Kur'an'ın ruhlarının üzerindeki etkinliğine karşı direniyorlardı. Tıpkı duymayan sağırlar gibiydiler!

"Ve dediler ki: Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz."

Bunu inatlarını göstermek, Hz. Peygamberden dolayı canlarının sıkıldığını vurgulamak için söylüyorlardı. Böylece onu kendilerini islama davet etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Çünkü onun sözlerinin kalplerinin üzerinde etkili olduğunu görüyorlardı. Ama kasten mü'min olmamak istiyorlardı! "Kalplerimiz örtü içindedir, senin sözlerin onlara ulaşamaz. Kulaklarımızda sağırlık var, davetini işitemezler. Bizi birbirimizden ayıran bir örtü vardır Seninle aramızda hiçbir bağlantı yoktur. Bizi bırak, kendin için çalış biz de kendimiz için çalışacağız" diyorlardı. Veya fazla önemsemediklerini vurgulamak amacı ile şöyle diyorlardı: Senin sözlerine, yaptıklarına, uyarılarına ve tehditlerine aldırmıyoruz. İstiyorsan kendi yolunda git, biz de kendi yolumuzda gideriz. Seni dinlemiyoruz. Ne yapacaksan yap! Bizi tehdit edip durduğun azabına aldırış etmiyoruz...

İşte bu davanın ilk omuzlayıcısı, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- karşı karşıya kaldığı itirazlara bir örnek. Ama o, durmadan insanları islama davet etmek üzere yoluna devam ediyor, davet hareketinden vazgeçmiyor. Karşısına dikilenlerin karamsarlığa itici sözlerinin etkisiyle karamsarlığa kapılınıyor. Yüce Allah'ın kendisine yönelik yardım ve başarı sözünün, Allah'ın peygamberini yalanlayanlara yönelik azap tehdidinin geciktiğini düşünmüyor. Allah'ın azap etmeye ilişkin tehdidini gerçekleştirmenin kendisinin elinde olmadığını duyurup görevini sürdürmekle yükümlüydü. Çünkü o, sadece kendisine vahiy gelen; bunu açıkça duyuran ve insanları e i ve ortağı bulunmayan tek Allah`a inanmaya; onun öngördüğü yolda dosdoğru yürümeye davet eden ve emredildiği gibi müşrikleri kendilerini bekleyen azaptan dolayı uyaran bir insandı. İşin bundan sonrası yüce Allah'a aittir. O'nun elinden bir şey gelmez. Çünkü o, sadece Allah'ın mesajını insanlara duyurmakla görevli bir insandır:

"De ki: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin. O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!"

Şu sabrın, katlanmanın, iman ve teslimiyetin yüceliğine bakın! Hiç kuşkusuz böyle bir durumda sabretmenin. Her türlü güç ve kuvvetten uzak böylesine güç bir ortamda direnmenin. şımarıkların ve büyüklük taslayanların karşı çıkışlarına, yalanlamalarına katlanmanın... Hem de karşı çıkanları, yalanlayanları ve şımarıkları susturan, onları çaresiz bırakan mucizenin biran önce gösterilmesini istemeden sabretmenin... Evet, pratik hayatında bu tür olumsuzlukların bir kısmını dahi olsa yaşayıp sonrada yoluna devam edenlerden başkası böyle bir ortamdaki meşakkate karşı sabretmenin yüceliğini, zorluklara katlanmanın ne denli övgüye değer bir davranış olduğunu kavrayamaz, anlayamaz.

Bu ve benzeri ortamlar için Peygamberlere, Resullere sabretmeleri yönünde çokca direktif verilir. Çünkü davet yolu, sabır yoludur; hem de uzun bir sabır. Sabrı gerektiren ilk şey de davanın biran önce başarıya ulaşmasını beklemek, buna rağmen zaferin, hatta zafer belirtilerinin gecikmesidir. En başta buna karşı sabretmek, bu durumu teslimiyetle, hoşnutlukla kabullenmek gerekir.

Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- büyüklük taslayanlara, şımarıklara karşı en fazla şöyle demesi emrolunuyor: "Onlar zekat vermezler. Ahireti de inkar ederler."

Bu meselede özellikle zekattan sözedilmesinin o gün için geçerli bir nedeni olmalıdır. Fakat biz bunu şu anda kavrayacak durumda değiliz. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir. Zekat ise, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye hicret etmesinin ikinci yılında farz kılınmıştır. Gerçi zekatın özü Mekke'de biliniyordu. Medine'de yapılan, maldaki zekat oranının belirtilmesi ve belli bir farz olarak devlet tarafından toplanmasıydı. Fakat Mekke'de zekat verme işlemi gönüllü olarak yerine getirilen genel bir olguydu. Herhangi bir sınırlandırma sözkonusu değildi. Mesele insanların vicdanlarına bırakılmıştı. Burada işaret edilen ahireti inkar ise, ağır bir kınamayı, yergiyi ve yokoluş tehdidini gerektiren küfrün kendisidir.

Bazıları "Bu ayette geçen `zekat'tan maksat, iman ve şirkten arınmadır" demişler. O günkü şartlar da bu anlamda muhtemeldir.

KAİNATIN YARATILIŞI

Sonra davetçi, onların Allah'a ortak koşmakla, kafir olmakla ne ağır, ne iğrenç bir suç işlediklerini gözler önüne sermeye başlıyor. Bu amaçla onları uçsuz bucaksız evren sahasında; göklerde ve yeryüzünde; ona oranla küçük ve önemsiz bir şey oldukları varlık aleminde gezdiriyor. İnkar ettikleri yüce Allah'ın egemenliğini, gücünün bir parçası oldukları evrenin öz yaratılışında kendilerine göstermek için bu alanlarda dolaştırıyor onları. Bununla güdülen bir diğer amaç da, bu davaya baktıkları, bu yüzden kendilerini ve kişiliklerini oldukça büyük ve önemli gördükleri dar ve küçük bakış açısından kurtarmaktır. Onları bu dar çerçeveden kurtarıp dikkatlerini islam davasına ve neden kendilerinin değil de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu davayı omuzlamak üzere seçildiğine dikkatlerini çekmektir. Kendi toplumsal statülerine ve çıkarlarına ne kadar düşkün olduklarını ortaya koymaktır. Daha bunlar gibi birçok önemsiz ve küçük değerlendirmelerin etkisinden onları kurtarmaktır. Çünkü bu basit değerlendirmeler onları Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine sunduğu, bu Kur'an'ında ayrıntılı biçimde açıkladığı büyük gerçeğe dikkat etmekten alıkoyuyordu. Yeri göğü birbirine bağlayan, her çağda yaşayan tüm insanları bütünleştiren ve onları zamanlarını, yerlerini ve şahıslarını aşan ve tüm evrenin planı ile bütünleştiren büyük gerçeğe bakmaktan, onu algılamaktan alıkoyuyordu:



9- De ki: "Siz mi yeryüzünü iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabb'idir."

10- Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu.

11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler.

12- Böylece onları, iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün görevini vahyetti. Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu bilen, güçlü olan Allah kanunudur.

Onlara deki: Siz Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, onu inkar ettiğiniz zaman, büyük bir küstahlıkla böylesine büyük laflar ettiğiniz zaman, çirkin ve iğrenç olduğu kadar dehşet verici bir suç işlemiş oluyorsunuz; siz yeryüzünü yaratan ve üzerinde denge unsuru olarak dağları vareden, orayı verimli kılan, orada gerekli olan rızık kaynaklarını bir plan çerçevesinde vareden Allah'ı inkar ediyorsunuz...

Gökleri yaratan, düzenini sağlayan, ayrıca gökleri ışık saçan yıldızlarla ve koruyucu tabakalarla, atmosferle donatan Allah'ı inkar ediyorsunuz. Göklerin ve yerin isteyerek boyun eğerek buyruğuna girdikleri, teslim oldukları Allah'ı inkar ediyorsunuz... Siz... Fakat şu yeryüzünde yaşayan canlıların bir kısmı olan siz. onun buyruğuna girmekten kaçınıyor, büyüklük taslıyorsunuz.

Ne var ki Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü ahenge sahip ifade biçimi bu gerçekleri, yine Kur'an'ın kalplerin derinliklerine nüfuz eden onları şiddetle sarsan yöntemiyle sunuyor. Şu halde biz de sıralama ve açıklama ahengini izleyerek açıklamaya devam edelim:

"De ki: `Siz mi arzı iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabb'idir."

"Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Ve onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu."

Ayet-i kerime yeryüzünün iki günde yaratılması gerçeğini hatırlatıyor. Sonra yeryüzünün yaratılışı hikayesinin devamını sunmadan önce bir değerlendirme yapıyor. Yeryüzünün ilk yaratılışı kıssasının ardından şu yorumu yapıyor: "O alemlerin Rabb'idir." Ama siz O'nun Rab'lığını inkar ediyor, O'na eşler koşuyorsunuz. Üstelik içinde yaşadığınız yeryüzünü de O yaratmıştır. Şu halde bundan daha çirkin bir büyüklenme, daha aşağılık bir küstahlık, daha iğrenç bir davranış olur mu?

Yeryüzünün yaratıldığı iki gün ile, denge unsuru dağların yaratıldığı, rızık kaynaklarının bir plan içinde yerleştirildiği, toprağa verimlilik kazandırıldığı diğer iki günle dörde tamamlanan şu günler neyi ifade eder?

Hiç kuşku yok ki, bunlar süresini ancak yüce Allah'ın bildiği O'nun günleridir, şu yeryüzündeki günler değil. Yeryüzündeki günler dünyanın yaratılışın-dan sonra ortaya çıkmış zaman ölçüm birimleridir. Dünyanın güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönüşü ile oluşan günleri olduğu gibi diğer gezegenlerin ve yıldızların da günleri vardır. Ve bunlar dünyadaki günlerden farklıdırlar. Bazısı daha kısa, bazısı ise daha uzundur.

İlk defa dünyanın yaratıldığı, sonra dağların oluştuğu, ardından zenginlik kaynaklarının varedildiği günler başka ölçülerle ölçülen başka günlerdir. Bu günleri bilmiyoruz, ancak alışageldiğimiz dünya günlerinden çok daha uzun olduklarını biliyoruz.

Şu anda insan aklının ürünü bilimlerin son verilerine dayanarak en fazla şunu düşüne biliyoruz. Burada sözü edilen günler, yeryüzünün ardarda geçtiği, sonunda yerkabuğunun bugünkü şeklini alıp katılaştığı ve şu anda bildiğimiz ha-yata elverişli hale geldiği evrelerdir. Bu evreler -şu anda elimizde bulunan bilim-sel teorilerin dediğine göre- dünya ölçüleri ile yaklaşık olarak iki milyon yıl sürmüştür.

Bunlar sadece kayaların incelenmesine ve bunlar aracılığı ile dünyanın ömrünün belirlenmesine ilişkin varsayımlara dayalı bilimsel değerlendirmelerdir. Biz, Kur'an-ı Kerim'i incelerken bu değerlendirmeleri nihai gerçeklermiş gibi ele alamayız. Çünkü bunlar özleri itibariyle böyle değildirler. Her zaman değiştirilebilen teorilerdir. Şu halde Kur'an'ı bu değişken teorilere göre yorumlayamayız. Sadece, bunlarla Kur'an ayeti arasında bir yakınlık gördüğümüzde, zorlama yapmaksızın Kur'an ayetinin bu şekilde yorumlanmasının uygun olacağını düşündüğümüzde bunların doğru olabileceklerini söyleyebiliriz. Buradan hareketle bu veya şu teorinin Kur'an ayetinin anlamına yakınlığından dolayı doğruya yakın olabileceğini söyleyebiliriz.

Bugün bilim çevrelerinde ağır basan görüş, yeryüzünün daha önce şimdiki güneş gibi gaz halinde yanan bir küre olduğudur. Yine kesin olarak belirlenemeyen bir sebepten dolayı dünyanın güneşten koptuğu düşüncesi de genel kabul görmüştür- Bu haldeki dünyanın uzun bir zaman içinde soğuduğu, kabuğunun sertleştiği, bugünkü şeklini aldığı söylenmektedir. Yer kabuğunun iç kısımlarının şu anda bile en sert kayaları eritecek kadar sıcak olduğu vurgulanmaktadır.

Yer kabuğu soğuyunca, donup sertleşince, başlangıçta her taraf sert bir kayalıktan ibaretti. Üst üste kayalık katmanlar oluşmuştu.

Çok erken bir dönemde iki hidrojenle bir oksijenin birleşmesi sonucu denizler oluştu, bu iki elementin birleşmelerinden sular (H2O) meydana geldi. "Şu dünyamızdaki hava ve su birlikte kayaların parçalanıp dağılmalarını aşınmalarını sağladılar. Parçalanıp dağılan bu kaya parçalarını bir yerden diğerine taşıdılar, ufalttılar. Nihayet tarıma elverişli toprak oluştu. Dağların ve tepelerin yarılmalarını, çukurların dolmalarını sağladılar. Neredeyse yeryüzünde olan her şey bir yıkılma ve tekrar yapılma sürecini yaşadı."

"Yerkabuğu sürekli hareket ve değişim halindedir. Deniz dalgalanır, köpürür, yerkabuğu ondan etkilenir. Güneşin etkisiyle deniz suları buharlaşır. Göğe yükselir. Tatlı su yağdıran buluta dönüşür. Yeryüzüne sağanak halinde yağar, bunun sonucu seller ve nehirler meydana gelir. Bunlarda yerkabuğu içinde akarlar ve onu etkilerler. Bu akarsular yerkabuğundaki kayaları etkilerler, onları aşındırıp değiştirirler. Bir kayadan bir başka kaya meydana getirirler. Bu sular daha sonra da kayaları aşındırmaya, bir yerden diğerine götürmeye devam ederler. Yüzyıllar içinde; yüzlerce, binlerce asır içinde yeryüzünün şekli değişir. Donmuş buzlar da akarsular gibi etkiler yerkabuğunu. Rüzgârlar da su gibi etkiler. Su ve rüzgârın yaptığını güneş de yapar. Yeryüzüne yakıcı ve aydınlatıcı ışınlarını gönderir. Aynı şekilde yeryüzünde yaşayan canlılar da sürekli yerkabuğunun şeklini değiştirip dururlar. Toprağın içinden fışkıran volkanlar da yerkabuğunun şeklini büyük ölçüde değiştirirler.

"Bir jeologa yeryüzündeki kaya çeşitlerini sorduğun zaman, sana bir çok kaya çeşidini sayar. Öncelikle kayaların üç büyük türünden sözeder.

"Sana "ateş ve kayalar"dan sözedecek. Bunlar toprağın altından üstüne kızgın kayalar halinde çıkan sonra da soğuyan parçalardır. Bunlara örnek olarak da Granit ve Bazalt'ı gösterecektir. Bunlardan bir parça getirerek içerdiği beyaz, kırmızı veya siyah billurları işaret ederek "Bu billurların herbiri kimyasal bir birleşimi göstermektedir ve bunların her birinin kendine özgü yapısı vardır. Dolayısıyla bu kayalar bir karışımdırlar" diyecektir. Bu sefer senin aklında yerkabuğunun çok eski zamanlarda dünyanın oluşumunun tamamlanmasından sonra bu sıcak kayalardan veya benzeri parçalardan oluştuğu fikri uyanır. "Sonra sular gökten yağarak, yerkabuğunda akarak veya kar halinde düşüp donarak bunları etkilemiştir. Hava ve rüzgâr etkili olmuştur. Güneş etkilemiştir. Bunların herbiri bu kayaların öz yapılarını ve kimyasal birleşimlerini değiştirmişlerdir. Böylece bunlardan farklı yeni kayalar oluşmuşlar" diyecek ve nerdeyse bunları bir laboratuvarda biraraya getirip gösterecektir.

"Jeolog, bu sefer de sana ikinci büyük kaya çeşidini gösterecektir. Bunları tortul ve tortulaşmış kayalar olarak isimlendirirler. Bunlar, su, rüzgâr, güneş veya canlıların etkisiyle yeryüzünde bulunan en sağlam ve en kötü kayalardan türemişler. Bunlara tortul yani çökelmiş adının verilmesi baştan beri bulunduğu yerde olmamasından dolayıdır. İlk kayalardan kopan, aşınan parçaların birleşimi ile oluştuktan sonra veya oluşmak üzereyken buraya taşınmıştır. Kuşkusuz bu taşıma işlemini su veya rüzgâr gerçekleştirmiştir. Dolayısıyle oluştuktan sonra bu kaya yuvarlanmış, çökelmiş ve şimdiki yerine yerleşmiştir.

"Jeolog tortul kayalara örnek olarak kireç taşını gösterecektir. Bu taşlardan dağlar oluşmuştur. Örneğin Mukattam dağı (Kahirenin doğusunda bir dağ) bunlardan birisidir. Kahireliler evlerini bu dağdan getirdikleri taşlarla bina ederler. Sonra şöyle diyecektir: Bu taş kalsiyum karbonat olarak bilinen kimyasal birleşiktir. Bu birleşim yeryüzünde canlıların etkisiyle veya kimyasal bir reaksiyon sonucu gerçekleşmiştir. Sonra kumu örnek gösterecek ve şöyle diyecektir: Bunun öz maddesinin büyük kısmı silisyum oksittir. Bu da sonradan meydana gelmiştir. Sonra örnek olarak kil ve balçığı gösterecek ve bunların başka maddelerin birleşmesinden meydana geldiklerini söyleyecektir.

"Birbirlerinden farklı tortul kayaların oluşmasına kaynaklık eden asıl kayaların ne olduğunu soracaksın. Bunların sıcak ateş kayalar olduğunu söyleyecektir. Çok eski zamanlarda yerkabuğu eriyip donunca bu donmuş yüzey üzerinde ateş kayalarından başka birşey yoktu. Sonra su geldi, denizler geldi. Su ve kayalar birbirlerini etkilediler. Bunlara daha sonra hava katıldı. Reaksiyon halindeki gazlar, kasırgalar, yakıcılığı ve aydınlatıcılığı ile güneş katıldı. Bütün bu etkenler, öz yapılarındaki yeteneklere uygun olarak reaksiyona girdiler. Bunun sonucu ateş kayalarının oluşturduğu yararsız ve katı düzeyden, ev yapımında kullanılan, madenlerin çıkarılmasında yararlanılan yararlı kayalar oluştu. Bundan daha önemli ve daha etkili bir şey var ki, o da hayat için elverişli olmayan katı ateş kayalarından toprağın meydana gelmesi, bu toprağın yeryüzüne serpişmesi, böylece canlılar ve yaratıklar için uygun ortamın oluşmasıdır.

"Granitler ekime, tarıma ve sulamaya elverişli değildirler. Fakat onlardan ve benzeri kayalardan elde edilen yumuşak toprak yararlıdır. Bu toprağın meydana gelmesi ile bitkiler meydana geldi. Bitkilerin meydana gelmesi hayvanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece yeryüzü yaratıkların en üstünü, yani insanın gelişine hazır hale gelmiştir."

Modern bilimin kendi vesilesi ile ölçüp ortaya koyduğu bu uzun yolculuk, yeryüzünün yaratıldığı, üzerinde denge unsuru olarak dağların varedildiği, toprağın verimli, bereketli kılındığı, zenginlik kaynaklarının belli bir plan içinde yerleştirildiği dört günü anlamada bize yardımcı olmaktadır. Bunlar Allah'ın günleridir. Bunların mahiyetlerini ve sürelerini bilmiyoruz. Ama dünyada bilinen günlerden farklı olduklarını kesin olarak biliyoruz.

Yeryüzünden gökyüzüne geçmeden önce bu ayetin her cümlesinin üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz.

"Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.." Kur'an-ı Kerim'in çok yerinde dağlar "Revasiye" yani "Köklü" diye isimlendirilir. Bazı yerlerde de bu köklü dağların varlık nedeni "sarsılmayasınız" diye belirtilir. Yani bu dağlar köklüdürler, yeri sağlam tutmaktadırlar, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olmaktadırlar... Uzun zaman geçti insanlar üzerinde yaşadıkları dünyanın sağlam temeller üzerinde sabit olduğunu sanıyorlardı. Sonra bir zaman geldi onlara şöyle dendi: Üzerinde yaşadığınız şu dünya sonsuz uzay boşluğunda hiç bir şeye dayanmadan yüzen küçücük bir yuvarlaktır... Kim bilir, belki ilk defa bu sözleri duyduklarında korkmuşlardır. Belki de dünya beni sarsacak ya da uzay boşluğunun derinliklerine fırlatacak diye korkudan sağına soluna bakanlar olmuştur. Fakat insanlar rahat olsunlar, korkmasınlar. Çünkü Allah'ın eli, onu ve göğü tutuyor, yok olmaktan koruyor. Eğer Allah onları tutmasa, onun dışında kim bu dengeyi sağlayabilir ki! Rahat olsunlar. Çünkü şu evrene egemen olan yasalar, her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan yüce Allah'ın koyduğu sağlam yasalardır.

Tekrar dağlar konusuna dönüyoruz ve Kur'an'ın onları "köklü" olarak nitelendirmesine, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olduklarına dikkat çektiğini görüyoruz. Bu tefsirin bir başka yerinde de değindiğimiz gibi belki de dağlar okyanuslardaki derinlikler ile havalardaki yükseklikler arasındaki ahengi koruyor. Böylece dünyanın dengesini sağlayıp sarsılmasına engel oluyorlar. Şimdi şu bilgini dinleyelim:

"Yeryüzünde, gerek yüzeyde gerekse derinliklerde meydana gelen her olayın bir maddenin bir yerden diğer bir yere taşınmasına etkisi olur. Bu da dünyanın dönüş hızını etkiler. Çünkü bu konuda (yani yazarın bir önceki paragrafta söylediği gibi dünyanın hızının yavaşlamasında) tek etken med-cezir (gel-git) olayı değildir. Hatta nehirlerin yeryüzünün bir yerinden diğer bir yerine taşıdıkları sular da dünyanın dönüş hızını etkilerler. Rüzgarların esintisi de öyle. Denizlerin diplerine düşen herhangi bir şey, yeryüzünün şurasında, burasında beliren birşey dünyanın dönüş hızı üzerinde etkili olur. Dünyanın dönüş hızını etkileyen unsurlardan biri de herhangi bir nedenden dolayı toprağın kayması ya da yığılmasıdır. Bu yığılma veya kayma dünyanın alanında sadece bir kaç adımlık bir eksilme veya daralmaya neden olacak kadar önemsiz bile olsa yine de dünyanın dönüş hızı üzerinde etkisini gösterir."

Bu kadar hassas bir yapıya sahip olan yeryüzünde köklü dağların dengeyi koruyan ve Kur'an-ı Kerim'de ondört asır önce ifade edildiği gibi dünyanın sarsılmasını önleyen etkenler olmasının şaşılacak bir yanı yoktur.

"Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu."

Ayetin bu bölümü bizden önceki kuşakların zihinlerinde yeryüzünde yeşeren ekinleri ve yüce Allah'ın yeraltında gizlediği altın, gümüş ve demir gibi bazı madenleri çağrıştırıyordu. Fakat bugün yüce Allah yeryüzünün birçok bereketini ve geçen uzun zaman içinde yerin altına yerleştirdiği zenginlik kaynaklarını insana gösterince ayetin bu bölümünün anlamı zihnimizde daha geniş bir boyut kazanmış oldu.

Nitekim havadaki bazı elementlerin (Hidrojen, Oksijen) suyu meydana getirmek için nasıl yardımlaştıklarını görmüştük. Yine su, hava, güneş ve rüzgarın tarıma elverişli toprak meydana getirmek için birbirleri ile yardımlaştıklarını da görmüştük. Akarsuların, kaynak, çeşme ve kuyu şeklinde ortaya çıkan yeraltı ve yerüstü sularının; bütün tatlı suların özü yağmurların su, güneş ve rüzgarlarca oluşturulduklarını görmüştük. İşte bütün bunlar yeryüzündeki bereketin, rızık kaynaklarının esaslarıdır. Bir de hava var. Nefes alış verişimiz, bedenlerimizin ayakta kalması ona bağlıdır.

"Yeryüzü bir yuvarlaktır. Üzerini bir kaya örtüsü kaplamıştır. Bu kayaların büyük kısmını bir su tabakası kaplamıştır. Kaya ve su tabakalarını birlikte bir hava tabakası sarmıştır. Bu tabaka yoğunlaşmış gazdan oluşur. Bunun da tıpkı denizler gibi derinlikleri vardır. Biz; insanlar, hayvanlar ve bitkiler işte bu tabakanın derinliklerinde yaşarız, ondan yararlanır, bu sayede hayatımızı sürdürürüz."

"Örneğin biz hava tabakası ile soluk alırız, onun oksijenini içimize çekeriz. Bitkiler organik yapılarını ona borçludurlar. Hava tabakasında bulunan karbon, daha doğrusu karbon oksit bitkilerin organik yapılarını oluşturur. Buna kimyagerler karbondioksit derler. Biz de bitkileri ve bitkileri yiyen hayvanları yiyoruz. Biz bu ikisinden kendi organik yapımızı oluştururuz. Havadaki gazlardan geride Nitrojen yani Azot kaldı. Bu da soluklarımızla yanmamamız için oksijeni hafifletici rol oynayan bir elementtir. Havada bir de su buharı var ki, bu da havayı nemlendirir. Havada başka gazlar da vardır. Bunlar değişik oranlarda ve düzensiz bulunurlar. Argon, Helyum ve Neon gibi. Sonra Hidrojen. Bu ise, genellikle yeryüzünün ilk yaratılışından geride kalmıştır."

Yediğimiz, hayatımızda yararlandığımız maddeler, -ki rızık kaymakları yemek suretiyle tüketilen maddelerden daha geniş bir anlam ifade eder- bütünüyle yeryüzünün gerek içinde gerekse atmosferinde içerdiği temel elementlerin meydana getirdiği birleşiklerdir. Örneğin şu şeker nedir, neden meydana gelir? Aslı karbon, hidrojen ve oksijendir. Suyun oksijen ve hidrojenden oluşan birleşimini öğrenmiştik. Aynı şekilde tükettiğimiz bütün yiyecekler, içecekler, kullandığımız giysiler ve aletler... Şu yeryüzüne yerleştirilmiş elementlerin birleşimlerinden başka birşey değildirler.

Bütün bunlar yeryüzüne bahşedilen berekete, verimliliğe, oraya bir plana göre, dört günde yerleştirilen rızık kaynaklarına işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bunlar uzun zaman süren aşamalarda gerçekleşmişlerdir. İşte bunlar, Allah'ın günleridir ve bunların süresini Allah'tan başkası bilemez.

"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne: "isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler.

"Böylece onları, iki gün içinde yedi gök varetti. Ve her göğün görevini bildirdi. Yakın göğün semasını ışıklarla donattık. Ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur."

"İstiva" kelimesi burada yönelmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah açısından yönelmek ise iradesinin istenen yönde belirmesidir. "Sonra" edatı ise, kesinlikle zaman açısından bir sıralamayı ifade etmiyor. Sadece manevi bir üstünlüğü, yüksekliği ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü insan duygusunda gökyüzü yeryüzünden en yüksek ve en üstündür.

"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..."

Yıldızların yaratılışından önce göğün bulut halinde olduğuna ilişkin bir görüş vardır. İşte bu bulut gazdır. Yani dumandır.

"Bir kısmı yanmakta olan ve bir kısmı da sönmüş bulunan bu kütleler (Nebula), yıldızların yaratılışından sonra arta kalan gaz ve toz kümelerinden başka birşey değildirler. Yaratılış teorisi şöyle der: Samanyolu gaz ve tozdan meydana gelmiştir. Bu ikisinin yoğunlaşması sonucu yıldızlar oluşmuş, ancak geride bazı kalıntılar da kalmıştır. İşte bu gaz ve toz bulutları bu kalıntılardan ibarettir. Bu uçsuz bucaksız samanyolu Galaksisi içinde bu kalıntılardan yıldızları oluşturan miktar kadar gaz ve toz yayılmaktadır. Kuşkusuz yıldızlar bu toz ve gaz yığınlarını çekim güçleri ile bir noktaya doğru yoğunlaştırmaktadırlar. Bir anlamda gökyüzünü süpürmektedirler. Ne var ki süpürücüler, dehşet verici bir sayı çokluğuna sahip olmalarına rağmen, süpürülmesi gereken çok büyük ve akla durgunluk verecek kadar geniş olan sahalara oranla yetersiz kalmaktadırlar."

Bu sözler doğru olabilir. Çünkü bu sözler Kur'an-ı Kerim'in ifade ettiği; "Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi." gerçeğinin işaret ettiği anlama, göklerin uzun zaman alan bir süreç içinde, yani Allah'ın günlerinden iki gün içinde yaratılması gerçeğine yakındırlar.

Sonra şu dehşet verici gerçek karşısında duruyoruz:

"Ona ve yeryüzüne: isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler."

Bu ayet, evrenin Allah'ın koyduğu yasalara boyun eğişini çok çarpıcı bir ifade ile ima etmektedir. Bu evren gerçeğinin yaratıcısına bağlılığını vurgulamaktadır. Bu bağlılık onun sözlerine ve iradesine uymak ve teslim olmak şeklinde kendini göstermektedir. Şu halde sadece insanoğlu istemeyerek Allah'ın evrensel yasalarına boyun eğer. İnsanoğlunun bu yasalara boyun eğmekten başka seçeneği yoktur ve bu yasaların etkinlik alanının dışına çıkma gücüne sahip değildir. Çünkü insan akıllara durgunluk veren dehşet verici evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden ister istemez bütün evrensel yasalara uyar, onlardan etkilenir. Fakat, bütün varlıklar arasında sadece insanoğlu isteyerek boyun eğmez, yer ve göğün teslim oluşu gibi bu yasalara uymaz. Tam tersine bu yasalardan kurtulmaya çalışır. Kolay, rahat ve normal çizginin dışına çıkar. Kendisine üstünlük sağlaması -hatta ezip parçalaması- kaçınılmaz olan evrensel yasalara ters düşer. Ama en sonunda istemese de bu yasalara boyun eğer. Fakat yüce Allah'ın iyi kulları hariç. Onların kalpleri, organik yapıları, hareketleri, düşünceleri, iradeleri, arzu ve gayesi evrene egemen olan ilahi yasalarla uyum içindedir. Onlar isteyerek gelirler, şu dehşet verici evren çarkı ile birlikte rahat ve kolay hareket ederler. Varlıklar kervanı ile birlikte Rabb'lerine doğru yol alırlar. Evrendeki tüm güç ve enerji kaynakları ile iletişim halinde olurlar. İşte o zaman olağanüstü işler başarırlar, harikalar yaratırlar. Çünkü evrene egemen olan yasalarla uyum içindedirler. Evrenin akıllara durgunluk veren gücünden destek alırlar. Çünkü onlar evrenin bir parçasıdırlar ve evrende onları kapsamıştır. Hep birlikte "isteyerek" Allah'a doğru yol alırlar.

Biz istemeyerek de olsa boyun eğeriz. Fakat keşke isteyerek boyun eğseydik. Keşke yer ve gök gibi yüce Allah'ın buyruğuna koşsaydık; isteyerek ve alemlerin Rabbi olan Allah'a boyun eğen, itaat eden, onun buyruğuna koşan, ona teslim olan varlık aleminin ruhu ile buluşmanın coşkunluğu içinde olumlu cevap verseydik.

Biz insanlar zaman zaman gülünç davranışlar sergileriz... Kader çarkı, kendisi için belirlenen hedefe doğru normal hızı ile yoluna devam ediyor. Onunla birlikte tüm evrende değişmez ilahi yasalar doğrultusunda dönüyor. Biz ise, gelir bu çarkın dönüşünü hızlandırmak veya yavaşlatmak isteriz. Bu akıllara durgunluk veren büyüklükteki koca kafile içinde sadece biz -çarkın dışına çıkıp, hareket çizgisinden saptığımız zaman- ruhlarımızı saran bunalım, acelecilik, benlik, ihtiras, arzu ve korku gibi duygulardan dolayı sadece biz bu normal gidişi değiştirmek isteriz. Ama biz şurada, burada başıboş dolaşırken kervan yoluna devam eder. O dişliden bu dişliye yuvarlanır gideriz, sonsuz acılar çekeriz. Oraya buraya çarpar paramparça oluruz. Ama kader çarkı normal hızı ile, kendisi için belirlenen hedefe doğru yoluna devam eder. Bizim çabamız, gücümüz ise boşa gider. Ancak kalplerimiz gerçekten inanırsa, Allah'a gerçekten teslim olursa, varlıkların ruhu ile gerçekten bağlantı kurarsa, o zaman biz evren içinde üstlendiğimiz rolü gerçekten kavrarız, adımlarımızla kaderin adımları arasında ahenk oluştururuz. O zaman, uygun bir anda, uygun bir hızla ve uygun bir süre içinde hareket ederiz. Varlıklar aleminin yaratıcısından kaynaklanan varlıklar aleminin gücü ile hareket ederiz. O zaman gerçekten, büyüklük kompleksine kapılmadan, gururlanmadan büyük işler başarırız. Çünkü o zaman kendisi ile bunca büyük başarıyı kazandığımız gücün kaynağını biliriz. Bunların bizim kişisel gücümüzden kaynaklanmadığını, sadece sonsuz büyüklükteki ilahi güçle bağlantılı olduğu için bu şekilde meydana geldiğini kesinlikle biliriz.

Ne güzel hoşnutluk! Ne büyük mutluluk, en sonunda Rabbine varmak üzere bizimle birlikte isteyerek, koşarak büyük yolculuğa çıkan şu gezegen üzerindeki kısacık yolculuğumuzda -o gün için- kalplerimizi saran ne büyük bir güven duygusu!

Dost bir evren içinde yaşarken ruhlarımızı ne güzel bir barış havası sarar. Rabbine isteyerek teslim olmuş şu evrenle birlikte teslim olmak ne güzel bir duygudur. O zaman adımlarımız evrenin adımlarından ayrılmaz. O bize düşmanlık etmez, biz de ona düşman gözü ile bakmayız. Çünkü biz onun bir parçasıyız. Çünkü onunla birlikte aynı amaca doğru yol alıyoruz.

"İkisi de "isteyerek geldik" dediler.." "Böylece iki gün içinde yedi gök varettik." "Ve her göğün görevini vahyetti."

Burada sözü edilen iki gün, yıldızların gaz ve toz bulutlarından yaratıldıkları süre olabilir. Veya yüce Allah'ın bildiği şekliyle göklerin oluştuğu süre de olabilir. Her göğe işinin bildirilmesi ise, Allah'ın yol göstericiliği ve direktifi ile oralarda işlevini yerine getirecek evrensel yasaların yürürlüğe konmasına işarettir. Ne var ki burada sözkonusu edilen göğü belirlemek mümkün değildir. Çok uzak bir nokta, bir derece gök olarak nitelendirilmiş olabilir. Veya bir tek galaksi kastedilmiş olabilir. Birbirlerinden farklı boyutlara sahip galaksiler gök kelimesi ile nitelendirilmiş olabilirler. Veya gök kelimesinin ifade ettiği bir çok şey arasında herhangi bir cisim de kastedilmiş olabilir.

"Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk."

Aynı şekilde dünya semasının da belli bir anlamı yoktur. Bununla bize en yakın olan ve samanyolu olarak bilinen, boyutları yüz milyar ışık yılını bulan galaksi kastedilmiş olabilir. Belki de onun dışında gök kelimesinin kapsamına giren; içinde aydınlatıcı yıldızlar ve gezegenler bulunan ve bizim için lamba işlevini gören başka birşey kastedilmiştir.

"Ve onu koruduk."

Yani şeytanlardan koruduk. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bu anlamı destekleyen ifadeler vardır. Ne var ki biz, şeytanlara ilişkin ayrıntılı bilgi verme imkanına sahip değiliz. Ancak Kur'an-ı Kerim'de yeralan bazı kısa ifadeler vardır. Bunlar da bizim için yeterlidir.

"İşte bu bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur."

Her şeye gücü yeten, her şeyden güçlü olan, her şeyi bilen, gelir ve zenginlik kaynaklarından haberdar olan yüce Allah'tan başkası bütün bunları planlayabilir mi? Varlıklar aleminin düzenini O'ndan başkası sağlayabilir mi? O'ndan başkası bütün varlıkları yönetebilir mi?

AD VE SEMUD KAVMİNİN BAŞINA GELENLER

Bu dehşet verici evren içinde çıkılan bu gezintiden sonra Allah'ın Rabblığını inkar eden, O'na birtakım eşler koşan kafirlerin tutumu ne olacak? Nasıl bir tavır takınacaklar? Gökyüzü ve yeryüzü Rabb'lerine "isteyerek geldik" dedikleri halde yeryüzünde dolaşan şu zayıf, şu küçücük yaratık olan insan büyük bir küstahlıkla, inatla Allah'ı inkar ediyor.

Bu küstahlığın, bu inadın cezası ne olacaktır?



13- Eğer yüz çevirirlerse deki: "Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."

14- Onlara "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" diyerek önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit, "Rabb'imiz dileseydi melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz " demişlerdi.

15- Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladı ve: "Bizden daha kuvvetli kim var?" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi kasten inkar ediyorlardır.

16- Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise dahada kepazeliktir. ve onlara hiç yardım edilmez.

17- Semud kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik; fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azab yıldırımı onları yakaladı.

18- İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık.

"Deki: `Ben sizi Ad ve Semud kavminin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." ifadesinin içerdiği bu korkunç, bu dehşet verici uyarı, işlenen suçun iğrençliğine, günahın çirkinliğine; surenin giriş kısmında sözkonusu edilen müşriklerin keçi inatlarına ve yine bu uyarıdan önce sunulan büyük varlık kervanından ayrılan kafir insanların bu olumsuz tutumlarına uygun düşmektedir.

Tarihçi İbn-i İshak bu ayetteki uyarıya ilişkin olarak şöyle bir kıssa anlatır: Bana Yezid b. Ziyad, Muhammed b. Kâb el-Kurezi'ye dayanarak şöyle anlattı: Anlatıldığına göre Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden biri olan Utbe b. Rebia birgün Kureyş'in kabile meclisinde otururken, Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız başına mescitte (Ka'be'de) oturuyordu. Utbe kalktı ve şöyle dedi: Ey Kureyşliler, gidip Muhammed'le konuşayım mı? Ona bazı şeyler önereyim, "bunlardan dilediğini seç sana verelim, ama sen de bizden vazgeç" diyeyim mi? Ne dersiniz? Bu olay Hz. Hamza'nın -Allah ondan razı olsun- müslüman olduğu günlere denk geliyordu. Müşriklerin, Peygamber efendimizin arkadaşlarının günden güne artıp çoğalmasından endişelendikleri sıralardı. Kureyşliler: İyi olur, ey Ebu Velid, git ve konuş onunla, dediler. Utbe gidip Peygamber efendimizin yanına oturdu ve ona şöyle dedi: "Yeğenim sen bizdensin ve aşiret içinde geniş bir çevren, saygın bir yerin ve soyun var. Fakat sen soydaşlarının başına büyük bir iş açtın. Onların topluluklarını dağıttın, akıllarını ahmaklık olarak nitelendirdin, bütün tanrılarını ve dinlerini ayıpladın, onların geçmiş atalarını tekfir ettin (onların kafir olduklarını söyledin). Bak, beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım, iyice düşün, belki bir kısmını kabul edebilirsin. Bunun üzerine Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-: "Söyle, seni dinliyorum, ey Ebu Velid" dedi. Utbe: "Yeğenim, eğer bu getirdiğin inançla mal elde etmek istiyorsan, aramızda mal toplar ve seni en zenginimiz yaparız. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza geçiririz ve hiçbir dediğini yapmamazlık etmeyiz. Eğer bununla hükümranlık elde etmek istiyorsan, seni başımıza hükümdar tayin ederiz. Yok eğer bunlar karşı koyamadığın bir hastalıktan kaynaklanıyorlarsa, seni tedavi etmek için doktorlar getiririz, seni bu dertten kurtarmak için mallarımızı feda ederiz. Çünkü bir insana cin musallat olabilir ve bundan ancak tedavi ile kurtulabilir.." dedi. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sonuna kadar Utbe'nin sözlerini dinledi. Utbe sözlerini bitirince ona şöyle dedi: "Bitti mi ey Ebu Velid?" "Evet" dedi, Utbe. Peygamber efendimiz "O zaman beni dinle" dedi. Utbe "'Tamam" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şunları söyledi:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla." "Ha, Mim."

"Bu kitap, Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. Öyle bir kitaptır ki bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış Arapça okunan Kur'an'dır."

"Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu düşünüp kabul etmekte yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de."

Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- okumaya devam etti. Utbe bu ayetleri işitince sessizce bekledi ve ellerini arkasına koydu, onlara dayanarak dinlemeye koyuldu. Peygamberimiz secde ayetini okuyana kadar sesini çıkarmadı. Peygamberimiz secde yaptıktan sonra şöyle dedi: "İşte benim sözlerimi dinledin. Bundan sonra karar senin." Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına git-ti. Birbirlerine "Allah'a yemin ediyoruz ki, Utbe gittiğinden farklı bir çehre ile dönüyor" dediler. Utbe yanlarına oturunca "Ne oldu ey Ebu Velid?" dediler. Utbe "Orada öyle bir söz dinledim ki, vallahi bundan önce kesinlikle böyle birşey dinlememiştim, Allah'a andolsun ki, bu ne sihirdir, ne şiirdir ne de kehanettir. Ey Kureyşliler beni dinleyin ve dediklerimi yapın. Adamı kendi haline bırakın ve işine karışmayın. Çünkü Allah'a andolsun ki, ondan duyduğum sözlerde kesinlikle bazı haberler olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, sizin eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer Araplara üstünlük sağlarsa, onun egemenliği sizin egemenliğiniz, onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz demektir. Onun sayesinde insanların en mutlusu siz olursunuz" dedi. Bunun üzerine "Ey Ebu Velid, vallahi o, diliyle seni büyülemiş" dediler. Utbe: "Bu benim düşüncem, siz istediğinizi yapın" dedi.

Bağavi Tefsirinde, Muhammed b. Fudayl'dan, o da Aclah'dan (Bu adam Abdullah el-Kindi el Kufî'nin oğludur. İbn-i Kesir, onun bazı konularda zayıf olduğunu söylemiştir.) O da Zeyyal b. Harmele'den, o da Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer yüz çevireceklerse deki: Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırımla uyardım." ayetini okuyunca Utbe eliyle Peygamber efendimizin ağzını kapattı ve akrabalık adına susmasını istedi. Sonra evine döndü ve Kureyşlilerin yanına gitmedi, onlara görünmemeye çalıştı..."

Daha sonra bu konuda kendisine sorulunca "Ağzını kapattım ve akrabalık adına susmasını istedim. Çünkü bildiğiniz gibi Muhammed birşey söyleyince yalan söylemez. Bunun için üzerinize korkunç bir azap inmesinden korktum" dedi.

Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ağzından çıkan bir uyarının inanmayan bir adamın kalbi üzerindeki etkisinin somut ifadesidir. Peygamber efendimizin portresi, büyük ruhunun edepli tavrı, inanan kalbinin güvenli halı karşısında kısa bir değerlendirme yapmadan geçemeyeceğiz: Burada Peygamber efendimiz, Utbe b. Rebia'nın küçük düşüncelerini, basit önerilerini dinlerken kalbi daha büyük değerlerle meşguldür. Bu düşünceler, bu öneriler insanı tiksindirecek kadar çirkin bile olsalar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çok yumuşak bir tavırla karşılıyor, olgun ve onurlu bir kişinin ağırbaşlılığı içinde dinliyor, sakin, sevecen ve kendinden emin bir tavırla sözlerinin bitmesini bekliyor. Utbe'nin bu basit düşünceleri bir an önce bitirmesi için acele etmesini istemiyor. Utbe sözlerini bitirince, öfkelenmeden, hoşgörüyle, derin bir iç huzuru ile "Bitti mi ey Ebu Velid?" diyor. O da "Evet" diye cevap veriyor. Bunun üzerine "Beni dinle" diyor ve sözleriyle onu ürkütmemeye çalışıyor ve adam "Tamam" demedikçe konuşmuyor. Adam dinleyeceğini belirtince bu sefer Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- derin bir içtenlikle, inanç dolu bir ruhla, kendinden emin bir tavırla Rabb'inin sözlerini okumaya başlıyor:

"Bismillahirrahmanirrahim, Ha, Mim..."

Hiç kuşkusuz bu, insan kalbinde ürperti ile karışık bir saygı uyandıran, insanın içine güven, sevgi ve huzur aşılayan görkemli bir tablodur. Bu yüzden hemen kendisini dinleyenlerin kalplerini etkisi altına alıyordu. Başlangıçta alaya almak veya öfkelerini açığa vurmak için kendisine yönelenleri büyülüyordu.

Allah'ın salat ve selamı onun üzerine olsun. Hiç kuşkusuz Allah en doğrusunu söylüyor: "Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir."(En'am Suresi. 124)

Bu kısa değerlendirmenin ardından tekrar Kur'an ayetine dönüyoruz: "Eğer yüz çevireceklerse de ki: `Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."

Biraz önce göklerle yeryüzü boyunca çıkılan gezintinin ardından, geçmiş milletlerin işledikleri suçlardan dolayı başlarına yıkılan yurtlarında çıkılan bir başka gezinti başlıyor. Geçmişte büyüklük taslayanların ibret verici akıbetlerini somutlaştıran harap olmuş yurtlarını gözler önünde canlandırarak büyüklük taslayanların yüreklerini ağızlarına getiren dehşet verici bir gezintidir bu.

"Onlara `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' diyerek önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit..."

Bütün peygamberlerin getirdikleri mesajın özünü ve bütün dinlerin temelini oluşturan aynı sözü söylemişlerdi.

"Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz" demişlerdi."

Bu da her peygamberin karşı karşıya kaldığı, sürekli yinelenen bir kuşkudur. Oysa insanlara hitap edecek bir peygamberin yine insanlar arasından seçilmesi gerekir. Bu peygamber insanları bilen ve insanlar tarafından bilinen biri olmalıdır. İnsanlar kendilerine hitap eden peygamberin şahsında pratik bir önderlik bulmalılar, kendilerinin yüzyüze kaldıkları zorlukları o da yaşamalıdır. Ne var ki Ad ve Semudoğulları, önerdikleri gibi melek olmadığı için kendilerine gönderilen peygamberi inkar ettiklerini duyurmuşlardı.

Buraya kadar Ad ve Semudoğullarının akıbetleri kısaca anlatılmış oluyor. Her iki toplum da aynı akıbetle karşılaşmıştı. Onlar da bunlar da korkunç bir yıldırıma tutulmuşlardı. Ardından bu toplumlardan her birinin başına gelenler bir ölçüde ayrıntılı olarak anlatılıyor:

"Ad kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladı ve "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler."

Doğru olanı kulların Allah'a boyun eğmeleri ve yeryüzünde büyüklük taslamamalarıdır. Yüce Allah'ın yarattığı uçsuz bucaksız varlık alemi karşısında çok küçük kalırlar onlar. Şu halde yeryüzündeki her büyüklük taslama girişimi haksızca bir tutumdur. Ad kavmi de büyüklük taslamış ve gurura kapılarak "Bizden daha kuvvetli kim var?" demişlerdi.

Bu bütün zorba tağutların kapıldığı yalancı bir duygudur. Kendi güçlerine karşı çıkacak bir gücün bulunmadığını sanmalarına neden olan büyüklük kompleksidir. Ama unutuyorlar:

"Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?"

Bu, inkarı mümkün olmayan apaçık bir gerçektir. Onları yaratan, temelden onlardan daha güçlüdür. Çünkü onlara bu sınırlı gücü bahşeden O'dur. Ne var ki zorbalar, despotlar, tağutlar bu gerçeği hatırlamak istemezler: "Onlar bizim ayetlerimizi kasden inkâr ediyorlardı."

Azgın tağutlar bu sahnede pazularını gösterirlerken, sahip oldukları güçleri ile etrafa dehşet saçma çabası içindelerken, birden bunu izleyen ayette aşağıdaki sahne gösterime giriyor. Ve bu sahnede bu aşağılık, bu rezil kibirlerine uygun akıbetleri, yerle bir edişleri bir ibret tablosu olarak gözler önüne seriliyor:

"Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. "

Bu azap, uğursuz olarak nitelendirilen günlerde üzerlerine salınan; ortalığı yıkıp döken, kasıp kavuran dondurucu kasırgadır. Bu azap dünya hayatında horlanma, aşağılanmadır. Etrafa güç gösterisinde bulunan, kullar üzerinde despotça bir düzen kuran ve haksız yere büyüklük taslayan tağutlara, azgınlara yaraşan bir aşağılamadır bu.

Bu, onların dünya hayatında tadacakları azap... Ahirette yakayı kurtaracak değillerdir:

"Ahiret azabı ise daha kepazeliktir. Ve onlara hiç yardım da edilmez." "Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik; fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler."

Bu ifadenin, Semudoğullarının Salih Peygamberin gösterdiği dişi deve mucizesinden sonra doğru yolu bulduklarına, ardından tekrar eski küfürlerine döndüklerine, körlüğü hidayete tercih ettiklerine yönelik bir işaret olduğu açıktır. Doğru yolu bulduktan sonra tekrar sapıklığa dönmek körlüğün en ağırı, en şiddetlisidir.

"Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakaladı" Horlanma, aşağılanma onların yaptıklarına en uygun cezadır. Bu sırf bir azap değildir, sırf bir yokoluş değildir. Bu, imandan sonra körlüğe dönmenin cezası olan aşağılanmadır, horlanmadır.

"İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık... Ad ve Semudoğullarının ibret verici akıbetlerinin canlı tanığı olan harap olmuş yurtlarında çıkılan bu gezinti ve bu korkutucu, dehşet verici akıbet aracılığı ile iletilmek istenen uyarı maksatlı mesaj sona erdi. Böylece onlara yüce Allah'ın hiçbir gücün karşı koyamadığı, hiçbir kalenin, hisarın ona karşı koruyuculuk yapamadığı ve hiçbir zorbanın karşı direnemediği caydırıcı gücü gösterilmiş oldu.

KULAKLARIN, GÖZLERİN VE DERİLERİN ŞAHİDLİĞİ

İmdi... Buraya kadar yüce Allah'ın evrene ve insanlık tarihine egemen olan gücü gözlerinin önüne serilmişken, şimdi de surenin akışı onların kendi iç alemlerinde tamamen egemen olan yüce Allah'ın gücünü anlatıyor. Öyle ki kendi iç alemlerinde egemenlik sürdüren Allah'ın gücüne karşı ellerinden hiçbir şey gelmez, hiçbir şeyi Allah'ın gücüne karşı koruyamazlar. Hatta kulakları, gözleri ve derileri hesaplaşma gününde Allah'a itaat edip kendilerine isyan edecekler ve aleyhlerinde şahitlikte bulunacaklardır:



19- Allah'ın düşmanları ateşe sürüldükleri gün toplanıp bir araya getirilirler.

20- Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik ettiler.

21- Derilerine: `Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?" derler. Derileri: "Her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na döndürülüyorsunuz " cevabını verirler.

22- Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahidlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilemeyeceğini sanıyordunuz.

23- İşte Rabb'inize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup çıktınız.

24- İster sabretsinler ister etmesinler, onların durağı ateştir. Hoş tutulmalarını isteseler de artık hoş tutulmazlar.

Zor bir durumda ve beklenmedik bir sırada ortaya çıkan insanın yüreğini ağzına getiren bir sürpriz. Bütün organlarının itaat edip buyruğuna boyun eğdiği Allah'ın gücü... Ve Allah'ın düşmanı olarak damgalanan kendileri... Peki Allah'ın düşmanlarının akıbeti ne olacak? Bir sürü gibi başları sonlarına, sonları başlarına karıştırılarak biraraya getiriliyorlar, toplanıyorlar, sürükleniyorlar. Ama nereye? Ateşe! Tam ateşin kenarına getirilip bekletildikleri sırada hesaplaşma başlıyor. O da ne! Hesapta olmayan şahitler aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar: Dilleri düğümlenmiş konuşmuyor. Oysa bundan önce yalan söylüyor, iftira atıyor, başkalarını alaya alıyorlardı. Kulakları, gözleri ve derileri isteyerek ve teslim olarak Rabb'lerinin emrini yerine getirmek amacı ile aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar. Onların sır sandıkları şeyleri anlatmaya başlıyorlar. Bunları Allah'tan gizliyorlardı. Allah'ın kendilerini görmediğini, niyetlerini ve cürümlerini O'ndan saklayabileceklerini sanıyorlardı. Fakat bunları gözlerinden, kulaklarından ve derilerinden gizleyecek değillerdi. Hem nasıl gizleyeceklerdi ki? Çünkü bu organlar onlarla beraberdiler. Daha doğrusu onların bir parçasıydılar. İşte bütün yaratıklardan ve alemlerin Rabbi olan Allah'tan gizli olduğunu sandıkları bütün sırları ortaya dökülüyor.

Allah'ın gizli gücü ile bu şekilde, yürekleri korkudan titreten bir ortamda karşılaşmaları ne müthiş bir sürpriz. Bu güç onların bazı organlarını etkisine alıyor, onlar da buyruğuna koşup, dediklerini yapıyorlar:

"Derilerine: `Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?' derler."

Bunun üzerine derileri lafı evirip çevirmeden, onların göremedikleri gerçeği dile getirerek cevap veriyorlar:

"Derileri: `Herşeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu' derler."

Dile konuşma yeteneğini veren Allah değil midir? O halde başka organlara da bu yeteneği verebilir. Onun dışındaki herşey de konuşabilir. İşte bugün konuşuyor, anlatıyor, açıklamada bulunuyor.

"İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na döndürülüyorsunuz."

Herşey O'ndan gelmiş, O'na dönecektir. Başta da, sonda da onun kontrolünden çıkmak mümkün değildir.

Onlar bu gerçeği akıllarına rağmen inkar ediyorlardı, ama derileri bugün onu dile getiriyor.

Hikayenin sonundaki bu yorum cümlesi bazı organlarının onlara yönelik sözleri olabilir. Bu ilginç pozisyon üzerine yapılan bir değerlendirme de olabilir: Siz gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin, aleyhlerinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz."

Bu organlarınızın birgün sizin aleyhinize dönecekleri aklınıza gelmezdi. İsteseydiniz bile yaptıklarınızı onlardan gizleyemezdiniz.

"Yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz."

İşte bu kötü, bu cahilce zannınız sizi aldattı ve sizi cehenneme sürükledi. "İşte Rabb'inize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup çıktınız!"

Ardından bu sahne üzerine yapılan son değerlendirme yeralıyor:

"İster sabretsinler ister etmesinler, onların durağı ateştir."

Ne dokunaklı bir olay!.. Burada sözkonusu olan sabır, ateşe karşı sabırdır: Peşinden kurtuluş ve güzel bir ödül gelen olumlu sabır değildir. Bu karşılığı ateş olan bir sabırdır. Ateş gibi kötü bir barınağa katlanmaktır.

"Hoş tutulmasını isteseler de artık hoş tutulmazlar."

Burada kınanma istekleri kabul edilmez, tevbe etmelerine de imkan tanınmaz. Çünkü normal olarak kendisinin kınanmasını isteyen biri, bunun sonucu olarak barışmayı, sıkıntı veren unsurların ortadan kalkması ile karşılıklı hoşnutluğu istiyor demektir. Ama bugün bu kapı kapalıdır. Bu isteğin ardındaki barış ve hoş geçinmeye imkanı tanınmaz.

Sonra surenin akışı onlara yüce Allah'ın kalplerini kontrolünde tutan gücünü gösteriyor; onlar henüz yeryüzündeler ve Allah'a inanmaya tenezzül etmemektedirler. Yüce Allah kalplerinin bozuk olduğunu bildiğinden onlara cinlerden ve insanlardan kötü arkadaşlar musallat etmiştir. Bu kötü arkadaşlar kötülükleri onlara süslü gösteriyorlar, böylece onları hüsrana uğramaları ve Allah'ın azabına çarptırılmaları kaçınılmaz olan kafileye katarlar:



25- Biz onlara birtakım kötü arkadaşlar musallat ettik. Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini onlara gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan topluluklar için uygulanan söz (azap) kendilerine de geçerli olmuştur. Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir.

Şu halde nasıl, kendisine kulluk etmeye tenezzül etmedikleri Allah'ın kontrolünde olduklarına baksınlar. Göğüs boşluklarındaki kalplerinin kendilerini nasıl azaba ve hüsrana sürüklediklerini görsünler. Yüce Allah onlara birtakım arkadaşlar musallat etmiştir. Onlar da birtakım vesveseler veriyor, çevrelerindeki bütün kötülükleri süslü gösteriyorlar. Yaptıklarını güzel göstererek yaptıklarının pis taraflarının farkına varmalarına engel oluyorlar. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, yaptıklarının çirkin, sapık taraflarını farketmesini sağlayacak duyarlığını yitirmesidir. Şahsına ait herşeyi ve her eylemi güzel görmesidir. İşte felaket budur, insanı daima yokluğa sürükleyen uçurum budur. Ve işte onlar kötüler güruhu içinde yer almışlar, kendilerinden önce yüce Allah'ın aleyhlerindeki tehditlerinin gerçekleştiği insan ve cinn toplulukları arasındaki yerlerini almışlar. Bunlar hüsrana uğrayanlar sürüsüdür.

"Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir."

Bu Kur'an'da etkileyici bir güç bulunduğunu fark ettiklerinde ona karşı savaşa girişmeleri bu kötü arkadaşların yaptıklarını güzel göstermelerinin bir sonucudur

26- İnkar edenler: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki ona galip gelirsiniz" dediler.

Kureyş kabilesi ileri gelenlerinin kitleleri kandırmak için kendilerine söyledikleri bir sözdür bu. Çünkü bu Kur'an'ın hem kendi ruhları hem de kitlelerin ruhları üzerindeki etkinliğine karşı koyamıyorlardı.

"Bu Kur'an'ı dinlemeyin."

Çünkü ileri sürdükleri gibi bu Kur'an onları büyülüyor, akıllarını çeliyor, hayatlarını altüst ediyordu. Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirinden ayırıyordu. Evet, Kur'an ayırıyordu, ama iman ile küfrü, sapıklıkla hidayeti birbirinden ayıran Allah'ın öngördüğü kriter ile, Furkan ile ayırıyordu. Kalpleri bütünüyle Allah'a özgü kılıyordu. Allah'ın bağından başka bir bağa önem vermiyordu. İşte insanları birbirinden ayırmada esas alınan kriter, gözönünde bulundurulan Furkan buydu.

"Okunurken gürültü yapın, belki ona galip gelirsiniz."

"Bu yakışık almayan, seviyesiz bir tutumdu. Ne var ki iman etmeye tenezzül etmeyen küstahlar kanıt ile, delil ile, belge ile karşı koyamadıkları zaman yüzsüzlüğe, şamataya başlarlar.

Nitekim insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymak için Malik b. Nadr'ın yaptığı gibi İsfendiyar ve Rüstem masallarını anlatarak, şamata çıkarıyorlardı. Bazan kargaşa çıkararak, bağırarak Kur'an'ın okunmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Kimi zaman Kur'an okunurken şiirle, kafiyeli sözlerle halkın dikkatini dağıtmaya, Kur'an'ı dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Ama bütün çabaları boşa gidiyordu. Kur'an hepsine üstün geliyordu. Çünkü Kur'an'da üstün gelme sırrı gizlidir. Çünkü Kur'an hak içeriklidir. Ve batıl ne kadar çırpınırsa çırpınsın her zaman hak üstün gelir.

Bu çirkin sözlerine karşılık olarak çok uygun bir tehdit yeralıyor:

27- İnkar edenlere şiddetli bir azab taddıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.

28- İşte böyle; Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Ayetlerimizi bile bile inkar etmeleri karşılığı orası onların temelli kalacakları yerdir.

Ve çok geçmeden onları ateşte görüyoruz. Arkadaşlarını n geçmişte yaptıkları ve şu anda yapmakta oldukları kötülükleri kendilerine süslü göstererek en sonunda böylesine korkunç bir tehlike ile yüzyüze getirdikleri aldanmışların büyük bir öfke içinde hayıflanarak dizlerini dövdüklerini görüyoruz.

29- Ateşe giren kafirler derler ki: "Rabb'imiz cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım. Ki altta kalanlar olsunlar."

Müthiş bir öfke. İntikam duygusu ile yanıp tutuşuyorlar: "Onları ayaklarımızın altına alalım." ... "Ki altta kalanlar olsunlar." Karşılıklı sevgiden, dostluktan, vesvese ve kötülükleri süslü gösterme girişimlerinden sonra durumları bundan ibaret olacaktır.

RABB'İMİZ ALLAH'TIR

Bu bir ilişki türüdür. Bu ilişki vesvese ve aldatmaya dayanır. Ama bir diğer ilişki türü de var. Bu ilişki öğüt vermeye, karşılıklı dostluğa dayanır. Bunlar mü'minlerdir. Rabb'imiz Allah'tır diyen, sonra da iman ile, salih amel ile Allah'ın belirlediği yolda ona doğru yol alan kimselerdir. Yüce Allah bunlara insanlardan ve cinnlerden kötü arkadaşlar musallat etmiyor. Kalplerine güven ve huzur aşılayan, onları cennetle müjdeleyen, dünya ve ahirette onlara arkadaşlık eden melekler görevlendiriyor:



30- "Şüphesiz Rabb'imiz Allah'tır"deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara "Korkmayın üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin!" derler.

31- Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.

32- Bütün bunlar, O bağışlayan ve esirgeyen Allah'tan bir ağırlama olarak size lûtfedilmiştir.

"Rabb'imiz Allah'tır" ilkesi doğrultusunda hareket etmek, bu ilkeyi gereği gibi hayata yansıtmaktır, gerçek anlamda ona uymaktır. Bu ilkeyi vicdanda bilinç olarak, hayatta da davranış biçimi olarak özümsemektir. Onun öngördüğü şekilde hareket etmek ve yükümlülüklerine karşı sabretmektir. Kuşkusuz bu, büyük ve o kadar da zor bir iştir. Yüce Allah katında böylesine büyük bir lütfu, meleklerin arkadaşlığını, onların dostluk ve sevgilerini hakketmesi de bu yüzdendir. Bu durum, yüce Allah'ın onların tutumlarını anlatması ile kendisini gösteriyor. Yüce Allah'ın anlatımı ile melekler mü'min dostlarına şöyle sesleniyorlar: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya ve ahirette sizin dostlarınızız... Sonra başlıyorlar onlara söz verilen cenneti tasvir etmeye... Bir dostun dostuna ilerde karşılaşacağını gördüğü ve bildiği bir nimeti onu sevindireceğini bilerek tasvir etmesidir bu: Orada canınızın istediği ve size söz verilen her nimet vardır. Oranın güzelliğini ve saygınlığını daha çok anlatıyorlar: Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden Allah'ın bir lütfudur, bir bağışıdır bu. Bu cennete ve içindeki nimetlere yüce Allah'ın bağışlaması ve merhameti sayesinde kondunuz. Bundan daha üstün bir nimet var mıdır?

Bu bölüm Allah'ın dinine davet eden davetçinin portresini çizmekle; onun ruhsal yapısını, konuşma tarzını, söz ve davranışlarını gözler önünde canlandırmakla; hem Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hem de onun ümmetindeki bütün davetçilerin dikkatini bu örnek tabloya çekmekle son buluyor. Bilindiği gibi bu sure Allah'ın dinine davet edilenlerden bazılarının kabalıklarını, edepsizliklerini, iğrenç kibirlerini sergilemekle başlamıştı. Burada güdülen maksat islam davetçisine: "Şartlar ne olursa olsun, izleyeceğin davet metodu budur" direktifini vermektir:



33- İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım " diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?

34- İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.

35- Bu haslete ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.

36- Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir.

İnsan ruhunun yamukluğuna, kaypaklığına, cahilliğine, alışkanlıklarını herşeyin üstünde tutma eğilimine, sapıklıkta olduğunu kendisine yediremeyecek kadar burnu havada olmasına, ihtiraslarına ve çıkarlarına düşkün oluşuna, bütün insanların huzurunda eşit olduğu tek ilaha davet hareketinin tehdit ettiği toplumsal statüsüne, kişisel ayrıcalığına büyük önem vermesine karşı Allah'a davet hareketini yürütmek...

Evet bu olumsuz şartlarda davet görevini yerine getirmek çok zor bir iştir. Ama aynı zamanda büyük ve saygın bir görevdir:

"İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve `Ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?"

Şu halde yeryüzünde söylenen en güzel söz Allah'ın dinine davet amacı ile sarfedilen sözlerdir. Bunlar güzel sözlerin başında gökyüzüne yükselirler. Ancak sözleri doğrulayan salih amelle birlikte; insanın kendi kişiliğine yer vermediği Allah'a bütünüyle teslim olma durumu ile birlikte... Bu durumda davet tamamen Allah'a özgü kılınmış olur ve davetçinin açıkça anlatıp duyurmaktan başka bir etkinliği olamaz.

Bundan sonra davetçinin sözleri itirazla, terbiyesizlikle ve inkarda inatlaşma ile karşılanırsa bunda onun için bir sorumluluk yoktur. Çünkü o, insanlara iyilik sunmaktadır, çünkü o yüce bir makamdadır. Ondan başkası elbette kötülük ileri sürecektir. Çünkü aşağılık bir konumdadır.

"İyilikle kötülük bir olmaz"

Davetçi kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Çünkü iyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. -Nitekim değerleri de bir değildir- İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü davranmak, nefsin isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır, onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, serkeşliği uysallığa dönüştürür.

"Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir."

Birçok durumlarda bu kuralın doğruluğu ortaya çıkmıştır. Güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, kızgın, öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, heyecanı yumuşaklığa, kızgınlığı sakinliğe dönüştürür.

Oysa karşıdakinin davranışının aynısı ile karşılık verecek olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık gittikçe artar. En sonunda utanma diye birşey kalmaz. Kontrolünü kaybeder ve günahları ile övünmeye başlar.

Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın. Eğer karşıdaki kişinin zayıf olduğu için böyle davrandığını farkederse ona saygı göstermez. Ve iyiliğin hiçbir yararı olmaz.

Ayrıca bu hoşgörü insanın şahsına yönelik kötülüklerle sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik saldırılara ve mü'minleri bu inanç sisteminden döndürme amaçlı baskılara karşı hoşgörülü davranılamaz. Böyle bir durumda her türlü savunma önlemi alınmalı ve sonuna kadar direnilmelidir. Ya da yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca bağlılıkta sabredilmelidir.

Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle savma, kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini dengeleyebilme derecesi... Her insanın ulaşamadığı bir derecedir. Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın çalışıp ta onu hakkeden kullarına bahşettiği bir lütuftur.

"Bu haslet ancak sabredenlere kavuşturulur. Buna ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur."

Bu o kadar yüce bir derecedir ki kendisi için hiç kimseye kızmamış olan, Allah için kızdığı zaman da kimseyi dinlemeyen Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- onun şahsında da bütün islam davetçilerine bu konuda şöyle seslenilmektedir:

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir."

Öfke insana vesvese verir. Kötülüklere karşı fazla sabretmeme veya hoşgörülü davranmama isteğini uyandırır. Dolayısıyle böyle bir durumda şeytandan Allah'a sığınmak koruyuculuk işlevini görür. Onun öfkeyi istismar etme, bu deliği kullanıp insanın duygularına etki etme amaçlı girişimlerini boşa çıkarır.

Şu insan kalbini yaratan, onun giriş ve çıkış noktalarını, gücünü ve yeteneklerini, şeytanın hangi delikten girip onu kontrol altına alacağını bilen yüce Allah davetçinin kalbini kızgınlığın tahrik edici etkisine, dolayısıyle şeytanın vesvesesine karşı koruyor. Davet yolunda karşısına çıkan ve öfkesinden yararlanmak isteyen şeytana karşı koruyor.

Kuşkusuz davetçinin uyarabileceği noktayı, dizginleri ele geçirmesini sağlayacak fırsatı bulana kadar insan ruhuna giden dikenli, dolambaçlı, girintili, çıkıntılı ve son derece meşakkatli bir yol izlemesi gerekir.

İnsan kalbi ile birlikte davetin geniş alanı içinde yeni bir bölüm başlıyor. Bölüm yüce Allah'ın evrensel ayetlerini; gece, gündüz, güneş ve ayı kapsayan bir gezinti ile başlıyor. Bu arada, müşrikler arasında Allah'la birlikte güneşe ve aya secde edenlerin bulunduğu, oysa her ikisini de yüce Allah'ın yarattığı belirtiliyor. Bu ayetler sunulduktan sonra değerlendirme amacı ile, şayet kendileri büyüklük taslayıp Allah'a kulluk yapmaya tenezzül etmezlerse, Allah'a onlardan daha çok yakından ve ona kulluk yapan varlıklar olduğu hatırlatılıyor. Sonra şu yeryüzü Rabb'ine karşı bir tür kulluk pozisyonu içindedir. Yeryüzü de tıpkı onlar gibi canlılığını Rabb'inden alıyor. Ama onlar bununla Rabb'lerine doğru yol almıyorlar. Tam tersine Allah'ın evrensel ayetlerini inkar ediyor, Kur'an'daki ayetlerini de tartışma konusu yapıyorlar. Oysa bu Kur'an Arapçadır ve ona onların anlamadığı yabancı dilden kelimeler karışmamıştır. Ardından ayetlerin akışı onları bir kıyamet sahnesi ile yüzyüze getiriyor. Sonra onların ruhlarını bütün zaafları ile, değişkenlik ve unutkanlığı ile, iyiliğe düşkünlüğü, buna karşın zarardan kaçışı ile, sahip olduğu tüm özellikleri ile çırılçıplak gözler önüne seriyor. Buna rağmen onlar Allah katında kendilerine ilişecek zarardan korunmuyorlar. Sure yüce Allah'ın insanlara verdiği bir sözle son buluyor: Burada yüce Allah, gerçeği bütün çıplaklığı ile görünceye, içlerinde hiçbir şüpheye, hiçbir kuşkuya yer kalmayıncaya kadar insanlara hem iç alemlerindeki hem de dış alemdeki ayetlerini göstereceğini vaadediyor.



37- Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.

Bu ayetler gözler önüne serilmiştir. Bilen, bilmeyen herkes görür bunları. İnsan kalbi üzerinde dolaysız bir etki bırakır. İnsan bu evrensel ayetlerin mahiyetleri ile ilgili bilimsel açıdan bir şey bilmese bile onların görkemine hayran kalır. Çünkü onlarla insanın organik yapısı arasında bilimsel tanımadan çok daha köklü bir bağ vardır. Onlarla şu insan arasında yaratılış, fıtrat ve organik açıdan bir bağ vardır. Dolayısıyle insan ve onlar birbirlerinin ayrılmaz parçasıdırlar. Organik yapıları bir, öz maddeleri bir, fıtratları bir, bağlı bulundukları yasaları bir, ilahları bir. Bu yüzden insan bu ayetleri derin duygusu ile, yalın mantığı ile heyecanla algılar.

Bù yüzden Kur'an-ı Kerim çoğu zaman insan kalbinin dikkatini bu ayetlere çekmekle, içinde bulunduğu gafletten uyarmakla yetinir. Bu gaflet bazan uzun süreli alışkanlıktan, bazan da çeşitli engellerden, birikimlerden, müdahalelerden kaynaklanır. İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini bunlardan arındırır. Böylece yeniden canlanmasın, hareket etmesini, uyanmasını, bu dost evrene sempatiyle bakmasını, kökü derinlere varan eski tanışıklıkla iletişim kurmasını sağlar.

Burada ayet-i kerimenin işaret ettiği sapma şekillerinden biri şudur: Bazıları güneş ve aya yönelik duygularında aşırıya kaçıyorlardı, onlara sapıkça bir yaklaşım içindeydiler. Allah'ın yarattığı varlıklar arasında en parlak, en göz alıcı olanlarına Allah'a daha çok yaklaşmak gerekçesi ile ibadet ediyorlardı. İşte Kur'anı Kerim onları bu sapıkça yaklaşımdan vazgeçirmek, onların karmaşık ve bulanık inançlarını düzeltmek için inmiştir. Kur'an-ı Kerim onlara şöyle sesleniyordu: Eğer siz gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. "Onları yaratan Allah'a secde edin." Çünkü bütün yaratıklar hep birlikte sadece yaratıcıya kulluk kastı ile yönelebilirler. Güneş ve ay da sizin gibi yaratıcılarına kulluk kastı ile yöneliyorlar. Şu halde siz de onlarla birlikte tek ve ortaksız yaratıcıya kulluk kastı ile yönelin. Çünkü ibadet sunmaya sadece O layıktır. İfade içinde güneş ve aya dönük olarak "Halakahunne" şeklinde dişiler için geçerli olan çoğul zamir kullanılıyor. Bununla güneşin, ayın ve onlara benzeyen diğer yıldızların ve gezegenlerin cinsleri gözönünde bulundurulmuştur. Ayrıca onlardan söz edilirken akıllı varlıklar için geçerli olan zamir kullanılıyor ki, bununla onlara hayat ve akıl nitelikleri yakıştırılmak, gören canlı varlıklar gibi tasvir edilmek isteniyor.

Eğer bu evrensel ayetlerin sunulmasından ve bu aydınlatıcı açıklamadan sonra yine de büyüklük taslayacak olurlarsa, bu hiçbir şeyi ileri veya geri götürmez, hiçbir şeyi arttırıp eksiltmez. Çünkü onların dışındaki varlıklar büyüklük taslamadan yüce Allah'a kulluk sunuyorlar:

38- Eğer büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabb'inin yanında bulunanlar (melekler), gece gündüz O'nu tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar."

"Rabb'inin yanında bulunanlar" dendiği zaman ilk önce akla gelen meleklerdir. Ne var ki burada meleklerden başka Allah'ın yakın kulları kastedilmiş olabilir. Hem biz, basit ve önemsiz birkaç bilgi kırıntısından başka birşey biliyor muyuz ki?

Şunlar Rabb'inin yanında bulunanlar. Daha üstün ve daha yücedirler. Daha onurlu ve daha ideal kullardırlar. Yeryüzünde doğru yoldan çıkıp sapanlar gibi büyüklük taslamazlar. Allah'a yakın oluşlarından dolayı gururlanmazlar. Gece-gündüz onu tesbih etmekten bıkmazlar, "Usanmazlar". . Şu halde yeryüzünde bazı kimselerin varlık bütününden kopup Allah'a yönelik kulluk gerçeğinden uzaklaşması, bu görevden geri kalması ne anlam ifade eder?

ALLAH'IN AYETİ YERYÜZÜ

İşte şu yeryüzü -onların anaları, besin kaynakları- bağrından çıktıkları ve en sonunda bağrına dönecekleri yeryüzü... Onun kendilerine bahşettiği azıklardan başka yiyecekleri, içecekleri olmaksızın üzerinde karınca gibi dolaştıkları şu yeryüzü... Şu yeryüzü Allah'ın huzurunda boynu bükük durur. Onun elinden hayat alır:



39- Onun ayetlerinden biri de şudur: Sen toprağı boynu bükük kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah elbette ölüleri de diriltir. O'nun herşeye gücü yeter.

Burada Kur'an-ı Kerim'in yerine göre uygun ifadeler seçmeye ne kadar özen gösterdiğinin üzerinde durmak istiyoruz. Ayette boynu büküklük olarak ifade edilen yerin durumu, üzerine suyun inmesinden önceki hareketsizliğidir. Üzerine su döküldüğü zaman titreşiyor, kabarıyor. Sanki yerin bu hareketi, hayat bahşeden sebeplere karşı yüce Allah'a yönelik bir şükür, bir ibadet ifadesidir. Çünkü bu ayetin içinde yeraldığı atmosfer, ibadet, tesbih ve boyun bükmeyi anlatan ayetlerin oluşturduğu atmosferdir. Bu yüzden yeryüzü sahnede yeralan uygun bir duygu ile, uygun bir hareket ile sahnenin vermek istediği mesafe katkıda bulunan bir şahısmış gibi sunuluyor...

Buna benzer ifadelerdeki sanatsal ahengi vurgulamak için "Kur'an'da Edebi Tasvir" kitabından bir sayfa iktibas etmek istiyoruz.

"Kur'an-ı Kerim yeryüzünün yağmur yağmazdan, bitki yeşermezden önceki durumunu bir keresinde "kuru", bir keresinde de "boynu bükük" şeklinde ifade etmiştir. Bazıları bunun sadece bir ifade çeşitliği olduğunu sanmaktadırlar. Şu halde bu iki nitelendirmenin sözkonusu edildiği yerlere bakalım. Bu nitelendirmeler iki farklı yerde geçmektedir:

Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi şu ayette geçiyor:

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden kuşkunuz varsa, biliniz ki, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Böylece yetişip ergenlik çağma gelirsiniz. Kiminizin erken yaşta canı alının ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki, bilirken birşey bilmez olur. Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir."(Hac Suresi, 5)

"Boynu bükük" olarak nitelendirilmesi de ayette oluyor:

"Onun ayetlerinden biri de şudur: sen toprağı boynu bükük kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır."

Bu iki ayete şöyle bir göz atıldığı zaman "kuru" ve "boynu bükük" kelimelerinin kullanıldığı yerlerle oluşturdukları ahenk hemen göze çarpar. Birinci ayetin konusu, diriliş, canlandırma ve gün yüzüne çıkmadır. Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi, sonra titreşip kabarması ve her güzel bitkiden çifter çifter yeşertmesi ayetin atmosferi ile ahenk oluşturmaktadır. İkinci ayette ise, konu; ibadet, boyun bükmek ve secde etmektir. Dolayısıyle yeryüzünün "boynu bükük" olarak tasvir edilmesi, ardından üzerine su indirildikten sonra titreşip kabarması bu ayetin atmosferine uygun düşmektedir.

"Öte yandan birinci ayette olduğu gibi burada yeryüzünün suyun inmesinden sonra titreşip kabarmasına, bitki yeşertmesi, gün yüzüne çıkartması, hususları eklenmiyor. Çünkü ibadet ve secde havasının egemen olduğu bir atmosferde buna gerek yoktur. Burada yeralan "titreşip kabardı" ifadesi, oradaki anlamı ve amacı ifade etmek için kullanılmıyor. Bu ifade yeryüzünün boynu büküklükten sonraki durumunu anlatıyor. Burada vurgulanması amaçlanan hareket budur. Çünkü sahnedeki herşey ibadet kastı ile hareket ediyor. Yeryüzünün yalnız başına boynu bükük ve hareketsiz kalması uygun düşmez. Sahne içinde kendilerine özgü hareketleri ile kulluk sunanlara katılması ve sahnede yeralan herşey hareket halindeyken onun bir köşede boynu bükük ve hareketsiz kalmaması gerekir. Bu ise, zihinlerde canlandırılmak istenen harekette bir ahenk oluşturmak için, her türlü değerlendirmenin üstünde çok büyük bir dikkatin, bir özenin göstergesidir..."

Tekrar Kur'an ayetine döndüğümüzde ayetin sonundaki yorum cümlesinin ölülerin diriltilmesi meselesine işaret ettiğini, yeryüzünün canlanmasını buna bir kanıt, bir örnek olarak gösterdiğini görüyoruz:

"Onu dirilten Allah elbette ölüleri de diriltir. O'nun gücü herşeye yeter."

Buna benzer sahnelerin Kur'an-ı Kerim'de kıyamet günü ölülerin diriltilmesine bir örnek, aynı şekilde yüce Allah'ın gücüne bir kanıt olarak sunulmasına sıkça rastlanır. Yeryüzündeki hayat sahnesi bütün kalplere yakın bir olgudur. Akıllardan önce kalplere dokunur, onları uyandırır. Ölüler arasında hayat unsuru belirmeye başlayınca bu olay, hayatı var eden yaratıcının ne kadar güçlü olduğunu, yavaş yavaş ve gizlice bilincin derinliklerine bir mesaj olarak iletir. Kur'an insan fıtratına en kısa yoldan ve anlayacağı dilden seslenir.

İnsan bilinci ve duyguları üzerinde çok derin etkiler bırakan bu evrensel ayetlerin yeraldığı sahnenin ışığında, bu göz kamaştırıcı ve apaçık ayetleri inkar edenlere, onları reddedenlere, demogoji yapanlara yönelik çok sert bir azarlama ve korkutucu bir tehdit yeralıyor:



40- Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir.

Tehdit üstü kapalı gibi görünüyor ama korkutucudur: "Bize gizli kalmazlar." Çünkü onlar bütünüyle yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındadırlar. Onlar, istedikleri kadar demogoji yapsınlar, kıvırsınlar. Bu şekilde demogoji yapmak suretiyle insanların sorgulamalarından yakayı kurtardıkları gibi yüce Allah'ın elinden de kurtulacaklarını sansınlar, kesinlikle Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden dolayı sorguya çekilip cezalandırılacaklardır.

Sonra tehdit açık bir dille yöneltiliyor: "O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?"

Mü'minlerin güven içinde getirilmelerine karşılık kıyamet günü onların durumundan korku, dehşet ve ateşe atılma gibi onları bekleyen akıbetten kinayedir bu ifade.

Ayet yine üstü kapalı bir tehditle son buluyor: "Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir."

İstediğinizi yapmaya, Allah'ın ayetlerini inkar etmeye çağrılan ve her yaptığı Allah tarafından görülen adamın durumu ne korkunçtur.

KUR'AN VE KAFİRLER

Şimdi de yüce Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini inkar eden kafirlere değiniliyor. Oysa Kur'an yüce bir kitaptır, güçlüdür, dış müdahalelerden korunmuştur, ona ne uzaktan ne de yakından batıl bulaşamaz:



41- Kendilerine gelen Kur'ân'ı inkar ettiler. Halbuki o yüce bir Kitab'dır.

42- Geçmişte ve gelecekte ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övülmeye layık Allah katından indirilmiştir.

43- Ey Muhammed! Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir. Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi, hem de acı azap sahibidir.

44- Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: `Ayetleri anlayacağımız bir şekilde açıklanmalı değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?" De ki: "O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.

Ayet-i kerime kendilerine gelen kitabı inkar edenlerden sözediyor ama, onların ne olduklarına, ileride ne olacağına değinmiyor. Yani "Kendilerine gelen kitabı inkar edenler" isim cümlesinin yüklemi belirtilmiyor. Sanki "onların bu davranışlarına uygun bir nitelik, işledikleri cürmün iğrençliğini ifade edecek bir söz yoktur" denmek isteniyor.

Bu yüzden "inne" edatı ile başlayan isim cümlesinin yüklemi belirtilmeden onların inkar ettikleri kitabın nitelikleri sayılıyor. Amaç işledikleri suçun iğrençliğini ön plana çıkarmak, korkunçluğunu vurgulamaktır:

"Halbuki o yüce bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övgüye layık Allah katından indirilmiştir."

Batıl nasıl bulaşabilir ki, bu kitaba? O hak olan Allah katından gelmiştir.

Hakkı haykırmaktadır. Göklerin ve yerin dayandığı hak ile bağlantılıdır.

Bu kitaba batıl nasıl bulaşabilir ki? O yücedir. Allah'ın emri ile korunmuştur. Yüce Allah onu korumayı garantilemiş ve şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz."(Hicr Suresi, 9)

Bu Kur'an'ı gereği gibi inceleyenler, onun içerdiği ve insanlık hayatına yerleştirmek üzere indiği gerçeği hemen fark ederler. Ruhunda ve ayetlerinde bu gerçeği gözlemlerler. Hiç zorlanmadan, rahatça bulmaları mümkündür. İnsana güven veren fıtri bir gerçektir bu. Bu yüzden insanın öz yaratılışının derinliklerine hitap eder, onunla hemen iletişim kurar ve onu akıllara durgunluk verecek şekilde etkiler.

"Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övülmeye layık Allah katından indirilmiştir." Hikmet, bu kitabın sözlü yapısında, direktiflerinde, indiriliş yönteminde ve en kestirme yoldan insan kalbini tedavi edişinde, problemlerini çözüşünde göze çarpar. Ve bu kitabı indiren Allah övgüye layıktır. Bu Kur'an'ın içerdiği bir çok gerçek insan kalbini harekete geçirir, Allah'ı övmeye yöneltir.

Sonra ayetlerin akışı, Kur'an ile ondan önce vahyedilen kitaplar, Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile ondan önce gönderilen peygamberler -selâm üzerlerine olsun- arasında bağlantı kuruyor. Bütün peygamberlik ailesini tek bir mecliste Rabb'lerinden aynı mesajı alacak şekilde bir araya getiriyor. Ruhlarını ve kalplerini birbirine bağlıyor. Hareket metodları ile insanlara sundukları mesajın bir olduğunu vurguluyor. Böylece en son gelen müslüman, kökü derinlere varan büyük bir ağacın dalı olduğunu, tarihi eskilere dayanan köklü bir ailenin üyesi olduğunu hisseder:

"Ey Muhammed! Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir. Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi hem de acı azap sahibidir."

Bütün peygamberler aynı vahyi almışlar, aynı mesajı yüklenmişler, insanları aynı inanç sistemine inanıp uymaya çağırmışlardır. Bu yüzden insanlardan aynı tepkiyi görmüşler, aynı yalanlama ve itirazlarla karşılaşmışlardır. Bütün peygamberleri birbirine bağlayan aynı bağdır. Hepsi aynı ağacın dallarıdırlar. Aynı aileye mensupturlar. Çektikleri acılar, yaşadıkları deneyimler ve uzanıp giden yolda en sonunda varmak istedikleri hedef aynıdır.

Yakınlık duygusunu aşılayan, insana güç ve sabır veren insanı kararlı kılan ne güzel bir duygu! Daha önce Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve onların kardeşleri diğer bütün peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun- izlediği yolu izleyen dava adamlarına bu duyguyu tattıran işte bu gerçektir.

Bu gerçeğin dava adamlarına kazandırdığı bu bilinç onlara üstünlük duygusunu, onurluluğu, yolun zorluklarına, iniş-çıkışlarına, dikenlerine ve engellerine aldırmamayı aşılıyor. Dava adamı yoluna devam ederken, kendisinden önce bu yolu izleyenlerin bütün insanlar arasında en seçkin topluluk olduklarını düşünür.

Şu bir gerçektir: "Ey Muhammed! Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir." Bu gerçeğin mü'min ruhlara yerleşmesi ne derin ve ne dehşetli sonuçlar doğurur?

İşte Kur'an bunu gerçekleştiriyor. Bu gerçeği kalplere yerleştiriyor, bir tohum gibi ekiyor.

Daha önceki peygamberlere söylenenler, son peygamber Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de söylenmiştir:

"Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi, hem de acı azap sahibidir." Amaç mü'minin ruhunun doğru ve dengeli oluşunu sağlamaktır. Böylece mü'min Allah'ın rahmetini ve bağışlamasını ümid eder ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmez. Allah'ın azabından sakınır, korkar ve asla unutmaz. Zaten denge, islamın temel özelliğidir.

Sonra yüce Allah'ın bu Kur'an'ı kendi dilleri olan Arapça bir kitap olarak indirmekle kendilerine büyük bir lütufta bulunduğu belirtiliyor. Bunun yanısıra onların inatçılıklarına, inkarcı tutumlarına, tartışma ve kitabı tahrif etme yöntemlerine işaret ediliyor:

"Eğer biz bu Kur'an'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: Ayetleri anlayacağımız bir şekilde açıklamalı değilmiydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan hitap mı geldi?"

Şu halde onlar bu Kur'an'ın arapça oluşundan memnun değildirler. Onlar bu Kur'an'dan korkuyorlar. Çünkü bu Kur'an Arapçadır ve Arapların fıtratına kendi dilleri ile hitap etmektedir. Bu yüzden "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki galip gelirsiniz" diyorlardı. Eğer yüce Allah bu Kur'an'ı yabancı bir dilden indirseydi bu seferde itiraz edecek ve şöyle diyeceklerdi: "Açık, ayrıntılı ve ince bir Arapça kitap olarak inmesi gerekmez miydi?" Eğer Kur'an'ın bir kısmı Arapça bir kısmı da yabanca bir dilden olsaydı, bu kez de itiraz edecek ve şöyle diyeceklerdi: "Hem Arapça hem de yabancı bir dil mi?" şu halde onların davranışlarının kökeninde kaypaklık, demogoji yapma ve inkar yatmaktadır.

Biçim etrafında çıkarılan bu tartışmaların ardındaki gerçeğin özü şudur: Bu kitap mü'minler için yol kılavuzu ve şifa kaynağıdır. Çünkü ancak mü'min kalpler bu kitabın özünü ve gerçeğini kavrayabilir, onun yol göstericiliği ışığında yol alabilir, onun tedavi edici özelliği sayesinde bireysel ve toplumsal hastalıklardan kurtulabilirler. Mü'min olmayanlara gelince onların kalpleri duyarlılıklarını yitirmişlerdir, bu kitabın tatlı, sevecen mesajını algılayamazlar. Bu kitap onların kulaklarında bir ağırlık, kalplerinde ise bir körlüktür. Onlar hiçbir şeyi açık seçik göremezler. Çünkü onlar gerçekten bu kitabın özünden ve insan kalbine yönelik dolaysız mesajlarından uzaktırlar:

"De ki: O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar."

İnsan bu sözün doğruluğunu her zaman ve her toplumda görebilir. Bu Kur'an bazı insanların ruhlarına büyük etki yapar, onları yeni baştan biçimlendirir, canlandırır. Hem onda hemde çevresinde büyük işler gerçekleştirir. Bazı insanların kulaklarında da ağırlıktır bu Kur'an. Onları gittikçe sağırlaştırmaktan, körleştirmekten başka bir şey kazandırmaz. Aslında Kur'an değişmiş değildir, ne var ki kalpler değişmiştir. Ve kuşkusuz yüce Allah doğru söylemiştir.

Burada Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- ona indirilen kitaba ve soydaşlarının bu kitap hakkında görüş ayrılıklarına düşmelerine işaret ediliyor. Az önce topluca anılan peygamberlere bir örnek olarak ona işaret ediliyor. Yüce Allah Hz. Musa'nın soydaşlarının görüş ayrılıklarına ilişkin hükmünü ertelemiştir. Daha önce, bütün bu meselelerle ilgili çözümleyici kararın, herşeyin en ince detayına kadar çözümlendiği kıyamet gününde gerçekleşmesini öngörmüştür:



45- Andolsun ki Musa'ya kitap vermiştik de onda ayrılığa düşmüşlerdi. Rabb'inin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hükmedilmiş olurdu. Doğrusu onlar, onun hakkında şüphe içindedirler.

Aynı şekilde Rabb'in bu son peygamberlikle ilgili sorunun çözümünü de va'dedilen kıyamet gününe bırakmayı, insanları istedikleri gibi davranıp o günde yaptıklarına göre karşılık görmek üzere serbest bırakmayı öngörmüştür:

46- Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Rabb'in kullara zulmedici değildir.

Bu son risalet insanlığın artık olgunlaştığını duyurmak, omuzlarına seçme yükümlülüğünü yüklemek, sorumluluğun bireysel olduğunu herkese bildirmek için gelmiştir. Bundan sonra herkes dilediğini seçebilir. "Rabb'in kullara zulmedici değildir."

Herşey için belirlenmiş bir süre olduğuna işaret edilmesi ve yüce Allah'ın adil oluşuna değinilmesi münasebetiyle kıyamet meselesinin ve ona ilişkin bilginin Allah'ın tekelinde olduğu vurgulanıyor. Bu amaçla yüce Allah'ın bilgisi bazı olaylarda, kalplerin derinliklerine dokunan mesajlar içeren tablolar halinde tasvir ediliyor. Bu ise, müşriklere birtakım soruların sorulması, onların da cevap vermesini yansıtan bir kıyamet sahnesinin sunuluşu esnasında gerçekleştiriliyor:

47- Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O'na aittir. Allah'ın bilgisi dışında hiçbir ürün kabağından çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: "Bana koştuğunuz ortaklar nerede?" diye seslenildiği gün: "Sana arz ederiz ki bizde hiçbir gören yok" derler.

48- Önceden yalvarıp durdukları tanrıları onlardan uzaklaşmıştır. Kendilerinin kaçacak yerlerinin olmadığını anlamışlardır.

Kıyamet, bilinmezliğin koyu karanlığına bürünmüş bir gaybtır. Kabuklarının içindeki meyveler de gözle görülmez birer sırdırlar. Rahimlerin içindekiler de aynı şekilde gaybın perdesine bürünmüşlerdir. Bütün bunlar Allah'ın bilgisinin kapsamındadır. Allah'ın bilgisi onları kuşatmıştır. İnsan kalbi kabuklarındaki meyveleri, ürünleri, rahimlerdeki ceninleri düşünüyor; yeryüzünün her tarafını gözlerinin önüne getirip sayısız kabukları algılamaya çalışıyor, akla hayale sığmayan rahimlerdeki ceninleri tasavvur ediyor. O zaman insan aklının bu sınırsız gerçeği tasavvur edebildiği kadariyle vicdanda Allah'ın bilgisinin bir tablosu şekilleniyor.

Sonra insan, gizli ve örtülü hiçbir şeyin kapsamının dışında kalmadığı bu sonsuz bilgi karşısında duran bir grup sapık insanın durumunu düşünüyor: "O gün onlara `Bana koştuğunuz ortaklar nerede?' diye seslenilir." Tartışmanın hiçbir yarar sağlamadığı, sözleri tahrif etmenin ve değiştirmenin mümkün olmadığı bu günde ne derler onlar?

"Sana arzederiz ki bizden hiçbir gören yok."

Bugün bizden hiç kimsenin senin ortakların olduğuna şahitlik etmediğini sana bildiririz.

"Önceden yalvarıp durdukları tanrıları onlardan uzaklaşmıştır. Kendilerinin kaçacak yerlerinin olmadığını anlamışlardır."

Eski iddialarına ilişkin hiçbir şey bilmiyorlar. Artık içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını iyice anlamışlardır. İşte bu, insana tüm geçmişini unutturan, içinde bulunduğu durumdan başka hiçbir şey hatırlamamasına neden olan, insanın zihnini allak-bullak eden bir sıkıntıdır.

İNSAN FITRATI

İşte bu, insanın iyiliğe düşkün, zarardan kaçınan bir karaktere sahip olmasına rağmen, azabından çekinme gereği duymadığı, göreceği azap endişesiyle ayağını denk almadığı bir gündür... Burada kendi ruhları her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden sıyrılmış, eğri ile doğruyu birbirine karıştıramayacak bir durumda tasvir ediliyor:



49- İnsan hayır istemekten yorulmaz. Ancak kendisine bir şer dokundumu hemen üzgündür, ümitsizdir.

50- Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet taddırırsak: "Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabb'ime götürülmüş olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için güzel şeyler vardır" der. Biz inkar edenlere, yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara acı azabdan taddıracağız.

51- İnsana bir nimet verdik mi yüz çevirir; yan çizer. Ona bir şer dokundu mu yalvarıp durur.

Bu, Allah'ın yol göstericiliği ile yolunu bulup dosdoğru hareket etmeyen insan ruhunun gerçek ve ince bir tablosudur. Bu tip insanların ruhlarının değişkenliğini, zayıflığını, ikiyüzlülüğünü, iyiliğe düşkünlüğünü, nankörlüğünü, bollukla gururlanıp, dara düşünce feryadı basmasını tasvir eden bir resim... Gerçekten ilginç ve incelikli bir tasvir.

Şu insan iyilik istemekten bıkmaz. Her yanı iyilik ve nimetle dolsa yine de ister, tekrar tekrar ister. Hep kendisi için ister ve istemekten usanmaz. Eğer kendisine zararın ucu dokunsa -ama sadece dokunsa- tüm ümidini, bekleme direncini yitirir. Bu zarardan kurtulamayacağını, bir çıkış noktasını bulamayacağını sanır. Sebeplerden elini çeker, göğsü daralır, üzüntüsü, sıkıntısı büyüdükçe büyür. Allah'ın rahmetinden ümidini keser, onun gözetimi hakkında karamsar olmaya başlar. Çünkü Rabb'ine güveni azdır, bağları zayıftır.

Yine insana, eğer yüce Allah uğradığı bu zarardan sonra ona merhamet edip katından bir iyilik tattırırsa nimeti küçümser ve Allah'a şükretmeyi unutur. Rahatlıkla aklını başından alır ve nimetin kaynağını unutur. "Bunlar benimdir, bunları hakkederek elde ettim ve hep bu nimetler içinde yaşayacağım" der. Ahireti unutur ve kopmasını uzak bir ihtimal olarak görür: "Kıyametin kopacağını sanmıyorum" der... Kendi kendine dişinir, böbürlenir. Allah'a karşı büyüklenir. Kendisinin seçkin bir yerinin olduğunu sanır. Kıyameti ve Allah'ı inkar eder. Buna rağmen Rabb'ine döndürülecek olursa katında ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu düşünür. "Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için güzel şeyler vardır." Hiç kuşkusuz bu, onun kapıldığı gururun ifadesidir... Tam bu sırada, yerinde bir tehdit geliyor:

"Biz inkar edenlere, yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka acı azaptan tattıracağız."

Şu insana yüce Allah nimet bahşettiği zaman, büyüklenir, azgınlaşır. Uyarılara sırt çevirir ve kimseye aldırmadan bir başına pervasızca çekip gider. Ancak kendisine zararın ucu dokunur dokunmaz, alçalır, yıkılır, küçülür ve basitleşir. Durmadan yalvarır yakarır. Bu durumdan kurtulmak için uzun uzun dua eder.

Ne büyük dikkat!.. İnsan ruhunun büyük-küçük her özelliğini ortaya koyan ne incelikli bir gözlem! Çünkü onu anlatan, yüce yarâtıcısıdır. İnsan ruhunun geçtiği yolları ve onun her zaman bu dolambaçlı yollardan geçtiğini bilen yüce Allah'tır onu anlatan. İnsan doğru yolu bulup dosdoğru hareket etmediği sürece bu dolambaçlı yollardan kurtulamaz.

Her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden sıyrılmış şekilde gözler önüne serilen bu insan ruhunun sergilendiği sahnenin ışığında onlara soruluyor: Eğer bu yalanladığınız kitap Allah katından gelmişse ve bu tehdit gerçekse o zaman ne yapacaksınız? Kendinizi, Allah'ın kitabını yalanlamanın, ona karşı çıkmanın korkunç akıbetine doğru sürüklediğinizin farkında mısınız?



52- De ki: "Kur ân Allah katından gelmiş olup da sizde onu inkar etmişseniz, söyleyin bana derin bir çıkmazda bulunan kimseden daha sapık kim vardır?"

Hiç kuşkusuz bu ayağını denk almayı gerektiren bir ihtimaldir. Peki onlar bu konuda ne gibi yöntemler alıyorlar?

Bundan sonra surenin akışı, onları bu ihtimali düşünmek, ölçüp biçmek üzere kendi hallerine bırakıyor ve uçsuz bucaksız evrene yöneliyor; gerek evrende gerekse kendi iç alemlerinde gözönünde bulundurulan bazı planları, takdirleri ortaya koyuyor:

53- Biz onlara iç ve dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?

54- İyi bil ki onlar, Rabb'ine kavuşmaktan kuşku içindedirler. İyi bil ki O, herşeyi kuşatmıştır.

Bu, surenin içerdiği son mesajdır ve hiç kuşkusuz büyük ve anlamlı bir mesajdır.

Yüce Allah'ın kullarına -insanoğluna- hem bu evrenin hem de kendi ruhlarının gizli yönlerinden bazısını kendilerine göstereceğine ilişkin va'didir. Yüce Allah, bu dinin, bu kitabın, bu sistemin ve bunu ifade eden bu sözün gerçek olduğunu anlayana kadar insanlara iç ve dış alemdeki ayetlerini göstereceğini va'dediyor. Allah'tan daha doğru söyleyen biri var mı?

Yüce Allah bu sözünü doğrulamış ve bu sözün verilişinden bu yana geçen ondört asırlık süre içinde dış alemdeki ayetlerini, iç alemdeki ayetlerini onlara göstermiştir ve her gün yeniden göstermektedir.

İnsan şöyle bir baktığında, insanlığın o günden bu yana çok şey keşfettiğini görür. Evrenin ufukları yüce Allah'ın dilediği oranda insan ruhunun kilitli, örtülü bölmeleri önlerinde açılmıştır.

İnsanlar çok şey öğrenmişlerdir. Eğer nasıl öğrendiklerini kavrayıp şükrederlerse bunda kendileri için çok hayırlar vardır.

O günden bu yana evrenin merkezi sandıkları dünyalarının güneşin uydusu ufacık bir zerreden başka bir şey olmadığını, yine güneşin milyonlarca benzeri bulunan küçücük bir yuvarlak olduğunu, dünyalarının, güneşlerinin -ve eğer öğrendikleri doğruysa- evrenlerinin tabiatını, özelliğini öğrendiler.

Şayet madde olarak tanımlanan şeyin varlığı doğruysa içinde yaşadıkları şu evrenin öz maddesini öğrendiler. Bu evren binasının temel taşının Atom olduğunu, Atomun da ışına dönüştüğünü, dolayısıyle bütün evrenin ışından oluştuğunu, bütün cisim ve şekillerin çeşitli yollardan bu ışınlardan meydana geldiğini öğrendiler.

Şu küçük gezegenleri hakkında da çok şey öğrendiler. Onun küre biçiminde bir yuvarlak olduğunu, hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğünü, dünyanın karalarını, okyanuslarını ve nehirlerini öğrendiler. Yerin altındaki birçok şeyi ortaya çıkardılar. Bu gezegenin bağrına yerleştirilmiş, aynı şekilde atmosferine serpiştirilmiş birçok rızık kaynaklarını keşfettiler.

Küçücük gezegenlerini büyük evrene bağlayan ve bütün evreni yönlendiren yasalar sisteminin tek ve değişmezliğini öğrendiler. Kimisi doğru yolu bularak yasalar sistemini bilmekten yola çıkarak yasaların yaratıcısını bildi. Kimisi de saparak bilimin kabuğunda kalıp özüne inemedi, ötesine geçemedi. Ne var ki insanlık bilimden dolayı sapıklığa ve serkeşliğe daldıktan sonra, bilim yoluyla dönecek ve bu yolla bu kitabın gerçek olduğunu öğrenecektir.

İnsan ruhunun derinliklerinde gerçekleştirilen ilmi gelişmeler evren alanında yapılanlardan az değildir. İnsanın bedenine, ruhsal ve bedensel yapısına, özelliklerine ve sırlarına ilişkin çok şey öğrendiler. Oluşumunu, birleşimini, görevlerini, hastalıklarını, gıdasını ve onun tepkilerini temsil etmeyi, davranış ve hareketlerinin sırlarını öğrendiler. Bütün bunlarla ancak yüce Allah'ın yaratabileceği olağanüstülükler ortaya çıkardı.

İnsanın ruhsal yapısı hakkında da birşeyler öğrendiler. Ancak bu öğrendikleri insanın bedensel yapısına ilişkin bilgilerinin düzeyine ulaşmamıştır. Çünkü ilgileri büyük bir ağırlıkla insanın aklından ve ruhundan çok insanın maddi yönüne ve bedeninin organik yapısının otomatik çalışma sistemine yönelik olmuştur. Ancak bazı belirtiler ilerde büyük gelişmelerin olacağını göstermektedir. İnsanoğlu bu yolda önemli buluşlar peşindedir.

Allah'ın bu va'di her zaman geçerlidir: "Biz onlara iç ve dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun." Bu va'din son bölümünün belirtileri bu asrın başlarından itibaren dikkat çekici bir şekilde görünmeye başlamıştır. İman kafilesi çeşitli vadilerden akarak toplanmaktadır. Sadece maddi ilim yoluyla kafileye katılan birçok kişi vardır. Daha uzakta dalga dalga biriken gruplar vardır. Geçmişte neredeyse bu gezegeni bütünüyle kaplayacak azgın inkar, dinsizlik dalgasından sonra meydana gelmektedir bu gelişmeler. Ama bu inkar ve dinsizlik dalgası şu anda kırılmaktadır. Tüm olumsuz belirtilere rağmen kırılmaktadır. Şu içinde yaşadığımız yirminci yüzyıl bitmeden bu dalga tamamen ortadan kalkacak veya etkisiz hale gelecektir, inşaallah. Ve Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek olan va'di yerine gelecektir.

"Rabb'inin herşeye şahit olması yetmez mi?"

Çünkü O, sonsuz bilgisine ve sınırsız görmesine dayanarak söz verir.

"İyi bil ki onlar, Rabb'ine kavuşmaktan kuşku içindedirler."

Onların bu şekilde davranmaları Allah'la buluşma konusunda duydukları kuşkudan kaynaklanıyor. Oysa bu kesindir.

"İyi bil ki O herşeyi kuşatmıştır."

Onunla buluşmaktan nasıl kaçabilirler ki? Allah herşeyi kuşatmıştır.