14 Haziran 2007 Perşembe

FUSSİLET SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin adı "Hamim" ve "Secde" olmak üzere iki kelimeden mürekkebtir. Sure, "Hamim" ile başladı ve bir yerinde "Secde " ayeti geçtiği için "Hamimsecde" adını almıştır

Nüzul Zamanı: Bu sure, muteber rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Hamza'nın (r.a) müslüman olduktan sonra ve Hz. Ömer (r.a) müslüman olmadan önceki zaman diliminde nazil olmuştur. Nitekim kadim siyer tarihçilerinden İbn İshak, meşhur tâbi Muhammed b. Ka'b Kurzi'den, surenin nüzul zamanı ile ilgili şunları naklediyor: "Kureyş'in ileri gelenleri, bir defasında Mescid-i Haram'da oturmuş sohbet ediyorlardı. Aynı zamanda Hz. Peygamber de (s.a) bir köşede yalnız başına oturuyordu. O dönemde Hz. Hamza müslüman olmuştu ve Kureyş'in ileri gelenleri İslâm'ın yayılışından tedirginlik duyuyorlardı. Utbe b. Rebia (Ebu Süfyan'ın kayınpederi) Rasulüllah'ı (s.a) bir köşede yalnız başına oturuyor görünce, yanındaki Kureyş'in ileri gelenlerine dönerek "Müsade ederseniz şayet, gidip Muhammed'le konuşayım ve ona bazı tekliflerde bulunayım.

Bu şartları kabul ettiği takdirde barış mümkün olur ve belki bize muhalefet etmekten vazgeçer" dedi. Kureyş'in ileri gelenleri onun bu teklifini ittifakla kabul edince, o da gidip Rasulüllah'ın yanına oturdu ve sözüne "Ey yeğenim" diye başladı. "Sen kendinin soy ve sülale bakımından ne kadar asil olduğunu biliyorsun. Fakat buna rağmen kavmine musibet getirdin, topluluk içinde ayrılık çıkardın. Üstelik kendi kavmini aptal kabul edyor, onun dinini ve ilahlarını kötülüyor ve bizim atalarımızın kafir olduğu iddiasında bulunuyorsun. Şimdi beni iyi dinle, çünkü sana bazı tekliflerde bulunacağım." Rasulüllah (s.a), "Konuş ya Ebu'l-Velid! Seni dinliyorum" dedi. Utbe, "Ey yeğenim, giriştiğin bu işten maksadın zengin olmaksa, hepimizden daha zengin olacağın kadar sana mal verelim. Yok eğer gayen büyüklük ve liderlikse, senin iznini almadan, hiçbir iş yapmaz ve seni kendimize lider seçeriz. Şayet seni bir hastalık ya da cin rahatsız ediyorsa, aramızda para toplayıp çok iyi bir tabib bulalım ve seni tedavi ettirelim" diye konuşurken Hz. Peygamber (s.a) dikkatle ve sessizce onu dinledi, sonra şöyle dedi: "Ey Ebu'l-Velid, söyleyeceklerin bitti mi?" Utbe "Evet" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasulüllah, "Şimdi sen beni dinle" dedi ve "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet Suresi'ni okumaya başladı. Utbe arkasına yaslanmış bir halde dinliyordu. Hz. Peygamber (s.a.) 38. ayeti okuduktan sonra secde etti ve "Ey Ebu'l Velid" dedi, "Cevabını aldın, artık gerisini sen bilirsin." Utbe Rasulüllah'ın (s.a) yanından kalktığında, uzaktan onu görenler "Vallahi Utbe'nin rengi değişti" dediler. Yanlarına gittiğinde ise, "Sana ne söyledi anlat bize" deyince Utbe, "Allah'a yemin ederim ki, daha önce böyle bir söz işitmiş değilim. Vallahi bu şiir değil, sihir değil ve kehanet değildir. Ey Kureyş'in ileri gelenleri! Beni dinleyecek olursanız, onu kendi haline bırakın. İnanıyorum ki bu sözler, bir tesir husule getirecektir. Araplar'ın onu yendiğini farzedelim, o takdirde sizler kendi kardeşinizin kanına girmekten kurtulmuş olursunuz. Yok eğer o galip gelirse, onun iktidarı sizlerin iktidarı, onun şerefi sizlerin şerefi demektir" dedi. Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenleri, "Ey Ebu'l-Velid, o seni de büyülemiş" deyince, Utbe, "Ben kendi kanaatimi söyledim, yine de siz bilirsiniz" diye karşılık verdi. (İbn Hişam, c. I. sh. 313-314)

Bu kıssa, çeşitli muhaddisler tarafından, Hz. Cabir b. Abdullah'tan (r.a) mervi olarak bazı farklılıklarla nakledilmiştir. Nitekim bazı rivayetlerde, Rasulüllah'ın "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud (kavimlerinin başına gelen) yıldırıma benzer bir yıldırım ile uyardım." ayetini okurken Utbe'nin, telaşla Hz. Peygamber'in (s.a) ağzını kapatmaya çalıştığı ve "Allah hakkı için kavmine merhamet et!" dediği zikredilir.

Utbe bu davranışını, Kureyş'in ileri gelenlerine şöyle izah eder: "Muhammed'in her söylediğinin gerçekleştiğini hepiniz biliyorsunuz. İşte ben de bizim üzerimize azabın geleceğinden korktuğum için ağzını kapatmaya çalıştım." (Tefsir-i İbn Kesir, c. 4, sh: 90-91) El-Bidaye ve'n-Nihaye c.3, sh: 62)

Konu: Allah'ın nazil ettiği ayetlerde Utbe'ye cevap verilirken, onun sözleri naklolunmamıştır. Çünkü Utbe'nin sözleri Hz. Peygamber'i (s.a) küçük ve hakir düşürücü idi. Utbe, özet olarak şunları demek istiyordu: "Muhammed'e bu sözlerin vahyolunması mümkün olmadığına göre, o, ya mal için, ya iktidar sahibi olmak için peygamberliği öne sürmektedir, ya da akıl hastasının birisidir. Gerçekten de Utbe, birinci şıkka dayanarak mal ve iktidar hususunda pazarlık etmiştir. İkinci şıkka dayanarak ise, "Sen bir hastalığa yakalanmışsın, seni tedavi ettirelim' demekle Hz. Peygamber'i (s.a) hakir görerek onunla alay etmek istemiştir. Karşısındaki kişi terbiyesizce davrandığı takdirde, şerefli bir insan, doğal olarak onun terbiyesizliğine aldırmaz ve sadece inandıklarını söylemekle iktifa eder.

Bu surede de, Utbe'nin söylediklerine hiç aldırış edilmeden, sadece iddialarının cevaplandırılmasıyla yetinilmiştir. Kafirler ise yüce Kur'an'ı etkisiz kılabilmek için, inatla şunları söylemektedirler: "Sen, ne dersen de seni dinlemeyiz. Söylediklerine karşı kalbimizi kapattığımız gibi, sana kulak da vermeyiz. Aramızda beraber olmamızı engelleyen bir duvar bulunmaktadır."

Kafirler, Hz. Peygamber'e açık açık, ellerinden geldiğince kendisinin davetine karşı muhalefet edeceklerini bildirmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a) ve arkadaşları Kur'an okuduklarında, onları kimse duymasın diye bir plan dahilinde gürültü çıkarıyorlardı. Ayrıca Kur'an'ın ayetlerini siyak ve sibakı içinden sıyırarak başkalarının İslam'ın mesajını anlamalarını engellemeye çalışıyorlardı.

Yine, "Arapça ifade edilen bir söz, niçin mucize olsun? Fakat bir kimse durup dururken, yabancı bir dille fasih ve beliğ sözler söylerse eğer, işte o zaman mucize sözkonusu olur. Arapça, herkesin anadili olduğu için herkes onun söylediği sözler gibi bir söz söyleyebilir?" demek suretiyle acaib itirazlarda bulunuyorlardı.

Böylesine körükörüne yapılan muhalefete karşı verilen cevapların özeti şudur:

1) Allah'ın inzal ettiği ve gerçekleri çok açık bir şekilde beyan eden bu kelam Arapça'dır. Cahiller bu kelamda bir ışık görmüyorlar belki ama, akıl sahipleri ondan istifade etmektedirler. Allah'ın bu kelamı nazil etmesi, O'nun rahmetinin bir delilidir. Halbuki bazı kimseler, bunu eziyet ve zahmet zannediyorlar.

Bu Kur'an, kendisini kabul ve istifade edenler için bir müjde, yüz çevirenler içinse bir uyarıdır.

2) Sizlerin kalbleri kapanmış, kulakları örtülmüş ise eğer, Hz. Peygamber'in (s.a.) inanmanızı sağlamak gibi bir zorunluluğu yoktur. O'nun görevi sadece, inanmak isteyenlere tebliğ etmektir.

3) Ne kadar inkar ederseniz edin, yine de sizleri yaratan Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez. Fakat doğruyu kabul eder ve amellerinizi düzeltirseniz, bu sizlerin yararına olur. Yok eğer inkar etmekte ısrar ederseniz, kendi kendinize felaketi davet etmiş olursunuz.

4) Sizler kime ortak koştuğunuzu ve yine neyi inkar ettiğinizi hiç düşünmüyor musunuz? O Allah ki sonsuz büyüklükteki kainatı, yeri ve göğü yaratmıştır. Yeryüzündeki bereket dolu ürünlerden yararlanmakta ve O'nun verdiği rızıklar sayesinde yaşamaktasınız. Fakat tüm bunlara rağmen, O'nun yarattıklarını, O'na ortak koşuyor ve size tebliğ ettiğinde Hz. Peygamber'den (s.a) yüz çeviriyorsunuz.

5) İnkarınızda ısrar ettiğiniz takdirde, Ad ve Semud kavimlerine gelen azabın bir benzerini bekleyin. Suçlarınıza karşılık verilen en büyük azab bu olacaktır. Ayrıca öbür dünyada da cehennem ateşi sizleri beklemektedir.

6) Cinlerden ve insanlardan olan şeytanların, her kötülüğü güzel gösterdiği ve düşünmelerine fırsat vermediği kimseler, ne kadar da talihsizdirler! Üstelik bu şeytanlar, onların başkalarının sözlerini de dinlemelerini istemezler. Bu akılsızlar, bugün küstahlıkta adeta birbirleriyle yarış etmektedirler. Oysa kıyamet gününde birbirlerine düşman kesilerek, dalâlete düşürdükleri için biri diğerini suçlayacak ve fırsat bulabilseler, neredeyse birbirlerini ayaklar altına almaya çalışacaklardı.

7) Bu Kur'an, ayetleri tahkim edilmiş bir kitabtır. Yalan ve iftira atarak karşı koymakla sizler, onun mesajının yayılmasına mani olamazsınız. Yaptığınız gizli ve açık planlar bir yarar sağlamayacaktır.

8) Bu Kur'an, anlayabilesiniz diye kendi lisanınız olan Arapça ile indirilmiştir. Şayet bu başka bir dilde inzal edilmiş olsaydı, o takdirde sizler Araplara yabancı dilden bir kitabın nazil olmasını acaib karşılayacak ve itiraz edecektiniz. İşte bu, sizin kötü niyetinizin ve bahanelerinizin bir ispatıdır.

9) Sizler, Kur'an'ın gerçekten Allah tarafından nazil olabileceği ve o takdirde aldığınız tavır dolayısıyla halinizin ne olacağı ihtimalini hiç düşündünüz mü?

10) Bu gün sizler belki inkar ediyorsunuz ama kısa bir süre sonra bu Kur'an davetinin yayılacağını ve yenilgiye uğrayacağınızı göreceksiniz. İşte o zaman, size bugün anlatılanların hak olduğunu anlayacaksınız.

Muhaliflere bu cevaplar verilirken, aynı zamanda da mü'minlerin ve peygamberin (s.a) yaşadıkları o zor günlerin sorunları üzerinde durulmuştur. Mü'minler için, tebliğ etmek bir yana dursun, imanları üzerinde direnmek bile çok zordu. Öyle ki müslüman olduğunu ilan eden herkes baskı ve zulüm altındaydı. Kafirlerin saldırılarına karşı çaresiz ve savunmasız bir durumdaydılar. Bu durum hakkında şöyle denilmiştir: "Sizler aslında çaresiz ve yalnız değilsiniz. Allah, iman eden ve imanı üzerinde direten kimseleri ahirete kadar korumaları için melekleri görevlendirir." Ayrıca müslümanlara, "En hayırlı insan, kendisi salih amellerde bulunduğu halde, başkalarına iyiliği tavsiye eden ve müslüman olduğundan ötürü şeref duyan kimsedir," diye bildirilmiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a) her dönemde en büyük problemi, şiddetli muhalefet yüzünden önü tıkanan İslâm'ın, bu engellerin arasından nasıl kurtulacağı sorusu idi. Sözkonusu problem hakkında şöyle buyurulmuştur: "Bu muhalefet ve engeller, güzel ahlâkınız ve tebliğ çalışmalarınız sonucunda ortadan kalkacaktır. Sizler, şeytanın kışkırtmalarına alet olmadan Allah'a sığının ve güzel ahlâk ile tebliğinize devam edin."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 (Bu Kur'an,) Rahman ve Rahim'den indirilmiştir.

3 Bilen bir kavim için, ayetleri (çeşitli biçimlerde, birer birer) 'fasıllar halinde açıklanmış' Arapça Kur'an (veya okunan) kitaptır;

4 Bir müjde verici ve bir uyarıcı-1korkutucu olarak. Ama onların çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler.

5 Ve dediler ki: "Bizi kendisine çağırmakta olduğun şeye karşı kalblerimiz bir örtü içindedir,2 kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır.3 Artık sen. (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz."4

AÇIKLAMA

1. Bu sure kısa bir girişle başlamış ve ardından da bir hitapta bulunulmuştur. Bu hitabı dikkatle okuduğunuz takdirde, daha önce yapılan kısa girişle arasındaki bağlantının niteliğini anlamanız mümkün olur.

a) Bu Kur'an, Allah'ın indirdiği bir kelamdır: Yani sizler, bu sözleri Muhammed uydurmuş diyorsanız da onun, kainatı yaratan Allah tarafından indirilmiş olduğu gerçeği değişmez. Bu kelamı işittiğinizde Hz. Peygamber'e (s.a) öfkeleniyor, kızıyorsunuz. Fakat aslında sizler ona değil, bana (Allah'a) kızmış oluyorsunuz. Yine Hz. Muhammed'i (s.a) reddetmekle aslında beni reddediyorsunuz. Sizler yüz çevirmekle de bir insandan değil, Allah'tan yüz çevirmiş oluyorsunuz.

b) Bu Kur'an'ı indiren, Halik olan Allah, yarattıklarına karşı çok merhametlidir: Bu husus zikredilmekle, hidayeti gönderen Allah'ın "Rahman" sıfatına işaret edilmiş oluyor. Ayrıca Kur'an'ı inkar eden ve yüzçeviren kimselerin, aslında kendi kendilerine düşmanlık ettiklerine, çünkü bu hidayetin rahmet ve saadete vesile olan büyük bir nimet olduğuna değinilmektedir. Allah, insanlardan yüzçevirseydi şayet, onları hidayetsiz ve karanlıklar içinde bırakır, ne durumda olduklarına aldırmazdı bile. Fakat Allah'ın insanları yaratmış olması, rızık vermesi ve onlara bu hayat içinde yol göstermesi, O'nun bir fazlıdır. İşte bu yüzden de bir kuluna vahiyde bulunmuştur. Şimdi bu hidayetten yararlanmayan ve hatta ona karşı çıkan bir kimseden daha nankör ve kendi kendisine düşmanlık eden biri olur mu?

c) Bu kitabın ayetleri Arapça'dır ve ona itiraz edebileceğiniz eğri bir nokta ve anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur: Böylece Hak ve Batılın ne olduğu apaçık ortaya konmuştur. Doğru ve sahih akide ile yanlış akide hangisidir? İyi ve kötü ahlâk, salih ve salih olmayan ameller, saadete ve felakete götüren yollar nelerdir, hep açıklanmıştır. Dolayısıyla böylesine açık bir hidayeti reddedenler için artık bir mazeret sözkonusu değildir. Olsa olsa bu onların sapık yolda olduklarının bir ispatıdır.

d) Bu, Arapça bir Kur'an'dır: Yani, Araplar'ın kendi lisanında nazil olmuştur. Arapça olmadığı için anlaşılamaz şeklinde bir mazeret öne sürülemez. (Bu konu 44. ayette farklı bir uslubla ifade edilmiştir. Arap olmayan kimselerin bu konudaki tereddütleri makul karşılanabilir bir niteliktedir. Nitekim biz bu konuda daha önce açıklamalar yapmıştık. Bkz. Yusuf an: 5 ve "Resail ve Mesail" adlı eserim c. I, sh: 19-23)

e) Bu kitab, müjdeci ve uyarıcıdır: Yani, bu kitab, bir hayal ürünü, felsefe eseri veya bir edebiyat kitabı olmadığı için, inkar edip etmemek arasında bir fark yoktur denilemez. Bu kitab kendisine tabi olanları güzel bir son, karşı koyanları ise korkunç bir akibet beklediğini açık açık anlatmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kitabı hafife almak için ancak bir ahmak olmak gerekir.

f) Bu kitab akıl sahiplerine hitap eder: Yani, ondan sadece akıl sahibi olanlar yararlanabilirler. Pırlanta ile taş arasındaki farkı ayırdedemeyen birisi için pırlanta nasıl bir yarar sağlamazsa, cahiller için bu kitab da bir yarar sağlamaz.

2. Yani, o çağrının, kalblerimize ulaşmasına imkan yoktur.

3. Yani, senin getirdiğin mesaj, aramızda tefrika çıkarmış ve bölünmelere yol açmıştır. Artık seninle birleşmemize imkan yoktur.

4. Bu cümle iki anlama da gelir. Birincisi, "Senin bizimle, bizim seninle herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır." İkincisi, "Sen, nasıl kendi davetinden vazgeçmiyorsan, bizler de sana muhalefet etmekten vazgeçmeyecek ve muhalefetimizi sürdürebilmek için elimizden geleni yapacağız."

6 De ki: "Ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim.5 Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.6 Öyleyse O'na yönelin 7ve O'ndan mağfiret dileyin.8 Vay haline o müşriklerin."

7 Ki onlar, zekâtı vermeyenler9 ve onlar ahireti inkâr edenlerdir.

8 Gerçek şu ki, iman edip salih amellerde bulunanlar ise; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır.10

9 De ki: "Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratana (karşı) küfre sapıyor ve O'na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir."

10 Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı11 ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları12 dört günde13 takdir etti.

11 Sonra, kendisi duman14 halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (itaat ederek) geldik" dediler.15

AÇIKLAMA

5. Yani, ben kalblerinize nüfuz edemem ve size zorlamada bulunarak tebliğ yapamam. Ben, ancak bir insanım ve sadece dinlemek isteyen kimselere anlatabilirim.

6. Sizler, kendi kendinize kalblerinizi kilitlemek, kulaklarınızı kapamak istiyorsunuz. Fakat hepinizi yaratanın Allah olduğu ve sizlerin de O'nun kulları olduğunuz gerçeği asla değişmez. Bu Kur'an bir felsefe eseri değil ki, doğru ya da yanlış olma ihtimali bulunsun. O, Allah tarafından vahyolunan kesin bir gerçektir.

7. Yani, Allah'dan başka hiç kimseyi ilah yerine koymayın, ibadet etmeyin, birşeyler ümid ederek yalvarmayın, boyun eğmeyin ve yine Allah'tan başkasının koyduğu kurallara, kanunlara, örf ve adetlere itaat etmeyin.

8. Yani, şimdiye kadar işlediğiniz günahlar dolayısıyla af dileyin ve daha önce işlediğiniz şirk, küfür, isyan için tevbe edin.

9. Burada geçen "zekat" kelimesi hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, İkrime ve Mücahid'in görüşüne göre, buradaki "zekat" ifadesi, tevhid inancı ve Allah'a itaat ile hasıl olan nefsin temizlenmesine işaret etmektedir. Katade, Süddi, Hasan Basri, Dahhak, Mukatil ve İbn Sahib gibi müfessirlere göreyse, burada, "zekat" ile malın zekatı kastolunmaktadır. Bu görüşe göre ayetin anlamı şu şekilde olur: "Yazıklar olsun onlara ki, Allah'a ortak koşarlar ve mallarının zekatını vermeyerek, kulların haklarına mani olurlar."

10. Bu ifade iki anlama gelir: 1) Kendisinde hiçbir eksiklik olmayan ecir, mükafat vardır. 2) Bu, verdiklerini lütuf sananlarınki gibi bir mükafat olmayacaktır.

11. "Arzın bereketleri" ile, milyonlarca yıldan beri en küçük canlıdan insana değin her mahlukun faydalandığı bitmez tükenmez kaynaklar kastolunuyor. Bu bereketlerin en önemlisi bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatlarının sürmesini mümkün kılan "su" ve "hava"dır.

12. Bu ayetin anlamı konusunda müfessirler birçok görüş ileri sürmüşlerdir.

Bazı müfessirler, "Arayıp soranlar için gıdalarını dört günde takdir etti" ayetini, "Ne az, ne de çok, tam dört günde takdir etti" şeklinde anlamışlardır.

İbn Abbas, Katade ve Süddi, bu ayeti, "Arayıp, soranlara, 'dört gün' diye cevap verilmiştir." şeklinde anlamışlardır. Yani bir kimse, bu işin kaç günde tamamlandığını sorarsa, en iyi cevap, "dört günde" diye karşılık vermektir.

İbn Zeyd ise, bu ayeti şöyle yorumlamıştır. "Yeryüzünde rızık arayanların ihtiyaçları, dört gün içinde takdir edilmiştir."

Dil açısından bu üç görüş de kabul edilebilir niteliktedir. Ancak ilk iki görüş, bize göre kabul edilebilir bir özellik ihtiva etmektedir. Çünkü bu iş dört günden bir saat eksik veya fazla ya da tam dört günde olmuş olabilir. O halde Allah'ın kudret ve kuvvetinde, hikmet ve beyanında, bizim tamamlayacağımız bir noksanlık mı sözkonusudur? Ayrıca "Soranlara 'dört gün' şeklinde cevap verilmiştir." görüşü de müphemdir. Çünkü ayetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre bir kimsenin bu işin kaç günde tamamlandığını sorduğu da sözkonusu değildir. O halde bu ayette, niçin böyle bir cevap verilmiş olsun? İşte bu nedenlerden ötürü biz üçüncü görüşü tercih ettik. Ben bu ayeti şöyle anlıyorum: "Allah Teâlâ, bu kainatın başlangıcından sonuna, yani kıyamete kadar tüm ihtiyaçlarını yaratmış, onlar için her türlü imkanı sağlamıştır. Çeşitli bitkiler için toprak, su vs. yaratırken, her cins ve çeşit mahluk için de diğer gıdaları varetmiştir. Tüm bunların dışında da apayrı bir varlık olarak insanı yaratmış ve onun sadece bedensel niteliklerini değiştirmekle kalmayan, ayrıca lezzet almasını da sağlayan gıdalar halk etmiştir. Allah'tan başka kim, kainat içerisinde ne kadar ve ne çeşit mahluk bulunduğunu, nerede ve kaç zamandır yaşamakta olduğunu, hayatlarını sürdürebilmek için ne kadar gıdaya ihtiyaç duyduklarını bilebilir? Allah bu kainatı nasıl yaratmış ve bir plana göre düzenlemişse, onun varlığını idame ettirebilmesi için de her canlının gerekli olan ihityaçlarını (yemek, içmek vs.) yaratmıştır."

Bazı kimseler, yeni bir Marksist İslâm (Kur'an'ın Rububiyyet Nizamı) anlayışı öne sürmektedirler. Bunlar "Sevâen li's-Sâilin" ifadesini "Dileyenlere eşit olarak" şeklinde anlamakta ve şöyle deliller getirmektedirler: "Allah herkes için eşit miktarda gıda yaratmıştır. Dolayısıyla herkese karne ile eşit miktarda gıda vermenin mümkün olduğu bir devlet nizamı kurulmalıdır. Çünkü özel mülkiyetin sözkonusu olduğu toplumda Kur'an'ın öngördüğü hayat tarzı gerçekleştirilemez" Bu gafiller, Kur'an'ı kendi hevaları doğrultusunda suistimal etmeye çalışırlarken "sailin" kelimesinin sadece insanların değil, tüm canlıların gıda ihtiyaçları için kullanıldığını unutmuşlardır. Gerçekten de, Allah, mahlukatın her kesimi için eşit miktarda gıda tayin etmiştir diyebilir miyiz? Sizler, bu kainat içerisinde gıdaların eşit bir şekilde taksim olunduğunu görüyor musunuz? Nitekim kâinat içerisinde bu anlamda bir eşitlik sözkonusu değildir. Haşa Allah Teâlâ, kendi kitabına aykırı mı hareket etmiştir? Ayrıca eşitlik davasını öne süren bu kimseler, insanların beslemekle mükellef oldukları hayvanlara (koyun, keçi, inek, at katır, deve vs.) Rabbani düzen kurulduğu takdirde eşit miktarda mı yiyecek verecekler?

13. Bu bölümde müfessirler bir güçlük ile karşı karşıya kalmışlardır. Yani, Allah yeryüzünü iki günde yaratmış, dağları yerleştirmiş ve bereketli gıdaları dört günde meydana getirmiştir. İleride gökyüzünün de iki günde yaratılmış olduğunun belirtilmesiyle birlikte, hepsi toplam olarak 8 gün eder. Oysa Allah, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde, kainatı 6 günde yarattığını bildirmiştir. Bu nedenden ötürü müfessirler yeryüzünün yaratıldığı müddet olarak zikredilen 2 günü, 4 günün içinde kabul ederler ve böylece, gıdaların takdiri ile birlikte hepsi toplam 4 gün olur. Fakat bu işlem Kur'an'ın açık beyanına uymayacağı için, böyle bir tevil anlamsız olacaktır. Çünkü yeryüzünün 2 günde yaratılış hadisesi, kainatın yaratılışından ayrı değildir. Sonra gelen ayeti dikkatle okursak eğer, yeryüzü ve gökyüzünün birlikte zikredildiğini görürüz: "Sonra Allah göğe yöneldi." Nitekim kainattaki 7 gök içinde, bizim dünyamız da vardır. Bu kainatın, yeryüzünün, gökyüzünün, yıldızların, gezegenlerin vs.'nin yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah, canlıların ihtiyaçlarını yaratmış ve bu iş 4 günde tamamlanmıştır. Diğer yıldız ve gezegenlerin ne şekilde yaratıldıkları zikredilmemiştir. Çünkü insanoğlunun ilmi, değil o zaman, bugün dahi onları anlayacak yeterlilik arzetmemektedir.

14. Burada üç hususun izah edilmesi gerekmektedir.

a) "Gök" ifadesi ile tüm kainat kastolunmaktadır.

b) "Duman" ifadesi, bugünkü ilim adamlarının da kabul ettikleri gibi, kainatın şekillenmesinden önceki maddeye tekabül eder.

c) "Göğe yöneldi" ifadesini, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığı, daha sonra dağların yerleştirildiği ve bereketli gıdaların takdir edildiği şeklinde kabul etmek doğru değildir. Şu ayet sözkonusu anlayışı düzeltir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler." Bu emir verilmeden önce, yeryüzü ve gökyüzü teşekkül etmemiştir. Yani kainatın yaratılışı daha yeni başlamaktadır. Sadece "Sümme" (sonra) kelimesi, yeryüzünden sonra gökyüzünün yaratıldığına delil teşkil edemez. Nitekim Kur'an'da bu kelimenin "tertibi zaman" için olmayıp, "tertibi beyan" için kullanıldığına dair birçok örnek vardır. (Bkz. Zümer an: 12)

Yeryüzü ve gökyüzünden hepsinin, daha önce yaratılmış olduğu tartışması, kadim müfessirlerden bu yana sürüp gitmektedir. Bir grup, Bakara Suresi'nin 29. ayetine dayanarak, yeryüzünün önce yaratıldığını öne sürerken, diğer bir grup, Naziat Suresi'nin 27-33. ayetlerini delil kabul edip, gökyüzünün yeryüzünden önce yaratıldığını savunurlar.

Çünkü bu ayetlerde gökyüzü yeryüzünden önce zikredilmiştir. Fakat Kur'an'ın, bir tabiat ilimleri kitabı olmadığı ve bundan dolayı inzal edilmediği de bir gerçektir. Bu kitab insanları tevhid ve ahiret akidesine davet ederken, tabiatın sayısız gizliliklerine dikkat çeker ve kainatın, yeryüzü ve gökyüzünün yaratılışını düşünmeye çağırır. Dolayısıyla burada tertibi zamanın hiçbir önemi yoktur. Allah Teâlâ bunu, sadece birliğine bir delil olmak üzere öne sürmüştür. Hangisinin önce veya sonra yaratıldığı ise hiç önemli değildir. Ancak bunların eğlence olsun diye değil, ciddi bir maksat için yaratıldıkları vurgulanmıştır. İşte bu yüzden de Kur'an'da, bazı yerlerde yeryüzü, bazı yerlerde ise gökyüzü önce zikredilir. Allah Teâlâ, insanların dikkatini, yeryüzünün nimetlerine çekmek istediği zaman yeryüzünü önce zikretmektedir, çünkü insan yeryüzüne daha yakındır. Allah'ın yücelik ve kudretine dikkat çekilecek ise, bu sefer genellikle gökyüzü önce zikredilir. Çünkü gökyüzünün manzarası, insanoğlunu her zaman hayretler içinde bırakmıştır.

15. Burada kainatın yaratılışı anlatılırken, böyle bir üslup kullanmak suretiyle Allah'ın yaratışı ile insanın bir şeyi meydana getirişi arasındaki fark vurgulanmıştır. İnsan bir şeyi meydana getirmek istediğinde, zihninde bir plan kurar ve gereken malzemeyi hazırladıktan sonra da o malzemeyi zihninde kurduğu plan çerçevesinde şekillendirmeye çalışır. İnsan bazen elindeki malzemeyi istediği şekle sokar ve madde üzerinde hakimiyet kurmuş olur. Bazen de sözkonusu malzeme, insanın istediği şekle girmeyip, bu sefer madde galip gelmiş olur. Bir örnek vererek meseleyi anlamaya çalışalım: Bir terzinin, zihninde bir elbise dikmeyi tasarladığını ve elindeki kumaşa bir şekil vermeyi istediğini varsayalım. Bazen terzi, kumaşı kendi istediğine göre keser ve dikmeye başlar, bazen de kumaş onun tasarladığı şekle uymaz. Şimdi de Allah'ın bildirdiğine göre kainatı nasıl yaratmış olduğunu bir düşünelim: Kainatın maddesi önce duman şeklindedir. Allah ona şekil vererek, kainatı yaratmayı istediğinde insanlar gibi oturup yeryüzünü nereye koyacağını, Ay'ın nerede duracağını ve yıldızların nasıl asılacağını düşünerek bir plan yapmadı. O sadece "Bu şekle girin" diye emretti. Kainatın malzemesi olan duman da, böylece kendi kendine şekil almış oldu. Bu malzemelerin, Allah'a karşı direnme gücü olmadığı gibi Allah'ın da onlara şekil vermek için yorulmaya ihtiyacı yoktur. O "ol" der ve hemen "oluverir". Dolayısıyla içinde yaşadığımız yeryüzü iki günde meydana gelmiştir.

Allah'ın, bir şeyi, olmasını irade ettiğinde "ol" demesi, ve onunda hemen "oluvermesi" ile ilgili halketmedeki hususiyletleri Kur'an'ın birçok yerinde zikredilmiştir. Bkz. Bakara an: 115, Al-i İmran an: 44-55, Nahl an: 35-36, Meryem an: 24, ve Yasin: 82, Mümin: 68

12 Böylelikle onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık).16 İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen (Allah')in takdiridir.

13 Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse,17 artık de ki: "Ben sizi, Ad ve Semûd (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyarıp-korkuttum."

14 Onlara "Yalnızca Allah'a kulluk edin" diye önlerinden ve arkalarından18 peygamberler gelince, dediler ki: "Eğer dileseydi Rabbimiz melekler indirirdi. Bundan dolayı biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) küfredenleriz."19

15 Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimmiş?" Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.

16 Böylece biz de onlara dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz (felâketler yüklü) günlerde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.20 Ahiret azabı ise daha da bir aşağılanmadır.21 Ve onlara yardım edilmeyecektir.

17 Semûd'a da gelince; biz onlara doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. Böylece kazanmakta oldukları şeyler yüzünden onları alçaltıcı azabın yıldırımı yakalayıverdi.

18 İman edenleri ve korkup-sakınmakta olanları22 ise kurtardık.

AÇIKLAMA

16. Bu ayeti daha iyi anlamak için Bkz. Bakara an: 34, Rad an: 2, Hud an: 8-12, Enbiya an: 34-35, Müminun an: 15, Yasin an: 37, Saffat an: 5-6.

17. Yani, onlar Allah'ın kainatın yaratıcısı ve ma'budu olduğuna inanmazlar. Cehaletleri dolayısıyla Allah'ın yaratmış olduklarını "O'nun ortakları" olarak kabul etmektedirler.

18. Bu cümle birçok anlama gelebilir: 1) "Onlara ardı ardına peygamberler geldi." 2) "Peygamberler onlara, dini her yönüyle anlatmaya çalıştılar ve hidayeti kabul etmeleri için her yöntemi denediler." 3) "Onlara kendi kavimlerinden olsun, diğer kavimlerden olsun pekçok peygamberler geldi."

19. Yani, "Şayet Allah bizim bu dinimizi beğenmemiş olsaydı bize melekler gönderirdi. Sen de bizim gibi bir insan olduğuna göre, sırf söylediklerinden ötürü dinimizden vazgeçmeyiz." Kafirlerin "Biz sizin gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" şeklindeki ifadeleri, onların Rasulüllah'ın (s.a) Allah tarafından gönderildiğine inandıkları anlamına gelmez. Bu, Firavun'un Hz. Musa (a.s) hakkında kendi adamlarına "Size gönderilen bu elçiniz bir delidir" demesi gibi alayvari bir üsluptur. İzah için bkz. Yasin an: 11.

20. "Uğursuz günler" ifadesi, o günlerde bir uğursuzluk olduğu ve bu yüzden de onlara azab geldiği anlamına gelmez. Şayet bu günler gerçekten uğursuz olsaydı, Ad kavmi dışındaki kavimlere de azabın gelmesi gerekirdi. Doğru anlamı, "Ad kavmine azab indiği günler, onlar için uğursuzdu" şeklindedir. Bazı kimseler bu ayete dayanarak, günlerin uğurlu veya uğursuz olması ile ilgili birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar ki bu da doğru olmayan bir yaklaşımdır.

Bu ayette, "Rîhan Sarsaran" ifadesi geçmektedir. Bu deyim hakkında dilbilimciler arasında ihtilaf vuku bulmuştur. Kimileri "yakıcı sıcak", kimileri "dondurucu bir soğuk", kimileri de "estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgar" anlamına geldiğini söylemişleridr. Fakat hepsi de söz konusu rüzgarın çok şiddetli olduğu konusunda birleşmişlerdir.

Kur'an'ın çeşitli yerlerinde bu hususun ayrıntıları şu şekilde beyan edilmiştir.

"Allah onu yedi gece, sekiz gün ardı ardına onların üstüne musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş görürsün." (Hakka: 7)

"Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu çürütüp kül gibi ediyordu" (Zariat: 42)

"Nihayet onun geniş bir bulut halinde vadilere doğru geldiğini görünce: "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır, o, sizin gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır. Rabbinin emriyle herşeyi yıkar mahveder. Derken onlar o hale geldiler ki evlerinden bir şey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız." (Ahkaf: 45-25)

21. Bu azab onların büyüklenmeleri sonucunda gelmişti. Çünkü onlar kendilerinin çok kuvvetli oldukları zannıyla hakdan yüz çeviriyorlardı. Böylece Allah'ın azabı onların büyük bir kısmını helak ederek, kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış ve geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek, daha önce zulmettikleri kavimler önünde zelil etmişti. Ad kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. A'raf an: 51-53, Hud an: 54-66, Müminun: 34-37, Şuara an: 88-94, Ankebut an: 65

22. Semud kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. A'raf an: 57-59, Hud an: 69-74, Hicr an: 42-46, İsra an: 68, Şuara an: 95-106, Neml an: 58-66.

19 Allah'ın düşmanlarının bir araya getirilip-toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler halinde dağıtılırlar."23-24

20 Sonunda oraya geldikleri zaman, onların işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.25

21 Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu.26 Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülmektesiniz."

22 "Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye sakınıp-korunmuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz."

23 "İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı,27 böylelikle hüsrana uğrayanlar olarak sabahladınız."

AÇIKLAMA

23. Burada, gerçekten ateşe sürülecekleri değil, Allah'ın huzuruna hesap vermek için götürülecekleri kastolunmaktadır. Ancak, zaten sonunda cehenneme gideceklerinden, böyle bir ifade kullanılmıştır.

24. Yani, önce bir nesil daha sonra başka bir nesil hesaba çekilmeyecek, bilakis bütün nesillerin hesabı birarada görülecektir. Çünkü bir şahsın veya bir neslin bıraktığı etkiler onların ölümüyle sona ermez. Aksine ölümden sonra da devam ederek nesiller boyu iz bırakır. Bu yüzden karar vermek için, birbirlerine şahitlik etsinler diye, tüm nesiller bir araya getirileceklerdir. İzah için bkz. A'raf an: 30

25. Bir hadiste bu husus şöyle izah edilmiştir: "Bir suçlu kıyamet gününde yaptıklarını inkar ettiğinde, Allah onun uzuvlarına emir verecek ve onlar onun yaptıklarına karşı şahitlik edecekler." Bu hadisi Enes, Ebu Musa el-Eş'ari, Ebu Said el-Hudri ve İbn Abbas rivayet etmişlerdir. (Müslim, Nesei, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Bezzar.) Ayrıca izah için bkz. Yasin an: 55.

Bu ayet ile birlikte daha birçok ayet ahiretin yalnız ruhani bir âlem olmadığını ispatlamaktadır. Yani insanlar aynı ruh ve beden ile diriltilecekler ve dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük ayrıntısına kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü, işledikleri suçları aynen aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği aşikardır. Bu konuda kesin deliller için bkz. İsra: 49-51 ve 98, Müminun: 35-38 ve 82-83, Nur: 24, Secde: 10, Yasin: 65, 78, 79, Saffat: 16-18, Vakıa: 47-50, Naziat: 10-14.

26. Bundan, insanın sadece azalarının değil, herşeyin onun yaptıklarına şahitlik edeceği anlaşılmaktadır. Aynı husus Zilzal Suresi'nde şöyle açıklanmıştır. "Yer içindekileri çıkardığı ve insan, "Ona ne oluyor" dediği zaman, işte o gün yer haberlerini söyler. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" Yani insanoğlu onun üstünde ne yapmışsa anlatır. Çünkü Allah ona böyle emretmiştir.

27. Hz. Hasan Basri bu hususu çok güzel bir biçimde izah etmiştir. "İnsan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini de o tasavvura göre ayarlar. Bir mü'min, Rabbi hakkında doğru bir tasavvura sahipse amelleri de doğru olur. Kafir, münafık, fasık ve zalim kimselerin amelleri yanlıştır. Çünkü onların Rableri hakkındaki tasavvurları da yanlıştır." Aynı hususu Hz. Peygamber (s.a) gayet öz ve veciz bir biçimde şöyle anlatmıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse, ben öyleyim" der". (Buhari, Müslim)

24 Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer onlar hoşnut olma (dünya)ya dönmek isterlerse, artık onlar hoşnut olacaklardan değildirler.28

25 Biz onlara birtakım yakın-kimseleri 'kabuk gibi üzerlerine kaplattık', onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler.29 Cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde (yürürlükte tutulan azab) sözü onların üzerine hak oldu. Çünkü onlar, hüsrana uğrayanlardı.

26 İnkâr edenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz."30

27 Artık gerçekten o inkâr edenlere şiddetli bir azap taddıracağız ve onları yapmakta olduklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.

28 Bu, Allah'ın düşmanlarının cezası olan ateştir. Bizim ayetlerimizi inkâr etmeleri dolayısıyla bir ceza olarak, orada onlar için ebedilik yurdu vardır.

AÇIKLAMA

28. Bu ifade şu anlamlara gelebilir: "Onlar dünyaya geri dönmeyi isteyecekler ama dönemeyeceklerdir." veya "Ccehennemden kaçmak isteyecekler ama kaçamayacaklardır." ya da "Tevbe etmek isteyecekler ama tevbeleri kabul edilmeyecektir."

29. Kötü insanlara iyi arkadaşlar nasib etmemek Allah'ın bir sünnetidir. Allah kötü bir insana, ancak kendisi gibi bir arkadaş nasib eder ve o dalâlete ne kadar batarsa, o derece kötü arkadaşlar edinir. Hatta şeytanlar onun müşaviri ve dostu olurlar. Bazı kimseler "Filan şahıs aslında iyidir, fakat onu kötü arkadaşları yoldan çıkardı" derler. Böyle bir düşünce doğru değildir. Çünkü her insan kendisi gibi bir arkadaş seçer. Kötü bir insan iyi biriyle arkadaş olsa da, bu arkadaşlık fazla uzun sürmez. Zira, pislik nasıl sineği çekerse kötü kimseler de ancak kötülükleri yanlarına çekerler.

Onların bu kötü arkadaşlarının kendilerine geçmişi ve geleceği parlak gösterdikleri buyurulmaktadır. Yani onlara, "Sizin geçmişiniz gibi geleceğiniz de parlak olacaktır" dediler. Artık onları öyle bir hale sokarlar ki, kötülüğe ne kadar batarlarsa batsınlar, bunu farkedemezler. Onlara kötü arkadaşları ve şeytanlar, "Sizi eleştirenler akılsızların tâ kendileridir. Sizin yaptıklarınız doğrudur ve kim yüksek yerlere gelmişse, sizin yaptıklarınızı yaparak gelmiştir. Öbür dünya, ahiret vs. bunların hiçbiri yoktur. Hem bazı ahmakların kabul ettiği gibi cennetin olduğunu farzetsek bile, Allah size bu dünyada nasıl nimetler veriyorsa, cennette de size ikram eder. Cehenneme gelince, bu dünyada nimetlerden mahrum olanlar, ahirette de cehennemde olacaktır." derler.

30. Rasulüllah (s.a) konuşmaya başladığında, kimse onun sesini duymasın diye gürültü yapmak kafirlerin bir taktiğiydi. Onlar, Kur'an'ın etkili bir kelam olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir kişiliğe ve etkileyici bir hitabet yeteneğine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin muhakkak surette onun tesiri altına gireceğini biliyorlardı. Bunu önlemek için, Hz. Muhammed'in (s.a) söylediklerini dinlememek ve başkalarının da dinlemesini engellemek için karar almışlardı. Bu yüzden Rasulüllah (s.a) tebliğ etmeye başladığı zaman, gürültü çıkarıyor ve anlamsız seslerle onun mesajını örtmeye çalışıyorlardı. Böyle bir metod sayesinde Allah'ın gönderdiği yüce Peygamber'in davetini önlemeyi umuyorlardı.

29 Küfretmekte olanlar dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar."31

30 Şüphesiz: Onlar32 "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru bir istikamet tutturanlar33 (yok mu); onların üzerine melekler iner34 (ve der ki;) "Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va'd olunan cennetle sevinin."35

AÇIKLAMA

31. Yani, onlar dünyada, liderlerinin, rehberlerinin ve kendilerini saptıran şeytanların işaretlerine göre hareket ediyorlardı. Kıyamet günü ellerine geçirebildikleri takdirde, kendilerinin cehenneme yuvarlanmalarına sebeb oldukları için onları ayaklarının altına almak isteyeceklerdir.

32. Kafirleri, hakka karşı gösterdikleri inadın sonucuyla uyardıktan sonra Allah, hitabını Hz. Peygamber'e (s.a) ve mü'minlere yöneltiyor.

33. Yani onlar, "Rabbimiz Allah'tır". demekle kalmayıp, O'na ortak koşmamışlar, tevhidi kabul ettikten sonra da hiçbir akideye iltifat etmeyerek, başka şeyleri tevhid akidesine karıştırmamış ve böylece hayatlarını tevhide göre düzenlemişlerdir.

Tevhid üzerinde sebat edenler (istekâmû) ifadesini Hz. Peygamber (s.a) ve sahabeler şöyle açıklamışlardır.

Hz. Enes (r.a) Rasulüllah'tan şöyle bir rivayette bulunmuştur: "İnsanlar içinde öyleleri vardır ki Allah'ı "Rab" kabul ettikten sonra bile O'na ortak koşarlar. Sebat edenler, ancak tevhid üzerinde son nefeslerine kadar direnenlerdir." (İbn Cerir, Nesei, İbn Ebi Hatim)

Hz. Ebu Bekir Sıddık, sebat eden kimseyi, "Allah'a ortak koşmayan ve hiçbir sahte ilaha iltifat etmeyen kimse" olarak izah etmiştir. (İbn Cerir)

Hz. Ömer bir gün mezkur ayeti mimberde okuduktan sonra şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki sebat eden kimseler, Allah'a itaatlerinde sadık olan ve tilkiler gibi bir oraya bir buraya dönmeyenlerdir." (İbn Cerir)

Hz. Osman, "sebat etmek, kişinin amellerini Allah rızası için halisane bir şekilde yapmasıdır" diye buyurmuştur. (Keşşaf)

Hz. Ali ise, sebat üzerinde olmayı, "Allah'ın emirlerini yerine getirmek" şeklinde izah etmiştir. (Keşşaf)

34. "Meleklerin inişi"nin mutlak surette müminlerin onları görüp işitebileceği şekilde olması gerekmez. Elbette, Allah'ın bir kuluna açık surette melekler göndermesi mümkündür. Fakat genellikle, müminler İslâm düşmanlarından eziyet ve işkence gördükleri zaman Allah melekleri indirir. Müminlerin onları görmemeleri doğaldır. Çünkü melekler, doğrudan doğruya kulağa, ve gözlere değil, kalblere nüfuz etmek suretiyle güven ve huzur telkin ederler. Bazı müfessirler bu hususu, sadece ölüm, berzah alemi ve mahşer meydanına mahsus olmak şeklinde mütalâ etmişlerdir. Ancak bu ayetin niçin nazil olduğunu, siyak ve sibakı içerisinde düşünecek olursak ayetin, Allah'ın dinini yüceltmek için, canlarıyla, mallarıyla mücadele eden müslümanlar hakkında indiğini açıkça anlarız. Melekler, onları teskin etmek ve onlara "Sizler çaresiz ve yalnız değilsiniz" diyerek cesaret vermek için indirilmişlerdi. Elbette melekler onları ölüm anında, berzah aleminde ve mahşer meydanında da karşılayacak ve cennete kadar taşıyacaklardır. Ancak bu, sadece öbür dünyaya mahsus değildir. Çünkü melekler, bu dünyada da inerler. Siyak ve sibaktan, Hak ve Batıl mücadelesinde, kafirlerin yanında nasıl şeytanlar bulunuyorsa, müminlerin yanında da meleklerin bulunduğu çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Bir tarafta kafirlerin kendilerine, amellerini güzel gösteren ve "Yaptıklarınız doğrudur, üstünlüğü sizler elde edeceksiniz, dolayısıyla zulüm yapmanız, liderliği ele geçirebilmeniz için gereklidir" diyen şeytan ve dostları; diğer tarafta ise, müminlere mesaj getiren melekler. Burada sözkonusu edilen mesaj bir sonraki ayette zikredilmiştir.

35. Bu, Allah'tan müminlere, dünyadan ahirete kadar her safha boyunca, emniyet içinde olduklarını bildiren bir mesajdır. İslâm için mücadele edenlere, "Bu dünyada kafirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar korkmayın ve Hak adına ne kadar büyük zahmetlere ve mahrumiyetlere katlanırsanız katlanın üzülmeyin. Çünkü sizleri istikbalde öyle büyük nimetler beklemektedir ki, dünyadaki nimetler onların yanında bir hiç mesabesindedir," denilmektedir. Meleklerin aynı kelimeleri bir müslümana ölüm anında söylemesi şu anlama gelir: "Gittiğin yerde korkacağın hiçbir şey yoktur. Çünkü cennet seni beklemektedir. Dünyada bıraktığın dostlarına üzülmene gerek yok, zira burada bizler sana dost ve arkadaş olacağız." Yine aynı sözler berzah aleminde ve mahşer meydanında şöyle anlaşılabilir: "Dünyada çektiğiniz gam ve keder artık bitti. Burada sizler için hep rahatlık vardır. Ahirette sizlere hiçbir surette korku ve zahmet yoktur. Biz size, va'd edilen cennete gireceğinizi müjdeliyoruz."

31 "Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir."

32 "Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak."

33 Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?36

34 İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.37

35 Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz.38 Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.39

AÇIKLAMA

36. Mü'minlere cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur.

Onlara bir önceki ayette, İslâm'ı kabul ettikten sonra sebat göstermenin başlı başına salih bir amel olduğu ve bu yüzden meleklerin dostluğuna ve cennete hak kazandıkları bildirilmişti. Burada ise, bundan daha üst bir derece olduğu buyuruluyor. O derece, salih amel işleyen bir kimsenin, başkalarına tebliğ yapması, şiddetli tehlikeler karşısında bile, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve musibetlerin gelip gelmediğine bakmadan, İslâm üzerine sebat göstermesidir.

Bu ilahi tavsiyeyi yeterince kavrayabilmek için, ayetin nazil olduğu zamanı gözönüne getirmek gerekir. O dönemlerde bir şahıs müslüman olduğunu ilan ettiğinde, adeta kendisini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele bu şahıs daha da ileri giderek İslâm'ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde "Gelin vahşiliğinizi ispat edin" dercesine bu hayvanlara davetiye çıkarmış olurdu. İşte böyle bir durum muvacehesinde, "Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm'ı kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu" buyuruldu. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm'a çağırır, Allah'a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında birşey söylemesin, dolayısıyla da İslâm'a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın vardığı en üst derecedir.

37. Bu ayeti anlayabilmek için, Mekke'deki o atmosferi iyice tasavvur etmek gerekir. Allah, elçisine ve onun vasıtasıyla mü'minlere sözkonusu tavsiyeleri yaptığında mevcut durum şu şekilde idi: İslâm düşmanları, Hz. Peygamber'e (s.a) ve müslümanlara karşı her türlü şiddete başvuruyor ve insanî, ahlâkî ve vicdanî tüm kural ve sınırları bir yana iterek zulmediyorlardı. Ayrıca Hz. Peygamber'i (s.a) ve müslümanları mağlup edebilmek için, her türlü yalan, iftira ve hileyi kullanıyorlardı. Bir ordu gibi çullanarak, müslümanların kalblerinde şüphe meydana getirmek için her yola başvuruyor ve onlara türlü eziyetleri reva görüyorlardı. Sırf çaresiz kaldıkları için müslüman bir grup teşekkül ettirmişlerdi. Tebliğ etmenin tüm yollarının kapandığı böylesine zor ve müşkil bir durumda Allah, elçisine çözüm olarak şu tavsiyelerde bulunmuştur.

a) "İyilik ve kötülük bir olmaz." Yani kötülük şimdi size çok güçlü gözüküyor ve sizler de kendinizi çok zayıf hissediyorsunuz fakat, kötülüğün tabiatı icabı zayıf ve çökmeye mahkum olduğunu bilmelisiniz. Çünkü insan, fıtratı icabı, kötülüğü sevmez ve ondan nefret eder. Kötülüğe sadece hizmet edenler değil, bayraktarlığını yapanlar bile, haksız olduklarını ve sizlere zulmettiklerini bilmektedirler ama inatlarından ve çıkarları söz konusu olduğundan, sizlere karşı ısrarla direnmektedirler.

Bu davranışları, onları sadece başkalarının gözlerinde değil, bizzat kendi gözlerinde dahi küçültmektedir. Ayrıca onların kalbinde, "İslâm zayıf ve güçsüz olmasına rağmen yayılmaya devam ediyor ve bir gün mutlaka galip gelecektir" şeklinde sürekli bir korku vardır. Gerçekten de iyilik ve doğruluk, "kalpleri fetheden" kendi başına bir güçtür. İyilik ve kötülük açık bir surette savaşa giriştiğinde ve her ikisi de tüm yanlarıyla ortaya çıktığında, ancak çok az insan iyiliği takdir etmeyerek, kötülükten nefret etmez.

b) "Kötülüğe iyilikle, hatta daha fazlasıyla cevap verin" Yani size kötülük yapan bir kimseyi affetmeniz bir iyiliktir. Fakat size kötülük yapan bir kimseye, karşılık verme imkanı bulmanıza rağmen, iyilik yapmanız ise, bir ihsandır.

Bu davranışınızın sonucunda, size en aşırı kötülüğü yapan kimseler bile sizinle dost oluverirler. Çünkü bu, insanın fıtratında vardır. Size söven birine cevap vermediğinizde iyilik yapmış olursunuz ama dua ederseniz şayet, en kötü insan dahi utanır ve ağzını kapatır. Size zarar vermek isteyen birine karşı sabırlı davranırsanız, o daha da cesaret alarak küstahlağını artıracaktır. Ama o şahıs bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında, onu kurtarırsanız, muhakkak surette sizin esiriniz olur. Çünkü hiçbir kötülük, iyiliğin karşısında tutunamaz. Ancak bu davranışınızdan dolayı, herkes sizin can dostunuz olacak diye genel bir kaide de yoktur. Çünkü dünyada öyle habis insanlar vardır ki siz ne kadar iyilik yaparsanız yapın, bir akrep gibi sizi sokmaktan vazgeçmezler. Lakin bu tür habis insanlar istisna olarak kabul edilmelidir.

38. Gerçi bu şekilde davranmak çok tehlikelidir ve tatbik etmek de o derece güçtür. Dolayısıyla insanın küçük bir azme, sınırsız bir sabra ve nefsi üzerinde güçlü bir hakimiyete sahip olması gerekir. Geçici olmak kaydıyla bir kimse kötülüğe karşı iyilikle cevap verir ama hiçbir ahlâkî sınır tanımayan hile ve desiseden çekinmeyen, aynı zamanda iktidar sarhoşluğu içinde olan kötülüğe karşı, yıllarca iyilikle cevap vermesi ve sabırlı davranması mümkün değildir. Bu işi ancak hakkın muzaffer olması uğruna soğukkanlı davranan, nefsini kesin bir hakimiyetle akıl ve şuurunun altına almış ve içinde hiçbir kötülüğün nüfuz edemeyeceği derecede iyiliğin kök saldığı bir ruha sahip olan kişi başarabilir.

39. Böylesine önemli özellikleri, ancak yüksek meziyetlere haiz olan insanların taşıması fıtratın bir kanunudur. Bu özelliklere haiz olan kimseleri, hiçbir şey hedefine ulaşmaktan alıkoyamaz. Düşük seviyeli ve hilekar insanların, onları yenilgiye uğratabilmeleri mümkün değildir.

36 Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın.40 Çünkü O, işitendir, bilendir?41

37 Allah'ın ayetlerindendir42 gece, gündüz, güneş ve ay.43 Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Allah'a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz.44

38 Şayet onlar büyüklenecek olurlarsa,45 Rabbinin katında bulunanlar, O'nu gece ve gündüz tesbih ederler ve onlar bıkkınlık duymazlar.46

AÇIKLAMA

40. Hak ve Batıl mücadeleye giriştiği zaman, mü'minler kötülüğe karşı iyilikle cevap verirler. Böyle bir durumda şeytan kahrolur. Çünkü şeytan, mü'minler ve özellikle liderleri durumunda olanlar bir yanlış davranışta bulunsa da, haklarında delil olarak kullansam, diye düşünür. Böylelikle "Hata bir tarafta değil her iki tarafta da var." "Gerçi bir tarafta alçaklık edenler var ama mü'minler de pek yüce ahlâka sahip değiller. Çünkü şu yanlış hareketi de onlar yapmıştır," gibi ithamlarda bulunabileceklerdi. Genellikle halk ince eleyen sık dokuyan bir yargıyla hareket etmez. Dolayısıyla mü'minler büyük bir haksızlığa karşı, biraz ölçüsüz cevap verseler dahi, şeytan, Hakk'ın karşısında önemli bir propaganda malzemesi edinmiş olur.

Ancak mü'minler zulme göğüs gerer, ona karşı şeref, doğruluk ve dürüstlüklerini korumayı başarabilirlerse, işte o zaman halk onların bu davranışlarının etkisi altında kalır. Fakat kendilerinden ölçüsüz bir davranış sadır olduğu takdirde, büyük bir zulme karşılık vermiş olsalar bile, halkın gözünde her iki grup da eşit mütalâe edilir, ve gözden düşerler. Bunun yanısıra kafirler de müslümanların bir sövmesine karşın, bin kez sövmek için bahane elde etmiş olurlar. Bu nedenlerden ötürü mü'minler "Şeytanın tuzağına düşmeyin" şeklinde uyarılmıştır. Çünkü o sizleri, "Bu haksızlığı kabul etmeyin, ve siz de aynı şekilde karşılık verin. Şayet böyle yapmazsanız sizlere korkak derler ve dolayısıyla itibarınız sarsılır" diye kışkırtır. İşte böylesine kızgın ve öfkeli olduğunuz hallerde, bu sözlerin şeytanın bir kışkırtması olduğunu anlamalısınız. O sizi, belki yanlış bir davranışta bulunursunuz diye kışkırtmaktadır. Sakın onun kışkırtmalarına uymayın ve uymayınca da "Nefsimize hakim olduk" şeklinde bir zanna kapılmayın. Böyle davranmaktan Allah'a sığının. O Allah ki, size yardım etti ve şefkati ve rahmeti dolayısıyla yanılgıya düşmekten kurtulabildiniz.

Bu hususun en güzel tefsiri, Müsned-i Ahmed'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadistir: "Bir gün bir şahıs, Rasulüllah'ın da (s.a) içinde bulunduğu meclise geldi ve Hz. Ebu Bekir'e sürekli sövmeye başladı. Hz. Ebu Bekir (r.a) sürekli dinliyor ve cevap vermiyordu. Bu esnada Rasulüllah da tebessüm ediyordu. Fakat sonunda Hz. Ebu Bekir'in (r.a) sabrı taşarak sert bir karşılık verince, Rasulüllah'ın çehresi hemen değişiverdi ve kalkarak oradan ayrıldı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) Rasulullah'ı takip ederek, ona yolda "Niçin o bana söverken sessiz durup, tebessüm ediyordunuz da, ben ona karşılık verince kızdınız?" diye sordu. Rasulullah şöyle cevap verdi: "Sen, sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Fakat sen ağzını açtığında, yanına şeytan geldi. Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam."

41. Mü'minlerin kalbleri, düşmanların gösterdiği şiddet karşısında, "Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığı" inancıyla sükunet bulur. "O, bizim yaptıklarımızdan da düşmanlarımızın yaptıklarından da haberdardır. Her iki tarafın da nasıl davrandığını iyi bilmektedir." İşte mü'minler bu idrak içinde, kendilerinin ve düşmanlarının amellerini Allah'a havale ederler.

Rasulüllah'a (s.a) ve mü'minlere, dinin tebliği ve insanların islah olmasıyla ilgili hikmet hakkında, bununla birlikte beşinci kez ders verilmektedir. Daha önceki dört ders hakkında izah için bkz. A'raf an: 149-153, Nahl an: 122-123, Müminun an: 89-90, Ankebut an: 81-82

42. Şimdi hitab halka çevrilerek, hakikat onlara birkaç cümle ile anlatılıyor.

43. Yani, tüm bunlar Allah'ın birliğine delillerdir ve sizler onlara ibadet edesiniz diye Allah onların içinde tecelli etmemiştir. Allah onları yaratmıştır ve onlar Allah'ın sadece birer mahlukudur. Şayet sizler, O'nun yarattığı bu ayetleri düşünecek olursanız, Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğ ettiği tevhidi mesajın gerçekliğini idrak edebilirsiniz. Burada güneş, ay, gece ve gündüz zikredilmek suretiyle, işte bu gerçekliğe dikkat çekilmiştir. Güneşin batması, ayın doğması, gündüzleyin güneşin doğup ayın batması, tüm bunların hepsi, Allah'ın koyduğu bir nizama bağlı olduklarını göstermektedir. Yine salt kendi başına bu hakikat, onların Allah'ın mahlukatı olduklarını ispatlamaktadır.

44. İçinde bulundukları şirki, mantık ve felsefe yoluyla meşrulaştırmaya çalışan bazı müşriklere bir cevaptır bu. Onlar, "Biz Allah'tan başkasına tapmayız. Başkalarına secde etmek sadece bir vesiledir. Biz onlara secde ediyorsak da, aslında Allah'a secde etmiş oluyoruz" derler. Buna karşın onlara şöyle bir cevap veriliyor: "Gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, niçin bu vasıtalara gerek duyuyor ve doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmiyorsunuz?"

45. Burada, "Bu cahiller, tekebbürleri dolayısıyla, sana tabi olurlarsa küçüleceklerini sanıyorlar ve bu yüzden cahilliklerinde ısrar ediyorlar," denmek isteniyor.

46. Yani, tüm kainat nizamı, Allah'ın emri altında bulunan melekler tarafından idare olunmaktadır ve bu, Allah'ın birliğinin bir göstergesidir. Melekler, Allah'ın hükümranlığına hiç kimsenin ortak olamayacağını ve tek ma'budun O olduğunu ispat etmektedirler. Buna dayalı olarak kainatı ve onun içinde bulunan herşeyi yaratanın sadece Allah olduğu ispatlanmıştır. Dolayısıyla bu gerçeği anlamamakta ısrar eden bazı ahmaklarla hâlâ uğraşmaya değmez.

Bu makama secde edilmesi gerektiğinde ittifak hasıl olmuştur. Ancak müfessirler, hangi ayet üzerinde secde edileceği hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Hz. Ali (r.a) ve İbn Mes'ud (r.a) "Eğer O'na kulluk ediyorsanız" ifadesi geçtiğinde secde edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. İmam Malik de aynı görüşü benimsemiştir. Ve İmam Şafii'den de bu hususu teyid eden bir rivayet nakledilmiştir. İbn Abbas, İbn Ömer, Said b. Müseyyeb, Mesruk, Katade, Hasan Basri, Ebu Abdurrahman Es-Sülemi, İbn Sirin, İbrahim Nehai ve daha birçok kimse, "Onlar hiç usanmazlar" ifadesi tilavet edildiği esnada secde edilmesi kanaatine sahiptirler. İmam Ebu Hanife ve Şafiiler de bu görüştedirler.

39 O'nun ayetlerinden biri de, senin gerçekten yeryüzünü huşû içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir ve kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir.47 Çünkü O, her şeye güç yetirendir.

40 Onlar48 Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar,49 bize gizli kalmazlar.50 Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, yapmakta olduklarınızı gerçekten görendir.

41 Şüphesiz, kendilerine zikir gelince ona (karşı) küfre sapanlar (ateşin içine bırakılırlar); oysa o, aziz (şerefli yüksek, üstün) bir Kitaptır.51

42 Batıl, ona önünden de ardından da gelemez.52 (Çünkü Kur'an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir.

43 Sana söylenen şeyler, senden önceki peygamberlere söylenenden başkası değildir. Şüphesiz senin Rabbin, hem elbette mağfiret sahibidir,53 hem de acı bir azab sahibidir.

AÇIKLAMA

47. İzah için bkz. Nahl an: 53, Hacc an: 8-9, Rum an: 28, Fatır an: 19.

48. Halka, Rasulullah'ın tebliğ ettiği tevhid ve ahiret akidesinin bir gerçek olduğu, bir mantığa dayandığı ve tüm kainat varlığının bu akidenin hakkaniyetine şahadet ettiği anlatıldıktan sonra, hitap, Rasulullah'a (s.a) inat ve ısrarla karşı koyanlara çevrilmiştir.

49. Burada "yulhidûne fi âyâtinâ" (ayetlerimiz hakkında ilhad edenler) ifadesi geçmektedir. "İlhad", inhiraf etmek, doğru yoldan sapmak ve sapıklığa düşmek anlamlarına gelir. Allah'ın ayetleri konusunda ilhad etmek ise, ayetlerin salih anlamlarını terk ederek, ayetlerin gerçek anlamlarıyla hiçbir ilgisi olmayan manalar çıkarmak demektir. Böyle kimseler, sadece kendileri yoldan çıkmakla kalmayıp, başkalarını da sapıklığa düşürürler. Nitekim Mekkeli müşriklerin taktiklerinden biri de, Rasulullah'tan ayetleri dinledikten hemen sonra, ayetleri siyak ve sibak içerisindeki anlam örgüsünden çıkarmak ve tahrif etmek, yanlış yorumlamak suretiyle başkalarını saptırmaktı.

50. "O, yaptıklarınızı görmektedir" ifadesi çok şiddetli bir tehdit taşımaktadır. Yani bu ifadenin içinde, "Onlar, Allah'tan kurtulamayacaklardır" anlamı saklıdır.

51. Yani, kafirlerin, kurdukları tuzaklar sayesinde Rasulullah'ı (s.a) yenilgiye uğratmaları mümkün değildir. Çünkü o, sadakat ve hakka dayanmaktadır. Ayrıca onun ardında Allah'ın kuvvet ve kudreti vardır. Yine bunun yanısıra bu vahyi aktaran kimse, hiçbir yalan, iftira ve hilenin başarı kazanamayacağı derecede yüksek meziyetlere sahiptir.

52. Yani, sizler, Kur'an'ı, ona doğrudan ve dolaylı olarak saldırmak suretiyle yenilgiye uğratmak istiyorsunuz. Ama bunu başaramayacaksınız. Çünkü Kur'an bir hakikattır ve sizler onun açıkladıklarını nakzedici hiçbirşey öne süremezsiniz, Kur'an, insanlara akidevî, ahlâkî, medenî veya siyasî, ekonomik, hangi konuda olursa olsun bir hususu beyan etmiş ise o, mutlak surette doğrudur. İster tecrübeyle, ister müşahede ile, hangi yöntemle ölçmeye çalışırsanız çalışın aksini ispat edemezsiniz. Ayrıca bu ayet, "Muhaliflerin gizli ve açık hiçbir hilesinin işlerine yaramayacağı ve onların tüm düşmanlığına rağmen İslâm'ın yayılacağı" anlamına da gelebilir.

53. Yani, gönderdiği peygamberi yalanlamalarına ve ona eziyet etmelerine rağmen, Allah'ın onlara, yıllarca mühlet tanımış olması bile O'nun Halim ve Gafur olduğunun bir delilidir.

44 Eğer biz onu A'cemi (Arapça olmayan bir dilde) olan Kur'an kılsaydık, herhalde derlerdi ki: "Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, A'cemi (Arapça olmayan bir dil) mi?" De ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir."55

45 Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik, fakat onda anlaşmazlığa düşüldü.56 Eğer senin Rabbinden (daha önce) bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti.57 Gerçekten onlar, bundan yana kuşku verici bir tereddüt içindedirler.58

AÇIKLAMA

54. Bu, onların inatlarının başka bir örneğidir. Yani kafirler Hz. Peygamber'e (s.a) "Arapça senin ana dilin olduğuna göre, Arapça bir- takım sözler sarfetmen, bizlerin onu Allah'ın indirmiş olduğu bir vahiy şeklinde kabul edebileceğimiz kadar önemli bir marifet değildir. Fakat sen yabancı bir dilde fasih ve beliğ bir söz getirmiş olsaydın, işte o zaman bunun Allah'ın bir mucizesi olduğuna inanırdık. Yani sen durup dururken, Farsça, Yunanca veya Rumca olarak fasih bir kelam konuşmaya başlasaydın, o takdirde "Bu bir mucizedir" derdik. Buna karşın verilen cevapta şöyle deniliyor: "Onlara anlayabilmeleri için, kendi dillerinde bir kelam indirdik. Şayet yabancı bir dilde nazil etseydik, o zaman da "Ne tuhaf! Arap'a yol göstermek için yabancı bir kelam indirilmiş" diyeceklerdi.

Yani, itirazları şu şekilde olacaktır: "Bakın, Araplara bir peygamber gönderilmiş ve yabancı bir dilden konuşmaktadır. Oysa konuştuğu dili ne kendisi ne de kavmi anlamaktadır."

55. Uzaktan yapılan bir çağrıyı, insan belki duyabilir ama o sesin ne dediğini anlayamaz. Bu emsalsiz benzetme ile, inatçı kafirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şahsın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üstelik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anlamaz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalb ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder. İşte aynı husus, yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır.

56. Yani, bazıları iman ederken, bazıları da inkar ettiler.

57. Bu, iki anlama da gelmektedir. Birincisi, "Şayet Allah, onlara mühlet vermek üzere, önceden karar vermemiş olsaydı, onlar çoktan helak olmuşlardı bile." İkincisi, "Şayet Allah, son hükmü kıyamette vermek üzere karar vermemiş olsaydı, bu dünyada da kimin hak kimin batıl üzere bulunduğunu gösterirdi."

58. Bu cümleyle, Mekkeli kafirlerin içinde bulunduğu rahatsızlığın tam teşhisi ortaya konulmuştur. Yani, "Onlar, Kur'an ve Rasulullah (s.a) hakkında duydukları şüpheler sonucunda, ıstırap ve bunalıma düşmüşlerdir." Cümlenin diğer anlamı ise şöyledir: "Onlar kendilerinden emin bir görünüş ve inatla Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini reddedmekte ve Kur'an'ın, vahyin bir ürünü olduğunu kabul etmemektedirler. Fakat bu tavırlarında ilmi ve ahlâki hiçbir mesnede dayanmadıkları için şüphe içinde kıvranmaktadırlar. Dolayısıyla bu şüphe, onları bunalıma sürüklemiştir. Bir yanda kişisel çıkarları, nefsani arzuları ve cahilane taassupları varken, diğer yandaysa beyinlerinde "Kur'an bir şiir veya edebiyat eseri değildir. Aksine emsalsiz bir kelamdır. O, bir mecnunun sözleri olmadığı gibi, şeytanın sözleri de değildir. Çünkü bu kadar sahih bir mesajı şeytan vahyedemez ve zaten o insanları sadece Allah'a kulluk etmeye çağırmaz" gibi düşünceler nedeniyle, sürekli şek ve şüphe içinde bulunmaktadırlar. Bunun yanısıra Hz. Peygamber'i (s.a) yalancı olmakla suçladıkları zamanlarda dahi, kalbleri bu davranışı onaylamıyordu. Dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) "Mecnun" dediklerinde, böylesine yüce bir zat gerçekten "Mecnun olabilir mi?" diye için için düşünüyorlardı. Ayrıca Rasulullah'a (s.a) "Kendi çıkarları için peygamberlik iddiasında bulunuyor," dedikleri halde, vicdanları "Muhammed gibi temiz bir insan, zenginlik, iktidar hırsı ve şöhret peşinde nasıl koşabilir? O'nun şimdiye kadar geçen hayatı böyle bir ithamdan berîdir ve o, her zaman iyiliğe çağırmış, hiçbir zaman hevası doğrultusunda hareket etmemiştir." diye kendilerini lanetlemekteydiler. İşte böylece Mekkeli müşrikler, her ne kadar kendilerinden emin görünüyorlarsa da için için şüphe içinde kıvranıyorlardı ve bu yüzden adeta bir hastalığa yakalanmış gibiydiler.

46 Kim salih bir amelde bulunursa, kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.59

47 Kıyamet-saatinin60 ilmi O'na döndürülür. 61O'nun ilmi olmaksızın, hiç bir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da.62 Onlara: "Benim ortaklarım nerede" diye sesleneceği gün, dediler ki: "Sana arzettik ki, bizden hiç bir şahid olan yok."63

48 Önceden kendilerine taptıkları64 (bu gün) onlardan kaybolup gitti ve onlar kaçacak hiç bir yerleri olmadığını anlamışlardır.

49 İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz;65 fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.

AÇIKLAMA

59. Yani, Allah hiçbir surette zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülük yapanları cezalandırır.

60. Bununla kıyamet, yani kötülük yapanların ceza, zulme uğrayanların adalet göreceği, "saat" kastedilmektedir.

61. Yani, Allah'tan başka hiç kimse, saatin (kıyamet) ne zaman geleceğini bilemez. Bu ifadeyle kafirlerin şu sorusuna cevap verilmiş olmaktadır.

Onlar, "Sen bizleri kıyamet günüyle tehdit ediyorsun, O saat ne zaman gelecek?" diye Rasulullah'a (s.a) devamlı soru yöneltiyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu sorusunu zikretmeden, onlara cevap vermiştir.

62. Burada iki hususa birden dikkat çekilmektedir: 1) Sadece kıyamet değil, bütün gaybı ancak Allah bilir. O'ndan başka da kimse gaybı bilemez. 2) Allah, en küçük ayrıntıyı bile bilir ve O'ndan hiçbir hareket kaçmaz. Dolayısıyla hiçkimse O'na aldırış etmeden yaşamamalıdır. Bu cümleyi bir sonraki cümle ile birlikte, mütalâa ettiğimiz takdirde, şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Sizler sürekli, kıyametin ne zaman geleceğini merak edip duruyorsunuz. Kıyamet geldiğinde bu yaptıklarınızın hesabını nasıl vereceğinizi kendi kendinize hiç düşündünüz mü? Rasulullah (s.a), bir defasında kendisine böyle bir soru yönelten kimseye, aynı şekilde cevap vermiştir: "Rasulullah'a, (s.a), yolda giderken bir şahıs "Ya Muhammed" diye seslendi. Rasulullah (s.a) "Buyur ne istiyorsun?" deyince, adam, "Kıyamet ne zaman gelecek?" diye sordu. Rasulullah şöyle karşılık verdi: "Ey Allah'ın kulu! Kıyamet her hâlûkârda gelecektir. Ancak sen onun için ne gibi hazırlık yaptın?" (Bu hadis, Kütüb-ü Sitte, Sünen ve Müsned'ler de mutevatir senetlerle kayıtlıdır.)

63. Yani, şimdi inandığımız şeylerin yanlış olduğuna dair olan hakikat, bize açılmıştır. Aramızda hiç kimse, artık Allah'ın başka ortakları olduğuna inanmaz. "Sana arz ederiz" ifadesi, kıyametin her merhalesinde kafirlere, "Dünyada iken, Allah'ın gönderdiği elçileri, yalanlamıştınız. Şimdi söyleyin bakalım o elçiler haklı mıydılar, yoksa haksız mıydılar?" şeklinde, yöneltilen soruya, matuf olmak üzere geçmektedir. Yani kafirler her merhalede, hatalarını itiraf edecek ve "Biz cahillik üzerinde ısrar ettik" diyerek, yanlışlarını kabul edeceklerdir.

64. Yani, onlar dünyadayken canlarını feda edecek derecede mabud edindikleri önderlerin içinden, belki birisi yardım eder veya en azından bu azabtan kurtarır, ya da bu azabı azaltır ümidiyle nerede olduklarına bakacaklar ama orada hiç kimseyi göremeyeceklerdir.

65. Kendisine "Rahmet tattırılan" kimse ile zengin, sıhhatli, mal ve evlat sahibi olan kimseler kastediliyor. "İnsan" kelimesiyle ise, burada her insan kastolunmaktadır. Çünkü peygamberler ve salihler, böyle bir şeyden beridirler. Zaten onların hususiyetleri daha ileride anlatılacaktır. Burada, zor durumda kaldığında Allah'a yalvaran, fakat felaha erdiğinde ise, Allah'ı unutarak kibirlenen insanlar kastolunmaktadır. Nitekim insanların çoğunun özelliği böyledir. Bu yüzden, sözkonusu özellik, insanın en önemli vasfı olarak nitelenmiştir.

50 Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır.66 Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun biz, o kâfirlere yapmakta olduklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan taddıracağız.

51 İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer;67 ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir.68

52 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer o (Kur'an) Allah katından ise, sonra da siz ona (karşı) küfretmişseniz, (bu durumda) uzak bir ayrılık içinde olandan daha sapık kimdir?"69

53 Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyleki, şüphesiz onun hak olduğu 70kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahid olması yetmez mi?71

54 Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rabblerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.72 Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.73

AÇIKLAMA

66. Yani, "Bu, benim yeteneklerimden dolayıdır ve başarıya ulaşmak benim en tabi hakkımdır."

67. Yani, "Benden yüz çevirir ve bana yalvarmayı zül telakki eder."

68. Bu konudaki çeşitli ayetler daha önce geçmişti. Bu hususu daha iyi kavrayabilmek için bkz. Yunus an: 15, Hud an: 10, İsra an: 102, Rum an: 52-56, Zümer: 8-9, 49.

69. Bu, sadece korku dolayısıyla iman edin anlamına gelmez. Asıl anlam şu şekilde verilebilir: "Sizler, inadınızdan ötürü Kur'an'ı dinlemekten kaçıyor ve kulaklarınızı örtüyorsunuz. Oysa bu, akıllıca davranış değildir. Üstelik elinizde bu Kur'an'ı inkar etmekte öne süreceğiniz sağlam bir delil de bulunmamakta ve bu tavrınız sadece zanna dayanmaktadır. Hiç değilse kendi menfaatiniz için dinleyin ve ondan sonra karar verin. Bunun yanısıra şu iki ihtimalden hangisinin daha kuvvetli olduğunu bir düşünün. Birincisi: "Bu yaşanılan hayattan başka bir hayat yoktur. Ve öldükten sonra herkes toz toprak olacaktır." İkincisi: "Kur'an'da haber verildiği gibi bu hayattan sonra ceza ve mükafat vardır." İkinci ihtimal hak olduğu takdirde, Hak'tan ne kadar uzak kalmış olabileceğinizi düşünün artık. Ayrıca sizler sadece kendinizi değil, başkalarını da İslâm'ı kabul etmekten alıkoymaya çalışıyor ve sırf bu yüzden her türlü yalan, iftira ve zulümden kaçınmıyorsunuz."

70. Bu ayet hakkında müfessirlerin öne sürdüğü iki önemli görüş vardır:

1) Onlar, Kur'an davetinin çok kısa bir zaman içinde yayılacağını ve civardaki ülkeler fetholunduktan sonra kendilerinin de teslim olmaya mecbur kalacaklarını tahmin edemezler. İşte o zaman bu davetin hak olduğunu anlayacaklardır. Bazı kimseler, "Geniş ülkelere yayılmak" "Hak dava" olmak için yeterli bir neden değildir. Çünkü batıl dava güdenler de geniş saltanatlar kurmuş ve birçok zaferler kazanmışlardır." diyerek itirazda bulunmaktadırlar. Ancak bu, hadisenin yeterli bir tahlili yapılmadan serdedilmiş yüzeysel bir itirazdır.

Rasulullah'ın (s.a) Raşid Halifeleri döneminde elde edilen hayret verici zaferler, herhangi bir hanedanın diğer ülkeleri fethederek zulmettiği gibi bir şahsın ya da bir sülâlenin zaferleri değildi. Aksine bu zaferlerin gölgesinde dini, fikri, kültürel, medeni, siyasi ve iktisadi muhteşem bir devrim vuku bulmuştur. Bu devrim nereye yayılmışsa oradaki insanların arasında iyilik ve adalet hakim olmuş, zulmün başı ezilmiştir. Bu devrimin gölgesinde, ancak dünyaya yüz çevirerek kendini Allah'a verenlerde bulunabilir özelliklere sahip yüksek meziyetli insanlar yetişmiştir. Bunun yanısıra İslam'ın meydana getirdiği ve yetiştirdiği bu insanlar, yüksek meziyetlerini ticarette, siyasette, savaş meydanlarında, ekonomik sahada da göstererek insan denen varlığın makamını, ahlâk, adalet ve ticaret bakımından dünyadaki tüm medeniyetlerinkinden daha üstün bir seviyeye çıkarmıştırlar. Nitekim bu medeniyetlerin yetiştirdiği en seçkin insanlar bile, bu seviyeye ulaşamamışlardır. İslâm, diğer toplumlarda tasavvur dahi olunamayacak derecede ilim ve tetkik yolunu açmış, toplumların ahlâken islahı için, onlardaki hastalığa çare getirmiştir. İslâm olmayan toplumlarda da bu tür çareler düşünülmüş olsa bile, tatbik etmekten aciz kalmışlardır. Yani renk, ırk, toprak ve dil farklılıklarına dayanarak insanlar parçalanmış ve bu sınıflaşma ile sun'î ayırım, medenî ve hukukî kanunların insanlara uygulanışında farklılaşma meydana getirmiştir. Kadınların istismarı, hatta onları hukuki haklarından mahrum etmek, suçların, içki ve esrarın yayılması, yönetimleri eleştirme hakkının olmaması, insanın temel haklarından mahrumiyeti, uluslararası ilişkilerde güvensizlik, savaş esnasında gayri insani ve vahşice davranışlar vs. gibi tüm ahlâkî zaaflar Hz. Peygamber'den (s.a) önceki Arap toplumunda bulunmasına rağmen, kısa bir sürede ortadan kaldırılmıştır. Anarşinin yerine düzen, cinayetlerin yerine emniyet, fısk ve fücür yerine takva, zulmün yerine adalet, fuhuş ve pisliğin yerine edep ve temizlik, cehalet yerine ilim, kan davaları yerine kardeşlik ve sevgi getirilmiştir. Bir kabile şefinin ötesinde ufuklara sahip bile olamayan o insanlar, İslâm'ın sayesinde önderlik yapabilecek duruma gelmişlerdi. Rasulullah'ın karşısında olan insanlar, tüm bunları kendi gözleriyle görmüşlerdi. Kur'an'ın insanlar üzerindeki o muazzam etkisi, hâlâ devam etmektedir. Nitekim günümüzdeki medeni milletlerin, müslümanların zeval dönemlerindeki ahlâklarına dahi ulaşmaları mümkün olmamıştır. Avrupa ülkeleri, Amerika, Afrika ve Asya, hatta kendi içindeki malup kavimlere o denli zulümde bulunmuşlardır ki İslâm tarihinin hiçbir döneminde böyle bir örnek gösterilemez.

Müslümanların galip gelmelerine rağmen, diğer toplumların yaptığının aksine, mağlup ettikleri insanlara zulmetmekten kaçınmış olmaları, ancak Kur'an'ın bir mucizesidir. Müslümanların İspanya'da asırlarca hüküm sürmüş olmalarına ve buna rağmen oradaki Hıristiyanlara nasıl davrandıklarına, fakat hıristiyanlar galip gelince müslümanlara nasıl muamele ettiklerine tarih şahittir. Bunun yanısıra Hindistan'ı da asırlarca yöneten müslümanlar, hindulara nasıl davranmışlar, yönetimi ellerine geçiren hindularsa şimdi müslümanlara nasıl davranmaktadırlar? Yine 1300 seneden bu yana müslümanlar yahudilere nasıl davranmışlardır ve Filistin'de hakimiyetleri altındaki müslümanlara onlar nasıl davranmaktadırlar?

2)Allah, insanların vücutlarında, yeryüzünde ve gökyüzünde ayetlerini gösterecek ve böylece Kur'an'ın mesajını kabul edeceklerdir. Bazı kimseler, "İnsanlar, vücutlarında, yeryüzünde ve gökyüzünde zaten bu âyetleri görmektedirler, o halde burada niçin istikbal siğası kullanılmıştır?" diyerek itiraz etmektedirler. Fakat bu itiraz da diğeri gibi çok yüzeyseldir. İnsanların vücutları, yeryüzü ve gökyüzü belki hâlâ değişmemiştir, ancak bunların içinde bulunan Allah'ın ayetleri o kadar çoktur ki, insanların bunları tamamiyle kavraması mümkün değildir. Her dönemde insanlar, yeni yeni, şeyler keşfederler ve bu keşifler kıyamete değin sürer.

71. Yani, onların kötü akibetlerine delil olabilmesi için, Hakka karşı yaptıkları her davranışın izlenmekte olması yeterli değil midir?

72. Yani, onlar bir gün Allah'ın huzurunda bulunacaklarına ve yaptıklarından hesap vereceklerine inanmadıklarından ötürü, böylesine bir tavır takınmaktadırlar.

73. Yani, Allah herşeyi kuşatmıştır ve onlar Allah'tan kaçamayacaklardır. Çünkü her hareketleri kaydedilmektedir.