19 Temmuz 2007 Perşembe

İNSAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin ismi hem ed-Dehr ve hem de el-İnsan'dır. Bu isim, surenin birinci ayetinden alınmadır.

Nüzul Zamanı: Müfessirlerin çoğu bu surenin Mekkî bir sure olduğu kanaatindedirler. Zemahşerî, Razî, Kadı Beydavî, Allame Nîsaburî, İbn Kesir ve pek çokları bu görüştedir. Alusî ise cumhur ulemanın bu fikirde olduğunu söylemektedir. Fakat bu surenin Medenî bir sure olduğunu söyleyen bazı müfessirler de bulunmaktadır. Diğer bir gruba göre ise sekizinci ve onuncu ayetlerden gayrısı Mekkîdir. Bu ayetler ise Medenîdir.

Surenin içerdiği konuya ve üslubuna bakacak olursak, Medenî surelerden çok farklı olduğu görülecektir. Dikkatle bakıldığında bu surenin, Mekke'de ve aynı zamanda Müddessir Suresi'nin ilk yedi ayetinin indiği dönemde nazil olduğu anlaşılır. Sekizinci ve onuncu ayetler arasına gelince; bu bölümden önce ve sonra gelen ayetlere bakıldığında bu bölümün de onlarla aynı beyana sahip olduğu, dolayısıyla nüzul itibarıyla aralarında onbeş yıllık bir fark olduğu ve daha sonradan buraya yerleştirilmiş olduğu görüşünün pek doğru olmadığı anlaşılıyor.

Bu surenin bazı ayetlerinin Medenî olduğu görüşü; Ata'nın, İbn Abbas'tan naklettiği bir rivayete dayanmaktadır. Rivayete göre, bir kere Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalanmışlardı. Yanında birkaç sahabeyle beraber Allah Rasulü ziyarete geldi.

Sahabe-i Kiram'dan bazıları babaları Hz. Ali'ye bu iki çocuğunun şifa bulması için Allah'a bir adakta bulunmasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali, hanımı Hz. Fatıma ve hizmetçileri Kıdda; eğer çocuklar iyileşirlerse üç gün oruç tutacağız diye adakta bulundular. Ve Allah'ın lütfuyla çocuklar şifa bulunca da bunlar verdikleri söz gereğince üç gün oruç tutmaya başladılar. Evde yemek için hiçbir şey olmadığından Hz. Ali başkasından üç sa' arpa borç aldı. (Başka bir rivayete göre ise çalışarak bunu kazanmıştı.) Birinci günün akşamında iftar için sofraya oturduklarında bir miskin ya da fakir gelerek onlardan yemek istedi. Onlar da hazırladıkları yemeğin hepsini bu fakire vererek kendileri sadece su içerek yattılar. İkinci günün akşamı olunca iftar için oturduklarında bir yetim gelerek kendilerinden yemek istedi. Onlar da yine bütün yemeklerini ona verdiler ve o gece de suyla yetindiler. Üçüncü gün ise bu sefer bir esir gelip yemek istedi. Yine bütün yemeği bu gelene vermişlerdi. Ertesi gün Hz. Ali ve çocuklar Allah Rasulü'nü ziyarete gitmişlerdi. Allah Rasulü üçünü de perişan bir vaziyette gördü. Beraberce hemen evlerine gittiklerinde Hz. Fatıma'yı da açlıktan evin bir köşesine kıvrılmış yatarken buldular. Bu hali görünce Peygamber (s.a) çok müteessir olmuştu. Bunun üzerine Cebrail (a.s) gelmiş ve ona "Allah sizi Ehl-i Beyt'inizden dolayı tebrik ediyor." dedi. Allah Rasulü bu nedir diye sorunca o da cevaben bu sureyi okudu. (İbn Mehran'ın rivayetinde ise "innel ebrare yeşrebune..." dan itibaren surenin sonuna kadar okuduğu naklolunmaktadır. Fakat İbn Merduye'nin, İbn Abbas'dan naklettiği bir başka rivayette ise, "yut'imune-tta'ame.." ayetinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma hakkında nazil olduğu söylenirken, yukarıdaki bu kıssa hakkında ise herhangi bir işaret yoktur. Yukarıdaki bu kıssayı el-Vahidî, kendi tefsiri olan "Tefsirü'l Basit" te anlatmıştır. Bunu, Zemahşerî, Razî, Nisaburî ve diğerlerinin O'ndan aktarmış olmaları mümkündür.

Ne var ki bu rivayet senet itibariyle zayıftır. Bunun yanında dirayet açısından da düşünecek olursak insana garip gelen bir yapısı vardır. Yani bir fakir ya da yetim vs. gelip yemek isterse evdeki beş kişilik yemeğin hepsini ona vermek pek mantıkî gözükmüyor. Halbuki bir kişilik bir yemek verilse geriye kalan dört kişilik yemek ile idare edilebilir. Ayrıca hastalıktan yeni kalkmış ve bünyece zayıflamış vaziyette olan çocuklarını, üç gün aç bırakmayı Ali ve Fatıma gibi, dini tam olarak anlayabilmiş kimselerin bir sevap olarak düşüneceklerine inanmak da zordur. Esirler konusuna gelince; bir İslâm devleti hiçbir zaman onları dilenci bir vaziyette bırakamaz. Eğer bu esirler devlet hapishanesinde iseler devlet onlara yemek, içmek ve giysi vermek mükellefiyetindedir.

Eğer onların bakımı bir şahsa verilmişse o zaman o şahıs bütün ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. O halde Medine'de bir esirin dilenmeye çıkması mümkün değildir. Her neyse bütün bu aklî ve naklî eksikliklere rağmen kıssayı sahih kabul edecek olsak bile, en fazla bundan; "Hz. Muhammed'in (s.a) Ehl-i Beyti'nin bu güzel hareketleri karşısında Cebrail, onların bu hareketlerinin Allah Teâlâ'nın hoşnut olduğu amellerden olduğunu, dolayısıyla Allah'ın indinde bunun hüsnü kabul gördüğünü içeren Dehr Suresi'nin bu ayetlerini getirerek müjdelemiştir," sonucu anlaşılır. Fakat bu ayetlerin bunun üzerine nazil olması şart değildir. Nüzul hakkındaki pekçok rivayetler gibi bu şu türdendir; bir ayet hakkında bu ayet şu hadise üzerine nazil olmuştur denildiğinde her zaman için bunun tam o zaman nazil olduğu söylenilmektedir. Belki bunun maksadı o ayetin o hadiseye tam olarak uygun düşmesidir. Suyuti, El-İtkan fi Ulumi'l Kur'an isimli kitabında İbn Teymiyye'nin görüşünü şöyle naklediyor: "Ravi, şu ayet şu falanca hadise üzerine nazil olmuştur, dediğinde bazen bununla; o olayın, o ayetin inmesine neden olduğunu ve bazı zaman da her ne kadar o ayet o olay üzerine nazil olmamışsa da onun esprisinin tam da o eyleme uygun düştüğünü söylemek ister." Aynı kitabın ileriki sahifelerinde bu sefer İmam Suyuti, Zekreşî'nin Kitabul Burhan fi Ulumi'l Kur'an isimli kitabından onun görüşünü aktarır: "Sahabe ve tabiin arasında biliniyordu ki eğer sahabeden birisi, bu ayet falanca olay hakkında nazil olmuştur" dediğinde bununla o ayetin o olaya uygun düştüğünü kasteder, yoksa o ayetin tam olarak o hadise üzerine indiğini değil. Dolayısıyla bu gibi görüşler, aslında ayetin hükmünden istidlal edilerek o olay hakkında zikredilir, tersi değil." (El-İtkan cilt: 1, Sayfa: 31, baskı: 1929)

Konu: Bu surenin konusu insanın bu dünyadaki hakiki değerinden kendisini haberdar etmektir. O, kendi değerini gerçekten doğru bilirse, anlarsa ve buna şükür ederse akibetinin nasıl olacağı ve aksine hareket ederek inkar ve küfür yolunu tutarsa nasıl olacağı konusunda haber verilmektedir. Kur'an'ın büyük surelerinde bu tema tafsilatlı bir şekilde işlenmiştir. Mekke'nin başlangıç döneminde nazil olan surelerin hususi üslubları daha sonraları daha detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Aynı düşünce bu devirde önce kısa ama etkili bir üslub ile zihinlere yerleştirilirdi. Kısa ama çarpıcı bir dille ifade edilmiş. Dinleyen hemen onu algılar ve ezberleyebilir.

Evvela insana, bir zamanlar bir hiç olduğu, mevcut olmadığı, sonra bir karışık pıhtıdan annesinin bile onu vücudunda taşıdığının farkında olmayacağı önemsiz bir vaziyetten var oluşunun başlangıcının ortaya çıktığı hatırlatılmaktadır.

Hiç kimse o önemsiz ve daha görülemeyen bir şey hakkında bu bir insandır ve ilerde yeryüzünün en şerefli yaratığı olacaktır diyemezdi. Daha sonraki ayetlerde yine insana, yaratılarak bu dünyaya imtihan için gönderildiği söylenilmiştir. Onun için diğer yaratıklardan farklı olarak kendine akıl verilmiştir. Küfretmek ya da şükretmek için iki yol da açık tutulmuştur. İnsanlar, yapacakları ameller ile, şükredenlerden mi olacakları yoksa inkar edenlerden mi olacakları belli olacaktır.

Bunun akabinde gelen bir ayette ise yukarıdaki imtihandan kafir olarak çıkacakların ahirette sonlarının nasıl olacağı açık bir şekilde belirtilmektedir.

Sonra, beşinci ayetten yirmi ikinci ayete kadar olan kısımda, Allah'a karşı kulluk haklarını yerine getiren kişilere verilecek mükafatlar açıklanır. Burada sadece o mükafatlar sıralanmakla kalınmayıp bunlara hak kazanabilmek için ne gibi ameller yapılması gerektiği de kısaca belirtilmektedir. Mekke döneminde nazil olan surelerin en önemli özelliklerinden birisi de bu surelerde İslâm'ın temel inanç ve düşüncesinin kısaca tarif edilmesi yanında, İslâm'ın değer verdiği ahlâkî hususiyetler ve salih amellerin de beyan edilmesidir. Bazen de İslâm'ın insanları arındırmak istediği kötü ameller ve kötü huylar açıklanır. Bu iki hususiyet, bunların neticelerinin salt bu geçici dünya hayatında neler olacağını belirtmek için zikredilmemektedir. Aslında bunların ebedi olan ahiret hayatında ne gibi müstakil birer sonuç doğuracakları önemlidir. Eğer bu dikkate alınmazsa, bu dünyada kötü bir hususiyetin bir fayda temin edebilmesi gibi, iyi bir amelin de zarara neden olabilmesi mümkündür.

Buraya kadar anlattıklarımız surenin birinci bölümünün konularıdır. Bundan sonra gelen ikinci bölümde ise Allah Rasulü muhatap alınarak şu üç şey buyurulmaktadır: a) Bizim bu Kur'an'ı parça parça nazil etmemiz demek, onu, Muhammed'in (s.a) kendisinin uydurarak kafirlere bildirmekte olduğunu göstermez. Onu biz indirmekteyiz. Onu toptan değil de parça parça nazil etmemiz bir hikmete binaendir. b) Allah Rasulü'ne hitaben, Rabbi'nin kesin emri gelinceye kadar her ne olursa olsun sabır göstererek peygamberlik görevini sürdürmesi, bu ehl-i şer ve kafir insanlara karşı çekinmemesi emrolunmaktadır. c) Gece gündüz Allah'ı hatırlayın, namaz kılın ve geceleri Allah'a ibadetle geçirin, denilmektedir. Çünkü, küfre karşı Allah yoluna insanları çağıranlara bu yolda sebat temin edecektir bu ameller.

Sonra, şu cümleyle kafirlerin böyle davranış içerisinde bulunmalarının asıl sebebinin ahireti unutmaları ve bu dünyaya tapmaları olduğuna dikkat çekilmektedir. "Sizi yaratan biziz. Size güzel bir beden, sağlam bir el de vermedik mi? O organları da yaratan biziz. O zaman her an sizi istediğim hale çevirmeye muktedirim. İstersem sizin suretinizi iğrenç bir hale getirebilirim, ya da, sizi öldürerek yerinize başka bir kavim getirebilirm. Sizi öldürdükten sonra tekrar başka bir şekilde de yaratabilirim."

En sonunda, bunun bir öğüt kitabı olduğu söylenilerek konuya son verilmektedir. Şimdi artık kim isterse onu kabul ederek Rabbinin yoluna devam etsin. Yalnız şunu da unutmamak lazım ki bu dünyada sadece insanın kendi isteğiyle hiçbir şey olmaz. Ancak Allah isterse vukubulur. Allah'ın isteği de bir bilgiye ve hikmete dayanmaktadır. Körükörüne bir karar almaz. Bu bilgi ve hikmete binaen Allah Teâlâ kimi rahmetine layık görürse ancak onun üzerine rahmetini bağışlar ve zulmedenler için de çok acıklı bir azap hazırlar.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla


1 Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hîn) gelip-geçti.1

2 Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık.2 Onu denemekteyiz.3 Bundan dolayı onu işiten ve gören4 yaptık.

3 Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.5

4 Doğrusu biz kafirlere zincirler, demir halkalar (tomruklar) ve çılgınca yanan bir ateş hazırladık.

AÇIKLAMA

1. Birinci cümlede geçen "hel eta alel insan"daki "hel" soru edatını birçok müfessir ve mütercim "kad" manasında çevirmişlerdir. Yani "şüphesiz, muhakkak insan üzerine böyle bir vakit gelmiştir," demek olur. Yalnız şu var ki, Arapça'da "hel" soru edatıdır. Değişik şekillerde soru olarak kullanılır. Mesela, "Bazen şu hâdise oldu mu?" gibi bir soruyla gerçekten o hadisenin vuku bulup bulmadığını öğrenmek değil, bilakis öyle olduğunu muhataba teyid ettirmek amacı güdülür. Bazen de "Falanca işi başka kimse yapabilir mi?" diye sorularak o işi başka kimsenin yapamayacağı vurgulanmak istenir. Başka bir örnekte mesela "Ben sana bu parayı ödemedim mi?" denildiğinde de aynı şey kastedilir. Bazı zamanlar da bu, sadece ikrar ettirmek için değil aynı zamanda muhatabı düşünmeye davet etmek için bu şekilde sorulur. Mesela "Ben sana hiç kötülük yaptım mı?" denildiğinde bundan kasıt o kişiye benim kötülükte bulunduğumu tasdik ettirmek değildir.

Aksine onu düşünmeye sevketmek amaçlanmaktadır. Yani ona kötülük yapılmadığı halde nasıl olur da kendisi kötülük yapabilir? İşte, yukarıda sözkonusu edilen ayetteki soruda bu son kategoriye girmektedir. Bundan maksat gerçekten insan üzerinde böyle bir vaktin geçtiğini ikrar ettirmek ve onu çok hakir bir başlangıçtan bir insan olarak dünyaya getirmiş olan Allah'ın niye sonunda tekrar onu meydana getirmekten aciz olacağı iddiası üzerinde biraz düşünmesi istenilmektedir.

İkinci cümlede geçen "hinun mineddehr" de geçen "ed-dehr"den kasıt insanın başını ve sonunu bilemeyeceği sonsuz bir zamandır. "Hin"den murad ise o sonsuz zaman içerisinde belirli bir zamandır. Yani, bu sonsuz zaman içerisinde insan cinsinin mevcut olmadığı uzun bir zaman bölümü geçmişti. Daha sonra bir zaman gelmiştir ki bu, insan cinsinin başlangıcı oldu. Ve bu zaman içerisinde de her bir birey için yoktan var olmaya başlama vakti geldi.

Üçüncü cümlede geçen "lem yekün şey'en mezkura"nın anlamı o zaman hiç de önemli olmayan bir vakitti demektir. İnsanın bir kısmı babasının nutfesinde bir sperm taneciği şeklinde, diğer bir kısmı da annesinin nutfesinde bir yumurta şeklindeydi. Uzun bir süre insanın işte bu sperm ile yumurtanın ihtilatından meydana geldiği bilinmezdi. Şimdi ise güçlü mikroskoplar ile bu olay gözlenebilmektedir. Hamilelik vukubulduğunda da bu iki sperm ve yumurta bir araya gelerek bir hücre meydana gelir ve bu hücre dahi o kadar küçüktür ki ancak çok güçlü bir mikroskop ile görülebilir. Bu haliyle de kimse bundan koskoca bir insanın oluşacağını söyleyemez. Bu hakir halden oluşacak olan insanın da nasıl olacağı, bedeni, şekli ve sureti, özellikleri ve şahsiyetinin nasıl olacağını da söylemek mümkün değildir. İşte burada aynı hususa dikkat çekilmesi için, onun insan olarak başlangıcında hiçbir özelliği olmamasına rağmen hayatının başladığı vurgulanmıştır.

2. "Karışık bir nutfe"den kasıt insanın, hem erkek ve hem de dişi nutfelerden müstakil değil de bu ikisinin bir araya gelmesinden sonra oluşan bir terkipten vücuda gelmesidir.

3. Bu dünyada insanın değeri budur. Yani bir imtihan gayesiyle burada bulunmaktadır. O, oluş gayeleri bu dünyada tamamlanan ve sonunda da yok olan bitkiler ve hayvanlar gibi değildir. Ayrıca kimi rahiplerin zannettiği gibi insan için bir azab yeri de değildir. Öte yandan, yaptıklarının hemen karşılığını göreceği, tenasühçülerin inandığı gibi bir ceza yeri de değildir. Ne maddecilerin inandığı gibi bir eğlence yeri, ve ne de Marksçı ve Darwinci düşüncelerde ileri sürüldüğü gibi bir harp meydanıdır. Aslında bu dünya insan için bir imtihan yeridir.

Ömür dediğimiz şey de bu imtihanın süresidir. Dünyadaki insana çeşitli güçler ve yeteneklerin yanında ayrıca bazı şeyler de tasarrufuna verilmiştir. Bunları kullanmak ve diğer insanlarla ilişkide bulunmak hep bir imtihanın bölümleridir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldıkları sonuçlar değerlendirilerek belirlenecek ve başarılı mı olmuş yoksa başarısız mı olmuş ilan edilecektir. Bu imtihanı kazanmak veya kaybetmek bu dünyada kendini ne zannettiği ve nasıl çalıştığı ve hangi imtihanda ne yaptığına bağlıdır. Eğer kendisini yaratıcısız ya da bir sürü tanrının kölesi zannetmiş ve karşı karşıya olduğu bütün imtihanlarda da, onu yaratana karşı, yapmış olduklarından ahirette bir hesap vermeyecekmiş gibi bir tavır almışsa bu durumda onun bütün imtihanlarda yaptıkları da yanlış olacaktır. Eğer tek bir Allah'ın kulu olduğuna inanmış ve her işini Allah'ın rızasına göre yapmış ve ahirette hesap vereceği inancı içerisinde çalışmışsa o zaman o imtihanını kazanmış demektir. (Bu konu Kur'an-ı Kerim'de o kadar detaylı zikredilmiştir ki onları burada saymak zordur. Kur'an'ın dışında dünyada hiçbir kitap yoktur ki onda bu gerçek hakkında o kadar teferruatlı açıklama bulunsun.

4. Metinde geçen "biz onu işitir ve görür kıldık"dan doğru olarak kastedilen "biz onu aklı başında biri yaptık"dır. Ama biz mealde asla sadık kalarak "semi"yi dinleyen, "basir"i gören anlamında, lafzî tercümelerini verdik. Fakat Arapça bilen herkes anlar ki hayvan için bu iki sıfat kullanılamaz. Halbuki onlar da duymakta ve görmektedirler. O halde burada kullanılan duyma ve görme fiili işte bu salt hayvansal düzeyde olan değildir. Bilakis bundan maksat, insanın bilgi elde etme ve bilgiden sonuç çıkarabilme yeteneğidir. Ne var ki "görme" ve "işitme" insanın bilgiyi elde etme vasıtalarındandır. Belki de insan için en büyük vasıta bu ikisidir. Dolayısıyla burada yalnızca bunlar anılmakla yetinilmiştir. Asıl maksat, insanın sahib olduğu ve onlar vasıtasıyla bilgi elde ettiği bütün melekelerdir. Üstelik insanın sahib olduğu hisler ile hayvanlar aleminin sahip olduğu hisler mahiyet itibariyle ayrıdır. Çünkü insanın her hissi arkasında bu elde ettiği malumatı düzene koyup onlardan bir çıkarım elde eden ve sonra buna göre bir kavramlaştırmaya giden, düşünen bir beyni vardır. İnsan buna göre hayatında bir davranış ortaya koyar. Bu yüzden burada insanın imtihan için yaratıldığı anıldıktan hemen sonra onun "gören" ve "işiten" yapıldığı vurgulanmaktadır. Yani Allah (c.c) onlara ilim ve akıl vermiş ki onları imtihana tabi tutabilsin.

Açıktır ki eğer buradaki gaye bu olmayıp "gören" ve "işiten" yapmanın anlamı sadece bu duyular olsaydı, o zaman kör ve sağır bir kimse bilgi-akıldan mutlak olarak mahrum olmasa da bu imtihandan istisna tutulacaktır.

5. Yani, biz onlara sadece bilgi ve akıl vermekle kalmayıp aynı zamanda kendilerine doğru yolu, şükretmenin ve küfretmenin yollarını, bunlardan hangisini dilerse o yolu izlemesi için açık açık gösterdik. Sorumluluğu kendilerine aittir. Beled Suresi'nde "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da açıklamadık mı?" denilerek aynı konuya değinilmektedir. (Şems Suresi'nde ise, "O zata yemin olsun ki bütün zahirî ve batınî kuvvetler onun üzerine kaimdir ve kötülük ve iyilik yollarının ikisini de bildirmiştir.) Bu izahlar ve Allah (c.c)'ın insanın hidayeti için ne gibi vasıtalarla insanı yarattığının izah edildiği diğer Kur'an ayetlerinin tefsirleri de göz önünde tutularak üzerinde düşünüldüğünde bu ayette geçen "yol göstermek"ten kastın, belirli bir tek şekil olmadığı, sayısız hidayet vasıtalarının hepsinin kastedildiği anlaşılacaktır. Bunların sayısını verebilmek mümkün değildir. Bazı misaller aşağıda verilmektedir.

a- Her insana akıl ve bilginin yanısıra ahlâkî duygu da verilmiştir. onun vasıtasıyla iyiyi ve kötüyü ayırabilecektir. Bazı ameller ve sıfatlar kötü sayılmıştır. Hatta, insanlar bilfiil bu amellere ve sıfatlara sahip olsa da. Ve hatta kimileri heveslerini meşrulaştırmak için çeşitli felsefî metodlara başvursa da (eğer aynı kötülüğü başkası onlara yapsa kıyamet koparırlar, o zaman bu yapmakta oldukları işin gerçekten kötü olduğunu anlarlar) bu iş ve özellikler kötüdür. Yani, salih amel ve özellikleri, kendi cehalet ve ahmaklıkları yüzünden gericilik sayarlarsa da, eğer bir insanın salih bir ameli vasıtasıyla kendilerine bir fayda dokunacak olsa o zaman bunlara fikrî olarak hürmet etmeye mecbur kalırlar.

b- Her insanın içinde, Allah (c.c) tarafından verilen vicdan (nefs-i levvame) denilen bir şey vardır. Her hal ve konumda kötülük yaptığı zaman onu ikaz eder. İşte bu vidanı, insan ne kadar susturmaya ve yok etmeye çalışırsa çalışsın gene de onu tam manasıyla yok etmeye gücü yetmez. Bu dünyada utanmadan kendisinin vicdansız olduğunu ispat edebilir deliller ileri sürerek başkalarını da ikna edebilir ve kendi kendisini kandırmak için sayısız bahaneler de ileri sürebilir, ama bütün bunlara rağmen Allah (c.c)'ın onun fıtratında görevlendirdiği "hesap sorucu" o kadar güçlüdür ki insan ne kadar kötü olursa olsun bu hakikati kendi nefsinden gizleyemez. Aynı ifade Kıyamet Suresi 15. ayette şöyle beyan edilmektedir: "Ne kadar mazeret ileri sürerse sürsün, insan kendi nefsini çok iyi bilir."

c- Gerek insanın kendi vücudu ve gerekse etrafında, yerlerde ve göklerde bulunan sayısız alametlerden bütün bunların bir yaratıcı olmadan mümkün olamayacağı anlaşılır. Ayrıca birden fazla bir sürü tanrının da bu muhteşem nizamı ayakta tutması mümkün değildir. Aynı zamanda objektif (afakî) ve subjektif (enfüsî) bir çok deliller de kıyamet ve ahiretin vuku bulacağının işaretidir. Eğer insan gözü kapalı bir şekilde, aklını kullanmadan bu gerçeğe işaret eden alametleri kabul etmekten kaçınırsa bu onun kendi kusurudur. Çünkü Allah (c.c), hakikate vasıl olmak için her türlü işaretleri ve alametleri gözler önüne sermiştir.

d- İnsanoğlunun kendi yaşadığı günlük ve geçmiş tarihi tecrübelerden hasıl olan ve olmaya devam eden birçok hadiseler bütün kainatın üstünde bir kudret sahibinin var olduğunu, O'nun önünde bütün kainatın aciz olduğunu, O'nun takdirinin her şeyin üzerinde galib ve onların O'na muhtaç olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Bu gerçekten haberler veren deney ve gözlem gibi dıştaki alametlerin yanında insanın fıtratında da o zatın varlığına deliller mevcuttur. Öyle ki en katı ateist bile zor bir durumda kaldığında ancak Allah'a dua için elini açar, en katı müşrik bile böyle bir durumda o sahte tanrıları bırakarak yalnızca Allah'a nida eder.

e- İnsan aklı ve fıtratı, bir suçun cezasının ve iyi bir işin de mükafatının olmasını gerekli görür. Buna dayanarak dünyadaki her toplumda bir adalet sistemi mevcuttur. İyi bir işe karşılık muhtelif mükafatlar verilir. Bütün bunlar şunu açıkça göstermektedir ki ahlâk ile hukuksal mükafat arasında hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir bağlantı vardır. Şu da bir gerçek ki dünyadaki sayısız suçların cezası değil tam olarak, kısmen dahi ifa edilememektedir. Hatta bu cezadan bile paçayı kurtarabilmek çeşitli yollarla mümkündür. Ayrıca, bu dünyada doğru ve güzel amellerin de karşılığı alınamaz. Onun için ahiretin adaletini kabul etmekten başka çare yoktur. Ancak bir ahmak ve inatçı kişi adalet fikrinin zerresinin bile olmadığı bir dünyada doğmuş bulunduğunu düşünür. O zaman ona insanlarda bulunan adalet düşüncesinin nereden gelmiş olabileceğini sormak lazımdır.

f- Bütün bu vasıtalar insanın hidayeti bulmasına yardım etmesi için Allah tarafından yaratılmıştır. Ayrıca Allah-u Teâlâ, onlara apaçık doğru yolu göstermek için peygamberler ve kitaplar göndermiş ve açık açık şükretmenin ve küfür ve dalaletin yolunu ve bu iki yoldan birini takip edenlerin neticelerinin ne olacağını bildirmiştir. Peygamberlerin ve kitapların getirdiği talimatlar açık ve dolaylı bir şekilde sayısız biçimde dünyada her tarafa yayılmıştır. Yani hiçbir topluluk Allah ve ahiret düşüncesinden veya iyi ile kötü arasındaki ayrımdan ve onun ileri sürdüğü ahlâki yöntemler ve kanunî emirlerden habersiz değildir. İnsanlar bilse de bilmese de, bu bilgilerin kaynağı peygamberler ve onların getirdiği kitaplardır. Bugün bile, peygamberlerden bihaber olanlar, aslında onların talimatlarına uymaktadırlar.

5 Şüphesiz ki iyiler6 (ebrâr), karışımı kâfur olan bir kadehten içerler.

6 Allah'ın kullarının kendisinden içtikleri bir kaynak;8 onu fışkırttıkça fışkırtıp akıtırlar.9

7 Adaklarını yerine getirirler10 ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar.

AÇIKLAMA

6. Metinde "ebrar" kelimesi geçmektedir. Bundan kasıt, hakkıyla Allah'a itaat eden, Allah'ın emirlerini, farzlarını yerine getiren ve men ettiği şeylerden uzak duran kimselerdir.

7. Yani, kafûr ile karışık bir su demek değildir. Tabii bu; suyu temiz ve soğuk, kokusu da kafûr gibi olan bir çeşme olacaktır.

8. "İbadullah - Allah'ın Kulları", "İbadu'r-Rahman - Rahman'ın Kulları" ifadeleri lugavî olarak bütün insanlar için kullanılabilir. Çünkü herkes Allah'ın kuludur. Fakat Kur'an-ı Kerim'de bu kelimelerin kullanıldığı yerlerde bunlardan, Allah'ın salih kulları kastedilmektedir. Allah'a itaat etmekten uzak durmuş kötü insanları Allah, kendi mübarek isimlerine mensub etmeyerek bu şerefli lakapları temiz tutmuştur.

9. Bundan kasıt, onların kazma kürekle kanallar kazıp istedikleri yere su getirecekleri anlamında değildir. Aslında onlar için, cennetin neresinde isterlerse kolaylıkla çıkaracakları bir çeşme için bir işaret kafi gelecektir.

10. Adak adamanın bir manası, "bir kimsenin üzerine vacip olan şeyi yerine getirmesidir" Diğer bir manası, "bir kimse kendisi üzerine neyi vacib etmişse, yani diğer bir ifadeyle ne söz vermişse onu yerine getirmesidir" Üçüncü bir manası da "bir kimse üzerine ne vacipse ve kendine neyi vacip ettiyse onu yerine getirmesidir." Bu üç manadan en bilineni ikincisidir. Genellikle "adak adama" denildiğinde bu ikinci anlam kastedilir.

Her neyse, burada, Allah (c.c)'ın üzerlerine vacip kıldığı şeyleri yerine getirdiklerinden dolayı methedilen veya iyilikte bulunan ve kendi üzerlerine vacip kıldıkları şeyleri yerine getirdiklerinden dolayı övülen salih kullardan bahsedilmektedir. Halbuki Allah Teâlâ onların üzerine o şeyi vacip kılmıştı. Ama onlar, değil Allah'ın vacip kıldığı amelleri yerine getirmekte uyuşuk davranmak, daha fazlasını kendilerine vacip görmüşler ve bu sözlerini de yerine getirmişlerdir.

Adağın hükümlerini biz kısaca Bakara Suresi'nin 310. açıklama notunda izah etmiştik. Fakat, pekçok kimsenin bu konuda bazı yanlışlıklara düşdüğünü görünce yeri gelmişken burada bu meseleyi biraz daha açıklama lüzumunu hissettim.

a. Fıkıh alimleri adağın dört çeşit olduğunu söylemişlerdir. Birincisi, bir kimsenin Allah rızası için falanca iyilikte bulunacağına dair Allah'a söz vermesidir. İkincisi, bir kimsenin falanca hacetinin giderilmesi halinde şükür olarak falanca iyiliği yapacağına dair Allah'a söz vermesidir. Bu iki tip adağa nezr-i teberrur (iyilikte bulunmak için adak) denilir. Bu çeşit adağı yerine getirmenin vacip olduğu konusunda ittifak vardır. Üçüncü çeşit adak ise bir kimsenin caiz olmayan bir iş için veya kendisine vacip olan bir şeyi yerine getirmeye söz vermesidir. Dördüncü çeşit ise bir kimsenin mübah bir işi kendi üzerine vacip etmeye veya bir müstehab şeyi yapmamaya yahut da kötü bir işi yapmaya söz vermesidir. Bu iki çeşit adağa fukaha tabiriyle nezr-i leccac (cehalet veya inattan dolayı adak) denir. Bunlardan üçüncüsü için "söz" bile verilemez olduğu hususunda ittifak vardır. Dördüncüsü hakkında ise fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Bazıları bunu yerine getirmemek gerektiğini söylerlerken bazıları da bunun yerine kefaret vermek lazım geldiğini ve diğerleri de yerine getirmek veya onun yerine kefaret vermek konusunda muhayyer olduklarını söylemektedirler. Şafii ve Maliki ulemasına göre, böyle bir adak zaten akd bile olunamaz. Hanefilere göre ise bu iki çeşit adak yerine kefaret vermek gerekir. (Umdetü'l-Kari)

b. Birçok hadisde Allah Rasulü'nün, kendi kaderini değiştirmek veya mesela "Ey Allah'ım! Benim şu işimi yaparsan ben de buna karşılık şu iyilikte bulunurum" gibi Allah rızası için yapılması gereken bir iş üzerinde Allah ile pazarlığa girmeye benzer bir adak almaktan menettiği kayıtlıdır. Hz. Abdullah bin Ömer'den rivayet edilen bir hadise göre, bir kere Allah Rasulü adak adamaktan sakındırarak şöyle söyledi: "O olacak olanı değiştirmez, ama bu vesileyle bir cimrinin malı çıkmış olur." (Müslim ve Ebu Davud) Hadisin son kısmına göre cimri bir kimse Allah yolunda zaten malını sarfetmez ama adak adamak suretiyle Allah'ın takdirini değiştireceğini umarak malından sarfeder.

Hz. Abdullah bin Ömer'den başka bir rivayette adağın hiçbir şeyi ne önceye alabileceği ve ne de tehir edebileceği fakat bu vesileyle cimrinin elinden mal çıkacağı bildirilmiştir. (Buharî ve Müslim). Aynı muhtevaya sahip müteaddit rivayetler Ebu Hureyre'den naklolunmuştur. Buharî ve Müslim'de bulunan bir başka rivayette de şöyle söylenilmektedir: "Aslında ademoğlunun adağı hiçbir şeyi değiştirmez. Allah'ın takdiri ne ise o gerçekleşir. Ne var ki bu sebeple takdir-i İlahî bir cimrinin malını sarfettirir ki bir başka türlü sarfetmesi mümkün değildir." Abdullah bin Amr bin As'tan gelen bir diğer rivayet, aynı hususu şu şekilde açıklar. Allah Rasulü buyurdu ki "Asıl adak insanın Allah rızası için yaptığıdır. O kişinin gayesi yalnızca Allah'ın rızasıdır." (Tahavî)

c. Adak hakkında Allah Rasulü, ancak Allah'a itaat doğrultusunda ise yerine getirilmesi gerektiğini, fakat Allah'a isyan doğrultusunda ise o adağın kesinlikle yerine getirilmemesi gerektiğini açıklamıştır. Ayrıca, sahib olmadığı bir şey üzerine veya gücünün üstünde bir şey üzerine de adak adanamayacağı belirtilmiştir. Hz. Aişe'den rivayet edilir ki "Eğer bir kimse 'ben Allah'a itaat edeceğim' diye bir adakta bulunursa bunu yerine getirmelidir. Ama bunun aksine bir adak ise, onu yerine getirmemelidir." (Buharî, Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Mace, Tahavî) Sabit bin Dahhak, Allah Rasulü'nün "Allah'a isyan hususunda, hiçbir adak yerine getirilmemelidir. Ayrıca bir kimsenin sahip olmadığı bir şey için adak olmaz", dediğini rivayet etmektedir. (Ebu Davud) Müslim'de aynı konuda bir rivayet Hz. İmran bin Hüseyn'den nakledilmektedir. Hz. Abdullah bin Amr İbnü'l-As'ın Ebu Davud'daki rivayeti bundan daha ayrıntılıdır. Buna göre Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin sahip olmadığı bir şey için ve yakınlarıyla irtibatı kesmek (kat'ı-rahm) için ve de Allah'a isyan hususunda bir adak adanamaz."

d. Bir işte bir hayr yoksa, boşuna bir meşakkat ise veya onunla kendi nefsine eziyet ve azab vermek isteniyorsa o adağı yerine getirmemelidir. Bu hususta Allah Rasulü'nün irşatları, buyrukları çok açıktır. Hz. Abdullah bin Abbas aktarmaktadır ki, birgün Allah Rasulü bir hutbe irad etmekdeydi. Ötede bir şahsın güneşin altında ayakta dikili durmakta olduğunu görünce "Bu adam kimdir? Niye böyle yapmaktadır?" diye sordu. Dediler ki "Bu, Ebu-İsrail'dir, hep ayakta durmaya hiç oturmamaya, gölgelenmemeye, hiç bir kimseyle konuşmamaya ve oruç tutmaya söz vermiş, adak adamıştır." Bunun üzerine Allah Rasulü buyurdu ki: "Ona söyleyin gölgeye gelsin ve otursun, ama orucunu tamamlasın" (Buhari, Ebu Davud, İbn Mace, Muvatta)

Hz. Ukbe bin Amir Cuheynî diyor ki: "Benim kızkardeşim çıplak ayak ile hacca gitmeye ve giderken de başına bir şey örtmemeye söz vermişti. Bunun üzerine Allah Rasulü buyurdu ki: "Ona söyleyin bir bineğe binsin ve başını da örtsün." (Ebu Davud) Müslim'de de biraz farklı kelimelerle aynı hususta birçok rivayet nakledilmiştir. Hz. Abdullah bin Abbas, yukarıda Ukbe bin Amir'den nakledilen kızkardeşiyle ilgili rivayete cevaben Allah Rasulü'nün, "Allah'ın, onun bu gibi adağına ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin bir bineğe binsin." dediğini aktarmaktadır. (Ebu Davud) Hz. Enes bin Malik'ten rivayet edilir ki Allah Rasulü bir kere (galiba Hacc seferinde) bir yaşlı adamın iki oğluna dayanarak yürümekte olduğunu gördü. "Niye böyledir?" diye sorduğunda "O yürüyerek gitmeyi adamıştır." denildi. Bunun üzerine Allah Rasulü "Bu şahsın kendi kendisine azab vermesine Allah'ın ihtiyacı yoktur." buyurmuş ve bir bineğe binmesini emretmiştir. (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Aynı hadis Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet olunmaktadır.

e. Eğer bir adak adanmış ve onu yerine getirmek de fiilen mümkün değilse, o zaman adak başka bir şekilde yerine getirilebilir. Hz. Cabir bin Abdullah diyor ki; Mekke'nin fethi günü bir şahıs Allah Rasulü'ne gelip "Ben Mekke fetholunduktan sonra Kudüs'te iki rekat namaz kılmaya söz vermiştim." dedi. Allah Rasulü cevaben "Sen iki rekatı burada kıl" dedi. Adam tekrar sordu. Allah Rasulü aynı cevabı verdi. Adam üçüncü defa sorunca "Sen bilirsin" dedi. Bu hadisin diğer bir rivayetinde ise, Allah Rasulü, "Muhammed'i (s.a) Hakk ile gönderen o zatın üzerine yemin ederim ki, eğer burada kılarsan o namaz Beytü'l-Makdis'te kılmana denk olacaktır." demiştir. (Ebu Davud).

f. Bir kimse Allah yoluna eğer bütün varlığını adamışsa, bunun hakkında fukaha arasında ihtilaf vardır. İmam Malik, o kişinin malının üçte birini vermesi gerekir derken, Malikilerden Sahnun; "o kadarını vermeli ki onu verdikten sonra kendisi sıkıntıya düşmesin" demiştir. İmam Şafii ise eğer bu adak nezr-i teberru (iyilikte bulunmak için) ise o zaman yerine getirmeli, yani bütün malını vermelidir ama eğer nezr-i leccac ise o zaman ya yerine getirsin veya kefaretini versin demektedir. Ebu Hanife ise, zekat düşen bütün malından vermelidir. Ev ve diğer emlak gibi üzerine zekatın düşmediği mallar ise adanamaz görüşündedir. Hanefilerden İmam Züfer, kendi ailesinin iki aylık nafakasından gayri nesi varsa hepsini sadaka etmelidir demiştir. (Umdetü'l Kari ve Şah Veliyullah'ın Muvatta Şerhi) Hadiste ise bu mesele hakkında şöyle rivayetler bulunmaktadır: Hz. Ka'b bin Malik diyor ki; "Tebuk gazvesinden geri kalmıştım. Bu yüzden itaba maruz kaldım. Affolunduğumu duyunca da hemen Allah Rasulü'nün huzuruna giderek, affıma karşılık bütün malımı Allah ve Rasulü için vereceğim dedim. Rasulullah "hayır, öyle yapma" dedi. Ben "o zaman yarısını vereyim, dedim.

O yine "hayır" Bu sefer "üçte birini vereyim" dedim. O zaman o "olur" dedi. (Ebu Davud) Diğer bir rivayette, "Sen kendin için bir kısmını tut. Böylesi daha hayırlıdır." dedi. (Buhari) İmam Zühri diyor ki "Bana ulaşan habere göre, Hz. Ebu Lubabe (ki Tebük Savaşı meselesinde azarlanan bir şahıstı.) Allah Rasulü'ne gelerek; "Ben Allah ve onun Rasulü için bütün varımı yoğumu sadaka edeceğim" demişti. Buna karşılık Allah Rasulü de "üçte birini vermen kafidir" dedi. (Muvatta).

g. Bir kimse Müslüman olmadan önce bir hayır adamışsa İslâm'ı kabul ettikten sonra onu yerine getirmelidir. Allah Rasulü bu şekilde fetva vermiştir. Buhari, Ebu Davud ve Tahavî'de Hz. Ömer'in cahiliyye döneminde, bir gece (veya bir gün) Mescid-i Haram'da itikafta bulunmaya adak sözü verdiği anlatılmaktadır. İslâm'ı kabul ettikten sonra bu konuda Allah Rasulü'ne danışmıştı. Allah Rasulü de bu adağını yerine getirmesini söyledi. Bazı fakihler Allah Rasulü'nün bu sözünden bunu böyle yapmanın vacip olduğunu, diğerleri de müstehap olduğunu çıkarmışlardır.

h. Ölmüş bir kimsenin üzerine daha önceden vacip olmuş olan adağı varislerinin yerine getirip getirmeyecekleri hususunda fukaha arasında ihtilaf vardır. İmam-ı Ahmed, İshak bin Rahaveyh, Ebu Sevr ve Zahiriler; eğer ölünün üzerinde namaz ve oruç adağı varsa onu varislerinin yerine getirmelerinin vacip olduğunu söylerler. Hanefilere göre eğer adanmış olan adak bedenî bir ibadet ise (namaz ve oruç gibi) varislerin onu yerine getirmeleri vacip değildir. Eğer mali bir ibadet olup da ölen kişi varislerine o adağını yerine getirmelerini vasiyet etmemişse o zaman da varisler için o adağı yerine getirmek vacip değildir. Ama eğer vasiyet etmişse o zaman onun terekesinden üçte bir oranına kadar bir miktar adağı yerine getirmek için vermek vaciptir. Malikiler de benzer görüştedirler. Şafiilere göre adak eğer mali ibadetin dışında bir şeyse veya mali bir ibadet olup da ölenden geriye hiçbir tereke kalmamışsa onu yerine getirmek varisler üzerine vacip değildir, yok eğer tereke kalmışsa, ölen kişi ister vasiyet etmiş olsun isterse etmemiş olsun o mali ibadeti yerine getirmek varisler üzerine vacip olur. (Müslim'in Nevevî Şerhi, ve Ebu Davud Şerhi, Bezlü'l-Mechud) Hz. Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilir ki, Hz. Sad bin Ubade, Allah Rasulü'ne gelerek "Benim annem bir adak adamıştı ama yerine getiremeden vefat etti." diyerek fetva sormuştu. Allah Rasulü, "Onu sen yerine getir" dedi. (Ebu Davud ve Müslim) İbn Abbas'tan rivayet edilen başka bir hadise göre, bir kadın bir gün deniz yolculuğuna çıkacaktı. Çıkmadan evvel "eğer sağ-salim afiyetle dönersem bir ay oruç tutacağım" diye adamıştı ve eve döndüğünün hemen ertesinde bu kadın vefat etti. Kadının kızkardeşi (veyahut kızı) Allah Rasulü'ne gelerek bunun hakkında sorduklarında "onun yerine sen oruç tut" cevabını aldılar. (Ebu Davud) Buna benzer bir başka rivayet gene Ebu Davud'da Hz. Bureyre'den nakledilmektedir.

Burada da yukarıdaki mesele hakkında, bir kadın Allah Rasulü'nden fetva sormuş ve Allah Rasulü de ona yukarıda zikredilen cevabı vermişti. Bütün bu rivayetlerden bu emrin vacip mi yoksa müstehap mı olduğu açık değildir. Ayrıca Hz. Ubade'nin annesinin adağının mali bir ibadet mi olduğu yoksa bedeni bir ibadet mi olduğu hususu da açık değildir. Bu yüzden de fukaha arasında bu mesele hakkında ihtilaf vardır.

i. Yanlış ve caiz olmayan özellikleri bulunan bir adağı yerine getirmeme hususu açıktır. Fakat bunun yerine kefaret gerekir mi gerekmez mi üzerinde ihtilaf vardır. Bu konudaki rivayetler çeşitli olduğundan fakihlerin görüşleri de farklı farklıdır. Bir grup rivayete göre Allah Rasulü böyle bir durumda kefaret verilmesini emretmiştir. Mesela Hz. Aişe'den "ma'siyet üzerine adak yoktur. Onun kefareti ise yeminin kefaretidir." sözü nakledilir. (Ebu Davud) Yukarıda dördüncü şıkta geçen Hz. Ukbe bin Amir Cuheyni'nin kızkardeşi hakkında Allah Rasulü'nün "o kendi adağından vazgeçsin ve onun yerine üç gün oruç tutsun' dediği rivayet edilir. (Müslim ve Ebu Davud) Hacca yürüyerek gitmeyi adayan bir başka kadın hakkında da Allah Rasulü "bineğe binsin ve yemininin kefaretini versin." demiştir. (Ebu Davud) İbn Abbas'tan Allah Rasulü'nün şöyle söylediği rivayet edilir; "Eğer bir kimse adak adamış ve niçin adadığını tayin etmemişse o kimse yeminin kefaretini versin. Eğer ma'siyet üzerine bir adak adamışsa o kişi de yemini için bir kefaret versin. Eğer yerine getirmeye güç yetiremeyeceği şeyin üzerinde adak adamışsa o da yeminin kefaretini versin. Eğer yerine getirmeye gücü yetecek bir şey üzerine adak adamışsa onu yerine getirsin." (Ebu Davud) Başka bir grup hadislerden de bu hususta kefaretin olmadığı rivayet edilir. Mesela yukarıda dördüncü şıkta geçen güneşin altında ayakta durmaya ve kimseyle konuşmamaya söz vermiş olan adam hakkında İmam Malik Muvatta'da "Allah Rasulü'nün bu adaktan vazgeçirmenin sonunda bir kefaret vermesini emrettiğine dair hiçbir rivayet duymadığını" yazmaktadır. Abdullah bin Amr İbnü'l-As, Allah Rasulü'nün şöyle dediğini aktarmaktadır: "Eğer bir kimse bir şey için yemin etmiş ve sonra da o işinin bundan daha iyi olduğunu görmüşse o zaman o birinciyi bırakıp ikincisiyle amel etsin. Onun birinciyi terketmesi zaten bir kefarettir." (Ebu Davud ve Beyhaki bu hadisin ve Ebu Hureyre'nin (daha güzel olanı yapmak zaten bir kefarettir) sözünün sabit olmadığını söylemektedir.) İmam Nevevi bütün bu hadisleri Müslim şerhinde tartışarak masiyet üzerine adak adamanın batıl olduğunu ve bunun yerine bir kefaretin de söz konusu olmadığı konusunda İmam Malik, İmam Şafii, Ebu Hanife, Davud-u Zahiri ve cumhur ulemanın ittifak ettiğini yazmaktadır. Yalnızca Ahmed bin Hanbel kefaretin gerekeceğini söylemektedir.

8 Kendileri, ona karşı duydukları sevgiye rağmen 11yemeği, yoksula, yetime ve esire 12yedirirler.13

9 "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yedirmekteyiz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür.14

AÇIKLAMA

11. Metinde geçen "alâ hubbihi" cümlesindeki "hubbihi"nin zamirinin merciinin, birçok müfessir "yemek" olduğuna karar vermiştir. Manasını da şöyle açıklamıştır: "kendisi o yemeği sevdiği halde ve ona muhtaçken başka ihtiyacı olanlara verir." İbn Abbas ve Mücahid bunun anlamının "fakirlere şevkle yemek yedirir" demek olduğunu söylemişlerdir. Fudayl bin İyaz ve Ebu Süleyman ed-Daranî ise "o, bunu, Allah sevdiği için yapmaktadır" demişlerdir. Buna göre de bir sonraki "biz Allah'ın rızasını kazanmak için yedirmekteyiz" sözü bunu teyid etmektedir.

12. Eski zamanlarda, esirlerin zincirler içerisinde hergün sokaklarda dilenerek kendilerini doyurmaları bir gelenek idi. Sonra İslâmî yönetim gelince bu yasaklanmıştır. (Kitabu'l-Harac, Ebu Yusuf, s. 150) Bu ayetteki esirlerden kasıt her esirdir. Kafir veya müslüman, harb esiri veya herhangi bir suçtan dolayı mahkum olmuş olabilir. Esir olduğu için ona yemeği temin ediliyor veya edilmiyor ya da o dilenerek karnını doyuruyor.Her halükarda böyle kendi gayretiyle rızkını kazanamayan çaresiz bir insana yemek yedirmek bir iyiliktir.

13. Bir fakire yemek yedirmek bir ihsan, bir iyilikse bunun gibi diğer hacetlerini de gidermek aynı şekilde iyiliktir. Mesela muhtaç olana giysi temin etmek, hastaya ilaç temin etmek, borçlu bir insana darda olsa da olmasa da yardım etmek, yemek yedirmek bir misal olarak verilebilir. Her ihtiyaç sahibinin o ihtiyacını gidermek bir iyiliktir.

14. Bir kimse bir fakire yemek verirken lisan ile bunu söylemesi şart değildir. Kalben söyleyebilir. Allah indinde onu lisan ile söylemek veya kalben söylemek aynı şeydir. Ama burada, lisan ile söylemek; yardım edilen kimsenin kendisinden bunun karşılığında bir şey beklenmediğini belirtmek ve rahatça yiyebileceği hususunda bir güven vermek içindir.

10 "Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkmaktayız."

11 Artık Allah da, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.15

12 Ve onları sabretmeleri dolayısıyla16 cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir;

13 Orada, tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Onlar, orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.

14 (Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve onların devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış.

15 Çevrelerinde gümüşten billur kablar,17 kupalar dolaştırılır.

16 Gümüşten billur kaplar18 ki, onları belli bir ölçüye tesbit etmişlerdir.19

17 Orada onlara bir kadeh içirilir ki, onun karışımı zencefildir.

AÇIKLAMA

15. Yani onların yüzleri taptaze ve kalpleri memnun olacaktır. Diğer bir ifadeyle kıyamet gününde bütün zorluklar ve korkular yalnız kafirler ve suçlular için olacaktır. Salih olanlar ise o gün her zahmetten korunacaklar ve çok memnun ve refah olacaklardır.

Aynı şey Enbiya Suresi 103. ayette şöyle buyurulmaktadır. "Onlara o korkunç saat bile hiçbir etki edemeyecek, üzmeyecektir. Melekler onları, 'işte size söz verilen gün bu gündür.' diyerek karşılayacaklardır. Bunun izahı Neml Suresi 89. ayette şöyle açıklanmaktadır. "Bir iyilikte bulunana daha fazlasıyla karşılık verilecektir. Onlar o günün korkusundan güvendedirler."

16. Burada sabır, geniş anlamıyla kullanılmıştır. Aslında iman ehli salih kulların bütün hayatları sabırdır. Onlar, akil, baliğ olduktan ve iman ettikten sonra ölümlerine kadar, caiz olmayan isteklerini bastırırlar Allah'ın tayin ettiği hudutlar içerisinde kalırlar, Allah'ın rızası için vakit, mal ve diğer kuvvet ve yeteneklerini ve gerekirse canlarını bile kurban ederler, yolundan saptıracak her öneri ve teşviği reddederler. Kendilerini Allah'ın yolundan alıkoyacak her tehlike ve zorluğu göze alırlar, haram yollardan karşılarına çıkan her fayda ve lezzete karşı çıkarak onlardan faydalanmazlar. Bunun meyvelerini bu dünyada değil öteki dünyada elde edeceklerine dair Allah'ın vaadine inanarak, doğru yolda her zarar ve meşakkate göğüs gererler. Bir mü'minin hayatı öyle bir tarz-ı hayattır ki baştanbaşa sabırdan ibarettir. Bu her an ve sürekli bir sabırdır, ömür boyu bir sabırdır. (Daha fazla izah için bkz. Bakara an: 60, Ali İmran an: 13-107-133, Enam an: 23, Enfal an: 37 ve 47, Yunus an: 9, Hud an: 11, Rad an: 39, Nahl an: 98, Meryem an: 40, Furkan an: 94, Kasas an: 75 ve 100, Ankebut an: 97, Lokman an: 39 ve 56, Secde an: 37, Ahzab an: 58, Zümer an: 32, Fussilet an: 38, Şura an: 53)

17. Zuhruf Suresi 71. ayette "onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada temelli kalıcısınız." buyurulmuştur. Bundan anlaşılıyor ki orada bazen altın tabak ve bazen de gümüş tabak-çanak kullanılacaktır.

18. O, gümüştür ama cam gibi şeffaf bir gümüştür. Böyle bir çeşit gümüş dünyada bulunmaz. Ancak cennete mahsustur.

19. Yani, her kişi için onun bardağı tam istediği kadar doldurulacaktır. Diğer bir ifadeyle cennetteki hizmetkarları o kadar zeki olacak ki onların tam olarak ne istediklerini anlayıp ona göre yerine getireceklerdir. (Cennetteki şarabın özelliği hakkında bkz. Saffat 45-47, an: 24-27, Muhammed 15, an: 22, Tur 23, an: 18, Vakıa 19, an: 10)

18 Bir pınar ki orada "selsebil" olarak adlandırılır.20

19 Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.21

20 Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.22

21 Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlas olan23 yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle24 bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir.25

22 Şüphesiz, bu, sizin için bir mükafattır. Sizin çaba-harcamanız da şükre değer (meşkur: makbul) görülmüştür.26

AÇIKLAMA

20. Araplar şarap ile zencefil suyunu karıştırarak içmeyi severlerdi. Onun için onların şarabı zencefil ile karışık olacaktır. Ama su karıştırılarak bu hale gelmeyecektir. Bu, tabii bir çeşmenin zencefil kokulu ve hiçbir acılık olmayan suyudur. Bunun ismi Selsebil olacaktır. Bundan kasıt öyle bir tatlı, hafif ve güzel bir su olacak ki boğazdan kolayca akacaktır. Birçok müfessire göre burada Selsebil kelimesi o çeşmenin bir sıfatıdır, ismi değildir.

21. İzah için bkz. Saffat an: 26 Tur an: 19, Vakıa an: 9

22. Yani, dünyada bir kimse ne kadar fakir ve mahrum olsa da kendi salih amelleri dolayısıyla cennetteki yeri ve şanı büyük olacaktır.

23. Aynı konu Kehf Suresi 31. ayette şöyle aktarılmıştı: "Doğrusu iman edip salih amel işleyenlere, işte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır.

Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzl bir mükafaat ve ne güzel yaşanacak yer!" Bu yüzden, bunun eşyaları üzerinde bir örtü veya onlara koşarak hizmet eden hiçmetçilerinin elbisesi olacağını söyleyen müfessirlerin bu görüşü doğru değildir.

24. Kehf Suresi 31. ayette "Orada onlar altın bilezikler takınırlar." denilmişti. Aynı konuya Hacc Suresi 23. ayette ve Fatır Suresi 33. ayette de değinilmiştir. Bu ayetlerin hepsini birleştirerek mütalaa edecek olursak üç şeklin de mümkün olduğu anlaşılır. Birincisi, istedikleri zaman altın ve istedikleri zaman gümüş bilezik takınacaklar. İkincisi, altın ve gümüş bilezikleri aynı zamanda takınacaklar. Çünkü böylece daha güzel olacaklardır. Üçüncüsü, istediği zaman altın bilezik, istediği zaman da gümüş bilezik takınacaklardır. Şimdi, bu çeşit mücevheratı kadınlar takınır. Burada erkekler için de aynı şeyin söylenilmesi ne anlama gelir? diye sorulabilir. Şöyle cevap verilebilir. Eskiden krallar ve reisler ellerine, boyunlarına ve taçlarına çeşitli mücevherler takarlardı. Hatta bizim zamanımızda Hindistan'daki racalar ve nevvablar da bu geleneği görmek mümkündü. Zuhruf Suresi 53. ayette beyan edildiği gibi Hz. Musa (a.s) elinde bir baston ve sadece bir örtü içerisinde Firavun'un yanına geldiğinde "Ben alemlerin Rabbi'nin elçisiyim" deyince Firavun yanında bulunanlara "Bu ne biçim bir elçidir, bu kıyafette benim karşıma çıkmış" demişti. Yani "eğer onu gönderen yeryüzünün ve gökyüzünün Hakimi ise niye onu altın bileziklerle ve emrinde meleklerden bir ordu ile donatmamıştır" demek istiyordu.

25. Daha önce iki çeşit içkinin izahı yapılmıştı. Birincisi, kafûr kokusu olan çeşme-i kafûr'dur. İkincisi de çeşme-i zencefil'dir. Bu ikisinin dışında onlara ikram edilecek olan bir temiz içkinin daha zikri geçmektedir. Bu öyle bir içki olacak ki Allah'ın lütfuyla ikram edilen özel mahiyette bir içkidir.

26. Metinde "kane sa'yıkum meşkura - sizin çalışmanızdan, yaptıklarınızdan Allah memnundur." geçmektedir. Buradaki "sa'y" den kasıt bir kulun hayatta yerine getirdiği bütün amellerdir. Bu dünyada yapılmakta olan bütün insan eylemleri sa'y olarak tanımlanır. Bu ayette geçenin meşkur olması da bu eylemlerin Allah'ın indinde güzel görülmesindendir. Eğer bu şükrü bir kul ederse o Allah'ın bir nimetine karşılık şükreder. Ama eğer Allah kulu üzerine şükrederse, demek ki, Allah o kulunun yaptıklarından memnundur. Bir kul O'nun rızasına uygun olarak bir vecibeyi yerine getirdiğinde Allah'ın onun şükrünü kabul etmesi Allah'ın büyük bir lütfudur.

23 Gerçek şu ki, Kur'an'ı senin üzerine 'safhalar halinde bir indirme tarzıyla (tenzil)' indiren biziz, biz.27

24 Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster.28 Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme.29

25 Ve sabah, akşam Rabbinin adını zikret.

26 Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin de uzun uzadıya O'nu tesbih et.30

27 Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı sevmektedirler. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakmaktadırlar.31

28 Onları biz yarattık ve bağlarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz zaman da onları benzerleriyle değiştiriniz.32

AÇIKLAMA

27. Burada zahiren muhatab Allah Rasulü'dür, ama aslında muhatap kafirlerdir. Mekke'deki kafirler, Kur'an için "Bu onun, uydurarak getirdiği bir şeydir. Eğer Allah tarafından nazil olmuş olsaydı O, bir kerede hepsini söylerdi." demekteydiler. Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde bu itirazlar nakledilerek bunlara cevap verilmektedir. (Mesela Nahl an: 102-104-105-106, İsra 119) Burada ise bunların itirazları zikredilmeden "Onu inzal eden biziz" denilerek şiddetle cevap verilmektedir. Yani onu Muhammed (s.a) yazmış değildir. Biz onu tedricen inzal etmekteyiz. Bir kelamı bir defada ve bir kitap halinde değil de kısım kısım inzal etmek bizim hikmetimizin bir gereğidir.

28. Yani Rabbin seni böyle bir dava için memur etmiştir. Bu yüzden, bütün zorluk ve meşakkatlere katlanarak sabret. Her zorluğa karşı mertçe tahammül et ve sebat göster.

29. Yani, insanlardan korkarak bu Hak dini tebliğden vazgeçme. Kötü bir kimsenin hatırı için de dinin ahlâkî talimatlarından veya hakkı inkar edenlerin hatırı için de dinin temel inançlarından zerre kadar değişiklik ve restorasyonu düşünme! Eğer haram ve doğru değilse ona açıkça haram ve meşru değil de! Ne kadar kişi sana karşı çıkarsa çıksın, sen onlara karşı tutumunu gevşetme! Batıl inançları açıkça batıl olarak ve Hakk'ı da açıkça Hakk olarak ilan et. Kafirler senin ağzını kapatmak için ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar ve senden tavizler koparabilmek için ne kadar baskı yaparlarsa yapsınlar sen yolundan hiç taviz verme.

30. Nerede kafirlere karşı sabır ve sebat telkin edilmişse hemen ardından Allah'ın zikri ve namazın emrolunması Kur'an'ın üslubundandır. Yani bundan şu sonucu çıkarabiliriz ki, bu hakk dininin yolunda düşmanlara karşı kuvvet ancak bu amellerden hasıl olur. Sabah ve akşam Allah'ı zikretmekten kasıt onu her an zikretmekdir. Ama nerede Allah'ı zikretmenin belli bir vakti verilmişse bundan kasıt namazdır. Bu ayette önce "vezkur isme Rabbike bukreten ve esîla- Rabbinin adını sabah akşam an." buyurulmaktadır. Burada geçen "bukra" Arapça'da sabah demektir. "esila" ise zeval vaktinden gurup vaktine kadar demektir. Bu, öğle namazı ile ikindi namazını kapsar. Ondan sonraki "Geceleyin ona secde et" buyurulmaktadır. Yani gurûb'tan başlayarak gece vaktinde secde etmesi istenmektedir. Bu da akşam ve yatsı namazını kapsar. Hemen peşinde de "Onu geceleri uzun uzun tesbih edin" denilmiştir. Bundan da teheccüt namazına atıfta bulunulmuştur. (İzah için bkz. İsra an: 92-97, Müzzemmil an: 2) Bundan anlaşılıyor ki başlarda bu namazların vakitleri aynı idi. Sonra vakitlerin ve rekatların belirtilmesi ve beş vakit namazın farziyetinin emrolunması miraç olayında gerçekleşti.

31. Yani, bu Kureyş kafirlerinin sana karşı çıkmalarının asıl sebebi dünyaperestlikleri ve ahirete hiç aldırış etmemeleridir. Bu yüzden de gerek ahlâkî ve gerekse akidevî dalalet üzerinde ısrar etmekte ve senin hak davetine karşı da sağır kesilmektedirler. Bu yüzden bir haksever insanın yolu onlardan ayrıdır. Hatta bu iki yol o kadar farklıdır ki bunların uzlaşmaları dahi düşünülemez.

32. Metinde geçen " - dilersek onları benzerleri ile değiştirebiliriz." cümlesinin birkaç anlamı olabilir. Birincisi, eğer istersek, bunları helak ederek yerlerine aynı cinsten fakat karakterleri bunlardan farklı başka insanlar getiririz. İkincisi, nasıl ki biz bir insanı sıhhatli ve sağlam bir şekilde yarattıysak yine bir felç ve çarpılma ile veya bir başka hastalığı musallat ederek onu özürlü kılabiliriz, bunların şekillerini ve suretlerini değiştirebiliriz. Üçüncü bir anlam da şöyle olabilir; yani biz eğer istersek herhangi bir şekilde onu ölümünden sonra tekrar yaratabiliriz.

29 Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.

30 Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.33 Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.

31 Dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azab hazırlamıştır.34

AÇIKLAMA

33. (İzah için bkz. Müddessir an: 41) Bu ayetlerde şu üç nokta vardır: Birincisi, isteyen Rabbinin yolunu tutar. İkincisi, Allah istemedikten sonra senin istemenle hiçbir şey olmaz. Üçüncüsü, Allah büyük hikmet ve ilim sahibidir. Eğer bu üç noktayı düşünürsek o zaman, insanın irade serbestliği ile Allah'ın dilemesi arasındaki ilişkiyi anlayabiliriz. Bu konuda ne kadar zannımız varsa gider.

Birinci ayetten şu anlaşılmaktadır: Bu dünyada insana verilen irade, onun çeşitli yollardan hangisini isterse seçmeye kadir olabileceği kadardır. Bu, Allah'ın verdiği seçme hürriyetidir. (Freedom of choice) Mesela bir kimsenin geçimi için çeşitli yollar vardır. Bunların bazıları helal ve caizdir; işçilik, memurluk, ticaret, sanat, ziraat vs. Bazıları ise haramdır: Hırsızlık, yol kesme, haydutluk, yan kesicilik, fuhuş, tefecilik, faiz, kumar, rüşvet ve haram kategorisine giren memuriyetler ve ticaret. İnsan hangisiyle geçimini sağlamak isterse bunlardan birini seçer.

Çünkü ahlâklar çeşitlidir. Bir yanda dindarlık, eminlik, şereflik, insaf, merhamet, başkasının derdine ilgi duyma, ismet ve iffet gibi özellikler vardır. Diğer yanda alçaklık, kötülük, zulüm, imansızlık, başıboşluk ve terbiyesizlik gibi rezil tavırlar vardır. İnsan, hürriyeti olduğu için bunlardan dilediğini seçer ve bu yolu takip eder.

Aynı hürriyet din ve mezheb hakkında da geçerlidir. Bunlardan dilediğini kendisi için seçer. İsterse ilhadı, Allah'ı inkarı, şirk, putperestlik, şirk ve tevhid karmasını; isterse de Kur'an'ın bildirdiği halis tevhidi seçer.

Bunlar hakkında da dilediğini seçme iradesi verilmiştir. Allah onu mecbur etmemiştir. Helal geçim kazanmak isterse Allah onu zorla harama mecbur etmez. Ya da Kur'an'ın talimatına uymak isterse Allah onu cebren mülhid, müşrik ve kafir yapmaz. Eğer o, iyi ve salih bir insan olmak isterse Allah onu kötü olmaya zorlamaz.

Seçme hürriyetinden sonra fiilen de onu yapmak istemesi ancak Allah'ın dilemesi, izni ve tevfikine bağlıdır. İnsan bir işi gerçekleştirmeyi isteyip onu irade etmişse o, ancak Allah izin verdiği kadar gerçekleşebilir. Allah'ın izni ve dilemesi olmadan insan ne yaparsa yapsın istediği gerçekleşemez. Aynı şey ikinci ayet için de geçerlidir. Şu şekilde düşünebiliriz: Allah bu dünyada insana irade ve yetki verip onu istedikleriyle başbaşa bırakmış olsaydı dünya nizamı alt üst olurdu. Sözgelimi bir katilin dünyadaki bütün insanları öldürmesi için bu yeterli olurdu. Bir yankesici, dünyada soyulmadık insan bırakmazdı. Bir hırsızdan kimse malını kurtaramazdı. Bir zaniden hiçbir kadın iffetini koruyamazdı. Bir yolkesiciden hiçkimse kurtulamazdı. Eğer herkesin kendi dilediğini gerçekleştirme yetkisi olsaydı bu gibi olumsuzlukların önüne geçilemeyecekti. Bir insan doğru ya da yanlış herhangi bir yolu seçerse onun gerçekleşmesine izin verir veya vermez. Doğru bir yol takip edene de fiilen Allah'ın dilemesi ve tevfiki nasip olur. Ancak dalalate dalarak doğru yolu kaybetmemesi şartıyla. Nasıl ki bir hırsız veya mülhid olmak için zorlama yoksa aynı şekilde mü'min olmak için de zorlama yoktur.

Daha sonra üçüncü ayet Allah'ın dilemesinin mantıksız olmadığını belirterek bu konudaki yanlış düşünceyi düzeltir. Bu nedenle Allah'ın Alim ve Hakim olduğu bildirilmiştir. Yani onun yaptığı, ilim ve hikmete dayanır. Onun için Allah'ın kararlarında yanılmasının imkanı yoktur. O, kime ne kadar yardım edileceği, nereye kadar izin verileceği konusunda ilim ve hikmetle karar verir. Bir kişiye bir işi yapmasında ne kadar izin verdiyse bununla orantılı olarak onun imkanlarını da sağlar. Kişinin yaptığı iş iyi ya da kötü de olsa, ancak Allah'ın sağladığı imkanlar çerçevesinde cereyan eder. Hidayette bundan müstesna değildir. Allah ilmi ve hikmetiyle kimin hidayete layık ve müstehak olduğunu ve kimin olmadığını bilir.

34. (İzah için bkz. surenin giriş bölümü) Bu ayetlerdeki zalimlerden kasıt Allah'ın kelamı ve Peygamberin getirdiği talimat kendisine ulaşan, ancak buna karşı çıkanlardır. Zalimler açıkça şunu diyorlar: Biz Peygamberin getirdiği kelamı Allah tarafından gelmiş olarak kabul etmiyoruz ya da inanmıyoruz. Diğer bir kesimi de, Allah, Peygamber ve Kur'an'ı inkar etmediği halde onun talimatlarına uymayı kabul etmeyenlerdir.

Gerçekte bu iki güruh da zalimdir. Birinci güruhun durumu açıktır. Ama ikinci güruh da bundan daha az zalim değildir. Üstelik onlar aynı zamanda münafıklar ve sahtekarlardır. Dilleriyle Allah'a, Peygambere ve Kur'an'a inandıklarını iddia ederler ama kalplerinde ona itaat etmemeye karar verirler ve amelleri de tersine olur. Bu iki güruh hakkında Allah'ın ilanı şudur: Biz onlar için eziyet verici bir azab hazırladık. Dünyada rahat ve kuvvetli yaşayabilirler. Ama sonunda onların durumu ezici bir azabtan başka bir şey olmayacak ve Allah'ın rahmeti onlara ulaşmayacaktır.

İNSAN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- İnsan, anılmaya değer bir varlık olmadan önce uzun yıllar geçti, öyle değil mi?

2- Biz insanı sınavdan geçirmek amacı ile karışım nitelikli bir sıvı damlasından yarattık. Bunun için onu işitme ve görme yetenekleri ile donattık.

3- biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder isterse nankör olur.

Surenin baş tarafındaki soru edatı cümleye olumlu yönde pekiştirme anlamı katmaktadır. Fakat insanın kendi kendine şu soruları sormasına zemin hazırlar gibidir. Acaba insan, anılmaya değer bir varlık olmadan önce uzun yıllar geçtiğini bilmiyor mu? insan bu gerçeği düşünmez, üzerinde kafa yormaz mı? içinden bu gerçeği düşününce kendisini varlık sahnesine çıkaran, üzerine ışık tutan, uzun bir "anılmazlık" döneminden sonra kendisini anılabilirlik aşamasına erdiren yüce "el"in farkına varmaz mı?

Bu soru işareti zihnimize birçok mesaj taşıyor. Bu mesajlar vicdanlarımızda çok sayıda düşünceyi uyandıran yumuşak ve köklü mesajlardır.

Bu mesajlardan biri vicdanlarımızı insanın yaratılışından, yoktan varedilişinden önceki döneme yöneltir. Vicdanlarımız bu "insansız" dönemi evrenle birlikte hayalinde canlandırır. Acaba vicdanınız o dönemi nasıl görür? Çünkü insan kendini beğenmiş bir varlıktır, değerini çok abartır. Öyle ki, bu evrenin kendisi olmadan nice uzun yıllar varolduğunu, yaşadığını unutur. Kim bilir belki de evren "insan" denen bir varlığın yaratılacağını hiç beklemiyordu. Fakat yüce Allah'ın iradesi bu canlı türünün varlık sahnesine çıkması yönünde tecelli etti de bunun sonucunda varoldu.

Bu mesajların bir diğeri hayalimizi insanın varolduğu ana doğru çeker. Bu ana ilişkin çeşitli düşünceler ve imajlar canlandırır. Oysa bu yeni canlı türünü evrene katan o anın iç yüzünü sadece yüce Allah bilir. Allah bu canlıyı yaratmadan önce ince hesaplı planına almış, bu evrenin uzun akış çizgisindeki rolünü çok önceden belirlemiştir.

Bu mesajların bir başkası bizi yüce Allah'ın güçlü elini düşünmeye yöneltir. Yüce Allah, "insan" denen bu yeni canlıyı varlık sahnesine sürüyor, onu rolüne hazırlıyor, rolünü ona hazırlıyor, hayatının iplerini tüm varlığın oluşturduğu ana eksene bağlıyor, kendisi için yaşamaya ve rolünü oynamaya elverişli şartlar hazırlıyor, arkasından onu attığı her adımda izliyor. Bu adımları atarken ipinin ucu büyük evrenin diğer bütün ipleri gibi varlık bütününün eksenine bağlı kalır.

Bu ayetler bunlar gibi daha birçok mesajı vicdanlarımıza iletmekte, daha birçok düşünceyi kafamızda uyandırmaktadır. Bu mesajların ve düşüncelerin sonucu olarak zihnimizde şu bilinç oluşur: İnsanın yaratılışı, hayat yolculuğu ve bu yolculuğun akıbeti bir amaca, belirli bir plana bağlıdır.

Bu hayat sahnesinde belirleme aşamasından sonra varlığını sürdürmesi, hayat sürecini devam ettirmesine gelince bunun ayrı bir hikayesi vardır. Okuyoruz:

"Biz insanı sınavdan geçirmek amacı ile karışım nitelikli bir su damlasından yarattık. Bunun için onu işitme ve görme yetenekleri ile donattık."

Ayetin orjinalinde geçen "emşac" sözcüğü "çeşitli elementlerden oluşmuş karışım" anlamına gelir. Bu sözcük belki insan yavrusunun ana maddesini oluşturan su damlasının erkeklik hücresi ile dişilik yumurtasının döllenme sonucundaki birleşmesine işarettir. Belki de karışımı oluşturan elementlerden maksat döllenmiş hücredeki kromozomların içerdiği "gen"lerdir. Bu genler birinci derecede insan soyunun karakteristik niteliklerini, ikinci derecede de ailenin niteliklerini taşıyarak gelişecek olan insan yavrusuna aşılarlar. İnsan yavrusunu oluşturan su damlası bu genler gösterdiği doğrultuda gelişerek başka bir hayvan yavrusu değil de insan yavrusu oluşturur. Bunun yanısıra bu genler aileden geçen özel niteliklerin de taşıyıcılarıdır. Ayrıca bu deyim, çeşitli kalıtımların ortak karışımı anlamına da gelebilir.

Yüce Allah insanı anlattığımız karışım nitelikli su damlasından yaratırken iş olsun diye, boşuna ya da rastgele yaratmadı. Tersine onu sınavdan geçirmek için, imtihan etmek için, denemek için yarattı. Aslında yüce Allah insanın ne olduğunu, geçireceği sınavı ve bu sınavın sonunda ne not alacağını baştan biliyor. Fakat ön bilgisinin varlık sahnesinde ortaya çıkmasını, varlığın özünde plâna bağlanmış olan bu ön bilginin sonuçlarının insanın eylemlerine yansımasını, bu bilginin sonuçlarının onu adım adım izlemesini ve sınavdan ortaya çıkacak sonuçların karşılıklarına çarptırılmasını istemiştir.

Bundan dolayı o, insanı "işitici" ve "görücü" yapmış, yani onu gerekli duyu organları ve algılama yetenekleri ile donatmıştır. Amaç onun algılayabilmesi, karşılık verebilmesi, nesneleri ve değerleri kavrayabilmesi, bu algılara ve kavramalara dayanarak hüküm verebilmesi ve seçim yapabilmesi ve yaptığı tercihlere göre sınavını başarı ile geçmesidir.

Demek ki, yüce Allah'ın insan soyunun sürmesine ve belirlediği yöntem -ki bu karışım nitelikli bir su damlasından insan yavrusu yaratmaktır- uyarınca insan fertlerinin çoğalmasına ilişkin iradesinin arkasında bir hikmet, bir amaç vardır. Ortada "rastgele"lik diye bir şey yoktur. Bu surenin ardındaki amaç bu canlı türünü sınavdan geçirmektir. Bundan dolayı ona algılama, karşılık verme, bilgi edinme ve seçim yapabilme yetenekleri bağışlamıştır. insanın yaratılışı, algı ve kavrama yetenekleri ile donatılması ve hayatı boyunca denenmesi, bütün bunlar belirli ölçülere bağlıdır.

Sonra Allah, insanı bilginin yanısıra yol seçme gücü ile donatmıştır. Önce ona başarıya erdiren yolu göstermiş sonra seçme yetkisini kendisine bırakmıştır. isterse kendine gösterilen düz yoldan gider, dilerse bu yoldan saparak Allah'a erdirmeyen yollar peşinde şaşkın şaşkın taban teper. Okuyoruz:

"Biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder, isterse nankör olur."

Burada "hidayet" yani doğru yola girme kavramı "şükür" kavramı ile ifade ediliyor. Çünkü hidayete eren kalbin en doğal, en beklenen tepkisi Allah'a şükretmektedir. Sebebine gelince bu kalb iyi biliyor ki, insan uzun yüzyıllar boyunca anılmaya değer bir varlık değildi. Sonra yüce Allah onun anılmaya değer bir varlık olmasını istedi. Bunun için ona görme ve işitme yetenekleri bağışladı, kendisini öğrenme gücü ile donattı. Sonra gideceği yolu gösterip kendisini seçim yapma yetkisi ile başbaşa bıraktı. Bu yüzden bu münasebetle mümin kalbde belirmesi beklenen ilk duygu şükür duygusudur. Eğer şükretmez ise nankör olur. Hem de koyu bir nankör. Çünkü ayetin orjinalinde yeralan "kefur" sözcüğü, aşırı dereceli bir nankörlüğü ifade eder.

Bu üç dokunuştan sonra insan işin ciddiliğinin ve duyarlılığının bilincine varır ve iyice anlar ki, o bir amaç uğruna yaratıldı, bir ana eksene bağlıdır, öğrenme yeteneği ile donatılmıştır ve bu yeteneği gerekçesi ile hesaba çekilecektir, o sınavdan geçmek ve başarılı bir sınav vermek için dünyaya gönderildi, yeryüzündeki hayat dönemi oyun, eğlence ve sorumsuzluk dönemi değil, ciddi bir imtihan dönemidir. Okuduğumuz bu üç kısa ayetten İşte bu yüce ve köklü düşünce birikimi çıkıyor. Bunun yanısıra bu üç ayet, okuyucuya hayata ilişkin ağır bir sorumluluk duygusu, ciddiyet ve kâr da kazandırır. insanı, sözkonusu sınavın sonuçları konusunda bilinçli yapar, varlığının amacına, varlığının anlamına, genel olarak hayata ve değerler sistemine ilişkin görüşünü, bakış açısını değiştirir.

Bundan dolayıdır ki, ayetlerin devamında bu sınavdan veya şükür yolunu ya da nankörlük yolunu seçmesinden sonra insanı bekleyen sonuçların sunulmasına geçiliyor. Kafirlerin karşılaşacağı sonuçlara kısaca değinilmekle yetiniliyor. Çünkü surenin havası hem somut ve hem de soyut anlamda kulluk ve nimet havasıdır, ayetlere gönül açıcı nimetlere özendiren çağrının ardından azaba kısaca değinilmekle yetiniliyor.



4- Biz kafirler için zincirler, kelepçeler ve çılgın alevli cehennem hazırladık.

Ayetin orjinalinde yeralan "selâsil" ayakları ve "ağlâl" da elleri birbirlerine bağlayacak zincirler ve demirden yapılmış aygıtlar anlamına gelir. Bir de ayakları zincire vurulmuş ve elleri kelepçelenmiş Kafirlerin içine atılacakları çılgın alevli cehennem ateşi vardır.

Sonraki ayetlerde bu azap tasvirininin hemen arkasından bol nimetlerin tanıtımına geçiliyor.

5- İyiler kâfur karışımlı bir içeceği tastan içerler.

6- Bu Allah'ın iyi kullarının istedikleri yere akmasını sağlayarak içebilecekleri bir pınardır.

Bu ayetlerin ilkinde cennetteki iyi kulların içeceğinin kafur karışımı bir sıvı olduğu belirtiliyor. Cennetlikler yerden oluk oluk kaynayan bu bol ve gür akışlı içeceği kâse kâse içerler. Eski araplar içkilerine kimi zaman "kâfur" kimi zaman da "zencefil" katarak onun lezzetini artırırlardı. Bu yüzden onlara cennette, içine "kafur" karıştırılmış bol ve gür bir içecek pınarının olduğu, Üstelik bu içeceğin "temiz" yani sarhoşluk vermeyen bir nitelik tanıdığı haber veriliyor. Bu içeceğin dünya içkilerinden daha tatlı olduğunu, vücuda verdiği hazzın dünya içkilerinin sağladıkları hazdan üstün ve kat kat fazla olduğunu söylemeye bile gerek yok. Biz dünyalılar, cennet nimetlerinin lezzet düzeyini ve türünü kavrayamayız. Belirtilen niteliklerin amacı, anlamayı yakınlaştırmaktır. Çünkü yüce Allah biliyor ki, insanlar bu nitelikler olmaksızın, o bilgilerine kapatılmış gayb alemini hayallerinde canlandıramazlar.

Cennetlikler ilk ayette "iyi kullar" ikinci ayette ise "Allah'ın kulları" olarak tanımlanıyorlar. Bu nimet ve onurlandırma sergisi ortasında ilk tanımın amacı cana yakınlık, ağırlama ve ayrıcalık ilanı iken ikinci tanımlamanın amacı yüce Allah'a yakınlık imajını pekiştirmektir.

ALLAH'IN İYİ KULLARI

Arkasından sözkonusu nimetlerle ödüllendirilecek olan bu "iyiler"in, bu "Allah'ın has kulları"nın tanıtımına geçiliyor. Okuyoruz:



7- Onlar verdikleri sözleri tutarlar ve kötülüğü yaygın günden korkarlar. 8- Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler.

9- Yemek ikram ederken derler ki; "Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz."

10- "Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız."

Bu tablo parlak, kalplere hoş gelen, içten, ciddi bir tablodur. İnanç sistemlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeye azimli, yoksullara karşı kalpleri ılık merhamet duyguları ile dolu, başkalarının dertlerini kendi problemlerinden önceye alan, Allah'tan çekinen ve korkan, O'nun hoşnutluğunu ısrarla arayan insanları gözlerimizin önüne getiriyor. Aynı zamanda Allah'ın azabından şiddetle sakınan bu insanlarda bu duyguyu kötülüklerden sakınma ve duyarlı görev bilinci geliştirmiştir.

Evet, "Onlar verdikleri sözleri tutarlar." Yani görev edindikleri ibadetleri yaparlar, üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirirler. Başka bir deyimle bu işi ciddiye Alırlar, ona içten sarılırlar; sorumluluklarından kaçmaya yükümlülüklerinden sıyrılmaya kalkışmazlar; bu inanç sistemini benimsedikten sonra ondan yan çizmeye yönelmezler. İşte bu anlamda "verdikleri sözleri tutarlar". Yoksa sadece "adaklarını yerine getirirler" denmek istenmiyor. Devam ediyoruz:

"Kötülüğü yaygın günden korkarlar."

Onlar o günün yaygın alanlı, çok sayıda günahkarı ve suçluyu kapsamına alan kötülüğünü iyi kavramışlardır. Bu yüzden o kötülüğün kendilerine de dokunacağından korkarlar. İşte takva sahiplerinin karakteristik özelliği budur. Onlar ne kadar çok ibadet ve iyi amel birikimine sahip olsalar da kusur ve günah işlemiş olmaktan çekinirler. Çünkü görevlerinin ağırlığının ve yükümlülüklerinin çokluğunun bilincindedirler. Devam ediyoruz:

"Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler."

Burada "yemek yedirme" eyleminde somutlaşan onurlu bir iyilikseverlik, yardımseverlik, hayırseverlik tablosu çiziliyor. Düşünelim ki, adamlar başkalarına yedirdikleri yemeklere aslında kendileri muhtaçtırlar. Bu anlamda ikram ettikleri yemeklere karşı içlerinde bir sevgi vardır. Yoksa bu özverili kalplerin çeşitli yoksul gruplara yedirdikleri yemekleri bilinen anlamda "sevdikleri" söylenemez. Sadece bu yemeklere kendilerinin de muhtaç oldukları belirtilmek isteniyor. Buna rağmen bu asil ruhlu iyilikseverler yoksulları kendilerine tercih ederler.

Bu övgülü vurgulama müşrik Mekke toplumunda egemen olan katı yürekliliğe dikkatlerimizi çekiyor. O günün insanları zavallı yoksulların yüzlerine bile bakmazlardı. Fakat nam olsun diye çok şeylerini saçıp savururlardı. Yalnız yüce "Allah'ın seçkin kulları" bu kızgın çöl güneşi ortasında adeta serin ve gölgeli bir "vaha"yı andırıyorlardı. Onlar gönülden coşan bir özveri ile, kalplerinden kaynayan bir merhametle, iyi niyetle, yüce Allah'a yönelik bir ibadet aşkı ile yemek yedirirlerdi. Bu soylu cömertliklerine hem ayetlerde anlatılan durumları ve hem de kalplerinden geldiği belli olan sözleri tanıklık ediyor. Okuyalım:

"Yemek ikram ederlerken derler ki;' `Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz:

`Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız."

Görüldüğü gibi, burada ince ve cana yakın kalplerden taşan bir merhametle karşı karşıyayız. Bu merhamet yüce Allah'a yöneliktir, O'nun hoşnutluğunu arıyor, insanlardan ne ödül ve ne de teşekkür bekliyor, yoksullara tepeden bakmak, onlara hava atmak gibi bir amacı da yok. Ayrıca bu seçkin kullar, bu merhametlerini son derece çatık kaşlı bir güne karşı kalkan olarak düşünüyorlar. O günden korkuyorlar, çekiniyorlar ve el açıklıkları sayesinde onun kötülüğünden korunmaya çalışıyorlar. Çünkü Peygamberimiz şu sözü ile onları böyle davranmaya özendirmiştir:

"Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden kendini koru."

Bu şekilde yoksulların doğrudan doğruya karnını doyurmak o günün şartlarında o soylu iyilikseverlik duygusunu, ifade etmenin ve yoksulların ihtiyacını gidermenin geçerli bir yolu idi. Fakat iyilik yapmanın biçimleri ve yöntemleri şartlara ve ortamlara göre değişir. Her zaman böylesine dolaysız ve ilkel biçimde olması gerekmez. Fakat bu uygulamada mutlaka korunması gereken motifler vardır. Bunlar kalp duyarlılığı, coşku, iyilikseverlik tutkusu, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma arzusu; ödül gibi, teşekkür gibi, dünya çıkarı gibi yeryüzü kaynaklı endişelerden arınmışlıktır.

Sosyal güvenlik amacı ile yoksulların ihtiyaçlarım karşılamak gayesi ile birtakım vergiler konabilir, varlıklılara malı yükümlülükler bindirilebilir ve fonlar oluşturulabilir. Fakat bu uygulamalar, yukardaki ayetlerin amaçladığı sonucun sadece bir yönünü, islamın zekat aracılığı ile çözüme bağlamak istediği yönünü gerçekleştirebilirler. Bu "tek yön" yoksulların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu işin yarısıdır. Öbür yarısı "veren"lerin, iyilik yapanların ruhların eğitmek, onları soylu bir düzeye yükseltmektir. İşin bu "öbür yarısı"nı da asla gözardı etmemeli, küçümsememelidir. Fakat sosyal güvenlik amaçlı uygulamalarda, ne yazık ki, değerler alt-üst edilmekte ve işin bu ayrılmaz "yarı"sı karalanmakta, kötülenmekte, gölgelenmekte ve "alanları küçük düşüren ve verenlerin ahlâkını bozan bir uygulama" damgası ile damgalanmaktadır.

İslam hem kalpleri besleyen bir inanç sistemi ve hem de bu kalpleri arındırmayı amaçlayan bir eğitim yöntemidir. Kalplerde geliştirilen soylu duygular hem sahiplerini eğitirler hem hedef aldıkları kardeş Müslümanlara yarar sağlarlar. Böylece islamın amaçladığı eğitim her iki yanı ile gerçekleşmiş olur.

İşte okuduğumuz ayetlerin o yüce duyguyu böylesine özendirici somut biçimde ifade etmeleri bu yüzdendir. Devam edelim:



11- Allah da onları o günün kötülüğünden korur, yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sevinç sunar.

Görülüyor ki, o seçkin kulların o korkusunu taşıdıkları günün kötülüğünden korunacakları hemen garanti ediliyor. Böylece bu dünyada bu Kur'an'ın mesajını alarak onaylayan o bahtiyarların huzura kavuşmaları sağlanıyor. Allah'ın onlara çetin ve çatık kaşlı gün göstermeyeceği, tersine onlara yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sevinç sunacağı belirtiliyor. Çünkü bu ayrıcalık onların korkularına, çekingenliklerine, kalplerine arınmışlığına ve duygularının temizliğine yaraşan bir ödüldür.

Bunun arkasından o bahtiyarların içinde ağırlanacakları cennetin nimetlerinin tanıtılmasına devam ediliyor:

12- Sabretmelerinin karşılığında kendilerini cennetle ve ipekli elbiselerle ödüllendirir.

13- Koltuklara kurulurlar. Orada ne yakıcı güneş, ne de dondurucu soğuk görürler.

Yani kendilerine konut olarak cennet ve giyecek olarak da ipekten elbiseler verilecektir.

Onlar güvenli bir toplantıda biraraya gelmiş, sohbet ediyorlar. Çevrelerini saran hava bolluk, refah havasıdır. Bu hava sıcak değil, ılıktır; soğuk değil, serindir. Ne yakıcı rüzgar estiren bir güneş ve ne de dondurucu soğuk vardır. Bu tanıtmaya şunu eklemeliyiz: Orası başka bir âlemdir; orada ne şu bildiğimiz güneş ve ne de onun benzeri olan başka güneşler vardır, o kadar. Devam edelim:

14- Ağaçların gölgeleyici saçakları başlarına yakın alçaklıkta ve meyvalarının devşirilmesi son derece kolay olur.

15- Onlara gümüş tabaklarla ve saydam kadehlerle servis yapılır.

16- Bu gümüşten saydam kadehlerin büyüklükleri ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir.

17- Onlara orada taslar içinde zencefil karışımlı içecekler sunulur.

18- Bu "selsebil " adı verilen bir cennet pınarıdır.

Ağaçların gölgeleyici saçakları ve meyva yüklü dalları cennetliklere iyice yaklaşıyor. Hiç kuşkusuz bu durum hayal edilebilecek rahatlıkların ve gölgelenmelerin en yararlısını canlandıran bir görüntü oluşturur.

İşte yüce Allah'ın iyi kullarına ödül olarak sunduğu cennetin genel görünümü budur. Bu "iyi kullar" dünyadaki hayatlarında yüce Allah'ın az yukarda çizdiği parlak, duygulandırıcı ve gönül açıcı tablo uyarınca yaşamış kimselerdi. Sonra cennetteki nimetlere ve hizmetlere ilişkin ayrıntılara geçiliyor.

Cennetlikler geniş yapraklı ağaçların gölgeleri, yere sarkmış dalların ve tatlı, ılık bir havanın altında, koltuklarına kurulmuş olarak safa sürerlerken buyruklarındaki hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen ve yine gümüş maşrapalarla dağıtılan içecekler sunarlar. Bu gümüş maşrapalar gümüşten olmalarına rağmen kristal gibi şeffaftırlar ki, dünyadaki gümüş kaplarda böyle bir özellik görülemez. Ayrıca bu maşrapalar, bu kaseler hem yararlılığı ve hem de güzelliği biraraya getiren, uygun büyüklüktedirler. Sonra bu içeceğe "zencefil" karıştırılmıştır. Tıpkı daha önce tanıtılan bir cennet içeceğinin içine "kafur" karıştırıldığı gibi. Ayrıca içecek tatlılığından ve hoş içimliliğinden dolayı "selsebil" adı ile anılan bir cennet pınarından sağlanmaktadır.

Dahası var. Bu testilerle ve kaselerle cennetliklere içecek dağıtan hizmetçiler yüzlerinde tüy bitmemiş taze delikanlılardır. Ne zaman aşınımına uğrarlar ve ne de yaşlanırlar. Hep genç, delikanlı ve parlak yüzlü kalırlar. Cennetin orasına burasına inciler gibi serpilmişlerdir. Okuyoruz:



19- Onlara hiç ölmeyecek gençler hizmet ederler. Bu gençleri görsen, ortalığa saçılmış birer inci sanırsın.

Arkasından bu görüntünün ana hatları çiziliyor. Genel bir bakış altında sahnenin kalplerdeki ve gözlerdeki etkisi özetleniyor. Okuyoruz:

20- Nereye baksan bir nimet ve büyük bir saltanat görürsün.

Evet, bir nimet ve görkemli varlık sahnesi ile karşı karşıyayız. Yüce Allah'ın yakınları olmayı başaran o iyi, o seçkin kullar bu görkemli varlıklar ve bol nimetler içinde yaşıyorlàr. Sahnenin özeti ve ana hatları bu şekildedir.

Sonra bu bol nimetlerin ve görkemli varlıkların içinde ayrıntı niteliği taşıyan bir görüntüye dikkat çekiliyor. Bu görüntü az önceki genel tanıtmanın gerekçeli örneği ve açıklaması havasında sunuluyor. Okuyalım:

21- Üzerlerinde ince, yeşil ipekten ve atlastan elbiseler vardır, bileklerine gümüş bilezikler takılmıştır. Rabbleri onlara temiz içecekler sunmuştur.

Ayetin orjinalinde yeralan "sündüs" sözcüğü, "ince ipek kumaş", "istebrek" sözcüğü ise "kalın ve astarlı kumaş" anlamına gelir. Cennetlikler bu süsleri ve bu göz kamaştırıcı konforu Rabblerinden Alırlar. Başka bir deyimle bu görkemli hayat dekoru, kerem sahibi yüce Allah'ın cömert bağışıdır. Bu durum, elde edilen nimetlerin değerini arttıran, ek bir değerdir.

Arkasından bütün bu nimetlerin üzerine sevgi ve onurlandırma nimetleri eklenir

22- Bütün bunlar iyiliklerinizin karşılığıdır, çabalarınız, hoşnutluğumuzu kazanmıştır.

Bu sözler yüceler aleminden geliyor. Bu sözler, o nimetlerin tümüne denk gelen onurlandırıcı bir bildiridir. Bütün o nimetlere kendi değerlerinin üzerine eklenen başka bir değer katar.

Böylece cennet nimetlerine ilişkin ayrıntılı sunuş ve kalpleri coşturan, özendirici çağrı noktalanıyor. Bu çağrı o temiz nimetleri hakketmeye ve zincirlerden, kelepçelerden, çılgın alevli ateşten uzak kalmaya yönelik bir teşvik niteliğindedir. Kısacası insan iki yol ağzındadır. Yollardan biri bu cennete, öbürü ise çılgın alevli cehenneme götürür.

Cennete ve cennetin gönül açıcı, bol nimetlerine yönelik bu çağrının arkasından yalanlayıcı tutumlarını ısrarla ve inatla sürdüren müşriklerin durumu ele alınıyor. Bu adamlar, islam çağrısının niteliğini kavramamış kimselerdir. Bu bilinçsizlikleri yüzünden Peygamberimiz ile pazarlığa girişerek O'nu davasından ya da bu davanın kendilerini rahatsız eden ilkelerinden vazgeçirmeye yelteniyorlar. İşte müşriklerin bu taviz koparma, müminleri dinlerinden vazgeçirme, yoksa onlara eziyet etme, insanları Allah yolundan alıkoyma; iyiliğe, cennete ve cennet nimetlerine yüz çevirme girişimleri arasında surenin son kesiti geliyor. Bu kesiti oluşturan ayetler, bilinen Kur'an üslubu ile bu durumu ele Alıp işliyorlar.



23- Ey Muhammed, bu 'Kur'an'ı sana indiren biziz.

24- Rabbin hükmünü verinceye dek sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkârcılarının sözlerine uyma.

25- Sabah ve akşam Rabbinin adını an.

26- Gecenin bir bölümünde O'na secde et, geceleri O'nu uzun uzun tesbih et.

Okuduğumuz bu dört ayet, islama çağrı hareketine ilişkin son derece önemli bir gerçeği dile getirirler. insanları Allah'a çağıran dava adamları bu gerçekle sıkı sıkıya bütünleşmeli, onu enine-boyuna değerlendirip içlerine sindirmeli, imana ilişkin somut ve psikolojik anlamlarını akıl süzgecinden geçirip iyice kavramalıdırlar

Peygamberimiz, müşriklerin karşısına tek ve ortaksız Allah çağrısı ile çıkmıştı. O bu çağrı sırasında sadece müşriklerin kalplerindeki inançla karşı karşıya gelmiş değildi. Eğer durum böyle olsaydı Peygamberimizin işi çok kolay olurdu. Çünkü adamların savundukları müşriklik inancı tutarsız olduğu için güçlü, tutarlı, açık ve yalın islam inancı karşısında uzun boylu direnemezdi, böyle bir güçten ve soluktan özü itibarı ile yoksundu. Yani bilinen o inatçı muhalefetin itici gücü, müşriklik inancının özünden değil, bu inancı kuşatan yan şartlardan ve o günkü toplumun yapısının özelliklerinden kaynaklanıyordu. Nitekim gerek tarihi belgeler ve gerekse Kur'an'ın çeşitli ayetleri bu yan şartların ve özel toplumsal yapının mücadeledeki etkin rolüne önemle dikkatlerimizi çekmektedir.

Bu yan şartları ve toplumdaki yapısal özellikleri şöyle özetleyebiliriz: ileri gelen müşrikler, o günkü toplumun egemen sınıfım oluşturuyorlardı. Bu konumları yüzünden toplumun egemen değerlerini üstün tutuyorlar, onları maddi çıkarlarının vazgeçilmez güvenceleri olarak görüyorlardı. İşte tutarsız, saçmalığı belli müşriklik inancının tutarlı, açık ve güçlü islam inancı karşısında gösterdiği sert direnişin arkasında yatan ilk faktör buydu. Sonra öbür ikinci dereceden faktörler geliyordu. Cahiliye kültürünün kurumsallaştırdığı hayat tarzı, bu hayatın hazları, zevkleri ve körüklediği ihtiraslar da bu direnişe güç katıyor; yeni inanç sistemine karşı takınılan inatçı ve katı tavrı besliyordu. Çünkü bu yeni inanç sisteminin ahlâk ilkeleri ve yüce değerleri, içgüdülerin ve ihtirasların başıboş bırakılmalarına, istedikleri gibi at oynatmalarına, her türlü ahlâk dizginini kırmış, çılgın ve sorumsuz bir hayata dalınmasına göz yummuyordu.

Buna göre islam çağrısına karşı duran direniş hareketinin ardındaki sebepleri şu üç kategoride toplayabiliriz: a) İleri gelen müşriklerin sosyal konumları, o günün egemen toplumsal değerleri, siyasi otorite, servet ve çıkarlar. b) Alışkanlıklar, adetler ve geleneksel hayat tarzı. c) Değer yargılarından ve ahlâk bağlarından sıyrılmak isteyen içgüdülerin ve ihtirasların dürtüsü. Bütün bunlar ilk çağrı hareketinin karşısına dikilen faktörlerdi. Aynı faktörlerin her zaman ve her yerdeki çağrı hareketlerinin karşısına dikildikleri görülür. Bu faktörler islam-küfür savaşının değişmez faktörleridir. Aynı zamanda bu faktörler bu savaşa amansız ve bitimsiz bir mücadele niteliği kazandırır; onun sıkıntılarına, yükümlülüklerine katlanmayı ve onu kararlılıkla sürdürmeyi dünyanın en zor işlerinden biri haline getiriyor.

Bundan dolayı her dönemde ve her yerdeki insanları Allah'ın dinine çağıran dava adamlarının yukardaki ayetlerin içerdiği gerçekle ve bu ayetlerin indikleri sıradaki şartlarla enine-boyuna bütünleşmeleri gerekir. Çünkü bu şartlar, dünyanın neresinde ve hangi döneminde olursa olsun, insanları Allah'a çağıran bütün dava adamlarının vermek zorunda kalacakları savaşın değişmez şartlarıdır.

Bilindiği gibi Peygamberimize, insanları uyarması yolunda Allah'tan direktif geldi. O'na "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, ayağa kalk da uyar" buyuruldu. (Müddesir 1-2) Peygamberimiz sırtına yüklenen bu görevi yerine getirmeye girişir girişmez, daha ilk adımlarında, bu faktörler ile, bu sebeplerle yüzyüze geldi. Bu faktörler, hemşehrilerini bu yeni çağrıya uymaktan alıkoyuyor, onları çürüklüğünün ve tutarsızlığının farkında oldukları eğri inançlarına sımsıkı sarılmaya sürüklüyor, dahası bu adamları inançlarını, sistemlerini, sosyal konumlarını, çıkarlarını, alışageldikleri yaşama biçimlerini, hazlarını ve ihtiraslarını inatla ve şiddetle savunmaya itiyordu. Yeni çağrı hareketi daha ilk aşamada böylesine çok yönlü tehditlerle boğuşmak zorunda kalmıştı.

Bu inatçı direniş çeşitli biçimlere büründü. ilk aşamada bu yeni çağrıya uyan mümin azınlığa türlü eziyetler yaptı, işkenceler ve tehditler yolu ile onları inançlarından vazgeçirmeye çalıştı. Sonra bu inanç sisteminin ak çehresini karartmayı, sistemi ve Peygamberini toz bulutu altında bırakmayı denedi. Bu amaçla birçok suçlamalara girişti, birçok asılsız dedikodulara başvurdu. Bu kirli yollara başvuranlar bu dine yeni katılmaların olmasını engellemek istiyorlardı. Çünkü bu inanç sistemine yeni insanların katılmasını önlemek, onun özünü kavramış ve tadını almış eski müminleri dinlerinden döndürmekten daha kolay olabilirdi.

Bunların yanısıra doğrudan doğruya Peygamberimizi hedef alan komplolar tezgahlamayı da ihmal etmediler. Tehditlerin ve eziyetlerin para etmediğini anlayınca sahte bir yumuşama havasına girdiler. Peygamberimizin karşısına şu tür teklifler ile çıktılar: Geçmişi unutup yolun bu noktasında elele verebilirlerdi. Bunun için Peygamberimiz, bu beylerin inançlarına, sistemlerine ve geleneklerine yönelik sert saldırılarını durdurmalı idi. O zaman her iki tarafın onaylayacağı ortak şartlar etrafında barış yapılabilirdi. Nitekim zaman zaman çıkar ve ganimet bölüşümü üzerinde, ya da bilinen diğer dünyalık meseleler çevresinde anlaşmazlığa düşerek birbirleri ile çatışan toplumlar ve kişiler sonunda bir noktada anlaşıyorlar, aralarındaki çekişmeyi sona erdiriyorlardı.

İşte insanları Allah'ın yoluna çağıran bütün dava sahipleri her dönemde ve her yerde bu komploların ya aynıları ile ya da benzerleri ile kesinlikle yüzyüze gelirler.

Peygamberimiz gerçi bir peygamberdi. Yüce Allah O'nu komplolara ve insanların kirli tuzaklarına karşı kesin koruma altına almıştı. Fakat, sıfatı ne olursa olsun, o da bir insandı. Bir avuç mümin ile birlikte ağır şartlara göğüs germek zorunda kalmıştı, karşı koyacak yeterli güçten yoksundu. Yüce Allah O'nun bu durumunu biliyordu. Bu yüzden O'nu yalnız bırakmıyordu; kendisini desteksiz, yardımsız ve kritik noktalarda yol göstermesiz olarak bu ağır realitenin baskısı altına sürmüyordu.

İşte yukarda okuduğumuz ayetler, bu yardımı, bu desteği, bu yol göstericiliği içerir. Baştan Okuyalım:

"Ey Muhammed, bu Kur'an'ı sana indiren biziz."

Bu ilk direktif, bu çağrıya ilişkin yükümlülüklerin kaynağının, özünün dayanağının ne olduğuna dikkatleri çekiyor. Bu çağrı Allah'tan geliyor. Tek kaynağı O'dur. Bu Kur'an'ı indiren O'dur. Onun başka bir kaynağı yoktur. Bu çağrının özüne bu pınardan fışkırmamış olan yabancı bir şey karıştırılamaz. Bu inanç sistemi için bu kaynak dışındaki hiçbir yerden bir şey alınamaz, iktibas edilemez, dayanak yapılamaz, böylesine yabancı unsurlar bu inanç sistemine karıştırılamaz.

Bunun yanısıra şunu da unutmamalı. Bu Kur'an'ı indiren ve Peygamberini bu çağrıyı seslendirmekle görevlendiren Allah'tır. O bu çağrıyı ve bu çağrıyı seslendiren önderi korumasız bırakmaz. Görevi, öndere veren O olduğu gibi Kur'an'ı o Önder'e indiren de O'dur.

Fakat eğri güçler şımarıklıklarını, küstahlıklarını sürdürürler. Müminlere eziyet üzerine eziyet yaparlar. Dinlerin vazgeçirme çabaları peşlerini bırakmaz. Bu çağrı hareketinin amansız düşmanları inançlarına, sistemlerine, geleneklerine, sığınak olarak kullandıkları bozguncu ve yıkıcı faaliyetlerine yönelik ısrarlarından daha katı bir ısrarla insanları Allah yoluna girmekten Alıkoymaya çalışırlar. Aynı adamlar bir yandan da davanın önderine barış yapmayı, Mekke kentini bölüşmeyi ve bir ortak noktada buluşmayı öneriyorlar. O günün zor şartları karşısında bu öneriyi reddetmek, geri çevirmek oldukça zor bir karardır.

İşte bu noktada ikinci direktif geliyor. Okuyalım:

"Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma."

Her iş yüce Allah'ın plânına bağlıdır. O eğriliğe mühlet tanır, kötülüğe meydan verir; müminlerin sıkıntı, sınanma ve arınma dönemlerine uzatır. Bütün bunların gerisinde sadece O'nun bildiği bir hikmet vardır. Bu hikmet aracılığı ile o plânını uygular, hükmünü yürütür. O halde sen "Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret." O'nun belirlediği an gelinceye kadar eziyetlere ve baskılara sabret. Eğrilik cephesinin galip gelmesine, şer güçlerin gemi azıya almalarına sabret. En çok da bu Kur'an'da sana indirilen gerçeğe sımsıkı sarılarak sabret. Sabret et de sakın o adamların bu inanç sisteminin zararına olacak barış ve ortak noktada buluşma önerilerine kulak asma. "Onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma:' Onlar günahlara batmış kafirler olduklarına göre seni Allah'a kulluğa, iyiye ve yararlıya çağırmazlar, tersine seni şu ya da bu biçimde günaha ve kafirliğe çağırırlar. Ortak bir noktada buluşma önerilerinin ve seni hoşnut edeceğini, sana çekici geleceğini sandıkları tekliflerinin ardında bu kirli maksat yatar.

Gerçekten müşrikler Peygamberimize siyasi mevki içerikli, servet içerikli, şehvet tatmini içerikli vaadler yapıyorlardı. Ona kabilelerinin önderi olmayı, verecekleri servetlere konmayı öneriyorlardı. Kendisini Mekke'nin en zengini yapacaklarına söz veriyorlardı. Hatta O'na güzel kızları peşkeş çekeceklerini söylüyorlardı. Nitekim müşriklerin elebaşılarından biri olan Utbe b. Rebia birgün Peygamberimize "Bu davadan vazgeç sana kızımı vereyim. Kızım Kureyş kabilesinin en güzel kızlarından biridir" demişti. Bütün bunlar öteden beri eğrilik yanlılarının her yerdeki ve her kuşaktan dava adamlarını satın almak için yaptıkları çekici teklifler olagelmiştir.

Evet, "Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma." Onlarla aranızda üzerinde uzlaşılacak ortak bir nokta yoktur. Onlar ile aranızdaki büyük uçurumun üzerine köprü kurup üzerinden geçmek imkansızdır. Senin sistemin ile onların sistemini, senin evren bütününe ilişkin düşüncen ile onların kainat düşüncesini, senin savunduğun gerçek ile onların tuttukları eğri, senin imanın ile onların kafirliklerini, senin aydınlığın ile onların karanlıklarını, senin gerçeğe ilişkin bilgin ile onların cahiliye zihniyetlerini birbirleri ile bağdaştırmak olacak şey değildir. Aranızda aşılmaz sıradağlar vardır.

Zaman uzasa da, baskılar şiddetlense de, caydırma girişimleri yoğunlaşsa da, yolun sonu gelmez olsa da sabret.

Yalnız bu sabır zor iştir. Azık ister, belirli bir destek ister. Okuyalım:

"Sabah ve akşam Rabbinin adını an.

Gecenin bir bölümünde O'na secde et, geceleri O'nu uzun uzun tesbih et." Bu çetin yolculuğun azığı İşte budur. Sabahları ve akşamları Rabbinin adını an. Geceleri secdeye kapanarak uzun uzun O'nu noksanlıklardan tenzih et. Bu sana Kur'an'ı indiren ve seni bu çağrıyı seslendirmekle görevlendiren yüce kaynakla ilişki kurmaktır. Gücün kaynağı, azığın ve desteğin pınarı geceleri uzun uzun zikrederek, ibadet yaparak, dua ederek, tesbih ederek O'nunla bağ kurmaktır. Çünkü yol uzundur, yük ağırdır. Onun için bol azığa ve büyük yardıma ihtiyaç vardır. İşte bu azık ve yardım buradadır. Burada kul ile Allah yalnızlık köşesinde, fısıltılı yakarışlarda, beklentilerde ve başbaşa gelmenin coşkusunda buluşurlar. Bu buluşmadan yorgunluğa ve dermansızlığa karşı rahatlık doğar, zayıflığa ve sayı azlığına karşı güç meydana gelir. insan ruhu basit duygulardan ve kaygılardan arınarak taşıdığı yükümlülüğün yüceliğini, üstlendiği "emanetin büyüklüğünü görür. O zaman da insan üzerinde yürüdüğü yolun dikenlerinin ayaklarında ve vücudunun diğer yerlerinde açtığı ve açacağı yaraları umursamaz, önemsemez olur.

Yüce Allah merhametlidir, sevgili kulunu bu çağrıyı seslendirmekle görevlendirmiş, O'na Kur'an'ı indirmiş, yükünün ağır ve yolunun dikenli olduğunu baştan bildirmiştir. Bu yüzden Peygamber'ini yardımsız ve desteksiz bırakmamıştır. İşte O'nun yardımı budur. O bu yardımın o dikenli yoldaki çetin yolculuğun uygun ve gerçek azığı olduğunu herkesten iyi bilir. Bu yardım, her yerdeki ve her kuşaktan dava adamlarının azığıdır. Çünkü dava birdir, şartları aynıdır, eğrilik cephesinin bu dava karşısındaki tutumu aynıdır, bu tutumun gerekçeleri aynı olduğu gibi eğrilik yanlılığının yöntemleri de değişmezdir. O halde "hak" yanlılarının yöntemleri de yüce Allah'ın bu yolun uygun yöntemleri olduklarını belirttiği yöntemler olmalıdır.

insanları Allah'a çağıran dava adamları, yüce Allah tarafından bu çağrının ilk önderine telkin edilen bu gerçeği enine-boyuna içlerine sindirmelidirler. Sözkonusu gerçek, bu çağrı görevinin Allah katından geldiği, çağrının asıl sahibinin 0 olduğu, O'ndan gelen bu çağrının özüne günaha batmış kafirlerce savunulan eğri sistemlerden aktarılacak yabancı unsurların karıştırılmaması gerektiği gerçeğidir. Buna göre bu çağrının temsil ettiği gerçekle o günahkârın savundukları eğri sistemlerinin işbirliği yapmaları, "hakk"ı savunanlar ile batıl (eğri yol) yanlılarının uzlaşmaları, ortak bir noktada buluşmaları mümkün değildir. Hak ile batıl, birbirleri ile çelişen iki zıt sistemdir, hiçbir zaman birleşmeyecek iki ayrı yoldurlar. Bu arada bazan batıl yanlıları kaba güçlerine ve sayısal çokluklarına dayanarak azınlık halindeki zayıf müminleri yenebilirler. Bu Allah'ın bildiği bir hikmetin sonucu olarak meydana gelir. Böyle durumlarda yüce Allah'ın hükmü gerçekleşene dek sabretmek, Allah'tan yardım istemek, geceleri uzun uzun dua ve tesbih ederek O'nun desteğine sığınmak bu yolun tek güvenilir azığıdır.

Bu gerçek, bu yolun öncülerinin iyice kavramak, enine-boyuna içlerine sindirmek zorunda oldukları önemli bir ilkedir.

Bunun arkasından peygamberimizin savunduğu sistem ile müşriklerin tuttukları sistem arasındaki bağdaşmaz farklılık bir kez daha vurgulanıyor. Bunun kanıtı olarak müşriklerin kendi iyiliklerinin nerede olduğunu bilmedikleri, ideallerinin kof ve düşünce ufuklarının dar olduğu anlatılıyor. Okuyalım:



27- Bu adamlar şu geçici dünyayı severler ve önlerindeki o zorlu günü gözardı ederler.

Bu adamların arzuları ve idealleri yakın vadeli, istekleri ve düşünceleri küçüktür. Kendileri de küçük ve basit olan bu zavallılar şu gelip geçici dünyaya dalarlar da önlerinde kendilerini bekleyen zorlu ve "ağır" bir günü gözardı ederler. Oysa o gün hem sorumlulukları, hem sonuçları ve hem de gerçek terazisindeki tartısı açısından "ağırlıklı" bir gündür.

Bu adamların hiçbir sözlerine uyulmaz, tutturdukları yolda peşlerinden gidilmez. Müminler ile ortak hedefleri ve paylaşılır amaçları olamaz. Şu geçici dünyadaki mallarına, mevkilerine ve konforlarına imrenilmez. Çünkü şu dünyanın günleri sayılıdır, nimeti ve konforu yetersizdir, sahiplerine gelince onlar da küçük ve basit zavallılardır.

Bu arada onların kendi iyiliklerinin nerede olduğunu göremedikleri dolaylı biçimde anlatılıyor. Çünkü adamlar şu gelip geçici dünyayı tercih ederek genel hesaplaşma işleminden sonra kendilerini zincirleri ile, kelepçeleri ile, çılgın alevli cehennemi ile bekleyip duran zorlu günü ihmal ediyorlar.

Bu ayet de Peygamberimizi ve çevresindeki müminleri şu sevdikleri dünyaya ilişkin istediklerini elde eden müşrikler karşısında yüreklendirmeye devam ediyor. Bùnun yanısıra dünya tutkunlarına yöneltilmiş üstü kapalı bir tehdit niteliğindedir.

Bu üstü kapalı tehdidi bir küçümseme ifadesi izliyor. Bu ifadede o zavallıların Allah katındaki önemsizlikleri vurgulanıyor. Çünkü kendilerine sahip oldukları bu maddi gücü, bu caydırıcılığı veren Allah dilerse kendilerini ortadan kaldırarak yerlerine başkalarını getirebilir. Eğer böyle yapmıyor da onları yerlerinde bırakıyorsa bunun bir hikmeti vardır, O ezeli plânını bu hikmet aracılığı ile yürütüyor.

28- Onları yaratan ve vücutlarına biçim veren biziz. İstediğimiz zaman onları benzerleri ile değiştiririz.

Bu açıklama, her şeyden önce maddi güçlerine güvenerek şımaran bu zavallılara bu güçlerinin, hatta varoluşlarının kaynağını hatırlatıyor. Sonra da zayıf bir azınlık durumunda olan müminlere moral aşılıyor. Çünkü bu gücü veren, onların bağlısı oldukları ve çağrısını duyurmaya çalıştıkları yüce Allah'tır. Ayrıca yüce Allah'ın plânına ve bu plânın gerisindeki amaçlanmış hikmete ilişkin gerçeği müminlerin kalplerine yerleştiriyor. En yerinde hükümleri veren yüce Allah'ın hükmü gerçekleşinceye kadar gelişen bütün olaylar O'nun bu hikmetine uygun biçimde meydana geliyor.

Evet; "İstediğimiz zaman onları benzerleri ile değiştiririz."

Onlar güçleri ile yüce Allah'a karşı koyamazlar, O'nunla başedemezler. Çünkü onları yaratan ve övündükleri gücü kendilerine veren O'dur. O onları yok edip yerlerine başka benzerlerini yaratabilir. Eğer onlara mühlet veriyor da kendilerini benzerleri ile değiştirmiyorsa bu bir yandan O'nun lütfunun ve bağışının, öbür yandan da O'nun hükmünün ve hikmetinin sonucudur.

Ayet bu anlamından dolayı Peygamberimize ve çevresindeki müminlere yönelik moral ve direnç aşılama çabasının bir devamı, müminler ile karşıtlarının gerçek durumlarını anlatan bir açıklamadır. Bunun yanısıra şu dünyaya dalmış ve ailelerin gücüne güvenerek şımarmış şımarıklara yönelik donukluk bir uyarıdır. Böylece onlardan Allah'ın nimetlerini hatırlamaları isteniyor. şımarıklıklarına gerekçe yaptıkları ve karşılığında şükür etmedikleri nimetlerini. Ayrıca bu nimetlerin ardında saklı duran "sınanma" gerçeğinin farkına varmaları da isteniyor. Bilindiği gibi bu sınav gerçeği onlara surenin baş tarafında açıklanmıştı.

Arkasından müşrikler kendilerine tanınan fırsat konusunda uyarılıyorlar. Sebebine gelince Kur'an kendilerine gerçekleri sunuyor ve Kur'an'ın bir parçası olan bu sure de onlara ana ilkeleri hatırlatıyor. Okuyalım:



29- Bu bir hatırlatmadır. İsteyen Rabbine giden yolu tutar.

Bu açıklamanın hemen arkasından yüce Allah dileğinin sınırsızlığı ve her şeyin ona döndüğü gerçeği vurgulanıyor. Böylece son yönelişin O'nun dergahına olması, son çözümde O'nun hükmüne boyun eğilmesi, insanın kendi gücünü ve etkinliğini arka plâna atarak O'nun gücüne ve etkinliğine öncelik tanıması isteniyor. Zaten islam gerçek anlamı ile, özü ile bu demektir. Okuyoruz:

30- Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.

O halde insanlar bilsinler ki, sorumsuz yapıcı ve güçlü yönlendirici yüce Allah'tır. Böylece insanlar O'na nasıl yöneleceklerini, nasıl O'nun plânına teslim olacaklarını öğrensinler. İşte bu tür ayetlerin içerdiği gerçeğin alanı ve çerçevesi budur. Bu arada şu gerçek de vurgulanıyor. Yüce Allah özgür dileği ile kullarını doğru ile eğriyi birbirinden ayırd etme yeteneği ile donattı, onlara kalplerinin özünü bilen dileği uyarınca bu ikisinden birine yönelme iradesi sundu. Yine O kullarını kavrama gücü ile ve bilgi ile destekledi. Onlara Peygamber göndererek ve Kur'an'ı indirerek kendilerine gidecekleri yolu gösterdi. Yalnız bütün bunlar son aşamada varıp O'nun plânına dayanır. Herkesin tek sığınacağı merci O'nun dergahıdır. O kendisine sığınanları adını anmaya ve ibadet etmeye muvaffak eder. Buna karşılık eğer kul O'nun karşı durulmaz gücünü gerçek anlamda tanımaya yanaşmaz da yardım ve başarı dileği ile O'nun dergahına sığınmazsa ne doğru yolu bulabilir, ne O'nun adını anmayı ve iyilik işlemeyi başarabilir.

31- O dilediklerini rahmetinin kapsamı altına Alır. Zalimlere gelince O, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır.

O'nun iradesi özgür ve sınırsızdır, dilediğini yapar. Bu özgür dileğin bir sonucu olarak O, dergahına sığınanlardan, doğru yola iletilmelerini ve ibadet etme başarısı ile donatılmalarını isteyenler arasında dilediklerini rahmetinin şemsiyesi. altına Alır. Ama "Zalimlere gelince O, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır." Dünyada O'nun onlara meydan vermesi, mühlet tanıması sonunda bu acıklı azapla yüzyüze gelsinler diyedir.

Surenin bu "son"u "baş"ı ile bütünleşiyor, sınavın sonucunu açıklıyor. O sınav ki, yüce Allah, insanı onun uğruna karışım nitelikli bir su damlasından yarattı, onu işitme ve görme yeteneği ile donattı, ona yolunu gösterdikten sonra isterse cennete doğru, dilerse cehenneme doğru gidebileceğini belirtti.