7 Temmuz 2007 Cumartesi

TEGABÜN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı 9. ayetinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Mukatil ve Kelbî'nin bu surenin bir kısmının Mekke'de diğer bir kısmının da Medine'de nazil olduğunu söylemelerine karşılık, İbn Abbas ve Ata bin Yessar ise, 13 ayetin Mekke'de, geri kalan ayetlerin ise, Medine'de nazil olduğunu söylemektedirler. Fakat müfessirlerin çoğu, bu sureyi Medeni olarak nitelemişlerdir. Surenin nüzul zamanını tayin etmemize yarayacak hiçbir ipucu bulunmamasına karşı, muhtevasından onun Medine'nin başlangıç dönemlerinde nazil olduğu anlaşılabilir. Bu bakımdan surenin uslûbu hem Mekki hem de Medeni ayetlerin uslûbuna benzemektedir.

Konu: Bu surenin konusu, iman ve itaat etmeye çağrı ve güzel ahlâkın esasları ile ilgilidir. İlk dört ayette tüm insanlara seslenilirken, 5. ayetten 10. ayete kadar Kur'an'ın davetini reddeden kimselere, buradan surenin sonuna kadar da İslâm'ı kabul edenlere seslenilmiştir.

Tüm insanlara hitap edilirken, birkaç cümleyle şu 4 temel hakikat anlatılmıştır.

a) İçinde yaşamakta olduğunuz bu kainat sahipsiz değildir. Onun yaratıcısı ve idare edeni Mutlak Kadir olan Allah'tır. O'nun her tür noksanlıktan münezzeh olduğuna, kainattaki her zerre şehadet etmektedir.

b) Bu kainat amaçsız yaratılmamıştır, bilakis onun varlığı bir hikmete dayanmaktadır. Bu kainatın bir eğlence için yaratılmış olduğu ve böylece son bulacağı şeklindeki bir yanlış zanna sakın kapılmayın.

c) Allah sizleri en güzel şekilde yaratmış, küfür ve imanı seçmede serbest bırakmıştır. Elbette bu, maksatsız yapılmamıştır. Küfrü veya imanı seçtiğinizde sonuç farklı olacaktır. Allah size bu seçme hürriyetini vermek suretiyle bu hürriyeti nasıl kullanacağınızı, hakkı mı, batılı mı seçeceğinizi denemektedir.

d) Sizler, başıboş ve sorumsuz bırakıldığınızı zannetmeyin. En sonunda Allah'a dönecek ve o herşeyi Bilen'in huzuruna geleceksiniz. Hiçbir şeyiniz O'ndan gizli değildir. O sizin niyet ve hayallerinizi dahi bilir.

Kainat ve insan hakkında bu 4 temel hakikat beyan edildikten sonra, hitap, kafirlere çevrilmiştir. Onların dikkati insanlık tarihi üzerine çekilerek, dünyaya gelip, yükselen ve sonunda helak olan toplumlara değinilmiştir. İnsan aklı bu vakıayı nasıl açıklamaya çalışırsa çalışsın, Allah Teâlâ bunun iki temel nedene dayandığını beyan eder.

a) O toplumlara peygamberler gönderilmiş ve peygamberler onları doğru yola davet etmelerine rağmen, onlar bu daveti reddetmişlerdir. Bu inatçılıkları neticesinde, Allah onları kendi başlarına bırakmış ve onlar da kendi felsefelerine dayanarak bir dalâletten, diğerine sürüklenip durmuşlardır.

b) O toplumlar, hayatın dünyaya mahsus olduğunu ve hesap verecekleri başka bir dünyanın olmadığını sanarak, ahiret inancını reddetmişlerdir. Bu düşünceleri nedeniyle, tüm hayatları fesad olmuş ve dünyayı ancak Allah'ın, azabıyla temizleyebileceği bir pislikle doldurmuşlardır.

İnsanlık tarihindeki bu iki temel gerçeğin beyan edilmesi sonrasında kafirler, "Şayet sizler de kendi akibetinizin, önceki toplumlar gibi olmasını istemiyorsanız, Allah'ın 'Kur'an' olarak peygamberine inzal ettiği yol göstericiye tabi olun" denilerek uyarılmışlardır. Ayrıca önceki ve sonrakilerin bir araya toplanarak, herkesin yaptıklarının ortaya döküleceği o günün mutlaka geleceği konusunda da ikaz edilmişlerdir. Herkesin gelecekteki hayatı, dünyada yaptıkları dikkate alınarak takdir edilecektir. İman edip salih amel işleyenler ebedi Cennet hayatına hak kazanırlarken, inkar edip fesad işleyenler daimi Cehennem azabına müstehak olacaklardır.

Bu bölümden sonra, iman edenlere seslenilerek bazı talimatlar verilmiştir.

a) Dünyada hiçbir musibet Allah'ın izni olmaksızın insanın başına gelemez. Kötü şartlarda müminler sabırlı olmalı, sebat göstermelidirler. Allah sabredenleri kendi yoluna iletecektir. Bir kimse korku nedeniyle imanından dönse bile, Allah'ın izni olmaksızın kendine gelen musibetten kurtulamaz. Üstelik o kimse kendisini en büyük musibete sokmuş olur. En büyük musibet ise, Allah'ın hidayetinden mahrum olmaktan başka bir şey değildir.

b) Mümin iman etmekle herşeyin bittiğini sanmamalıdır. İman edildikten sonra Allah'a ve Rasulü'ne de itaat edilmesi gerekir. Allah'a itaatten yüz çeviren kimse, gelecek zararla ilgili tüm sorumluluğu üstüne almış demektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), hakkı tebliğ ettikten sonra sorumluluğu o kimseye vermiştir.

c) Mümin kimse, sadece kendisine ve bir başkasının gücüne itimat etmez. O yalnızca Allah'a güvenir.

d) Bir mümin için mal, evlat, eş önemli birer imtihan sebebidirler. Çünkü bir mümini iman ve itaatten çoğunlukla bunlar alıkoyar. Bu bakımdan onlar, doğrudan veya dolaylı bunların kendilerini imandan ayırmaması için hassas olmaları gerektiği konusunda uyarılmışlardır. Yine müminler nefislerini mala tapma fitnesinden koruyabilmek için mallarını Allah yolunda sarf etmelidirler.

e) Her insan, gücü nisbetinde sorumluluk taşır. Allah hiçbir insandan gücü üstünde bir işi gerçekleştirmesini istemez. Ancak müminler, güçleri yettiğinde Allah korkusu içinde yaşamaya, söz, davranış ve münasebetlerinde, zaafları dolayısıyla Allah'ın hududunu çiğnememeye gayret göstermelidirler.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir.1 Mülk2 de O'nundur, hamd3 (övgü) de O'nundur. O, her şeye güç yetirendir.

2 Sizi yaratan O'dur; buna rağmen sizden kiminiz kâfirdir, kiminiz ise mü'min.5 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.6

3 Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O'nadır.7

AÇIKLAMA

1. İzah için bkz. Hadid an: 1. Sonraki konu düşünüldüğünde niçin bu cümleyle giriş yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira daha sonraki ayetlerde kainatı Allah'ın yarattığı, sahibi ve hükümdarının sadece O olduğu hakikati beyan edilmiştir. O, bu kainatı boş yere yaratmamıştır. Bilakis kainatın yaratılışı bir hikmete dayanır. İnsanoğlu bu kainatta başıboş bırakılmadığı gibi, yaptıklarından hesaba da çekilecektir. Çünkü bu kainatın sahibi, herşeyden haberdardır ve kainatta olan herşey O'nun bilgisi dahilindedir.

Görüldüğü gibi bu konuya en uygun giriş ancak bu cümleyle (Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı anmaktadır.) yapılabilirdi. Mevki ve mahal itibariyle girişteki bu cümlenin anlamı şöyledir: "Yerden, göğe ve hatta fezanın derinliklerine kadar dikkatli baktığınızda, herşeyin Allah'ın zaaf, ayıp ve noksanlardan münezzeh olduğuna şehadet ettiğini görürsünüz. Şayet O'nun zat, sıfat, fiil ve işlerinde küçük bir noksanlık ya da kusur olsaydı, böylesine mükemmel bir nizama sahip olan kainatın ayakta kalması mümkün olmazdı. Aksine biz bu kainatın eksiksiz, muazzam bir işleyişi olduğunu müşahede ediyoruz.

2. Yani, kainatın yegane Meliki O'dur. O, kainatı yaratıp harekete geçirmekle kalmayıp, her an bu kainatı idare etmektedir. O'nun bu yönetiminde hiçbir kimsenin ortaklığı sözkonusu değildir. Şayet mahlukatın bir kısmında geçici ve sınırlı bir tasarruf yetkisi bulunuyorsa, bu yetkiyi onlar, kendiliklerinden (zorla) elde etmiş değildirler. Bu yetkiyi onlara Allah Teâlâ vermiştir. Allah'ın dilediği bir zamana kadar, bu yetkilerini ellerinde tutabilirler. Dilediğinde ise, Allah, bu yetkiyi onlardan alır.

3. Diğer bir ifadeyle, hamde layık olan sadece O'dur. Başkalarının hamde layık yanları varsa bile, bu, Allah'ın onlara bir lütfudur. Şayet hamd, şükür anlamında ele alınırsa, bundan şükre asıl müstehak olanın Allah olduğu sonucu çıkar. Çünkü tüm nimetleri O yaratmıştır ve mahlukata O'nun dışında ihsan eden kimse yoktur. Bir kimse, bir iyilik yaptığında, bizim kendisine ettiğimiz teşekkür, Allah'ın yarattığı nimetlerin onun vasıtasıyla bize ulaşması nedeniyledir. Yoksa bu nimetleri yaratan o kimse değildir ve hiç kimse Allah'ın yardımı olmaksızın o nimetleri bize ulaştıramaz.

4. Yani, Kadir-i Mutlak'tır ve hiçbir kuvvet O'nun kudretini sınırlayamaz.

5. Bu ifadeye dört şekilde anlam vermek mümkündür ve hepsi de geçerlidir.

a) "Sizi O yarattı. Sonra bazılarınız O'nun yaratıcı olduğunu kabul ederken, bazılarınız inkar etti." Bu anlam, birinci ve ikinci cümlenin birlikte okunmasından çıkmaktadır...

b) "Sizi O yarattı ve mümin veya kafir olmakta sizleri serbest bıraktı. O bu konuda sizleri zorlamadı. İman veya inkârınızdan sorumlu olan sizlersiniz." Bu anlamı sonra gelen, "Allah yaptıklarınızı görmektedir." şeklindeki cümle de teyid etmektedir.Yani, size bu serbestiyi vermekle, sizin bu serbestiyi nasıl kullanacağınızı denemektedir.

c) "O, iman edersiniz diye, sizi selim fıtrat üzere yarattı. Ancak bu fıtrat üzere yaratıldıktan sonra, kimileriniz fıtratının aksine inkar etmiş, kimileriniz ise fıtratı doğrultusunda iman etmek suretiyle, yaratıcısına tabi olmuştur." Bu ayet Rum Suresi'nin 30. ayeti ile birlikte mütaala edildiğinde, yukarıdaki anlam daha sarih anlaşılır. "O halde yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtrata döndür." "Allah'ın yaratılışında bir değişim yoktur. İşte dosdoğru din. Ama insanların çoğu bilmiyorlar."

Hz. Peygamber'in (s.a.) birçok hadisi de bu konuya ışık tutmaktadır. Rasulullah (s.a) birçok hadisinde, insanın fıtrat üzere doğduğunu, ama sonra harici etkilerle küfr, şirk ve dalâlete düştüğünü söylemiştir. (İzah için bkz. Rum an: 42-47) Burada ayrıca, hiçbir semavî kitapta insanın doğuştan günahkar olduğu inancının bulunmadığına dikkat çekmek gerekir. Ancak 1500 yıl önce ilk kez Hıristiyanlar, bu düşünceyi asıl inançları arasına sokmuşlardır. Bu gün bile bazı Katolik kilisesinin alimleri, Kitab-ı Mukaddes'te böyle bir inancın dayanaklarının olmadığını itiraf etmektedirler. Kitab-ı Mukaddes üzerindeki uzmanlığıyla tanınan Alman papaz Herbert Haag, "Kitab-ı Mukaddes'te İlk Günah İnancının Temelleri Var mıdır?" adlı eserinde şöyle demektedir: "Başlangıcından 3. asra kadar Hıristiyanlık'ta ilk günah inancı mevcut değildi. Daha sonraları ilk günah inancı yayılmaya başlayınca, birçok hıristiyan alimi bu bid'ate karşı 200 sene mücadele etmiştir. Fakat en sonunda 5. asırda St. Agustin, mantığını kullanarak, insanoğlunun Adem Baba'sının günahını miras olarak devraldığını, ama İsa Mesih'in kefareti ile birlikte insanların felaha erdiğini ileri süren bu düşünceyi diğer hıristiyanlara da kabul ettirmiştir."

d) Allah'ın sizi nasıl yarattığını düşünecek olursanız O'nun size verdiği nimetlerden, yine O'nun verdiği vücut sayesinde istifade edebildiğinizi görürsünüz. Şayet O sizi bu şekilde yaratmış olmasaydı, sizler Yaratıcınıza karşı gelme imkanı bile bulamazdınız. Fakat bazılarınız hiç düşünmeden, yahut yanlış düşünerek inkar yoluna geçerken, bazılarınız da iman ederek, fıtrat üzere olan doğru yola tabi olurlar.

6. Bu cümlenin anlamı, maddi bir görmeyi ifade etmekten öte, amellerin değerlendirilip, ona göre karşılığın verilmesini tazammun eder. Tıpkı bir amirin, memuruna "Nasıl çalıştığını bir görelim hele!" demesi gibi. Yani, "Bir bakalım, iyi çalışırsan terfi edersin, kötü çalışırsan karşılığını ona göre alırsın."

7. Bu ayette üç husus arka arkaya açıklanmıştır ve aralarında sıkı bir irtibat vardır.

"Gökleri ve yeri (kainatı) hak ile yarattı." Buradaki "hak ile" şeklindeki ibareyle, bir haber verilmek isteniyorsa, kuşkusuz bu haber gerçektir. Şayet kainatın Allah'ın emri ile yaratıldığı anlatılmak isteniyorsa, elbette kainat adaletle yaratılmıştır. Yok eğer bu bir görüş (söz) ise, doğrudur. Ya da fiili bir anlam kastediliyorsa, bu "kainat hikmete dayalı yaratılmıştır" demiştir. Yani bu kainatı yaratan onu başıboş, anlamsız yaratmamıştır. Ardında bir hikmet vardır. Ve bir maksad için yaratılmıştır. Bu kainatın içinde ne yaratılmışsa mutlak surette bir fonksiyonu (görevi) vardır.

Buna dayanarak, insanoğlunun kullanmakta olduğu birçok icadlar yapılmıştır. (İzah için bkz. En'am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 26, Nahl an: 6, Enbiya an: 15-16, Müminun an: 102, Ankebut an: 75, Rum an: 6, Duhan an: 34, Casiye an: 28.)

"Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı" Bu ifade ile insanın sadece yüzü değil, Allah'ın insana bağışladığı ve onların yardımıyla insanın hayatını idame ettirdiği bedeni yapısı ile kuvvet ve yetenekleri kastolunmaktadır. İnsan bu iki özelliğiyle diğer tüm mahluktan üstündür ve dolayısıyla onlar üzerinde hüküm sürmektedir.

İnsana kullanabilmesi için münasip oranlarda boy, el, ayak ve diğer organlar verilirken bilgi elde edebilmesi için hissiyat, elde ettiği bilgiden yararlanabilmesi için düşünme ve muhakeme yeteneği beyin (feraset) ve istediği yolu seçmesi ve Allah'ın verdiği yetenekleri hangi yolda kullanacağının bilinmesi için irade kuvveti bağışlanmıştır. Yine insana, yaratıcısına inanıp, inanmama, O'ndan yüz çevirme, başka ilahlar edinme, hatta Allah'a karşı savaş açma özgürlüğü dahi verilmiştir. Tüm bu yetenekleri ona vermekle Allah Teâlâ, diğer mahlukat üzerinde, insana fiilen sahip olduğu bir iktidar bağışlamıştır. (İzah için bkz. Mümin an: 91)

Bu iki hususun açıklanmasından sonra doğal olarak ortaya şu sonuç çıkar: "Dönüş O'nadır!" Böylesine mükemmel ve hikmete dayanan bu kainat içinde, kendisine sınırlı bir özgürlük, yetenek ve tasarruf hakkı verilen insana, bu nimetleri nasıl kullandığının sorulacağı aşikardır. İşte "Dönüş O'nadır!" ifadesinin anlamı budur. Daha sonraki ayette, bu dönüş tüm insanlığın ahirette yeniden dirilip, sorguya çekileceği vakittir. İnsana ancak o zaman, bu dünyada kendisine verilen özgürlüğü hak yolda mı, batıl yolda mı kullanmış olduğu dikkate alınarak, yaptıklarına, "karşılık" verilecektir. Bu noktada şu tür sorular akla gelebilir: "Ceza ve mükafatın bu dünyada iken verilmesi mümkün değil mi?" veya "Ceza ve mükafatı ahirete ertelemek gerekir mi?" ya da "Niçin tüm insanlığın diriltildiği gün, yani aynı zamanda ceza ve mükafaat veriliyor?" İnsan biraz düşündüğünde niçin böyle yapıldığını anlar ve sebebini makul karşılar. Zira insanın dünyada iken yaptıklarının etkisi, onun ölümüyle sona ermez. Aksine yaptıklarının etkisi insan öldükten sonra da, gelecek nesillere sirayet eder. Dolayısıyla insanın yaptıklarının tam karşılığı, tüm insanlık bir araya geldikten sonra verilebilir. (İzah için bkz. A'raf an: 30, Yunus an: 10-11, Hud an: 105, Nahl an: 35, Hac an: 9, Neml an: 27, Rum an: 5-6, Sad an: 29-30, Mümin an: 80, Casiye an: 27-29)

4 Göklerde ve yerde olanların tümünü bilir; sizin saklı tutmakta olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir.8 Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.9

5 Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebalini taddılar.10 Onlar için acı bir azab vardır.

6 Bu, kendilerine apaçık belgelerle11 peygamberler geldiği halde onların "bizi bir beşer mi hidayete ulaştıracak?"12 demeleri ve bu yüzden küfre saparak yüz çevirmeleri nedeniyledir. Allah da (onlara karşı) müstağni olduğunu (hiç bir şeye ihtiyacı olmadığını) gösterdi. Allah Ğaniy'dir, Hamid'dir.13

7 Küfre sapmış bulunanlar, kendilerinin kesin olarak diriltmeyeceklerini öne sürdüler.14 De ki: "Hayır, Rabbim adına andolsun, siz, muhakkak diriltileceksiniz,15 sonra mutlaka yaptıklarınız size haber verilecektir.16 Bu da Allah'a göre oldukça kolaydır.17

AÇIKLAMA

8. Diğer anlamı, "Gizlice veya açıktan her ne yaparsanız onu bilir" şeklinde de olabilir.

9. Yani, O sadece insanın başkalarının da görebileceği fiillerine değil, başkalarının göremeyeceği fiillerine de vakıftır.

Ayrıca Allah insanın yaptıklarının sadece zahirini değil, gizli niyet ve gerçek maksatlarını da bilir. Bu öyle bir gerçektir ki insan biraz düşünürse, asıl adaletin kıyamet gününde Allah'ın huzurunda tecelli edebileceğini kabul etmeye mecbur kalır. Akıl, insanın yaptığı her suçun cezasının verilmesini gerektirir. Oysa insanın işlediği pek çok suçun gizli kaldığı veya şahit olmadığı için ceza verilmediği ya da açıkça suç işlemesine rağmen gücünden dolayı kendisinin cezalandırılmadığı gibi hususlar, işlenen bir suçun zahirine bakılarak karar vermekle kalınmaması, suçlunun sözkonusu suçu işlerken niyetin ne olduğu, nasıl bir ortamda o suçu işlediği, niyetinin gerçekten suç işlemek mi olduğu, bilerek mi yaptığı vs. gibi hususların da araştırılarak bilinmesi gerekmektedir. Zaten sırf bu gereklilik nedeniyle dünyadaki yargı organları bile, karar vermeden önce bu şartları araştırırlar. Ancak bu dünyada bir olayı tüm yönleriyle öğrenebilmek ne derece mümkün olabilir? Bu bakımdan, sözkonusu ayet ile göklerin ve yerin hak ile yaratılmasını beyan eden ayet arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur. Çünkü adaletin yerini bulması için, yapılan fiilin her yönüyle ortaya çıkması gerekir ki böylece o fiili işleyenin niyeti, iradesi içinde bulunduğu ortam vs. bilinebilsin. Kainatın yaratıcısından başka hiç kimsenin böyle bir bilgiye sahip olamayacağı aşikardır. Binaenaleyh hüküm verebilir. Allah'ı ve ahireti inkar eden kimseye gelince, aslında o böyle düşünmekle kainatın haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulduğunu idda etmiş olmaktadır. Böylesine akılsızca öne sürülen bir faraziyeyi de sadece hayasız olan kimseler kabul edebilir. Ne tuhaftır ki, bu tür kimseler kendilerini ilerici ve akıllı, Kur'an'ın kainat telakkisine inananları da utanmadan gerici ve karanlık kafalı zannederler.

10. Yani onların dünyada çektikleri ceza, suçlarının tam karşılığı değildir. Asıl ceza onlara ahirette verilecektir. Ancak onların çarptırıldıkları cezadan, başka insanlar; Allah'a isyan eden toplumların sonlarının nasıl olduğunu görmeleri bakımından bir ders alabilirler. (İzah için bkz. A'raf an: 5-6, Hud an:105)

11. "Beyyinat" kelimesinin anlam sahası çok geniştir. Lugatta açıklık ve sarahat anlamında kullanılır. a) Peygamberlerin "Beyyinat" ile gönderilmeleri, onların Allah tarafından açık işaretler ile gönderildiklerine ve bu açık işaretlerin kendilerinin Allah tarafından görevli kılındıklarına şehadet ettiği anlamına gelir. b) Peygamberlerin söyledikleri tamamıyla makuldür ve delillere dayanmaktadır. c) Peygamberlerin getirdiği öğreti, üstü kapalı, anlaşılmaz değildir. Bilakis Hak ve Batıl'ın, Haram ve Helâlin Dalâletin ve Hidayetin ne olduğunu açıkça beyan ederler.

12. Bu onların helâk olmalarının ilk ve temel nedeniydi. İnsanoğlunun, bu dünyada Allah'ın yol göstermesi olmaksızın doğru yolu bulması mümkün değildir. Allah insanların doğru yolu bulabilmeleri amacıyla içlerinden birisi vasıtasıyla talimatlar göndermiş ve peygamberlerine "beyyinat" vererek, insanların, onların hak üzere olduklarını anlamalarını istemiştir.

Ancak onlar, bir beşerin peygamber olabileceğini dahi kabul etmekten kaçınmışlardır. Böylece onların, hidayeti bulmalarına yardımcı olabilecek bir vasıtaları kalmamıştır. (İzah için bkz. Yasin an: 11) İnsanın bu konudaki sapkınlığın ve bilgisizliği çok şaşırtıcıdır. Öyle ki bir peygambere inanmaktan kaçınırken, başka insanların önderliğini, ağaç ve taşların ilahlığını kabullenmede tereddüt dahi etmez. Hatta bir beşerin Allah'ın oğlu olduğuna bile inanır. İnsanoğlu böyledir. Dalâlette olan önderlerini taklid ederek acaip hallere düşerken, Allah tarafından hak üzere gelen, çıkarlarını gözetmeksizin, karşılıksız kendisine hakkı tebliğ eden bir peygamber için, "Bir beşer mi bizi doğru yola iletecek" diyebilmektedir. Bu, şu demektir: Şayet bir beşer kendilerini dalâlete götürürse kabul edilmelidir, ama hak yola götürmeye çalışırsa reddedilmelidir!

13. Yani, onlar Allah'ın hidayetinden yüz çevirirlerse, hangi dalâlete düşerlerse düşsünler, Allah da onlarla ilgilenmez. Allah'ın onlardan bir menfaati yoktur. Eğer onlar Allah'a inanmazlar ise, O'nun hükümranlığı yıkılmaz. Allah'ın onların ibadetine ihtiyacı olmadığı gibi, hamdü senalarına da ihtiyacı yoktur. Allah onlara kendi menfaatleri için doğru yolu göstermektedir. Şayet onlar Allah'tan yüz çevirirlerse, Allah da onları kendi haline bırakır, onları muhafaza etmez ve dalâlete düşmekten onları korumaz. Çünkü onlar Allah'ın hidayet ve velayetine talip değillerdir.

14. Bu (ahireti inkâr), onların helak olmalarının ve dalâlete düşmelerinin ikinci temel nedeniydi. Oysa ahireti inkâr edenlerin ellerinde kesin hiçbir delil yoktur. Nitekim günümüzde de böyledir. Ve hiçbir zaman da ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağına delil bulunamayacaktır. Fakat buna rağmen bu akılsızlar çok iddialı bir şekilde ahiretin olmadığını söylerler. Ancak bu iddialarının akli ve bilimsel bir dayanağı yoktur.

15. Bununla üçüncü kez Allah, peygamberine, "De ki: Hayır, Rabbim hakkı için muhakkak diriltileceksiniz" diye buyurmuştur. İlki, Yunus: 53'te, "Sahiden bu gerçek midir? diye senden haber soruyorlar, de ki: Evet, Rabbim hakkı için o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." İkincisi, Sebe: 3'te, "İnkar edenler, Kıyamet saati bize gelmez" dediler. De ki: Hayır gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size gelecektir" buyurulmuştur.

Burada, "Ahireti inkâr edenler için Allah adına yemin edilip edilmemesi ne anlam taşıyabilir?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir. Hz. Peygamber'in (s.a) muhatapları kendi tecrübe ve bilgileri dolayısıyla çok iyi biliyorlardı ki O, hayatı boyunca yalan söylememiştir. Yine onlar Hz. Peygamber'e (s.a) ne kadar iftira atsalar da, günlük hayatında dahi hiçbir surette yalan söylememiş böyle bir insanın, yakîn hasıl etmeden Allah adını anarak asla yalan söylemeyeceğini hiç değilse vicdanlarında biliyorlardı.

Ayrıca O sadece ahiret akidesini tebliğ etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu inancı destekleyen makul deliller de öne sürüyordu. İşte bu noktada bir peygamber ile bir filozof arasındaki fark ortaya çıkar: Filozof ahiret ile ilgili çok sağlam deliller öne sürebilir, ama onun yaptığı ahiretin vukubulacağını daha makul delillerle ispat etmekten öte bir şey değildir. Oysa bir peygamber, bir filozoftan daha üstündür. Çünkü bir peygamber akli delillerle ahireti ispatlamak konumunda değildir.

Bilakis O, bu konuda ilim sahibidir ve elde ettiği yakîn ile "Ahiret mutlaka vuku bulacaktır" diyebilme konumundadır. Fakat bir filozof yemin edemez; zira onun ahiret hakkındaki imanı (bilgisi) yine bir peygamberin verdiği haberle meydana gelmiştir. Ayrıca bir filozofun sözleri, değil başkalarını, kendisini bile ikna edecek derecede ve imanına temel olacak kuvvette değildir. En akıllı filozof dahi, "böyle olmalıdır" demekten ötesini söyleyemez ve ancak bir peygamber "mutlaka vuku bulacaktır" diyebilir.

16. İnsanoğlunun yeniden diriltilmesinin amacı, yaptıklarından hesaba çekileceği içindir. Bu surenin ilk dört ayeti gözönünde tutulduğunda, hak ve adalet üzere yaratılan kainatta, insanın küfür ve iman seçiminde serbest bırakılmış olduğu anlaşılır. Ayrıca kainattaki pek çok şey insanoğlunun tasarrufu altına verilmiştir. O bunları hayatı boyunca, küfür ve isyan için kullanır ve böylece dünyaya fesat yayılır yahut bunları imanı doğrultusunda kullanır ve dünyayı güzellik kaplar. Ölümden sonra hesap sorulmayacağını sanmak ve iyiliğe mükafat, kötülüğe ceza verilmeyeceğini düşünmek akılsızlıktır. Çünkü böyle düşünen bir kimse, ya kainatın yaratılmasının bir hikmete dayandığını ama, insanın başıboş ve sorumsuz bırakıldığını sanıyordur, ya da bu kainatın bir tesadüf eseri oluştuğunu ve ardında bir hikmetin bulunmadığını düşünüyordur. Birinci şekilde, kullanılan mantıkta çelişki vardır; zira bu kainatın yaratılışı bir hikmete dayanıyorsa, insan gibi varlığın başıboş ve sorumsuz bırakılması, hikmet ve adaletle uyuşmaz. İkinci şekilde, kainatın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın kabul edilmesi mümkün değildir; zira tesadüfen oluşmuş bu kainatta, akıl sahibi bir varlığın yaratılmış olması izah edilemez. Yine bu varlığın aklına, adalet düşüncesini (adaleti talep etmeyi) kim koymuştur? Akılsız bir varlık, akıllı bir varlık yaratamaz. Bu kadar saçma bir düşünce üzerinde hala ısrar eden bir kimse ya çok inatçı biridir ya da felsefenin içinde boğularak, aklını kaybetmiştir.

17. Bu, ahiretin varlığını ispatlayan ikinci bir delildir. Birincisi, "Ahiret hayatı vuku bulmalıdır" şeklindeydi. İkincisi de, "Ahiret hayatının vuku bulması mümkündür" şeklindedir. Kainat gibi koca bir nizamı ve içinde insanı yaratan Allah'a, insanları yeniden diriltip sorguya çekmek niçin güç olsun?

8 "Şu halde Allah'a, O'nun Resulüne ve indirdiğimiz nur (Kur'an)a iman edin.18 Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır."

9 Sizi toplanma günü için bir arada toplayacağı gün;19 Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa,21 (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur.

AÇIKLAMA

18. Yani, "Toplumların helâk olmalarının nedeni, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve ahireti inkâr etmeleriydi. Bu bir gerçektir ve insanlık tarihi de bu gerçeğe şahitlik etmektedir. Şimdi sizler aynı yolu izlemede ısrar ederek, kendinizi helâke davet etmiş olursunuz. Bu konuda boşuna ısrar etmeyin ve Allah'ın Rasulü ile Kur'an'ın davetine icabet edin. Burada siyak ve sibaktan "Nur" ile Kur'an'ın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Nur nasıl kendiliğinden görünür ve civarında daha önceden karanlıkta olan her şey meydana çıkarsa, Kur'an'ın ışığı da bir gerçektir ve nur gibi parlamaktadır. Böylece onun ışığından insan, ilmin ve aklın yetmediği meseleleri anlamaktadır. Kur'an'ın ışığı ile düşünce ve davranışların sayısız yolları arasında doğru yol açıkça görülür. Bu ışık hayatın her safhasında insanı sırat-ı müstakim'e iletir ve onu sapık yollardan, helâk olmaktan koruyarak, selâmet yollarına ulaştırır.

19. "Toplanma Günü" kıyamet günüdür. "Toplanma" ile ezelden kıyamete kadar tüm insanların diriltilmesi kastedilmektedir. Bu husus Kur'an'da pek çok yerde işlenmiştir. Örneğin Hud: 103'te "O öyle bir gündür ki, tüm insanlar onun için toplanmıştır ve o gün, herkesin göreceği bir gündür." ve Vakıa: 50'de, "Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır." buyurulmuştur.

20. "Yevm'ut-Teğabün" ifadesinin anlam sahası çok geniştir ve sadece Urduca'da değil, hiçbir dilde tam tercümesi yapılamaz. Kur'an'da da kıyamet hakkındaki ifadelerin en kapsamlı olanıdır. Bu nedenle bu ifadenin yeterince açıklanması gerekmektedir.

Teğabün G-B-N'den türemedir ve Gaben veya Gabn şeklinde telaffuz edilir. Gabn, daha çok ticari sahada kullanılırken, Gaben, fikri içerikli yerlerde kullanılır. Lugavî bakımdan, birçok anlamı vardır. Gaflet, unutmak, aldatmak, kendi hakkında mahrum kalmak, müşteriyi alışverişte belli etmeden zarara sokmak vs. Nitekim Hasan Basrî alışverişte bir başkası tarafından kandırılan kimseye, "O senin aklını çeliyor (ğ-b-n)" demiştir. Teğabün bu kelimeden türemiştir. Ve iki veya daha çok insan arasında cereyan eden bir aldatmacayı ifade eder. "Örneğin "Teğabene'l-kavm" (kavim birbirini aldattı) denir. Yine bu fiil, başkasını zarara sokmak, birinin hakkını başkasına vermek, birini zarara sokmak başkasına kazandırmak, başkalarına karşı gafil ve zayıf olmak vs. anlamlarına gelir.

Kıyamet ile ilgili bu ayetin üzerinde düşünüldüğünde kıyametin, "Teğabün günü" şeklinde nitelendiği görülür. Dolayısıyla bu terkipten, dünyada gece gündüz "teğabün" ün vukubulduğu anlaşılmaktadır. Ama bu zahiri ve aldatıcıdır. Hakiki teğabün bu değildir. Asıl ve gerçek teğabün, kıyamet günü vuku bulacaktır. Ancak o gün, kimin kazanıp kimin kaybettiği, kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu, gerçekten kandırılanın kim, akıllının kim olduğu anlaşılacaktır. Yine, kimin hayatındaki sermayeyi yanlış bir işe yatırarak iflas ettiği, kimin yeteneklerini, vaktini, malını kârlı bir işe yatırarak kâr ettiği, kimin ise dünya hayatının gerçeğini anlayıp hüsrana uğramadığı orada belli olacaktır.

Müfessirler, "Yevmu't-Teğabün" ile ilgili birçok yorumlarda bulunmuşlardır ve bu yorumların hepsi de geçerlidir. Onlar bu ifadeyi farklı biçimlerde ele almışlardır. Örneğin bazıları bu günü, "Cehennem ehline, şayet Cehennemi hak etmemiş olsalardı, kendilerine Cennet ehlinin nimetlerinin verileceği, Cennet ehline de eğer cennete girmeseydiler, kendilerine cehennem ehline yapılan azabın verileceği gün" şeklinde anlamışlardır. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis, bu hususu teyid etmektedir. "Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: Cennete gidenlere Allah'a şükretmeleri için, şayet kötü ameller işleselerdi içine sokulacakları Cehennemdeki yerler gösterilecektir. Cehenneme gidenler de, daha çok hasretini çekmeleri için, eğer salih ameller işleselerdi oraya gidecekleri cennetteki yerler gösterilecektir." (Buhari, Kitabu'r-Rikak)

Bazı müfessirler de, o günü, "Zalimlerin -eğer varsa- yaptıkları iyiliklerin sevabının, kendilerine zulmettikleri mazlumlara verileceği ve mazlumların günahlarının da -zulümlerine denk olmak üzere- zalimlere yükleneceği gün" olarak yorumlamışlardır. Çünkü kıyamet günü insan mal, mülk sahibi olmayacaktır. Bu bakımdan zalim, zulmettiği kimseye borcunu ancak amelleriyle ödeyebilecektir. Ve mazlum da, zalimden tazminat olarak onun iyi amellerini alır, günahlarını ise ona yükler. Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) birçok hadis nakledilmiştir. Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kim kardeşine zulmetmiş olmanın yükünü taşıyorsa, onu burada ödesin. Çünkü öbür dünyada hiçbir dinar ve dirheme sahip olunmayacaktır. Orada kişiye borcu, ancak yaptığı iyi amellerle ödettirilir. Ya da -iyi amelleri yoksa- mazlumların günahları kendisine yüklenir." (Buhari, Kitab'ur-Rikak) Cabir bin Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:"Hiçbir cennet ehli Cennete, hiçbir cehennem ehli de Cehenneme, yaptığı zulmün karşılığı ödettirilmeden giremeyecektir. Hatta bir kimse, bir başkasına vurmuşsa, onun karşılığını dahi ödeyecektir. Bunun üzerine biz, "Ya Rasulellah, o gün bizim hiçbir şeyimiz olmayacağına göre, biz borcumuzu nasıl ödeyeceğiz?" diye sorduk. O da şöyle cevap verdi: "Herkes iyi veya kötü amelleri ile borcunu ödeyecektir." (Müsned-i Ahmed) Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre bir defasında bir mecliste Hz. Peygamber (s.a): Sizler kimin müflis olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Ya Rasulellah! Malı mülkü kalmamış kimse müflistir dediler. Rasulüllah (s.a) ümmetimin müflisleri, hergün namaz kıldığı, oruç tutup, zekat verdiği halde, diğer yandan başkalarına sövmüş, iftira atmış, başkalarının malını yemiş, kanlarını döküp bazılarını dövmüş olduğu için, kıyamet gününde yaptıklarına karşılık mazlumların kendisinin iyiliklerini alıp, daha fazlasını ödeyebilecek iyiliği kalmayan kimsedir. Daha sonra mazlumların günahları da bu kimseye yüklenir ve o da cehenneme sevkedilir." dedi (Müsned-i Ahmed, Müslim) Hz. Büreyde'den nakledilen bir başka hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cephedeki bir mücahidin arkasında bıraktığı eşine ihanet eden kimse, kıyamet günü o mücahidin karşısına getirilecek ve Allah o mücahide, "Bunun yaptığı iyiliklerinden dilediğini al" diyecektir. Daha sonra Rasulullah bize dönerek şöyle dedi:"O mücahidin ne yapacağını tasavvur edebiliyor musunuz?" (Müslim, Ebu Davud) Yani onun yanında bir iyilik bırakabileceğini tahmin edebiliyor musunuz?

Bazı müfessirler ise, Teğabün kelimesini ticaretle alakalı bularak, mümin ve kafirlerin bu dünyada yaptıklarını bir ticarete benzetmişlerdir. Yani bir mümin, Allah'a isyan etmek yerine O'na tabi olup canını, malını ve tüm gayretlerini Allah yolunda sarfetmekle, zararlı bir ticareti bırakarak, sermayesini kârlı bir ticarete yatırmış olmaktadır. Yine bir kafir, Allah'a itaat etmek yerine, O'na isyan edip azgınlık yapmakla hidayeti yerine dalâleti satın alarak, kötü bir ticaret yapmış olmaktadır. Sonunda ise çok büyük zarar görecektir. Ancak her iki grubun da, gerçek kâr ve zararı kıyamet günü belli olacaktır. Dünyada bir mümin baştan başa zarar içinde görünürken bir kafirin her türlü faydayı yapıp, kimin zarar ettiği öbür dünyada ortaya çıkacaktır. Bu hususa Kur'an'ın birçok yerinde değinilmiştir. Örneğin aşağıdaki ayetlere bkz. Bakara: 16, 75, 207, Ali İmran: 77, 177, Nisa: 74, Tevbe: 111, Nahl: 95, Fatır: 29, Saf: 10.

Yevmu't - Teğabün'ün bir diğer anlamı da şu şekilde olabilir. Dünyada küfr, fısk ve isyan edenler birbirleriyle çok rahat işbirliği yapar, yardımcı olurlar ve sıcak dostluklar kurarlar. Ahlâksız ailelerin bireyleri, fesad yayan liderler ve onların takipçileri, hırsızlar, haydut çeteleri, rüşvetçiler, zalim memurlar, imansız tüccar, fabrikatör, sanayici, toprak ağaları, dalâlet, şer ve habais yayan siyasi partiler, tüm dünyada büyük bir çapta fesada ve zulme yol açanlar ve bunların önderleri, yöntemleri ve toplumları arasında çok derin ve sıkı bir işbirliği vardır. Bunlar birbirleriyle çok iyi dost olduklarını ve başarılı bir işbirliği yaptıklarını sanıyorlar ama ahiret günü bütün bunların birer aldatmaca olduğunu anlayacaklardır. Çünkü orada, babasını, liderini, şeyhini, müridini vs.'yi en iyi yardımcısı sananlar, onların kendilerinin en büyük düşmanı olduklarını göreceklerdir. Onlarla aralarındaki dostluk, akrabalık ve sevgi, düşmanlıkla yer değiştirecek, hepsi birbirine lanet ederken, herkes yaptığı suçun sorumluluğunun en büyük cezayı görmesi için bir diğerine yükleme gayretinde olacaktır. Nitekim Kur'an'ın birçok yerinde bu hususa değinilmiştir. Örnek için bkz. Bakara: 167, Araf: 37-39, İbrahim: 21-33, Fatır: 18, Saffat: 27, 33, Sad: 59, 61, Fussilet: 29, Zuhruf: 67, Duhan: 41, Mearic: 10, 14, Abese: 34, 37.

21. Allah'a iman etmek sadece Allah'ın varlığını kabul etmek değildir. Allah'a iman, O'nun emrettiği yani, Kitap ve Rasûl vasıtasıyla bildirildiği şekilde inanmakla olur. Dolayısıyla bu, aynı zamanda Kitab'a ve Rasule de imandır.

"Salih Amel" ile, insanların kendi uydurdukları ahlaki değerlere göre yapılan iyi işler değil, Allah'ın bildirdiklerine göre yapılan ameller kastolunmaktadır. Bu bakımdan hiç kimse, Kitap ve Rasûlü bir kenara bırakıp sadece Allah'a inanarak iyi ameller işlemekle, biraz ileride zikredilecek olan mükafatlara hak kazanacağını sanmamalıdır. Kur'an'ı dikkatle müteala eden bir kimse, Kur'an'a göre bu imanın Allah'a iman, yine bu amelin salih amel olmadığını kolayca anlar.

10 Küfredip ayetlerimizi yalan sayanlara 22gelince; onlar da içinde sürekli kalıcılar olmak üzere, ateşin halkıdırlar. Ne kötü bir dönüş yeridir O.

11 Allah'ın izni olmaksızın hiç bir musibet23 (hiç kimseye) isabet etmez.24 Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir.25 Allah, her şeyi bilendir.26

AÇIKLAMA

22. Bu cümle kendi başına küfr kelimesinin anlamını ortaya koymaktadır. Allah'ın Kitabı'nın ayetlerini reddetmek ve o ayetlerin açıkladığı hakikatlere teslim olmamak küfürdür. Küfrün sonucu ise, hemen ileride beyan edilmektedir.

23. Şimdi hitap müminlere çevrilmiştir. Bu ayetleri okurken, ayetlerin müminlerin güç ve sıkıntılı günler geçirdiği bir dönemde nazil olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Yıllarca Mekke'de zulme uğradıktan sonra, herşeylerini orada bırakarak Medine'ye hicret etmişler ve Medine'deki Müslümanlarla birleşmişlerdir. Diğer taraftan Medineli Müslümanların, kabilelerinde gördükleri zulüm nedeniyle başka bölgelerden gelen muhacirlere üstelik tüm Arapların tehdidi altındayken yardım etmek zorunda kalmaları da ayrı bir sorundu.

24. Bu konuda Hadid: 22, 23'te geçmiş ve 39, 42 açıklama notlarında izah edilmiştir. Bu ayet aynı şartlarda ve aynı maksatla nazil olmuştur. Müslümanların zihnine yerleştirilmek istenen husus; hiçbir musibetin kendiliğinden gelemeyeceği ve hiçbir gücün bir başkasını musibete düçar edemeyeceği gerçeğidir. Dilediğini musibete sokup dilediğini musibetten korumak ancak Allah'ın iznine bağlıdır. Dolayısıyla aslında her musibetin ardında bir hikmet vardır ama insan bunu bilemez.

25. Yani, bir kimsenin en zor şartlar altında bile sebat göstermesinin nedeni Allah'a imandır. İman sahibi olmayan bir kimse, afet ve musibetleri ancak dünyevi bir gücün yenebileceğine veya önleyebileceğine inandığından ya da birtakım hayalî güçlerin zarar veya yararının dokunacağını vehmettiğinden, hatta Allah'ın Kadir olduğuna inansa bile, sahih bir akideye sahip olmadığından, cesaretsiz ve korkak olur. Böyle bir kimse musibetler karşısında bir noktaya kadar dayanır ve bir noktadan sonra pes ederek, önüne gelen kimseye boyun eğecek duruma düşer, her türlü zilleti kabullenir,en adice davranşıları yapmaya ve yanlış bir yola girmeye mecbur kalır. Hatta Allah'a sövmekten dahi kendini alıkoyamaz ve belki de sonunda intihara yeltenebilir. Bunun aksine, Allah Teâlâ, iman sahibi olan, herşeyin kainatın sahibi ve hükümdarı Allah'ın elinde olduğunu ve her musebitin O'nun izniyle gelip gittiğini bilen kimselerin kalbine, sabır akıtır, en kötü durumlarda bile onlara dayanma gücü verir, büyük musibetler karşısında, azimle karşı koyma kuvveti bağışlar. Böyle kimseler, en karanlık dönemlerde dahi Allah'ın nurunu görür ve hiçbir afet, musibet onları Sırat-ı Mustakim'den saptıramaz, hiçbir batıl onları teslim alamaz. Onlar Allah'ın dışında hiç kimseye başlarına gelen musibetten kendilerini kurtarması için başvurmaz. Her musibet, onlara başka hayır ve bereket kapılarını açar. Aslına bakılacak olursa, hiçbir musibet bir mümin için felaket değil, netice itibariyle bir rahmettir. Çünkü o musibetten kurtulsa da, kurtulmasa da, Allah'ın yaptığı imtihandan başarıyla çıkmıştır. Nitekim aynı hususla ilgili olarak, muttefekun aleyh bir hadiste, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mümin için ne şaşılacak bir durumdur ki, Allah kendisi hakkında ne takdir etse, o onun için hayırlı olmaktadır. Mümine bir musibet gelirse, sabreder ve hayır kazanır. Allah onu ferahlatırsa şükreder ve yine hayır kazanır. Bu, mümin dışında hiçkimseye nasip olmaz."

26. Bu iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Allah, kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir ve bu ilmine dayanarak herkese kalbindeki imana göre hidayet bağışlar." İkincisi, "Allah; mümin kullarından habersiz değildir. O, müminlerin imanları dolayısıyla bu dünyada ne tür imtihanlardan geçtiklerini, ne tür musibetlere düçar olduklarını bilmektedir. Ayrıca O, her müminin bu dünyada ayrı ayrı neler çektiklerinden, ne güç şartlar altında imanlarını koruduklarından da haberdardır. Bu bakımdan iyi bilin ki, Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet gelemez. Allah indinde bu musibetlerle ilgili büyük yararlar saklıdır.

12 Allah'a itaat edin ve Resulü de itaat edin. Şayet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık olan bir tebliğ (gerçeği en yalın biçimde size iletme)dir.27

13 Allah, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse mü'minler (yalnızca) Allah'a tevekkül etsinler.28

14 Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.29

AÇIKLAMA

27. Bu ayette, müminlerden her şart altında dahi Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri ve bunda sebat göstermeleri istenmektedir. Yani, "Bir musibet dolayısıyla itaatten yüz çevirirseniz eğer, sadece kendinizi ziyana sokmuş olursunuz. Bizim elçimizin görevi, sizlere doğru yolu göstermektir ve o görevini yerine getirmiştir."

28. Yani, bu kainatın idaresi, sadece Allah'ın elindedir. Hakkınızdaki takdirin düzenlenip, değiştirilmesinde O'nun hiçbir ortaklığı ve yardımcısı yoktur. İyi şartlar da kötü şartlar da O'nun izniyle oluşmaktadır. Dolayısıyla kalbinin derinliklerinde Allah'a inanan bir kimse için, Allah'a itaat etmek ve tevekkülle vecibelerini yerine getirmekten başka takip edilecek bir yol yoktur. Kişinin bu yolu takip edip, başarı elde etmesi, ancak Allah'ın yardım ve inayeti ile mümkün olur. Allah'tan başka hiç kimse bu konuda birşey yapamaz. Mümin kimse, bu yolda müşkülat, musibet, tehlike ve felaketle karşılaşsa bile, o tüm bunlardan kendisini ancak Allah'ın kurtaracağına ve başkalarının birşey yapamayacağına inanır.

29. Bu ayet iki anlama da gelebilir. Birincisi, Allah yolunda yürüyen inanmış bir erkek veya kadına, eşi, anne ve baba ise çocukları büyük sorunlar çıkartır. Dünyada bir mümine, mücahide bir eşin nasip olması ve çocuklarının da inanç, amel, ahlak bakımından onların gönüllerini ferahlatacak vasıflarda bulunması oldukça nadir rastlanır bir durumdur.

Genellikle mümin bir erkeğin hanımı ve eşi, onun bu imanını ve dürüstlüğünü kendileri açısından bir talihsizlik olarak değerlendirirler. Öyle ki onlar koca ve babalarının akibeti cehenneme gitmek bile olsa, haram-helal gözetmeksizin kendilerine refah ve zenginlik sunmasını isterler. Yine mümin bir kadın, kendisinin İslâm'ın hükümlerine sıkı bir şekilde bağlanmasını istemeyen bir kocaya sahip olur ve çocuğu da babasının izinden giderek, annesine hayatı cehennem eder. Özellikle İslâm ile küfr arasında savaş olduğunda, imanının gereği olarak her türlü zararı ve tehlikeyi göze alarak, gerekirse ülkesinden hicret edeceği, hatta cihad edip canını tehlikeye atacağı zaman, bir mümine en büyük engel yine ailesi olur.

İkincisi, bu ayetlerin nazil olmasına, o dönem Müslümanlarının şartlarını ilgilendiren özel bir durum neden olmuştur. Günümüzde de kafir bir toplumda, İslâm'ı kabul eden kimseler için de aynı şey geçerlidir. O dönemde Mekke'de ve Arabistan'ın diğer bölgelerinde, öyle durumlar meydana geliyordu ki, bir kimse Müslüman oluyor, hanımı ve çocukları İslâm'ı kabul etmedikleri gibi, onu İslâm'dan döndürmeye çalışıyorlardı. Elbette aynı şeyler mümin bir kadın için de sözkonusuydu.

Bu tür sorunlar içinde olan Müslümanlara seslenerek, şu üç nokta vurgulanmıştır

a) "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır." Öncelikle, her ne kadar beşeri nedenlerle, akrabalık bağları önemliyse de, bu kimselerin dinî açıdan müminlerin düşmanları olduğu vurgulanmaktadır. Bu düşmanlık, onların (eş ve çocukların) müminleri iyilikten alıkoyup kötülüğe sevketmek istedikleri veya imandan alıkoyup, küfre sürükleme arzusunda oldukları, ya da kafirlere sempati beslediklerinden dolayı müminlerin sırlarını öğrenip, onlara aktarmak durumunda olmaları nedeniyledir. Bu bakımdan düşmanlıkları keyfiyet itibariyle farklı bile olsa, yine de onlar müminlerin düşmanlarıdır:

"Ey iman edenler! Şayet iman sizin için daha önemliyse, bunları (kafir olan eş ve çocuklarınızı) düşman olarak görün ve onlara duyduğunuz yakınlık, onlarla aranızda bir iman ve küfr, itaat ve isyan duvarının olduğunu sizlere unutturmasın!"

b) "Onlardan sakının"; Daha sonra müminler, dünyadaki çıkarları yüzünden ahiretlerini mahvetmemeleri için, uyanık olmaları konusunda uyarılmışlardır. Onlara, Allah ve Rasulü'ne sevginiz ve İslâm'a sadakatınız ile aranıza girecek kadar düşkünlük göstermeyin. Yine onlara çok güvenmeyin. Çünkü boş bulunduğunuz bir anda, ağzınızdan aldıkları Müslüman topluma ait bir sırrı, düşmanlarınıza ulaştırabilirler. Böyle bir zaafı Hz. Peygamber, bir hadisinde şu şekilde vurgulamıştır: "Bir şahıs kıyamet günü getirilir ve ona tüm iyiliğini ailesinin alıp götürdüğü söylenir."

c) "Ama affeder, kusurlarından geçer ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Bu, şu anlama gelmektedir. Sizlere onların düşmanlıkları hakkında, dininizi onlardan korumanız için bilgi verilmiştir. Ama şunu iyi bilin ki, size bu ikazın yapılmasının nedeni, eşinizi ve çocuklarınızı dövmeye başlayın, onlara şiddetle muamele edin ve onlarla ilişkinizi bozarak ev hayatınızı bir azap haline getirin diye değildir.

Bu ikaz, sözkonusu tutumun şu iki açık zarara yol açabileceği nedeniyle yapılmıştır. Birincisi, böyle bir tutum çocukların ıslahı konusunda tüm kapıların kapanması ve hiçbir imkanın kalmaması tehlikesine yol açar. İkincisi, böyle bir tutum, toplum içinde İslâm ile ilgili yanlış kanaatlerin doğmasına neden olabileceği gibi, ayrıca Müslümanlar kötü ahlaklı, geçimsiz, şiddete başvuran, zorba, ailesi ile bile geçinemeyen bir kimse olarak tanınırlar.

Burada, hep İslâm'ı yeni kabul edenlerin bu tür sorunlar ile karşılaşmaları dikkate değerdir. Sözgelimi, Müslüman olan bir gencin anne ve babası müşrik ise, onlar çocuklarının yeni dininden dönmesi için baskı yapıyordu. Yahut erkek Müslüman olur da onun karısı ve çocukları (kadın Müslüman olduğunda kocası ve çocukları) müşrik iseler, onu bulunduğu hak yoldan vazgeçirmek için gayret gösteriyorlardı. Birinci durumla ilgili olarak Ankebut: 8 ve Lokman 14-15'te, "Din konusunda anne ve babaya itaat etmeyin ama dünyevi meselelerde onlarla iyi geçinin" buyurulmuştur. İkinci durumla ilgili olarak, "Eşiniz ve çocuklarınız karşısında dininizi koruyun ama onlara karşı şiddete başvurmayın, bilakis yumuşak davranın ve onları bağışlayın" denilmiştir. (İzah için bkz. Tevbe: 23-24, Mücadile an: 37, Mümtahine an: 1-3, Münafikun an: 18.)

15 Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun katında olandır.30

16 Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının,31 dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.32

17 Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artttırır 33ve sizi bağışlar, Allah Şekûr'dur (şükrü kabul edip çok ihsan eden), Halim'dir (cezayı vermekte acele etmeyendir).

18 Gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, Aziz (üstün ve güçlü), Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) olandır.34

AÇIKLAMA

30. İzah için bkz. Enfal an: 23. Burada Ebu Malik Eşari'nin rivayet ettiği şu hadis gözönüne alınmalıdır: "Senin asıl düşmanın, kendisini katlederek, zafer kazandığın ve onun seni öldürmesiyle, Cenneti kazandığın kimse değil, sulbünden olan çocuklar ve sahibi olduğun maldır." (Taberani) Aynı konuda Allah Teâlâ, Enfal: 28'de şöyle buyurmuştur: "Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir. (Şayet Allah'ın sevgisini, onların sevgisinden üstte tutarsanız) büyük mükafat O'nun yanındadır."

31. Kur'an'da bir yerde "Allah'tan hak bir sakınışla sakının" (Al-i İmran: 102), başka bir yerde, "Allah hiç kimseye gücünün üstünde birşey yüklemez." (Bakara: 286) buyurulmuştur. Burada da, "Gücünüzün yettiğince Allah'tan sakının" denmiştir. Bu üç ayeti birlikte müteala ettiğimizde, ilk ayetin, bir mümin için ulaşmaya çalışması gereken bir ölçü olduğunu, ikincisinin, prensip itibariyle kimseden gücünün üstünde iş beklenemeyeceğini ve bir kimsenin gücü kadar sorumlu olacağı esaslarını va'z ettiğini görürüz. Üçüncü ayette ise, her mümine gücü yettiğince sakınması, mümkün olduğu kadar Allah'ın emirlerine uyup, isyandan korunması salık verilmektedir. Fakat kudreti dışında birşey olursa (ki bir kimsenin gücünün nereye kadar yettiğini ancak Allah bilir) o konuda kendisinden bir hesap sorulmayacaktır.

32. İzah için bkz. Haşr an: 19

33. İzah için bkz. Bakara an: 267, Maide an: 33, Hadid an: 66

34. İzah için bkz. Fatır an: 52-59, Şura an: 42.

TEGABÜN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nun dur, hamd O'nadır. O'nun gücü her şeye yeter.

2- Sizi yaratan Allah'tır. Bununla beraber kiminiz kâfirdir, kiminiz mü'min. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

3- Gökleri ve yeri hakka dayalı olarak gerektiği gibi yaratmıştır. Size şékil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş O'nadır.

4- Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olara bilendir.

İman esasına dayalı bu evrensel düşünce, Allah'ın birliğini öngören inanç sisteminin tüm tarihi boyunca mü'minlerin öğrendiği en geniş boyutlu ve en ince düşüncedir. Kuşkusuz Allah tarafından gönderilen bütün peygamberler Allah'ın birliği ilkesini getirmiştir; varlıklar alemini ve tüm yaratıkları O'nun var ettiğini, varlıklar alemindeki her canlıyı O'nun koruyup gözettiğini anlatmışlar. Biz bundan kuşku duymayız. Çünkü Kur'an-ı Kerim bütün peygamberler-den ve bütün peygamberlik misyonlarından bu gerçeği aktarır. Şu halde uydurulmuş ve tahrif edilmiş kitaplarda veya Kuran'ın tümüne ya da bir kısmına inanmayan bazı kimselerin karşılaştırmalı dinlere ilişkin yazılarında gördüğümüz görüşlerin hiçbir değeri yoktur. Allah'ın birliği esasına dayalı inanç sistemlerinden sapmalar, bu inanç sistemlerinin izleyicileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bunlar katışıksız tevhid inancını veya Allah'ın varlıklar üzerindeki egemenliğini ve onlarla iletişimini bütünüyle kapsamıyorlar. Hiç kuşkusuz bu, dinlerin aslından olmayıp sonradan baş gösteren bir sapmadır. Çünkü ilk peygamberden son peygambere kadar Allah tarafından gönderilen bütün dinler birdir. Yüce Allah'ın bu temel prensiplerle çelişen bir din göndermesi mümkün değildir. Fakat, din adına uydurulmuş veya tahrif edilmiş kitaplarda gördüklerine dayanarak bu tür sözler söyleyenler var.

Şu da var ki, bu gerçeği bu şekilde vurgulamak, yüce Allah'ın zatına, benzersiz sıfatlarına ve bu sıfatların evren ve insan hayatı üzerindeki etkilerine ilişkin İslami düşüncenin önceki ilahi dinlerden kaynaklanan düşüncelerden daha geniş boyutlu, daha ayrıntılı ve daha doyurucu olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu durum dinin özüne ve üstlendiği en son görevin mahiyetine uygun düşmektedir. Ayrıca dinin kendisine hitap etmek, yönlendirmek; tüm gerekleri, ayrıntıları ve sonuçları ile bu kapsamlı ve eksiksiz düşünceyi kafasına yerleştirmek üzere geldiği insanın olgunlaşma süreci ile de uyuşmaktadır.

Bu kapsamlı ve eksiksiz düşüncenin bir gereği, insan kalbinin -yapabileceği oranda- ilahlık gerçeğini ve yüceliğini kavraması, ilahlığın sonsuz gücünü hissetmesi ve evren içinde bu gücün gözlemlenebilen etkilerini görmesidir. Yine bu gücü insanın iç alemindeki görülen ve kavranabilen etkileri ve faaliyetleri aracılığı ile hissetmesidir. Bu ilahi gücün sınırsız etki alanında, duygunun, aklın ve sezginin yabancısı olmadığı faaliyetleri arasında yaşamasıdır. Bu gücün büyük küçük, önemli-önemsiz her şeyi çepeçevre kuşattığını, her şeye egemen olduğunu, her şeyi yönlendirdiğini, her şeyi koruduğunu, hiçbir şeyin gözünden kaçmadığını görmesidir.

Yine bu evrensel düşüncenin bir gereği de, insan kalbinin son derece keskin bir duyarlılık, sürekli bir hazırlık, bir korku, bir bekleyiş, bir ümit, bir arzu ile yaşamasıdır. Her harekette, içinde depreşen her duyguda Allah'a bağlı kalarak, O'nun gücünü ve egemenliğini duyarak, O'nun bilgisini ve gözetimini düşünerek, O'nun ezici gücünü ve karşı konulmaz üstünlüğünü hissederek, rahmetini ve lütfunu umarak, her durumda kendisine yakın olduğunu bilerek hayatını sürdürmesidir. '

Son olarak, evrensel İslami düşüncenin bir gereği de insan kalbinin varlıklar aleminin topyekün yaratıcısına yöneldiğini hissetmesi ve onlarla birlikte Rabbine yönelmesidir. Varlıklar aleminin Rabbini övgüyle tesbih ettiğini duyması ve onlara katılmasıdır. Varlıklar aleminin Allah'ın emri ve hikmeti uyarınca hareket ettiğini görüp Allah'ın koyduğu yasaya ve şeriata boyun eğmesidir. Bu yüzden İslam düşüncesi, bu anlamda iman esasına dayalı evrensel bir düşüncedir. Öbür anlamlarda da İslam düşüncesinin evrenselliği Kur'an-ı Kerimcin birçok yerinde, değişik konularda, kapsamlı, eksiksiz, kuşatıcı ve ince imani düşüncenin çeşitli yönlerinin sunuluşunu içeren bölümlerde belirginleşmektedir. Buna en yakın örnek de bu cüzde yer alan Haşir suresinin son kısmıdır.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nun dur, hamd O'nadır."

Göklerde ve yerde yer alan her şey Rabbine yönelmiştir. O'nu övgüyle tesbih eder; varlıklar aleminin kalbi mü'mindir, varlıklar alemindeki her şeyin ruhu mü'mindir, Allah her şeyin sahibidir ve her şey bu gerçeğin bilincindedir. Yüce Allah zatı itibariyle övgüye layıktır, yarattığı varlıklardan uludur. Buna rağmen insanoğlu şu koskoca varlık okyanusunda kalbi kafir, ruhu donmuş, inatçı, isyancı biri olarak duruyor, Allah'ı tesbih etmiyorsa, dostuna, efendisine yönelmiyorsa anormal ve kural dışı bir varlık olarak ortada kalır. Varlıklar aleminde yer alan tüm varlıklar tarafından dışlanmış gibi olur.

"O'nun gücü her şeye yeter."

Çünkü yüce Allah'ın gücü sınırsızdır. Hiçbir şeyle sınırlandırılamaz, kontrol altına alınamaz. Kur'an bu gerçeği mü'minin kalbine nakşeder, bu sayede mü'min bu gerçeği öğrenir, tanır, içeriğinden etkilenir. Rabbine güvenip dayandığı zaman, hiçbir sınır, hiçbir engel tanımadan dilediğini yapan, dilediğini gerçekleştiren bir güce güvenip dayandığını bilir.

Yüce Allah'ın gücüne, her şeyin O'nu tesbih edişine, varlıklar aleminin övgüyle O'na yöneldiğine ilişkin bu anlayış daha kapsamlı ve daha büyük imani düşüncenin bir yönünü oluşturur.

İkinci uyarıcı mesajla, övgüyle Allah'ı tesbih eden mü'min varlık okyanusunda bazen mü'min, bazen kafir olan insan kalbinin can alıcı noktasına dokunuluyor. Kuşkusuz tüm varlıklar içinde sadece insanoğlu böylesine ilginç, böylesine tuhaf bir tavır takınmaktadır.

"Sizi yaratan Allah'tır. Bununla beraber kiminiz kafirdir, kiminiz mü'min."

İnsanoğlu Allah'ın iradesi ile, O'nun gücü ile varolmuştur. Hem küfür hem de imana yönelebilme imkanı kendisine tanınmıştır. Bu iki yönlü yeteneği ile insanoğlu Allah'ın yarattığı tüm varlıklardan farklı bir nitelik kazanmıştır. Yine bu yeteneğinin gereği iman emaneti omuzlarına yüklenmiştir. Kuşku yok ki bu, büyük bir emanet, korkunç bir sorumluluktur. Bununla beraber yüce Allah insana büyük lütufta bulunarak eğri ile doğruyu ayırt edebilme ve seçebilme yeteneğini bahşetmiştir. Bunun yanı sıra davranışlarını değerlendireceği, yönünü tayin edeceği bir ölçüyü yardımına göndermiştir. Bu ölçü yüce Allah'ın insanlar arasında seçtiği elçisine indirdiği dindir. Böylece yüce Allah bütün bunlar aracılığı ile omuzlarına yüklediği emaneti taşımada insana yardımcı olmuştur, O'na hiçbir şekilde haksızlık etmemiştir.

"Allah yaptıklarınızı görmektedir."

Yüce Allah insanın her yaptığını gözetir. Niyetinin ve hedefinin gerçek mahiyetini görür. Şu halde insanoğlu bir şey yaparken kendisini gözetleyen ve her şeyini gören Allah'tan sakınmalıdır.

İnsanın gerçek mahiyetine ve varlık bütünü içindeki konumuna ilişkin bu anlayış, insanın varlık içindeki konumu, yetenekleri ve insanın varlıkların yüce yaratıcısı karşısındaki yükümlülükleri ile ilgili açık, doğru ve tutarlı İslam düşüncesinin bir yönünü oluşturmaktadır.

Üçüncü mesaj, varlıklar aleminin önünde gizli bulunan temel gerçeğe, köklü hak ilkesine işaret ediyor. Gökler ve yeryüzü bu gerçeğe dayanmaktadır. Bunun yanı sıra insanın bedensel yapısında somutlaşan Allah'ın olağanüstü sanatına da işaret ediyor. Ve en sonunda her şeyin O'nun huzuruna döneceğini vurguluyor.

"Gökleri ve yeri Hakk'a dayalı olarak gerektiği gibi yaratmıştır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş O'nadır."

Bu ayetin "Gökleri ve yeri Hakk'a dayalı olarak gerektiği gibi yarattı." şeklindeki başlangıcı, mü'minin bilincine, evrenin yapısında asıl olanın hak olduğu, hakkın sonradan ortaya çıkmış veya gereksiz bir şey olmadığı, evren binasının bu temele dayandığı gerçeğini yerleştiriyor. Gökleri ve yeri yaratan ve her ikisinin hangi temele dayandıklarını bilen yüce Allah'tır bu gerçeği bu şekilde vurgulayan. Bu gerçeğin mü'minin duygusunda yer etmesi, ona dininin ve çevresindeki varlıklar aleminin dayandığı hakka karşı güven bahşeder, bağlılığını arttırır. Çünkü hakkın üstün gelmesi kaçınılmazdır. Hakkın kalıcılığı tartışılmazdır ve batılın köpüğü kaybolduktan sonra yerini koruyacak olan haktır.

Bu ayetin içerdiği ikinci gerçek ise şudur: "Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır." Bu ifade insanın zihninde kendisinin Allah katında ne kadar saygın bir yere sahip olduğu ve yüce Allah'ın hem bedensel hem de duygusal şeklini güzel yapmakla kendisine ne büyük bir lütufta bulunduğu düşüncesini uyandırıyor. Çünkü insan, bedensel yapısı açısından yeryüzündeki canlıların en mükemmelidir. Yine duygusal yapısı ve akıl almaz sırlarla dolu ruhsal yetenekleri açısından da canlıların en gelişmişidir. işte bu yüzden kendisine yeryüzünde halifelik görevi verilmiştir. Bunun için kendisine oranla son derece geniş olan bu mülke yerleştirilmiştir.

İnsanın organik yapısının genel mimarisine veya herhangi bir organının yapısına yönelik araştırıcı bir bakış, "Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır." gerçeğini bütün çıplaklığı ile ve somut olarak görür. Bu mimaride güzellik ve mükemmellik iç içedir. Güzellik şekilden şekle farklılık gösterir. Fakat insanın organik yapısının projesi özü itibariyle güzeldir, eksiksiz bir sanat ürünüdür, insanı yeryüzünde diğer bütün canlılardan üstün kılan tüm görevlere ve özelliklere elverişlidir.

"Dönüş O'nadır."

Her şeyin, her meselenin ve her yaratığın dönüşü O'nadır. Şu evren ve şu insan O'na dönecektir. Çünkü her şey O'nun iradesi ile varolmuş ve O'na dönecektir. O'ndan gelir O'na döner her şey. Başlangıç ve sonuç O'dur. Her şeyi başından sonuna kadar kuşatan O'dur. Ama O, sınırsızdır!

Bu bölümde yer alan dördüncü mesaj ise; her şeyi çepeçevre kuşatan, insanın gizlisini ve açığını bilen ve göğüslerde saklanan sırlardan haberdar olan yüce Allah'ın ilminin tasvirine ilişkindir:

"Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir."

Bu gerçeğin mü'minin kalbine yerleşmesi O'nun Rabbini gereği gibi tanımasını, gerçek anlamda bilmesini sağlar. iman esasına dayalı evrensel İslam düşüncesinin bir yönünü zihnine yerleştirir. Duygularını ve hedeflerini etkiler. Böylece insan, her yönüyle Allah'ın gözlerinin önünde olduğunun bilincinde olarak yaşar. Çünkü Allah'ın haberdar olmadığı hiçbir sır yoktur. Vicdanların derinliklerine saklanıp ta O'nun göremediği herhangi bir niyet söz konusu değildir. O, göğüslerin içini bilir.

Kuşkusuz, insanın hem kendi varlığının hem de tüm evrenin varlığının gerçek mahiyetini, yaratıcısı ile olan ilişkisini, Rabbine karşı takınacağı tavrı kavrayabilmesi ve her hareketinde ve yönelişinde O'ndan korkup sakınması için bunun gibi üç ayet yeterlidir.

PEYGAMBERLERİN İNSAN OLMASINA İTİRAZ

Surenin ikinci bölümü, tıpkı Peygamber Efendimizi yalanlayan, O'nun insan oluşuna itiraz eden, bu yüzden kendilerine sunduğu açık ve anlaşılır belgeleri inkar eden Mekkeli müşrikler gibi, peygamberlerini ve onların sunduğu belgeleri yalanlayan, peygamberlerin insan oluşlarına itiraz eden bu yüzden suçüstü yakalanıp yurtları yerle bir edilen geçmiş milletlerin acı akıbetlerinden söz ediyor.



5- Daha önce inkar etmiş olanların haberi size gelmedi mi? Onlar dünyada günahlarının cezasını çektiler. Ayrıca ahrette de onlar için acı bir azap vardır.

6- Bunun nedeni onlara elçileri, açık deliller getirdiğinde "Bir insan mı bize yol gösterecek?" deyip inkar etmeleri, yüz çevirmeleriydi. Allah ta hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmüştür.

Büyük bir ihtimalle burada müşriklere hitap ediliyor. Allah'ın peygamberlerini yalanlayan geçmiş milletlerin akıbetleri hatırlatılarak benzeri bir akıbetten sakınmaları isteniyor. Bu ifadenin bir soru şeklinde yöneltilmesi, daha önce yaptıklarının cezasını çeken kafirlerin bu durumuna ilişkin haber kendilerine geldiği halde onların tutumlarını değiştirmemelerini kınama amacına yönelik ola-bilir. Kendilerine anlatılmakta olan bu habere dikkatlerini çekmek te hedeflenmiş olabilir. Mekkeli müşrikler, Ad ve Semud oğulları, Lut kavmi gibi geçmişte yok edilen bazı milletlerin başına gelenleri biliyor, olup bitenleri kuşaktan kuşağa aktarıyorlardı. Öte yandan onlar Arap yarımadasının kuzeyine ve güneyine yaptıkları ticaret amaçlı seyahatlerde onların harap olmuş yurtlarının kalıntıları arasından geçiyorlardı.

Burada Kur'an-ı Kerim geçmiş milletlerin dünyadaki bilinen akıbetlerine, ahirette kendilerini bekleyen acı sonu da ekliyor. "Ayrıca ahirette onlar için acı bir azap vardır." Sonra onların başlarına gelen ve ahirette kendilerini bekleyen azabı hak edişlerinin nedenini açıklıyor:

"Bunun nedeni, onlara elçileri, açık deliller getirdiğinde `Bir insan mı bize yol gösterecek?' demeleriydi."

Bu, bizzat Mekkeli müşriklerin de Peygamber Efendimize yönelttikleri bir itirazdır. Hiç kuşkusuz bu, peygamberliğin mahiyetini, insanlar için Allah tarafından gönderilen bir hayat sistemi olduğunu Dolayı siyle pratik olarak bir insan tarafından temsil edilmesi, yaşanması, o insanın kişiliği ile bu sistemin tercümanı olması, öteki insanların da güçleri oranında kendilerini ona uydurması gerektiğini, yine bu şahsın insanlardan farklı bir türe mensup olmaması Dolayı siyle, insanların hem kendilerine, hem hayatlarına, hem de gündelik yaşamlarına egemen kılacakları şekilde peygamberliğin pratik bir örneğini görmelerini zorlaştırmaması gerektiğini bilmemekten kaynaklanan çiğ bir itirazdır. Aynı şekilde bu itirazın bir diğer kaynağı da insanın mahiyetini, gökten gelen mesajı algılayıp başkalarına duyuracak kadar üstün bir özelliğe sahip olduğunu bilmeyişleridir. Aslında müşriklerin önderlikleri gibi gökten gelen mesajı insanlara duyurmak için meleklere gerek yoktur. Çünkü insanın içine Allah'ın ruhundan üflenen soluk, insanın Allah'tan gelen mesajı algılamasını ve yüceler aleminden algıladığı şekliyle gereklerini eksiksiz yerine getirmesini sağlar. Hiç kuşkusuz bu, insan türünü onurlandıran saygın bir görevdir. İnsanın Allah katındaki değerini bilmeyenlerden başkası bu görevi küçümseyemez. Kuşkusuz bu saygınlık ancak insanın içine Allah'ın ruhundan üflenen soluğun gerçekleşmesi ile mümkündür. Son olarak müşriklerin peygamberin insan oluşuna karşı takındıkları bu olumsuz tutum inatçılıktan, insanlar arasından seçilen bir elçiye uymayı kendine yedirememekten, yalancı bir büyüklük kompleksine kapılmaktan kaynaklanmaktadır. Sanki peygamberin insan oluşu şu büyüklük taslayan cahillerin değerini düşürmektedir. Çünkü anlayışlarına göre, kendi cinslerinden olmayan bir peygambere uymaları normaldi ve bunu küçük düşürücü bir davranış olarak algılamazlardı. Fakat kendilerinden birine uymaları onlara göre düşüklüktü, değerin eksilmesiydi.

Bu yüzden kendilerine sunulan mesajı inkar ettiler, peygamberlerden ve onlarla birlikte gönderilen somut belgelerden yüz çevirdiler. Bu büyüklük kompleksi ve cahillik içlerinde düğümleşti. Böylece kendileri için şirki, küfrü seçtiler.

"Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmüştür."

Allah onlara, onların imanlarına ve ita atlarına muhtaç olmadığını gösterdi. Allah hiçbir konuda onlara veya başkalarına muhtaç değildir. Aslında O, hiçbir şeye muhtaç değildir:

"Allah zengindir, övülmüştür."

İşte bu, yaptıklarının cezasını çeken geçmiş kafir milletlerin haberidir. Bu da başlarına gelen ve ahirette kendilerini bekleyen acı azabın sebebidir. Peki bu yeni türemiş kâfirler buna rağmen Allah'ın peygamberini nasıl yalanlıyorlar? Acaba böyle bir akıbetle mi karşılaşmak istiyorlar?

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLME

Üçüncü bölüm ikinci bölümün devamıdır. Kâfirlerin ölümden sonra yeniden dirilişi yalanlamalarını anlatıyor. -Öyle anlaşılıyor ki bu kafirler, Hz. Peygamberin İslama davet ettiği kimselerdir-. Bunun yanı sıra, ölümden sonra diriliş meselesini iyice pekiştirerek onlara anlatması ile ilgili olarak peygamberimize yönelik bir direktif de yer alıyor. Ayrıca kıyamet sahnesi tasvir ediliyor, kıyameti yalanlayanlarla doğrulayanların akıbetleri anlatılıyor. Müşrikler Allah'a inanmaya, Allah'a ve peygamberine itaat etmeye çağrılıyorlar ve dünya hayatında başlarına gelen her şeyi Allah'a döndürméleri isteniyor.



7- İnkar edenler, diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: "Hayır Rabbime And olsun ki mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız kesinlikle size haber verilecektir. Bu Allah'a göre kolaydır."

8-Öyleyse Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nur â (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.

9- Toplanma günü (hesap günü) için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür. Kim Allah'a inanmış ve yararlı işler yapmışsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar orada ebedi kalırlar. İşte büyük başarı budur.

10- Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar da ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. Orası gidilecek ne kötü yerdir.

11- Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.

12- Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.

13- Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.

Daha başlar başlamaz ayet-i kerime kafirlerin ölümden sonra dirilişin olmayacağına ilişkin sözlerini iddia olarak nitelendiriyor. Dolayı siyle bu iddia anlatılır anlatılmaz yalanlanmaktadır. Ardından Peygamber Efendimize diriliş meselesini en güçlü ifadelerle vurgulaması, yani Rabbine yemin ederek meseleyi açıklaması yönünde bir direktif veriliyor. Zaten Hz. Peygamberin Rabbi adına yemin etmesinden daha güçlü, daha etkili bir vurgu olamaz:

"De ki: Hayır, Rabbime And olsun ki mutlaka diriltileceksiniz: ' "Sonra yaptıklarınız kesinlikle size haber verilecektir."

Şu halde yapılan hiçbir şey göz ardı edilmeyecektir. Yüce Allah onların neler yaptıklarını onlardan daha iyi bilir, bu yüzden kıyamet günü dünyadayken yaptıkları şeyleri kesinlikle onlara bir bir anlatacaktır: "Bu, Allah'a göre kolaydır." Çünkü Allah göklerde ve yerde olanları bilir, gizli-açık her şeyden, göğüslerin içindeki duygulardan haberdardır. Ve bu gerçeği vurgulamaya dönük bir hazırlık olarak surenin başında belirttiği gibi O'nun gücü her şeye yeter.

Bu sağlam ve yeminle pekiştirilmiş ifadenin ışığında müşrikler Allah'a, peygamberine ve onunla birlikte gönderilen Nur'a inanmaya çağrılıyorlar. Bu nur Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'in müjdelediği bu dindir. Gerçekten bu din özü itibariyle bir nurdur, çünkü Allah katından gelmiştir. Allah ise göklerin ve yerin nurudur. Bu din etkileri bakımından nurdur. Çünkü kalbi aydınlatır ve kalp artık kendi kendine aydınlık saçar, içinde gizli bulunan gerçekleri görür.

Allah'a, peygamberine ve peygamberle birlikte indirilen nura inanmalarını öngören çağrının üzerine yapılan değerlendirmede, her şeyleriyle Allah'ın gözleri önünde oldukları ve hiçbir şeylerinin O'na gizli olmadığı vurgulanıyor:

"Allah yaptıklarınızı haber almaktadır."

Bu çağrının ardından ayetlerin akışı, yeniden gerçekliği en güçlü vurgularla pekiştirilen ölümden sonra diriliş sahnesini tamamlamaya koyuluyor:

"Toplanma günü için sizi bir araya getirdiği zaman, işte O, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür."

O günün toplanma günü olarak nitelendirilmesi, her kuşaktan tüm yaratıkların o günde diriltilecek olmasından kaynaklanır. Nitekim sayıları ancak Allah tarafından bilinen melekler de o gün hazır bulunurlar. Şu kadarı var ki Hz. Ebu Zer -Allah ondan razı olsun- kanalı ile bize ulaşan Peygamber Efendimizin şu sözü olayı bizim anlayışımıza biraz yaklaştırmaktadır: "Ben sizin görmediklerinizi görür, duymadıklarınızı duyarım. Gökyüzü ağırlıktan gıcırdadı ve çökecek gibi oldu. Çünkü dört parmaklık bir yer kalmamıştı ki bir melek Allah'a secde etmek amacıyla oraya kapanmamış olsun. Allah'a And olsun eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz kesinlikle az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan zevk almazdınız. Yüce Allah'a yalvarmak için yüksek tepelere çıkardınız. Ben gördüklerim karşısında budanan bir ağaç olmayı istedim.(Tirmizi)

İşte her dört parmaklık yerinde bir meleğin yer aldığı gök, insanların sınırlarını bilemediği şu dehşet verici genişliktir. Bu genişlik içinde bizim güneşimiz gibi bir güneş uzay boşluğunda yüzen bir toz zerresi gibi görünür. Bu benzetme acaba meleklerin sayısı ile ilgili olarak insana bir fikir veriyor mu? işte bu melekler toplanma günü toplananlar arasında yer alacaklar.

Bu toplanma sahnesi içinde kimin aldandığı ortaya çıkacak. Ayetin orijinalinde geçen "Tegabun" kelimesi ``Gabin" kökünün iş deş kipidir ve birbirini aldatmaya çalışmak anlamına gelir. Bu ifade mü'minlerin nimetler elde ederek başarıya ulaşmaları ile birlikte kafirlerin bunlardan yoksun kalıp sonunda cehenneme yuvarlanışlarını tasvir ediyor. Hiç kuşkusuz bunlar birbirlerinden çok uzak, farklı iki paydırlar. Sanki her şeyde başarılı olmak için kıyasıya bir yarış varmış ve her yarışçı grup rakibini aldatmaya çalışıyormuş gibi bir durum çıkıyor ortaya. Ve bu yarışta mü'minler kazanıyor, kafirlerse yeniliyor. Evet olay bu tasvirliliği ve hareketliliği ile kazanmak için rakibi aldatmayı öngören bir oyun gibidir. Nitekim ayetin devamı bunu açıklayıcı niteliktedir.

"Kim Allah'a inanmış ve yararlı işler yapmışsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük başarı budur."

"Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar da ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. Orası gidilecek ne kötü yerdir."

Ayet-i kerime iman etmeleri için onlara yönelttiği seslenişi tamamlamadan önce imani düşüncenin kadere ve Allah'a inanmanın kalbin doğru yolu bulmasının üzerideki etkisine ilişkin bir kuralını ifade ediyor:

"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir."

Belki de bu gerçek, sadece müşriklerin çağırıldıkları iman gerçeğinin sunuluşu münasebetiyle burada söz konusu edilmiştir. Buna göre her şeyin merciinin yüce Allah olduğuna inanmak gerekir, insanın başına gelen iyi ve kötü şeylerin Allah'ın izniyle olduğuna inanmak lazım. Bu gerçek bu şekilde algılanmadan iman söz konusu olamaz. Bu gerçek, hayatın iyi-kötü olayları ile karşı karşıya kalınırken insanın içinde depreşen duyguların, düşüncelerin imani temelini oluşturur. Aynı şekilde bu gerçeğin burada söz konusu edilmesinin surenin veya bu ayetin inişi esnasında mü'minler veya müşrikler arasında baş gösteren bir başka nedeni de olabilir.

Hangi nedenden dolayı gündeme getirilmiş olursa olsun bu gerçek, İslam'ın mü'minin vicdanına yerleştirdiği iman esasına dayalı düşüncenin önemli bir yönünü oluşturur. Bu sayede mü'min her olayda Allah'ın elini hisseder. Meydana gelen her harekette O'nun elini görür. Bu yüzden başına gelen zorluklar ya da esenlikler karşısında kalbi sarsılmaz, dengesini yitirmez. Zorluklara sabreder, genişliğe, esenliğe şükreder. Bazen bundan daha yüce ufuklara ulaşır ve hem zorluklara hem de esenliğe karşı şükreder duruma gelir. Çünkü bu durumda esenlikte olduğu gibi zorluklarda da Allah'ın lütfunu görür. Zorlukları uyarı, günahların örtülmesi, iyilikler kefesinin ağır basması, kısacası her halükârda kendisi için bir iyilik olarak algılar.

Buhari ve Müslim'in doğruluğunda görüş birliği içinde oldukları bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Ne kadar şaşırtıcıdır mü'minin durumu! Allah'ın verdiği her karar O'nun için hayırdır. Başına bir zorluk gelirde sabrederse bu, O'nun için iyilik olur. Yine, genişlik ve esenlik gelir de şükrederse o da iyilik olur kendisi için. Bu durum mü'minden başkası için söz konusu değildir."

"Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğru yola götürür."

ilk kuşak bazı tefsirciler, bunun Allah'ın kaderine inanmak ve başa gelen herhangi bir olay karşısında Allah'ın kaderine teslim olmak şeklinde yorumlamışlar. İbn Abbas ise "Yani Allah onun kalbini genel anlamda doğruluğa iletir" der. Gizli ve dolaysız gerçekleri doğrudan algılayacak şekilde kalbini açar. O'nun eşya ve olayların özü ile iletişim kurmasını sağlar. Bu noktaya ulaşınca eşya ve olayların kaynağını ve hedefini görür. Dolayı siyle yatışır, oturur ve huzura kavuşur. Sonra amaca ulaştırıcı kapsamlı bilgiyi elde eder. Artık hata ve eksikliklerle kuşatılmış yarım yapalak bakışlara ihtiyaç duymaz.

Aşağıdaki değerlendirme cümlesi de bunu pekiştirmektedir. "Allah her şeyi bilendir."

Şu halde burada söz konusu olan, Allah'ın bilgisinden bazı şeylere iletilmedir. Allah doğru yola ilettiğine bu bilgiyi bahşeder. Fakat bu da imanın gerçek oluşu ile de mümkündür. Bu durumda önünde perdelerin aralanmasını, sırların açılmasını hakkeder. Ama belli ölçüde...

İmana gelmesi için kendilerine yöneltilen çağrı sürdürülüyor ve şimdi de .Allah'a ve peygambere itaat etmeye davet ediliyorlar.

"Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır."

Bundan önce onlara, yüz çevirenlerin ne tür bir akıbete uğradıkları anlatılmıştı. Burada ise peygamberin mesajı duyurmakla yükümlü olduğu vurgulanıyor. Buna göre peygamber mesajı açıkça duyurduğu zaman emaneti yerine ulaştırmış, görevi tamamlamış, bir kanıt ortaya koymuş demektir. Bundan sonra geriye onlar ve biraz önce kendilerine akıbeti hatırlatılan isyankârlıkları ve yüz çevirmeleri kalıyor.

Ardından bu bölüm, onların inkar ettikleri, yalanladıkları Allah'ın birliği gerçeğinin vurgulanması ile son buluyor. Bunun yanı sıra Allah ile iletişim halindeki mü'minlerin tavrı dile getiriliyor:

"Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler."

Allah'ın birliği gerçeği iman düşüncesinin temelidir. Bu da sadece Allah'a güvenilip dayanılmasını gerektirir. İşte iman düşüncesinin kalpler üzerindeki etkisi bununla somutlaşır.

Bu ayetle birlikte artık surenin akışı müminlere hitap etmeye koyuluyor. Dolayı siyle bu ayet surenin geçmiş bölümleri ile bundan sonra gelecek kısmı arasındaki bağlantıyı sağlıyor. '

Surenin sonunda hitap müminlere yöneltiliyor. Burada yüce Allah onları eş, çocuk ve mal sınavında uyanık bulunmaya çağırıyor. Allah'tan korkmalarını, Allah'ın sözünü duyduklarında itaat etmelerini ve Allah'ın verdiği rızktan hayır amaçlı, yapıcı harcamalarda bulunmalarını istiyor. Bunun yanı sıra içlerdeki cimrilik duygusundan da sakındırıyor. Buna karşılık rızklarının kat kat arttırılacağını, günahlarının bağışlanacağını ve en sonunda kurtuluşa ereceklerini vaad ediyor. Sonunda ise, yüce Allah'ın görünen ve görünmeyen her şeyi kapsayan ilmi, caydırıcı gücü, üstünlüğü, karşı konulmaz yüceliği ve hikmeti hatırlatılıyor:



14- Ey inananlar! Eşlerinizden ve çocuklarımızdan bazıları size düşmandır. Onlardan sakının. Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

15- Mallarınız ve evlatlarınız bir sınav konusudur. Büyük mükafat ise Allah katındadır.

16- O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızı Allah yolunda harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

17 -Eğer Allah'a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah şükredenlere karşılık verendir, halimdir.

18- Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.

Bu bölümde yer alan ilk ayete ilişkin olarak İbn Abbas'a dayandırılan bir açıklamaya göre bir adam ona bu ayeti sormuş o da şu cevabı vermiştir: "Burada söz konusu edilenler Mekke'de Müslüman olmuş bazı kimselerdi. Bunlar Peygamber Efendimizin yanına gelmek istiyorlardı. Fakat eşleri ve evlatları onlara müsaade etmiyorlardı. Daha sonra Peygamberimizin yanına geldiklerinde insanların dini anlayışlarının derinleştiğini gördüler. Bundan dolayı eşlerini ve evlatlarını cezalandırmak istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Bu hadisi Tirmizi de bir başka kanaldan aktarmış ve hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir. İbn Abbas'ın kölesi İkrime de ona katılmıştır.

Şu kadarı var ki Kur'an ayeti küçük bir olaydan daha kapsamlı, daha geniş boyutlu ve daha kuşatıcıdır. Çünkü, ikinci ayette yer alan "Mallarınız ve evlatlarınız bir sınav konusudur" şeklindeki mal ve evlatlara yönelik uyarı ile eş ve evlatlara yönelik bu uyarı bir de eşlerden ve evlatlardan insana düşman olanların da bulunabileceğine ilişkin uyarı insan hayatında derin etkisi bulunan bir gerçeğe işaret ediyor. İnsanın duygusal yapısı ile hayat sahnesinde birbirine girmiş çok ince ve duyarlı ilişkilere dokunuyor. Kuşkusuz eşler ve evlatlar insanı oyalayıp O'nu Allah'ı anmaktan alıkoyabilirler. Yine görevini yapıp Allah yolunda cihad eden bir mücahidin başına gelen musibetlerle karşılaşacak olursa eşlerine ve evlatlarına bir zarar gelebilir endişesiyle imanın gerektirdiği yükümlülüğü yerine getirmede isteksiz davranabilir, bu endişe mü'mini görevlerini eksik yapmaya itebilir. Allah yolunda savaşa çıkmış bir mücahit birçok zararlara uğrar, birçok fedakârlıklarda bulunur. Hem kendisi hem de ailesi büyük zorluklarla karşılaşır. Kendi başına gelen zorluklara katlanabilir de eşinin ve çocuğunun uğradığı zorluklara katlanamaz. Bu yüzden onları güvencede tutmak, yer yurt temin etmek, mal mülk toplamak ve geçimlerini sağlamak için cimrileşir, korkaklaşır. Böylece eş ve çocuklar onun düşmanı niteliğini kazanırlar. Çünkü onu iyilik yapmaktan alıkoymuş olurlar. İnsan olarak varoluşunun en üstün hedefini gerçekleştirmesine engel olmuş olurlar. Öte yandan ondan dolayı başlarına bir şey gelebilir endişesiyle bizzat eş ve çocuklar onun yoluna dikilip görevini yapmasına engel olabilirler. Veya eş ve çocuklar onun izlediği yolun dışında bir yol tutmuş olabilirler, bu durumda o da eş ve çocukları ile Allah için her şeyden soyutlanma arasında bir tercih yapmada zorlanabilir. işte bunlar birbirinden farklı dereceleri bulunan düşmanlığın görünümleridir. Mü'minin hayatında bu tür görünümlere her zaman rastlamak mümkündür.

İşte bu yüzden, mü'minlerin kalplerinde sürekli bir uyanıklık bulunsun, bu duygulara kapılmasın ve bu etkenlerin etkisinde kalmasın diye bu girift ve karmaşık durum bizzat onların Allah tarafından uyarılmalarını gerektirmiştir.

Sonra bu uyarı değişik bir ifadeyle, mal ve evlat sınavında uyanık olmaya ilişkin bir çağrıyla tekrarlanıyor. Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesi iki anlama gelir:

Birincisi: Yüce Allah sizi mal ve evlat konusunda sınıyor, şu halde uyanık olun, sakının, sınavda başarılı olabilmeniz için sürekli hazırlıklı olun, kurtulun ve Allah için her şeyden soyutlanın. Tıpkı bir kuyumcunun saf altını katma maddelerden ayırmak için onu ateşte erittiği gibi.

İkincisi: Şu mallar ve evlatlar sizin için baştan çıkarıcı, çekici şeylerdir. Bu çekicilikleri ile sizi Allah'a karşı gelmeye, O'na isyan etmeye sürüklerler. Şu halde onların çekiciliğinden sakınınız. Sizi sürükleyip götürmesinler, Allah'tan uzaklaştırmasınlar.

Kelimenin bu her iki anlamı da kastedilmiş olabilir.

İmam Ahmed Abdullah B. Büreyde'nin şöyle dediğini anlatır: Babam Büreyde'nin şöyle dediğini duydum: Bir gün Peygamber Efendimiz minberde halka hitap ediyordu. O sırada torunları Hasan ve Hüseyin -Allah onlardan razı olsun geldiler. Al gömlekler giyinmişlerdi. Düşe kalka yürüyorlardı. Peygamber Efendimiz minberden indi ve ikisini kucaklayıp önünde bir yere oturttu. Sonra şöyle dedi: "Allah ve Peygamberi doğru söylerler. Kuşkusuz mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer sınav konusudur. Şu iki yavrumun düşe kalka yürüdüklerini görünce dayanamadım. Konuşmamı kesip onları ayağa kaldırdım: ' Ehli sünnet imamları ibn Vakid kanalıyla rivayet ederler. Bu Resulallah'tır, bunlar da kızının oğulları. Şu halde mesele çok ciddidir ve tehlikelidir. Bu konu, Allah tarafından uyarılmayı, sakındırılmayı gerektirecek kadar önemlidir. Kalpleri yaratan ve bu duyguları o kalplere yerleştiren Allah, kendilerini aşırı düzeyde bu duygulara kapılmaktan alıkoymalarını istiyor. Çünkü bu tatlı bağların insana ancak bir düşmanın yapabileceği şeyleri yaptığı, onu düşmanın tuzaklarına benzer badirelere sürüklediği biliniyor.

Bu yüzden ayet-i kerime, mal ve evlat sınavında uyanık bulunulması gerektiğini vurguladıktan ve bazı eşler ve evlatların şahsında somutlaşan düşmanlığa dikkat çektikten sonra Allah katındaki kalıcı nimetlere, güzelliklere işaret ediyor.

Bundan sonra ayet müminlere güçleri ve kapasiteleri elverdiği oranda Allah'ın buyruklarını duyup itaat etmek suretiyle O'ndan korkmaları çağrısında bulunuyor:

"O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin."

"Gücünüzün yettiği kadar" ifadesinde yüce Allah'ın kullarına yönelik lütfu, kendisinden korkup itaat etme kapasitelerine ilişkin bilgisi belirginleşiyor. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Size bir şey emrettiğim zaman onu elinizden geldiği kadar yerine getirin. Bir şeyi yasakladığım zaman da ondan uzak durun."(Buhari ve Müslim Ebu Hureyre`den rivayet ederler) Çünkü emre uymada bir sınır yoktur. Bu yüzden elinizden geldiği oranda denilmiştir. Fakat yasağı bölmenin imkanı yoktur. Bu yüzden eksiksiz uygulanması istenir.

Sonra ayet-i kerime onları Allah yolunda, yapıcı harcamalarda bulunmaya teşvik ediyor:

"Kendi iyiliğinize olârak mallarınızı Allah yolunda harcayın."

Şu halde onlar hayır amaçlı bir harcamada bulunduklarında, bunu kendileri için yapmış olurlar. Burada yüce Allah da kendileri için hayır amaçlı harcamalarda bulunmalarını istiyor. İfade, onların hayır amaçlı harcamalarını sanki doğrudan kendi şahısları için harcamışlar gibi dile getiriyor. Böyle yapacak olurlarsa bunun kendileri hesabına bir iyilik olacağını belirtiyor.

Bunun yanı sıra ayet-i kerime insanın içindeki cimrilik duygusunun ayrılmaz bir bela, bir musibet olduğunu gösteriyor. Kendini bu cimrilikten kurtaran, korunan kimse mutludur, huzurludur. Hiç kuşkusuz bu musibetten kurtulmak Allah'ın bir lütfudur.

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir." Sonra ayetlerin akışı onları hayır amacıyla dağıtmaya teşvik ediyor, yapıcı harcamaları sevdiriyor. Ve onların bu tür harcamalarını Allah'a verilmiş bir borç olarak nitelendiriyor. Yüce Mevla'sına borç verdiği bu fırsatı kim değerlendirmez? Yüce Mevla, borcu alıyor ve kat kat fazlasını veriyor. Bu sayede borç verenin günahlarını bağışlıyor. Borç verene teşekkür ediyor. Şayet kişi O'na yönelik şükrünü gereği gibi yapmaz, kusur ederse de O'na şefkat gösteriyor. Bütün bunları yapan alemlerin Rabbi olan yüce Allah'tır.

"Eğer Allah'a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah şükredenlere karşılık verendir, halimdir."

Allah ne kadar yücedir! Ne kadar kerimdir! Ve ne kâdar büyüktür! Önce kulunu yaratıyor, sonra onu çeşitli nimetlerle rızıklandırıyor. Sonra kulundan verdiği rızkların fazlasını istiyor. Kat kat fazla siyle geri vereceği borç olarak. Sonra... Yaratıp çeşitli nimetler bahşettiği kuluna teşekkür ediyor! Bu kulu, Mevla'sına, dostuna yönelik şükründe bir kusur işleyince de şefkat gösteriyor. Aman Allah'ım!.. Ne büyük lütuf.

Yüce Allah -kendi sıfatları aracılığı ile- bize nasıl kusurlarımızı ve eksikliklerimizi aşacağımızı, sürekli O'nu görmek, küçük ve sınırlı gücümüz oranında O'nu izlemeye çalışmak için nasıl yücelere çıkacağımızı öğretiyor. Nitekim yüce Allah, insanın içine kendi ruhundan bir soluk üflemiştir. Dolay isiyle, insanı gücünün ve kapasitesinin sınırları içinde en ideal noktaya ulaşma arzusuna sahip bir varlık olarak yaratmıştır. Bu yüzden yüce ufuklar sürekli açıktır. İnsan denen bu yaratık elinden geldiğince olgunlaşsın, derece derece yükselmeye çalışsın, hoşnut olduğu ve sevdiği niteliklere sahip biri olarak Allah'la buluşsun diye.

Bu ilginç mesajın ardından bu derin etkili gezinti sona eriyor. Yüce Allah'ın kalpleri gözettiği, gizli açık her şeylerinden haberdar olduğu sıfatları belirterek sure son buluyor:

"Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir." Her şey O'nun bilgisine açıktır. Onun egemenliğine boyun eğer. O'nun öngördüğü hikmete göre hareket eder. Böylece insanlar Allah'ın gözlerinin kendilerini gördüğünün, üzerlerinde egemen olduğunun, O'nun hikmetinin görünen, görünmeyen her işi yönlendirdiğinin bilinci içinde yaşamış olurlar. Kalplerin Allah'tan korkması, O'nun için her şeyden soyutlanması ve O'nun çağrısına koşması için bu düşüncenin yerleşmesi yeterlidir.

TEGABÜN SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir." (Teğâbun: 1)

Kâinat Rabbini biliyor, O'nun varlığını ve bakî oluşunu tanıyor. Bu yüzden O'nu hamd ile teşbih ediyor ve emrine boyun eğiyor. İnsanlara gelince onlar ne haldedirler? İnsanların geneli, Allah'a karşı geliyor, haklarını inkâr ediyor ve elçilerine karşı savaş açıyor: "O insanı nutfeden (spermden) yarattı. Bir de bakmı­şsın ki o (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir." (Nahl: 4) Bu nasıl bir itaat­sizlik ve saçmalıktır?!

Ne garib! Allah'a nasıl karşı gelinir ve O'nu inkâr eden nasıl inkâr eder? Her şeyde O'na işaret vardır. O'nun bir tek olduğuna işaret eden!.

Teğâbun Sûresi, işlenen seviyesizliği ve adî günahları hatırlatan şu teşbih ile baş­lamıştır:

"Sizi O yarattı. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mü'min. Allah yaptıklarınızı görmek­tedir." (Teğâbun: 2)

Allah'ın senin suretini güzel yaratmasına karşın senin O'nu takdir edememen, sa­na nimet verdiği halde gaflet ve inkâra dalman bir eksikliktir. İnsanlar vahyi, kendi­leri gibi bir beşer yüklendi diye inkâr ettiler sonunda geçmiş asırlarda Âd ve Semûd gibi şöyle dediler: "Rabbimiz dikseydi melekler indirilirdi." (Fussilet: 14)

Başka bir insanın üstünlüğünü tanımak insanoğluna çok zor gelir. Çünkü insa­noğlu, Özellikle de ahmak olanları, kendisini o konuma getirmesini ve başkasından üs­tün olmasını ister. Bunlar, birer zekâ fukarası ve kendi ehline ihanet eden kimselerdir.

"Önceden inkâr edenlerin haberi size gelmedi mi? (Onlar) işlerinin vebalini tat­tılar ve onlar için acı bir azap vardır. Böyledir, çünkü onlara peygamberleri, açık deliller getirirlerdi, fakat onlar (peygamberlere): 'Bir insan mı bize yol göslerecek?' deyip inkâr ettiler ve yüz çevirdiler. Allah da (hiçbir şeye) muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmüştür." (Teğâbun: 5-6)

Kendini başkalarından üstün görmek ve başkalarını alt edip yenilgiye uğratmak, bazı bireylerin karakteridir. Böyle olmasına rağmen bu karakterin bir kısım halkta ol­duğu zehabına kapılır. Şayet peygamberler ve sâlih kimseler, kendilerine verilen ye­teneklerle övünüp böbürlenme ve ululuk taslamış olsalardı, mutlaka biz onların baş­kalarını küçük gördüklerini ve kibir ve küfre sığındıklarını söylerdik. Ama resuller, insanların en alçak gönüllüsü ve en yumuşak huylusudur. Bu yüzden onlara karşı çık­ma, azılı bir inkâr ve açık bir günahtır.

"İnkar edenler, katiyyen dirilmeyeceklerini sandılar. De ki: Hayır, Rabbim hak­kı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (Teğâbun: 7)

Yeniden dirilmeyi inkâr, kadîm bir suçtur. Fakat bu suç, bu çağda daha da yay­gınlık kazanmıştır. Çünkü içinde bulunduğumuz medeniyet, dünya hayatını süslemiş ve toprağı o hayatın çok daha ötelerine yığmıştır. Onlara göre, âhiret gününden ko­nuşmayı akıllıların dile alması caiz değildir.

Bu inkârda onların liderliğini Ehli Kitap'tan Yahudiler yapmışlardır. Arap rnül-hidleri de, halka Allah'ı unutturmaya ve O'nunla buluşmayı inkâr ettirmeye çalışmış­lar ve âhiret pasajlarını tasvir eden Kur'ân'la aralarını açmışlardır. Dinin meseleleri tamamen yaygın olan irtidata direnen yeni bir sunuşa ihtiyaç duymaktadır.

"Artık Allah'a, Resûlü'ne ve indirdiğimiz nura İnanın." (Teğâbun: 8)

Buradaki nûr, Kur'ân'dır. Bu, bir çok âyette böyle isimlendirilmiştir: "Fakat biz O'nu (vahyettiğimiz kitabı) kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştir­diğimiz bir nûr kıldık." (Şûra: 52)

Bu kitap dışında A'dan Z'ye kadar Yüce Allah'tan sâdır olan güvenilir hiç bir söz yoktur. Bu kitap, yakîne erdiren bir hayli delilleriyle birlikte insanı kurtuluşa erdiren inancı ortaya koymuştur. Keşke Müslümanlar, kitaplarının seviyelerine yükselip risâ-letini yerine getirebilseler.

"Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o teğâbun (aldanma) günüdür." (Te­ğâbun: 9)

Yeniden dirilme gününde insanların hisleri, açıklamaya ihtiyaç duymaktadır. Bazı insanlar o gün şöyle diyecekler: "Ah, keşke ben, bu hayatım için (iyi işler yapıp) gön-derseydim." (Fecr: 24) O gün, bir çokları vakitlerini ve kendilerine verilen nimetleri heba edip itaat üzere kullanmadıkları için pişman olacaklardır. Bu olay, bir hadiste şöyle geçmektedir: "Bir çok insanın aldandığı iki nimet vardır: Sıhhat ve boş vakit."

Bir kısım insanlar, filanı büyük sanarak dost olup falanı zayıf görerek düşman olduklarına pişman olacaklardır. Kurtuluşa erdirecek olan bir çok fırsatlar, aşırı ahmak­lıkları yüzünden insanlardan kaybolup gitmiştir. Bir zaman gelir ki inkâr edenler, keş­ke Müslüman olsaydık, diye arzu ederler. (Hicr: 2) Ne yazık ki, çalışma vakti geçmiş ve hesap vakti gelip çatmıştır.

Bu sûre, Medenî olup, Muhacir ve Ensâr, pek güçlükler ve şiddetli düşmanlıklar karşısında İslâm devletini kurmakla yükümlü tutulunca Allah bir milletin sabretmesi ve imanda güçlenmesi için şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın izni olmaksızın hiç bir musibet İsabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir." (Teğâbun: 11)

Bir kişinin dinine yardım için ülkesini terketmesi, çok zor bir şeydir. Her insan buna katlanamaz.

Ebu't-Tıb der ki:

"Eğer güçlük olmayaydı bütün insanlar ihtiyaç duyulan cömertliğe koşar ilerle­mek adına savaşırlardı!"

Hicret çağrısına kulak veren insanlar, bu çağrının gereğim yerine getirdiler. Ço­cuklarının ve eşlerinin yanında kalıp rahat etmeyi isteyenler ise bu onuru kaybettiler. Bu onuru kaybedenlerin büyük bir çoğunluğu ise sevdikleri insanlar hatırına bu kesin çağrıya kulaklarını tıkadılar, işte bu insanlar hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey inananlar, eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. On­lardan sakının. Ama affeder, (kusurlarından) geçer, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Teğâbun: 14)

Hayata bağlılık, bazen ihanet ve kaybetme aracı olabilir:

"Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitne (deneme)dir. Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır." (Teğâbun: 15)

Sapıklık ve düşmanlığa karşı direnme, imanlı insanların sabırla ve gönüllü olarak katlanmaları gereken fedâkârlığa gereksinim duyduğu bir gerçektir. Biz günümüzde öyle yiğitler gördük ki, bunlar Allah'a verdikleri sözü yerine getirme noktasında hiç bir kınayıcımn kınamasına aldırış etmezler. Hırsızlara arka çıkanlar ve emniyet güç­lerine karşı gelenlerin ne bir güvencesi ne de bir imanı vardır. İşte bu sebepten dola­yı sûre, çalışma ve mücâdele etmenin gerekliliğini ortaya koyarak son buluyor.

"O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işle on­lar kurtuluşa erenlerdir." (Teğâbun: 16)

TEGABÜN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1. Yukarılarda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar

her zaman, devamlı surette Allah'ı tenzih eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve b u sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm, gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her an ilan edip durmakta, zerresinden ci s imlerine, cisimlerinden fezasına her neye bakılsa hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O'ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan O'dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme v e yaşatma, üstün ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O'nun, her nede olursa olsun hamd ve şükür, övülme ve ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye kâdirdir. Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları yok, yokları var etmeye kâdirdir.

2. Kudretinin izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır sonra da içinizden kimi kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun kudretine, gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı, yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir. Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna de l alet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin "kâfiren ev müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve ba'züküm mümin" gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma ile tertibe delalet eden ile şekli n de yan bir cümle olarak getirilmesi, küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade et mektedir.

Kadî Beydâvî daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü takdir edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak kılınan demektir." Ebu's-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları söylemiştir: "Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâf i r, kiminiz mümin olup gruplara ayrıldınız." Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse, Mu'tezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri o l maksızın sadece kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: E bu Zerr demiştir ki: "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der. Allah Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi cennetlik m i?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır." Ebu Zerr bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 'e kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının içerisinde gelecekteki mukadderatının ta k dir edilmiş bulunduğunu gösterir. Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir. Kulun bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, "Sizi v e yapmakta olduklarınızı Allah yarattı. " (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a aittir. Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır. Ancak Allah'ın imana rızası var, küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi kâfir, kimi mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin işaret ettiği mânâ, hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur. Bunlardan

birisi, "Allah dilemedikçe siz bir şey dil eyemezsiniz." (Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de "Dileyen Rabbine varan bir yol tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de, kulun fiilî tarafını kuvvetlendir m ektedir. Halbuki Allah, her ne yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O'nu göremeseniz de O sizi ve ya p tıklarınızı görüyor. O halde O'na karşı küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçların a dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Ne c m, 53/39) ve "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu âyette de "ne yaparsanız" ifadesi ile kasdedilen, gerek doğru d an doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî ( A llah'ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da, kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula ait olması ve böylece kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir. O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.

3. Çünkü Allah Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran Allah Teâlâ, her birine hakkıyla ger e kli görerek yaratacağı sonuçları, elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe

vereceği cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel biçime sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı birbirinden ayırdettiren suretle r ini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırma k mümkün ve mukadder olduğu kadar tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır. D enilmiştir ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir." Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali'ye nisbet ederler:

"Sanırsın ki sen bir küçük cisimsin

Halbuki o büyük âlem sende dürülüdür."

Câsiye Sûresi'nde geçen "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi..." (Câsiye, 45/13) âyetinde de bu mânâya işaret vardır. Yine bu anlamdan dolayı Ebu'l-Feth el-Busti şöyle demiştir:

"Nefsine dikkat et, onun faziletlerini tamamla

Çünkü sen cisimle değil, ruh ile insansın."

Kısacası Allah Teâlâ, "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4) buyurduğu üzere insanı en güzel surette yaratmıştır. O halde bunun hakkı, layıkı ve gereği de insanların çirkin hallerden sakınıp "Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için..." (Mülk, 67/2) buyurulduğu gibi en güzel amellerle yarışarak Allah'a yaklaşmaya çalışmasıdır. Çünkü nihayet dönüş O'nadır.

Masîr, sayruret etmek, rücu' etmek, dönüp gitmek mânâsına mimli mastar, bir de dönüp varılacak yer anlamında ism-i mekândır. Burada birincisi yani dönüş mânâsı, 'de ikincisi, dönüş yeri mânâsı daha uygundur. İlk yaratılış ve geliş Allah'tan olduğu gibi niha y et gidiş de O'nadır. O gökleri ve yeri hak ile yaratıp size o güzel suretleri veren ve hiç bir leke kabul etmeyip bütün güzellikler, mülk ve hamd kendisinin olan, her şeye kâdir ve her noksanlıktan berî olan Allah'a varılacak, O'nun hiçbir haksızlığa yer v ermeyen yegane huzurunda toplanılıp haklı, haksız, iyi ve kötü ayırdedilerek yeniden dirilişte iyiye iyi, kötüye kötü ceza verilecektir.

4. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir ve siz her ne gizliyor ve açıklıyorsanız hepsini bilir ve Allah bütün göğüslerin hakikatini de bilir. Onun için gerek kalblerinizin ve ruhlarınızın derinliklerinde, gerek bedenlerinizin içinde dışında ve gerek bulunduğunuz bütün muhitlerde neler tutuyor, neler saklıyor, aranızda neler konuşuyor, neler yapıyor, âlem e neler yayıyor, âlemden neler alıp neler yutuyorsanız, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, haklı ve haksız hepsini bilir, sizin bildiklerinizi de bilmediklerinizi de hepsini tamamiyle bilir. O halde insan olanlar O'na iman edip, O'nun yarattığı o güzel yaratılı ş ı, hakkıyla güzel kullanmalı, O'nun nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamd ve şükrünü yerine getirmeli de O'nun huzuruna yüz akıyla gitmeli, küfür ve nankörlük, fısk ve isyan ile yüz karası içinde gidip de o çok acı veren azaba atılmamalıdır.

5. Ey bugünkü kâfirler! Bundan önce küfredip de yaptıklarının vebalini tatmış olanların önemli haberleri size gelmedi mi? Nuh, Âd, Semud, Lut kavmi ve Firavun gibi küfürde ısrar edenlerin küfürlerinin, azgınlıklarının vebali olan o ağır ve acı felaketleri bu dünyada nasıl tattıklarını ve nasıl battıklarını işitmediniz mi? Gerek önceki kitablarda ve gerek Kur'ân'da bunlar size haber verilmedi mi? Halbuki onlar yalnız bu dünyada tattıkları o acılarla kalmadılar. Onlar için daha çok acıklı, dayanılmaz bir az a p da vardır ki o da ahirettedir. Bunlar size haber verilmişken sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorsunuz.

6. İşte o, haber verilen dünyadaki tattıkları vebal ve ahirette tadacakları acıklı azap şu sebepledir ki onlara peygamberleri beyyinelerle, açık deliller ve mucizelerle geliyorlardı da bize bir beşer mi yol gösterecek? Dediler, bu suretle küfrettiler Hakk'ı tanımadılar, o peygamberlere ve delillere inanmadılar. Ve aksine gittiler, Allah da muhtaç olmadığını gösterdi. O nların ne iman ve itaatlarına, ne de kendilerine

asla ihtiyacı bulunmadığını anlattı. Onların hepsini helak edip arkalarını kesti. Şüphe yok ki yaratan Allah gani (zengin) olmasaydı öyle yapmazdı. Evet Allah ganidir, sadece onlardan değil, bütün âlemlerden ganidir. Dilerse hepsini mahveder, yenisini yapar. Hamîd'dir, zatında her güzelliği, her üstünlüğü toplayıcı, her türlü hamd ve hürmete müstehaktır.

7. Küfredenler şöyle zannettiler, bilgiçlik taslayarak ahireti inkâr edip şu batıl fikir ve itikada "doğru" diyerek saplandılar ki asla dirilmeyeceklermiş, öldükten sonra yeniden diriltilmeleri, önce yaptıklarının başlarına vurulması, iyilik nasılmış, kötülük nasılmış, acı mıymış, tatlı mıymış, anlatılarak ceza çektirilmesi kabil değilmiş, öld ü kten sonra her şey yok olur biter, iyilik de kötülük de, doğruluk da, eğrilik de boşa gider, hak ve hakikat denilen sabit bir şey yoktur, insan sadece kokup çürüyüp gidecek olan tenden ibarettir diye sandılar ve o gidişin nereye olacağını düşünmediler d e o yaptıkları haksızlıklara, karıştırdıkları haltlara, o küfür ve nankörlüğe ondan dolayı düştüler. De ki: Hayır! Rabbim hakkı için sizler gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlar elbette diriltileceksiniz. "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." denildiği gibi hakkın huzurunda ayıltılıp uyandırılacaksınız. Sonra da yaptıklarınız size haber verilecektir. Hesaba çekilip cezalandırılacaksınız iman edip iyi işler yapanlar kârlı çıkıp bahtiyar olacak, küfür ve nankörlüğe gidenler zar a ra uğrayıp belalarını bulacaklardır. Bu, dirilme ve ceza sizlere zor gelse de Allah'a göre kolaydır. Çünkü O yaratıcı, her şeye kâdirdir.

8. O halde yanlış zanlardan Allah'a ve Resulü'ne, bunları size tebliğ eden peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e ve indirmiş olduğumuz nura yani şuurları, basiretleri aydınlatacak Hak nuru olan Kur'ân'a iman ediniz. İnanıp gereğince amel ediniz, gösterdiği yolda, anlattığı huy ve ahlâkta çalışınız, emirlerini tutup nehiylerinden kaçınarak, Hak uğrunda güzel işler yapınız ki Allah her ne yaparsanız haberdardır, küçük büyük, iyi ve kötü hepsini bilir, sırası gelince hepsini size haber verir.

9. Ne günü bilir misiniz? Sizleri o dernek gününe derleyip toplayacağı gün O gün teğabün günüdür. Kimin aldatıp kimin aldandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.

Teğabun, gabn'den türetilmiş "tefaul" vezninde bir kelimedir. Gabn, alış verişte veya görüşte aldanmak yahut aldatmak, yani değerinden aşağı veya yukarı almak, ya da vermek demektir. Aradaki fa rk az olursa gabn-i yesir, çok

olursa gabn-i fahiş denilir. Teğabün de karşılıkla aldatma yahut aldatma veya aldanmanın ortaya çıkması anlamını ifade etmektedir. Alış verişte meydana gelirse gayn'ın üstünü, ba'nın sükunuyla "ğabn", re'yde olursa ikisinin de üstünüyle "gaben" diye ayırd edilir. Mamafih muameledeki de re'ye ait olacağından sonuçta ikisi de aynı yere çıkmaktadır. Aldatan gabin, aldanan mağbun demektir. Rağıb der ki: "Gabn, aranızdaki muamelede sana, arkadaşının bir nevi gizlice alçaklık etmesidir. Malda olursa "Falanca aldattı." denir. Re'yde olursa "Şöyle aldandı veya aldandım." denilir ki gaflet, gabin sayılır. "Yevmu't-teğabun" kıyamet günü anlamını ifade eder. Çünkü "İnsanlardan öylesi de var ki kendisini Allah'ın rızasına sa t ar.." (Bakara, 2/207), "Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır." (Tevbe, 9/111), ve "Fakat Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur.." (Âl- i İmrân, 3/77) âyetlerinde işaret edilen alış verişte ğabin bulunup bulunmadığı o gün ortaya çıkacak, kâr ve zarar olup olmadığı o zaman anlaşılacaktır." Bazıları, hakkında soru sorulduğu vakit şöyle demişlerdir: "O gün eşya onlara, dünyadaki miktarlarının tersine görünecektir." Bazı müfessirler de demişlerdir ki: "Ğabnın aslı, şey'i gizlemektir. Şey'in gizlendiği yere de üstünle "ğaben" denilir. Organlardan dirsek, kasık gibi büklüm yerlerine de gizlenmesinden dolayı "meğabin" adı verilir. Bu anlamda k adına da "tayyibetu'l-meğabin" (gizli güzel) denir." Zemahşeri de der ki: "Teğabün burada, kavmin ticarette birbirlerini aldatmaları mânâsında ödünç olarak kullanılmış olup, şaki (sapık) olanların said (bahtiyar) oldukları takdirde işgal edecekleri mevkil e re saidlerin konması ve said olanların şaki oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere de şakilerin konması mânâsınadır. Resulullah'ın hadisinde de, "Cennete giren her kula, şayet kötülük yapmış olsaydı cehennemde bulunacağı yer muhakkak gösterilirdi k i şükrü artsın, cehenneme giren her kula da şayet iyilik yapsaydı cennette bulunacağı makam mutlaka gösterilir ki üzüntüsü artsın." diye zikredilmiştir. (Bu konuda bilgi için "İşte size cennet; yaptıklarınıza karşılık o size miras bırakıldı diye sesleni l di." (A'râf, 7/43) âyetinin tefsirine bkz.) Gerçi insanların o günün dışında da aldatma ve aldanmaları olmaz değildir, ancak bu ne kadar büyük olursa olsun dünya işlerinde aldanma ve aldatma, hakiki teğabun olmayıp, gerçek teğabunun kıyamet günü olduğunu hatırlatmak için ona denilmiştir." Ticarette Teğabun'un

"tefaul" babının meşhur mânâsına bakarak ekseriya alış veriş yaparken karşılıklı olarak birbirini aldatmaya çalışmak mânâsına "iki kişi arasında" vuku bulduğu söylenirse de, "tevazu" (alçak gönüllü olma) ve tekaud" (emekli olma) kelimelerinde olduğu gibi tek kişi için de kullanılır. Burada Mücahid ve Katade'den "Cennet ehlinin, cehennem ehlini aldattığı gün" diye tefsir edildiği de nakledilmiştir. Biz buna hakiki aldatma ve aldanmanın gerçekleştiği kâr ve zarar günü demekle her iki ihtimali de ifade etmiş olacağımızı zannediyoruz. Dünya muhabbetine dalmış olan bedbahtların en büyük arzuları, ticaret sevdasıyla şunu bunu aldatmak olduğu cihetle, burada onların kınanması için teğabun tabiri kullanılmıştır. Esasen maksad, en büyük kâr ve zararın tahakkuk edeceğini ifade etmekle o günün büyüklüğünü anlatmaktır. Kimlerin kâr, kimlerin zarar edeceği konusuna gelince her kim Allah'a iman edip yararlı işler yaparsa işte o kâr edecektir. Çünkü Allah on d an onun günahlarını örtecek ve onu altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Öyle ki içlerinde ebediyyen kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş, büyük zafer odur. Çünkü her tehlikeden kurtulup en büyük murad, en büyük zevk olan o yüce rızaya erme k oradadır.

10. Küfredip bizim âyetlerimize yalan diyenler ise işte onlar, aldanıp zarar edenlerdir. Çünkü onlar ateş ashabıdırlar, cehennem ateşinde kalmaya mahkûmdurlar. Öyle ki orada ebedi olarak kalacaklardır. Ki o da ne fena masir , ne kötü varılacak yer, ne çirkin yataktır. Onun için insan olanlar bundan sakınıp o büyük kurtuluşa ermek için iman edip yararlı işler yapmalıdır. Öyle iman ve bağlılıkla çalışmak ve hangi amelin daha faydalı, o gün için daha kârlı olduğunu bilmek kolay mı? Ve öyle çalışan müminlerin başlarına da dünyada bir takım belalar gelmiyor mu? denilecek olursa:

Meâl-i Şerifi

11- Allah'ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi b ilendir.

12- Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.

13- Allah ki O'ndan başka tanrı yoktur. Müminler Allah'a dayansınlar.

14- Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.

15- Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın yanındadır.

16- O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

17- Eğer Allah'a güzel bir borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir, halimdir.

18- Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.

11. Bir musibet isabet etmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah'ın izniyledir. Allah'ın izni olmayınca h i ç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz). Gerçi "Başına gelen kötülük ise nefsindendir." (Nisâ, 4/ 79), "Bir m i llet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak ise de böylesi musibetler bile, yine de Allah'ın takdiri, irades i ve izni olmadıkça meydana gelmez. Onun için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ, 4/78) buyurulmuştur. Bu ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah'a iman ederse Allah onun kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür, gelen mus i betin ancak Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın olup yine O'na döneceğini hatırlatarak "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece elinizden çıkana üzülmeyesini z ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız.." (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) müjdesiyle ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin ve rmesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi gerekeceğini

bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar. O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve Resulü'ne ve o nura (Kur'ân'a) iman edin. "Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin." Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.

12. Bir musibet isabet etmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah'ın izniyledir. Allah'ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz). Gerçi "Başına gelen kötülük ise nefsindendir." (Nisâ, 4/ 79), "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğ u muhakkak ise de böylesi musibetler bile, yine de Allah'ın takdiri, iradesi ve izni olmadıkça meydana gelmez. Onun için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ, 4/78) buyurulmuştur. Bu ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah'a iman ederse A l lah onun kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür, gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın olup yine O'na döneceğini hatırlatarak "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız.." (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) müjdesi y le ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin vermesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi gerekeceğini

bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar. O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve Resulü'ne ve o nura (Kur'ân'a) iman edin. "Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin." Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.

13. Bir musibet isabet etmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah'ın izniyledir. Allah'ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz). Gerçi "Başına gelen kötülük ise nefsindendir." (Nisâ, 4/ 79), "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak ise de böylesi musibetler bile, yine de Allah'ın takdiri, iradesi ve izni olmadıkça meydana gelmez. Onun için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ, 4/78) buyurulmuştur. B u ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah'a iman ederse Allah onun kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür, gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın olup yine O'na döneceğini hatırlata r ak "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız.." (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yal n ız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) müjdesiyle ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin vermesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi gerekeceğini

bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar. O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve Resulü'ne ve o nura (Kur'ân'a) iman edin. "A llah'a itaat edin, peygambere itaat edin." Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.

14. "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan." Toplumda iç huzurun en önemli prensiplerinden biri de aile düzenidir. Böylesine mühim bir mesele olmasından dolayı burada müminlere yararlı işlerin beyanı sırasında aile problemleriyle ilgili bazı talimatları içeren bir hitap ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem önceki iki sûrenin sonunda yer al a n hitabelerine bir nazire, hem de bundan sonra gelecek olan iki sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hakim, İbnü Cerir ve daha başkaları İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Bu âyeti bazı Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüma n olmuşlar ve Medine'ye Peygamber (s.a.v)'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ce z a vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi." Diğer bir rivayette de şöyle denilmiştir. "Bir adam hicret etmek istemişti, ancak karısı ve çocuğu ona mâni olmuştu, o da "Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru'l-hicre (Medine)'de bir araya getirirse vallahi şöyle şöyle yapacağım." diye yemin etmişti. Böylece bu âyet nazil oldu." Ata b. ebi Rabah'tan rivayet edildiğine göre: "Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber'le beraber gazaya gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar ve biz senin ayrılığına dayanamayız diye sızlandılar. O da merhamet gösterip gazaya katılmamış, sonra da pişmanlık duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet indi." Bu da gösteriyor ki âyetin nüzul sebebiyle ilgili birden çok rivayet vardır. Ancak bu rivayetl e ri birleştirmek mümkündür. Âyetin söz gelimi ve mânâsı bu ve benzeri rivayetlere uygun olduğu gibi daha da kapsamlıdır.

Ezvac, zevc kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de dişiye de denir. Burada hitab, âyetin dış anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna göre murad da, onların eşleri olan hanımlar demektir. Ancak "Ey iman edenler!" gibi erkeklere yapılan hitab'ın tağlib yoluyla kadınları da kapsaması kaidesine bakarak, ezvacın da erkek ve kadın eşleri içine aldığı söylenebilir. Önceki ifadeden bu

mânâ, işaret en veya delaleten anlaşılır. Buyuruluyor ki: Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuk l ardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya kadar giden, yemeğine zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına, namusuna hıyanet eden, dinini diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve çocuklar bulunagelmiştir. Bunu bile bile kasden yapanlar olduğu gibi bir takımları ve belki de birçokları bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını zararlara, sıkıntılara, keder ve üzünt ü lere düşürür, böylelikle bir takım hayırlı işlere, ibadetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifade edilen bu ikinci husus, bundan sonra gelen âyette fitne tabiriyle gösterilmiş olmasına nazaran burada daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla gelirse de, o âyette zikredilmemiş olan ezvacla beraber burada da aynı mânâ düşünülerek mutlak anlamda olan düşmanlığın kasıtlı veya kasıtsız olma ihtimalinin bulunması, iki âyet arasında bir "intibak" sanatı ifade edebileceği cihetle daha beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar tarafından olabildiği gibi koca tarafından da olabilir. Karılarına hıyanet eden nice erkekler de vardır. Ancak hitabın zahiren erkeklere olması itibarıyla o taraf açıklanmayıp mânânın işaret ve delaletine bırakılmıştır. Bunun da sebebi şudur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur..." (Nisâ, 4/34) âyeti gereğince erkeklerin infak, i dare ve terbiyeyi üzerlerine alan reisler olmaları hasebiyle hitab, öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman sıfatıyla nida edilmiş olduğu cihetle akil, baliğ, mükellef bir mümin olarak seslenilmiş, bir aile reisinin kendi ailesine karşı düşmanlık ve a h lâksızlığının, erkeğin akıl ve iman yönüyle bağdaşmayacağı ifade edilmiş ve onlara ancak bu gibi durumlarda uyanık bulunup birtakım mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama ve müsamaha gibi ahlâkî faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak üzere bu c i het açıkça belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir. Yani gerçekte kâmil bir mümin için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile mümkün değildir. O halde müminlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan da onlara düşman değil, cidden dost ve e s irgeyici olmak, o imanın alâmet ve terbiyesini kazanmaktır. Hal ve ifade yönünden örnek olarak bunu telkin ve idare etme vazife ve sorumluluğu ise öncelikle erkeklere

yöneltilmiştir. Bunun da sebebi, kadınların akıldan ziyade hislerine tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca özeti şöyledir: "Ey iman eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler. Sizlerin erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size bağlı olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de, z evceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları sebebiyle sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen bazılarının da bulunabileceği muhakkaktır. O halde düşmanlardan sakınınız. Onlara dikkat edip mahzurlarından korununuz, ş e rlerinden, keder ve sıkıntılarından emin olup kendinizi onlara kaptırmayınız. Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine, malına, şusuna busuna kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini ve ahlâkını aramak gerekir. Nitekim bir hadiste "Çöp l ükte biten yeşillikten sakınınız!" buyurulmuştur. Sonra da aile hukukuna riayet ve onların dinî terbiyelerine dikkat etmeli, ayrıca onların yüzünden gelmesi beklenilen dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip uyanık durumda bu l unmalı, sevgi ve alaka sevdasıyla şımartmamalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bun l ar, size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesi z Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.

15. Her halde mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip zahmetlere ve günahlara sokmaya sebeb olan ve bir takım hayırlardan, itaatlardan alıkoyan bir imtihan ve sıkıntıdır. Halbuki büyük mükafat Allah'ın yanındadır. Binaenaleyh Allah muhabbetini, zikir ve taatı mal ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal ve evlat kaygılarıyla uğraşırken Allah için olan ibadet ve itaatı bozmamalıdır.

16. On un için gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Fitneden, Allah'ın rızasına muhalif olan şeylerden sakınıp Allah'ın korumasına sığınarak takva yolunu tutun. Bu emir, "Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun..." (Al-i İmrân, 3/102) emrine nazaran çok h a fifletilmiştir. Yani Allah'a layık bir şekilde, tam hakkıyla takva yapamazsanız bile gücünüzün yettiği kadar müttaki olun, korunun, Allah'ı zikirden gaflet etmeyin. Ve dinleyin ve Allah'ın emirlerini,

nehiylerini, vaaz ve nasihatı dinleyin ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle tatbik ve icra edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek yerden çıkan madenlerden, Allah'ın size rızık olarak v e rdiği şeylerden zevcelerin ve çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae sûrelerinde emir ve teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba, yetimler, miskinler ve yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun fakir kulların ihtiyaçları, İs l âm dinini yayma ve müdafaa ile Allah yolunda cihad, iyilik ve takvada yardımlaşmak için gücünüzün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için hayır yapın, Allah'ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında en hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükafatın Allah'ın yanında olması, dünya zevklerinin yok olup Allah'ın yanındakilerin kalması sebebiyle Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla nefisleriniz hakkında mal ve evlattan daha hayırlıdır. Bundan dola y ı mal ve evlat dert ve hırsıyla Allah'ı ve kendilerinizi unutup da hayır için infaktan geri kalmayın. Allah için hayırlar yapın ve O'nun için çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek bakın ve her kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah'ın korumasına sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O'nun için gücünüzün yettiği kadar Allah'a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın. Nefislerinizin hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile kendinizi, çoluk, çoc u ğunuzu ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin. Cömert ve asil olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışın. (Konuyla ilgili olarak (Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin tefsirine bkz.)

17. Eğer Allah'a karz-ı hasen (güzel borç) vermek suretiyle borç verirseniz (bilgi için Bakara, 2/245; Hadîd, 57/11 âyetlerinin tefsirine bkz.) Bu âyet de infaka teşvik etmektedir. Bazıları bundan maksat, farz olan zekâttır demişler, bazıları mendub, bazıları da hepsinden daha umumi olduğunu söylemişlerdir ki teşvike en uygun olan da budur. Yani Allah'tan güzel mükafat istemekten başka bir maksat beslemeyerek samimi niyetle verilen ödünçler gibi "(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yolunda cihada adamış, Allah'a taatten başka bir düşüncesi olmayan, o sebeble ye r yüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakirlere verilmelidir..." (Bakara, 2/273) buyurulduğu şekilde Allah yolunda çalışan ve çalışacak olanların ihtiyaçlarından v e bu kabil diğer iyilik ve hayırlardan Allah rızası için mal veya emek sarfederek infak

ve bağışta bulunursanız, bu şekilde sarfedilen şeyler, sandıklarda para saklamaktan, dünya istekleri için sarfetmekten veya borç vermekten, tefecilik ve faizcilik şöyle dursun meşru ticaretlerden bile daha kârlıdır. Çünkü Allah onu kat kat mükafatıyla öder. On kattan yedi yüze kadar ve hatta daha ziyade katlar. Memlekette bu yüzden meydana gelecek güzel çalışma ve işlerle umumi zenginlik artıp, zenginlerle fakirler a rasında sevgi oluşturmanın dışında ahirette de kat kat sevab verir. Hem de günahlarınızı bağışlar, ve Allah Şekûr'dur. Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demek olup, Allah Teâlâ da rızası için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük mükafatlar verir. Nimet esasen kendisinin olduğu halde onun şükrünü bilip de Allah için Allah'ın sarfını emrettiği yerlere sarfedenlerin hem daha güzel ve daha fazlasıyla mükafatını artırır, hem kıymetlerini yükseltir, hem de Halim'dir. Günahkârları hemen cezaya çarp t ırmayıp mühlet verir. Gerçi hesab görmek istediği zaman hesabı çok seridir, bir anda bütün hesabları görüp bitiriverir. Fakat her günahın peşinden hesabını görmez, bir çoklarına mühlet verir. Bu da kendisine her hangi bir şey gizli kaldığı için değil, bü y üklüğündendir.

18. Çünkü gaybın da alimidir, şehadetin de, gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları da bilir. Meydana gelenleri de bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle Aziz, öyle Hakîm'dir. Şekûr ve Halîm olmakla beraber Azizdir. İsyana karşı zorlama ve cezası şiddetlidir. Dilerse hiç birine mühlet vermez, izzetiyle hepsinin hesabını görüverir, hatır ve hayale gelmeyecek şeyler yapar. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptıklarını öncesini sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler gerektirerek h a kkıyla muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet vardır. Onun içindir ki dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu emirler de O'nun hak hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü aldanmazlar.

Bu sûrenin sonundaki hitabede a ile halleriyle ilgili olmak üzere "Eşlerinizden ve çocuklarınızdan sizin için bir düşman vardır. O halde onlardan sakının!" buyurularak düşmanlık mahzurundan sakınılması emredilmiştir. Halbuki evlat alakası yaratılıştan gelen, feshi ve yok edilmesi müm k ün olmayan bir neseb alakası olarak sabit olup, zevciyet alakası ise nikâh akdi sebebiyle muteber olup, feshi ve ortadan kaldırılması mümkün olan bir sebeb alakası olması hasebiyle karı ve koca arasında bundan istenilen sevgi ve iyi geçinme nefret ve düşm a nlığa dönüşünce bunun mahzurundan kurtulmak bazı durumlarda yavaş yavaş veya katiyyen boşama çaresine müracaatı gerektireceği cihetle İlâhî hikmet ve izzet, boşamayı meşru kılmış ve bu münasebetle Teğabun Sûresi'ni de Talak Sûresi takip etmiştir.