7 Haziran 2007 Perşembe

SEBE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Surenin Adı: Bu sure adını, içinde Sebe kelimesi geçen 15. ayetten alır. Bu da surede Sebe'den (yani Sabiî'lerden) bahsedildiğini belirtmektedir.

Nüzul Zamanı: Surenin kesin nüzul zamanını bildiren sahih rivayetler yoktur. Fakat surenin üslubu Mekke döneminin ilk zamanlarında veya ortalarında nâzil olduğunu göstermektedir. Eğer Mekke döneminin ortalarını kabul edersek, henüz işkencelerin çok ağırlaşmadığı ve İslâmî hareketin sadece alay, küçümseme, söylenti ve dedikodular yayma ve insanların düşüncelerini yanlış yönlendirme gibi araçlarla bastırılmaya çalışıldığı zamanlarda indirilmiş olması muhtemeldir.

Konu ve Anafikir: Sure, kafirlerin Hz. Peygamber'e (s.a) çoğunlukla alay ederek ve küçümseyerek itirazlar yönelttikleri tevhid, ahiret ve Hz. Muhammed'in peygamberliği gibi konuları ele almaktadır. Bu itirazlara bazan, itirazın kendisine değinilerek, bazan da hiç değinilmeksizin cevap verilmekte ve konunun akışı cevaplanan itirazın ne olduğunu göstermektedir. Cevaplar genellikle talimat, öğüt verme ve delil getirme, tartışma şeklinde olmakta, fakat bazı yerlerde kafirler inatçılıklarının yol açacağı kötü akibet ile uyarılmaktadır. Bu hususta Sabiîlerin, Davud ve Süleyman Peygamberlerin kıssaları onlara şu dersi vermek için anlatılmaktadır: "Sizden önce bu iki grup insan da yaşadı. Bir tarafta Allah'ın kendilerinden önce hiç kimseye nasip etmediği büyük güçler, şöhret ve zafer ihsan edilen Davud ve Süleyman Peygamberler var. Bu nimetlere rağmen onlar kibir ve gurura kapılmayıp Rabblerine şükreden kullar olarak yaşadılar. Diğer tarafta ise Allah'ın kendilerine lütuflar ihsan ettiğinde kibre kapılan ve bu yüzden sadece efsanelerde ve destanlarda hatırlanacak şekilde ortadan kaldırılıp helak edilen Sebe' halkı var. Bunları göz önünde bulundurarak kendiniz için hangi hayatın daha hayırlı olduğuna karar verebilirsiniz. Tevhid'e ve ahiret inancına ve Allah'a karşı şükredici bir tavır takınmaya dayanan bir hayat mı, yoksa küfür, şirk ve ahireti inkara ve dünyaya tapmaya dayanan bir hayat mı?

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hamd, göklerde ve yerde olanların tümü kendisine ait olan Allah'ındır;1 ahirette de hamd O'nundur.2 O, hüküm ve hikmet sahibidir, haber alandır.3

2 Yerin içine gireni, ondan çıkanı; gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.4

3 Küfre sapanlar, dediler ki: "Kıyamet-saati bize gelmez."5 De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbime andolsun, o muhakkak size gelecektir.6 Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiç bir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır."7

AÇIKLAMA

1. Arapça hamd kelimesi hem övgü hem de şükür için kullanılır ve burada her iki anlam da kasdedilmektedir. Allah bütün kainatın ve içindeki herşeyin yegane sahibi olduğuna göre, kainatta görülebilen her tür mükemmellik düzen, hikmet, güç ve güzellik için övgüye layık olan da yalnız Allah'tır.

Bu nedenle dünyadaki herkes, burada elde ettiği her tür fayda ve zevk için yalnızca Allah'a şükretmelidir. Çünkü kimse O'nun mülküne ortak olmadığına göre, O'ndan başka hiç kimse övülmeye ve şükredilmeye layık değildir.

2. Yani, "Nasıl ki bu dünyadaki her tür nimet sadece Allah tarafından ihsan ediliyorsa, ahirette de kişinin elde edeceği her tür nimet Allah'ın hazinelerinden ve O'nun izni ile olacaktır. Bu nedenle ahirette de övülmeye ve şükredilmeye ancak ve yalnız Allah layıktır."

3. Yani, "Allah'ın bütün işleri mükemmel bir hikmet ve ilme dayanır. O, ne yaparsa doğru yapar. O, yaratıklarının herhangi birinin nerede, ne durumda olduğundan, neye ihtiyaç duyduğundan, onun iyiliği için neler yapılması gerektiğinden, o zamana kadar neler yaptığından ve bundan sonra neler yapacağından tamamen haberdardır. O, yarattığı alemden habersiz değildir. Bilakis kainattaki her varlığın durum ve halinden haberdardır."

4. Yani, "Eğer bir kimse (veya kimseler) O'na mülkünde isyan ettiği halde cezalandırılmıyorsa, o yeryüzü kanunsuz bir mülk ve Allah da hiçbir şeye karışmayan idareci olduğundan değil. Allah esirgeyen ve bağışlayan olduğu içindir. Allah kendisine isyan eden kişiyi günah işlediği anda cezalandırmaya, rızkını geri almaya, vücudunu helak etmeye, onu aniden öldürmeye kadir olduğu halde böyle yapmaz. Her şeye kadir olduğu halde isyankar kuluna kendisini ıslah etmesi için yeteri kadar zaman ve birçok fırsat vermesi ve o kötü amellerinden vazgeçer geçmez onu affedip bağışlaması Allah'ın merhamet ve lütfunun bir gereğidir."

5. Onlar bunu alay ederek ve küçümseyerek söylüyorlardı. Asıl kastettikleri şey şuydu: "Bu peygamber bize uzun süreden beri kıyametin geleceği haberini veriyor, fakat biz onun peygamberliğini açıktan reddettiğimiz halde hâlâ şu kıyamet gelmedi."

6. Allah'ın adına yemin edilerek O'nun için "Gaybı bilen" sıfatının kullanılması, kıyametin mutlaka geleceğine işaret eder. Fakat onun ne zaman vuku bulacağını, gaybı bilen Allah hariç, hiç kimse bilemez. Bu konu Kur'an-ı Kerim'de, birçok yerlerde farklı şekillerde vurgulanmıştır. Ayrıntılar için bkz. A'raf: 187, Taha: 15, Lokman: 34, Ahzab: 63, Mülk: 25, 26, Nâziât: 42-44.

7. Bu, 7. ayette zikredilen itirazlara karşı ahiretin mümkün olduğunu gösteren delillerden biridir. Ahireti inkar edenlerin ölümden sonraki hayatı imkansız ve gayrı-mantıki bulmalarının sebeplerinden biri şuydu: "Bütün insanlar ölüp toprak olduktan ve parça parça dağıldıktan sonra, bütün bu parçaları bir araya toplayıp birleştirmek ve tekrar aynı insan vücudunu meydana getirmek nasıl mümkün olur?" diyorlardı. Onların bu şüphesi şu şekilde bertaraf edilmektedir: "Her zerre Allah'ın kitabında kayıtlıdır ve Allah her zerrenin nerede olduğunubilir. Bu nedenle O, tekrar yaratmak istediğinde, her insanın bedeninin parçalarını bir araya getirme konusunda hiçbir güçlükle karşılaşmaz."

4 (Çünkü O) İman edip salih amellerde bulunanları ödüllendirecek. İşte mağfiret ve üstün rızık onlarındır.

5 (Sözde) Aciz bırakmak için ayetlerimiz hakkında çaba harcamış olanlar, işte onlar; onlar için de (en) iğrenç olanından acıklı bir azab vardır.8

6 Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve üstün, güçlü, övülmeye layık olan (Allah)ın yolunda yöneltip,ilettiğini görmektedirler.9

7 Küfre sapanlar dediler ki: "Siz darmadağın olup dağıldığınızda, gerçekten sizin yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber veren bir adamı gösterelim mi size?"

8 "Allah'a karşı yalan mı düzüp uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?"10 Hayır, ahirete inanmayanlar, azabta ve uzak bir sapıklık içindedirler.11

AÇIKLAMA

8. Yukarıda Ahiretin mümkün olduğunu gösteren bir delile değinilmiştir; bu ise onun zaruri ve gerekli olduğunu gösteren bir delildir: Suçluların cezalarını çekeceği, iyi işler yapanların da yaptıkları ile mükafatlandırılacakları bir zaman olmalıdır.

Akıl ve adalet iyilerin mükafatlandırılıp, kötülerin cezalandırılmasını gerektirmektedir. Bu dünyada ise ne kötüler kötülüklerinin cezasını görmekte, ne de iyiler iyiliklerinin karşılığını alabilmekte, bilakis birçok olayda bunun tam tersi bir durumla karşılaşılmaktadır. O halde hem aklın hem adaletin bu isteğinin gelecekte herhangi bir zamanda mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini kabul etmelisiniz. Mahşer ve ahiret işte bu ihtiyacı karşılayacaktır. Ahiretin var olması değil, varolmaması akla ve adalete aykırıdır.

Bu hususta, bu ayetlerden başka bir konu daha açığa çıkmaktadır. Bu ayetler imanın ve salih amelin sonucunun mağfiret ve sayısız nimetler olduğunu, Allah'ın dinini başarısız kılmak için düşmanca davrananların ise çok şiddetli bir azapla karşılaşacağını söylemektedir. Bu da samimiyetle iman eden kimselerin, amellerindeki zayıflık ve eksiklik nedeniyle güzel rızıklardan mahrum olsa da mağfiretten, bağışlanmaktan mahrum olmayacağını göstermektedir. Kafir olan, fakat gerçek dine karşı düşmanca bir tavır takınmayan kimse ise azaptan kurtulamayacak, fakat azabın şiddetlisine de uğramayacaktır.

9. Yani, "Bu düşmanlar, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar, senin getirdiğin gerçeğin yanlış olduğunu ispatlamaktan ibaret olan emellerine ulaşmayacaklardır. Çünkü onlar hile ve düzenleri ile ancak cahil insanları kandırabilirler, kendilerinde ilim bulunanları saptıramazlar."

10. Kureyşin ileri gelenleri, Hz. Muhammed'i (s.a) yalancı diye suçlamanın çok zor olduğunu, çünkü bütün ülkede onun doğru sözlü bir insan olarak tanındığı ve hiç kimsenin şimdiye kadar onun ağzından bir yalan işitmemiş olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle insanların önüne şöyle bir mesele koydular: "Bu adam öldükten sonra dirilmek gibi imkansız bir şey söylediğine göre, ya bile bile yalan söylüyor (Allah korusun), ya da deli" Fakat onu delilikle suçlamak, yalancılıkla suçlamak kadar saçmaydı, çünkü Hz. Peygamber (s.a) gibi akıllı ve sağduyulu insanın deli olduğunu ancak aptal bir insan kabul edebilirdi. İşte bu nedenle Allah onların bu ithamlarına cevap vermeye bile gerek duymamış ve onların öldükten sonraki hayatın mümkün olduğu konusundaki hayret ve meraklarını ifade etmekle yetinmiştir.

11. Bu onların ithamlarına verilen ilk cevaptır: "Ey akılsız kimseler, asıl deli olanlar sizlersiniz. Çünkü size gerçeği bildiren kimseyi dinlemiyorsunuz ve umursamazca cehenneme götüren yolda ilerliyorsunuz. Akılsızlığınızın doruk noktası ise, sizin kurtuluşunuz için çabalayan kimseyi delilikle itham etmeniz."

9 Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı görmüyorlar mı? Eğer biz dilersek, onları yerin-dibine geçirir ya da gökten üzerlerine parçalar düşürürüz.12 Hiç şüphe yok, bunda 'gönülden (Allah'a) yönelen' her kul için bir ayet vardır.13

AÇIKLAMA

12. Bu da onların ithamlarına verilen ikinci cevaptır. Bunun iyice kavranabilmesi için, kafir Kureyşlilerin ahireti inkar etmelerine neden olan belli başlı üç sebep göz önünde bulundurulmalıdır: 1) Onlar Allah önünde hesap verme gibi bir şeyi kabul etmek istemiyorlardı, çünkü buna inandıklarında yeryüzünde diledikleri gibi davranma ve hareket etme özgürlüğüne sahip olamayacaklardı. 2) Onlar kıyametin kopmasının, kainatın bu günkü halinin tamamen harap olmasının ve yeni bir düzenin kurulmasının imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. 3) Yüzlerce, binlerce yıl önce ölmüş ve kemikleri bile çürümüş, paramparça olmuş bir insanın tekrar aynı ruh ve beden ile diriltilmesinin imkansız olduğunu düşünüyorlardı. Burada verilen cevap, bu üç sorunu da kapsamakta ve sert bir uyarıyı da içermektedir. Bu kısa cümlelerde anlatılmak istenen konu ayrıntısıyla şöyledir:

1) Eğer göklere ve yere biz kez olsun açık gözlerle baksaydınız, onun oyun ve eğlence olmadığını ve tesadüfen meydana gelmediğini anlardınız. Kainattaki her varlık kendisinin her şeye kadir olan bir tek Allah tarafından bir hikmete mebni olarak yaratılmış olduğunu gösterir. Böyle ustaca tanzim edilmiş bir düzende bir kimsenin kendisine akıl, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti ve yetki verildiği halde, başıboş ve sorumsuzca bir hayat sürmesine izin verileceğini düşünmesi saçmalıktır.

2) Tabii düzeni araştırıcı gözlerle inceleyen herkes, öldükten sonra dirilmenin zor bir olay olmadığının farkına varacaktır. Kıyamet, yerin ve göğün kendisine bağlı olduğu düzen bozulur bozulmaz hemen meydana gelebilir. Bu düzenin kendisi, bu dünyayı yaratan ve bugün idare eden varlığın başka bir dünyayı da yaratmaya kadir olduğuna şahitlik eder. Eğer yeni bir dünya yaratmak O'nun için zor olsaydı, bugün bu yaşanan dünya varolmazdı.

3) Bütün kâinatın yaratıcısı hakkında O'nun ölüleri diriltemeyeceği gibi bir fikre ve yargıya kapılmanız çok garip. Ölen insanların vücutları elbette çürüyecek ve darmadağın olacaktır, fakat yine de bu kainatın sınırları içinde kalacak ve onun sınırları dışında bir yere gitmeyecektir. Sudan, karadan veya havadan nerede olursa olsun herşeyi bir araya toplamak bu yeryüzünü ve gökleri yaratan Allah için hiç de zor değildir. Bugün sizin vücudunuzu oluşturan parçaları o toplayıp bir araya getirdi ve onları bu havadan, bu su ve topraktan oluşturdu. Bu unsurları bir araya getirip birleştirmek bugün mümkün olduğuna göre, gelecekte niçin mümkün olmasın?

Bu üç delilin yanısıra bu bölüm gizli bir uyarıyı da içermektedir: "Allah'ın mülkü sizi her taraftan kuşatmıştır. Nereye giderseniz gidin, aynı kainat sizi çevreleyip kuşatmaya devam edecektir. Allah'a karşı sığınacak bir yer bulamazsınız ve Allah size dilediği yerde, yerin altından veya gökten bir azap göndermeye kadirdir. Sizin şimdi huzur ve güven yurdu olarak kabul ettiğiniz yeryüzünün altında hangi güçlerin faaliyette olduğunu ve bu güçlerin ne zaman zelzele meydana getirip yeryüzünü sizin mezarınız kılacağını bilemezsiniz. Altında sanki kendi evinizin tavanıymış gibi huzur ve gönül rahatlığı içinde yürüdüğünüz gökyüzünden üzerinize ne zaman bir felaket -yıldırım, korkunç bir yağmur veya başka bir afet- ineceğini de bilemezsiniz. Böyle bir durumda, Allah'tan korkmayışınız, ahiret konusunda düşünmekten gafil oluşunuz ve size iyiliğiniz için öğüt veren kimse hakkında ileri geri konuşmanız ve kibir içinde oluşunuz, kendi felaketinizi üzerinize davet ettiğinizden başka bir anlama gelmez."

13. Yani, "Önyargılı, inatçı ve dikbaşlı olmayan, bilakis samimiyetle Allah'tan gelen hidayeti araştıran herkes, yerlere ve göklere bakarak birçok ibret alabilir. Fakat gönlü Allah'tan yüz çevirmiş olan bir kimse kainattaki herşeyi görür, ama onlarda Hakka işaret eden hiçbir şey-ayet göremez."

10 Andolsun, biz Davud'a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik.14 "Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" (dedik) ve kuşlarla da (aynısını emrettik).15 Ve ona demiri yumuşattık.

11 "Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok;16 ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızı görenim" (diye vahyettik).

12 Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik);17 erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık.18 Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı.19 Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık.

13 Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller,20 havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar21 yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın."22 Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.

AÇIKLAMA

14. Bu, Allah'ın Davud Peygamber'e (a.s) verdiği sayısız nimetleri hatırlatmadır. Davud (a.s) Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti. Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi artmaya başladı, öyle ki Talut'un (seul) ölümünden sonra ilk önce Hebron'da (bugünkü el-Halil) Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar uzanan Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu. Bu nimetlerin yanısıra Allah ona ilim, hikmet, adalet, merhamet ihsan etmişti. (Ayrıntılar için bkz. Bakara Suresi an. 273 ve İsra Suresi an. 7)

15. Bu konuda lütfen bkz. Enbiya: 79 ve an. 71.

16. Bu konuda bkz. Enbiya: 80 ve an. 72.

17.Bu konuda bkz. Enbiya: 81 ve an. 74.

18. İlk müfessirlerden bazıları bunun, Hz. Süleyman (a.s) için yeryüzündeki su kaynağından su yerine erimiş bakır madeni aktığı anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat bu ayet, Hz. Süleyman (a.s) zamanında çeşitli yerlerde kullanılmak üzere büyük ölçeklerde bakır eritilip kalıplandığı anlamına da gelebilir. İşte burada bu büyük ölçeklere, onun için bakır madeninin sel gibi akıtılması şeklinde değinilmiştir. (Ayrıntılı açıklaması için bkz. Enbiya Suresi an. 74-75.)

19. Süleyman'a (a.s) boyun eğen cinlerin dağ kabilelerine mensup insanlar mı, yoksa görünmeyen varlıklar olarak bu adla tanınan gerçek cinler mi olduğu konusu Enbiya ve Neml surelerinde genişçe ele alınmıştır. (Lütfen bkz. Enbiya an. 75, Neml an. 23, 45 ve 52).

20. Metindeki temâsil kelimesi. Arapçada insan, hayvan, ağaç, çiçek, nehir veya herhangi bir cansız varlık olsun tabii bir varlığın benzerinin taklit edilmesi anlamına gelen timsal kelimesinin çoğuludur. "Timsal, Allah tarafından yaratılan bir şeye benzemesi için yapılan bütün sûni şeylerin ismidir." (Lisanü'l-Arab) "Timsal; canlı olsun, cansız olsun bir varlığa benzemesi için yapılan bütün resimlerdir." (Tefsir, el-Keşşaf) Bunlara dayanarak Kur'an'daki bu ifadenin, Hz. Süleyman (a.s) için yapılan "heykeller"in insan ve hayvan heykelleri veya resimleri anlamına gelmediğini söylebiliriz. Bunlar Hz. Süleyman'ın (a.s) binalarını ve eserlerini süslediği manzara resimleri, çiçekli düzenlemeler veya başka tür dekorasyonlar da olabilir.

Bu yanlış anlamaya Hz. Süleyman'ın (a.s) kendisi için peygamberlerin ve meleklerin resmini yaptırdığını söyleyen bazı müfessirler sebep olmuştur. Bu müfessirler İsrailî haberlerden yararlanmışlar ve daha önceki şeriatlara göre resim yapmanın haram olmadığı sonucuna varmışlardır.

Fakat bu İsrailî haberleri zikredip rivayet ettikleri halde, Hz. Süleyman'ın Musa'nın (a.s) şeriatına tabi olduğu ve onun şeriatında da aynen Muhammed'in (s.a) şeriatında olduğu gibi insan ve hayvan resim ve heykelleri yapmanın haram olduğu gerçeğini gözardı ediyorlar. Düşmanlıkları sebebiyle İsrailoğullarından bir grubun Hz. Süleyman'ı (a.s) putperestlik, çok tanrıcılık, büyü, sihir ve zinayla itham ettiklerini de unutuyorlar. Bu nedenle İsraili rivayetlerden hiçbirisine güvenilmemeli ve bu büyük Peygamber hakkında Allah'ın şeriatına aykırı hiçbir haber kabul edilmemelidir. Herkes, Musa'dan (a.s) sonra İsrailoğullarından gelen bütün peygamberlerin Hz. İsa'ya (a.s) dek Tevrat'a tabi olduklarını ve hiçbirisinin Tevrat'ın şeriatını değiştirecek yeni bir şeriat getirmediğini bilir. Tevrat tekrar tekrar insan ve hayvan resimleri ve heykeleri yapmanın haram olduğunu söyler.

"Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın" (Çıkış, 20:4)

"Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız." (Levililer. 26:1)

"Fesada sapmayasınız, kendiniz için erkek yahut kadın suretinde, yerde olan bir hayvan suretinde, göklerde uçan kanatlı bir kuş suretinde, toprakta sürünen bir şey suretinde, yer altındaki suda olan bir balık suretinde, herhangi bir şeklin suretinde oyma put yapmayacaksınız." (Tesniye, 4:16-18).

"Bir sanatkarın el işi, Rabbe mekruh oyma yahut dökme put yapan ve onu gizlice diken adam lanetli olsun." (Tesniye, 27:15)

Bu apaçık emirler karşısında Hz. Süleyman'ın (a.s) cinlerden kendisi için meleklerin ve peygamberlerin resmini ve heykellerini yapmasını istediği nasıl kabul edilebilir? Yahudilerin Hz. Süleyman'ı (a.s) putperest karılarına olan sevgisi nedeniyle putperest olmakla suçlayan rivayetlerine dayanılarak bu nasıl kabul edilebilir? (I Krallar, bap: 11)

Fakat Müslüman müfessirler bu İsraili rivayetleri zikretmelerine rağmen Hz. Muhammed'in (s.a) şeriatında bunun haram kılındığını belirtmişlerdir. Bu nedenle hiç kimseye Hz. Süleyman'ı (a.s) taklit ederek resimler ve heykeller yapması helal olmaz. Fakat günümüzde batıyı taklit ederek fotoğrafı ve heykel yapmayı helal kılmak isteyen bazı kimseler Kur'an'ın bu ayetini delil olarak alırlar ve şöyle bir iddiada bulunurlar: "Allah'ın Peygamberi böyle yaptığına ve Allah da kitabında Peygamberinin bu davranışını zikrettiğine, bunu kabul etmediğine dair bir ifade de bulunmadığına göre, bu helal olmalı."

Batıyı taklit eden bu kimselerin iddiası iki sebep yüzünden yanlıştır. Birincisi, Kur'an'da kullanılan Temâsil kelimesi sadece insan ve hayvan resmi anlamına gelmez, cansız nesnelerin resimleri için de kullanılır. Bu nedenle sadece bu kelimeye dayanılarak Kur'an'a göre insan ve hayvan resimleri yapmanın helal olduğu sonucuna varılamaz. İkincisi, sahih senetlerle ve birçok kanaldan rivayet edilen hadisler, Hz. Peygamber'in (s.a) canlıların resimlerini yapmayı ve bunları evde bulundurmayı yasakladığını göstermektedir. Bu hususta Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilen sahih hadisleri ve büyük sahabelerin bu konudaki görüşlerini aşağıda sunuyoruz.

1) Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a), Hz. Ümmü Habibe ve Hz. Ümmü Seleme'nin (r.a) Habeşistan'da iken içi resimlerle süslü bir kilise gördüklerini rivayet eder. Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda bundan bahsettiklerinde, o şöyle buyurdu: "Onlar içlerinden ne zaman salih bir insan ölse, onun kabrini ibadetgah (mescit) edinirler ve içini resimlerle süslerler. Kıyamet gününde bunlar Allah'ın katında insanların en zelili olacaklardır." (Buhari: Kitabü's-Salat; Müslim: Kitabü'l-Mesacid; Nesâî: Kitabü'l-Mesacid)

2) Ebu Huzeyfe (r.a) Allah Rasulü'nün (s.a) resim yapanları lanetlediğini rivayet etmiştir. (Buhari: Kitabü'l-Büyü, Kitabü't-Talak, Kitabü'l-Libas).

3) Ebu Zür'a şöyle buyuruyor: "Bir keresinde Hz. Ebu Hureyre ile birlikte bir eve girdim ve bir ressamın tavana resimler yaptığını gördüm. Bunun üzerine Hz. Ebu Hureyre dedi ki: "Nebi'nin (s.a) şöyle buyurduğunu işittim: Allah buyuruyor ki: Benim yarattığıma benzer bir varlık yaratmaya çalışandan daha zalim kim olabilir? Eğer yapabilirlerse bir tohum, ya da bir karınca yaratsınlar." (Buhari: Kitabü'l-Libas: Müsned-i Ahmed. Müslim'deki rivayete göre bu ev Mervan'ın evi idi.)

4) Ebu Muhammed Huzelî, Hz. Ali'den rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a) bir cenaze namazında iken şöyle buyurdu: İçinizden kim Medine'ye gidip gördüğü her putu kıracak, her gördüğü kabri yerle bir edecek, her gördüğü resmi yırtıp atacak? İçlerinden bir adam bunu yapacağını söyledi. Gitti, fakat Medinelilerden korkarak bu işi yapmadan geri döndü. Daha sonra Hz. Ali (r.a) gitmek istedi, Nebi de (s.a) gitmesine izin verdi. Hz. Ali gitti, sonra geri döndü ve şöyle dedi: Her putu kırdım, her kabri yerle bir ettim ve her resmi yırtıp attım. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Şimdi bunlardan herhangi birini yapan, Muhammed'e (s.a) indirileni inkâr ediyor demektir." (Müsned-i Ahmed, Müslim: Kitabü'l-Cenaiz, Nesaî: Kitabü'l-Cenaiz'de de aynı konuda bir hadis rivayet edilmektedir.)

5) İbn Abbas şöyle rivayet ediyor: "... Resim yapan kişi cezalandırılacak ve ondan resme ruh vermesi istenecek, tabii ki o da bunu yapamayacaktır." (Buhadi: Kitabü't-Ta'bir, Tirmizi: Ebvabü'l-Libas, Nesaî: Kitabü'z-Zînet, Müsned-i Ahmed)

6) Said İbnü'l-Hasan şöyle rivayet ediyor: "İbn Abbas'ın yanında oturuyordum, bir adam gelip ona: "Ey İbn Abbas, ben hayatımı elimin emeği ile kazanıyorum ve mesleğim resim yapmak" dedi. İbn Abbas (r.a), "Ben sana Allah Rasulü'nden (s.a) duyduğumun aynısı söyleyeceğim. Ondan Allah'ın resim yapanlara azap edeceğini, bu kimseleri o resimlere ruh verinceye kadar bırakmayacağını, onların da asla bunu başaramayacaklarını duydum" cevabını verdi. Bunun üzerine o adam çok etkilendi ve yüzü sapsarı oldu. İbn Abbas (r.a) şöyle buyurdu: "Eğer resim yapacaksan, ağaç resmi veya cansız eşyaların resmini yap." (Buhari: Kitabü'l-Büyû, Müslim: Kitabü'l-Libas, Nesaî: Kitabü'z-Zinet, Müsned-i Ahmed)

7) Abdullah İbn Mes'ud (r.a) Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Kıyamet gününde Allah tarafından en büyük azaba uğrayacak olanlar ressamlardır." (Buhari: Kitabü'l-Libas, Müslim: Kitabü'l-Libas, Nesaî: Kitabü'z-Zinet, Müsned-i Ahmed.)

8) Abdullah İbn Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Resim yapanlar kıyamet gününde cezalandırılacaklar ve onlardan yaptıkları şeylere hayat vermeleri istenecektir." (Buhari: Kitabü'l-Libas, Nesaî-Kitabü'z-Zinet, Müsned-i Ahmed.)

9) Hz. Aişe (r.a), üzerinde resimler bulunan bir minder aldığını rivayet ediyor. Hz. Peygamber (s.a) kapının önünde durdu ve içeri girmedi. "Bir suç işlediysem Allah'a tevbe ederim" dedim. Nebi (s.a): "Bu minder ne için?" diye sordu "Üzerinde oturup uzanman için" dedim. "Bu resimleri yapanlara kıyamet gününde azap edilecek ve onlardan yaptıkları resimlere hayat vermeleri istenecektir. Melekler (yani rahmet melekleri) içinde resim bulunan eve girmez" (Buhari: Kitabü'l-Libas, Müslim: Kitabü'l-Libas; Nesaî: Kitabü'z-Zinet, İbn Mace: Kitabü't-Ticaret, Muvatta: Kitabü'l-İstiran)

10) Hz. Aişe (r.a) rivayet ediyor: Bir keresinde Nebi (s.a) odama geldi, üzerinde resimler bulunan bir perde asmıştım. Birdenbire yüzünün rengi değişti. Daha sonra perdeyi aldı, yırttı ve şöyle buyurdu: "Allah'ın yarattığı gibi yaratmaya çalışanlar kıyamet gününde çok şiddetli bir azaba uğratılacaklardır." (Müslim: Kitabü'l-Libas, Buhari: Kitabü'l-Libas, Nesaî: Kitabü'z-Zinet)

11) Hz. Aişe (r.a) rivayet ediyor: Nebi (s.a) bir seferden dönmüştü, ben de kapının üzerinde kanatlı at resimleri bulunan bir perde asmıştım. Nebi (s.a) onu indirmemi söyledi, ben de indirdim. (Müslim: Kitabü'l-Libas, Nesaî: Kitabü'z-Zinet)

12) Cabir bin Abdullah (r.a) rivayet ediyor: Nebi (s.a) evde resim bulundurmayı ve bir kimsenin resim yapmasını yasakladı. (Tirmizi: Ebvabü'l-Libas)

13) İbn Abbas (r.a) Ebu Talha Ensari (r.a)'dan rivayetle şöyle diyor: Nebi (s.a) "İçinde köpek ve resim bulunan eve melekler (yani rahmet melekleri) girmez" buyurdu. (Buhari: Kitabü'l-Libas)

14) Abdullah bin Ömer (r.a) rivayet ediyor: Cebrail (a.s) Nebi'ye (s.a.) gelecekti, fakat zaman geçtiği halde gelmedi. Nebi (s.a) merak etti ve evden çıktığında onunla karşılaştı. Ona niçin gelmediğini sorduğunda Cebrail (a.s) "Biz içinde resim veya köpek bulunan eve girmeyiz" cevabını verdi. (Buhari: Kitabü'l-Libas, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî, İbn Mace, İmam Malik ve İmam Ahmed, birçok sahabeden bu konuda birçok hadis rivayet etmişlerdir.)

Bunlara karşın resim konusunda bazı istisnalar yapan hadisler de rivayet edilmiştir. Mesela Ebu Talha Ensari'den rivayet edilen bir hadise göre üzerinde resimli dokumalar bulunan perdeler asmak caizdir. (Buhari: Kitabü'l-Libas). Hz. Aişe (r.a) hadisine göre Hz. Aişe üzerinde resimler bulunan bir kumaşı yırtıp minder yaptığında Hz. Peygamber (s.a) bunu yasaklamamıştır. (Müslim: Kitabü'l-Libas) Salim bin Abdullah bin Ömer hadisine göre, teşhir edilmeyen, göze çarpacak şekilde asılmayan ve halı gibi yere serilerek kullanılan resimli kumaşları kullanmak haram değildir. (Müsned-i Ahmed) Fakat bu hadislerden hiçbirisi yukarıda zikrettiğimiz hadislere muhafelet etmez. Bunlardan hiçbirisi resim yapmayı ve boyamayı helal kılmaz, sadece bir adamın üzerinde resimler bulunan kumaşı varsa, onu nasıl kullanması gerektiğini açıklığa kavuşturur. Bu konuda Ebu Talha Ensari hadisi kesinlikle kabul edilmez, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) üzerinde resimler bulunan bir kumaşı perde olarak kullanmayı sadece yasaklamakla kalmayıp parçaladığını bildiren birçok sahih hadise muhaliftir. Bundan başka bu konuda Hz. Ebu Talha Ensari'nin (r.a) kendi uygulaması da, Tirmizi ve Muvatta'da rivayet edildiğine göre, üzerinde resimler bulunan bir kumaşı değil perde olarak asmak, yer yaygısı olarak bile kullanmama şeklindeydi. Hz. Aişe ve Salim bin Abdullah'ın hadislerine gelince onlar da, eğer bir resim önem verilerek ve saygı gösterilerek yükseğe asılmaz ve önemsemeden yere yayılıp halı olarak kullanılırsa bunun caiz olduğunu bildirirler.

Bütün bunlara rağmen bu hadisler nasıl olur da, boyama sanatını, resim ve heykel yapmayı insan medeniyetinin en kıymetli başarısı olarak değerlendiren ve bunu Müslümanlar arasında da yaygınlaştırmak isteyen bir kültüre meşruiyet kazandırmak için kullanılabilir?

Hz. Peygamber'in (s.a) ümmetine resim konusunda bıraktığı sünnet, bu konuda büyük sahabelerin uygulama ve davranışlarında görülebilir. İslam'da kabul edilen fıkıh ilkesi, Hz. Peygamber'in (s.a) merhaleler katedip ön emirler ve istisnalardan sonra hayatının son döneminde emrettiklerinin güvenilir ve salih İslam kuralları olarak alınmasını gerektirir. Hz. Peygamber'den (s.a) sonra büyük sahabelerin uygulaması ve belli davranış şekli üzerinde ısrar etmeleri de Peygamber'in (s.a) ümmetine o sünneti bıraktığının kuvvetli bir delilidir. Şimdi de bu salih ve muttaki kimselerin resim konusunda nasıl tavır aldıklarına bakalım:

Hz. Ömer (r.a) Hıristiyanlara şöyle demiştir: "Biz sizin kiliselerinize içlerinde resim olduğu için girmeyiz." (Buhari: Kitabü's-Salat)

İbn Abbas (r.a) bazen kilisede namaz kılardı, fakat içinde resim bulunmayan kiliselerde. (Buhari: Kitabü's-Salat.)

Ebu Heyyâc el-Esedî, Hz. Ali'nin (r.a) kendisine şöyle dediğini rivayet ediyor: Nebi'nin (s.a) beni gönderdiği görevle ben de seni göndereyim mi? Kırılmadık hiçbir put, yerle bir edilmedik hiçbir kabir ve yırtıp atılmadık hiçbir resim bırakmayacaksın." (Müslim: Kitabü'l-Cenaiz, Nesaî: Kitabü'l-Cenaiz.)

Heneş el-Kınânî, Hz. Ali'nin (r.a) emniyet görevlisine şöyle dediğini rivayet ediyor: "Şimdi seni hangi görevle görevlendireceğimi biliyor musun? Nebi'nin (s.a) beni gönderdiği göreve, yani her gördüğün resmi yırtıp atman ve her kabri yerle bir etmen için gönderiyorum." (Müsned-i Ahmed)

İslâm'ın bu kuralı, fakihler tarafından kabul edilmiş ve İslam hukukunun maddelerinden biri sayılmıştır. Bu nedenle Allame Bedrüddin Aynî, Tevhid'le ilgili olarak şöyle der:

"Bizim büyüklerimiz (yani Hanefi fakihleri) ve diğer fakihler, canlı bir şeyin resmini yapmanın sadece haram olmakla kalmayıp, kesinlikle yasaklandığını, resmi yapan kişi onu hor görerek kullanacak veya başka bir amaçla kullanacak olsa bile hiç farketmeksizin büyük bir günah olduğunu söylemişlerdir. Her ne tür olursa olsun resmini yapmak ve boyamak haramdır, çünkü bu Allah'ın yarattığına benzer bir şeyler yaratma çabasıdır. Aynı şekilde kumaş üzerine veya halıya, para üzerine, alet ya da duvar üzerine, neyin üzerine olursa olsun resim yapmak her halükarda haramdır.

Fakat ağaç vs. gibi şeylerin resmini yapmak haram değildir. Resmin gölgesi olsun veya olmasın (boyama resim olsun yahut heykel olsun-çev. notu) hiç farketmez. Bu, İmam Malik, Süfyan-ı Sevri, İmam Ebu Hanife ve diğer alimlerin görüşüdür. Kadı İyaz kız çocuklarının oyuncak bebeklerinin bundan istisna olduğunu söyler, fakat İmam Malik, onları satın almayı bile caiz görmemiştir." (Umdetü'l-Kari cilt XXII, s. 70). İmam Nevevi, Müslim şerhinde ayrıntılı bir şekilde aynı görüşü ele almıştır. (Bkz. Şerhü Nevevi, Mısır baskısı cilt XIV, ss. 81-82)Bu resim yapma konusundaki hükümler böyledir. Başkalarının yaptığı resimleri kullanma konusuna gelince, Allame İbn Hacer, İslam fakihlerinin görüşlerini şöyle zikreder:

"Malikî fakihi İbn Arabi, hor görülerek kulanılsa da kullanılmasa da gölgesi olan suretlerin haram olduğu konusunda alimlerin icmaı olduğunu söyler. Sadece kız çocuklarının oyuncak bebekleri ondan müstesnadır. İbn Arabi gölgesi olmayan fakat (basılı halde, aynadaki görüntünün aksine) sürekli olarak kalıcı olan suretlerin de hor görülerek kullanılsa da kullanılmasa da haram olduğunu söyler. Fakat başı kesilirse, ya da organları veya parçaları birbirinden ayrılırsa, kullanılabilir. İmamü'l-Harameyn, üzerinde resimler bulunan perde veya minderlerin kullanılabileceğini, fakat duvara veya tavana asılan resimlerin haram olduğunu çünkü bunlarda saygı ve yüceltme bulunduğunu, oysa perde ve minderde hor görmenin mevcut olduğunu ifade eden bir görüş zikretmiştir... İbn Ebi Şeybe, İkrime'den rivayet ederek sahabeden hemen sonra gelen tabiin alimlerinin, halıda veya minderde bulunan resimlerin onların hor görüldüğü anlamına geldiği şeklinde bir görüşleri olduğunu ifade eder. Onlara göre yüceltilerek yüksek bir yere asılan resim haramdır, fakat yere serilip yayılan resimleri kullanmak caizdir. İbn Sirin, Salim bin Abdullah, İkrime bin Halid ve Said bin Cübeyr'den de aynı görüş rivayet edilmiştir." (Fethü'l-Bâri. cilt X. s. 300)

Yukarıda zikredilen ayrıntılı açıklamalar, resmin haramlığının İslam'da şüpheli ve tartışmalı bir mesele olmadığını, bilakis yabancı kültürlerden etkilenen kimselerin kılı kırk yarma çabaları ile değiştiremeyecekleri bir şekilde Hz. Peygamber'in (s.a) apaçık emirleri, sahabenin uygulaması ve İslam fakihlerinin ortak görüşleri ile belirlenmiş kesin bir İslam kuralı olduğunu göstermektedir.

Bu hususta, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemek için bir kaç mesele daha açıkça anlaşılmalıdır.

Bazı kimseler boyama resim ile fotoğraf arasında bir ayrım yapmaya çalışırlar, oysa şeriat resmin (suret) kendisini yasaklar, suretin yapılış şeklini ve metodunu değil. Fotoğraf ile resim arasında hiçbir fark yoktur, ikisi de surettir. İkisi arasındaki tek fark yapılışlarında kullanılan metoddur ve bu hususta şeriat emirleri ikisi arasında hiçbir ayrım yapmaz.

Bazı kimseler İslam'da resmin, putperestliğe bir son vermek için yasaklandığı iddiasında bulunurlar. Bugün böyle bir tehlike olmadığına göre bu yasak iptal edilmelidir. Fakat bu iddia kesinlikle yanlıştır. Çünkü hadislerden hiçbirinde, resmin putperestlik ve şirk tehlikesinden sakınmak için haram kılındığına dair bir ifade yoktur. İkincisi, şirk ve puta tapıcılığın yer yüzünden silindiği iddiası da temelsizdir. Bugün Hindistan (Hint-Pakistan) yarımadasında bile hâlâ puta tapanlar mevcuttur. Şirk, dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı şekillerde uygulanmaktadır. Ehl-i Kitaptan Hıristiyanlar da İsa (a.s), Meryem (a.s) ve diğer azizlerin resim ve heykellerine tapmaktadırlar. Hatta Müslümanlardan büyük bir bölümü de Allah'tan başkasına kulluk etmekle meşguldürler.

Bazı kimseler de sadece putperestlik özelliği taşıyan resimlerin yani ilah addedilen kimselerin resim ve heykellerinin yasak olduğunu söylerler. Diğer resim ve heykellere gelince, onların haram olması için hiçbir sebep yoktur. Fakat bu iddiada bulunanlar, Şari'nin (Allah) emir ve talimatlarından hüküm çıkaracakları yerde kendi kendilerine kanun ve şeriat ortaya koymaktadırlar. Onlar resmin yeryüzünde sadece puta tapıcılık ve çok tanrıcılığa değil, daha birçok kötülük ve fitnelere sebep olduğunu ve bugün de olmaya devam ettiğini bilmiyorlar. Resim, kralların,diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. Resim müstehcenliğin yayılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Resimler, milletler arasına ayrılık ve nefret tohumları ekmek ve yığınları çeşitli şekillerde saptırmak için de kullanılmaktadır. O halde, Şari'nin (Allah), resmi, puta tapıcılığın kökünü kazımak için yasaklamış olduğu iddiası tamamen asılsızdır. Şari, canlı varlıkların resmini yapmayı kesinlikle yasaklamıştır. Eğer biz kendi kendimize kanun ve şeriat koymuyor ve Şari'ye tabi oluyorsak, bundan kesinlikle kaçınmalıyız. Belirli bir emir için kendi kendimize belirli bir sebep ve temel tayin etmemiz, sonra da bu temele dayanarak bazı resimleri helal, bazılarını da haram saymamız helal değildir.

Bazı kimseler "zararsız" resimler diye bir grup resimden bahsederler ve bunların hiçbir tehlikesinin olmadığını söylerler. Bu resimler şirke, müstehcenliğe, politik propagandaya ve başka kötülüklere sebep olmazlar, bu yüzden bu tür resimer yasak olmamalıdır. Burada insanlar yine aynı hataya düşüyorlar: İlk önce belirli bir emir için bir sebep ve temel tayin ediyorlar, sonra da tayin edilen sebebin bulunmadığı şeyleri helal kabul ediyorlar. Bunun yanısıra bu kimseler, İslam Şeriatının, insanın ne zaman helal sınırları içinde olduğuna, ne zaman onları aştığına karar veremeyeceği belirsiz ve kaypak bir helal-haram sınırı çizmediğini, bilakis herkesin gün ışığı gibi görebileceği bir ayırma sınırı çizdiğini bilmiyorlar. Resimle ilgili ayrım çizgisi kesinlikle apaçıktır: Canlı varlıkların resimleri haram, cansız varlıkların ki helaldir. Bu ayrım çizgisi hiçbir belirsizliğe yer vermemektedir. Allah'ın koyduğu emirlere uymak isteyen bir kimse neyin helal, neyin haram olduğunu açıkça görebilir. Fakat, eğer canlı varlıkların resimlerinden bazıları helal, bazıları haram kabul edilirse, ne kadar geniş olursa olsun iki tür resmi konu alan hiçbir liste, haram ile helal arasındaki sınırı açık ve kesin kılamayacak ve birçok resim helal sınırları içinde mi yoksa değil mi bilinmeyen muallak bir konumda kalacaktır. Bu, İslam'ın şarap konusundaki kesinlikle ondan sakınma emrine benzemektedir ve bu emir apaçık bir sınır belirler. Fakat eğer sarhoş edecek kadar şaraptan sakınılması gerektiği emredilmiş olsaydı, haramla helalin arasını ayırmak imkansız olacak ve hiç kimse ne kadar şarap içebileceğine ve nerde durması gerektiğine karar veremeyecekti. (Ayrıntılı açıklama için bkz. Resâil-ü-Mesâil,Cild 1, ss. 152-155)

21. Bu, Hz. Süleyman'ın (a.s) misafirperverliğinin ve cömertliğinin bir göstergesidir. Kazanlar kadar büyük tencereler misafirlere yemek sunmak için, ağır ve sabit kazanlar da aynı anda binlerce kişiye yemek pişirmek amacıyla hazırlanmıştır.

22. "Şükür ile çalışın": Şükreden kullar gibi çalışın. Kendisine nimet veren kimseye nimetini sadece sözle ifade eden ve bu nimetleri onun dileği dışında kullanan bir kimsenin sadece sözle şükretmesinin hiçbir anlamı yoktur. Asıl şükreden kimse, kendisine nimet verene minnettarlığını ve şükrünü hem sözle ifade eder, hem de bu nimetleri verenin dileği doğrultusunda kullanır.

14 Böylece onun (Süleymanın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber veren olmadı. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı ki;23 şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.24

AÇIKLAMA

23. Bu cümle başka bir anlama da gelebilir: "Cinlerin gerçek hal ve durumları açığa çıktı." Birinci anlamı kabul ettiğimizde ayet şu manaya gelir: "Cinler, gayb hakkında bilgi sahibi oldukları iddialarının asılsız olduğunu anladılar." İkinci anlama göre ise ayet şu manaya gelir: "Cinlerin gayb bilgisine sahip olduğunu sanan insanlar, bunun asılsız olduğunu idrak ettiler."

24. Bazı çağdaş müfessirler bu ayeti şöyle tefsir etmişlerdir: Süleyman'ın (a.s) oğlu Rehabaan kendini lüks hayata verdiği, dalkavuklar tarafından çevrelendiği ve yetenekli olmadığı için babasının ölümünden sonra omuzlarına yüklenen büyük sorumluluğu taşıyamamıştır. Onun tahta geçmesinden kısa bir süre sonra krallık çökmüş ve Hz. Süleyman'ın (a.s) büyük gücüyle kendisine boyun eğdirdiği sınırdaki kavimler (yani cinler) isyan etmişlerdir. Fakat bu tefsir Kur'an'ın ifadesine hiç uymamaktadır. Kur'an'da kullanılan ifade ile canlandırılmak istenen manzara aşağı yukarı şöyledir: Hz. Süleyman asasına dayanmış bir halde otururken ya da ayakta dururken ölüm ona geldi. Değneğe dayandığı için vücudu olduğu yerde kaldı ve cinler de onun yaşadığını sanarak eski görev ve hizmetlerine devam ettiler. Ağaç kurdu değneği kemirip çürütünce Hz. Süleyman'ın vücudu yere düştü; işte o zaman cinler onun öldüğünü anladılar.

Neden bu apaçık ve hiç şüpheye yer bırakmayan ifadeden, ağaç kurdunun Hz. Süleyman'ın oğlunun ehil olmayışına, değneğin Hz. Süleyman'ın güç ve kudretine, vücudunun yere düşüşünün ise krallığının yıkılışına delalet ettiğini savunan bir yorum çıkarılmaya çalışılıyor? Eğer Allah bunları anlatmak istemiş olsaydı, Arap dilinde kelime kıtlığı diye bir sorun yoktu. Kur'an hiçbir yerde böyle bilmece gibi muammalı ifadeler kullanmamıştır. Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Araplar acaba bu muammayı nasıl çözebilirlerdi?

Bu tefsirin en garip ve saçma yanı ise cinlerin, Hz. Süleyman'a (a.s) bazı hizmetlerde bulunmak üzere boyun eğen civar kabile ve kavimler olduğunu söylemesidir. Sorun şudur: Bu kavimlerden hangisi gaybı bildiğini iddia etmiş ve müşrikler kimleri gaybı bilen olarak kabul etmişlerdir. Bu ayetin son sözlerini açık kafayla okuyan herkes, cinlerin, ya kendi kendilerine gaybı bildiklerini iddia eden, ya da insanların gaybı bildiklerini sandığı bir grup varlık olduğunu ve bu varlık grubunun gaybdan habersiz olduğu gerçeğinin, cinler Hz. Süleyman öldüğü halde onu hâlâ yaşıyor zannederek hizmet ve görevlerine devam ettiklerinde ortaya çıktığını anlar.

Kur'an'daki ifade, cinlerin civar kabileler olduğunu sanan bir kimsenin, bu yanlış düşüncesini hemen değiştirmesini sağlayacak kadar açıktır. Fakat materyalist dünya önünde gözle görülmeyen cinler diye bir varlık grubunun varlığını kabul etmekten utanan kimseler, Kur'an'ın bu apaçık ifadesine rağmen hâlâ bu yanlış yorum üzerinde ısrar ederler.

Kur'an'ın birçok yerinde Allah (c.c), Arabistan müşriklerinin cinleri Allah'a ortak koştuklarını, onları Allah'ın oğulları olarak kabul ettiklerini ve onlara sığındıklarını söyler:

"Onları yaratan olduğu halde cinleri Allah'a ortak yaptılar." (Enam: 100) "Onlar Allah ile cinler arasında soy-bağı kurdular." (Saffat: 158) "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı." (Cin: 6)

Müşrikler, cinlerin görülmeyeni ve gaybı bildiklerine inanıyor ve gayb bilgisini elde etmek için onlara yöneliyorlardı. Allah bu olayı, bu inancı meydana çıkarmak ve Arapların, bu inançlar tamamen asılsız ve yanlış olduğu halde, geçerli hiçbir sebep olmaksızın batıl inançlara tabi olduklarının farkına varmaları amacıyla burada zikretmiştir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. aşağıda an. 63)

15 Andolsun, Sebe25 (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır.26 (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi.27 (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rabb(iniz var)."

16 Ancak onlar yüz çevirdiler,28 böylece biz de onlara Arim selini gönderdik.29 Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük.30

17 Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?

AÇIKLAMA

25. Burada konunun devamlılığının kavranabilmesi için 1-9 ayetlerde ele alınan ana fikir göz önünde bulundurulmalıdır. Orada Arap müşriklerinin ahireti saçma bulduklarına ve ahireti tebliğ eden elçinin ya deli, ya da apaçık bir yalancı olduğunu iddia ettiklerine işaret edilmiştir. Buna cevap olarak Allah yukarıda an. 7, 8 ve 12'de açıkladığımız bazı deliller ortaya koymuştu. Daha sonra 10-21 ayetlerde, yeryüzünde yaşayan insan topluluklarının tarihinin de ceza ve hesap kuralının varlığına şehadet ettiğini vurgulamak amacıyla Davud ve Süleyman Peygamberlerin ve Sebe halkının kıssaları anlatılmıştır.

Eğer insanoğlu kendi tarihini dikkatle incelerse, bu dünyanın körü körüne işleyen sahipsiz bir mülk olmadığını, bilakis şükreden kullarına bir türlü, nankör ve şükretmeyen kullarına ise başka bir türlü davranan, herşeyi işiten ve gören Allah tarafından idare edildiğini anlayacaktır. Eğer insan isterse, aynı tarihten böyle bir karaktere sahip olan Allah'ın mülkünde iyilik ve kötülüğün aynı sonuca yol açmayacağını da çıkarabilir. Bu mülkün adaletinin kaçınılmaz gereği, iyiliğin tam anlamıyla mükafatlandırılacağı ve kötülüğün de tam anlamıyla cezalandırılacağı bir zamanın gelmesidir.

26. Yani, "Sahip oldukları herşeyin kendilerinin eseri değil başka biri tarafından verilen bir hediye olduğuna, ibadet, şükür ve itaatlerine bu nimetleri vermekte hiçbir katkısı olmayanların değil, sadece kendilerine bu nimetleri ihsan eden Allah'ın layık olduğuna ve servetlerinin ebedi olmayıp nasıl toplandıysa bir gün aynı şekilde yok olabileceğine dair birçok ibretler vardır."

27. Bu, bütün ülkede sadece iki bahçe olduğu anlamına gelmez, bütün Sebe ülkesinin bir bahçe gibi olduğu anlamına gelir. İnsan nereye otursa sağında bir bahçe, solunda bir bahçe görebilirdi.

28. Yani, "Onlar şükür ve itaat yerine nankörlük ve isyan yolunu seçtiler."

29. Metindeki "seylelarimi" ifadesinde kullanıldığı gibi 'arim' kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela, Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Me'arib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı M.S 542 ve 543 tarihli bir kitabede bu kelime tekrar tekrar baraj (set) anlamında kullanılmıştır. O halde Seyl el-arim bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi anlamına gelir.

30. Yani "Setin (baraj) yıkılmasından sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke harap oldu. Sebelilerin dağların arasına setler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabani otların yetiştiği bir cangıl haline geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında yenebilecek hiçbir meyve kalmadı.

18 Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında (biri diğerinden) görünebilen şehirler var ettik ve orada yürüme (imkânlarını) takdir ettik:31 "Oralarda geceleri ve güdüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın" (dedik).

19 Onlar ise: "Rabbimiz, seferlerimizin arasını aç32 (şehirlerimiz birbirine çok yakındır) dediler ve kendi nefislerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları efsaneler(e konu olan bir halk) kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık.33 Hiç şüphe yok bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır.34

20 Andolsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu, böylelikle, iman etmekte olan bir grup dışında onlar, ona uymuş oldular.35

21 Oysa onun, kendilerine karşı hiç bir zorlayıcı-gücü yoktu; ancak biz ahirete iman edeni, ondan kuşku içinde olandan ayırdetmek için (ona bu imkânı verdik).36 Senin Rabbin, her şeyin üzerinde gözetici-koruyucu olandır.37

AÇIKLAMA

31. "İçinde bereketler yarattığımız memleketler": Genellikle Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde zikredilen Suriye ve Filistin beldeleri. (Bkz. mesela, A'raf: 137, İsra: 1, Enbiya: 71, 81)

"Görünen şehirler": Ülkenin içinde değil yükseğe kurulmuş olan şehirler. Bu, şehirler birbirinden uzak olmadığı, bir şehir bittiğinde diğerinin sınırları başlayacak şekilde sıra sıra olduğu anlamına da gelebilir.

"Uzaklıklar takdir etmiştir": Yemen'den Suriye sınırlarına dek bütün yolculuk yerleşik şehirler üzerinden yapılır ve konaklar arasındaki uzaklıklar bilinir ve belirlidir. Yerleşik alanlarda yapılan yolculuklarla yerleşim bölgesi olmayan çölde yapılan yolculuğu birbirinden ayıran fark işte budur. Bir yolcu çölde istediği sürece yolculuğuna devam eder ve yorulduğunda konaklar. Bunun aksine yerleşik alanlarda şehirler arasındaki uzaklıklar iyi bilindiğinden, yolcu önceden yolculuğuna nerde ara vereceğini, günün ortasında nerede dinleneceğini ve geceyi nerede geçireceğini planlayabilir.

32. Onlar Allah'a böyle bu kesimlerde dua etmemiş olabilirler. Fakat Allah'ın nimetlerine şükretmeyip nankörlük eden herkes, aslında Allah'a sanki kendisinin bu nimetlere layık olmadığını söylemek istemektedir. Aynı şekilde Allah'ın verdiği nimetleri suistimal eden bir topluluk aslında, Allah'a şöyle dua etmektedir: "Rabbimiz! Nimetlerini bizden al, biz bunlara layık değiliz.

Bunun yanısıra metinde kullanılan ifade, Sebelilerin nüfuslarının fazlalağını kendileri için bir felekat kabul ettiklerini ve başka akılsız milletler gibi nüfuslarının azalmasını istediklerini de ima edebilir.

33. Yani, "Sebeliler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamamen dağılışından bahsetmek isteseler Sebelileri örnek gösterirler. Allah nimetlerini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benü Gassân, Suriye ve Ürdün'e, Evs ve Hazreç, Yesrib'e, Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihane'ye yerleşti. Ezd kabilesi Umman'a gitti, Beni Lahm, Cuzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını terketmek zorunda kaldılar. Böylece Sebeliler artık millet olmaktan çıktılar ve sadece bir efsane oldular."

34. Burada "sabreden ve şükreden kimse" ile, Allah kendisine nimet verdiğinde dengesini kaybetmeyen, Allah'ı unutmayan, Allah'ın verdiği nimetlere nankörlük etmeyen fert ve toplumların başlarına gelen felaketlerden ibret alan kimseler kastedilmekdedir.

35. Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece bir tek Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe krallığı içinde, sadece Zu-semevi veya Zû-semâvi'ye (yani Rabb es-Sema! Göklerin rabbi) ibadete hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilahtan Meliken zu-semavi (Göklerin sahibi olan Melik) diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca yaşamaya devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "İlah zu-semavi" (bu mabet, ilah zu-semavi'ye aittir) ifadesi bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilah-in bel semin ve ardin (Göklerin ve yerin sahibi olan ilahın yardım ve rızasıyla). M.S. 458 tarihli başka bir kitabede de Rahman kelimesi, bi-rıza Rahmanen (Rahmanın yardımıyla) şeklinde kullanılmaktadır.

36. Yani, "İblis'in, kendileri Allah'a itaat etmek istedikleri halde insanları Allah'a isyan yolunu seçmeye zorlama gücü yoktur. Allah sadece ona, kendileri Allah'a isyan yolunu seçmek isteyen kimseleri saptırma, kandırma ve aldatma yetkisi vermiştir. Ahirete inananlar, onunla ilgili şüphe duyanlardan ayrılsın diye İblise bu güçler verilmiştir.

Başka bir deyişle, bu ilahi ifade, bu dünyada ahirete imandan başka hiçbir şeyin insanın doğru yola bağlılığını temin etmediğini gözler önüne sermektedir. Eğer bir insan öldükten sonra dirileceğine ve Allah huzurunda amellerinin hesabını vereceğine inanmazsa, tabii ki doğru yoldan sapacaktır. Çünkü o hiçbir zaman kendisinde, doğru yola bağlanmasını sağlayacak sorumluluk duygusunu geliştiremeyecektir. İşte bu nedenle şeytanın insanı saptırmak için kullandığı en önemli araç, onu ahiretten gafil yapmaktır. Bu şeytanî hileden kendisini kurtaran bir kimse, asla bu geçici dünyanın çıkarları için gerçek ve ebedi dünyanın nimetlerini feda etmez. Tam aksine şeytanın kandırmalarıyla temsilcileri olduklarını iddia ederek halktan itaat isterlerdi. Bu dünyada kim doğru yoldan sapmışsa, ya ahireti inkar ettiği için, yahutta ondan şüphe içinde olduğu için sapmıştır. Kim de doğru yola tabii olmuşsa, doğru ve salih amelleri ahirete olan imanından kaynaklandığı için böyle davranmıştır.

37. Kur'an'daki Sebelilerin tarihiyle ilgili bahislerin tam manasıyla kavranabilmesi için, bu ülkenin tarihiyle ilgili başka kaynaklardan elde edilen bilgiler de göz önünde bulundurulmalıdır.

Tarihte "Sebe", büyük kabileleri de içine alan büyük bir Güney Arabistan kavmiydi. İmam Ahmet, İbn Ebi Hatim, İbn Abd'ül-Berr ve Tirmizi, Hz. Peygamber'den (s.a) Sebe'nin soyundan aşağıdaki kabileler türeyen bir Arap olduğunu rivayet etmişlerdir: Kinde, Himyer, Ezr, Eş'ariyin, Mezhic, Enmar (iki kolu ile birlikte: Kes'am ve Becile) Amile, Cüzam, Lahm ve Gassan.

Eski çağlardan beri bu Arap kavmi bütün dünyaca bilinirdi. M.Ö. 2500 tarihli Ur kitabelerinde bu kavimden Sebum diye bahsedilmektedir. Bundan başka Babil ve Asur yazıtlarında ve Kitab-ı Mukaddes'te de Sebelilerin birçok kez adı geçmektedir. (bkz. Mezmurlar 72-15, Yeremya 6:20, Hezekiel 27:22, 38:13, Eyub 6;19). Yunan ve Roma tarihçileri ve coğrafya bilgini Theo-phrastus (M.Ö. 288) de, İsa'dan öncesinden itibaren, çağlar boyunca Hıristiyan tarihinin yanısıra bu kavimden de bahsetmektedirler.

Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Arabistan yarımadasının güneybatı köşesiydi. Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır. Davud ve Süleyman Peygamberler zamanında Sebeliler, zenginlikleriyle dünyaca meşhur bir kavimdi. Başlangıçta güneşe tapıyorlardı. Daha sonra, kraliçelerinin Hz. Süleyman zamanında imana gelmesinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen çoğu Müslüman oldu. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka (ay tanrısı), Ester (Venüs), Zat Hamim, Zat Bed'an (güneş tanrısı) Hermeten veya Herimet gibi birçok tanrı ve tanrıçaya tapmaya başladılar. Baş tanrıları Elmeka'ydı. Krallar onun temsilcisi olarak memlekette hüküm sürüyorlardı.

Yemen'de yapılan kazılar sonucu her tarafta bu tanrılar için özellikle de Elmaka için mabedler yapıldığını ve her önemli olayda bu tanrılara kurbanlar sunulduğunu gösteren birçok yazıtlar ortaya çıkarılmıştır.

Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000 kadar kitabe bulunmuştur. Bunların yanısıra, Arap ravilerinin, Romalı ve Yunan tarihçilerinin verdikleri bilgiler de kullanılırsa, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırlanabilir. Bu bilgilere dayanarak aşağıdaki dönemlerin bu kavmin tarihinde önemli dönemler olduğunu söyleyebiliriz:

1) Yedinci yüzyılın yarısından önceki dönem: Bu dönemde Sebe kralları Mukarrib diye anılıyordu. Bu, kralların kendilerinin insanlarla tanrılar arasında bir bağ olduğunu iddia ettiklerini veya başka bir deyişle rahip-krallar olduklarını ifade eder.

Başkentleri, bugün Heribe denilen ve Me'arib'in bir günlük yol batısında kalıntıları bulunan Sirve idi. Büyük Me'arib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı; daha sonraki dönemlerde gelen krallar bu barajı zaman zaman genişletmişlerdir.

2) M.Ö. 650-M.Ö. 115: Bu dönemde Sebe kralları, dinsel yönetimin yerini laik krallık yönetimine bıraktığını gösteren Melik adını aldılar ve Mukarrib adını kullanmaz oldular. Sirve'yi bırakıp Me'arib'i başkent yaptılar ve onu her yönden geliştirdiler. Bu şehir denizden 3900 fit yüksektedir ve San'a'nın yaklaşık 60 mil doğusundadır. Bugün bulunan harebeleri bile, bir zamanlar çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik etmektedir.

3) M.Ö. 115-M.S. 300: Bu dönemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden biri olan Himyerilerin yönetimi altına girdi. Onlar Me'arib'i bırakıp, daha sonraları Zafar diye bilinen Reydan'ı başkent yaptılar. Bu şehrin kalıntıları bugünkü Yerim şehri yakınlarındaki bir tepe üzerinde hâlâ mevcuttur. Bu tepeye yakın bir yerde, belki de bir zamanlar bütün dünyaca zafer ve büyüklüğü ile tanınan o büyük kavmin torunları olan Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Aynı dönemde krallığın bir bölümü için ilk defa Yemenet ve Yemenat kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babü'l-Mendeb'den Hadramevt'e kadar uzanan bütün toprakların adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Sebelilerin gerileyişi de başlamıştır.

4) M.S. 300'den İslamın doğuşuna kadar olan dönem: Bu Sebelilerin çöktüğü dönemdir. Bu dönemde Sebeliler, dış müdahalelere meydan bırakan iç savaşlara dalmışlardı. Bu, onların ticaret ve tarımlarının gerilemesi, hatta siyasal özgürlüklerinin bile kaybedilmesi ile sonuçlandı. Himyeriler ve diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Habeşiler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S. 340'tan M.S. 378'e kadar yönettiler. Daha sonra siyasal özgürlüklerini kazanmalarına rağmen büyük Me'arib barajında çatlaklar görülmeye başladı ve bu çatlaklar, 1. ayette değinilen "sel"in yol açtığı büyük bir felaketle sonuçlandı. (450-451 miladi). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine dek baraj tamir edildi, fakat ne dağılan insan topluluklarını geri getirebildi, ne de bozulan tarım ve sulama sistemi eski haline döndürülebildi. M.S. 523'te Yemen'in Yahudi kralı Zu-Nuvas Necran Hıristiyanlarını katletti. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ashab-ı Uhdud diye değinilmektedir. (Büruc:4) Bunun intikamını almak için Habeşistan'daki Hıristiyan krallığı Yemen'i işgal etti ve bütün toprakları ele geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeşli yöneticisi Ebrehe, Kabe'nin merkezi durumuna bir son vermek ve bütün batı Arabistan'ı Bizans-Habeş etkisi altına almak için, Hz. Muhammed'in (s.a) doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü. Habeşistan ordusu, Kur'an'da Ashabü'l Fil adı altında anlatıldığı şekliyle tamamen helak oldu. En sonunda M.S. 575'de Yemen, İran'lıların eline geçti. Yemen meliki Bazan, İslamı kabul edince onların yönetimi de M.S. 628'de sona erdi.

Sebe halkı zenginliğini iki şeye borçluydu: Tarım ve ticaret. Tarımlarını, daha önceden Babil hariç hiçbir yerde bilinmeyen bir sulama sistemi ile geliştirmişlerdi. Ülkelerinde doğal akarsular yoktu, yağmurlu mevsimlerde tepecikler arasına inşa ettikleri setler sayesinde küçük gölcüklerde su toplanır ve ülkenin her tarafında yapılan bu gölcüklerden tarlalarına su taşımak için kanallar inşa ederlerdi. Bu, Kur'an'da da değinildiği gibi bütün ülkeyi verimli bir bahçe haline getirmişti. En büyük su deposu, Me'arib yakınındaki Cebel Belek'in girişine inşa edilen baraj sayesinde biriken göldü. Fakat Allah nimetlerini onlardan geri alınca, en büyük baraj M.S. beşinci yüzyılın ortalarında yıkıldı ve meydana gelen sel birbiri arkasına ülkedeki bütün barajları yıktı. Bu da bütün sulama sisteminin bir daha tamir edilemeyecek şekilde bozulmasıyla sonuçlandı.

Allah, Sebelilere ticaretle ilgili olarak da yararlanabilecekleri çok avantajlı bir coğrafi mekan ihsan etmişti. Bin yıldan fazla Doğu ile Batı arasındaki ticaret araçlarını tekellerinde tuttular. Bir taraftan limanlarına Çin'den ipek, Endonezya ve Malabar'dan baharatlar, Hindistan'dan dokuma ve kılıçlar, Güney Afrika'dan zenci köleler, maymunlar, devekuşu tüyleri, fildişi geliyor, diğer taraftan bu malları daha sonra Roma ve Yunanistan'a nakledilmek üzere Mısırlı ve Suriyeli tacirlere satıyorlardı. Bunun yanısıra Sebeliler, Mısır, Suriye, Roma ve Yunanistan'da büyük revaç bulan buhur, anbar, mür ve daha başka parfümler üretiyorlardı.

Bu uluslararası ticaret için iki önemli yol vardı: Kara yolu ve deniz yolu. Deniz ticareti bin yıldan fazla Sebelilerin kontrolünde kaldı, çünkü Kızıldeniz'in esrarengiz muson rüzgarlarını, dalgalarını, kayalıklarını, emin limanlarını sadece onlar biliyorlardı ve başka hiçbir kavim bu tehlikeli sularda denizcilik yapmayı göze alamıyordu. Bu deniz yolu ile Sebeliler ticaret mallarını Ürdün ve Mısır limanlarına götürüyorlardı. Aden ve Hadramevt'ten gelen kara yolları Me'arib'de birleşiyor, oradan da Mekke, Cidde, Yesrib, El'ula, Tebuk ve Eyle'den Petra'ya giden bir yola uzanıyor, bu yol kuzey ucunda Mısır ve Suriye'ye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu kara yolu boyunca Kur'an'da zikredildiği gibi Yemen'den Suriye sınırlarına kadar uzanan ve ticaret kervanlarının gece gündüz uğradığı birçok Sebe kolonisi kurulmuştur. Bu kolonilerin (yerleşim bölgesi) işaretlerine bugün hâlâ Sebe ve Himyeri kitabelerinin bulunduğu bu yol üzerinde rastlanmaktadır.

Hz. İsa'dan sonraki birinci yüzyıldan sonra Sebelilerin ticareti kötüye gitmeye başladı. Ortadoğu'da Yunan, daha sonra da Roma krallıkları kurulduktan sonra halk Arap tacirlerinin kurdukları tekel nedeniyle oryantal mallar için çok yüksek fiyatlar talep etmelerinden şikayetçi olmaya ve yöneticileri onların deniz ticaretindeki tekeli kırmaya teşvik etmeye başladılar.

Bunun üzerine başlangıçta Mısır'ın Yunanlı yöneticisi II. Batlamyus (M.Ö. 285-246) yaklaşık olarak yedi yüzyıl önce Firavun Sesostris tarafından kazılan Nil-Kızıldeniz kanalını tekrar açtı. Bunun sonucu olarak ilk Mısır donanması ilk defa bu kanaldan Kızıldeniz'e girdi, fakat Sebelilere karşı fazla başarı kazanamadı. Mısır, Romalıların eline geçince, Romalılar, Kızıldeniz'e daha güçlü bir ticaret filosu gönderdiler ve bu filoyu arkadan başka bir donanma ile de desteklediler. Sebeliler bu güce karşı koyamadılar. Romalılar her limanda kendi ticaret kolonilerini kurdular, gemiler için erzak depoladılar ve mümkün olan her yere askeri kuvvetlerini de yerleştirdiler. En sonunda Aden, Romalıların askeri yönetimi altına girdi. Bu hususta Roma ve Habeşistan krallıkları Sebelilere karşı gizli ve ortak planlar kurdular ve en sonunda bu kavmi siyasal özgürlüğünden de mahrum bıraktılar.

Deniz ticareti yolundaki denetimlerini yitiren Sebelilere sadece karayolu ticareti kaldı, fakat bir çok faktör birleşerek yavaş yavaş bu ticareti de ellerinden çıkarmalarına sebep oldu. İlk önce Nebatiler, Petra'dan El-Ula'ya kadar bütün Hicaz ve Ürdün kolonilerini Sebelilerin elinden aldı. Daha sonra M.S. 106'da Romalılar, Nebati krallığına bir son vererek Hicaz'a dek bütün Suriye ve Ürdün yerleşim bölgelerini ele geçirdi. Bundan sonra Habeşistan ve Roma, iç karışıklıklardan yararlanarak Sebelilerin ticaretini tamamen mahvetmeye çalıştılar. İşte bu nedenle Habeşistan, en sonunda bütün bölgeyi ele geçirinceye dek defalarca Yemen'e saldırmıştır.

Böylece Allah'ın gazabı, bu kavmin zafer ve zenginliğin doruğundan bir daha yükselmeye muktedir olamayacakları hiçliğe inmelerine neden olmuştur. Bir zamanlar Yunanlılar ve Romalılar bu kavmin efsanevi zenginliğini duyup kıskanırlardı. Strabe şöyle diyor: "Sebeliler altın ve gümüş kaplar kullanıyorlardı, evlerinin tavanları, duvarları ve kapıları bile fildişi, altın, gümüş ve değerli taşlarla süslüydü." Pliny şöyle der: "Roma'nın ve İran'ın bütün zenginlikleri Sebelilerin ellerine akıyor. Onlar bugün dünyanın en zengin halkı ve verimli toprakları, bahçeler, bitkiler ve hayvanlarla dolu." Artemidorus ise şöyle der: "Bu insanlar lüks içinde yüzüyorlar. Yakacak olarak tarçın ağacı, sandal ağacı ve başka güzel kokulu ağaçlar yakıyorlar." Aynı şekilde Yunan tarihçileri de Sebelilerin sahip olduğu sahillerden geçerken gemilerin içinden bile bu toprakların güzel kokusunu duyan yolculardan bahsederler. Tarihte ilk defa Sebeliler bir gökdelen inşa etmişlerdir. San'a'da bir tepenin üzerine inşa edilen ve Gumdan kalesi denilen bu gökdelenin Arap tarihçilerine göre yirmi katı vardı ve her kat 36 fit yüksekliğe sahipti. Sebeliler Allah kendilerine nimetlerini bol bol ihsan ettiği sürece böyle bolluk ve eğlence içinde yaşadılar. En sonunda nankörlükte bütün sınırları aştıklarında, herşeye gücü yeten Allah, yüzünü onlardan çevirdi. Onlar da sanki daha önceden hiç varolmamış gibi helak oldular.

22 De ki:38 "Allah'ın dışında (tanrı diye) öne sürdüklerinizi çağırın:39 Onların göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile (hiç bir şeye) güçleri yetmez; onların bu ikisinde hiç bir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun bunlardan hiç bir destekçi olanı da yoktur.

23 O'nun katında, kendisine izin verdiği kimsenin dışında şefaati yarar sağlamaz.40 En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok yüce olandır, çok büyük olandır.41

24 De ki: "Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran kim?" De ki:42 "Allah, gerçekten ya biz, ya da siz her halde bir hidayet üzerindeyiz veya apaçık bir sapıklıkta."43

25 De ki: "Siz, bizim işlemiş bulunduğumuz suçtan sorulacak değilsiniz ve biz de sizin yapmakta olduklarınızdan sorulacak değiliz."44

26 De ki: "Rabbimiz (kıyamet günü) bizi bir arada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasın) açandır, (her şeyi hakkıyla) bilendir."45

AÇIKLAMA

38. Buraya kadar geçen bölümlerde müşriklerin ahiretle ilgili yanlış fikirlerine değinilmişti. Buradan itibaren konu artık şirkin reddedilmesidir.

39. Yani, "Davud ve Süleyman Peygamberlerin ve Sebe kavminin kıssalarında gördüğümüz gibi fertlerin, milletlerin ve kralların iyi veya kötü kaderini Allah tayin eder. Şimdi siz eğer dilerseniz, kendi yaptığınız ilahların, bir kimsenin iyi kaderini kötüye, kötü kaderini de iyiye çevirip çeviremeyeceğini denemek için onlara yalvarın."

40. Yani, "Değil bir şeye sahip olmak veya sahiplikte Allah'a ortak olmak, yahut herhangi bir şekilde Allah'a yardımcı olmak, bütün kainatta kendi kendisine Allah'ın huzurunda şefaat edebilecek bir tek kimse bile yoktur. Siz Allah katında bazı sevgili kullar olduğu veya Allah'ı şefaatlerini kabule zorlayabilecek bazı güçlü şahsiyetlerin varolduğu gibi yanlış fikirlere sahipsiniz. Oysa gerçek şu ki, orada Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse bir tek söz söyleyemez. Sadece Allah'ın izin verdiği kimse için Allah huzurunda şefaat edebilecektir. İslam'da ve putperestlikte şefaat arasındaki fark için bkz. Yunus: 3-10, Hud: 76-105, Taha: 109, Enbiya: 28, Hacc:76) (Yunus an: 5-23, Hud an: 84-16, Nahl an: 64-79, Taha an: 86, Enbiya an: 27, El-Hacc an: 125)

41. Burada, kıyamet gününde bir şefaatçinin bir başkası için şefaat etme izni arayışının bir tablosu çizilmektedir: (İzin başvurusunda bulunduktan sonra hem şefaatçi hem de hakkında şefaat edilecek olan kimse sabırsızlık ve korku içinde cevabı beklerler. En sonunda cevap geldiğinde ve hakkında şefaat edilecek kimse şefaatçinin yüzünde bir tatmin ifadesi gördüğünde biraz rahatlar ve şefaatçiye "ne cevap alındı?" diye sorar. Şefaatçi de "Hak olan cevap: izin verildi." der.) Burada vurgulanmak istenen şudur: "Ey akılsız insanlar! İşte Allah'ın mahkemesi böyle korkulu olacak! Nasıl olur da bir başkasının kendi gücüyle sizi bağışlayacağını veya cesaretle kalkıp da Allah'a: "Bunlar benim gözde adamlarım, bu yüzden bunlar bağışlanmalı, diyebileceğini düşünüp böyle bir fikre kapılabilirsiniz.

42. Burada soru ile cevap arasında ince ve anlamlı bir boşluk vardır. Sorunun muhatabı, sadece Allah'ın yokluğuna inanmamakla kalmayıp, rızkı verenin Allah olduğunu bilen ve buna inanan müşriklerdi. Fakat buna rağmen onlar içinde Allah'a başkalarını ortak koşuyorlardı. Şimdi onlara: "Size gökten ve yerden kim rızık veriyor?" diye sorulduğunda müşrikler köşeye sıkıştırılmış oluyorlardı. Eğer Allah'ın yanısıra başka birisini de ansalar, kendilerinin ve halklarının inançlarına aykırı bir ifadede bulunmuş olacaklardı. Eğer inatçılık edip böyle bir şey söyleseler kavimlerinin kendilerini reddedeceğinden korkuyorlardı. Eğer rızkı verenin sadece Allah olduğunu kabul etseler, o zaman da hemen şu soruyla karşı karşıya geleceklerdi: "O halde neden ve ne için başkalarını ilah ediniyorsunuz?" Rızkı veren Allah olduğuna göre, başka ilahlara niçin itaat ve ibadet edilsin?

Böylece müşriklerin kafası karışıyor ve şaşkınlığa düşüyorlardı. Ne sadece Allah'ın rızık veren olduğunu söyleyebiliyor, ne de başka bir ilahın rızık verdiğini iddia edebiliyorlardı. Soruyu soran onların cevap vermediğini görünce kendi sorusunu kendi cevaplıyor ve: "Allah" diyor.

43. Bu cümle, tebliğdeki hikmetin önemli bir noktasına işaret etmektedir. Yukarıda zikredilen soru ve cevabın mantıklı sonucu Allah'a itaat ve ibadet eden kimsenin doğru, O'nun yanısıra başkalarına tapanların ise yanlış yolda olduğudur. Bu nedenle verilen sonuç: "O halde biz doğru yoldayız, siz sapıklık içindesiniz" olmalıydı. Fakat gerçek ve doğru olmasına rağmen böyle açık ve dosdoğru bir karşılık tebliğ yönünden uygun ve akıllıca olmazdı. Çünkü bir kimseye hitap edildiğinde ve açıkça kendisinin sapıklık içinde olduğu söylenir, konuşan da doğru yolda olduğunu iddia ederse, bu kimse daha da inatçı olacak ve gerçeği kabule hiç yanaşmayacaktır. Allah'ın Rasulü sadece apaçık gerçeği söylemek için gönderilmediği, bunun yanısıra ona yanlış yolda olanları mümkün olduğunca çeşitli planlarla ıslah etme görevi de emanet edildiği için, soru ve cevaptan sonra Allah peygamberinden açıkça onların yanlış yolda ve sadece kendisinin doğru yolda olduğunun söylenmesini istememiştir. Bunun yerine şöyle buyurulmuştur: "Onlara de ki: Bizim sadece rızık veren bir tek Allah'ı mabud kabul ettiğimiz, sizinse rızık vermeyen başka ilahlar edindiğiniz meydana çıktı. Şimdi bu durumda her ikimizin de doğru yolda olması mümkün değildir. Sadece birimiz doğru yolda olabiliriz, diğerimiz ise sapıklık içindedir. Mantıki olarak hangimizin doğru yolda hangimizin yanlış yolda olduğunun ispatlandığına siz hükmedin."

44. Yukarıdaki soru dinleyicilerin zaten çok ciddi olarak düşünmelerini sağlamıştı. Bu cümle onların daha da ciddi düşünmelerini sağlamak için eklenmiştir: "Doğru yol ve sapıklık sorununu düşünüp karar vermek bizim bireysel faydamız içindir. Çünkü eğer biz yanlış yoldaysak, hatamızın sonuçlarını kendimiz çekeceğiz, siz bundan sorumlu tutulmayacaksınız. Bu nedenle bir inancı benimsemeden önce yanlış yolda olmadığımızdan emin olmak için çok ciddi düşünmeliyiz. Siz de aynı şekilde bizim için değil kendiniz için iyice düşünmelisiniz ve hayat sermayenizi yanlış bir inanca yatırmadığınızdan emin olmalısınız. Çünkü bu hususta bir hata işlediğinizde bize değil, sadece kendinize zarar verirsiniz."

45. Bu dinleyicinin dikkatinin çekildiği son ve en güçlü motiftir. Vurgulamak istediği şudur: "Mesele sadece bizimle sizin aranızda hak ve batıl farkı olduğu değil, fakat siz ve biz hepimizin hakkı bilen ve hepimizin durumundan haberdar olan Rabbimizin huzuruna çıkacağımızdır. Orada, O'nun huzurunda sadece hangimizin doğru yolda olduğuna hüküm verilmekle kalınmayacak, bizim size hakkı açıklamak için ne kadar çaba sarfettiğimiz, sizinse, bize nasıl karşı çıktığınız ve hakka olan düşmanlığınız nedeniyle bize nasıl karşı koyduğunuz da meydana çıkacak."

27 De ki: "O'na (kulluk etmede) eklemekte olduğunuz ortakları bana gösterin.46 Asla (onlar ona gerçek ortak olamazlar); hayır, O, güçlü ve üstün olan, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'tır."

28 Biz seni ancak bütün insanlara bir müjde verici ve uyarıcı-korkutucu olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.47

29 Onlar: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu va'd (ettiğiniz azab) ne zamanmış?" derler.48

30 De ki: "Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, siz ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz."49

AÇIKLAMA

46. Yani, "Bu ilahlara dayanarak büyük bir riske atılmadan önce, içlerinden hangisinin Allah'ın mahkemesinde sizin destekçiniz olarak ayağa kalkmaya ve sizi O'nun azabından kurtarmaya muktedir olduğunu bana söyleyin."

47. Yani, "Sen sadece bu şehrin veya bu beldenin, yahut da bu çağın insanlarına peygamber olarak gönderilmedin, bilakis her çağda yaşayacak olan bütün insanlar için gönderildin. Fakat senin çağdaşların senin değerini anlamıyorlar ve aralarında ne kadar yüce bir insanın peygamber olarak seçildiğinin ve Allah tarafından kendilerine ne kadar büyük bir nimet ihsan edildiğinin farkında değiller."

Hz. Muhammed'in (s.a) sadece kendi kavmi ve kendi çağının insanları için değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için peygamber olarak gönderildiği gerçeğine Kur'an'ın birçok yerinde değinilmiştir. Mesela:

"Bu Kur'an bana kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım diye vahyolunuyor." (En'am: 19)

"Ey Peygamber de ki: Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçiyim." (A'raf: 158)

"Ey Peygamber, Biz seni bütün insanlara ancak rahmet olarak gönderdik." (Enbiya: 107)

"Ne mübarektir, Furkan'ı alemler için uyarıcı korkutucu olsun diye kuluna parça parça indiren." (Furkan:1)

Aynı hususa, Hz. Peygamber (s.a) birçok hadisinde farklı şekillerde yer vermiştir. Mesela:

"Ben siyah ve beyaz bütün insanlara gönderildim." (Müsned-i Ahmed: Merviyat Ebu Musa Eş'arî.)

"Benden önceki bütün peygamberler sadece kavimlerine gönderilmişlerdi, bense bütün insanlara gönderildim." (Müsnedi Ahmed: Merviyat Abdullah bin Amr bin As.)

"Benden önceki bütün peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdi, bense bütün insanlığa gönderildim." (Buhari ve Müslim: Cabir bin Abdullah'ın rivayet ettiği hadislerden.)

"Benim peygamber olarak gönderilişimle kıyamet aynen şöyledir. Böyle diyerek Hz. Peygamber (s.a) iki parmağını kaldırdı." (Buhari ve Müslim) Hz. Peygamber (s.a) bu sözleriyle şöyle demek istiyordu: "Nasıl ki, bu iki parmak arasına başka bir parmak giremezse, benimle kıyamet arasında da başka peygamber gelmeyecektir. Benden sonra sadece kıyamet gelecektir ve ben kıyamete kadar peygamber olacağım."

48. Yani, Senin "Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak sonra da aramızda hak ile hükmedecek" dediğin zaman ne vakit gelecek? Biz çoktan beri seni inkar ediyor ve açıktan sana karşı çıkıyoruz. O halde neden hâlâ bizim aleyhimizde hüküm verilmiyor?"

49. Başka bir ifadeyle bu cevap şu anlama gelir: "Allah'ın hükümleri, sizin kendisi için belirlediğiniz zamanla bağımlı olmak gibi sizin arzularınıza tabi değildir. O, yaptığı işleri ancak kendi verdiği hükümlere göre yapar. Siz bu dünyada insanların Allah'ın düzeninde daha ne kadar böyle yaşamaya devam edeceğini, kaç fert ve topluluğun farklı şekillerde imtihana tabi tutulacağını ve Hüküm Günü için yani bütün çağlarda yaşayan insanların hepsinin hesap vermeye çağrılacağı gün için en uygun zamanın ne vakit olduğunu anlayamazsınız. Bütün bunlar Allah'ın kendi düzenine göre tayin ettiği vakit vuku bulacaktır. Sizin istekleriniz ne onu bir saniye öne alabilir ne de yalvarmalarınız bu zamanı bir an olsun geciktirebilir."

31 Küfretmekte olanlar dedi ki: "Biz kesin olarak, ne bu Kur'an'a inanırız, ne de ondan önceki (indirile)ne."50 Sen o zulmetmekte olanları, Rableri huzurunda tutuklamış olarak bir görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za'fa uğratılan (müstaz'af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: "Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü'min (kimse)ler olurduk."51

32 Büyüklük taslayanlar, za'fa uğratılan (müstaz'af)lara dediler ki: "Size hidayet geldikten sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk? Hayır, siz (zaten) suçlu günahkarlardınız."52

33 Za'fa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: "Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz"53 dediler. Azabı gördüklerinde de pişmanlıklarını saklarlar; biz de küfredenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?

AÇIKLAMA

50. Buradaki kafirler, hiçbir ilahi kitaba inanmayan Arap müşriklerdir.

51. Yani, "Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiçbir nasihatçıyı dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği apaçık gördüklerinde ve dini liderlerinin nasıl herşeyi ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir akıbete sürüklendiklerini farkettiklerinde bu önderlerine dönecek ve şöyle diyeceklerdir: "Ey zalim insanlar, bizi siz saptırdınız. Bizim düştüğümüz bütün belaların sorumlusu sizsiniz. Eğer siz bizi saptırmasaydınız, biz Allah'ın elçilerini dinler ve onların söylediklerine inanırdık."

52. Yani, "Onlar derler ki: Biz birkaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik. Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve yönetimden alıkoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz, vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk. Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi neden size peygamberin gösterdiği yola kendinizin tabi olmak istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz haram ve helalden gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah'a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icat ederek, dinde birçok yenilikler çıkararak ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Allah'ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekarlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun sizi bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hakimiyetleri altında her tür günah ve ahlaksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlaksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alışverişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız."

53. Başka bir ifadeyle halktan insanlar şöyle diyeceklerdir: "Bizim bu sorumlulukta eşit paya sahip olduğumuzu nasıl söylersiniz? İnsanları aldatmak ve saptırmak için gece gündüz ne kadar planlar, hile ve dolaplar kurduğunuzu bir hatırlayın. Sizin bize bütün dünyayı sunduğunuz, bizim de buna kandığımız doğru değil. Sizin bizi dolandırıcılık ve hilelerinizle kandırdığınız ve her birinizin sıradan insanları kandırmak için her gün yeni bir yem ortaya attığı da bir gerçek."

Kur'an, dini liderlerle, onlara tabi olanlar arasındaki bütün tartışmalara birçok yerde farklı şekillerde yer verir. Ayrıntılar için bkz. A'raf: 38-39, İbrahim: 21, Kasas: 63, Ahzab: 66-68, Mümin: 47-48, Ha Mim Secde: 29.

34 Biz hangi ülkeye bir uyarıcı-korkutucu gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde gelenleri': "Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" demişlerdir.54

35 Ve: "Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve biz azaba uğratılacak da değiliz" de demişlerdir.55

36 De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, rızkı dilediğine genişletir-yayar ve kısar da. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar."56

37 Bizim katımızda sizi (bize) yaklaştıracak olan, ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka.57 İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükâfat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.58

38 Ayetlerimizi etkisiz bırakmak için çaba harcayanlar; işte onlar da azabın içine getirilmişlerdir.

AÇIKLAMA

54. Peygamberlerin mesajına ilk karşı çıkanların servet, nüfuz ve yetki sahibi olan zengin kimseler oldukları gerçeği Kur'an'ın birçok yerinde zikredilmektedir. Bkz. En'am: 123, A'raf: 60, 66, 75, 88, 90, Hûd: 27, İsra: 16, Müminun: 24, 33, 38, 46, Zuhruf: 23.

55. Bu kimselerin düşünce tarzı şöyleydi: "Biz, size nazaran Allah'ın daha gözde kullarıyız. İşte bu nedenle Allah bize, sizi mahrum bıraktığı veya az miktarda verdiği nimetlerden bol bol ihsan ediyor. Eğer Allah bizden hoşnut ve razı değilse, neden bütün bu serveti, mal ve gücü bize verdi? Şimdi, bu dünyada bize bu kadar bol nimetler veren Allah'ın ahirette bizi cezandıracağına nasıl inanırız? O, sadece bu dünyada bu nimetlerden mahrum olanları cezalandıracaktır."

Dünyaya tapan bu tür kimselerin bu yanlış zannına Kur'an'ın birçok yerinde değinilmektedir. Bkz. Bakara: 126, 212, Tevbe: 55, 69, Hud:3, 27, Ra'd: 27, Kehf: 34, 43, Meryem: 73, 77, Tâhâ: 131, Müminûn: 55, 61, Şuara: 111, Kasas: 76, 83, Rum: 9, Müddessir: 11, 26, Fecr: 15, 20.

56. Onlar bu dünyada rızık ve nimetlerin paylaştırılma esasının hikmetini anlamıyorlar ve bu dünyada kendisine bol nimet verilenlerin Allah'ın sevgili kulu, az nimet verilenlerinse Allah'ın gazabına uğrayan kullar olduğu gibi yanlış bir zanna kapılıyorlar. Oysa gerçek şu ki, çevresine açık ve gören gözlerle bakan herkes çoğu durumda kötü ve iğrenç karakterlere sahip olanların zengin, buna karşın ahlaken temiz ve mükemmel insanların fakir olduğunu farkedecektir. Bu durumda hangi sağduyulu insan Allah'ın temiz karakterli kimseleri sevmediğini ve günahkar ve kötü insanları tasvip ettiğini söyleyebilir?"

57. Bu cümle iki anlama da gelebilir ve her ikisi de doğrudur. 1) İnsanları Allah'a yaklaştıran şey mallar ve evlatlar değil, bilakis iman ve salih amellerdir. 2) Mallar ve evlatlar, ancak mallarını Allah yolunda harcayan ve evlatlarını iyi eğitim ve öğretimle Allah korkusu duyan kimseler olarak yetiştirmeye çalışan mümin ve salih kimseler için Allah'a yaklaştırıcı bir araç olabilir.

58. Burada onlara verilen nimetlerin hiç tükenmeyeceği ve mükafatlarının sonsuz olacağına gizli bir ima vardır. Çünkü insan bir an gelip tükenecek ve her an geri alınabilecek bir mükafattan gönül rahatlığı ile zevk alamaz.

39 De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletir-yayar ve ona kısar da.59 Her neyi infak ederseniz, O (Allah), onun yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."60

40 O gün, onların hepsini bir arada toplayacak (haşredecek), sonra meleklere diyecek ki: "Size tapmakta olanlar bunlar mıydı?"61

41 (Melekler) Derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin,62 onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi."63

AÇIKLAMA

59. Bu konunun tekrarlanmasıyla aşağıdaki noktalar vurgulanmaktadır. Rızkın bol bol verilmesi veya kısılması Allah'ın hoşnutluğu ve rızasına değil tamamen ve sadece O'nun irade ve isteğine bağlıdır. Allah'ın dilemesiyle, her iyi veya kötü insan rızkını kazanıyor. O'na inananlar da, O'nu inkar edenler de rızıklarını elde ediyorlar. Ne rızkın bol verilmesi, kişinin Allah'ın sevgili kulu olduğunun bir delilidir, ne de rızkın kısılması kişinin Allah'ın gazabına uğradığının bir göstergesidir. Günahkarlık ve şerefsizlik Allah katında sevilmeyen özellikler olduğu halde, O'nun dileğiyle günahkar ve şerefsiz bir insan zengin olur. Tam aksine doğruluk ve şeref Allah katında sevilen özellikler olmasına rağmen, yine O'nun dileğiyle bu özelliklere sahip bir kimse fakirlik ve yokluk çeker. O halde maddi kazanç ve faydaları, iyilik ve kötülüğün ölçüsü olarak alan kimse büyük bir hata içindedir. Gerçek kriter ve ölçü, O'nun sevdiği ahlaki özelliklere sahip olarak kazanılabilecek Allah'ın rızası ve hoşnutluğudur. Bu özelliklerin yanısıra eğer bir kimseye dünya nimetleri de verilmişse, bu Allah'ın bir lütfudur ve o kimse Allah'a şükretmelidir. Fakat eğer bir kimse Allah'a asi ise ve ona itaatsizlikte bulunuyorsa, kendisine dünyevi nimetler ihsan ediliyor olsa da, bu onun kendisini çok sıkı bir hesaba ve şiddetli bir azaba hazırladığı anlamına gelir.

60. Rızık veren, yaratan, icat eden, yardım eden gibi birçok sıfatlar aslında Allah'ın sıfatlarıdır, fakat mecazi olarak insanlar için de kullanılır. Mesela bir kimse için "Falan şahıs için iş sağladı, falan şeyleri icat etti, yarattı veya falan kişiye ihsan etti" diyebiliriz. Buna mukabil Allah Hayr'ür-Razıkin (Rızık verenlerin en hayırlısı) sıfatını sadece kendisi için kullanmıştır. Bununla, rızık sağladığı düşünülen birçok kişi içinde sadece Allah'ın en hayırlı rızık verici olduğu gerçeği vurgulanmaktadır.

61. İlk çağlardan beri her dönemde müşrikler, melekleri tanrı ve tanrıça edinmişler ve onların putlarını yapıp tapmışlardır. Birisi yağmur tanrısı, birisi şimşek, diğeri rüzgar tanrısı, bir diğeri zenginlik tanrıçası, biri bilgi, biri hayat, bir diğeri de ölüm tanrısı olarak kabul edilegelmiştir. Bu konuda Allah, kıyamet gününde meleklere şöyle sorulacağını söylemektedir: "Bu insanlar ilah olarak size mi tapıyorlardı?" Bu soru ile bu olayın doğru olup olmadığı değil, meleklerin bunu tasdik edip etmedikleri araştırılmaktadır. Yani: "Siz onların ibadetlerini tasvip ediyor muydunuz? Siz insanlara ilah olduğunuzu ve size tapmalarını mı söylüyorsunuz? Yoksa siz insanların size saygı ve ihtiram göstermelerini mi istiyordunuz?" Bu soru sadece meleklere değil, dünyada iken ilah olarak kendilerine tapılan herkese sorulacaktır. Furkan suresinde şöyle buyurulmaktadır: "O gün (Allah) onları ve Allah'tan başka ibadet ettiklerini toplayıp, "Şu kullarımı siz mi sapıttınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?" diyecektir." (Furkan: 17).

62. Yani, "Onlar şu cevabı verecekler: Sen bir başkasının sana ortak koşulmasından münezzeh ve yücesin. Bizim bu insanlarla hiçbir bağımız yok, biz ne onlardan, ne de yaptıklarından sorumlu değiliz. Biz sadece senin kullarınız."

63. Bu cümlede cin ile, cinlerden olan şeytanlar kastedilmektedir. Cevap şu anlama gelir: "Görünürde bu insanlar, bizim ismimizi anarak, kendi hayallerine göre resim ve heykellerimizi yaparak bize kulluk ettiler. Fakat aslında bize değil şeytanlara tapıyorlardı. Çünkü sadece şeytanlar onlara, Allah'tan başkalarını, ihtiyaçlarını gören varlıklar olarak kabul etmelerini ve onlara ibadet etmelerini telkin ediyorlardı."

Bu ayet, "cin" kelimesini dağlarda, çöllerde ve köylerde oturan kimseler olarak kabul edenlerin hatasını da açığa çıkarmaktadır. Sağduyulu ve akıllı bir insan, bu ayete dayanarak, insanların dağlarda ve çöllerde oturan kimselere ibadet ettiklerini ve onlara inandıklarını söyleyebilir mi?

Bu ayet ibadetin başka bir anlamına da ışık tutmaktadır. Bu ibadetin sadece hizmet ve ibadet olmadığını, hiç itiraz etmeksizin bir kimsenin emirlerine itaat etme anlamını da taşıdığını göstermektedir. Bir insan bir başkasını (şeytanı lanetlediği gibi) lanetlese bile, onun yolundan gidiyorsa, ona ibadet ediyor demektir. Başka örnekler için bkz. Nisa: an. 145, Maide: 60, Tevbe: an. 31, Meryem: an. 27, Kasas: an. 86.

42 Artık bugün, bir kısmınızın bir kısmınıza yarar ve zarar sağlamaya gücü yetmez. Biz de o zulmetmekte olanlara deriz ki: "Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın."

43 Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda: "Bu, sizi babalarınızın tapmakta oldukların(ilahlar)dan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir" dediler. Ve dediler ki: "Bu, düzülüp-uydurulmuş bir yalan (iftira)dan başka bir şey de değildir." Küfre sapanlar da kendilerine geldiği zaman hak için: "Bu, apaçık olan bir büyüden başka bir şey değildir" dediler.

44 Oysa biz onlara ders alacakları kitaplar vermemiştik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı-korkutucu da göndermemiştik.64

45 Kendilerinden öncekiler de yalanladı. Oysa bunlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine bile ulaşamamışlardı. Buna rağmen peygamberlerimi yalanladılar; ancak benim de (onları) inkârım (yıkıma uğratmam) nasıl oldu?65

46 De ki: "Size bir tek öğüt veriyorum: -Allah için ikişer ikişer ve teker teker kıyam etmeniz, sonra düşünmeniz; sizin sahibiniz (veya arkadaşınız olan peygamber)de hiç bir delilik yoktur.66 O, sizi şiddetli bir azabın öncesinde yalnızca uyarıp-korkutandır."67

AÇIKLAMA

64. Yani, "Bundan önce onlara, Allah'tan başkalarına ibadet ve itaat etmelerini öğreten ne bir kitap, ne de bir elçi gelmiştir. O halde onlar Kur'an'ın ve Hz. Muhammed'in (s.a) tevhide davetini, bir bilgiye dayanarak değil, sadece cehaletlerinden inkar ediyorlar. Onların aslında bu konuda hiçbir dayanakları yok."

65. Yani, "Mekkeliler bizim daha önce o topluluklara verdiğimiz servet, güç ve şöhretin onda birine bile ulaşmış değildirler. Peygamberlerin kendilerine getirdikleri gerçeklere inanmayıp hayat tarzlarını bâtıl üzerine inşa ettiklerinde servet ve güçlerinin onlara hiçbir şey kazandırmadığını ve nasıl kötü bir akıbete uğradıklarını görün."

66. Yani, "Kişisel arzu ve çıkarlardan ve önyargılardan soyunarak Allah için bunu samimiyetle düşünün, bu meseleyi tek tek olduğu kadar nesnel bir şekilde derinlemesine ve ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde de düşünüp ele alın: Bugün kendisine deli dediğiniz şahsın daha düne kadar aranızda akıllı ve dengeli bir adam olarak tanınmasının sebebi ne olabilir? Onun peygamber olarak gönderilmesinden kısa bir süre önce meydana gelen olayı hepiniz biliyorsunuz. Kabe'nin yeniden inşâsından sonra Kureyş'in çeşitli kabileleri arasında Hacer'ül-Esved'i yerine koyma konusunda anlaşmazlık çıktığında, Muhammed'i (s.a) hakem tayin etmeye oy birliğiyle karar vermiştiniz ve o da herkesi memnun edecek şekilde bu sorunu çözümlemişti. Şimdi, nasıl oluyor da akıl ve dengesini böylece bütün milletçe sınadığınız böyle bir adama deli demeye başlıyorsunuz? Dilinizle söylediğiniz şeye gerçekten inanıyor musunuz?"

67. Yani, "Ona sadece bu yüzden mi deli diyorsunuz? Sizi felakete götüren bir yolda bulan ve sizi alkışlayıp destekleyen bir kimseye akıllı diyor, korkunç bir felaketin geleceği ile sizi uyaran ve size emniyet ve selamet yolunu gösteren kimseye de, deli mi diyorsunuz?"

47 De ki: "Ben sizden bir ücret istemişsem, artık o sizin olsun.68 Benim ecrim (ücretim), yalnızca Allah'a aittir. O, her şeye şahid olandır."68

48 De ki: "Şüphesiz Rabbim hakkı (batılın yerine veya dilediği kimsenin kalbine) koyar.70 O, gaybleri bilendir.

49 De ki: "Hak geldi; batıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir."

50 De ki: "Eğer ben sapacak olsam, artık kendi nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidayeti bulacak olsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu (Kur'an) sayesindedir. Hiç şüphe yok O, işitendir, yakın olandır.71

51 Sen onları korkuya kapıldıklarında bir görsen. Artık hiç bir kaçış yoktur ve yakın bir yerden yakalanıvermişlerdir.72

52 "Biz O'na iman ettik"73 derler; ancak onlara uzak bir yerden (ahiretten imana) el uzatmak nerede?74

AÇIKLAMA

68. Bu cümle şu anlama da gelebilir: "Ben sizin kurtuluşunuzdan başka hiçbir şey istemiyorum, benim ücretim sizin ıslah olmanızdır." Bu nokta başka bir yerde şöyle ifade edilmiştir: "Ey Peygamber de ki: "Ben sizden buna karşılık, Rabbine bir yol edinmek dileyenden başka bir ücret istemiyorum." (Furkan: 57)

69. Yani, "Suçlayan kimseler herşeyi söyleyebilirler, fakat Allah her şeyi bilir. Benim çıkarcı bir kimse olmadığıma ve görevi kişisel çıkarlar için yapmadığıma Allah şahittir."

70. "yagzifübilhaggi" sözleri iki anlama gelir: 1) "O, bana vahy yoluyla hak ilmini (gerçek bilgiyi) bildirir." 2) "O, hakkı açıklıyor, O, batılın başına hakkı vuruyor, hakkı galip getiriyor.

71. Bu ayetten yola çıkarak çağımızda yaşayan bazı kimseler şu iddiada bulunmuşlardır: "Bu ayete göre Hz. Peygamber'de (s.a) sapabilir, hatta saptığı da olmuştur. İşte bu nedenle Allah, Peygamber'ine şöyle demesini emretmiştir: "Eğer ben saparsam, bu benim aleyhimedir, bundan ben mesulüm. Ve ben ancak Rabbim bana vahyederse (yani Kur'an ayetlerini indirirse) doğru yolda olabilirim." Bu yanlış yorumla bu kimseler aslında, Hz. Peygamber'in (s.a) hayatının -Allah korusun- hidayetle sapıklığın bir karışımı olduğunu ve Allah'ın ona, hiç kimsenin kendisini tamamen doğru yolda zannederek her konuda ona itaati seçmesi için kafirler önünde bu itirafta bulunmasını emrettiğini ispatlamaya çalışmaktadırlar. Fakat gerçek şu ki, konunun akışını gözönünde bulunduran herkes burada "Eğer ben saparsam" sözlerinin Hz. Peygamber'in (s.a) gerçekten sapmış olduğu anlamına gelmediğini, bilakis şu anlama geldiğini görecektir: "Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi ben sapmışsam ve sizin dediğiniz gibi benim peygamberlik iddiam ve tevhide çağrım bu sapıklığımın bir sonucu ise, bu sapıklığın vebali sadece benim üzerimedir, siz bundan mesul değilsiniz. Fakat eğer ben doğru yoldaysam, -ki öyleyim- bu Rabbimden vahy aldığım içindir. Sayesinde hak bilgisine muttali olduğum Rabbim en yakındır ve her şeyi işitendir. O, benim doğru yolda mı yoksa sapıklık içinde mi olduğumu bilir."

72. Yani, "Kıyamet gününde her günahkar, sanki yakın bir yerde gizleniyormuşçasına yakalanacaktır. Kaçmaya çalıştığında aniden yakalanacaktır."

73. "Ona inandık": "Dünyada iken peygamberin bizi davet ettiği mesaja inandık."

74. Yani, "Dünyada yaşarken inanmalıydılar, şimdi ondan çok uzaklaştılar. Öte dünyaya vardıklarına göre, nasıl pişman olup inanma şansına sahip olabilirler?"

53 Oysa daha önce onu inkâr etmişlerdi; onlar uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı (dil uzatıyorlardı).75

54 (Şimdiki) Kendileriyle istek duydukları şeyler arasında perde çekilmiştir; daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar, kuşku verici bir tereddüt içinde idiler.76

AÇIKLAMA

75. Yani, "Peygamber ve müminlere iftiralarda bulunuyor ve onun mesajıyla alay ediyorlardı. Bazan ona sihirbaz veya deli diyorlar, bazan tevhid ve ahiret inancıyla alay ediyorlar, bazan ona herşeyi bir başkasının öğrettiği şeklinde bir masal uyduruyorlar, bazan da müminlerin sadece cahillik ve akılsızlıklarından ona tabi olduklarını söylüyorlardı."

76. Aslında hiç kimse şirki, ateizmi ve ahireti inkarı tam bir ikna oluşla benimsemez, benimseyemez de. Çünkü ikna ve tatmin oluş bilgiden kaynaklanır. Hiç kimse de Allah'ın olmadığı veya başkalarının O'na ilahlıkta ortak olduğu ya da ahiret diye bir hayatın olmayacağı konusunda bir bilgi (gerçek bilgi) elde edemez. O halde dünyada bu inançları benimseyen bir kimse, şüphe ve kuşkudan başka hiçbir temeli olmayan tahminler üzerine bir yapı kurmuştur ve bu şüphe ve kuşku onu apaçık bir hataya sürüklemiştir. Sonuç olarak böyle kimseler Allah'ın varlığından şüphe etmişler, Tevhidin hak oluşundan şüphe etmişler, ahiretin geleceğinden şüphe etmişlerdir, öyle ki bu şüpheyi inançlarının temeli yapmışlar, peygamberleri dinlememişler ve bütün hayatlarını yanlış bir inanç ve hayat tarzı (DİN) sürdürerek harcamışlar, ziyan etmişlerdir.

SEBE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Hamd, göklerdeki ve yeryüzündeki tüm varlıkların sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır.

2- O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen her şeyi bilir. O merhametli ve bağışlayıcıdır.

Sure, Allah'a hamd ederek söze giriyor. Bu başlangıç müşriklerin Allah a ortak koştuklarını, O'nun peygamberini yalanladıklarını, ahireti şüphe ile karşıladıklarını ve yeniden dirilmeye ihtimal vermediklerini anlatan bu sure için son derece uygun bir başlangıçtır. Yüce Allan aslında, özü itibarı ile övgüye lâyıktır. Bazı insanlar O'na karşı hamd görevlerini yerine getirmeseler de O'nun övgüye lâyık oluşu gölgelenmez. O kendisini överek tesbih eden şu varlık aleminin tümünün övgüsüne muhatap olduğu gibi birçok canlı varlıkların da övgüsüne muhataptır. İnsanlar bu genel kuralın dışında kalsalar da fark etmez.

Yüce Allah'a hamd edildikten sonra O'nun göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların sahibi olduğu gerçeği vurgulanıyor. Hiçbir şey hem O'nun hem de başkasının değildir. Göklerde ve yeryüzünde hiç kimse O'nun ortağı değildir. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi O'nun tekelindedir. İnanç sisteminin birinci temel prensibi budur. Allah'ın birliğini dile getirme ilkesi yani. Her şeyin sahibi yüce Allah'dır ve şu engin evrende O'nun dışında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi ve egemeni değildir.

"Ahirette de hamd O'na mahsustur."

Hem doğal hamd ve hem de kullardan yükselen hamd ahirette de O'na özgüdür. Hatta dünyada O'nu inkâr edenler yada sapık bir yaklaşımla O'na başkalarını ortak koşanlar bile ahirette O'na hamd ederler. Orada gerçek meydana çıkacağı için bütün hamdler ve övgüler, ortaksız olarak sırf O'na yöneltilir. Ayetin son cümlesini okuyoruz:

"O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır."

"Hakim"dir; yani yaptığı her işin kesinlikle bir hikmeti vardır, dünyayı ve ahireti hikmet ilkesine göre yönetir; varlık aleminin tüm gelişmelerini hikmet ilkesi uyarınca tasarlar. Ayrıca O her şeyi her işi eksiksiz, sınırsız, köklü bir bilgi ile bilir ve her tasarısı bu geniş kapsamlı bilgisini yansıtır.

Sonra yüce Allah'ın bilgi kitabının bir sayfası önümüze açılır. Bu engin bilginin alam gökler ile yeryüzü kadar geniştir. Okuyoruz:

"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen her şeyi bilir."

İnsan, birkaç cümle halinde önüne açılan bu sayfanın karşısında dikilince neler görür, neler! Acayip nesnelerin, hareketlerin, hacimlerin, şekillerin, biçimlerin, anlamların ve yapıların yığın yığın görüntüsü ve çağrışımı zihnine üşüşür. Bunları hayale sığdırmak bile mümkün değildir.

Eğer bu ayetin işaret etmek istediği olayların ve gelişmelerin sadece bir an içinde olup biten bölümünü araştırmak ve sayıya vurmak üzere bütün insanlar biraraya gelseler ve tüm hayatlarını bu işe adasalar, kesinlikle "o bir an içinde" kaç nesne gökten yere iniyor ve aynı tek anlık süre içinde kaç nesne yerden göğe yükseliyor?

Acaba yeraltına nice şeyler giriyor? Bu yerin bağrına nice tohumlar düşüyor, ya da ekiliyor? Bu yerin altında nice kurtlar, nice böcekler, nice sinekler ve nice sürüngenler barınıyor? Bu uçsuz-bucaksız toprağın nice su damlaları, nice gaz molekülleri ve nice radyo-aktif ışınlar sızıyor? Evet, nice nice şeyler geçiyor toprağın altına! Yüce Allah'ın sürekli ve uyuklama nedir bilmez gözetimi altında!

Topraktan nice şeyler çıkıyor? Nice bitkiler filizleniyor? Nice kaynaklar fışkırıyor? Nice yanardağlar, volkanlar lâv püskürtüyor? Nice gazlar buharlaşıyor? Nice saklı nesneler ortaya çıkıyor? Nice böcekler gizli yuvalarından yeryüzüne çıkıyor? Görülebilen ve görülemeyen nice nice şeyler. İnsanın bir bölümünü bildiği ve çoğunu bilmediği nice cansız nesneler ve hayvanlar!

Acaba gökten nice şeyler yere düşüyor? Nice yağmur damlaları, nice yıldız mermileri, nice yakıcı ışınlar, nice aydınlatıcı ışınlar? Nice "kaza" okları ve nice belirlenmiş "kader"ler? Nice tüm varlıklara yaygın, fakat bazı kulları özellikle kucaklayan "rahmet"ler? Yüce Allah'ın bazı kullarına oluk oluk türleri? Sayısını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice cansız-canlı varlıklar?

Peki nice şeylerin göğe yükseldiğini acaba hiç düşündük mü? Nice bitki, hayvan, insan ve insanın tanımadığı başka bir tür canlı soluğu? Yüce Allah'a yöneltilen ve O'ndan başka hiç kimsenin işitmediği nice gizli-açık dualar? Bildiğimiz ve bilmediğimiz nice ölmüş canlıların ruhları? Cebrail'in emri üzerine yücelen nice melekler? Yüce alemine süzülen ve yalnız yüce Allah'ın bildiği nice ruhlar?

Sonra denizden nice buhar kabarcıkları havaya karışıyor? Cisimlerden nice gaz zerrecikleri atmosferin enginliğine karışıyor? Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice nice nesneler?

Bunların hepsi bir an içinde olup bitiyor. Acaba bir tek anın olaylarını insan bilgisi kavrayabilir mi, uzun ömürler verse bile bu olayları sayıya geçirebilir mi? Oysa yüce Allah'ın sınırsız, akla sığmaz, engel tanımaz bilgisi bütün bu olayları-nerede ve ne zaman olurlarsa olsunlar-kapsamı içine alır. Niyetleri, duyguları, kasılmaları ve atışmaları ile bütün kalpler yüce Allah'ın gözetimi altındadırlar. Buna rağmen O görmezlikten gelir, bağışlar. Çünkü "Merhametli ve affedicidir."

Kur'an'ın bunun gibi tek bir ayeti bile bu kitabın insan sözü olmadığını anlatmaya, kanıtlamaya yeter. Çünkü kalbinden geçmez. Yine böylesine evrensel bir düşünce doğal olarak hiçbir insanın aklının ucundan geçmez.

Bir tek dokunuşta bu kadar çarpıcı ve yaygın bir etki meydana getirebilmek, ancak tüm evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın sanatının işidir. Kulların sanatı buna benzeyemez.

KIYAMETİ YALANLAYANLAR

Yüce Allah bu temel gerçeği bunca çarpıcı, geniş ufuklu ve engin alanlı biçimde açıkladıktan sonra bize kıyamet gününü inkâr eden kâfirlerin olumsuz tutumlarını anlatıyor. Bu adamlar yarın başlarına ne geleceğini bilmeyecek kadar zavallıdırlar. Oysa yüce Allah gaybın bilicisidir. Ne göklerdeki, ne yerdeki hiçbir nesne O'nun bilgisi dışında değildir. Öte yandan kıyamet günü mutlaka gerçekleşmelidir. Çünkü iyilerin ve kötülerin dünyadaki davranışlarının ödülünü ve cezasını alabilmeleri için o günün gerçekleşmesi şarttır. Okuyoruz:



3- Kâfirler "Kıyamet anı hiç gelmeyecek" dediler. Onlara de ki; Hayır, gaybın bilgisi tekelinde olan Rabb'im adına yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektïr. Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir, bunların tümü apaçık bir kitaptadır.

4- Amaç, iman edip iyi ameller işleyenleri ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir rızık beklemektedir.

5- Bizimle başa çıkabileceklerini,sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onları tiksindirici ve acıklı bir azap beklemektedir.

Kâfirlerin ahireti inkâr etmeleri, yüce Allah'ın hikmetini ve takdirinin gerekçesini kavrayamamalarından ileri gelir. Çünkü insanı başıboş bırakmak yüce Allah'ın hikmetine uygun değildir. İsteyen iyilik yapsın, isteyen kötülük işlesin, sonra da iyilik yapan iyiliğinin ödülünü almasın ve kötülük işleyen de kötülüğünün cezasını görmesin, böyle bir uygulama yüce Allah'ın amacına ters düşer. Yüce Allah, ödüllerin ve cezaların ya tümünü yada bir bölümünü ahirete sakladığını peygamberlerinin dilinden insanlara bildirmiştir. Yüce Allah'ın evreni niçin yarattığını kavrayabilen herkes ahiretin kaçınılmaz olduğunu, O'nun vaadinin ve verdiği haberin gerçekleşebilmesi için öbür alemin gerekli olduğunu da kavrar. Fakat kâfirler bu ilâhi hikmeti kavrama yeteneğinden yoksun oldukları için "Kıyamet anı hiç gelmeyecek" diyebiliyorlar. Fakat red nitelikli kesin ve vurgulamalı cevaplarını hemen alıyorlar. Okuyoruz:

"Hayır, gaybın bilgisi tekelinde olan Rabb'im adına yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektir."

Gerek yüce Allah'ın ve gerekse O'nun peygamberinin dediği doğrudur. Kâfirler gaybı bilmedikleri halde yüce Allah'ın işine burunlarını sokuyorlar, bilmedikleri bir konuda kesin hüküm veriyorlar. Oysa kıyamet gününün geleceğini kesin bir dille bildiren yüce Allah "gaybın bileni"dir. O halde O'nun sözü, ahirete ilişkin kesin bilgiye dayanan doğru sözdür.

Arkasından yüce Allah'ın bilgisi, tıpkı surenin başlangıcında olduğu gibi evrensel boyutlarda gözler önüne serilir. Bu sunuş biçimi bir kere daha kanıtlar ki, bu Kur'an insan sözü, insan eseri değildir. Çünkü böyle bir düşünce tarzı normal olarak insan aklının ucundan bile geçmez. Okuyoruz:

"Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne yada zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir; bunların tümü apaçık bir kitaptadır."

Aynı sözü bir kere daha söylüyoruz: Bu ayetin yansıttığı düşünce biçimi insan işi değildir. Bu ifadenin gerek şiir olarak ve gerekse düzyazı olarak şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olan insan sözleri içinde bir benzeri yoktur. İnsanoğlu bilginin sınırsızlığından, ayrıntılığından ve geniş kapsamlılığından söz ederken kavramlaştırmayı düşünemez. Ayetin o bölümünü tekrar okuyalım:

"Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir."

Ayrıntılı ve geniş kapsamlı bilgiyi tanımlamaya çalışan insan sözleri içinde böylesine çarpıcı bir yaklaşım tarzına hiç rastlamış değilim. Gerçek şu ki, her türlü noksanlıktan münezzeh olan yüce Allah, özünü ve bilgisini insan hayalini aşan sıfatlarla nitelemekte, tanımlamaktadır. Bu tanımlama sayesinde insanın düşünce ufku genişleyerek kulluk ettiği Allah'ına yükselmekte, sınırlı düşünce kapasitesinin dar çerçevesi içinde O'nu sıfatları ile tanıma imkânına kavuşmaktadır.

Ayetin son cümlesi olan "Bunların tümü apaçık bir kitaptadır." ifadesinin akla en yakın yoruma göre anlamı her şeyi kaydeden, göklerdeki ve yerdeki bir tek zerreyi, zerrenin küçüğünü ve büyüğünü dışarda bırakmayan Allah'ın bilgisinin kastedildiğidir.

Bu ayetteki "Zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü" ifadesi üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Zerre, yakın zamana kadar cisimlerin en küçük parçası olarak biliniyordu. Fakat şimdi atomun parçalanmasından sonra zerrenin daha küçük parçalarının olduğu görülmüştür. Bu küçük cisimler atomu oluşturan çekirdek, elektronlar, protonlar ve nötronlar diye anılan parçacıklardır. Bilindiği gibi bu ayetin indiği dönemde bu parçacıklardan hiç kimsenin haberi yoktu. Gerek kendi sıfatlarının ve gerekse yarattığı varlıkların sırları hakkında kullarına dilediğinden, dilediği oranda bilgi veren Allah ne kadar yücedir!

Kıyametin geleceği kesin ve kuşkusuzdur. Yüce Allah'ın bilgisi, küçük-büyük hiç bir nesneyi dışarda bırakmayacak derecede geniş kapsamlıdır. Niçin? Okuyalım:

"Amaç, iman edip iyi ameller işleyenleri ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir rızık beklemektedir.

"Bizimle başa çıkabileceklerini sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onları tiksindirici ve acıklı bir azap beklemektedir."

Burada bir hikmet, bir amaç, bir ön-tasarı vardır. Bu noktada yaratma olgusuna ilişkin bir ön-tasarı ile karşı karşıyayız. Amaç hem iman edip iyi amel işleyenlere ve hem de yüce Allah'a kafa tutarcasına O'nun ayetlerine karşı çıkan küstahlara davranışlarının uygun karşılığını vermektir.

İman edenlere ve bu imanlarını iyi ameller ile pratiğe yansıtanlara önce "bağışlanma" vardır. Bunların günahları affedilecektir. Ayrıca onlara "onurlu rızık" verilecektir. Bu surede "rızık" terimi sık sık kullanılır. Buna göre ahiret nimetlerinin, ahiret mutluluğunun da bu terimle tanımlanması uygun görülmüştür. Çünkü ahiret mutluluğu her bakımdan, yüce Allah'ın "rızık" türlerinden biridir.

Olanca güçlerini ortaya koyarak insanlar ile yüce Allah'ın ayetleri arasına engel koymaya çalışanlara gelince bunlar için tiksindirici, kötü ve acıklı bir azap vardır. Ayetin orijinalinde kullanılan "rıcz" sözcüğü "kötü, iğrenç azap" anlamına gelir. Bu ceza onların insanları kötü yola sürükleme uğruna harcadıkları küstahca ve ısrarlı gayretlerinin karşılığıdır.

Görülüyor ki, kâfirler kıyamet gününün gelmeyeceğini kesin bir dille ileri sürüyorlar. Oysa bu konu bilgilerinin sınırı dışında kalan bir gayb konusudur. Buna karşılık gayb aleminin ortaksız "bilen"i olan yüce Allah, o günün mutlaka geleceğini belirtiyor. Bu arada Peygamberimiz de, kıyamet konusunda yüce Allah'ın direktifi çerçevesinde insanlara bilgi veriyor. İşte bu vesile ile belirtiliyor ki, "kendilerine bilgi verilenler" Peygamberimize Allah'dan gelen mesajın insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna ileten bir gerçek olduğunu kavrayabilirler ve bu gerçeğin tanıklığını yaparlar. Okuyoruz:



6- Kendilerine bilgi verilenler Rabb'in tarafından sana indirilen mesajın, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletici bir gerçek olduğunu görürler.

Bazı klâsik tefsir bilginlerinin yorumlarına göre ayette geçen "Kendilerine bilgi verilenler" yahudi ve hristiyan din adamlarıdır. Çünkü bunlar kutsal kitaplarından Kur'an'ın gerçek olduğunu, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini öğrenmişlerdir.

Oysa bu ifadenin kapsamı söz konusu yorumun çerçevesine sığmayacak derecede geniştir. Sebebine gelince her yerin ve her dönemin bütün bilginleri hangi kuşaktan, hangi inanç sisteminden olurlarsa olsunlar bu gerçeği görebilirler. Yeter ki, bilgileri sağlam ve tutarlı olsun, sahiden "bilim" adını taşımaya lâyık bir bilgi olsun. Kur'an, bütün kuşaklara açık bir kitaptır. Bu kitap her doğru bilgi sahibine kendini kabul ettirecek gerçeği içerir. Bu kitap tüm evrenin yapısında saklı olan gerçeği açığa vurur. Bu kitap, bu evrenin ve bu evrenin dayanağı olan köklü gerçeğin aslına uygun tercümanı ve özüdür. Devam ediyoruz:

"Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir."

Üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yolu, yüce Allah'ın tüm evren için belirlediği ve insanlar için seçtiği yöntemdir. Amaç şu insanların adımları ile içinde yaşadıkları şu evrenin adımları arasında uyum sağlamaktır. Bu yol şu koca evrenin çeşitli kesimlerine egemen olan yasalar sistemidir. Bu kesimlerden biri de insan hayatıdır. Zaten insan hayatı ne özünde ne kaynağında ne düzeninde ne hareket tarzında bu evrenden, bu evrende barınan diğer cansız-canlı varlıklardan ayrı ve kopuk değildir.

Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Bunu nasıl gerçekleştirir? Mü'minin kafasında evrenin bütününe, bu bütünü kaynaştıran bağlara, bu bütünün çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilere ve bu bütüne egemen olan değerlere, insanın bu varlık bütünü içindeki yerine, fonksiyonuna ilişkin bir kavram oluşturur. İnsanın kendisini de içine alan evren bütününün parçaları arasındaki işbirliğini düşündürür. Bu işbirliği sayesinde yüce Allah'ın yaratıklara ilişkin dilediğinin ve hikmetinin nasıl gerçekleştiğini öğretir. Evrenin tüm kesimlerinin eşgüdüm içinde, uyarlı adımlarla bu evrenin yaratıcısına doğru nasıl yol aldıklarını belletir.

Evet, bu kitap insanı üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Düşünce sistemini düzelterek, onu evrenin insan fıtratına yansıttığı mesajlarla uyumlu hale getirecek esaslar üzerine oturtarak. Öyle olunca bu sistem insan düşüncesini, şu evrenin tabiatını, özelliklerini, kanunlarını, yararlanma yollarını; onunla çatışmasız, çekişmesiz ve engelsiz bir iletişimin nasıl kurulabileceğini kavrama yeteneği kazandırır.

Evet, bu kitap insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Orjinal eğitim sistemi sayesinde bu amacı gerçekleştirir. Çünkü bu eğitim sistemi tek tek fertleri insan toplumu ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi gerek fert ve gerekse toplum olarak tüm insanlık ailesini, şu evrende yaşayan diğer bütün canlılar ailesi ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Yine bu eğitim sistemi bütün canlı türlerini içinde yaşadıkları şu evrenin bütünü ile uyum ve bağdaşma halinde olmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi bütün bu amaçları yalın, zorlamasız ve yumuşak bir yaklaşımla gerçekleştirir.

Evet, bu eğitim sistemi, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Önerdiği sosyal kurumlar ve yasal düzenlemeler aracılığı ile. Bu sosyal kurumlar ve yasal düzenlemeler insan fıtratı ile; insan hayatının, insan geçiminin temel şartları ile aynı doğrultudadırlar. Bunun yanı sıra diğer canlılara ve tüm cansız varlıklara egemen olan genel kanunlarla da uyum halindedirler. İnsanın sosyal kurumları ve yasal düzenlemeleri, bu genel kanunlardan kopuk ve ayrı değildir. İnsanlık ailesi bu koca evren çerçevesinde yaralan varlık kesimlerinden biridir.

Bu kutsal kitap, insanları sözünü ettiğimiz bu yola ileten rehberdir. Bu rehberi, hem insanı ve hem de bu yolu yaratmış olan yüce Allah ortaya koymuştur. O hem bunun ve hem de onun, yani hem insanın ve hem de bu yolun mahiyetini herkesten iyi bilir. Bir yolculuğa çıktığını düşün. Eğer o yolu yapan mühendis tarafından dikilen bir işaretle bir yol gösterici ile karşılaşırsan, kendini talihli bir yolcu sayarsın değil mi? Peki öyle bir yolculuğa çıktığını düşün ki, hem yolun ve hem de yolcunun yapıcısının, yaratıcısının önüne koyduğu bir rehberden, bir yol işaretinden yararlanabiliyorsun. Bundan daha alâ bahtiyarlık olabilir mi?

DİRİLİŞİ YALANLAYANLARIN SÖZLERİ

Bu uyarıcı ve yönlendirici dokunuşu izleyen ayetlerde müşriklerin "yeniden dirilme" olgusuna ilişkin sözlerine dönülüyor, onların bu olgudan söz edilince nasıl olağanüstü bir dehşete düştükleri, böyle bir gelişmeyi nasıl acayip ve şaşırtıcı gördükleri anlatılıyor. Onlara göre bu olgudan söz eden kimse ya cinlerin çarptığı işitilmedik saçmalıkları kulağına fısıldadıkları bir delidir, ya da uydurma haberler veren, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri diline dolayan bir yalancıdır. Okuyalım:



7- Kâfirler biribirlerine dediler ki; "Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri var, onu size gösterelim mi?"

8- "Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa deli midir?" Hayır aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedirler.

İşte müşrikler, yeniden dirilme olayını bu derece garip, tuhaf ve dehşete düşürücü karşılıyorlardı. Bu yüzden başkalarına da bu tuhaflık ve şaşkınlık duygusunu aşılamaya çalışıyorlardı. Bu aşılama çabasını seslendirirken alaycı ve teşhir edici bir dil kullanıyorlardı. Okuyalım:

"Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri var, onu size gösterelim mi?"

Size son derece tuhaf, son derece acayip bir adamı gösterelim mi? Bu adam akla sığmaz, hayale gelmez sözler söylüyor. Öldükten, cesetleriniz çürüdükten, organlarınız param-parça olup dağıldıktan sonra yeniden dirileceğini, tekrar varlık sahnesine döneceğini söyleyecek kadar ileri gidiyor.

Şaşmaya şaşkınlıklarını başkalarına aşılamaya, yadırgamaya ve aşağılama amaçlı teşhire devam ederek şöyle diyorlar:

"Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa bir deli midir?"

Onlara göre insanın böyle bir sözü söyleyebilmesi için ya Allah'a iftira atan, O'na söylemediği sözleri mal etmeye kalkışan bir yalancı, ya da cinler tarafından çarpıldığı için saçmalayan, acayip ve garip iddialar ileri süren bir deli olması gerekir.

Bütün bu gürültülerin sebebi nedir acaba? Çünkü Peygamberimiz bu adamlara "yeniden diriltileceksiniz" demiştir. Peki tuhaflık bunun neresinde? Onlar ilk kez, hiç yoktan yaratılmamışlar mı? Niye bu şaşırtıcı realiteyi, yani hiç yoktan yaratılmışlarının somutlaştırdığı şaşırtıcı olguyu görmüyorlar; Eğer bu olguyu görseler, onun üzerinde kafa yorsalar yeniden yaratılacakları gerçeği kendilerini zerre kadar şaşırtmazdı. Fakat adamlar sapıtmışlar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar. Bu yüzden bu teşhir amaçlı yaygaralarına bu aptalca şaşkınlıklarına sert ve korkunç bir değerlendirme cümlesi ile karşılık veriliyor. Okuyoruz:

"Hayır, aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedirler."

Burada kâfirlerin "pençesinde" oldukları belirtilen azap ne anlama gelir? Bu ahiret azabı anlamına gelebilir. Bu azabın gerçekleşeceği kesin olduğu için şimdi içindeymişler gibi tanımlanmıştır. Bunun yanı sıra onlar doğru yola gelme ümidi vermeyen, koyu bir sapıklığın pençesindedirler.

Fakat buradaki "azap" başka bir anlama da gelebilir. Çünkü ahirete inanmayanlar sürekli bir sapıklığın pençesinde oldukları gibi sürekli bir bunalım içindedirler. Bu derin anlamlı bir gerçektir. Sebebine gelince kalbinde ahiret inancı taşımaksızın yaşayan kimse bitmez bir psikolojik tedirginlik içinde olur. Dünyada çektiği sıkıntıların telâfi edileceğine, adaletli bir hesaplaşma gerçekleşeceğine ilişkin hiç umudu, hiçbir beklentisi yoktur. Dünyada öyle durumlar, öyle sıkıntılar var ki, insanın kalbinde ahiret beklentisi olmasa bunlara katlanamaz; orada iyilerin ödüllendirileceği ve kötülerin cezalandırılacağı ümidi olmasa insanda kötülüklere karşı sabretme gücü kalmaz. İnsana kötülükler karşısında direnme gücü hazırlayacak bir başka beklenti de yine ahirette ortaya çıkacak olan Allah'ın rızası, hoşnutluğudur. O ahiret ki, orada küçük-büyük hiçbir davranış hiçbir iyilik ya da kötülük göz ardı edilmez. Hesaplaşma konusu olan nesne isterse bir hardal taneciği kadar küçük olsun, ayrıca bu hardal tanesi ister göklerde, ister yerin dibinde ve isterse bir kayanın üzerinde bulunsun, yüce Allah onu buldurup huzuruna getirtir. İşte bu ışık ve serin hava pençesinde yoksun yaşayan insan, hiç kuşkusuz sapıklık içinde yaşadığı gibi sürekli bunalım ve tedirginlik içinde de olur. Daha dünyadayken, henüz ahiret azabı ile karışlaşmadan bu çifte azabın pençesinde kıvranır. Ayrıca ahirete varınca dünyadayken içine düştüğü bu "cezanın" cezası olarak oraya özgü azabını da çekecektir.

Ahirete inanmak bir nimet, bir rahmettir. Yüce Allah bu nimeti ve bu rahmeti bunları hakkeden kullarına verir. Bunun için temiz bir kalple Allah'a bağlanmak, gerçeği aramak ve doğru yolu bulma arzusu taşımak gerekir. Bana göre ahirete inanmayanların hem koyu bir sapıklığın ve hem de azabın pençesinde olduklarını belirten bu ayetin anlatmak istediği gerçek budur.

UYARICI GÖRKEMLİ BİR SAHNE

Bunu izleyen ayette ahirete inanmayanlar sert bir uyarı ile karşılaşırlar. Bu uyarı evrensel bir tabloda somutlaşıyor. Onlara şu anda olan canlı bir olay canlılığında sunuluyor. Böylece eğer yüce Allah dilerse ve kendileri de içinde bulundukları sapıklıkta ısrar ederlerse bu olayla karşılaşacaklarının kesin olduğu mesajı ile yüzyüze getiriyorlar. Bu tablo, ahirete inanmayanların yerin dibine geçirildikleri ve paralanan göğün parça parça başlarına yağdırıldıkları tablodur.



9- Onlar önlerindeki ve arkalarındaki göğü ve yeri görmüyorlar mı? Dilesek onları yerin dibine geçirir ya da göğü parçalayıp başlarına indirirdik. Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır.

Bu sahne çarpıcı bir evrensel sahnedir. Aynı zamanda o inkârcıların gördükleri ve algıladıkları olaylara dayanıyor. Sebebine gelince yerin sarsılarak alt-üst olması doğa olayıdır. Ayrıca kimi hikâyelerin ve söylentilerin de konusu olduğu görülür. Gökten yere parçaların düşmesi de onlara yabancı bir olay değildir. Gök taşları düştüğünde ve şimşek olaylarında bunun benzeri meydana gelmektedir. Yani onlar bu sahnede canlandırılan olayların benzerlerini ya görmüşler ya da işitmişlerdir. Buna göre bu dokunuş, kıyamet gününün geleceğini ihtimal dışı sayan bu koyu gafilleri uyarabilir. Çünkü bu tabloda görüyorlar ki, azap son derece yakınlarındadır. Eğer yüce Allah onları daha kıyamet kapmadan, şu dünyadayken azaba çarptırmak istese şu üzerinde gezindikleri yerden ya da başları üzerindeki gökten kaynaklanacak azaplarla onları cezalandırabilir. Buna göre ne zaman kopacağını yalnız yüce Allah'ın bildiği kıyamet günü onların pek uzağında değildir. Yolunu şaşırmış "fasık"lardan hiç kimse yüce Allah'ın acı süprizlerinden emin olamaz.

Gözleri önünde çeşitli gök ve yer olayları meydana geliyor. Bunların yanı sıra bir yer sarsıntısı sırasında her an toprağın alt-üst olması ya da gök parçalarının başlarına yağması muhtemeldir. İşte tevbe edip Allah'a dönen, az önce sözü edilen koyu sapıklığın pençesinde olmayan kalp için bu gerçekten alınacak ders vardır. Okuyoruz:

"Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır."

Sure bazı şükür ve şımarıklık örnekleri karşımıza çıkarır. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın çeşitli doğal güçleri ve yaratık dilediği kullarının emrine verdiği anlatılır. Bu güçler ve yaratıklar normalde insanın emrine girmez. Ama yüce Allah'ın gücü ve dileği insanların normal alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Bu örnekler anlatılırken bir kısmı şeytanlara ilişkin olan bazı gerçekler meydana çıkar. Bilindiği gibi bazı müşrikler bu şeytanlara tapıyorlar ya da onlardan gayb konuları hakkında bilgi istiyorlardı. Oysa gaybın bilgisi şeytanlara kapalı idi. Bunun yanı sıra şeytanın, insanı kışkırtmasının, yoldan çıkarmasının mahiyetini öğreniyoruz. Aslında şeytanın insan üzerinde hiçbir yaptırım gücü, hiçbir nüfuzu yoktur. İnsan, gönüllü olarak şeytana kendini ayartma imkânı vermektedir. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın şu önlemine dikkatlerimiz çekiliyor. Yüce Allah, insanların gizli kalmış davranışlarını ortaya döker, bunları somut olaylar biçiminde meydana çıkarır. Amaç bu davranışların karşılıklarının sahipleri tarafından görülmesidir. Surenin ilk "aşama"sı gibi, bu "aşama"sı da ahiretten söz ederek noktalanıyor.



HZ. DAVUT'UN AYRICALIĞI

10- Biz gerçekten Davud'a kendi katımızdan ayrıcalık sunduk. "Ey dağlar, o tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın. Ey kuşlar sizde" dedik. Ayrıca demiri avucunda yumuşattık.

11- Ona "İnsan vücudunu iyice saracak geniş ruhlar yap ve zırhların parçalarını biribirine ölçülü biçimde tak" dedik. Ey Davudoğulları, iyi ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptıklarınızı görüyorum.

Hz. Davud, birinci "aşama"nın son ayetinde kullanılan deyimle "Allah'a bağlı" bir kuldu. Bilindiği gibi ilk "aşama"nın son ayeti şu idi.

"Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır."

Okuduğumuz ayetlerin ilkinde bu noktaya işaret edildikten sonra Hz. Davud'un hikâyesini anlatıyor. Hikâyeye O'na sunulan ayrıcalığa değinilerek giriliyor, arkasından bu ayrıcalığın ne olduğu açıklanıyor. Okuyoruz:

"Ey dağlar, O tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın."

Bu konuya yer veren kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Hz. Davud'un eşi görülmemiş derecede güzel bir sesi vardı. Bu güzel sesi ile yanık ilâhiler (mezamir) okurdu. Bu ilahilerin bazıları "Kitab-ı Mukkaddes'in "Eski Ant (Tevrat)" bölümünde yer alır. Fakat bu ilâhilerin orijinallerine uygun, yani O'nun söylediği ilâhiler olup olmadıklarını Allah bilir. Sahih bir hadis kaynağından öğrendiğimize göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir gece sahabilerden Ebu Musa el-Eşari'nın Kur'an okuduğunu işitince olduğu yerde durup güzel sesini dinledikten sonra "Ebu Musa'ya, Hz. Davud'un ki, gibi güzel bir ses verilmiştir" dedi.

Ayet, bize yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu ayrıcalığı şöyle tanımlar: O tesbihleri sırasında Allah'a bağlılığın ve kendinden geçmişliğin o kadar ileri bir derecesine ermişti ki, kendisi ile evren arasındaki bütün perdeler ortadan kalkmış, özü evrenin özü ile bütünleşmiş, tesbih nameleri evrenin tesbihleri ile birleşmiş, bunun sonucu olarak O'nun tesbih cümlelerini dağlar ve kuşlar tekrar eder olmuştu. Çünkü O'nun varlığı ile evrenin varoluşu arasında bir başkalık, bir engel kalmamıştı. Bu böyledir. Tüm varlıklar yüce Allah ile ortak bir ilişki kurdukları zaman canlı türleri arasında, hatta cansız varlıklar ile canlılar arasındaki farklılıklar ortadan kalkar, bütün varlıklar yüce Allah'ın sunduğu dolaysız ve tek özde buluşur. Bu ortak öz, daha önce farklılıkların ve benzemezliklerin perdesi altında saklı idi. Fakat yüce Allah'a yönelen ortak tesbihlerde bu özün, varlık türleri arasında iletişim kurduğu, onları ortak bir melodinin titreşimlerinde buluşturduğu görülür. Bu öylesine yüce bir arınma, saflaşma ve ışığa dönüşme derecesindedir ki, insan bu düzeye ancak yüce Allah'ın özel bağışı sayesinde tırmanabilir. Yüce Allah, bu düzeye yükselttiği kulların maddi varlık perdesini aradan kaldırır, onu ilâhi özüne dönüştürerek tüm evrenle bütünleşmesini sağlar, evrendeki herkesle ve her şey ile dolaysız ve engelsiz bir iletişim kurar.

İşte Hz. Davud'un, Rabb'ini öven, ilâhi okuyan yanık sesi etrafa dağılınca dağlar ve kuşlar bu kutsal nameleri tekrarlıyor; evren, özüne sinen ve ortaksız yaratıcıya yöneltilen bu övgülerin muhteşem korosuna katılıyordu. Bu anlar olağanüstü derecede acayip anlardır. İnsan bu coşkudan haberdar olmadıkça, hiç değilse ömrünün tek bir anında bu türden bir deney yaşamadıkça, bu evrensel orkestradan yükselen ortak namenin zevkine varamaz. Ayetin son cümlesini okuyoruz:

"Ayrıca demiri, avucunda yumuşattık."

Bu olay, yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu ayrıcalıkların bir başka örneği idi. Ayetlerin havasından anladığımıza göre bu olay, insanların bilgilerine ve deneyimlerine tamamen yabancı olan bir "harika" idi. Öyleyse olay, demirin ısıtılarak eritilmesi ve böylece işlenmeye elverişli bir yumuşaklığa kavuşturulması olayı değildi. Doğrusunu yüce Allah bilir, ama burada söz konusu olan bir "mucize" idi. Bu mucize sayesinde biline gelen yöntemler dışında demir yumuşatılıyordu. Gerçi eğer Hz. Davud'a demiri ısıtarak yumuşatma yöntemi öğretilmiş olsaydı, bu da başlı başına anlatılmaya değer, Allah vergisi bir "ayrıcalık" olurdu. Fakat biz bu ayetlerin yansıttığı havayı ve çağrışımı özenle göz önünde tutuyoruz. Ayetlerin yansıttığı hava, mucizeler havası ve uyandırdığı çağrışım, alışılagelmişi aşan "harikalar" çağrışımıdır. Devam edelim:

"İnsan vücudunu iyice saracak geniş zırhlar yap ve bu zırhların parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak"

Ayetin orjinalinde kullanılan "sabiğat" sözcüğü "zırhlar" anlamına gelir. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Davud'dan önce zırhlar, tek parçadan oluşmuş metal levhalarından yapılırdı. Bu yekpare zırhlar, hem ağır ve hem de içlerindeki vücudun hareket etmesini zorlaştıracak nitelikte idi. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Davud'a ilham yolu ile biribirine geçen, oynak halkalardan oluşmuş zırhlar yapmayı öğretti. Böylece zırhların, insan vücuduna göre şekil almaları ve vücudun hareketlerine bağlı olarak esnemeleri mümkün oluyordu. Burada Hz. Davud'a bu halkaları birbirlerine sağlam biçimde, arada boşluk bırakmaksızın, eklemenin emredildiğini görüyoruz. Amaç, zırhın sağlam olması, düşman oklarını geçirecek deliklerinin bulunmamasıdır. İşte "zırh parçalarının biribirine ölçülü biçimde takılması"nın anlamı budur. Bu emir, tümü ile ilham yolu ile gerçekleşen bir öğretme, bir ders verme mucizesi idi.

Arkasından Hz. Davud'a ve ailesine şöyle sesleniyor:

"İyi ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptıklarınızı görüyorum."

Sadece sağlam zırhları yapmakla yetinmeyiniz. Yaptığınız her işi özenerek yapınız. Elinizden çıkan her işi gören ve bu işin hakkettiği karşılığı size verecek olan Allah'ın sizi sürekli olarak gözetlediğini bir an bile unutmayınız. Çünkü O'nun gözünden hiçbir şey kaçmaz, yaptığınız her işte O'nun sürekli gözetimi altındasınız.



HZ. SÜLEYMAN'IN AYRICALIKLARI

12- Süleyman'ın buyruğuna da rüzgârı vermiştik. Bu rüzgâr sabahleyin esince bir aylık uzaklığa gider ve akşamleyin de bir aylık mesafeyi aşarak geri gelirdi. Onun için erimiş bakırı su gibi akıttık. Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı cinleri de buyruğuna sunmuştuk. Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara kızgın alevli ateşin azabını tattırırız.

13- Onlar, Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler, heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz koca kazanlar yaparlardı. Ey Davudoğulları, şükrediniz. Kulların içinde şükredenler pek azdır.

Rüzgârın, Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulması konusunda yoğun rivayetler vardır. Gerçi orjinal yahudi kaynakları bu konuya hiç değinmez, ama yahudi masallarının gölgesi bu rivayetlerde açıkça seçilir. Bu yüzden en iyisi bu rivayetlerden uzak durmak, Kur'an'daki bilgi ile yetinmek, ayetteki sözcüklerin dış anlamını aşmaya kalkışmamaktır. Bu anlama göre yüce Allah rüzgârı Hz. Süleyman'ın emrine verdi. Bu rüzgâr Hz. Süleyman'ın direktifi ile belirli bir bölgeye (Enbiya suresinde bildirildiğine göre "Kutsal Topraklar"a) doğru bir ay süreyle esiyor, sonra yine bir ay zarfında geri geliyor. Rüzgâr sabahleyin esmeye başlıyor ve bir akşam vakti geri dönüşünü noktalıyor. Bir sabah vakti başlayan bu esmenin bir akşam vakti sona ermesi belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluyor. Bu amacı Hz. Süleyman kavrıyor ve yüce Allah'ın emri uyarcınca onu gerçekleştiriyor. Bu açıklamaya başka bir söz ekleyemeyiz. Eğer konuşmaya devam edersek hiçbir söz bir kurala bağlı olmayan, hiçbir incelemenin süzgecinden geçmemiş olan masallara dalmış oluruz. Devam edelim:

"Onun için erimiş bakırı su gibi akıttık."

Ayette geçen "Kıtr" sözcüğü "bakır" anlamına gelir. Ayetlerin akışından anladığımıza göre bu olay, Hz. Davud'un avucunda demirin yumuşatılması gibi, olağanüstü bir olaydır, bir mucizedir. Acaba nasıl geçekleşti? Yüce Allah, belki yeraltında bulunan bir erimiş bakır birikintisini patlayan bir volkanın lâvları olarak yeryüzüne çıkarmıştır. Ya da Hz. Süleyman'a ilham yolu ile bakırı nasıl eriteceğini nasıl sıvılaştırıp döküme ve işlemeye elverişli hale getireceğini öğretmiştir ki, bu da hiç kuşkusuz, yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a bağışladığı büyük bir ayrıcalık anlamına gelir. Ayeti okumaya devam edelim:

"Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı cinleri de buyruğuna sunmuştuk." Bunların yanı sıra Hz. Süleyman'ın buyruğuna bazı cinler de verilmişti. Bunlar yüce Allah'ın izni ile Hz. Süleyman'ın buyruğu altında çalışıyorlardı. Ayetin orjinalinde geçen "cm" sözcüğü "insan'ın göremediği, örtülü varlık" anlamına gelir. Bu arada yüce Allah'ın "cin" adını verdiği bir canlı yaratık türü vardır. Bu cinler hakkında yüce Allah'ın verdiği bilgi dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Burada bize bu varlıklardan oluşan bir grubu Hz. Süleyman'ın emrine verdiğini bildiriyor. Aralarından biri eğer Allah'ın emrine karşı çıkarsa O'nun azabı yakasına yapışır. Okuyoruz:

"Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara kızgın alevli ateşin azabını tattırırız."

Bu cümle, cinlerin Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunuluşu hikâyesi tamamlanmadan, araya sıkıştırılan bir değerlendirme cümlesidir. Bu cümlenin bu şekilde araya konmasının sebebi belki de cinlerin, yüce Allah'ın emri altında olan varlıklar olduklarını vurgulamaktır. Çünkü bazı müşrikler, Allah ı bir yana bırakarak onlara tapıyor, onları ilâhlaştırıyorlardı. Oysa bu cümlenin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki, cinler yüce Allah'ın emri altındadırlar ve O'nun emrinden sapınca, tıpkı onlara tapan müşrikler gibi azaba çarpılırlar.

İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulmuşlardır. Okuyalım:

"Onlara Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler, heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz koca kazanlar yaparlardı."

Önce a etin orjinalinde kullanılan aşağıdaki kelimelerin anlamlarını irdeleyelim: "Meharib', "ibadet yerleri, mabetler" demektir. "Temasil" "bakırdan, ağaçtan, ya da başka nesnelerden yontulmuş heykeller" demektir. Cevabi kelimesinin tekili olan "Cabiye" sözcüğü "içinde su toplanan havuz" demektir. Cinler Hz. Süleyman'a havuzları andırır irilikte geniş yemek çanakları yaparlardı. Bunların yanı sıra O'na öyle koca yemek kazanları yaparlardı ki, bunları çok ağır oldukları için hiç kimse yerlerinden oynatamazdı.

Bu işler Hz. Süleyman'ın cinlere yaptırdığı işlerin bazı örnekleridir. O yüce Allah'ın buyruğuna sunduğu bu yaratıkları Allah'ın izni ile dilediği gibi çalıştırabiliyordu. Hz. Süleyman hakkında bize anlatılan bütün bu olaylar, olağanüstü olaylardır, onların içyüzünü kavramamız ya da nasıl gerçekleştiklerini açıklamamız mümkün değildir. Bu konuda yapabileceğimiz tek açıklama söz konusu olayların doğrudan doğruya Allah'ın eseri olan birer "harika" olay olduklarıdır. Bu konuda yapabileceğimiz tek ve net açıklama budur.

Bu ayet, Davudoğulları'na yönelik bir seslenişle sona eriyor. Okuyalım:

"Ey Davudoğulları, şükrediniz."

Yani "Atalarınız Hz. Davud'un ve Hz. Süleyman'ın kişiliklerinde bunca varlığı ve olağanüstü olayı buyruğunuza sunduk. Öyleyse ey Davudoğulları, yaptığınız işleri, Allah'a şükür ifadesi olarak yapınız. Yoksa buyruğunuza sunulan olağanüstü imkânlara güvenerek övünmeyiniz, büyüklük taslamayınız. İyi amel, yüce Allah'a şükretmenin en iyi göstergesidir. Devam ediyoruz:

"Kullarım içinde şükredenler pek azdır."

Bu cümle hem açıklama hem yönlendirme hem de acı güden bir değerlendirme cümlesidir. Kur'an'da, hikâyelere ilişkin değerlendirme yapan bu tür cümlelere sık sık rastlarız. Bu cümle bir yandan yüce Allah'ın bağışının ve nimetinin büyüklüğünü dile getiriyor. Öyle ki, bu bağışların ve nimetlerin şükrünü yerine getirebilenlerin sayısı az oluyor. Öte yandan da yüce Allah'ın bağışı ve nimetleri karşısında kulların şükretmekte ne kadar ihmalkâr davrandıklarını ortaya koyuyor. Kullar ne kadar çok şükretseler bile, şükür borçlarını yeterince yerine getiremezler, buna güçleri yetmez. Bir de onların şükür borcunu umursamadıklarını, daha baştan ciddiye almadıklarını düşünelim. O zaman acaba durum nice olur?

Yüce Allah'ın sınırsız nimetlerine karşı "insan" denen gücü sınırlı varlık ne kadar şükredebilir? Eğer siz yüce Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız, onları bitiremezsiniz. Bu nimetler insanı başının üstünden, ayaklarının altından, sağından ve solundan sarmış, her yanından kuşatmıştır. İnsanın kendisi bu nimetler denizinde kaybolmuş, o denizden taşan bir damladır. Başka bir deyimle insanın kendisi bu hesaba sığmaz nimetlerden biridir.

Bir gün bir grup arkadaşla oturmuş, konuşuyorduk, fikir alış-verişi yapıyor, biribirimize cevap yetiştiriyorduk. Aklımıza gelen her şeyi söylüyorduk. Bir ara baktık ki, küçük kedimiz "susu" etrafımızda dolanıp duruyor. Belli ki, bir şey arıyor. Sanki bizden kendisine bir şey vermemizi isteyecek gibi bize bakıyor, ama ne o istediğini bize söyleyebiliyor ve nede biz yaptığı hareketlerden bu isteğinin ne olduğunu anlayabiliyoruz. Sonunda Allah, zavallı hayvanın su istediğini aklımıza getirdi. Gerçekten hayvanın derdi buymuş, zavallı çok susamıştı. Çok susamıştı, ama bunu ne söyleyebiliyor ve ne de işaret yolu ile anlatabiliyordu. O zaman yüce Allah'ın biz insanlara yönelik bir nimetini fark ettik.

Konuşma, söz söyleyebilme, kavrama ve önlem alabilme nimeti idi bu. O anda içimiz şükür duyguları ile dolup taştı. Ama bizim şükrümüzün O bol nimetlere karşı ne anlamı var ki!

Hapiste uzun bir süre güneş yüzü görmekten yoksun bırakılmıştık. Bazen bozuk para çapında bir güneş ışını demeti hücremize sızabiliyordu. O zaman bu bir demetlik güneşten yararlanmak için bütün hücre arkadaşları sıraya girerdik. Sırası gelenimiz bu ışın demetinin karşısına durur, onu yüzünün, ellerinin, göğsünün, sırtının, karnının, ayaklarının üzerinde yapabildiği kadar gezdirirdi. Sonra yerini bu nimetten mümkün olduğu kadar, yararlansın diye sıradaki kardeşimize verirdi. İşte bu mahrumiyet döneminin sonunda ilk güneşe kavuştuğumuz günü hiç unutamıyorum. Daha doğrusu arkadaşlarımızdan birinin o gün yüzünde okuduğum, uçarı hareketlerinde gözlediğim, coşkun sevinci hiç aklımdan çıkmıyor. Adam neşesinden uçacak gibi idi. Bu arada derin bïr nefes aldıktan sonra çığlık gibi bir sesle şunları söylemişti; "Allah! Aha, işte güneş! Rabb'imizin güneşi doğuşunu sürdürüyor. Elhamdülillah!"

Güneşlenirken, güneş banyosu yaparken vücudumuzun bu ışınlardan ne kadarını emdiğini hiç düşündük mü? Yüce Allah'ın nimet denizinde yüzdüğümüzün, bu denizin derinliklerine gömüldüğümüzün farkında mıyız? Bu yaygın, her yanı saran, parasız, pulsuz, emeksiz, çabasız, sıkıntısız nimete karşılık acaba ne kadar şükrediyoruz?

Eğer yüce Allah'ın nimetlerini bu şekilde gözden geçirmeye devam edersek ömrümüz biter, gücümüz tükenir, fakat yine bu uğurdu fazla bir yol alamayız. İyisi mi, Kur'an'ın işaret etme ve dolaylı anlatım yöntemi uyarınca bu uyarıcı işareti yapmakla yetinelim. Kalplerin bu işareti irdeleyerek onun izinden gitmesini bekleyelim, şükür nimetinden aldığı pay kadar bu yolda adım atmasını dileyelim. Çünkü şükür de başlı başına bir ilâhi nimettir. İnsanın bu nimeti elde edebilmesi için tüm samimiyeti ve arınmış kalbi ile Allah'a yönelerek onu hakketmesi gerekir.

Kur'an ayetlerini okumaya devam ederek hikâyenin son sahnesine geliyoruz. Bu sahne Hz. Süleyman'ın ölüm sahnesidir. Oysa emri altındaki cin'ler efendilerinin öldüğünden habersiz O'nun buyurduğu ağır işleri yapmaya devam ettiriyorlar. Sonunda Hz. Süleyman'ın dayandığı değneği kemiren bir tahta kurdu olay fark etmelerini sağlıyor. Çünkü değnek aşınınca Hz. Süleyman'ın cansız vücudu yere yığılıyor ve bunu gören cin'ler O'nun öldüğünü anlıyorlar. Okuyoruz:



14- Süleyman'ın canını aldığımızda ancak değneğini kemiren bir kurt onun öldüğünü cinlere fark ettirdi. Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler gaybı bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam etmezlerdi.

Rivayete göre Hz. Süleyman can verdiğinde elindeki değneğe dayanmış ayakta duruyordu. Son derece ağır işlere koşmuş olduğu cin'ler ise öteye-beriye koşuşuyor, bu ağır işlerini yapıyorlardı. Hiçbiri efendilerinin öldüğünü fark etmemişti. Bu arada bir böcek söylendiğine göre bir tahta kurdu çıkageldi. Bu böcek ağaçları kemirerek besinini sağlar. Yaşadığı yörelerde evlerin çatılarını, kapılarını ve direklerini oburcu bir iştahla aşındırır. Bu yüzden Mısır'ın bazı bölgelerindeki köylerde halk, evlerini yaparken kereste kullanmaktan kaçınır. Çünkü bu böceğin ağaç türünden olan bütün yapı bölümlerini kemirip yok edeceğini iyi bilirler.

İşte bu böcek tarafından kemirilen Hz. Süleyman'ın değneği aşınınca ölü vücudu yere yığılıverdi. Ancak o zaman cin'ler O'nun öldüğünü anlayabildiler. Yukarıdaki ayetin o bölümünü bir daha okuyalım.

"Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler gaybı bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam etmezlerdi."

İşte bazı müşriklerin taptıkları cin'ler bunlardı. Görüldüğü gibi bunlar, yüce Allah'ın kullarından birinin buyruğu altında çalışıyorlar ve bunun yanı sıra "yakın" gaybın bilgisinden bile yoksundurlar. Oysa sözü edilen müşrikler onlardan "uzak" gayblere ilişkin bilgi edinebileceklerini umuyorlardı!

SEBE HALKININ HİKÂYESİ

Davudoğullarına ilişkin hikâyede yüce Allah'a inanmanın, O'nun bağışlarına şükretmenin ve nimetlerini yerinde kullanmanın sayfası sunuluyor. Bu sayfanın karşı yüzünde ise Sebe halkının sayfası yer alır. Neml suresinde Hz. Süleyman ile Sebe kraliçesi arasında geçen olaylar anlatılmıştı. Burada Sebelilerin, Hz. Süleyman hikâyesini izleyen maceraları sunuluyor. Bundan anlıyoruz ki, burada anlatılan olaylar Hz. Süleyman ile kraliçenin arasındaki maceradan sonra meydana gelmişlerdir.

Bu varsayımımızın dayanağı şudur: Sebe halkına ilişkin hikâyenin burada anlatılan bölümünde adamların sahip oldukları nimetler yüzünden şımarmaları, bu yüzden ellerindeki nimetlerin kayboluşu, arkasından birliklerinin bozuluşu ve parçalanıp öteye-beriye dağılmaları gündeme gelmektedir. Oysa bu adamlar, Neml suresinde bize tanıtılan ve Hz. Süleyman ile arasındaki ilişkilere yer verilen kraliçeleri zamanında güçlü bir devletleri ve son derece mutlu bir hayatları vardı. Bunun böyle olduğunu kraliçenin ülkesinden döndüğünde gördüklerini anlatan Hudhudun Neml suresinde okuduğumuz şu sözlerinden anlıyoruz.

"Ben o yörenin halkını yöneten bir kadınla karşılaştım. Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.

"Onun ve soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm" (Neml suresi, 23-24)

Bilindiği gibi sonra bu kraliçe Hz. Süleyman'la buluşarak alemlerin Rabbine teslim olmuştu. İşte burada anlatılan hikâyenin olayları, kraliçenin Allah'a teslim oluşundan sonra meydana gelmişti. Bu hikâyede bize, yüce Allah'ın bağışladığı nimetlere karşı şükür görevlerini yerine getirmekten kaçman Sebelilerin başlarına neler geldiğini öğreniyoruz.

Hikâyenin başında Sebe halkının içinde yüzdüğü bolluğu, refahı ve mutluluğu anlatılıyor, bunun arkasından kendilerine bunca bol nimetler veren yüce Allah'a şükretmelerinin gereği vurgulanıyor. Okuyoruz.



15- Gerçekten bir vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş Sebe yurdundan alınacak ibret dersi vardır. Onlara `Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na şükrediniz, işte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb" dendi.

"Sebe" vaktiyle Güney Yemende yaşamış bir toplumun adıdır. Bunların yurtları son derece verimli topraklardan oluşmuştu. Bu topraklar üzerinde kurulan uygarlığın bazı izleri günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Sebeliler uygarlıkta ileri bir düzeye ulaşmışlardı. Öyle ki, güney ve doğu taraflarım saran denizden gelen bol yağmur sularını denetim altına almayı başarmışlar, bu amaçla doğal bir baraj yapmışlardı. Bu barajın iki yanında iki dağ yükseliyordu. Barajın önüne ördükleri surlarda açılıp kapanabilen kapaklar yapmışlardı. Baraj duvarının ardında büyük miktarda su biriktirmişlerdi ve bu suyu gerektiği şekilde kullanıyorlardı. Başka bir deyimle son derece büyük bir su kaynağına sahiptiler. Bu baraj "Merib barajı" adı ile anılıyordu.

Ayette geçen "vadinin sağında ve solunda uzayan iki ova" toprak verimliliğinin, bolluğun, refahın ve göz alıcı hayat standardının simgesidir. Bu yüzden bu bol nimetleri bağışlayan yüce Allah'ı hatırlatan bir kanıt olarak algılanması istenmiştir. Nitekim Sebe'lilere yüce Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanırken O'na şükretmeleri emredilmiştir. Okuyoruz:

"Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na şükrediniz."

Onlara yüce Allah'ın nimetleri hatırlatılıyor. Akıllarına ilk gelecek nimet verimli ve güzel yurtları idi. Oysa bunun da üzerinde şükür görevlerinde yaptıkları ihmalkârlıkları bağışlama ve kötülüklerine göz yumma nimeti gelir. Okuyoruz:

"İşte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb."

Bolluk ve refah biçiminde somutlaşan yeryüzüne dönük cömertlik ile bağışlama, kötülükleri görmezlikten gelme biçiminde ifadesini bulan "gökyüzü cömertliği"ne bir arada kavuşmuşlardır. Öyleyse yüce Allah'ı övmelerine, O'na şükretmelerine ne engel olabilir ki? Fakat onlar ne Allah a şükrediyorlar, ne da verdiği nimetleri hatırlıyorlar. Okuyoruz:

16- Fakat onlar bu buyruğa sırt çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini göndererek o verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçlı iki çorak ovaya dönüştürdük.

Adamlar yüce Allah'a hamd etme, iyi amel işleme ve Allah'ın nimetlerini iyiye kullanma görevlerine sırt çevirdiler. Bu yüzden yüce Allah, içinde yüzdükleri göz alıcı refahı ellerinden aldı. Üzerlerine son derece yıkıcı "Arım" selini gönderdi. Kayaları önünde sürükleyen bu korkunç sel kurdukları barajı yıktı. Bunun üzerine büyük bir taşkın meydana geldi, seller her yanı silip süpürdü. Artık adamların elinde suları biriktirme imkânı kalmamıştı. Bu yüzden ortalık susuzluktan kurudu, kavruk yangın yerine benzedi. O güzelim bahçeler, üzerinde tek tük bir kaç ağaçtan, bir kaç kuru çalıdan başka bir yeşillik bulunmayan bir çöle dönüştü. Okuyalım:

"O verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçla iki çorak ovaya dönüştürdük."

Ayetin orjinalinde geçen "Hamd" sözcüğü "erik ağacı, ya da her tür dikenli ağaç"; "Esl" kelimesi "Ilgın ağacına benzeyen bir çalı türü" ve "Sidr" sözcüğü ise "Arabistan kirazı" anlamını verir. Bu sonuncu ağaç türü, selden ve yıkımdan sonra Sebe'lilerin elinde kalan en işe yarar doğal üründü. Fakat çöle dönüşmüş topraklarında bu ağaç türüne artık pek seyrek rastlanabiliyordu. Ayetleri okumayı sürdürüyoruz:

17- Yaptıkları nankörlükten ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını hiç cezalandırır mıyız ki?

Ayetin orjinalinde yaralan "keferu" sözcüğü en akla yakın yoruma göre "nimeti görmezlikten gelmek, nankörlük etmek" anlamına gelir.

Sebeliler bu sıralarda yine evlerinde-barklarında oturuyorlardı. Gerçi artık yoksullaşmışlardı, eski göz kamaştırıcı bolluklarının ve mutluluklarının yerini yokluklar ve sıkıntılar almıştı. Fakat bir arada yaşıyorlardı, henüz toplumları dağılmamıştı. Ayrıca yurtlarını kuzeylerindeki kutsal kentlere, yani Arap yarımadasındaki Mekke ile Şam yöresindeki Kudüs'e bağlayan uygarlık düzeyleri halâ ayakta idi. Kuzeylerinde yer alan Yemen kenti, sözünü ettiğimiz kutsal kentlerle bağlantılı, bayındır bir kent olduğu gibi bu uygarlık merkezleri arasında gidişi-gelişi sağlayan yol bakımlı, işlek ve güvenli idi. Ayeti okuyalım:

18- Onların yurtları ile kutsal kentler arasına, birinden bakınca öbürü görünebilen kısa aralıklı kentler serpiştirerek konaktan konağa mesafeleri ölçülebilir bir yolculuk yapmalarını sağladık. Onlara "Bu yol boyunca hem geceleyin hem de gündüzün güven içinde yolculuk yapın" dedik.

Elimizdeki bazı bilgilere göre köyün birinden sabahleyin yola çıkan birisi karanlık basmadan bir sonraki köye ulaşabiliyordu. Yani bu yöredeki yolculuk belirli mesafelere bölünmüş, güvenli bir yolculuktu. Ayrıca konaklama yerleri arasındaki mesafeler kısa olduğu için yol sıkıntısı çekilmiyordu.

Fakat Sebe'liler zamanla daha da kötüleştiler. Yüce Allah'ın ilk uyarısı onlara faydalı olmadı. Kendilerine gelip yüce Allah'a yalvarmaya, ellerinden giden eski mutluluklarını geri vermesini dilemeye yönelmediler. Tersine aptallıklarını ve cahilliklerini belgeleyen şu duayı seslendirdiler. Önce ayetin tümünü okuyoruz:



19- Fakat onlar "Ey Rabb'imiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap" diyerek kendilerine yazık ettiler. Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını parçalayarak öteye-beriye dağıttık. Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır.

Evet, şimdi ayetin başına dönelim:

"Fakat onlar `Ey Rabb'imiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap' dediler." Görüldüğü gibi yakın konaklarla biribirine bağlı kısa aralıklı yolculuklar yerine yılda ancak bir kaç tanesi yapılabilecek olan uzun aralıklı, uzak konaklamalı yolculuklar istiyorlar. Anlaşılan kısa aralıklı yolculuklar "seyahat" zevklerini tatmin etmiyor! Bu istek ne kadar şımardıklarını, kendilerine nasıl yanık etmeye kıyabildiklerini gösteriyor. Okuyoruz:

"Böylece kendilerine yazık ettiler."

Duaları kabul edildi. Ama şımarıklıklarına yaraşır bir biçimde. Okuyalım:

"Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını parçalayarak öteye beriye dağıttık."

Göçler yolu ile parçalandılar. Rüzgârda savrulan saman yığını gibi Arap yarımadasının çeşitli yörelerine dağıldılar. Artık dilden dile dolaşan söylentilere karışmışlar ve heyecanla anlatılan şaşırtıcı hikâyelerin konusu olmuşlardı. Oysa bir zamanlar somut varlığı olan, canlı ve dinamik bir millet idiler. Devam edelim:

"Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır."

Sabır ile şükür yan yana getirilmiş. Yani sıkıntılara karşı "sabır" ve bolluk sırasında "şükür" Sebe'lilerin hikâyesinde hem sıkıntılara karşı sabredenlerin ve hem de bolluk sırasında şükredenlerin alacakları dersler vardır.

Bu ayet bu şekilde yorumlanabileceği gibi şu şekilde de yorumlanabilir. Bu ikinci yoruma bağlı olarak yukarda okuduğumuz "Onların yurtları ile kutsal kentler arasına birinden bakınca öbürü görülebilen kentler serpiştirdik" ayetindeki "birinden bakınca öbürü görülebilen" deyiminin anlamı "çevrelerine karşı üstünlük sağlamış güçlü kentler" olabilir. Bu güçlü kentlerin komşusu olan Sebe'lilerin yurdu ise o sırada yoksul düşmüş, kupkuru bir çöle dönüşmüştü. Bu yüzden hayvanlarını otlatabilecekleri, sulak yerler aramaya koyuldular. Günlerini, hayatlarını hep bu "arama"lar uğruna harcıyorlardı. Bu sıkıntılı hayata dayanamadılar. Yüce Allah'ın bu sınavına katlanamadılar. Bu yüzden "Ey Rabb'imiz seferlerimizi uzun aralıklı yap" yani "Ey Rabb'imiz artık yorgun düştük, seferlerimizin sayısını azalt" diye dua ettiler. Fakat dualarının kabul edilmesini hakkettirecek şekilde Allah'a bağlanmamışlar, emirlerine sarılmamışlardı. Vaktiyle bolluk yüzünden şımardıkları gibi şimdi de sıkıntılar karşısında sabırsız davranıyorlardı. Bu yüzden yüce Allah, onlara hakkettikleri karşılığı verdi. Toplumlarını parçalayarak öteye-beriye dağıttı. O göz alıcı uygarlıklarından geriye sadece bir takım harabeler, dilden dile gezen söylentiler ve halk arasında anlatılan hikâyeler kaldı. Buna göre ayetin sonunda yer alan "Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan alacakları dersler vardır" şeklindeki değerlendirme cümlesi adamların nimetlere karşı az şükretme1erini ve sıkıntılar karşısındaki sabırsızlıklarını vurgulayan, konu ile uyumlu bir yorum olur. Bana göre bu ayet böyle de açıklanabilir. Tabii ki, ne demek istediğini tek bilen, yüce Allah'dır.

ALLAHIN DEĞİŞMEZ YASASI

Sebe'lilere ilişkin hikâyenin sonunda hikâyenin sınırlı çerçevesi aşılarak genel kapsamlı ilâhi tasarının değişmez yasaları ile yüzyüze geliyoruz. Burada bize hikâyenin tümünden süzülen hikmet, hikâyenin olaylarında ve bu olayların arkasında saklı duran ilâhi plan ve tasarı açıklanıyor. Okuyoruz.



20- Şeytan, onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü'min dışında hepsi ona uymuştu.

21- Aslında şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir yaptırım gücü yoktu. Ama biz ahirete inananları, o konuda kuşku içinde olanlardan ayırd etmek istedik. Her şey, senin Rabb'inin gözetimi altındadır.

Acaba Sebe'liler neden bu yolu izlediler de sonunda böyle bir akıbetle yüzyüze gelmeyi hakkettiler. Çünkü şeytan onları ayartabileceğine ilişkin tahmininde haklı çıkarak onları doğru yoldan çıkarmayı başardı. Okuyoruz:

"Şeytan onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü'min dışında hepsi ona uymuştu."

Normal olarak her toplumda aynı şey olur. Yani şeytana uymuş her toplumda şeytan'ın kışkırtmalarına karşı kararlılıkla direnen küçük bir grup bulunur. Bu küçük grup herkese şunu kanıtlar. Ortada değişmez bir gerçek vardır. Onu arayan tanır. Onu bulmak, ona sarılmak isteyen kimse, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, onu bulabilir.

Ayrıca şu gerçeği akıldan çıkarmamak gerekir: Şeytan'ın bu adamlar üzerinde karşı konulmaz, bir yaptırım gücü, önünde durulmaz bir nüfuzu yoktur. Onlar onun iradesi karşısında eli-kolu bağlı tutsaklar değildirler. Gerçi şeytan'a, onları ayartma izni verilmiştir. Bunun hikmeti şudur: Gerçeğe bağlı olanlar bu bağlılıklarını sürdürsünler, buna karşılık gerçeği istemeyenlerin, onu bulmak için çaba harcamayanların ayakları kaysın. Başka bir deyimle "Kimlerin ahirete inandıkları" kimler imanları aracılığı ile sapık yola düşmekten korundukları meydana çıksın. Bu kimseler "Ahiret konusunda kuşku içinde olanlardan" ayırd edilsin. Ahirete kesinlikle inananlar ile bu konuda tereddüt içinde bocalayanlar, şeytan'ın kışkırtmalarına pas verenler, yüce Allah'ın gözetimi altında olduklarını bilmeyenler ve ahiret gününün beklentisi içinde olmayanlar biribirine karışmasınlar.

Yüce Allah, olup biten her gelişmeyi, bu gelişmeler daha ortaya çıkmadan, insan gözü ile görülmeden önce bilir. Fakat olayların ve davranışların karşılıkları, bu olayların ve davranışların somut olarak insanların dünyasına yansımalarına bağlıdır. Bu engin ve açık alanda yüce Allah'ın olayları ve gelişmeleri planlayıp yönlendiren iradesinin alanı ile şeytan'ın insanları ayartma alanı yer alır. Fakat bu alandaki şeytan'ın yetkisi sınırlıdır, onun insanlar üzerinde karşı durulmaz, baş edilmez bir otoritesi yoktur. Ona insanları ayartma yetkisinin tanınması, yüce Allah'ın bilgisinde saklı olan akıbetlerin ve sonuçların pratikler dünyasında ortaya çıkması içindir. Bu geniş alanda Sebe'lilerin hikâyesi ile her zaman ve her yerde yaşayan bütün toplumların hikâyeleri bütünleşir. Buna göre ayetin metnin çerçevesi ve sonunda yer alan değerlendirme cümlesinin kapsamı da genişlik kazanır. Başka bir deyimle bu değerlendirme, sadece Sebelileri ilgilendiren, özel bir yorum olmaktan çıkarak bütün insanlığın durumunu anlatmaya elverişli bir açıklama niteliği kazanır. Evet, okuduğumuz hikâye şeytana uyup yoldan çıkma ile doğru yolu bulmanın, bu iki olgunun her zaman ve her yerdeki sebeplerinin, sonuçlarının, şartlarının ve amaçlarının hikâyesidir. Devam ediyorum:

"Her şey senin Rabb'inin gözetimi altındadır."

Hiçbir şey gözden kaçmaz, kayıplara karışmaz. Hiçbir şey ihmale uğramaz, göz ardı edilmez.

Görüldüğü gibi surenin bu ikinci "aşama"sı, tıpkı ilk "aşama"sı gibi ahiretten söz ederek, yüce Allah'ın bilgisini ve yoğun gözetimini vurgulayarak sona eriyor. Bu iki konu zaten surenin tümünün ağırlık verdiği, özenle tekrarladığı konulardır.

Surenin bu "aşama"sını Allah'a ortak koşma ve O'nun birliğini onaylama konuları üzerine düzenlenmiş kısa bir gezi oluşturur. Gezi kısadır, ama insan kalbini evrenin tüm alanlarında dolaştırır. Bu gezide insan kalbi, evrenin görünen ve görünmeyen bölümlerini, algılanabilir kesimleri ile "gayb" alemini oluşturan kuytuluklarını, göklerini ve yeryüzünü, dünyasını ve ahiretini izleme fırsatını bulur. İnsan kalbi, bu gezi sırasında, eklemleri titreten, yüce Allah'ın ululuğu karşısında onları kendinden geçirten korkunç tablolar önünde durdurulur. Bunun yanı sıra insan rızkının, insan kazancının, ahiret hesaplaşmasının, hesaplaşma sonundaki ödülün ve cezanın mahiyetlerini açıklayan uyarıcı tablolar önünden geçirilir. Kimi zaman kendini büyük kalabalıklara karışmış bulurken kimi zamanda tek başına, yapayalnız, kimsesiz ve herkesten ayrı düşürülmüş durumda kalır. Bütün bu tablolarda frekans yüksek, cümleler kısa ve kesin, mizrap darbeleri serttir; bu cümlelerin ilk sözcüklerini oluşturan "de ki, de ki, de ki," sözcükleri inkârcıların beynine balyoz gibi iner, kanıtlarını dobra dobra haykırır, mesajlarını son derece güçlü ve etkili bir çarpıcılıkla yüzlere vurur.



DOKUNAKLI BİR GEZİNTİ

22- Müşriklere de ki; "Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi onların hiçbiri Allah'ın yardımcın da değildir. "

Burada gökleri ve yeryüzünü kapsamına alan geniş alanlı bir meydan okuma ile karşı karşıyayız. Cümle cümle okuyalım:

"Müşriklere de ki; `Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız' bakalım."

Onları çağrınız da gelsinler. Gelsinler de söylesinler bakalım, göklerde ve yeryüzünde önemli ya da önemsiz neyin sahibidirler? Ya da bu soruya onlar yerine siz cevaplandırın. Devam ediyoruz:

"Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler."

Bu düzmece ilâhların göklerde ve yeryüzündeki en küçük bir şeyin mülkiyetini iddia etmeleri mümkün değildir. Çünkü herhangi bir şeyin sahibi o şeyi istediği gibi kullanır. Peki bu düzmece ilâhların yüce Allah'ın mülkiyeti dışında kalan bir şeyleri var mı? Bu uçsuz-bucaksız evrende hangi nesneyi bir mülkiyet sahibinin rahatlığı ile serbestçe kullanabilirler?

Bu düzmece ilâhların yerde ve göklerde zerre kadar ortaksız bir mülkleri olmadığı gibi ortak sıfatı ile de hiçbir mülkleri yoktur. Okuyoruz:

"Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları yoktur."

Yüce Allah hiçbir konuda bunlardan yardım almaz. Çünkü O'nun hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Okuyoruz:

"Bunların hiçbiri Allah'ın yardımcısı da değildir"

Anlaşılan ayetin bu cümlesinde yüce Allah'a koşulan düzmece ortakların belirli bir türüne değiniliyor. Bu "belirli tür" meleklerdir. Bilindiği gibi Araplar melekleri, yüce Allah'ın kızları sayarlar ve O'nun katında kendilerine aracılık yapacaklarını ileri sürerlerdi. Belki de onlar "Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" diyenler arasındaydılar. (Zümer Suresi, 3) Bundan dolayı bir sonraki ayette meleklerin onlara aracılık edeceği şeklindeki beklentileri kesinlikle reddediliyor. Bu red açıklaması yüce Allah'ın huzurunda tüyler ürpertici bir sahnede yapılıyor. Okuyalım:



23- Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği söyledi, O yüce ve büyüktür" derler.

Evet, ayetin baş tarafını bir daha okuyalım:

"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez."

Demek ki, aracılık (şefaat) yüce Allah'ın iznine bağlıdır. Yüce Allah da kendisine inanmayanlara, O'nun merhametine lâyık olmayanlara aracılık edilmesine izin vermez. Müşrikleri ise kendileri hakkında ilke olarak aracılık izni verilmeye lâyık değildirler. Buna göre böyle bir izin ne meleklere ve ne de diğer aracılık edebilecek kimselere verilmez.

Sonra aracılık olayının gerçekleştiği sahne tasvir edilir. Bu sahne tüyleri diken diken edecek derecede korkunçtur. Okuyoruz:

"Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine `Rabb'iniz ne dedi?' diye sorarlar. Cevap verenler `O gerçeği söyledi O yüce ve büyüktür' derler."

Bu sahne "zor gün"ün, yani kıyamet günün sahnelerinden biridir. Burada kalabalıklar ayakta dikiliyor. Gerek aracılar ve gerekse aracılardan medet umanlar aracılık etmeye lâyık görülenlere yüce Allah tarafından izin verilmesini bekliyorlar. Bekleme suresi uzuyor. Süre uzadıkça bekleyenlerin sabrı daralıyor. Yüzler endişeli ve gergindir. Hiç kimseden çıt çıkmaz. "Acaba yüce Allah bana izin verecek mi?" beklentisinin heyecanı ile çarpan kalpler yuvalarından fırlayacak gibidirler.

Bu arada yüce Allah'ın korkunç buyruğu duyulur. Bunun üzerine hem aracılık yetkisi isteyenler ve hem de aracılıktan medet umanlar titreme nöbetine tutulurlar. Kavrama yetenekleri işlemez olur. Fakat;

"Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca" Kapıldıkları korku hafifleyince ve tutuldukları titreme nöbeti geçince; "Biribirlerine `Rabb'iniz ne dedi?' diye sorarlar."

Bu soruyu biribirlerine sorarlar. Belki de bazıları kendilerini zorla da olsa toparlayabilmişlerdir. Bu arada;

"Cevap verenler `O gerçeği söyledi' derler."

Belki de bu kısa ve özlü cevabı verenler, en önde gelen meleklerdir. Evet O gerçeği söyledi. Rabb'iniz gerçeği söyledi. Genel geçerli, ezeli ve dolaysız gerçeği. Zaten O'nun her sözü gerçektir. Çünkü;

"O yüce ve büyüktür."

Bu niteleme cümlesi "yüce"lik ve "büyük"lük imajlarının beyinlerde somutluk kazandıkları bir ortamda karşımıza çıkıyor.

Bu kısa ve özlü cevap, sahneye egemen olan korkunun, dehşetin çapını gösteriyor. Duyulan korku o kadar büyüktür ki, ağızlardan sadece bir tek cümle çıkabiliyor!

İşte korkunç şefaat sahnesi ve işte meleklerin, yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşen bu sahnedeki pozisyonları. Bu sahneyi izledikten sonra hiç kimse onların yüce Allah'ın ortakları ve müşriklerin Allah katındaki aracıları olduklarını ileri sürebilir mi?

KORKUNÇ TABLODUR

Bu tablo, izlediğimiz korkunç, ürpertici, dehşetli ve çetin kıyamet sahnesinin ilk tablosudur. Bu sahnenin bir ikinci tablosu daha vardır. Bu tabloda "rızık" konusu gündeme getirilir. Müşrikler "rızık"tan yararlanırlar, fakat kaynağını göz ardı ederler. Oysa rızkın kendisi yaratıcının, bu rızkı verenin, onu kimi zaman bol akıtırken kimi zaman kısanın tekliğini, ortaksızlığını kanıtlar. Okuyoruz:



24- Ey Muhammed, müşriklere "Gerek göklerden inen ve gerekse yerden çıkan rızıkları size sunan kimdir?" diye sor. Sonra de ki; "Allah sunuyor. Öyleyse ya biz doğru yoldayız ve siz açık bir sapıklık içindesiniz, ya da bunun tersi doğrudur. "

"Rızık" konusu müşriklerin gündelik hayatında yeri olan bir realitedir. Gökten inen "rızık" türleri vardır. Yağmur, sıcaklık, ışık, aydınlık gibi. Bunlar ayetin indiği dönemde bilinen başlıca gök kaynakları rızık türleri idi. Bunların dışında yine gökten kaynaklanan nice "rızık" türleri var ki, insanoğlu onları gün geçtikçe tanıyabilmektedir. Yer kaynaklı "rızık"ların başlıcaları ise bitkiler, hayvanlar, yeraltı suları, sıvı enerji kaynakları, madenler ve toprak-altı hazineleridir. Bunların dışında gerek eski insanların da bildikleri ve gerekse zamanın akışı içinde varlığı keşfedilen daha nice yeryüzü kaynaklı "rızık" türleri vardır. Şimdi ayetin cümlelerine dönelim:

"Ey Muhammed, müşriklere `Gerek göklerden inen ve gerekse yerden çıkan rızıkları size sunan kimdir?' diye sor. Sonra de ki; Allah sunuyor..." Bu konuda sana ne itiraz edebilirler ve ne de yüce Allah'dan başka birinin rızık verici olduğunu ileri sürebilirler.

Evet "De ki; Allah sunuyor." Sonra aranızdaki anlaşmazlığın çözümünü yüce Allah'a havale et. Çünkü iki taraftan biriniz doğru yolda ve öbürünüz sapık yoldasınız. Onlarla aynı yolun yolcusu olamayacağın gibi her ikiniz doğru yolda ya da her ikiniz de sapık yolda olamazsınız. Okuyoruz:

"Öyleyse ya biz doğru yoldayız ve siz açık bir sapıklık içindesiniz ya da bunun tersi doğrudur."

Burada tartışma edebi ile ilgili son derece ılımlı ve hoşgörülü bir örnek karşısındayız. Görüldüğü gibi Peygamberimiz, müşriklere önce "aramızdan biri kesinlikle doğru yolda ve öbürü sapık yoldadır" diyor, arkasından kimin doğru yolda olduğunu ve kimin sapık olduğunu belirlemeyi atlıyor. Böylece karşı tarafı günahla öğünme kompleksine düşürmeksizin, tartışma ve atışma heyecanına kaptırmaksızın soğukkanlı bir zihinle olayı düşünüp değerlendirmeye çekmek istiyor. Çünkü Peygamberimiz bir yol gösterici, bir öğretmendir. Onun biricik amacı müşrikleri doğru yola iletmek, doğru ile buluşturmaktır; yoksa onları tartışmada susturup küçük düşürmek peşinde değildir.

Tartışma böylesine nazik ve düşündürücü bir çerçeve içinde yürütülünce mevki ve makam sarhoşu inatçıların, yenilemeyi ve boyun eğmeyi hazmedemeyen burnu büyüklerin kalplerini etkileyebilir, onları soğukkanlı biçimde düşünerek iyice ikna olmaya sevk edebilir. Peygamberimizin bu üslubu tartışma edebine ilişkin seçkin bir örnektir; bu dâvanın savunucuları tarafından incelenmesi, göz önünde tutulması gerekir.

Kıyamete ilişkin bu sahnenin bir üçüncü tablosu daha vardır. Bu tabloda her kalbin işlediği amelin, yaptığı işlerin ve sorumluluğunun karşısında dikildiğini görüyoruz. Bu tablonun sözlerine aynı nezaket, aynı ölçülülük ve aynı tolerans egemendir. Okuyalım:



25- De ki; "Ne bizim suçlarımız size sorulacak ve ne de sizin işlediğiniz kötülükler bize sorulacaktır. "

Bu ayet, belki de, Peygamberimizi ve çevresindeki mü'minleri sapık ve günahkâr sayan müşriklere verilmiş bir cevaptır. Bilindiği gibi müşrikler, müslümanlara "atalarının dininden dönmüşler" anlamına gelmek üzere "sabiiler (dönekler)" yaftasını yapıştırmışlardı. Batıl yanlılarının hak yanlılarını böylesine küstahça ve arsızca sapıklıkla suçladıklarını sık sık rastlamak mümkündür. Ayeti bir daha okuyalım:

"De ki; `Ne bizim suçlarımız size sorulacak ve ne de sizin işlediğiniz kötülükler bize sorulacaktır."

Her kesin yaptığı iş kendi hesabına işlenir. Herkes sorumluluğu ve davranışının karşılığı ile başbaşadır. Herkes kendi tutumunu değerlendirme süzgecinden geçirerek kurtuluşa doğru mu, yoksa felâkete doğru mu gittiğini belirlemelidir.

Bu nazik dokunuşla müşrikler uyarılmakta, düşünmeye, durumlarını değerlendirmeye ve gelecekleri hakkında kafa yormaya özendirilmektedirler. Gerçeği görüp arkasından ikna olmanın ilk adımı budur.

Sonra bu kıyamet sahnesinin dördüncü tablosu ile yüzyüze geliriz. Okuyalım:

26- De ki; "Rabb'imiz bizi biraraya getirecek, sonra aramızdaki uyuşmazlıkları hak uyarınca çözecektir. O son derece âdil bir yargıç ve her şeyi bilendir.

İlk başta, yani dünyada, yüce Allah hak yanlıları ile batıl yanlılarını biraraya getiriyor. Maksat hak ile batıl yüzyüze gelsin, hak yanlıları insanları yollarına çağırsınlar, hak dâvanın savunucuları olanca gayretlerini ve maharetlerini ortaya koysunlar. Bu aşamada işler karışık, karmaşık ve belirsizdir. Hak ile batıl arasında amansız bir çekişme meydana gelir. Kimi zaman kuşkular, kanıtların önüne geçer. Kimi zaman batıl, hakkı (gerçeği) örter. Fakat bütün bu karışıklıklar belirli bir zamana kadardır. Sonra günü gelince yüce Allah, iki taraf arasındaki anlaşmazlığı hak ilkesi uyarınca çözümler, iki taraf arasında ayırd edici, sayfaları belirleyici, kesin ve son hükmünü verir. Çünkü O;

"Son derece adil bir yargıç ve her şeyi bilendir."

O hak yanlıları ile batıl yanlılarını bilerek, tanıyarak, kılı kırk yararak son kararını verir.

Böyle demek, yüce Allah'ın hükmüne ve kararına güvenmek demektir. Yüce Allah kesinlikle son hükmünü verecek, hak ile batılı biribirinden ayıracak, hakkın yüzünden belirsizlik perdesini sıyıracaktır. O sadece belirli bir sürenin sonuna kadar işlerin karışık kalmasına göz yumar. Hak yanlıları çağrı görevlerini yapmaya fırsat bulabilsinler diye hak yanlıları ile batıl yanlılarını biraraya getirir. O karışık ortamda hak yanlıları olanca çabalarını harcasınlar, olanca maharetlerini ortaya koysunlar ister. Sonra O buyruğunu yürütecek, son sözünü söyleyecektir.

Ayrıca yüce Allah bu son sözünü ne zaman söyleyeceğini kendisi bilir. Bu sözün söyleneceği, bu hükmün verileceği zamanı belirlemek, hiç kimsenin yetkisinde değildir. Hiç kimsenin o zamanı öne aldırması da düşünülemez. Hak ile batılı biraraya getiren de Allah'dır, onları biribirinden ayıran da. Çünkü O;

"Son derece adil bir yargıç ve her şeyi bilendir."

Sonra bu kıyamet sahnesinin sonuncu tablosu karşımıza çıkar. Bu tablo yüce Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhlara yönelik bir meydan okuma içermesi bakımından ilk tabloya benzer. Okuyoruz:



27- De ki; "Allah'a koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım. Olacak şey değil bu. Aslında O üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'dır. "

Bu soruda gizli yadırgama ve alaya alma vardır. "Allah'a koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım." Gösterin onları bana. Göreyim, bakayım kimdirler, necidirler. Değerleri, nitelikleri, konumları nedir? Hangi gerekçe ile kendi hakkında böyle bir iddiada bulunmayı uygun gördünüz? Bütün bu sorulardan buram buram yadırgama ve alay tütmektedir.

Arkasından "Hayır, olacak şey değil" diye başlayan azarlama ve paylama içerikli bir ret cevabı ile karşılaşıyoruz. Hayır, onlar yüce Allah'ın ortakları değildirler. Zaten yüce Allah'ın ortağı yoktur. Ayetin son cümlesini okuyoruz

"Aslında O üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'dır."

Yüce Allah'ın bu sıfatları karşısında söz konusu düzmece ilâhların O'nun ortakları olmaması gerektiği gibi mutlak anlamda O'nun hiçbir ortağının bulunmaması gerekir.

Surenin bu kısa "aşama"sı böylece, bu çarpıcı ve derin etkili mesajların vurguları ile noktalanıyor. Bu "aşama"da evrenin dehşetli manzaralarını, ahiretteki korkunç "şefaat" tablosu, amansız hak-batıl çekişmesini, vicdanların derin köşelerini ve kalplerin kuytu bucaklarını içeren bir gezi sergilenmiştir.

Surenin bu bölümünü içeren gezide kâfirlerin elebaşlarının bütün peygamberlere karşı takındıkları reaksiyoner tutum işleniyor. Bu şımarıkları servetleri, evlâtlarının çokluğu, ellerindeki diğer dünyalık ayrıcalıklar baştan çıkarıyor. Bu varlıklarını seçkinliklerinin ve üstünlüklerinin kanıtı sayıyorlar. Bunlar sayesinde dünya ve Ahiret azabından kurtulacaklarını sanıyorlar. Bundan dolayı ahiretteki görüntüleri, somut bir sahnede gözleri önüne seriliyor. Sahne o anda olùyormuş gibi canlıdır. Amaç bu şımarıkların, dünyalık varlıklarının kendilerini azaptan koruyup koruyamayacağını gözleri ile görmeleridir. Söz konusu küstahlar bu sahnelerde şu gerçekleri de öğreniyorlar: Dünyadayken taptıkları ve yardım diledikleri ne melekler ve ne de cinler onlara hiçbir yarar dokunduramıyorlar.

Bu tartışma sırasında Kur'an'ın ayetleri,.yüce Allah'ın terazisinde ağırlığı olan değerlerin neler olduğunu açıklıyor. Buna bağlı olarak bu adamların dünya hayatında övünç gerekçesi saydıkları değerlerin kofluğu ortaya çıkıyor. Bunların yanı sıra şu gerçeğe parmak basılıyor: Rızkın bolluğu ve kısıtlılığı, yüce Allah'ın iradesine bağlı olarak ortaya çıkan olgulardır. Yoksa bu olgular yüce Allah'ın hoşnutluğunun ya da gazabının, O'na yakın ya da uzak olmanın kanıtları değildirler. Bu olguların her ikisi de kullara yönelik birer sınavdırlar.



UYARICI VE MÜJDECİ PEYGAMBER

28- Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.

29- Onlar "Eğer doğru söylüyorsanız. şu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" derler.

30- Onlara de ki; "Sizin belirlenmiş bir gününüz vardır, ne bir an ertelenir ve ne de önceye alınır. "

Bu açıklama bir önceki bölüme bağlı olarak yapılıyor. Bilindiği gibi bir önceki bölümde sorumluluğun "kişisel" olduğu, hak ve batıl yanlıları arasındaki tek geçerli ilişki biçiminin mesajı duyurma ve çağrı olduğu, bunun ötesinde her iki tarafın işinin yüce Allah'a kaldığı anlatılıyordu.

Bu bölümde o açıklamalara ek olarak Peygamberimizin görevinin ne olduğu belirtiliyor. Müşrikler bu görevin niteliğini bilmiyorlar. Bu yüzden Peygamberimizin dile getirdiği vaatlerin ve tehditlerin hemen gerçekleşmesini, davranışlarının karşılıklarının bir an önce belirlenmesini istiyorlar. Bu bölümde onlara anlatılmaya çalışıyor ki, ödülleri ve cezaları belirleme işleminin planlanmış bir günü vardır. Bu günün ne zaman geleceği sadece yüce Allah'ın bildiği bir gayp konusudur. Şimdi bu bölümün ilk ayetine dönelim:

"Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara sırf müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik."

Bütün insanlığa yönelik peygamberlik misyonunun sınırı işte budur: Müjde verme ve uyarma. İş bu sınırda biter. Müjdelerin ve uyarıların somut gerçeklere dönüştürülmesi ise yüce Allah'ın tekelindedir. Devam ediyoruz:

"Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Onlar `Eğer doğru söylüyorsanız şu tehdit ne zaman gerçekleşecek?' derler."

Bu soru, adamların peygamberin görevinin ne olduğu bilmediklerini, peygamberlik misyonunun sınırlarını kavramadıklarını gösterir. Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın birliği ilkesini her türlü bulanıklıktan arındırma konusunda son derece titizdir. Bu ilkeye göre Hz. Muhammed, sadece bir peygamberdir, görevinim sınırları bellidir, O görev sınırlarının berisinde kalır, bu sınırları aşmaz. Yüce Allah ise sınırsız yetkiye sahiptir. Peygamberi insanlara gönderen ve onun görevinin sınırlarını çizen O'dur. Yüce Allah'ın vaadinin ya da tehdidini gerçekleştirmeyi üstlenmek, hatta bu gerçekleştirmenin zamanını bilmek, Peygamberin görev alanına giren işlerden değildir. Bu iş O'nun yetki tekelindedir. Peygamber haddini, görev alanının sınırlarını bilir. Bu yüzden yüce Allah kendisine bilgi vermediği bir konuda, gerçekleştirilmesini sorumluluğuna vermediği bir işte O'na soru bile sormaz. Yüce Allah, Peygamberimizi bu konuda soru soranlara belirlenmiş bir cevap vermekle ve bu cevapla yetinmekle görevlendiriyor. Okuyalım:

"Onlara de ki; `Sizin belirlenmiş bir gününüz vardır ne bir an ertelenir ve ne de önceye alınır."

Her belirli gün, yüce Allah tarafından belirlenen vadesi dolunca gelir. Bu gün hiç kimsenin hatırı için geriye atılamayacağı gibi hiç kimsenin ricası üzerine de öne alınmaz. Bu türden hiçbir şey başıboş ve kör tesadüfün rast geldiğine bırakılmış değildir. Her şey belirli bir plana bağlı olarak yaratılmıştır. Her iş biribirine bağlıdır. Yüce Allah planı olayları, vadeleri ve süreleri belirler. Bu belirlemeyi gizli hikmeti uyarınca yapar. Kulları bu hikmetin, sadece O'nun tarafından açığa vurulan bölümünü belirler.

Yüce Allah'ın vaatlerinin ve tehditlerinin hemen gerçekleşmesini istemek bu temel gerçeği kavrayamamanın göstergesidir. Bundan dolayı insanların çoğunun bu gerçeği bilmedikleri vurgulanıyor. İşte bu bilgisizlik insanları bu konuda soru sormaya ve aceleciliğe sürüklüyor.



31- Kâfirler "Biz ne bu Kur'an'a ve ne de ondan önceki kutsal Kitaplara asla inanmayız " dediler. Sen bu zalimleri bir de Rabb'lerinin huzurunda dikilmiş durumda biribirlerini suçlarken görsen! O zaman ayak takımını oluşturan güdülenler kendini beğenmiş elebaşlarına "Siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık" derler.

Burada doğru yola iletecek bilginin her türlü kaynağını boykot etmeye yönelik koyu bir inat ve kararlı bir ısrar karşısındayız. Adamlar sadece Kur'an'a ve onun doğruluğunu kanıtlayan daha önceki kutsal Kitaplara karşı çıkmakla yetinmiyorlar. Buna göre ne bu Kitabı ve ne o Kitaplara inanmaya niyetleri yoktur. Bu, bu gün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Bu demektir ki, adamlar kâfir olarak kalmakta ısrarlıdırlar, doğru yola ileten bilginin kanıtlarına bile bile kesinlikle sırt çevireceklerdir. Bu kanıtlar ne olursa olsunlar, onlar için önemli değildir. Demek oluyor ki ortada ısrarın da ötesinde son derece koyu bir inatçılık vardır.

Durum böyle olunca yüce Allah bu kâfirleri kıyamet günü içinde yer alacakları sahne ile karşı karşıya getiriyor. Bu sahnede kör inatçılığın cezası gözleri önüne Seriliyor

Sen bu zalimleri bir de Rabb'lerinin huzurunda dikilmiş durumda biribirlerini suçlarken görsen! O zaman ayak takımını oluşturan güdülenler kendini beğenmiş elebaşlarına "Siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık" derler.



32- Kendini beğenmiş elebaşları da güdülenlere derler ki; "Size doğru yola ilişkin mesaj geldikten sonra biz mi sizleri o yoldan alıkoyduk? Aslında siz kendiniz suça girdiniz"

33- Güdülenler ise kendini beğenmiş elebaşlarına şöyle derler; "Tersine işiniz-gücünüz gece-gündüz komplo düzenlemek, dolap çevirmekti. Hani bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eş koşmamızı emrediyordunuz. " Azabı görünce pişmanlığı yüreklerine gömdüler. Biz kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Çarpıldıkları ceza sadece işledikleri kötülüklerin karşılığı değil mi?

Bu adamlar dünyadayken "Biz ne bu Kur'an'a ve ne de ondan önceki kutsal Kitaplara asla inanmayız" diyorlardı. Fakat, Ey Muhammed, onların başka bir alemde ne dediklerini işitsen! Sen bu zalimleri bir de Rabb'lerinin huzurunda ayakta dikilmiş durumda görsen! Orada kendi istekleri ile gönüllü olarak ayakta durmuyorlar. Tersine günahkârlar gürühü olarak ayağa dikilmişler, yüce Allah'ın kendilerine ne ceza vereceğini bekliyorlar. Sözlerine ve Kitaplarına asla inanmayacaklarını üstüne basa basa açıkladıkları Rabb'lerinin huzurundadırlar artık. İtile-kakıla O'nun karşısına getirilip ayağa dikilmeye zorlanmışlardır şimdi: O gün gelse de bu zalimlerin biribirlerini nasıl kınadıklarını, biribirlerini nasıl payladıklarını, nasıl suçlarını biribirlerine âtmaya çalıştıklarını, nasıl ayetin ifadesi ile "biribirleri ile söz düellosuna giriştikleri"ni görsen! Bu söz düellosu sırasında acaba biribirlerine ne söylerler? Okuyoruz:

"O zaman ayak takımını oluşturan güdülenler, kendini beğenmiş elebaşlarına `siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık' derler."

Görülüyor ki, güdülenler bu onur kırıcı ve korku dolu ayakta dikilişin ve bu ayakta dikilişi izleyecek olan cezanın sorumluluğunu elebaşlarının üzerine atıyorlar. Güdülenler, bu gün elebaşlarına karşı böyle açık açık konuşuyorlar; ama dünyadayken onların karşısına böyle çıkamazlar yüzlerine karşı böyle konuşamazlardı. Çünkü zavallılaşmışlar, aşağılanmışlar, boyun eğmişlerdi; yüce Allah'ın kendilerine verdiği özgürlüğü, insanlık onurunu ve düşünme ayrıcalığını satmışlardı. Ama bu gün, sahte değerlerin maskeleri düştüğü ve acıklı azapla burun buruna geldikleri için elebaşlarına karşı korkmadan ve sözlerini esirgemeden şöyle demektedirler:

"Eğer siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık."

Fakat "Elebaşları"nın "güdülenler"den canı sıkılır. Bir kere onların da başı derttedir. Ayrıca şu güdülenler başlarını derde sokan kışkırtmaların sorumluluğunu onların üzerine atmak istiyorlar. Bu yüzden onlara olumsuz soru kalıbında ve yadırgama içerikli bir cevap verirler, bu cevabın sonunda ağır hakaret vardır. Okuyalım:

"Kendini beğenmiş elebaşları da güdülenlere derler ki, `Size doğru yola ilişkin mesaj geldikten sonra biz mi sizleri o yoldan alıkoyduk? Aslında siz kendiniz suça girdiniz."

Görülüyor ki, adamlar sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyorlar. Bunun yanı sıra "Doğru yola ilişkin mesaj"ın varlığını da artık onaylıyorlar. Oysa dünyada bu ayak takımına hiçbir zaman önem vermezler, görüşlerine başvurmazlar, onları adam yerine koymazlar, karşı görüş belirtmelerine ya da kendileri ile tartışmaya girmelerine meydan vermezlerdi. Bu gün ise azap karşısında onlara şu yadırgama içerikli soruyu yöneltiyorlar:

"Size doğru yola ilişkin mesaj geldikten sonra biz mi sizleri o yoldan alıkoyduk?"

"Aslında siz kendiniz suça girdiniz."

Doğru yola giremeyişiniz sizin kendinizden kaynaklanıyor. Çünkü siz suç düşkünü kimselersiniz.

Eğer dünyada olsalardı, bu ayak takımı bir köşeye sinerler, ağızlarını açmaya cesaret edemezlerdi. Fakat şimdi ahirettedirler. Burada yalancıların yaldızlı maskesi düşmüş, sahte değerler iflas etmiştir. Kapalı gözler açılmış, gizli gerçekler meydana çıkmıştır. Bu yüzden "güdülenler" artık susmuyorlar, boyun eğmiyorlar. Tersine elebaşlarının gece-gündüz hiç dinmeyen komplolarını açık açık yüzlerine vuruyorlar. Bu sürekli komploların amacı insanları doğru yoldan uzak tutmak, eğriliği egemen kılmak, gerçeği belirsiz hale getirmek, nüfuzlarını ve mevkilerini insanları ayartmak ve yanıltmak için kullanmaktır. Ayetleri okumaya devam edelim:

"Güdülenler ise kendilerini beğenmiş elebaşlarına şöyle derler; `Tersine işiniz gücünüz gece-gündüz komplo düzenlemek, dolap çevirmekti. Hani bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eş koşmamızı emrediyordunuz."

Sonra bu kırıcı tartışmanın hiç kimseye yarar sağlamayacağım, ne elebaşlarını ve ne de güdülenleri kurtaramayacağını her iki taraf da anlar. İki taraf da suçlu, iki tarafta günahkârdır. Elebaşlarının omuzlarında hem kendi günahları, hem de başkalarını ayartmanın, yoldan çıkarmanın sorumluluğu vardır. Güdülenler de kendi günahlarının yükünü taşımaktadırlar. Onlar azgınlara uyduklarından dolayı sorumludurlar. Güçsüz olmaları kendilerini bu sorumluluktan kurtarmaz. Yüce Allah onları kavrama yeteneği ve özgürlükle onurlandırmıştır. Fakat onlar kafalarını çalıştırmamışlar, özgürlüklerini satmışlar, gönüllü olarak "kuyruk" olmayı kabul etmişler ve ayak takımı muamelesi görmeye razı olmuşlardır. Bu yüzden hep birlikte azabı hakketmişlerdir. Azabın kendilerini

beklediğini, karşılarında durduğunu görünce hayıflanma, tasalanma ve pişmanlık duygusuna kapılmışlardır. Okuyoruz:

"Azabı görünce pişmanlığı yüreklerine gömdüler."

Adamlar öyle acıklı bir durumdadırlar ki, sözcükler boğazlarına düğümlenmekte, dilleri söz söyleyememekte ve dudakları kıpırdamamaktadır. Arkasından sert, çetin ve onur kırıcı azabın pençesine düşüyorlar. Okuyoruz: "Biz kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz."

Bu noktada sözün akışı değişiyor; boyunlarına geçirilen demir halkalarla sürüklenirlerken seyircilere sesleniliyor. Okuyoruz:

"Çarpıldıkları ceza sadece işledikleri kötülüklerin karşılığı değil mi?" Burada perde iniyor. Güdenler de güdülenlerde gözlerimizden kayboluyorlar.

Her iki tarafda zalimdir. Taraflardan biri zorbalığı, azgınlığı, ayartıcılığı ve baskıcılığı gerekçesi ile zalimdir. Öbür tarafda ise insanlık onurundan, insana özgü düşünme yeteneğinden, insanı insan yapan özgürlüğünden vazgeçtiği için zalimdir. Kaba güce ve zorbalığa boyun eğdiği için suçludur. Her iki taraf da günahlarının cezasını çekeceklerdir. Çarpıldıkları ceza, sadece işledikleri kötülüklerin karşılığı olacaktır.

Perde iniyor. Zalimler bu canlı ve somut sahnede kendilerini seyretmişlerdir. Orada kendilerini izlediler, ama halâ canlıdırlar ve dünyada dolaşmaktadırlar. Başkaları da onları bu sahnede izledi, sanki gerçekten gözleri önünde geçiyorlarmış gibi ürperdiler. Oysa henüz vakit var, isteyen o duruma düşmekten kendini kurtarabilir.

Yukarda Kureyş kabilesinin küstah şeflerinin sözleri bize aktarılmıştı. Aynı sözü daha önce yaşamış bütün milletlerin şımarık seçkinleri kendi peygamberlerine karşı söylemişlerdi Okuyoruz:



34- Uyarıcı gönderdiğimiz her kentin şımarık elebaşları mutlaka şöyle dediler. "Biz, sizin getirdiğiniz mesajı kesinlikle inkâr ediyoruz"

Bu yüzyılların akışı içinde sık sık tekrarlanan bir hikâye, her zaman karşımıza çıkan "klişeleşmiş" bir tutumdur. Kaynağı azgın şımarıklıktır. Bu iğrenç huy kalpleri katılaştırmakta, duyarlıklarını gidermekte, fıtratı yozlaştırmakta, paslatmakta ve doğru yola ileten kanıtları fark etmekten alıkoymaktadır. Bu duruma düşen kalpler de doğru yol mesajları karşısında burun kıvırmakta, efelenmekte, batılı savunmakta ısrar etmekte ve aydınlığa açılmaktan kaçınmaktadırlar.

Toplumların varlıklı kesimini oluşturan bu şımarıkları, sahte değer yargıları ve geçici dünya nimetleri aldatıyor. Ellerindeki servet ve kaba güç onları baştan çıkarıyor, bu ayrıcalıklarının kendilerini yüce Allah'ın azabından kurtarabileceğini sanıyorlar. Bu ayrıcalıkları, yüce Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğuna delil sayıyorlar ya da kendilerinin hesaplaşma ve ceza işlemlerinden muaf tutulacaklarını hayal ediyorlar. Söylediklerini okuyoruz:

35- "Bizim herkesten çok servetimiz ve evlâdımız vardır, bizim azaba çarptırılmamız söz konusu değildir. "

Kur'an, yüce Allah'ın katında geçerli olan değer yargılarını bu şımarıkların önüne koyuyor. Onlara anlatmaya çalışıyor ki; rızkın bol ya da kısıtlı olmasının köklü ve değişmez değerlerle hiçbir ilgisi yoktur, bu olgular yüce Allah'ın hoşnutluğunun ya da öfkesinin delilleri sayılamazlar. Bunlar başlı başına insanı ne azaptan alıkoyabilirler ve ne de azaba sürükleyebilirler. Rızkın bolluğu ve kıtlığı gerek hesap ve ceza işleminden ve gerekse yüce Allah'ın hoşnutluğundan ve gazabından bağımsız, yüce Allah'ın başka bir yasasına bağlı olgulardır.



36- Onlara de ki; "Hiç kuşkusuz, Rabb'im dilediğine bol servet verir ve dilediğinin rızkını kısar. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler."

Bu konu, yani rızkın bolluğu ve kıtlığı, insanın refah ve süs eşyalarına sahip olması ile bunlardan yoksun olması konusu çoklarının kafasını karıştırır, kalbinde fırtınalar estirir. Şöyle ki; kimi zaman dünya kötülerin, batıl yanlılarının ve toplumsal huzuru bozanların önünden açılırken iyiler, hak yanlıları, toplumsal yararı ön plana alanlar geçim sıkıntısı çekerler. Bu durumu gören bazı kimseler yüce Allah'ın bol rızık verdiği kimselerin mutlaka kendi katında seçkin kullar olduğunu sanırlar. Ya da iyiliğin, hakkın ve yapıcılığın yoksullukla kuşatılmış olduğunu gören bazı insanlar bu erdemlerin değeri konusunda kuşkuya kapılırlar.

Bu yüzden Kur'an, burada dünya varlığı ile yüce Allah'ın önem verdiği değerleri biribirinden ayırıyor ve bize şu gerçeği anlatıyor. Yüce Allah dilediği kimseye bol servet verir, dilediği kimseye de geçim zorluğu çektirir. Bu başka bir şeydir. O'nun hoşnutluğu ve gazabı başka bir şeydir; bunlar arasında hiçbir ilişki yoktur. Yüce Allah kimi zaman nefret ettiği kullarına, kimi zaman kötülere ve kimi zaman da iyilere geçim sıkıntısı çektirir. Fakat bütün bu durumlarda sebepler ve amaçlar farklı olur.

Meselâ yüce Allah kötülere kimi zaman kötülükleri, şımarıklıkları ve bozgunculukları artsın, günah yükleri iyice ağırlaşsın da dünyada ya da ahirette nasıl uygun görürse bu günahlarının cezasına çarptırılsınlar diye bol servet verir. Kimi zaman da kötülükleri, sapıklıkları, günahkârlıkları artsın, haya1 kırıklıkları ve bunalımları derinleşsin, yüce Allah'ın rahmetinde iyice umutları kesilsin de kötülük ve sapıklık birikimleri iyice çoğalsın, suçluluk dosyaları alabildiğine kabarsın diye böyleleri geçim sıkıntısına düşürülür.

Kimi zaman yüce Allah iyilere bol servet verir. Fakir olsalar yapamayacakları derecede çok iyi ameller yapsınlar diye; yüce Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere kalpleri ile, dilleri ile, örnek davranışları ile şükretsinler diye; böylece yüce Allah katında zengin bir sevap birikimi meydana getirebilsinler, iyiliklerinin ve Allah tarafından bilinen temiz kalpliliklerinin ödülünü bol bol alsınlar diye. Kimi zaman da böylelerine geçim sıkıntısı çektirir. Böylece yokluk karşısındaki sabırlarının, Rabb'lerine güvenlerinin, O'na yönelik umutlarının, O'nun kaderine karşı besledikleri güvenin derecesini ölçer, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olan Rabb'lerinin hoşnutluğu ile ne oranda yetindiklerini belirler. Böylece de ilâhi hoşnutluk ve iyilik birikimlerini mümkün olan en yüksek düzeye çıkarırlar.

Rızık bolluğunun ve kıtlılığının gerek insan davranışlarından ve gerekse ilâhi hikmetten kaynaklanan sebepleri ne olursa olsun bu durum malın, çocukların, zenginliğin başlı başına Allah katında geçerli değerler olduğuna delil sayılamaz. Yüce Allah katında insanın, ister zengin ister fakir olsunlar, mallarını nasıl kullandıkları önemlidir. Düşünelim ki, Allah birine servet ve evlât verdi, adam da bu imkânları iyi yolda kullandı, yüce Allah, nimetini iyi yolda kullandığı için bu kuluna iyiliklerinin bir kaç katı kadar sevap verir. Demek ki, mallar ve evlâtlar, başlı başına kulu Allah'a yaklaştırmazlar. Fakat kulun malları ve evlâtları iyi yolda kullanması ona katmerli sevap kazandırır. Okuyoruz:



37- Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.

38- Bizimle başa çıkabileceklerini sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onlar azapla başbaşa kalacaklardır.

Bir sonraki ayette şu temel kural tekrarlanıyor: Rızkın bolluğu ve kısıtlılığı yüce Allah'ın hikmetine dayanan bağımsız bir konudur. Malın asıl faydalı ve kalıcı stoku, Allah yolunda harcanan bölümüdür. Kur'an böylece bu gerçeğin kalplere iyice kök salmasını amaçlıyor. Okuyoruz:

39- De ki; "Hiç kuşkusuz Rabb'im dilediği kuluna bol servet verir ve dilediği kulun rızkını kısar. Siz Allah için bir şey verirseniz, O verdiğinizin boşluğunu doldurur. O rızık verenlerin en hayırlısıdır. "

Bu gezi, müşrikleri kıyamet günü toplantı halinde gösteren sahne ile noktalanıyor. O sahne yüce Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları melekler ile yüzleştirileceklerdir. Sonra ilk bölümde okuduğumuz gibi "Bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" gibi sabırsızlık ifade eden sözler söyleyerek hemen gerçekleşmesini istedikleri cehennem azabını tadarlar. Okuyoruz:



40- O gün Allah, onların hepsini diriltip bir araya getirir ve sonra meleklere "Bu adamlar size mi tapıyorlar?" der.

41- Melekler derler ki; "Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizim dayanağımız, koruyucumuz onlar değil sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı. "

42- O zaman zalimlere deriz ki; "Bu gün biribirinize ne faydalı olabilirsiniz ve ne de zarar verebilirsiniz. Vaktiyle inkâr ettiğiniz cehennem ateşinin azabını şimdi tadınız bakalım. "

Bu adamlar dünyadayken yüce Allah'ı bir yana bırakarak meleklere tapıyorlar ya da meleklerin Allah ile aralarında aracılık edeceklerine inanıyorlardı. İşte şimdi o melekler ile yüz yüzedirler. Melekler yüce Allah'ı "tesbih" ediyorlar. Maksatları o saçma iddianın asılsızlığını dile getirme, kâfirlerin kendilerine yönelik tapınma girişimleri ile hiçbir ilişkileri olmadığını vurgulamaktır.

Ayetin ifadesine göre böyle bir tapınma olayı sanki hepten asılsızmış, sanki hiçbir zaman böyle bir olay gerçekleşmemiş, somut olarak varolmamış da bu adamlar aslında şeytanın izinden gidiyorlarmış; ya ona tapıyorlarmış, onu ilahi ediniyorlarmış ya da onun Allah'a ortak koşmalarını isteyen kışkırtmalarına uyuyorlarmış. Başka bir deyimle onlar meleklere taparken aslında şeytana tapıyorlardı. Zaten cinlere tapmak, arapların yabancısı oldukları bir sapıklık türü değildi. Arapların bir bölümü cinlere ya doğrudan doğruya tapıyorlar ya da yardım ve aracılık diliyorlardı. Okuyoruz:

"Aslında onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı."

İşte Kur'an, kendine özgü "Hikâye anlatma" üslubu uyarınca bu noktada "Hz. Süleyman ile cinler" hikâyesi ile bu surenin işlediği meseleler ve konular arasında ilişki kuruyor.

Sahne henüz gözlerimizin önünde dururken sözün akışı üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönüyor, düz anlatımı bırakıp "Hitap" kalıbına başvuruyor. Sözü müşriklere yönelterek onları azarlıyor, paylıyor. Okuyoruz:

"Bu gün birbirinize ne faydalı olabilirsiniz ve ne de zarar verebilirsiniz." Ne melekler insanlara bir şey yapabilirler ve ne de bu kâfirler biribirlerine bir şey yapabilirler. Hani bu zalimler vaktiyle cehennem ateşini yalan saymışlardı ya, onun hakkında "Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman gerçekleşecek" demişlerdi ya (Sebe Suresi, 29). İşte şimdi o cehennem ateşi karşılarındadır, onu kendi gözleri ile görüyorlar. Okuyalım:

"O zaman zalimlere deriz ki; `Vaktiyle inkâr ettiğiniz cehennem ateşinin azabını şimdi tadınız bakalım."

Surenin "gezi" niteliğindeki bu bölümü burada noktalanıyor. Bu bölümün ağırlıklı konuları, tıpkı surenin daha önceki bölümlerinde olduğu gibi, yeniden

dirilme, hesaplaşma, ödül müşriklerin cehaleti ve ceza olguları idi.

Surenin bu son bölümü müşriklerden söz ederek, onların Peygamberimiz ve Kur'an hakkındaki saçma sözlerini aktararak başlıyor. Müşriklere daha önceki benzerlerinin başına neler geldiğini hatırlatıyor; kendilerinden daha güçlü, daha bilgili ve daha zengin inkârcıların yok oluş sahnelerini gözleri önüne seriyor.

Bu girişi, sürekli mizrap darbelerini andıran, bir dizi çarpıcı mesaj izliyor. Mesajların ilkinde müşrikler vicdanlarında yüce Allah ile başbaşa kalmaya, sağlıklı değerlendirmeyi ve doğru yolu bulmayı önleyen engellerin etkisi altında kalmaksızın O'nu düşünmeye çağrılıyor. İkinci mesajda müşrikler Peygamberimizin kendilerine yönelik çağrısının itici sebeplerini düşünmeye çağrılıyorlar. Bu çağrısının ardında kişisel bir çıkarı olmadığına ve kendilerinden herhangi bir ücret istemediğine göre bu çağrıya niçin kuşku ile bakıyorlar, neden ona yüz çeviriyor? Sonra " De ki; de ki; de ki;" diye başlayan bir mesajlar dizisi ile karşılaşıyoruz. Bu mesajların hepsi biribirinden çarpıcı ve sarsıcıdır. Öyle ki, en zayıf hayat ve bilinç kalıntısı taşıyan kalp bile bu mesajların etkisinden kurtulamaz.

Bölüm ve onunla birlikte sure bir Kıyamet sahnesi ile noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolup taşan bu sahne az önce sözünü ettiğimiz kısa ve sarsıcı mesajlarınkine paralel bir etki bırakıyor kalplerimizde.



43- Onlara apaçık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda "Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın taptığı putlardan vazgeçirmektir" ve "şu Kur'an, düzmece bir yalandan başka bir şey değildir. " dediler. Kâfirler, kedilerine gelen "gerçek " için "Bu apaçık bir büyüden ibarettir. " demişlerdi.

44- Ey Muhammed, oysa biz o müşriklere daha önce okuyacakları bir Kitap vermemiş, kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermemiştik.

Müşrikler, Peygamberimizin kendilerine anlattığı duru su kadar berrak ve apaçık gerçeği, geçmişlerinden kalan bulanık tortuların, belirli bir temele dayanmayan geleneklerin, tutarsız törelerin gözlüğü ile baktılar. Kuran-ı Kerim, yalın, tutarlı ve belli doğrultulu bir gerçekle karşılarına çıkmıştı. Onlar bu yalın gerçeği karmaşık ve bunalık atalarından kalma töreleri ve gelenekleri için tehlike olarak gördükleri ve bu endişe ile ayetin bize aktardığı şu sözü söylediler:

"Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın taptıkları putlardan vazgeçirmektir."

Fakat sadece bu kadarını yeterli görmediler. Çünkü sadece atalarının inanç sistemlerine ters düşmek, akli başındaki bütün vicdanlı insanları tatmin edecek bir suçlama değildi. Bu yüzden bu ilk iddialarına bir başkasını daha eklediler. Bu yeni iddiaları Peygamberimize dil uzatıyor, insanlara ilettiği mesajı yüce Allah'dan getirdiğini bildiren tezini reddediyordu. Okuyoruz:

"Bu Kur'an, düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" dediler.

Ayetin orijinalinde geçen "ifk" sözcüğü "yalan, iftira" anlamına gelir. Fakat müşrikler "O düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" biçimindeki yoğun pekiştirmeli sözleri ile bu iddialarını güçlendirmek istiyorlar.

Böylece Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu gerçeği hakkında kuşku uyandırabildikleri oranda onun değerini temelden sarsabileceklerini hesab ediyorlardı. Sonra sözlerine devam ederek, doğrudan doğruya Kur'an'a yakışıksız nitelemelerle dil uzatıyorlar. Okuyalım:

"Kâfirler kendilerine gelen gerçek için `Bu apaçık bir büyüden ibarettir' demişlerdi."

Kur'an, insan kalbinde zelzele meydana getiren son derece etkili bir söz dizimidir. Bu yüzden "bu Kitap düzmecedir" demeleri yeterli olmuyor. Öyleyse daha ileri giderek bu kitabın kalpleri sarsan etkisine gerekçe uydurmaları gerekir. İşte bu ihtiyacı karşılamak için "Bu Kitap, apaçık bir büyüden ibarettir" dediler.

Bunlar bir dizi suçlamalar zinciridir. Onları halka halka ileri sürmüşlerdir. Bu suçlamaları ile Kur'an'ın açık ayetlerine karşı koymaya çalışmışlardır. Amaçları bu kutsal Kitap ile insanların kalpleri arasına engel koyabilmektir. Yoksa bu iddiaların hiçbir kanıtı yoktur. Sözleri, kamuoyunu, halkı yanıltmaya yönelik bir yalanlar yumağından ibarettir. Bu sözleri söyleyen seçkinlere ve kabile şeflerine gelince, onlar aslında Kur'an-ı Kerim'in insan kapasitesini, söz ustalarının gücünü aşan bir Kitap olduğundan emindiler.

Bu iki yüzlü kabile şeflerinin kimi zaman Peygamberimiz hakkında, kimi zaman Kur'an-ı Kerim hakkında neler söylediklerini, kalpleri büyüleyen ve vicdanları esir eden bu Kur'an-ı Kerim'den halkı soğutmak için aralarında ne komplolar düzenlediklerini bu kitabın daha önceki ciltlerinde anlatmıştık. (Velid b. Muğire, Ebu Sufyan b. Harb ve Ahnes b. Sureyk arasında geçen konuşmalar bu gerçeğin en çarpıcı örneğidir.)

Ayrıca Kur'an-ı Kerim, onların düşünce kapasitelerini de açıklıyor. Bu açıklamadan öğreniyoruz ki, bu adamlar okuma-yazmasız kara cahillerdir. Daha önce kendilerine başka bir kutsal Kitap gelmiş değildir ki, bu sayede Kitaplar arasında karşılaştırma yaparak vahiy kaynaklı olanı tanıyabilsinler. Bu bilgi birikimlerine dayanarak şimdi önlerine gelen kitabın vahiy kaynaklı olmadığını, yüce Allah tarafından gönderilmediğini isabetle belirleyebilsinler. Onlar bu tür bir sağduyudan, böylesine ayırd edici bir bilgi birikiminden yoksundurlar. Çünkü daha önce kendilerine peygamber gelmemişti. Buna göre bu adamlar saçmalıyorlar, bilmedikleri bir konuda kof iddialar ileri sürüyorlar. Okuyoruz:

"Ey Muhammed, oysa biz o müşriklere daha önce okuyacakları bir Kitap vermemiş, kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermemiştik."

Okuduğumuz ayetlerin sonuncusu müşriklere daha önce ilahi mesajı yalanlayanların yok oluşlarını hatırlatarak kalplerini etkilemeye çalışıyor. O eski dönemin inkârcıları bilim, servet, güç ve uygarlık düzeyi bakımından bu adamlardan on kat daha ileri idiler. Buna rağmen, peygamberlerini yalanlayınca yüce Allah'ın ağır ve sarsıcı darbesine hedef oldular. Okuyalım:



45- Onlardan önceki bir çok milletler de mesajımızı yalanlamışlardı., Bu müşrikler onlara verdiğimiz dünyalıkların onda birine bile ermiş değillerdir. Buna rağmen peygamberlerimi yalanladılar, ama bu inkârcılığın karşılığı nice oldu?

O eski inkârcılara indirilen darbe son derece yıkıcı ve öldürücü olmuştu. Kureyşliler, Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinde toplu kıyıma uğratılmış bu eski milletlerin yıkıntılarını görmüşlerdir. Onlar için bu hatırlatma yeterlidir. "Ama bu inkârcılığın sonu nice oldu?" şeklindeki alaycı soru, duygulandırıcı bir sorudur. Bu ilahi karşılığın nasıl olduğunu bilen muhatapların kalplerini ürpertir.

MÜŞRİKLERİ GERÇEĞE DÜŞÜNMEYİ DAVET

Aşağıdaki ayette müşrikler son derece samimi bir öğütle gerçeği aramaya, yalanı doğrudan ayırd etmeye, karşısında bulundukları realiteyi hilesiz ve katışıksız bir netlikle belirlemeye çağrılıyorlar. Okuyoruz:

46- Ey Muhammed, onlara de ki; "Size bir tek öğüdüm var: İkişer iki-şer ve teker teker Allah ile vicdanınızla başbaşa kalınız ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir, o sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir peygamberdir. "

Bu ayette müşrikler arzu ve ihtiraslarından, kişisel çıkarlarından, dünyalık endişelerden, kalpde çöreklenip onu Allah'dan uzaklaştıran çeşitli fısıltı ve içgüdülerden, egemen toplumsal akımların etkisinden, yaygın düşüncelerin baskısından sıyrılarak vicdanlarının özgür ufuklarında yüce Allah ile başbaşa kalmaya çağrılıyorlar.

Burada yalın gerçekle yüzyüze gelmeyi öneren bir çağrı ile karşı karşıyayız. Bunun için toplumda geçerli tutulan tezleri ve önermeleri bir yana bırakmak gerekir. Kalbi ve akli yalın gerçekle bütünleştirmekten alıkoyan yaldızlı metinleri göz ardı etmek gerekir.

Burada insanlar fıtratın soğukkanlı ve saf mantığına çağrılıyorlar. Verimsiz didişmelerden, saçmalamalardan, demogojilerden, çarpık görüşlerden, gerçeğin saf çehresini gölgeleyici yutturmacalardan uzak kalmaya özendiriliyorlar.

Aynı zamanda bu çağrı, gerçeği aramanın yöntemini öğretiyor. Son derece sade olan bu yöntem, toplumsal tortulardan, geçmişin paslarından ve yanıltıcı iç ve dış etkenlerden sıyrılarak yüce Allah'ın gözetimini akıldan çıkarmamaya, O'ndan çekinmeye dayanır.

Evet "tek" şart var. Eğer bu şart gerçekleşirse, yöntem tutarlı olur, doğru yola girilir. Bu şart ard niyetin, ihtirasın, kişisel çıkarın ve somut sonuç elde etme kaygısının baskısından uzak bir arınmışlıkla, sarsılmaz bir bağlılıkla vicdanın engin ufuklarında yüce Allah ile başbaşa kalanlar, tüm benlikleri ile O'na yönelenler bu aşamada hiçbir saptırıcı dış etkenin etkisi altında kalmaksızın yüzyüze geldikleri realiteyi değerlendirecekler, onu saf aklın süzgecinden geçireceklerdir. Acaba bu "Allah'la başbaşa kalıp düşünme" işlemi nasıl uygulanacak? Okuyoruz:

"İkişer ikişer ve teker teker Allah ile vicdanlarınızda başbaşa kalınız."

"İkişer ikişer.'' Çünkü o zaman düzenli ve soğukkanlı düşünce alışverişi yapılabilir. Kalabalıkların gelip geçici reaksiyonlara bağlı mantığından uzak kalınır. Soğukkanlı bir didikleme ile sürekli biçimde deliller aranır. Ve "teker teker" vicdanla yüzyüze gelerek; her şeyden arınmış, soğukkanlı ve derine inmeyi amaçlayan bir yaklaşımla. Okumaya devam edelim:

"Ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir."

Şimdiye kadar onu hep akıllı, tedbirli ve temkinli olarak tanıdınız. O akıllılığından ve olgunluğundan kuşkulanmaya yol açacak bir söz söylemiyor. Söyledikleri, sağlam mantıklı, tutarlı ve açık anlamlı sözlerdir. Devam ediyoruz:

O sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir peygamberdir."

Ağır azabın gerçekleşmek üzere olduğunu somut bir anlatımla bildiren bir uyarı karşısındayız. Zaten bir adım öncesinde uyarıcının çığlığı kulaklarımızda yankılanmıştı. Amaç bu çığlığa kulak verenlerin kurtulması idi. Bir evde yangın çıktığını düşünelim, kaçamayanlar yanıp kül olmak üzereler. Tam o anda bir alarm sesi duyuluyor. İşte bu da aynen öyle. Bu ifade, realiteyi haber vermesinin yanı sıra son derece orjinal, duygulandırıcı ve çarpıcı bir tasvir örneği olarak karşımıza çıkıyor.

İmam-ı Ahmed Hanbeli'nin, Ebu Naim Beşir b. Muhacir'e ve onun da Abdullah b. Bureyre'ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Bureyre şöyle diyor:

- Bir gün Peygamberimiz çıkageldi ve yüksek sesle üç kere "Ey insanlar, benim ile sizin durumumuz neye benzer biliyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler "Allah ve Resulü daha iyi bilir" diye karşılık verince, Peygamberimiz sözlerine şöyle devam etti:

"Benim ve sizin durumumuz şuna benzer. Bir toplum düşününüz. Baskınına uğramaktan korktukları bir düşmanları var. Bu yüzden aralarından birini düşmanın yolunu gözetlemeye gönderirler. Adamlar oldukları yerde dururken, gözetleme görevlisi düşmanı görür. Hemen dönüp komşularını uyarmayı düşünür. Fakat komşularını uyarmayı başaramadan düşman tarafından yakalanacağından korkar. Bu yüzden havaya kaldırdığı gömleğini sallayarak `Ey insanlar basıldınız, ey insanlar basıldınız, ey insanlar basıldınız' demek ister."

Yine aynı kanaldan öğrendiğimize göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

"Ben tam kıyamet günü ile birlikte gönderildim. Hatta az kalsın o beni geçecekti." Bu son derece çarpıcı ilk mesajı şu ikinci mesaj izliyor:



47- De ki; "Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun. Benim ücretimi Allah verecektir. O her şeyin tanığıdır. "

İlk mesajda müşrikler soğukkanlı ve insaflı bir yaklaşımla "dostlarının" yani Peygamberimizin deli olmadığını düşünmeye çağrıldılar. Bu ikinci mesaj da onları düşünmeye çağırıyor. Kendi kendilerine sormalarını istiyor: Bu adam onları ağır bir azabın eşiğinde neden uyarıyor? Bu işten ne çıkarı var? Onu bu uyarıyı yapmaya sürükleyen faktör nedir? Bundan eline ne geçecek? Bu arada Peygamberimize, şu gerçeği çarpıcı bir dille müşriklerin kafalarına sokması, şu sözleri ile vicdanlarını uyandırması emrediliyor:

"De ki; Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun."

Sizden istediğim ücreti siz kendiniz alınız. Bu ifadede hem mizah, hem yönlendirme ve hem de uyarı vardır. Okumaya devam edelim:

"Benim ücretimi Allah verecektir."

Beni görevlendiren O'dur, buna göre ücretimi de verecek olan O'dur. Ben gözlerimi O'nun vereceği ücrete diktim. Gözlerini Allah'ın katındaki ücrete diken kimseye insanların elindeki değerler basit, önemsiz, düşünmeye değmez şeyler gelir. Devam ediyoruz:

"O her şeyin tanığıdır."

O her şeyi bilir ve görür, hiçbir şey O'ndan saklı değildir. Ben O'nun sürekli gözetimi altındayım. O benim yaptığım, aklımdan geçirdiğim, sözünü ettiğim her şeyin tanığıdır.

Üçüncü mesajın vurgusu daha şiddetli ve temposu daha hızlıdır.

48- De ki; "Gaybleri çok iyi bilen Rabb'im, gerçeği eğrinin başına çarpar. "

Size getirdiğim bu mesaj "hak"tır. Yüce Allah'ın hedefine doğru güçlü hak. Yüce Allah'ın hedefine doğru attığı hakkın önünde kim durabilir?

Bu ifade son derece tasvirci, somut ve canlıdır. Sanki hak düştüğü yeri yıkan, dağıtan, yoluna hiç kimsenin dikilemediği bir mermi, bir bombadır. Onu "gaybleri çok iyi bilen" Allah atar. Öyleyse O onu bilerek atar, bilerek yönlendirir. Hiçbir hedef O'ndan saklı değildir, hiçbir amaç O'nun bilgisinden kaçmaz. O'nun fırlattığı hakkın yolunu hiç kimse kesemez, yörüngesinin önüne hiç kimse set çekemez. O'nun önündeki yol açıktır, hiçbir noktası kapalı ve kesik değildir.

Arkadan gelen dördüncü mesajın da vurgusu aynı biçimde şiddetli ve temposu bir önceki mesajınki gibi hızlıdır. Okuyoruz:



49- De ki; "Hak geldi, artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz. "

Hak çeşitli kılıklarda, çeşitli biçimde geldi. Peygamberlik misyonu biçiminde, Kur'an kılığında, doğru ve tutarlı bir hayat yöntemi kimliğinde ortaya çıktı. "De ki; `Hak geldi." Bu haberi duyur, bu olayı anlat, bu gelişmeyi haykır. Evet, hak geldi. Gücü ile dinamizmi ile, onuru ile egemenliği meydana çıktı. Böyle olunca;

"Artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz."

Batılın, eğriliğin işi bitti artık. Ne canı kaldı, ne kımıldayacak mecali. Sonu geldi ve bu sonun "yok oluş" olduğu kesinlikle belli oldu.

Bu mesaj son derece sarsıcıdır. İşiten anlar ki, kesin hüküm verilmiştir, artık söylenecek söz kalmamıştır.

Bu gerçekten böyledir. Sebebine gelince Kur'an-ı Kerim geldikten sonra hak sistemi kökleşmiş, belirgin bir varlık kazanmıştır. Açık, kesin ve belirgin hak karşısında batılın yapabildiği şey, demogojiden ve mızıkçılıktan öteye geçememiştir. Gerçi batılın bazı durumlarda, bazı özel şartlar altında maddi üstünlük sağladığı anlar olmuştur. Fakat bu durumlarda batıl, hakkı yenmiş, alt etmiş değildir. Söz konusu olan hak yanlılarının yenilgisidir, yani bu durumlarda ilkeler arasında bir yenişme karşısında değiliz, bu ilkelerin taraftarları arasındaki bir yenme-yenilme olayı karşısındayız. Batılın bu tür başarıları üstelik geçici oluyor, bir süre sonra eriyip gidiyor. Buna karşılık hak, sürekli biçimde belirgin, berrak ve apaçık olarak kalmaktadır.

Şimdi de bu mesajlar dizisinin sonuncusunu okuyalım:

50- De ki; "Eğer ben eğri yolda isem sapıtmamın zararını kendim çekerim. Eğer doğru yolda isem, bu Rabb'imin bana ilettiği vahiy sayesindedir. Hiç kuşkusuz O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır. "

Öyleyse eğer ben sapıtmışsam bu sizi ilgilendirmez. Zararını çekecek olan benim. Buna karşılık eğer doğru yolda isem, beni vahiy aracılığı ile doğruya ileten yüce Allah'ın yönlendirmesi sayesinde doğru yoldayım. Bu konuda benim elimde olan hiçbir şey yok, olan her şey O'nun izni ile oluyor. Ben O'nun dileğine bağlıyım, O'nun bağışının tutsağıyım. Ayetin son cümlesini okuyoruz:

"Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır."

İşte ilk müslümanlar yüce Allah'ı böyle algılıyorlardı. O'nun bu sıfatları ile vicdanlarının derinliklerinde böyle bütünleşiyorlardı. Bu sıfatları gerçek hayatta kaynaşmış buluyorlardı. Duygusal yaklaşımlarına göre yüce Allah onların sözlerini işitiyordu, onların yakınında idi. Onların her işi ile doğrudan ilgili idi. Şikayetleri ve yakarışları O'na dolaysız biçimde ulaşıyordu. O onları ihmal etmez, başkalarına havale etmezdi. Bundan dolayı O'ndan gelen güvenin rahatlığı içinde, O'nun himayesinde O'nun yakınında, O'nun sıcak ilgisi ve gözetimi altında yaşıyorlardı. Bütün bu duyguları vicdanlarında canlı, somut ve yalın biçimde buluyorlardı. Bu duygular onlar için soyut bir düşünce, sembolik bir kavram ve kuru bir zihinsel yaklaşım değildi.

"O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır."

Sure son olarak yine bir kıyamet sahnesi ile noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolu olan bu sahne, dünya ile ahiret arasında gidip geliyor. Sanki bu iki alem, bütünleşmiş, bir tek alan halinde kaynaşmıştır. Çarpıcı ve coşkulu bir sahnede alanın bir yanı ile öbür yanı arasında mekik dokuyan bir topun zıplayışlarını izliyor gibiyiz. Okuyalım:



51- Onları birde paniğe kapıldıklarında görsen! kaçacakları hiçbir yer yok. Cehennemin yakınında yakayı ele vermişlerdir.

52- "O'na inandık" derler, ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl yakalayacaklardır?

53- Vaktiyle onu inkâr etmişlerdi, o zaman uzaktan karanlığa taş atıyorlardı.

54- Şimdi kendileri ile özlemleri arasına perde gerildi. Tıpkı daha önceki yoldaşlarına yapıldığı gibi. Hiç kuşkusuz onlar koyu bir şüphe içinde idiler.

Evet; "Keşki onları görsen!" Sahne, izleyicilerin bakışlarına sunulmuştur. Ansızın karşılaştıkları dehşetten dolayı "Paniğe kapıldıklarında" Galiba kaçmak istiyorlar, ama "kaçacakları hiçbir yer yok." Çünkü "Cehennemin yakınında yakayı ele vermişlerdir." O yüzden bu ümitsiz girişimleri başarısız kalmış; bu yersiz hareketleri bulundukları yerden uzaklaşmalarını sağlayamamıştır.

Şimdi zamanı geçtikten, fırsat kaçtıktan sonra "O'na inandık" derler. "Ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl yakalayacaklar?" Şimdi oldukları yerde imanı nasıl ele geçireceklerdir? Çünkü iman etme yeri şimdi çok uzaklarındadır, onun yeri dünya idi. Oradayken bu fırsatı kaçırmışlardı.

"Vaktiyle onu inkâr etmişlerdi." İpin ucunu kaçırmışlardır, bu gün onu ele geçirme imkânları kalmamıştır. "O zaman uzaktan karanlığa taş atıyorlardı." Dünyadayken bu günü inkâr etmelerinin anlamı buydu. "Bu gün" o zaman onlar için bir "gayp" konusu idi. Bunu inkâr etmek için ellerinde hiçbir kanıt' yoktu. Bu yüzden yaptıkları şey uzaktan karanlığa taş atmaktı. Şimdi de yine uzaklarda kalan "Ahirete ilişkin imanı" yakalamaya kalkışıyorlar!

"Şimdi kendileri ile özlemleri arasına perde gerildi."

Bu özlemleri zamansız iman girişimleri, gözleri ile gördükleri azaptan yakayı sıyırmak ve yüzyüze geldikleri tehlikeden kurtulmaktır. "Tıpkı daha önceki yoldaşlarına yapıldığı gibi" Yüce Allah yakalarına yapışması üzerine bu uygulamaya konan kesin karardan ve bu hükümden kaçıp kurtulmaları imkânı kalmadıktan sonra onlar ile özlemleri arasına da perde gerilmişti.

"Onlar koyu bir şüphe içinde idiler."

Ama dünyadaki koyu kuşkudan sonra şimdi somut realite ile yüz yüzedirler, artık en ufak bir tereddütleri kalmamıştır!

Bu kısa, bu çarpıcı, bu yüksek frekanslı mesajla sure noktalanıyor. Surenin sonunu bir kıyamet sahnesi oluşturuyor. Bu sahne surenin üzerinde yoğunlaştığı ve çarpıcı vurgulamalarla işlediği kıyamet konusunu gözlerimizin önüne seriyor. Zaten surenin bütün bölümlerinin sonunda ve bölüm aralarında da aynı konuya dikkatlerimiz çekilmişti. Demek ki, bu konu ile söze giren sure, yine aynı konunun çarpıcı bir tasviri ile noktalanmıştır.