18 Temmuz 2007 Çarşamba

KIYAMET SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu, hem surenin ismidir, hem de başlığıdır ve birinci ayetten alınmadır. Çünkü bu surede kıyamet konusu ele alınmaktadır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı hakkında herhangi bir rivayet yoktur. Fakat muhtevasından, bu surenin Mekke'de nazil olan ilk surelerden olduğu anlaşılmaktadır. 15. ayetten sonra aniden bir ara cümlesi ile Allah Rasulü'ne "Vahyi ezberlemek için acele edip tekrarlama. Onu sana ezberletmek ve okutmak bize aittir. Öyleyse vahiy okunduğu zaman onu dikkatlice dinle. Onun anlamını açıklamak bize düşer." buyurulmaktadır. Sonra 20. ayetten itibaren kalınan yerden, yani, baştan on beşinci ayete kadar aynı konuya devam edilmektedir. Bu arada cümle, gerek yeri itibariyle ve gerekse rivayetlere göre Cebrail'in Peygambere bu sureyi okumakta iken peygamberin "ya unutursam" diye endişeye kapılarak cümleleri hemen peşinden tekrarlaması üzerine varid olmuştur. Demek oluyor ki bu olay, Allah Rasulü'ne vahyin yeni yeni gelmeye başladığı ve henüz daha vahiy almaya alışamamış olduğu zamanda vuku bulmuştur. Kur'an'da bu olayın iki örneği daha vardır. Birincisi, Taha Suresi 114. ayetinde Allah Rasulü'ne buyrulan: "Allah'ın vahyi bitmeden önce, unutmamak için tekrar edip durma..." ikincisi de Ala Suresi 6. ayette Allah Rasulü'ne 'Emin ol, sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın" denilmesidir. Daha sonra O vahiy almaya alışkın hale gelmiş ve bir daha böyle bir ikaza ihtiyaç kalmamıştır. Onun için bu üç yerden başka, Kur'an'da bu gibi bir misale rastlanmaz.

Konu: Bu sureden itibaren Kur'an-ı Kerim'in sonuna kadar bütün sureler aynı zamanda ve aynı konular üzerine nazil olmuştur. Müddessir Suresi'nin ilk yedi ayetinden sonra sağanak gibi bunlar peşpeşe inmeye başlamıştır. Bu surelerin hepsinde öz, etkili ve kuşatıcı ifadelerle İslâm ve onun temel inançları ve ahlâki öğretileri ortaya konulmakta ve Mekkeliler, sapıklıkları dolayısıyla uyarılmaktadırlar. Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenleri telaşlanarak ilk hacc mevsiminde Allah Rasulü'ne karşı nasıl bir tedbir alacaklarını kararlaştırmak için bir toplantı düzenlemişlerdi. Bu gelişmelere Müddessir Suresi'nin giriş bölümünde değinmiştik.

Bu surede, ahireti inkâr edenlere hitaben bunların şüphe ve itirazlarına tek tek cevaplar verilmektedir. Sağlam deliller ile kıyamet ve ahiretin meydana gelişinin olabilirliğinin ve bunun gerekliliğinin ispatı yapılmaktadır. Ahireti inkâr edenlerin asıl dayanakları mantıksal olarak bunu mümkün görmemeleri değil, asıl neden bunların nefsi ihtirasları ve tutkularının olduğu açıkça bildirilmektedir. Ayrıca bunlara, inkâr ettikleri o muhakkak gelecek olan gün geldiğinde, bütün yaptıklarının gözleri önüne serileceği haberi verilmektedir. Aslında amel defterlerini görmeden de herkes dünyada ne yaptığını bilecektir. Çünkü her ne kadar başkalarını kandırabilir ve bir takım tevillere giderek kendi vicdanını susturabilirse de, bir kimse, kendisini ve ne yaptığını çok iyi bilir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hayır,1 kalkış (kıyamet) gününe and ederim.

2 Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse2 de and ederim.

3 İnsan, onun kemiklerini bizim kesin olarak bir araya getirmeyeceğimizi mi sanıyor?3

AÇIKLAMA

1. Bu şekilde sureye başlamakla anlaşılıyor ki, daha önce bir konu vardır ve bu sure, işte o konuya bir reddiye mahiyetinde nazil olmaktadır. Biraz ileride, adı geçen konunun, kıyamet, ahiret ve ahiretteki hayat ile Mekke'lilerin onu inkâr etmeleri ve hatta alaya almaları olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu uslûb şu örnekle anlaşılabilir: Eğer maksad Allah Rasulü'nün sadakatini vurgulamak olsaydı, o zaman "Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" veya onlar, eğer Rasul'ün sadakatini inkâr etmekte olsalardı, o zaman: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" şeklinde bir başlangıçla bunlara cevap verilirdi. Yani "Sizin dediğinizin doğru olmadığını ve hakikatin böyle olduğunu ben yemin ederek beyan ediyorum" denirdi.

2. Kur'an'da insan nefsi, üç tip olarak sınıflandırılmaktadır. Birincisi, insanı kötülük yapmaya teşvik eder, bunun ismi nefsi emmare'dir. İkincisi yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği zaman o kişiyi bu yüzden kınar ve azarlar, buna nefsi levvame denir. Bugün buna biz vicdan adını vermekteyiz. Üçüncüsü de, doğru yol üzerinde sebat ederek sapık yollardan sakınmak suretiyle tatmin olan nefistir, buna da nefsi mutmainne denir.

Allah Teâlâ burada, kıyamet günü ve nefsi levvame üzerine yemin etmektedir. Çükü bir sonraki ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah (c.c), insanı ölümden sonra tekrar diriltecektir ve buna muktedirdir. Bu ikisi arasında ne münasebet var, diye sorulabilir.

Kıyamet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu olayın muhakkak gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bütün bir kainat sistemi, bu nizamın ezelî ve ebedî olmadığına, ilelebed devam etmeyeceğine şahittir. Yapısı, onun ezelî olmadığını ve ebede kadar devam etmeyeceğini ortaya koymaktadır. İnsanın aklı bunun aksine bir delil getiremez. Çünkü bu alem her saniye değişime uğramaktadır ve böyle bir şeyin bir sonunun olmayacağı söylenemez. İnsanın bu dünya hakkındaki bilgisi arttıkça, kendisi de bu hayatın bir başlangıcı olduğunu, ondan önce birşey olmadığını, bundan sonra imtihan olacağını ve o zaman hiçbir şeyin ortada kalmayacağını yakın olarak hisseder ve öğrenir. Bu yüzden Allah (c.c) kıyametin vukubulacağını vurgulamak için, bizzat kıyamet üzerine yemin etmiştir. Bu, tıpkı, kendi varlığı var mı yok mu olduğu konusunda birşey söyleyemeyen, şüpheli davranan bir kimseye; "canın üzerine yemin ederim ki sen varsın" denilmesine benziyor. Onun vücudu, onun var olduğuna şehadet etmektedir.

Ama kıyamet günü üzerine yemin etmek, birgün bu kainat nizamının alt üst olacağını, sonra her insanın tekrar diriltileceğini, yaptıklarının hesabının sorulacağını ve yaptığı iyilik ya da kötülüğün karşılığını bulacağnı göstermektedir. Bu nedenden ötürü, üzerine yemin edilen ikinci şey, nefsi levvame'dir. Dünyada tamamen bir sağ duyuya, vicdana sahip olmayan kimse yoktur. Her insanın içinde iyiliğin ve kötülüğün de hissi vardır. Bir kişi ne kadar bozulmuş, dejenere olmuş olursa olsun, vidanında muhakkak kötülük yapmamasını ve iyilikte bulunmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin iyilik ve kötülük kriteri yanlış olabilir. Ama yine sağ duyusu ona yaptıkları hususunda itiraz eder. Bu, insanın salt bir hayvan olmadığını göstermektedir. Onun içinde ahlâki bir duygu vardır. İyilik ve kötülük arasında tefrik yapabilme hissi vardır. Kendini yapmış olduğu iyiliklerden ve kötülüklerden sorumlu sayar. Eğer başkasına bir kötülük yapsa, ancak vicdanını susturarak tatmin olur ve eğer başkası ona bir kötülük yapsa, o zaman kalbinde bunun cezalandırılması gerektiğine dair bir istek oluşur. Şimdi eğer bir insanın yapısında böyle bir nefsi levvame varsa ve varlığı inkar götürmüyorsa, o zaman bu aynı nefsi levvamenin kıyamet günü insanın karşısına bir şahit olarak getirileceği de inkâr edilemez. Çünkü işlemiş olduğu iyi ya da kötü fiiller için muhakkak insanın bir ceza ya da bir mükafaat görmesi fıtrat gereğidir. Bu da ölümden sonra bir hayat olmadan mümkün olamaz. Hiçbir akıl sahibi ölümden sonra yok olacağını iddia edemez. Çünkü eğer böyle olsaydı yaptığı iyiliklerin karşılığını göremeyecek ve yaptığı kötülüklerin cezasını da bulamayacaktır. Bu ise büyük bir haksızlıktır.

Bu sebepten ötürü, akıl sahibi bir insanın, akıl dışı bir kainat sistemi içerisinde yaratılmış olduğunu ya da bazı ahlâki duygulara sahip bir insanın, ahlâksız bir nizam içerisinde doğmuş olduğunu ileri sürmek abestir. Ancak böyle düşünmeyen biri, ölümden sonraki hayatı inkâr edemez. Tenasüh felsefesi de (Ruhun bir cisimden diğerine veya insandan hayvana geçmesi felsefesi, transmigration çev.) fıtratın bu talebine bir cevap vermekten uzaktır. Çünkü buna göre insan ahlâki amellerinin cezalandırılması ya da mükafatlandırılması için aynı dünyaya yeniden gelecek ve yeniden bir ceza ve mükafaat olayı söz konusu olacak. Ve bu böyle kapalı bir devr-i daim şeklinde sonsuza kadar sürüp gidecektir. Halbuki fıtrata göre insan bu dünyaya bir defa gelir, yaşar ve sonra da bütün hayat son bulur. Daha sonra orada insanın bu dünyada yaptıklarının tam karşılığı olarak ceza veya mükafaatın verileceği başka bir hayat başlar. (Bkz. Araf an: 30)

3. Yukarıda yemin edilmek suretiyle beyan edilen iki şey, dünyanın muhakkak son bulacağını (yani kıyametin birinci safhası) ile ölümden sonra ikinci bir hayatın olacağını ispatlamaktadır. Ölümden sonra ikinci bir hayat olacaktır; çünkü hem insanın ahlâki varlığı, mantık ve fıtrat, ikinci bir hayatın vukubulmasıyla, bu dünyada yaptıkları üzerinde vicdanın orada şahitlikte bulunmasını gerekli görmektedir. Bir üçüncü delil de, ölümden sonra başka bir hayatın olabilirliğini ıspatlamak için ileri sürülmektedir. Mekke'de bunu inkâr edenler sürekli olarak; "Binlerce sene önce ölmüş, kimisi yakılmış, kimisi balıklara, arslanlara yem olmuş ve şimdi ise cesetleri toprak olmuş, kemikleri bile yok olup gitmiş insanları, yeniden parçalarını bir araya getirerek diriltmek mümkün mü ki?" diye sorup duruyorlardı. Bunlara karşılık olarak Allah Teâlâ nihai, makul ve özlü cevaplar vermektedir. "Zannediyorlar ki biz bu kemikleri bir araya getiremeyeceğiz. Tabi eğer bu dağılmış kemikler ve cesetler kendileri bir araya gelecekler ve sonra da biz sizi dirilteceğiz demiş olsaydık belki bunu imkânsız görmeniz haklı olabilirdi. Ama bu işin kendiliğinden olmayacağı, bilâkis Allah Teâlâ'nın bunu yapacağı söylenilmektedir. O zaman şimdi siz bu kainatın yaratıcısının, -ki sizde O'nu Halık olarak kabul ediyorsunuz- bunu böyle yapmaktan aciz olduğunu mu zannediyorsunuz? Böyle bir soruya, Allah'ın kainatın yaratıcısı olduğuna inanmış o dönemdeki ve gelecekteki hiç kimse, Allah'ın bir şeyi istediği halde yapamayacağını, bunun mümkün olamayacağını düşünemez. Ancak akılsız biri böyle diyebilir ve o akılsıza da; "Bugün senin bedenini hava, su, toprak ve daha binlerce element ve parçadan bir araya getirerek bu cesedi veren Allah'ın şimdi tekrar bu parçaları biraraya getiremeyeceğini nasıl öne sürebilirsin?" diye sorulabilir.

4 Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymağa güç yetirenleriz.4

5 Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de 'fücurla sürdürmek ister.'5

6 "Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar.6

7 Ama göz 'kamaşıp da kaydığı,'7

8 Ay karardığı,

9 Güneş ve ay birleştirildiği zaman;8

10 İnsan o gün der ki: "Kaçış nereye?"

11 Hayır; sığınacak herhangi bir yer yok.

12 O gün, 'sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)' yalnızca Rabbi'nin katıdır.

13 İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.9

14 Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir;

AÇIKLAMA

4. Yani, değil bu kemikleri bir araya getirip iskeletinizi ortaya koymak, biz sizin en ufak ve en hassas parçacıklarınızı hatta aynı parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye kadiriz.

5. Bu kısa cümleyle, ahireti inkâr edenlerin gerçek hastalıklarının teşhisi konulmaktadır. Bunlar, aslında kıyameti ve ahireti mümkün görmedikleri için inkâr etmiyorlar. Asıl sebep, ahirete inanmakla doğacak birtakım ahlâki sorumluluklardan hoşlanmamalarıdır.

Bunların isteği, tıpkı ipini koparmış bir dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak. İşlemekte oldukları zulüm, sömürü, fısku-fucür ve ahlâksızlara son vermek istemiyorlar. Bu yüzden ahiret olgusunu kabule yanaşmıyorlar, öyleyse ahirete inanmalarına engel olan akılları değil nefsanî şehvetleridir.

6. Bu bir soru olmaktan çok, bir alay ve inkâr konusu olsun diye ortaya sürülmektedir. Yani öğrenmek istedikleri, kıyametin ne zaman geleceği değil, amaçları, "Hani o haber verdiğin gün nerede kaldı? Niye hâlâ gelmiyor?" şeklinde onunla alay etmektir.

7. Ayette "" (gözün kamaşması) ibaresi geçmektedir. Bunun sözlük anlamı "şimşekten gözlerin kamaşması" olarak geçmektedir. Fakat Arapça bir deyim olarak kullanıldığında sadece bu anlama gelmiyor. O zaman "korku, hayret veya ani bir olayla karşılaşıldığında şaşıp kalma ya da gördüğü bir şeye korkudan gözlerini faltaşı gibi açıp bakakalma" anlamına gelir. Bu aynı mesele yine Kur'an'ın diğer bir yerinde "Allah onları, gözlerinin yuvalarından fırlayacağı bir güne kadar ertelemektedir." (İbrahim: 42) şeklinde belirtilmiştir.

8. Bu, var olan alemin alt üst olacağı kıyametin ilk merhalesinin kısa bir açıklamasıdır. Ay'ın ışığı sönecek, Ay ve Güneş birbirine katılacaktır. Bunun anlamı şu olabilir: Bilindiği gibi Ay zaten ışığını Güneş'ten almaktadır ve Güneş'in ışığı sönünce ikisi de bir olacaktır. İkinci bir yorumlayış şöyle olabilir; yeryüzü o gün aniden ters dönmeye başlayacak ve böylece Güneş ve Ay batıdan doğacaktır. Üçüncü bir anlam da şu olabilir; yani Ay yer çekiminden çıkacak ve Güneş'e çarpacaktır. Öte yandan bunun, bizim bugün bilemediğimiz başka anlamları da olabilir.

9. Ayette geçen "" Önce ve sonra ne yaptıysa" cümlesi çok kapsamlıdır. Değişik anlamlara gelebilir. Bu anlamların hepsi de doğru olabilir. Bir anlamı; insana, ölmeden önce dünyada iken hangi iyilikleri ve kötülükleri işleyerek ileriye, ahirete göndermiş olduğu bildirilecek, amel defteri kendisine gösterilecektir. Dünyada iken yapmış oldğu iyi ve kötü amellerin onun ölümünden sonra gelen kuşaklarda ne gibi bir etki bıraktığını bu defterde görecektir. İkinci anlam şu olabilir; ona dünyada ne yapması gerekirken yapmadıkları ve yapmaması gerekirken yaptıkları gösterilecektir. Üçüncü anlamda şöyle söylenebilir; yani önce ne yapmış sonra ne yapmış, hepsinin bir kronolojik tablosu kendisine gösterilecektir. Dördüncü bir anlam da, kişi, işlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler ile kaçındığı iyilik ve kötülüklerin hepsinden haberdar edilecektir, şeklinde olabilir.

15 Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.10

16 Onu (Kur'an'ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma.11

17 Hiç şüphesiz, onu (kalbinden) toplamak ve onu (sana) okutmak bize ait (bir iş)tir.

18 Şu halde, biz onu okuduğumuz zaman,12 sen de onun okunuşunu izle.

AÇIKLAMA

10. Yani, insana amel defterlerini, tutanaklarını göstermek demek, sadece onun işlediği suçları göstermek değildir. Asıl gaye mahkemede ona karşı bir delil ve şahit olmasıdır. Yoksa her insan ne yaptığını çok iyi bilir. Defterinin gösterilmesine ihtiyacı yoktur. Bir yalancı dünyayı kandırabilir, ama bu yalana kendisi inanmaz.

Bir hırsız binlerce hile ve dalavere ile hırsızlığını gizleyebilir, ama kendisi gerçeği bilir. Bir insan türlü türlü delillerle başkalarını küfre, inançsızlığa ve şirke ikna edebilir, kendisi samimiyetle bunun böyle olduğunu da düşünebilir. Ama bu akide üzerinde kendi vicdanını susturamaz. Onun yanılgısının ve doğruyu kabul etmemesinin asıl nedeni, tıpkı bir zalim, vicdansız, kötü huylu ve haramyiyici kişinin bu çirkin amelleri için binlerce bahane ileri sürerek kendi vicdanını susturması gibidir. Böylece vicdanı onun bu işlerini kötülemez, mecburiyet ve maslahat gereği böyle yaptığını ona kabul ettirir. Fakat ne olursa olsun o kimin hakkını yediğini, kime zulüm ettiğini, kimin namusunu çiğnediğini, kimleri kandırdığını ve hangi gayri meşru yollarla menfaat temin ettiğini bilmektedir. Bu yüzden o büyük mahkemede her kafir, münafık, fasık, facir ve günahkar; ne işlediklerini ve hangi yüzle Allah'ın huzurunda bulunmakta olduklarını gayet iyi bileceklerdir.

11. Burada, "... ve bunun manasını anlatmak bize aittir"e kadar olan bölüm bir ara cümledir. Söz arasında Allah Rasulü muhatab alınarak söylenilmektedir. Giriş bölümünde de izah ettiğimiz gibi, vahyin ilk dönemlerinde Allah Rasulü daha alışkın olmadığı için vahiy geldiğinde Cebrail O'na Allah Kelâmı'nı okumaya başlayınca "Hepsini tam olarak aklımda nasıl tutacağım" diye korkuya kapılmıştı. Bu yüzden onu dinlerken ezberlemeye çalışıyordu. Aynı durum, surenin bu ayetlerini okuduğu zaman da olunca Allah Rasulü'ne; "Vahiy geldiği zaman onu ezberlemeye çalışma, fakat dikkatle dinle, onu sana ezberletmek ve doğru bir şekilde okutmak bize düşer. Bu Kelâm'dan hiçbir kelimeyi unutmayacağından ve yanlış okumayacağından emin ol" denmiştir. Bu yol göstermeden sonra asıl konuya yeniden dönüş yapılarak "kesinlikle değil... asıl olan budur...." dan konuya bağlanır. Bu cümlenin arka planını bilmeyen bir kimse, bunun anlamsız ve ilgisiz olduğunu zannedebilir. Ama arka planı göz önünde tutulduğunda bir kopukluk olmadığı anlaşılır. Yani tıpkı bir öğretmenin, ders esnasında öğrencilerinin dikkatlerinin başka yere kaymış olduğunu gördüğünde, birdenbire dersi bırakarak öğrencilere; "söylediklerime dikkat edin" demesi ve daha sonra esas konuya devam etmesi gibi. Şimdi eğer bu ders notlarının baştan başa tamamı yayınlanacak olsa bu hadiseden haberi olmayanlar için aradaki bu cümle garip gelebilir. Ama olayı bilen, bu cümleden rahatsız olmaz. Bu ders notlarının, öğretmenin derste anlattıklarının bir eksiklik veya fazlalık olmadan olduğu gibi aktarıldığını bilir.

Bu ayetler arasındaki ara cümlenin izahı sadece kıyas yoluyla değildir. Muteber rivayetlerde de aynı sebebin beyan edildiğini görmekteyiz. Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, Taberani, Beyhaki ve diğer birçok muhaddis değişik senetlerle Abdullah bin Abbas'tan vahiy geldiği zaman Allah Rasulü'nün unutma korkusundan Cebrail ile beraber kelimeleri tekrarlamakta olduğunu ve bunun için kendisine "acele edip Cebrail'le beraber dilini oynatma" denildiğini nakletmişlerdir. Aynı şey Şa'bi, İbn Zeyd, Dahhak, Hasan Basri, Katade, Mücahid ve diğer bazı müfessirlerden de nakledilmiştir.

12. Cebrail, Allah Rasulü'ne Kur'an okuduğu zaman onu kendinden değil, tabii ki Allah tarafından okurdu. Bu yüzden burada Allah (c.c) "Biz onu okurken" diye buyurmuştur.

19 Sonra muhakkak onu açıklamak bize ait (bir iş)tir.13

20 Hayır;14siz çarçabuk geçmekte olan (dünya)ı seviyorsunuz.

21 Ve ahireti terkedip-bırakıyorsunuz.15

22 O gün yüzler ışıl ışıl parlar.16

AÇIKLAMA

13. Bazı müfessirler bu ifadeye bakarak, vahyin başlamasının ilk dönemlerinde Allah Rasulü'nün bazı ayet, kelime veya bir emrin anlamını sorduğunu sanmaktadırlar. Bu yüzden O'na (s.a) "Vahiy nazil olduğu zaman sessizce dinle" denilmesinin yanında "Şüphesiz, onun her kelimesini tam olarak senin hafızana biz yerleştireceğiz ve Kur'an'ı nazil olduğu şekliyle doğru bir şekilde sana okutacağız." ve "Her emrin ve buyruğun manasını sana açıklayacağız" denildiğini söylerler.

Bu çok önemli bir ayettir. Bu ayetin ortaya koyduğu bazı ana umdeleri eğer iyice anlarsak daha önceleri pekçok kişinin düştüğü ve bugün de yaygın olan birçok sapıklığa düşmekten kurtuluruz.

İlk önce, şu açıkça anlaşılmaktadır ki, Rasulüllah'a nazil olan vahiy sadece Kur'an'da yazılı olandan ibaret değildir. Kur'an'ın haricinde ve Kur'an'da yer almayan bilgiler de Allah Rasulü'ne verilmiştir. Kur'an'ın emirleri, yol gösterişleri, kelimeleri, hususi ıstılahları ve bunların manaları Allah Rasulü'ne anlatılmıştır. Eğer bunların hepsi Kur'an'da yazılı olmuş olsaydı o zaman "Bunların anlamlarını biz sana açıklayacağız" ya da "Onun açıklanması bize düşer" gibi bir söze gerek duyulmazdı. Eğer Rasulüllah'ın (s.a) bilgilenmesi böyle olmasaydı, tüm açıklamalar Kur'an'da olurdu. O halde, Kur'an'ın Allah tarafından yapılan açıklama ve izahı her halûkârda Kur'an kelimelerinden ayrıdır. Bu, bize Kur'an'da anlatılan Vahy-i Hafî'nin diğer bir ispatıdır. (Kur'an-ı Kerim'de bunun hakkında başka deliller de vardır. Bunları teferruatıyla "Hukukta Sünnetin Yeri" isimli kitabımızın 94-95. ve 118-125. sayfaları arasında açıklamıştık.)

Kur'an'ın anlamının, gayesinin ve emirlerinin açıklanmasının Allah tarafından Rasulüllah'a bildirilmesinin sebebi, kendi söz ve eylemleriyle insanlara onu anlatması ve o pratiğe göre amel etmeyi de onlara öğretmesi içindir. Eğer bu gaye olmasaydı ve onun ilmini yalnızca kendine saklaması sözkonusu olsaydı o zaman bu işin bir manası kalmazdı. Çünkü peygamberlik görevini yerine getirmenin bir faydası olmayacaktı. O halde ancak aptal bir insan bu ilmin hiçbir şerî özelliğinin olmadığını ileri sürebilir. Nahl Suresi 44. ayette Allah: "Ey Peygamber! Sana, insanlara açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. Belki düşünürler" buyurmuştur. (İzah için Bkz. Nahl an: 40) Kur'an'da ayrıca dört yerde de Rasul'ün vazifesinin yalnızca Allah'ın ayetlerini bildirmek değil; bu Kitabı öğretmek olduğu açık açık buyurulmuştur. (Bkz. Bakara: 129 ve 151; Al-i İmran 164; Cuma 2, Biz bütün bu ayetleri yukarıda bahsi geçen kitabımızda teferruatıyla incelemiştik. Bkz. S. 74-77) Şimdi eğer bir kimse Kur'an'a inanmasına rağmen; Kur'an'ın doğru, dayanaklı ve resmi açıklamasının ancak Allah Rasulü'nün kendi sözleri ve amelleriyle olduğu, çünkü bunların O'nun şahsî açıklamalarının olmadığı, bilakis O'na Kur'an'ı indiren Allah'ın kendi açıklamaları olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak Kur'an'ın ayet ve kelimelerine kendi isteğine göre bir mana vermeye cüret ederse bu kimsenin iman sahibi olduğunu söylemek zordur.

Üçüncü olarak; Kur'an-ı Kerim'i yüzeysel olarak mütalaa eden bir kişi bile, bunda birçok şeyler olduğunu ve ayrıca Arapça bilen birisi de, yalnızca kelimelerinden hareketle onun hakiki maksadını anlayamayacağını görecektir. Eğer onu anlamazsa nasıl amel edebilir? Mesela Salât kelimesi. Kur'an-ı Kerim'de imandan sonra en fazla üzerinde durulan amel Salât (namaz)'dır. Fakat sadece Arapça sözlükten bu kelimenin amel anlamını öğrenemeyiz. Kur'an'da bunun tekrar tekrar bahsinin geçmesinden, en fazla bu kelimenin, Arapça'daki belirli bir ıstılahi manada kullanıldığını anlayabiliriz. Bu amel, ehli imandan talep edilmiştir. Ama sadece Arapça bilen bir kimse, yalnızca Kur'an'ı okuyarak bu fiilin keyfiyetinin nasıl olması gerektiğini ve nasıl yerine getirileceğini belirtemez. Kur'an-ı Kerim'i indiren, bununla birlikte ıstılahların anlamlarını tam olarak talim ettirsin diye bir muallim de göndermemiş olsaydı, o zaman salât emrini nasıl yerine getirecekleri hususunda yalnızca Kur'an'ı göz önünde bulunduran iki müslüman bile belirli bir biçim üzerinde anlaşamayacaklardı. Bugün yaklaşık bin beşyüz sene geçmiş olmasına rağmen nesilden nesile bütün müslümanlar aynı temel esaslara sahip namazı kılmaktadırlar ve bu dünyanın her köşesinde milyonlarca insanda aynı hareketleri yapmaktadır.

Öyleyse Allah (c.c) Rasulü'ne yalnızca Kur'an kelimelerini vahyetmekle kalmamış, aynı zamanda o kelimelerin manalarını da tam olarak O'na anlatmıştır. O da Allah'ın Kitabı olarak Kur'an'a ve Allah'ın elçisi olarak Rasul'e inanan bütün insanlara bu Kur'an'ın ayetlerini ve anlamlarını öğretmiştir.

Dördüncü olarak, Kur'an ayetlerini, kelimelerini, Allah (c.c) kendi elçisine öğretmiş ve o da kendi sözleri ve eylemleri ile bu talimleri ümmete aktarmıştır. Bizim elimizde Kur'an'ı öğrenmek için başka bir şey yoktur. Hadis'ten, maksat; Allah Rasulü'nün kavli ve fiili (uygulama) rivayetlerinin öncekiler tarafından isnad ile sonra gelenlere aktarılmasıdır. Sünnet ise, Allah Rasulü'nün sözleri ile tebliğ etmiş olduğu ya da eylem olarak birey ve toplum bazında uyguladığı, takip ettiği yoldur. Bunun tafsilatı da nesilden nesile güvenilir rivayetler ile gelmektedir. Sonra gelenler, önce gelenlerden uygulamayı görmüşlerdir. Bu şekilde gelen bir ilmi reddeden kimse, maazallah, Allah'ın, "Onun açıklaması bize aittir." sözünü reddetmiş yani Rasul'ün açıklama sorumluluğunu yerine getirmekte başarılı olmadığını zannetmiş olur. Bu sorumluluk sadece Rasul'ün şahsı ile ilgili değildi. Bunun maksadı Rasul vasıtasıyla Allah'ın Kitabı'nı ümmete anlatmak idi. Öyleyse hadis ve sünneti teşri kaynaklarından saymamak demek, Allah'ın bu yükümlülüğü yerine getiremediğini ileri sürmek demektir. (Bundan Allah'a sığınırız). Buna karşılık eğer bir kimse, birçok hadisin mevzu (uydurma) olduğunu söylerse, ona şöyle cevap veririz; Bu da kendiliğinden göstermektedir ki İslâm'ın ilk döneminde bütün ümmet Allah Rasulü'nün söz ve eylemlerini kanun olarak kabullenmişti ve bu yüzden sapıklığa yol açmak isteyenler yalan hadisler uydurmak gereğini duymuşlardı. Çünkü ancak değerli paranın sahtesi basılır, zira güvenilir ve sağlam paradır. Geçmeyen, değersiz bir paranın sahtesini hangi bir zekalı basar ki. Hadisler konusunda böyle iddialarda bulunanlar bilmiyorlar ki bu ümmet başlangıçtan beri, o Zat-ı Pak'ın sözleri ve eylemlerinin kanun hükmünde oduğunu bilmişler ve dolayısı ile onun uydurma ve tahrifi karşısında bir dizi tedbirler almışlardır. Bu gibi kişiler ne kadar Allah Rasulü'ne karşı yalan yanlış şeyler nisbet etmeye çalışmışlarsa, ümmet bir o kadar da karşı tedbirler almıştır. Doğru ve yanlış haberleri temyiz etmek için ve rivayetlerin dürüstlük ve güvenirliğini kontrol etmek için muhteşem bir ilim dalı oluşturmuşlardır. Dünyada müslümanlardan başka hiçbir millette böyle bir ilim yoktur. Bu ilmi bilmeden bazı Batılı oryantalistlerin oyunlarına gelip hadise ve sünnete itimatsızlık iddia ederek, itibar olunamaz olduklarını ileri süren nasibsizler bilmezler ki bu cahilane hareketleriyle İslâm'a ne kadar zarar vermekteler.

14. Burada, ara cümleden sonra önceki konuya kalındığı yerden devam edilmektedir. "Hayır asla değil"in manası şudur. Yani sizin kıyameti inkâr etmenizin asıl sebebi bu kainatın yaratıcısının kıyameti getirmeye ve ölümden sonra sizi diriltmeye muktedir olmadığını zannetmeniz değildir. Asıl sebep yukarıda ayette verildiği gibidir.

15. Bu, ahireti inkârın ikinci sebebidir. Birincisi 5. ayette beyan edilmişti. O ayette, insanın fiskü-fücur için serbestlik ve ahlâkî kayıtlardan kurtulmak istediği ve eğer ahirete inanırsa bir takım ahlâkî kurallarla kayıtlanacağı, bu yüzden de nefsani şehvetlerinin ona ahireti inkâr etmesi için baskı yaptığı ve daha sonra bir takım aklî deliller ileri sürerek bu inkârın gayet mantıklı olduğunu ona göstermeye çalışmakta olduğu söylenilmekteydi. Şimdi burada da ikinci sebep olarak ahireti inkâr edenlerin dar ve kısır görüşlü oldukları beyan edilmektedir. Onlar için, bu dünyadaki işler ve bu işlerin sonuçları önemlidir.

Ahirette kendilerinin ne sonuçlar elde edecekleri hususuna hiç önem vermiyor, hep bu dünyanın lezzet ve faydaları için çalışmak gerektiğini sanıyorlar. Bunlara göre ne pahasına olursa olsun, bu dünyada başarı kazanmak gerekir. Bunun ahiretteki neticesi ne kadar kötü olursa olsun onlar için önemli değildir. Karşılıkları ahirette ne kadar güzel olsa bile bu dünyadaki kaybetme, meşakkat ve kederden muhakkak kaçmalıdır diyorlar. Peşin alışveriş istiyorlar. Ahiret gibi uzak bir olay için, bugünkü kârlarından vazgeçmek işlerine gelmiyor. Oradaki bir mükafaat için burada bir zarara uğramayı göze alamazlar. Böyle bir düşünme tarzına sahip insan ahiret konusundaki tartışmada aslında aklî deliller ileri sürüyorsa da saf akıl yürütmemektedir. Bunların aklî delillerinin arkasında yukarıda bahsettiğimiz zihniyet yatmaktadır. Bu yüzden her ne kadar onun vicdanı ahiretin meydana gelmesi mümkündür ve de gereklidir diyorsa ve Kur'an'daki mantıkî deliller karşısında onun zihniyeti bir hiç mesabesinde ise de, o yine ahirete inanmayacaktır.

16. Yani, sevinçten yüzleri parlayacaktır. Çünkü onlar ahirete iman etmişlerdi ve şimdi bu inançlarına göre ahirete şahit olmaktalar. Bu, ahirete iman etmekle dünyadaki gayri meşru bir takım faydalardan vazgeçtiler ve Hakk için bir takım zararlara girmek zorunda kaldılar, ama karşılığında ahirette mükafata nail oldular ve gözleriyle o ahiret olayını temaşa ederek dünyadayken bu şekilde bir hayatı ve zihniyeti tercih etmelerinin ne kadar isabetli olduğunu gördüler. Şimdi ise onlar için en güzel mükafatlara layık olma vaktidir.

23 Rablerine bakıp-durur.17

24 O gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir.

25 Kendisine, beli büken işlerin yapılacağını anlamaktadır.

AÇIKLAMA

17. Müfessirlerden bazıları bunu mecazi anlamda anlamışlardır. Buna göre, bir kimseyi görmek demek o kimseden bir şeyler ummak ve ondan bir karar, bir ihsan beklemek anlamına gelir. Meselâ, kör bir insan bile "Ben ona gözümü diktim" diyebilmektedir. Birçok hadiste ise Allah Rasulü bunun yorumunu, Allah'ın mükerrem kulları ahirette O'nu görebilecektir şeklinde yapmıştır. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste "'Siz Rabbinizi açıkça göreceksiniz" denilmektedir. Müslim ve Tirmizi'de Hz. Suheyb'in (r.a) bildirdiği bir hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Cennet ehli cennete girdikleri vakit, bir münadi: Sizin için Allah'ın indinde bir ikram daha vardır, diyecek; onlar da: O bizim yüzümüzü ak etmedi mi, bizi ateşten kurtarmadı mı ve bizi bu cennete sokmadı mı? deyince melekler; Evet ama, diye cevap verecekler ve bunu müteakip perde açılacaktır." O zaman onlar Allah'ı görmekle müşerref olurlar. Rasul-i Ekrem diyor ki "Yemin ederim ki, O, onlara kendisini görmekten daha sevgili birşey vermemiştir."

Aynı mükafat Kur'an-ı Kerim'de "İyilik yapanlara o iyilik vardır. Fazlası da vardır." (Yunus: 26) şeklinde ifade edilmiştir. Buhari ve Müslim'de, Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki: "Allah Rasulü'ne; biz kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?" diye sordular. O da dedi ki: "Güneş ve Ay'ı bulut olmadığı zaman görmekte bir zorluk çekiyor musunuz? Onlar da "Hayır" dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem "İşte Allah'ı da böyle göreceksiniz" dedi. Bunun benzeri bir diğer rivayette yine Buhari ve Müslim'de Hz. Cabir bin Abdullah'tan nakledilir. Ayrıca Ahmed, Tirmizi, Darekutni, İbn Cerir, İbn Münzir, Taberani, Beyhaki, İbn Ebi Şeybe ve diğer bazı muhaddisler ufak tefek bazı lafız farklarıyla Abdullah bin Ömer'den Allah Rasulü'nün şöyle dediğini rivayet ederler: "Cennette olanların en düşük seviyede olanları bile kendisine ikram edilen nimetleri iki bin senesine kadar öğrenecekler ve onların Allah için en makbul olanı da sabah ve akşam O'nun yüzünü iki defa görecektir" demiş ve sonra da bu ayeti okumuştur.

"O gün yüzler vardır ki pırıl pırıldır ve Rablerine bakarlar." İbni Mace'de, Cabir bin Abdullah'tan rivayet edilir ki "Allah onlara bakacak, onlar da Allah'a bakacaklar, Allah perdeyi indirmedikçe onlar O'na bakarken öyle mest olacaklar ki cenneti gözleri görmeyecek bile." Bütün bu rivayetler üzerinde Ehl-i Sünnet, bu ayetin anlamının ahirette cennet ehlinin Allah'ı görmek ile müşerref olacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Bunun doğruluğunu Kur'an'ın şu ayeti de teyid etmektedir. "Hayır, onlar (facirler) o gün Rablerini görmek gibi en büyük nimetten büsbütün yoksundurlar." Bu mahrumiyet facirler için olacak, ebrar için değil. Şimdi, peki Allah'ı bir insan nasıl görebilir ki? Görme olayının meydana gelmesi için bir şeyin hususi bir boyutu, bir mekanı, bir şekli ve bir de rengi olması ve ışığın ona çarparak insanın gözüne aksetmesi ve sonunda da beyinde görmenin gerçekleşmesi gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın zatını görebileceğimiz, nasıl düşünülebilir? şeklinde sorular sorulabilir. Ama aslında bu gibi sorular yanlış bir düşünce sonucudur. Burada şu iki şey arasındaki fark görülememektedir. Birincisi, görme olayının gerçeği; ikincisi, bu dünyaya özgü olarak bilinen görme fiili. Görende, görmenin nitelikleri bulunduğu için görmektedir. Yani kör değildir ve görülecek olan şey de gizli değildir. Bu yüzden bizim bu dünyadaki deneyim ve gözlemimiz yalnızca insanın gördüğü o belirli şeklidir. Tabii görenin gözleri ve o gözlerin de görme yeteneği olmalıdır. Ayrıca o cismin belirli bir cisim olması ve renkli bir cisim olması gerekir ki ışık çarparak göze yansısın ve sonra gözden o cismin bir şekli canlansın. Oysa görme olayının hakikatinin ve fiili şeklinin, yalnız bizim bu dünyada vakıf olduğumuz biçimden ibaret olduğunu zannetmek düşünce sığlığını gösterir. Allah Teâlâ'yı kainatta görmenin o kadar çok şekli mümkündür ki biz onu tasavvur bile edemeyiz. Bunu anlamamakta direnen bir kimse ibadet etmekte olduğu ilâhının görür mü, kör mü olduğunu söylesin. Eğer ilâhın görmekte olduğunu söylerse, o zaman bütün kainatı gözetmektedir ve o her şeyi görmektedir. O zaman o hangi gözle görmektedir? Acaba insan ve hayvan gibi gözleri mi vardır? Bizim gördüğümüz gözlerle mi görmektedir? Bunun cevabının hayır olduğu bellidir. Eğer bunun cevabı olumsuz ise o zaman akıllı ve anlayışlı bir insan niye ahirette cennettekilerin, Allah'ı görmelerinin bir hususî şeklinin olacağını anlamakta güçlük çeksin? Orada Allah'ı görmenin bir başka şekli olabilir ki biz bugün, burada bunu kavrayamayız. Aslında ahiretin mahiyetini kavramak demek, tıpkı iki yaşındaki bir çocuğun evlilik ve cinsel hayata bakışına benzer. Halbuki, büyüyünce bu olayla bilfiil kendi kendisi yüzyüze gelecektir.

26 Hayır;18 can köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman,

27 "Son müdahaleyi yapacak kim" denir.19

28 Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu kavrayıp-anlamıştır.

29 (Ölüm korkusundan) Ayaklar da birbirine (ayak ayağa) dolaştığında;20

30 O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.

31 Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.

32 Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.

33 Sonra da çalım satarak yakınlarına gitmişti.21

34 Sen buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.

35 Yine buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.22

36 İnsan,23 'kendi başına ve sorumsuz'24 bırakılacağını mı sanıyor?

AÇIKLAMA

18. Buradaki "kesinlikle değil" ibaresi bir önceki konuya atıftır. Yani, senin ölümden sonra yok olacağına ve Rabbinin huzurunda hazır bulunmayacağına dair zannın yanlıştır.

19. Metinde "Râkin" kelimesi geçmektedir. Bu, Rukye kelimesinden türemedir. Üfürükçülük ve muskacılık anlamına gelir. "Râki" demek ise, yukarıya doğru tırmanmaktır. Şimdi eğer biz bunu ilk manada alırsak o zaman anlamı, deva bulamayan hastayı hemen acele okuyacak birisini aramak olur. Eğer ikinci manada alırsak, bu sefer anlamı meleklere; bu ruhu kim alacak, azab melekleri mi yoksa rahmet melekleri mi? diye sormalarıdır.

Diğer bir ifade ile, bir kimse öldüğü zaman ahirette nereye gireceğinin kararı alınmaktadır. Yani eğer salih bir insan ise onu rahmet melekleri götürecek ve eğer kötü bir insan ise o zaman onun yanına kimse yaklaşmayacak ve azab melekleri onun ruhunu alacaktır.

20. Müfessirlerden bazıları "Sâk" kelimesini lügat manasında almışlardır. Onlara göre bundan kastolunan "ölüm zamanı bacakların kuruyarak birbirine yapışmasıdır." Bazıları da bunu bir deyim olarak anlamışlardır. O zaman manası çok zorluk şiddet ve musibet anlamlarına gelir. Yani, birincisi bu dünyadaki herşeyden ayrılma musibeti, ikincisi öte dünyada bir suçlu olarak yakalanma musibetidir. Her kafir fasık, facir ve münafık bununla karşı karşıya kalacaktır.

21. Bunun anlamı, yukarıdaki ayetlerde beyan edilen şeyleri duymasına rağmen, ahirete inanmamış ve inkar ederek kibir içinde evine dönmüştür, demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd'e göre şahıs Ebu Cehil idi. Ayetlerden de, bu kişinin Kıyamet Suresi'nin yukarıda zikredilen ayetlerini duyduğunda böyle bir tavır takınan ve bilinen birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Bu ayette geçen "tasdik de etmedi, namaz da kılmadı" ibaresi özellikle dikkate değerdir. Buradan, Allah'ın Kitabı'na, ve O'nun Rasulü'ne teslim olan kimsenin vazifesinin namaz kılması olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İslâmî hükümlerin diğer emirlerini yerine getirmek daha sonra gelir, ama namaz, iman ikrar ettikten hemen sonra gelir. Böylece, onun, dili ile ikrar ettiği şeyin gerçekten onun kalbinin derinliklerinden mi geldiği yoksa sadece dilde kalan birkaç kelime mi olduğu hemen belli olur.

22. Müfessirler, "evlâ-leke" sözünün bir çok manası olduğunu söylemişlerdir. "Tuh olsun sana, helâk olasıca, perişan olasıca, yazık sana." gibi anlamları vardır. Bana göre en uygunu İbn Kesir'in tefsirinde dediği gibidir. Yani "Sen kendini yaratanı inkâr etmeye cüret ettikten sonra sana ancak böyle bir tavır layıktır." Bahsi geçen bu söz bir tür alaydır ve cehennem'de azab görenlere Allah'ın (c.c) böyle diyeceği Kur'an'ın diğer ayetlerinde belirtilmiştir. Mesela: "Hadi tad bakalım, şerefli ve değerli kimse?" (Duhan 49) geçtiği gibi.

23. Bu sözün sonunda baştan itibaren devam edilmekte olan konuya yani ölümden sonraki hayatın mümkün ve gerekli olduğu mevzusuna yeniden dönülmektedir.

24. Arap dilinde "İblus-Suddi" ağzına ne gelirse yiyen ve başıboş gezen yularsız deve demektir. Ayetin manası da bununla ilgilidir.

Yani insan tıpkı bir yularsız deve gibi kendini sahipsiz ve başıboş zannetmektedir. Sanki onu yaratan onu yeryüzünde sahipsiz ve başıboş bırakmış. Ona hiçbir mükellefiyet yüklememiş, herşey ona serbest bırakılmış ve bir zaman sonra ondan yaptığının hesabı da sorulmayacak zannediyor. Aynı şeyden Kur'an-ı Kerim'de başka bir yerde şöyle bahsedilmektedir. Allah kıyamet günü kafirlere "... sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (Müminun 115) diyecektir. Bu iki yerde de, ölümden sonra bir hayatın gerekli olduğu soru şeklinde sorulmaktadır. Yani "Sen gerçekten kendini bir hayvan gibi mi zannediyorsun? Hayvan ile senin aranda açık bir fark olduğunu görmez misin? Onların bir iradesi yokken size irade verilmiştir. Onların amellerinde iyi ve kötü kavramı yoktur. Senin fiillerinde ise iyinin ve kötünün tartılması vardır. Bu yüzden nasıl olur da kendinizi tıpkı hayvanlar gibi sorumluluk yüklenmemiş ve yaptıklarından sorgu suale çekilmeyecek zannedersiniz? Hayvanlar, sadece cibilliyetlerine uygun olarak hayat sürdürdüklerinden onların yeniden diriltilmemeleri akla uygundur. Çünkü bunlar kendi akıllarıyla herhangi bir felsefe oluşturmuş ya da yeni bir din uydurmuş değildirler. Ne kendilerini yaratandan başkasını mabud olarak almışlar ve ne de kendileri mabudluk taslamışlardır. Kendilerinden sonra gelecek nesillere kadar tesirleri uzanacak ve karşılığında da ceza ya da mükafaat görecekleri, bir iyi veya kötü sünnet de başlatmış değiller. O halde bunların öldükten sonra yok olmalarına bir anlam verebilirsin. Çünkü onlar yaptıkları amellerden sorumlu değillerdir ve dolayısıyla tekrar dirilterek onlara hesap sormaya da gerek yoktur. Ama size gelince, ölümden sonraki hayattan nasıl kaçabileceksiniz? Çünkü, ta ölünceye kadar yaptığınız amellerin iyi veya kötü bir sonucu ve bu sonuçların da etkileri ve dolayısıyla da bunların bir cezası ya da mükafaatı olması gerekir. Sizin aklınız da bunu teyid etmez mi? Sözgelimi, suçsuz bir kimseyi öldürmüş bir katil olayın hemen akabinde başka bir kaza sonucu kendisi ölse, bu kişinin hiçbir cezaya çarptırılmayacağını mı sanıyorsunuz? Yaptığı zulümlerin hesabı sorulmamalı mı? Hiç aklınız alıyor ve de kalbiniz tatmin oluyor mu ki, bu dünyadayken fesadın tohumunu ekmiş ve o fesat asırlarca sürerek diğer kuşakların da binlercesinin hayatını mahvetmiş, böyle bir insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun ve hiç kimse ondan yaptıklarının hesabını sormasın? Yine hayatı boyunca doğruluk ve adalet için, iyilik ve barış için çalışmış ve bu yolda çeşitli eziyetler çekmiş ve kendi canını ortaya koymuş bir insan da karınca gibi ölüp yaptığının karşılığında mükafaatlar alamadan yok olup gitsin; bunu aklınız alıyor mu?

37 Kendisi, dökülüp-akıtılan meniden bir damla su değil miydi?

38 Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'

39 Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.

40 (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?25

AÇIKLAMA

5. Bu ayet, ölümden sonra bir hayatın olduğunun delilidir. Başlangıçta insan hayatının bir nutfeden başladığını ve bunu yapmaya Allah'ın kadir olduğunu ve bu işin onun hikmetinin bir nişanesi olduğunu kabul eden insanlar bu hakikatlerin karşısına çıkmazlar. Ayrıca böyle kimseler, Allah'ın insanı bu dünyada bu şekilde yaratması gibi tekrar o insanı diriltmeye de kadir olduğunu aklen teslim ederler. Gelelim bunların hepsi bir hikmete dayanmamaktadır ve sadece bir tesadüf sonucudur diyen insanların sözüne. Eğer bunlar bu sözü inat için söyemiyorlarsa, o zaman şunu izah etsinler. Dünyanın başlangıcından bu güne kadar, dünyanın her bölgesinden ve her milletten aynı insan türünün yaratılması sonucu erkek ve dişi cinsler belirli bir orantıda doğmakta değil midir? Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman yalnız erkek çocuk ya da yalnız kız çocuğu dünyaya geldiği ve de bu şekilde daha sonraki insan neslinin devamına imkân kalmadığı görülmüş müdür? Bu sadece bir tesadüf müdür? Böyle büyük bir iddiayı ancak rahatça Londra, New York, Moskova ve Pekin'in tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilen yüzsüz bir insan söyleyebilir. (İzah için Bkz. Rum an: 27-30; Şura an: 77)

Birçok rivayetlerden, bu ayet okunduğu zaman Allah Rasulü'nün bu soru ifadesine bazen "bela" (evet), bazen "Allah'ım seni tenzih ederim ki yine evet" diyerek karşılık verdiği anlaşılır. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Ebu Davud) Ebu Davud'da Ebu Hureyre'den naklonunan bir rivayette Allah Rasulü şöyle söylemiştir:

"Tin Suresi'nin" Allah en iyi hükmeden değil midir?" ayetini okuduğunuzda "evet, ve ben buna şahidim" deyin; Kıyamet Suresi'nin bu ayetini okuduğunuz zaman "evet" deyin ve Murselat Suresi'nin son ayetini de "Kur'an'dan başka hangi söze inanacaklar?" okuduğunuz zaman "Alah'a iman ettik" deyin buyurmuştur."

Aynı konuda bir başka rivayet de Ahmed, Tirmizi, İbn Münzir, İbn Merduye, Hâkim ve Beyhaki'den nakledilmiştir.

KIYAMET SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1 Yoo, andolsun kıyàmet gününe.

2- Yoo andolsun, özünü eleştiren, kendini kınayan nefse.

3- İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor?

4- Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter.

5- Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor.

6- Bu yüzden "Kıyamet günü ne zaman?" diye soruyor.

7- Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman,

8- Ay karardığı zaman,

9- Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman,

10- İnsan o gün "Nereye kaçmalı? " der.

11- Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.

12- O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur.

13- O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir.

14- Aslında insan kendi kendinin denetleyicisidir.

15- Birtakım mazeretler ileri sürse de.

Olumsuzluk edatının arkasından gelen bu pekiştirilmiş yeminler normal, dolaysız yeminlerden daha etkili, daha uyarıcıdırlar. Zaten bu ifadenin amacı da budur. Bu amaç Kur'an'ın başka bazı ayetlerinde de tekrarlanan bu kendine özgü üslup aracılığı ile en güzel biçimde gerçekleştiriliyor. Yeminlerin arkasından "kıyamet"in ve "özünü eleştiren nefs"in mahiyeti açıklanıyor.

Surenin akışı içinde kıyamet konusu sık sık karşımıza çıkacaktır. Şimdi "özünü eleştiren nefis" kavramını ele alalım. Elimizde klasik tefsir bilginlerinin bu kavram hakkında yaptıkları çeşitli yorumlar ve açıklamalar vardır.

Mesela Hasan-ı Basri bu konuda şu açıklamayı yapıyor: "Vallahi, müminin her zaman özünü eleştirdiğini, nefsini kınadığını görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim? Şu lokmayı niçin yedim? içimden geçirdiğim şu düşüncenin amacı neydi?' der sürekli olarak. Günahkâr kimse ise tutturduğu yolda ilerler, özünü eleştirmek hiç aklına gelmez." Yine Hasan-ı Basri başka bir açıklamasında "Kıyamet günü göktekilerden (meleklerden) ve yeryüzündekilerden (insanlardan cinlerden) kendini kınamayan bir tek kişi bile bulamazsın" diyor. İkrime bu kavramı açıklarken "insan `keşke şöyle şöyle yapsaydım' diyerek kendini hem iyilikleri konusunda hem kötülükleri konusunda kınar" diyor Said b. Cübeyr de buna yakın bir açıklama yapıyor. Abdullah b. Abbas bu kavram hakkında "Burada kendini kıyasıya eleştiren nefis kastedilmiştir. `Kıyasıya eleştirmeyi `kötülemek, kınamak' anlamında algılamak gerekir" diyor. Mücahid bu kavramı "Kaçırılan fırsatlar konusunda pişmanlık duyarak özünü eleştiren nefis" biçiminde yorumluyor. Katade "Kendini eleştiren nefisten maksat, günahkâr nefis'tir" diyor. ibn-i Cerir ise aynı konuda şunları söylüyor: "Bütün bu görüşler anlamca birbirine yakındırlar. Ayetten ilk bakışta anladığımıza göre bu kavram `iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da sahibini kınayan, kaçırılan fırsatlar için pişmanlık duyan nefis' demektir."

Bize göre bu açıklamaların en doyurucusu, en tutarlısı Hasan-ı Basri'nin açıklamasıdır. Bilindiği gibi o "sözünü kınayan nefis" kavramını şöyle yorumlamıştı; "Vallahi, müminin her zaman özünü eleştirdiğini, nefsini kınadığını görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim?' `Şu lokmayı niçin yedim?', `içimden geçirdiğim şu düşüncenin amâcı nedir?' der sürekli olarak. Günahkâr kimse ise tutturduğu yolda ilerler, özünü eleştirmek hiç aklına gelmez."

İşte Allah katında üstün ve değerli nefis bu özünü eleştiren, uyanık, çekingen, sıkılgan, iç konuşmalarla kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir. Yüce Allah'ın kıyamet günü ile yanyana koyarak değer yüklediği nefis türü budur. Bunun karşı kutbunda günaha batmış nefis yer Alır. Bu günah işlemekten kaçınmayan, tutturduğu günahkârlık yolunda ısrarla ilerleyen, Allah'ın mesajını yalanlayan, islam çağrısına sırt çeviren, çalım satarak yakınlarının arasına dönen, kendini hesaba çekmeyen, kınamayan, eleştirmeyen, umursamaz ve küstah nefistir.

Evet "Yoo, andolsun kıyamet gününe; yoo, andolsun özünü eleştiren, kendini kınayan nefse" ki kıyamet günü mutlaka gerçekleşecektir. Ayetlerin anlamı, aslında budur, ama nasıl yemin edilirken olumsuzluk edatı ile söze başlayan dolaylı ifade biçimi tercih edilmiş ise üzerine yemin edilen konu olan kıyamet gününün kesinliği de açık açık söylenmeyerek belirsiz bırakılmıştır. Fakat Kıyamet gününün geleceği gerçeği, bu uyarıcı girişin arkasından sanki yeni bir konuya giriliyormuş gibi bağımsız bir biçimde gündeme getirilmiştir. Okuyalım:

"İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor? Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter."

Yeniden diriliş gerçeği konusunda müşriklerin kafasını en çok kurcalayan mesele yere gömülmüş, çürümüş, toprağa karışmış olan insan kemiklerinin nasıl biraraya getirileceği idi. Bunun olabileceğini bir türlü akılları almıyordu. Bu gün bile böyle bir şeyi imkansız sanan, kafalarına sığdıramayan kimseler vardır. İşte Kur'an bu kuşkuyu, çürümüş insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargıyı zihinlerden silmeye çalışıyor bu olayın meydana geleceğini kesinlikle dile getirerek "Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter" diyor.

Ayetin orjinalinde geçen "benan" sözcüğü "parmak uçları" anlamına gelir. Ayet çürümüş kemikleri biraraya getirme işleminin kesinliğini, bundan daha üst düzeyde, daha karmaşık bir işlemin gerçekleştirileceği gerçeğine, yani parmak uçlarını yeniden yapılandırma, parçalarını yerine koyup onları eski durumlarına getirme işleminin gerçekleştirileceği gerçeğine bağlıyor. Bu kinayeli bir ifadedir. Anlatmak istediği şudur: İnsan organizması, en küçük parçasına varıncaya kadar eski bütünlüğü ile yeniden diriltilecektir; öyle ki, parmak uçları bile eksik bırakılmayacaktır; ayrıca organizmanın hiçbir parçasının yeri değiştirilmeyecek, düzenli biçimde yeniden yapılandırılacak; küçük büyük hiçbir organ ne ihmal edilecek ve ne biçim değişikliğine uğratılacaktır.

Burada bu pekiştirilmiş açıklama ile yetiniliyor. Surenin sonunda ilk yaratılış gerçeğine ilişkin yeni bir kanıtla karşılaşacağız. Burada bu pekiştirilmiş açıklamanın arkasından bir de yeniden dirilişe yönelik kuşkunun insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargının psikolojik sebeplerine parmak basılıyor. Sebep şu: insanoğlu kötülük yapmak istiyor, tutturduğu kötü yolda ilerlemek istiyor, kötü yoldaki ilerleyişini hiçbir şeyin engellememesini istiyor, hesap verme ve azaba çarptırılma gibi yaptırımlar önüne çıkmasın istiyor, bundan dolayıdır ki, yeniden dirilmeyi, kıyamet gününü zayıf bir ihtimal olarak görüyor. Okuyoruz:

"Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor. Bu yüzden `kıyamet günü ne zaman?' diye soruyor."

Soruda uzun sesli bir soru edatı olan "eyyane" kullanılıyor. Bu da soruyu soranın o günün geleceğine zayıf bir ihtimal gözü ile baktığını kanıtlar. Bu soru biçimi ile insanın kötülük yapmaya ve günahkârlığı sürdürmeye ilişkin arzusu arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bu insan kötü yolunda dolu-dizgin ilerlerken önüne yeniden dirilme ve ahiret hayaleti dikilsin istemiyor. Ahiret, kötülüğe düşkün nefsin dizgini, günah tutkunu kalbin engelidir. Bu yüzden günahkârlığı sürdürmek isteyen insan bu engele yolundan kaldırmaya, bu dizginden kurtulmaya kalkıyor. Amacı hesaplaşma günü endişesi taşımadan kötülük ve günah işlemeye devam etmektir.

Böyle olduğu içindir ki, kıyamet günü ile alay eden, onun geleceğini zayıf bir ihtimal olarak gören bu soruya hemen ve bekletmeden, şimşek hızı ile cevap veriliyor. Bu hızlılık ve çabukluk hem kullanılan sözcüklerin ses yapılarına hem de ifadenin mesaj özelliğine yansıyor. Çünkü soruya bir kıyamet sahnesi ile cevap veriliyor ve sahnede duyu organları, duygular ve evrensel görüntüler birlikte karşımıza getiriliyor. Okuyalım:

"Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman, Ay karardığı zaman, Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman, İnsan o gün `Nereye kaçmalı?' der."

O gün gözler seğirir, yuvalarında şimşek hızı ile bir o yana, bir bu yana dönerler. Ay kararır, ışığı kaybolur. Daha önce ayrı ayrı yörüngelerde dönen güneş ile ay biraraya gelir. Böylece gök cisimlerinin o eşsiz ve ince düzeni bozulmuş olur. Bu korku ve panik içinde paniğe tutulan insan "Nereye kaçmalı?" diye sorar. Bu soru, onun duyduğu dehşetin ve korkunun boyutlarını ortaya koyar. Sanki her yanına bakıyor ve sonunda önünün kapalı olduğunu, kapana sıkıştırıldığını görüyor gibi bir imaj canlanıyor bu soruda.

O gün bir sığınak, bir koruyan bulunamaz. Yüce Allah'ın ezici pençesinden ve yakaya yapışmasından kurtuluş yoktur. Dönülecek, durulacak tek yer O'nun huzurudur, başka bir varılacak konaklanacak yer bulunamaz. Okuyalım:

Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.

O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur."

İnsan dünyada hiç hesaba çekilmeden, davranışlarına uygun karşılıklar biçilmeden günah işlemeye devam etmek isterdi ya. O gün bu arzuya yer yok. Tersine o gün yaptıklarının bir bir hesabını verecek, unuttuğu davranışları kendisine tattırılacak; yaptıkları kendisine hatırlatıldıktan, hatta bunlar önüne getirildikten sonra onların sorumlulukları ile yüzyüze getirilecektir. Okuyalım:

"O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir: '

Yani insanın hem ölmeden önce işlediği bütün davranışlar, hem de bu davranışların öldükten sonra geride kalan izleri -iyilik olsun, kötülük olsun- kendisine bildirilir. Dünyada iz bırakan bazı davranış türleri vardır ki, bunlar hesaplaşma işleminin sonunda sahiplerinin puan hanelerine eklenirler.

Bu sırada insan davranışlarına çeşitli mazeretler, çeşitli bahaneler gösterebilir. Fakat bu mazeretlere kulak asılmaz. Çünkü insan ile nefsi arasında sıkı bir sorumluluk bağı öngörülmüştür. insan, nefsini iyiliğe iletmekle, bu yolda ona rehberlik etmekle yükümlüdür. Madem ki, bunun tersini yaparak onu kötülüğe sürüklemiştir, şimdi onun yükünü taşıyacak, hatta onun aleyhine tanıklık yapacaktır. Okuyalım:

"Aslında insan kendi kendisinin denetleyicisidir. Birtakım mazeretler ileri sürse de."

O güne ilişkin her şeyin hızlılığı ve kısalığı gözümüzden kaçmıyor. Ayetler, duraklar, müziğin havası ve ritmi, gözlerimizin önünde yıldırım hızı ile akıp giden görüntüler, hatta hesaplaşma işlemi bile son derece çabuk ve kısadır; "O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir." İşte böyle, son derece çabuk ve özet olarak. Bu çabukluk yaşama sürelerini uzun bularak yapay bir sabırsızlık gösteren ve aslında hesaplaşma gününü hafife alan kâfirlerin tutumlarına uygun düşen bir karşılıktır.

Bunun arkasından Peygamberimize vahiy ve Kur'an'ı algılama konusunda özel direktif niteliğindeki dört ayete sıra geliyor. Okuyalım:

16- Ey Muhammed, Cebrail sana Kur'an'ı okurken, acele edip onun söylediklerini tekrarlama.

17- Bu Kur'an'ı senin hafızanda toplamak ve sana okumak bize düşen bir iştir.

18- Sana onu okuduğumuzda, onun okunuşunu izle.

19- Sonra onu sana açıklamak da bize düşen bir iştir.

Surenin girişinde bu ayetler hakkında söylediklerimize şimdi şunları eklemek istiyoruz. Bu ayetlerin vicdanlara aşıladıkları mesaja göre Kur'an'ın işi vahiy, koruma, toplama ve açıklama bakımından bütünüyle yüce Allah'a bağlanıyor O konuda Peygamberimize sadece onu taşıyıp insanlara duyurmak düşüyor. Bu ayetlerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta da Peygamberimizin kendisine indirilen vahyi kavrama konusunda ne kadar titiz davrandığı, bu görevini ne kadar ciddiye aldığı ve kendisine sunulan sözlerin bir cümlesini, hatta bir kelimesini unutmaktan ne kadar büyük bir korku duyduğudur. İşte bu korkunun dürtüsü ile kendisine Kur'an okuyan Cebrail'i ayet ayet, kelime kelime izliyor, böylece ilahi mesajın hiçbir sözcüğünü kaçırmadığından emin olmak istiyor, sonraki ezberinin eksizliğini güvenceye almaya çalışıyor.

Bu olayın elimizdeki Kur'an'da yerini alarak "Tescil" edilmesi gerek şimdi burada, gerekse daha önce surenin girişinde değindiğimiz mesajların kökleştirilmesi bakımından son derece önemlidir.

İNSAN FITRATI

Daha sonraki ayetlerde kıyamet sahnelerinin sunulmasına ve orada "kendini kınayan nefs"in başına geleceklerin anlatılmasına devam ediliyor. insanlara nefislerinin iç yüzü tanıtılıyor, orada egemen olan dünya sevgisine, dünyaya dalıp ahireti gözardı etme, ya da yeterince umursamamaya parmak basılıyor. Bu gafletin arkasından insanların ahirette nasıl bir durumla karşılaşacakları, orada başlarına nelerin geleceği vurgulanıyor. Bu durum canlı, güçlü mesajlı ve derin etkili bir sahnede gözler önüne seriliyor. Okuyoruz:



20- Hayır hayır! Ey insanlar, sizler şu kısa süreli dünyayı seviyorsunuz.

21- Ahireti gözardı ediyorsunuz.

22- O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parlar.

23- Onlar Rabblerine bakar.

24- O gün birtakım suratlar da asıktır.

25- Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.

Bu ayetlerde sözcük ve anlam arası uyum açısından dikkatimizi ilk çeken özellik dünya "acile" diye adlandırılmasıdır. Bu sözcük arz harfli oluşu yüzün-den dünya hayatının kısalığını ve çabuk gelip geçtiğini anlatmasının yanısıra -ki burada verilmek istenen asıl mesaj budur- bu sözcükle daha önce sunulan ahiret tablosu arasında, ayrıca yine bu sözcük ile yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik "Ey Muhammed, Cebrail sana Kur'an'ı okurken acele edip onun söylediklerini tekrarlama, bu amaçla dilini hareket ettirme" biçimindeki buyruk arasında uyum vardır. Çünkü bu buyrukta yeralan "hareket ettirme" ve "acele etme" kavramları dünya hayatında insanın özelliğini simgeleyen başlıca eylemlerdir. Bu çağrışım Kur'an'ın, hızlı akışı içinde gözardı etmediği ince ve anlamlı bir uyumdur.

Daha sonra gözlerimizin önünde eşsiz bir tablo canlandırılıyor. Şimdi bu tablo ile başbaşa kalalım:

"O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar. Onlar Rabblerine bakarlar."

Bu ayetlerde sözcüklerin anlatamayacağı ve aklın mahiyetini kavrayamaya-cağı bir duruma hızlı bir şekilde işaret ediliyor. Bu hal, mutlu cennetliklerin kendilerine vaadedilen benzersiz bir mutluluğa hazırlandıkları andır. Bu mutluluk karşısında içerdiği bütün nimet türleri ile cennet bile sönük kalır.

İşte ışıl ışıl parıldayan yüzler. Bu parıltıyı Rabblerine bakmaktan alıyorlar. Rabblerine, ha! Bu ne yüksek düzeyli bir mertebe! Bu ne erişilmez bir mutluluk!

İnsan ruhu zaman zaman yüce Allah'ın yaratma sanatının evrende ya da insanın kendisinde beliren bir pırıltısının göz kırpmasının hazzını yaşar. Bu parıltı kimi zaman mehtaplı bir gecede, kimi zaman zifiri karanlıklarda, kimi zaman ışıyan tanyerinde, kimi zaman uzayıp giden gölgede, kimi zaman dalgalı denizde, kimi zaman engin çöller ortasında, kimi zaman gönül okşayan bir bahçede, kimi zaman iç açıcı bir tomurcukta, kimi zaman soylu bir kalpte, kimi zaman güven yüklü bir inançta, kimi zaman onurlu bir sabırda, kimi zaman da başka bir varlık kesitinde insana göz kırparda kalbi neşeye boğar, gönlü mutlulukla doldurup taşırır, ruha ışıktan kanatlar takarak onun engin ve özgür alemlerde süzülmesini sağlar. O anda hayatın dikenleri, acıları, çirkinlikleri, toprağın çekimi, etin ve kanın ağırlığı, arzuların ve ihtirasların çatışmaları yokoluverir.

Peki, eğer insan yüce Allah'ın sanatının pırıltılı bir örneğine değil de doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi "cemal"ine bakarsa durum nice olur?! Hey, bu öyle bir makamdır ki, önce yüce Allah'ın lütfuna, sonra da O'nun vereceği dayanma gücüne muhtaçtır. Çünkü bu dayanma gücü olacak ki, insan kendine hakim olabilsin, böyle bir şok karşısında kendini kaybetmesin de bu tarife sığmaz ve akıl tarafından özü kavranmaz mutluluğun tadını duyabilsin. Evet;

"O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar."

Nasıl parıldamasınlar ki, mutlu gözler, doğrudan doğruya Rabblerinin "Cemal"ine bakıyorlar.

İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki bir sanat eseri ile, mesela göz kamaştırıcı bir tomurcukla, gönül okşayıcı bir çiçekle, süzülen bir kuş kanadı ile soylu bir insan ruhu ile, onurlu bir davranışla göz göze gelince mutlu olur, bu mutluluk kalbinden taşarak yüz hatlarına yansır, çehresinde parlaklık ve gülümseme belirir. Peki, bir de bu insanın güzelliğin uyandıracağı mutluluğu gölgeleyebilecek bütün engellerden arınmış olarak doğrudan doğruya yüce Allah'ın "Cemal'ine baktığını düşünelim. Acaba o zaman durum nasıl olur? insan varlığı, normal olarak böylesine yüce bir mertebeye eremez. Erebilmesi için bu hayale sığmaz doruğa yükselmesini önleyebilecek her türlü engelden, her türlü gölgeden kurtulmuş olması gerekir. Sadece çevresini saran dış engellerden ve gölgelerden kurtulmuş olması yetmez. Bunun yanısıra özünde varolabilecek Allah'a bakma dışındaki bütün gereksinimlerden ve eksiklik duygularından da arınmış olmalıdır.

Peki, insan yüce Allah'ın "Cemal"ini nasıl, hangi organı ile ve hangi yöntemle görür? bunlar bu ayetin sunduğu sevinçle, coşku ile, mutlulukla, kabına sığmaz uçarılıkla, özgürlükle ve heyecanla iletişim kuran mümin bir kalbi hiç ilgilendirmeyen boş sözler, anlamsız tartışmalardır.

Niye bazı insanlar, ruhlarını bu sevinç ve mutluluk kaynağı nurla öpüşmek-ten yoksun bırakarak, alışılmış kavramlara bağımlı insan aklı aracılığı ile kavranması mümkün olmayan bu sınırsız gerçeği tartışma konusu yaparlar? insan varlığının o gün böyle bir sınırsız gerçeğin doruğuna tırmanmasının beklenebilmesi için toprak kaynaklı ve sınırlı yapısının kayıtlarından arınması gerekir. Bu arınmada olmaksızın böyle bir yüzleşmenin gerçekleşmesini umması bir yana, onun hayalini bile kafasında canlandıramaz.

Buna göre cennette yüce Allah'ın görülüp görülemeyeceğine ilişkin gerek mutezile mezhebinin, gerek ehl-i sünnet karşıtlarının ve gerekse kelâm bilginlerinin giriştikleri uzun ve bıktırıcı tartışmalar boş ve anlamsızdır.

Bu tartışmanın tarafları bu büyük gerçeği yeryüzü kaynaklı kriterle değerlendiriyorlar, yeryüzü çekimli kavramlara bağımlı aklın baskısı altındaki insandan sözediyorlar, bu sınırsız gerçeği sınırlı kavrama güçlerinin kapasitesine sığdırmaya çalışıyorlar.

Kullandığımız sözcüklerin anlamları bile aklımızın sınırlı kavrama kapasitesine ve hayal ufkumuzun sınırlarına bağlıdır. Sözcükler kafanızdaki kavramların bağımlılığından kurtulup özgürleşince nitelikleri değişir. Sözcükler, anlam kapasiteleri insan kafasındaki kavramlara bağlı olarak değişen birer sembolden başka birşey değildirler. Eğer insanın kavrama kapasitesi değişirse bu kapasite ile birlikte kafasındaki kavram birikimi de değişir. O zaman bu değişimin doğal bir sonucu olarak sözcüklerin anlamları da değişir. Bizler yeryüzünde düşünme kapasitemizin elverdiği oranda bu semboller aracılığı ile düşünür, iletişim kurarız. O halde kelimelerinin anlamlarını bile değişmez bir zemine oturtamadığımız sınırsız bir gerçeği nasıl tartışma konusu yapabiliriz?

Buna göre sırf bu gerçeği hayal etmemizin sağladığı uçsuz-bucaksız mutluluğu ve kutsal sevinci beklemeye koyulalım. Ruhlarımız bu beklentinin coşkunluğu ile meşgul olsun. Çünkü bu beklenti başlıbaşına öyle büyük bir nimettir ki, ancak doğrudan doğruya yüce Allah'ı görme nimeti onun üzerine çıkabilir. Devam edelim:

"O gün birtakım suratlar da asıktır.

Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kanısını taşırlar."

Bu yüzler kara, asık ve mutsuzdurlar. Yüce Allah'ı görmekten, hatta böyle bir umudu taşımaktan uzaktırlar. Sebep günahları, geriye doğru gitmeleri, kirlilikleri ve körelmişlikleridir. Bu yüzden bel bükücü, omurgayı kırıcı bir felâkete uğramanın beklentisi içinde endişeli, hüzünlü, karamsar ve gergin mimiklidirler. Suratlarının, somurtuk ifadelerinin, gergin çizgilerinin ve kırışık alınlarının kaynağı bu kaygılı bekleyiştir.

Çünkü onlar bu ahireti gözardı ediyorlar, umursamıyorlar. Sadece geçici dünyaya önem veriyorlar, sırf onu seviyorlar. Oysa önlerinde "o gün" vardır. O gün akıbetlerin değişeceği gibi yüzler de farklı olacaktır. Bu fark öylesine büyük olacak ki, kimi yüzler Rabblerine bakarken ışıl ışıl parıldarken kimi çehreler de bel kırıcı bir felakete uğramanın kaygılı beklentisi içinde asık ve gergin olacaklardır.

ÖLÜM

Yukardaki ayetlerde çarpıcı kıyamet sahneleri ile yüzyüze geldik. Bu sahnelerde gözlerin yuvalarında fıldır fıldır döndüğünü, ayın karardığını, ay ile güneşin üstüste kapaklandıklarını, o gün insanoğlunun "nereye kaçmalı?" diye sormasına rağmen kaçacak bir delik bulamadığını, birbirinden alabildiğine farklı akıbetlerin ve çehrelerin ortaya çıktığını, Rabblerine bakarken ışıl ışıl parıldayan yüzler yanında, ağır ve bel kırıcı bir felaketle karşılaşmanın kaygılı beklentisi içinde asık ve donuk çehrelerin ortalıkta dolaştığını gördük.

Bu sahnelerin duygulara yönelik etkileyici gücü içerdikleri gerçeğin gücünün yanısıra Kur'an'ın somut ve canlı üslubundan kaynaklanmıştı. Sure, bu sahnelerin ardından başka bir sahne sunuyor. Dinleyicilerin sanki elleri ile dokunabilecekleri biçimde somut olan bu sahne yeryüzünde her an tekrarlandığı için gücünü, ağırlığını ve belirginliğini herkese hissettiren bir olguyu gözler önüne seriyor. Sahne ölüm sahnesidir. Her canlının son durağı olan ölüm. Hiçbir canlının ne kendi başından ne de başkalarının başlarından savamayacağı ölüm. Sevgilileri birbirinden ayıran, duraklamadan, sağa-sola bakmadan yoluna devam eden; yaşlıların çığlıklarına, ayrı düşenlerin yakınmalarına, sevenlerin sevgilerine ve korkanların korkularına kulak vermeyen ölüm. Sıradan zavallıları yere serdiği kolaylıkla zorbaları da yere seren, ezilenlere pençe attığı şiddetle ezenlere de pençe atabilen ölüm. İnsanların karşısında hiçbir kurtuluş çaresi bulamadıkları, buna rağmen ezici gücüne karşı önlem almadıkları ölüm. Okuyoruz:



26- Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman.

27- "Bu hastayı iyileştirecek biri yok mu?" diye sorarlar.

28- Adam, ayrılma zamanının geldiğini anlar.

29- Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır.

30- O gün Rabbine doğru yolculuk vardır.

Bu sahne can çekişmesi sahnesidir. Ayet bu sahneyi somut biçimde okuyucuların gözleri önüne seriyor. Sanki olay şu anda oluyormuş, sanki ruh, sözcükler arasından fırlayarak hareket ediyormuş gibi bir izlenim bırakıyor. Tıpkı fırça darbeleri altında tablonun hatlarının belirmesi gibi. Evet;

"Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman: '

Can köprücük kemiğine dayanınca son nefes verilmek üzere demektir. Bu sahne, ölüm adayı için koma sahnesi, gözleri faltaşı gibi açtıran çırpınma sahnesidir. O sırada ölüm adayının çevresini saran yakınları çırpınan ruhun ızdırabını dindirmek için çare, son umutla bir çıkar yol aramaya koyulurlar. İşte;

"Bu hastayı iyileştirecek var mı?' diye sorarlar."

Ölüm adayı son nefes savaşının ve koma halinin çırpıntılarını yaşıyor. Öyle ki;

"Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır."

Artık çare yok. Hiç bir kurtuluş ümidi kalmadı. Son aşamada her canlının çıkacağı yolculuğun son yolu belirmiştir artık. Okuyoruz:

"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."

Sahne harekete geçecek ve konuşacak kadar canlıdır. Her ayet bir başka hareketi somutlaştırıyor. Her cümle, tabloya yeni bir çizgi katıyor. Böylece can çekişme anı donduruluyor; onunla birlikte yaş, şaşkınlık, çaresizlik, çığlıklar ve acı gerçekle yüzyüze gelmişlik de somutlaşıyor. Öyle bir acı ve buruk gerçek ki, baştan savılması, geriye çevrilmesi sözkonusu bile değil. Sonra kaçınılmaz son ile yüzyüze geliniyor. Evet;

"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."

Bu buruk sahnenin perdesi ansızın iniveriyor. Ama gözlerde görüntüsü, duyu organlarında sarsıcı etkisi, çevredeki havada tüyler ürpertici suskunluğu vardır. Bu ciddi, gerçeği yansıtıcı, çırpıntılı ve acıklı sahneyi gerçeği yalanlayanların, umursamazların sahnesi izliyor. Bu adamlar ölüm ve sonrası için hiçbir hazırlık yapmazlar. Tersine günah ve yüz çevirme biriktirirler. Zamanlarını oyunla, eğlence ile öldürürler. Üstelik bu günahkâr ve gerçeğe yüz çevirici tutumları ile çalım satarlar. Okuyoruz:



31- Adam ne inandı, ne namaz kıldı.

32- Tersine inkâr etti ve sırt çevirdi.

33- Sonra çalım satarak ailesinin yanına döndü.

Elimizdeki bilgilere göre bu ayetlerde belirli bir kişi kasdedilmiştir. Söylendiğine göre bu kişi "Ebu Cehil" lâkabı ile tanınan Amr b. Hişam'dır. Mekkeli müşriklerin bu azılı elebaşısı zaman zaman Peygamberimizin yanına giderek O'nun okuduğu Kur'an'ı dinler, sonra çekip giderdi. Ne iman eder, ne gerçeğe boyun eğmeye yanaşır, ne haddini bilir, ne Allah'tan korkardı. Tersine Peygamberimize ağır sözlerle sataşır, insanların Allah'ın yoluna girmesine engel olurdu. Sonra da iyi bir iş yapmış gibi çalım satarak, yaptığı kötülüklerle övünerek yakınlarının yanına koşardı.

Ayetler adamı alaya Alıyor, kendisi ile gırgır geçiyorlar. Durumu gerçekten komiktir. Çalım satışı, omuz kabartma, çirkin ve abartılı bir hava atma pozu ile tasvir ediliyor.

Aslında Allah'a çağrı tarihi boyunca nice Ebu Cehiller görülmüştür. Bunlar gerçeği işitirler, fakat bu sese yüz çevirirler. Son derece maharetle insanları Allah yolundan alıkoyarlar, dava adamlarına eziyet ederler, kalleşçe tuzaklar kurarlar ve gerçeğe sırt çevirirler. Böyle yaparken kalleşlikleri ile, puştlukları ile, kötülükleri ile, bozgunculukları ile, insanları Allah yoluna girmekten alıkoyan zorbalıkları ile, yüce Allah'ın dini ve inanç sistemi önünde kurdukları tuzaklar ile övünürler.

İşte okuduğumuz ayetler bu burnu büyük bozguncuların şımarıklıklarına şu sert bir tehditle karşılık veriyor:

34- Vay başına geleceklere!

35- Yine vay başına geleceklere!

Bu ifade tehdit ve yıldırma içerikli bir halk deyimidir. Nitekim bir defasında Peygamberimiz, Ebu Cehil'i gırtlağından tutup sarsarak kendisine "Vay başına geleceklere! Yine vay başına geleceklere!" dedi. O Allah'ın düşmanı ise Peygamberimize "Vallahi, ne sen ve ne de senin Allah'ın bana hiçbir şey yapamazsınız. Ben şu iki dağ arasında yürüyenlerin en büyüğüyüm" diye karşılık vermişti. Peki sonra ne oldu? Yüce Allah, Bedir savaşında Peygamberimize ve güçlü, ezici, yüce Allah'a inananların eli ile bu şımarık zorbayı yakalayıp tepeleyiverdi. Daha önce de Firavun, soydaşlarına şöyle demişti:

"Ey ileri gelen soydaşlarım, sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum."(Kassas 30)

"Mısır ülkesinin egemenliği ve şu ayaklarımın altından akan nehirler benim değil mi?"(Zuhruf 51)

Fakat yüce Allah, sonunda onu da yakalayıp tepeledi.

Allah'a yönelik çağrı tarihi boyunca soyunun kalabalıklığı ile, kaba gücü ile ve saltanatı ile övünen, bunları birşey sanarak yüce Allah'ı ve O'nun zalimleri kıskıvrak yakalayan güçlü elini unutan nice Firavunlar görülmüştür. Sonunda Allah sivrisinek, karasinek önemsizliği ile onları tutup haklayıvermiştir. Evet, ne diyorduk. insanın bu son anı, daha önce bildirilen "ecel" anıdır. O an ne önceye alınabilir ve ne de ertelenebilir.

İNSAN BAŞIBOŞ BIRAKILACAĞINI MI SANIYOR?

Surenin sonunda kalplere, insan hayatının pratiğini köklü biçimde etkileyen başka bir gerçeğin fiskesi ile dokunuluyor. Bu gerçek yüce Allah'ın insan hayatını önceden tasarladığını ayrıntılı bir plâna bağladığını gösterdiği gibi kafirlerin şiddetle inkar ettikleri yeniden dirilişe de kanıt oluşturur. Fakat ne bu gerçek ile yüzyüze gelmekten kaçabilirler ve ne de onun kanıtlayıcı fonksiyonunu, anlamını gözardı edebilirler. Okuyalım:



36- İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?

37- O fışkıran meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?

38- Sonra embriyoya dönüştü, sonra Allah onu yaratıp biçimlendirdi.

39- Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetti.

40- Bunları yapan Allah, ölüleri diriltemez mi?

Derin anlamlı mesajlarla yüklü olan bu son kesit, Kur'an'ın o günkü ilk muhataplarının akıllarının ucundan bile geçmeyen birkaç köklü anlamlı gerçeğe dikkatimizi çeker. Bu gerçeklerin ilki, insan hayatının önceden tasarlandığı, kesin bir plana bağlı olduğu gerçeğidir. Okuyoruz:

"İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"

Kur'an'ın o ilk muhataplarının anlayışlarına göre hayat, sebebi, amacı ve ideali olmayan birtakım hareketler zinciri idi. insanlar rahimler tarafından dışarıya atılıyorlar ve mezarlar tarafından yutuluyorlardı. Bu iki aşamanın arası oyundan, eğlenceden, süsten-gösterişten, övünme yarışından, hayvana özgü kısa vadeli zevklerden ibaretti. Tüm evrene egemen olan bir yasalar sistemi varmış, bu yasaların gerisinde bir amaç ve o amacın gerisinde de bir hikmet yatıyormuş. İnsan bu hayata belirli bir plân uyarınca gelmişmiş. Bu hayat bir hesaplaşma ve ödül-ceza işlemi ile noktalanacakmış, insan şu yeryüzündeki serüveni, sözkonusu hesaplaşma ve ödül-ceza aşamasında sonuçlanacak bir sınav sürecinden ibaretmiş. Bütün bu ayrıntılı ve birbirine bağlı düşünceler ve bu düşüncelerin gerisindeki güçlü, plânlayıcı, hikmet sahibi, herşeyi bir ön-tasarıya göre yapan ve herşeyi belirli bir sonuca ulaştıran ve "Allah" bilinci o günkü insanların zihniyetlerine ve kafa yapılarına uzak ve yabancı kavramlardı.

İnsanı hayvandan ayıran özellik, insanın olaylara, zamana ve amaçlara bağlılık bilinci, gerek kendi soyunun ve gerekse çevresindeki tüm varlıkların bir amacı, bir maksadı yolundaki misyonudur. Bunlar da yetmez. insanın, insan sayılabilmesi için bu bilince ve ufuk genişliğine bağlı olarak insanlık merdivenlerinin basamaklarında sürekli bir tempo ile yükselmelidir, evrende işleyen yasal sistemin varlığına ilişkin duyarlı bir düşünce taşımalıdır, olaylar ve nesneler ile bu yasalar arasındaki sıkı bağı farketmelidir. Ömrünü birbirinden kopuk olaylar ve zaman dilimleri biçiminde algılayarak yaşamamalıdır. Zaman, yer, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasında kafasında bağ olmalıdır. Sonra bütün bunlar ile evren bütünü ve onun yasaları arasında bağ kurmalıdır. Son aşama da bu saydıklarımızın bütünü ile yoktan var edici, planlayıcısı, hiçbir şeyi boşuna yaratmayan, yarattıklarını başıboş bırakmayan yüce irade arasında bağ kurmalıdır.

Kur'an'ın sağladığı ufuk genişliği sayesinde o eski çağda insanların kaydettikleri bu düşünce aşaması, o günün yaygın düşünceleri ile karşılaştırma yaptığımız takdirde müthiş bir aşamadır. Bu aşama insanlığın tanıdığı, evrene ilişkin klâsik ve modern felsefelere göre bu gün de müthiş bir transformasyon olma özelliğini halâ korumaktadır.

"İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"

Kur'an'ın bu yoldà insan kalbine yönelttiği dokunuşlardan biridir. Amacı insanın sağına-soluna dikkatli bakarak kendi varlığını tüm evrene ve evren bütününü planlayan yüce iradeye bağlayan bağların, irtibat kanallarının, hedeflerin, amaçların, gerekçelerin ve sebeplerin farkına varmasını sağlamaktır.

Bu ayetin arkasından insanın başıboş bırakılmayacağını kanıtlayan somut ve yalın bir gerçeğe ışık tutuluyor. Sade ve duru bir dille anlatılan bu somut gerçek insanın ilk yaratılış gerçeğidir. Okuyalım:

"O, fışkıran meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?

Sonra embriyoya dönüştü, sonra Allah onu yaratıp biçimlendirdi. Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetti."

Şu "insan" denen varlık nedir? Neden yaratıldı? Başta nasıl bir şeydi? Sonra nasıl oluştu? Dünyaya gözünü açıncaya kadar ki büyük yolculuğunu nasıl geçirdi? O ilk defa tamla su, fışkırtılan, ana rahmine atılan bir meni damlası değilmiydi? Bu meni damlacığı, küçücük tek bir hücreden ana rahminde kendine özgü konumdaki bir embriyoya dönüşmedi mi? Rahmin çeperlerine asılarak yaşayan ve besinini sağlayan bir embriyo aşamasına geçmedi mi? Bu hareketi ona kim ilham etti? Ona bu gücü kim verdi? Onu bu yöne kim yöneltti?

Daha sonra kim onu dengeli yapılı, uyumlu organlı, ilk başta yumurtalı bir tek hücreden ibaretken milyarlarca hücreden oluşmuş organizmalı aşamaya geçirdi? insan yavrusunun tek hücre aşamasından biçimlenmiş "cenin" aşamasına varıncaya kadar aldığı mesafe ve yolculuğunun cenin aşamasında geçirdiği değişmeler doğumundan ölümüne kadar yaşadığı olayların tümünden ve aştığı mesafelerin toplamından daha uzun ve daha geniş çaplıdır. bu uzun yolculukta kim ona rehberlik etti? Çünkü o küçücük ve güçsüz bir yaratıktır. Ne aklı ne kavrama yeteneği ve ne de deneyimi vardı.

O tek hücreden son aşamada erkek ile dişiyi kim türetti? Hangi irade bu hücreye dişi olmasını empoze ederken, şu hücreye erkek olmasını empoze etti? Yoksa biri bu işe el attı da ana rahminin karanlıkları içinde bu hücreleri bu yolda tercih yapmaya mı iletti?

Bunları düşünürken plânlayıcı, fakat fark edilmez bir elin varlığını kabul etmek kaçınılmaz olur. İşte bu farkedilmez el, ana rahmine atılmış meni damlacığına uzun yolculuğunda rehberlik etmiş ve sonunda onu belirttiğimiz aşamaya erdirmiştir; yani "Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetmiştir: '

Kendini insana ister-istemez kabul ettiren bu gerçeği, surenin işlediği gerçeğin bir çoğunu içeren şu geniş kapsamlı mesaj izliyor. Okuyoruz:

"Bunları yapan Allah, ölüleri diriltemez mi?"

Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. O ölüleri diriltebilir. Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. O yeniden dirilişi gerçekleştirecek güce sahiptir.

Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. Kendini ister-istemez kabul ettiren bu gerçek karşısında insanın yapabileceği tek şey titreyip aklını başına toplamaktır.

İşte sure bu kesin, bu net, bu derin etkili, bu güçlü, bu insan kafaları insan varoluşu ve bu varoluşun gerisindeki ilahi plân ve tasarı bilinci ile doldurup taşıran mesajla noktalanıyor.

KIYAMET SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Mü'min, hata yapınca ağır bir üzüntü duyar ve olanca genişliğine rağmen yeryüzü ona dar gelir. Bu, imanın, yükselmeye hızlı bir teşviki ve alçalma­ya engel olmasıdır. İşlediği hatâlardan ötürü nefsini kınayan, eksikliklere ahşamaz ve hızlı bir şekilde daha temiz bir ortama geçmek ister. Allah'a ve âhiret gü­nüne İman ederek vakur olsun diye Allah kendisini kınayan nefse yemin etmiştir. Ama Allah'ı tanımayan ve O'na kavuşmayı beklemeyen fertler ve toplumlar ise rezil­liğe dikkat etmezler ve hesap gününden sakınmazlar. Çünkü onlara göre hesap günü bir kuruntudan ibarettir.

Bu hususta Zehavî der ki: "Kuruntuyu duyularla değiştirmem!" Kıyamet Sûresi'nin baş tarafları bu durumlara işaret etmektedir.

"Kıyamet gününe and içerim. Daima kendisini kınayan nefse and içerim. İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile (yapıp) düzeltmeye gücümüz yeter." (Kıya­met: 1-4)

Bedenleri teste tâbi tutan Allah, öldükten sonra aynı sımaları ve yeryüzünde bir­birlerine hiç benzemeyen binlerce parmak uçlarındaki çizgileri yeniden döndürmeye gücü yeter.

İnsanlar önceden hazırladıkları karşılığı görmeleri için yeniden diriltileceklerdir.

"(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü, (yapmayıp) geri bıraktığı her şey ken­disine haber verilir." (Kıyamet: 13)

Öncekilerin ve sonrakilerin kusuru, ceza gününü imkânsız veya zayıf görmeleri­dir. Eğer düşünselerdi o zaman onlar için durum farklı olurdu.

Kıyamet Sûresi'nde, bu günü, öncesini ve sonrasını doğrulayan bir vasıf vardır. Ama bu vasıf, vahyi alırken acele etmemesi için değerli elçiye nasihati öngörmektedir. Bu, teşvikler anlayışında aceleciliktir. Bu semavî vahyi alan insan, nasıl tamamı­nı alacak, tek bir harfi bile birbirine karıştırmayacak, sonra da indirildiği şekliyle onu insanlara okumak için gidecek? Hangi beyin bunu yapabilir?

Fakat Allah O'na güvence vermiştir.

"Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okumak bize düşer. Sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman O'nun okunuşunu takip et. Sonra O'nu açıklamak bize dü­şer." (Kıyamet: 17-19)

Bu ilâhî bir taahhüt ve Kur'ân'ı tamamen bize ulaştırmadır.

Burada son ceza gününden önce insanı asla yanıltmayan bir son yani ölüm var­dır.

İnsanoğlu neden ondan gafil olmaktadır?

"Hayır, ne zaman ki can, köprücük kemiklerine dayanır. Ve (başında bulunan­lar tarafından): Kim afsun yapar acaba? denir. Ve kendisi artık bunun ayrılık za­manı olduğunu anlar. Ve bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevk Rabbinedir (can, Allah'ın huzuruna sevkedilir)." (Kıyamet: 26-30)

Şüphesiz yaşam sarhoşluğu, gözleri bu kesin sona bakmaktan alıkor. Niçin bu körlük?

"İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyamet: 36)

Bu yaşamın yaratılması ve beş kıtada canlılık kazanması bunu abes kılmaz. Mu­hakkak insanların yaratıcıları önünde durup bu ilk yaratılışta yaptıklarım sorgulama­lıdırlar. Bunu son yaratılışları için bir istirahat yapmışlar mıdır? Son asrın ortalarında insan biliminin, bütün yaşam tarihinde ilerlemediği kadar ilerleyişi, bununla birlikte Allah'ı bilmesinin ve aynı şekilde O'nunla kavuşma eğiliminin sığ oluşu çok ilginç!

KIYAMET SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Yemin ederim. Bu, "yemin etmem" mânâsına değil, hayır, vallahi; yok, vallahi; değil, vallahi, gibi olumsuz bir ifadeden sonra yemindir. Nitekim İmriu'l-Kays şöyle demiştir:

"Hayır, baban hakkı için ey Âmiri'nin kızı, kavim benim kaçacağımı iddia etmez."

Âlimlerin çoğunluğu, bu gibi 'ların sıla, yani sadece vurgu için ilave edilmiş, eklenmiş, olduğunu söyler. (Vâkıa sûresinde "Hayır, yıldızların mevkilerine yemin ederim."(Vâkıa, 56/75) âyetinin tefsirine bkz.). Fakat Zemahşeri'nin açıklamasına göre, yeminden evvel gelen bu "lâ", "Hayır, Rabbine yemin olsun ki iman etmezler."(Nisâ, 4/65) âyetinde olduğu gibi sözün arasında olursa yemini vurgulamak için ilave edilmiş sıladır. Nitekim "Ehl-i kitab iyice bilsin diye"(Hadi d, 57/29) âyetinde de ilmi vurgulamak için ziyade edilmiştir. Fakat bu sûrede ve Beled sûresinde olduğu gibi sözün başında söylendiği zaman sıla değil, olumsuzluk ifade eder. Çünkü sıla, yani vurgu maksadıyla iki kelimeyi birbirine bağlama sözün arasınd a olur.

Bu olumsuzluğun yorum ve izahı şudur: Bir şeye yemin etmek onu büyütmek, ululamak demektir. Bunun başına olumsuzluk harfi getirmekle sanki şöyle denilmiş olur: "Şu söyleyeceğim söz o kadar önemli ve büyük ki, bunun büyüklüğünü tanıtmak için yemin etmek bile etmemek gibidir. Yani ondan da çok hürmet ve saygıya layıktır." Bu mânâ ise yemini desteklemiş olacağından olumsuzluk edatı ile vurgulanmış olur. Bazıları, "yemine ihtiyaç ve gerek yok. Bu son derece kuvvetli ve belli" mânâsıyla bu vurguyu i f ade etmişler; bazıları

da yeminden evvel geçmiş olan karşıt fikirleri ret için olduğunu söylemişlerdir. Bunu, yeminden önce muhatabın zihnini başka şeylerden temizlemek mânâsıyla da açıklayabiliriz ki, şöyle demek olur: "Şimdi zihninden bütün karşıt fikirleri sil. Söylenecek ve dinlenecek başka bir şey yok, ancak şu söyliyeceğim hakikat vardır. Yemin ederim ki..."

Kasem, bilindiği gibi yemin demektir. Biz meâlde bu "lâ"yı, bu mânâlara değinebilmek için "hayır" diye ifade etmeyi uygun gördük.

"Kıyamet gününe." Kıyamet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün, kalkış günü ki, önü ölüm ve yıkım günüdür. Bu sözle yeminin cevabının ne olduğu anlaşıldığı için ayrıca yeminin cevabı söylenmemiştir. "İnsan zanneder mi ki?..." Sorusunun cevabı yerine geçmiştir. Zira kıyamet gününe yemin etmek demek onun muhakkak olacağına yemin etmek demektir. Bu ise şöyle demek olur: Kıyamet gününe yemin ederim ki, siz kesinlikle tekrar diriltilecek, öldükten sonra kaldırılacaksınız.

2. "Hayır, kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." Bu da aynı mânâda, "nefs-i levvâme" (kendini kınayan)'nin gerçekleşeceğine yemindir. Nefs-i levvâme, "kınayan nefis" demektir. Bu da ya başkasını çok çok kınayan nefis veya yaptığı günahların fenalığını anlayıp da kendini kınayan, pişman olan nefis demek olabilir. Daha çok bu ikinci mânâ yaygın ve bilinmektedir. Onun için nefisler nefs-i emmâre (insana kötülük yapmasını emreden nefis), nefs-i levvâme, nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yak l aştıran nefis), nefs-i mülheme (ilham edilmiş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), nefs-i raziye (razı olmuş nefis) ve nefs-i merdıyye (kendisinden razı olunmuş nefis) diye yedi mertebeye kadar sayılır ki, her biri terbiye ve nefsi kırma ile tarika t yolunda bir mertebedir. Yani kıyamet günü muhakkak olacak ve ona inanmak istemeyen kötü nefisler o gün kendisini çok kınayacak, dünyada yaptıkları gafletlere, günahlara çok pişman olacaklar, hatta her nefis kendini kınayacak, dünyada işlediği kusura pişm a n olacak, "daha iyi niye çalışmadım, daha güzel işler niçin yapmadım" diye pişmanlık duyacaktır. Bu surette "kendini kınayan nefs"e yemin, o gün gerçekleşecek olan kınamasındaki acılığın önemine ve büyüklüğüne dikkat çekmek için demek olur.

3. "İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?" Bu, yeminlerin cevabı yerindedir.

Ahnes b. Şüreyk'in damadı Adiyy b. Ebi Rebia Hz. Peygamber (s.a.v)'in komşusu idi. Bu ikisi hakkında Resulullah (s.a.v): "Allah'ım! Bana kötü komşumun hakkından gel." derdi. Adiyy bir gün Hz. peygamber (s.a.v)'e: "Ey Muhammed! Bana o kıyamet gününden haber ver bakalım; o ne zaman ve nasıl olacak?" demişti. Resulullah (s.a.v) da haber vermişti. Bunun üzerine Adiyy: "Ey Muhammed! Ben onu gözümle gör sem yine doğrulamam ve sana inanmam. Allah o kemikleri mi toplayacak?" demişti. Ebu Cehil de: "Muhammed, Allah'ın bu kemikleri çürüyüp dağıldıktan sonra toplayıp yeni bir yaratışla tekrar canlandıracağını mı iddia ediyor?" demişti. Bu sûrenin, bu iki olay d an biri sebebiyle indiği rivayet ediliyor. Bundan dolayı bu âyette geçen 'ı bilinen bir insan şeklinde yorumlamak isteyenler olmuş ise de âyetin iniş sebebi, inen hükmün belli ve özel bir şahsa ait olmasını gerektirmeyeceği için görünen şekliyle bunu "i n san cinsi" olarak yorumlamak doğru olur. Bundan her insanın böyle zannetmesi de gerekmez.

4. "Evet" bu bir tasdik (onaylama) edatıdır. Şu kadar var ki bu, "neam, (evet), lâ (hayır) gibi değil, olumsuzluğu isbat suretiyle tasdik ve onay ifade eder. Mesela, "daha gelmedi mi?" şeklinde sorulan olumsuz bir soruya "evet" yahut "hayır" ile cevap verilse, "evet gelmedi, hayır gelmedi" denilmiş gibi olduğu halde, aynı soruya "belâ" ile cevap verildiği zaman "evet geldi" denilmiş olur. Onun için biz "bel â" kelimesini fiili söylemeden yalnız olarak terceme edemiyoruz. Burada "toplayamayacağımızı mı sanıyor?" sözüne karşılık "belâ" denilmesi, "evet toplarız" demektir.

"Gücü yeten kişiler olarak." Bu kelime metinde bulunmayan ve "toplarız" şeklinde takdir edilen fiilin (Failinin) hâl ve durumunu bildirir. Mânâsı: "Evet, biz onun kemiklerini öyle bir araya getirir, derler toplarız ki, parmaklarını bile eski düzgün hallerine getirmeye gücümüz yeterek yani sade o iri kemiklerini değil, vücudun e n ince oluşumuna varıncaya kadar hepsini, hatta gövdesinin, kol ve bacaklarının en ince uçları olan parmaklarını, uçlarındaki inceliklere varıncaya kadar tamamiyle düzeltmek şartıyla derleyip toplamaya gücümüz yeter.

Parmak uçlarının yaratılışında bu suretle inceliğe işaret edilmiş olması zahirî (yüzeysel) ve basit bir şey değil, onların yaratılışında göründüğünden çok derin ve önemli incelikler bulunduğunu gösterir. Evvela insan en önemli işlerini

elleriyle yapar, onun için el güç ve kudretin sembolü sayılır. "Şu iş onun elindedir", "elinden gelir", "eli dardır", "eli geniştir", "eli uzundur", "eli kısadır", "eli açıktır" ve "eli sıkıdır" gibi güç mânâsı ile ilgili olan ifadeler, ele nisbet edildiği kadar hiçbir uzva nisbet edilmemiştir denilebilir. S o nra elin bütün kıymeti ise parmaklardadır. El ile yapılan bütün işlerin parmakla ilgisi vardır. Onun için on parmağın diyeti, iki elin diyetine eşittir. "Filân işte onun parmağı var." sözü de parmağın etki ve güç alameti olduğunu anlatır. Parmakların bütün incelikleri de uçlarındadır. Parmaklarda ve parmak uçlarında öyle enteresan bir sanat ve öyle ince bir duyarlılık vardır ki anatominin ve doku biliminin incelikleri bile onu kavramaya yeterli olmaz. Dokunma duyusunun hemen hemen bütün incelikleri onlarda toplanmıştır. Kaba bir misal ile karanlık bir gecede mesela bir kiler veya bir dükkanda gezinirken elinizdeki bir baston ile şuraya buraya dürttükçe şu taş, şu toprak, şu tahta, şu un çuvalı, şu pirinç veya bulgur çuvalı, şu kahve veya fasulye çuvalı, şu şeker, şu kömür çuvalı diye birçok şeyleri ayırabilirsiniz ki bütün bunlar, bastondan gelebilen türlü titreşimlerin nevilerini parmaklarınızın sinir uçları ile aldığı duyum ağının incelikleridir. Bir taraftan silah gibi birçok şeylere direnip dayanan tırn a kların sertliğiyle uygun kaslarının dayanıklı teşkilatı içinde böyle farklı zariflik ve incelikleri kapsayan ve büyük büyük çekiç ve külünk darbeleri ile yazı, nakış, resim, süsleme ve yazı taramaları gibi en ince çizgileri çizen ince ve zarif kalemleri, f ırçaları, iğneleri yapma ve yönetmeye alet olan parmaklar ve uçları hemen hemen insanlardan meydana gelen işlerin en önemli bölümünün ortaya çıktığı yaratılış boğumlarıdır. Bunların tam olarak okunması bilinse, bir insanın her şeyini olmasa da pek çok öz e lliğini ifade ettikleri anlaşılır. Şu halde "parmaklarını bile düzeltmeye gücü yeterek" denilmesinde, "o insanın ellerinden çıkan iyi kötü bütün iş ve eserlerle beraber düzeltebiliriz" denilmek gibi derin bir mânâ vardır. Bunları yaratan elbette yine de r leyip toplayabilir. Evet yüce Allah insanın bütün özelliklerini bir küçük hücrede toplayıp misal olarak gösterebilir. Nitekim kuyruk sokumundan bir zerre içinde bir insanın bütün özelliklerini toplar.

5. İnsanın o zannı esas itibarıyla bu gücü hiç hissetmediğinden değil fakat insan, (yani günahkâr insan) önünde günah işlemek ister şehvetlerinden, günahlarından, lezzetlerinden ayrılmamayı, ilerde onlara devam etmeyi ve hatta sonsuza değin isyan ve günah ile Rabb'ına karşı terbiyesizlik etmeyi ist er.

6. Günaha devam etmeyi iyi halli olmaya tercih eder de alay yollu çapkınlıkla O kıyamet günü ne zaman? diyer sorar. Lakin sonra o kıyamet kopmaya başladı mı gözü açılır, dünyanın her taraftan başına

yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır, yaptıklarına pişman olur, kendini kınama zamanı gelir çatar. Oysa son pişmanlık fayda vermez, hak yerini bulur.

7. İşte o soruya karşı ölüm ve yıkım belirtilerinin görünmeye başladığı, kıyamet başlangıcı anlatılarak buyruluyor ki: Derken, ne za man ki göz şimşek çakar.

BERK-I BASAR, "gözün şimşek çakması," ansızın tepesinde çakan şimşekten dolayı karşı karşıya kaldığı dehşet ve şiddet halinden mecaz olarak ansızın başına gelen yok edici olayın şiddetli elem ve ızdırabıyla dehşet ve şaşkınlık içinde duyulan keskin uyanıklığı ifade eder ki, bu sırada hakikat yıldırımının parıldayışı içinde insanın gözünde bütün dünya yerinden oynayıp silinmeye başlar ve ay tutulur.

8. Burada "HUSUF-I KAMER," Ayın güneşe yönelmesi halinde dünya gölgesinin araya girmesi demek olan bildiğimiz ay tutulması mânâsına da olabilirse de hafif kalır. Bu daha çok o güne ait bir görüntü olmak üzere ayın nurunun yok olup o şimşek çakan göze görünmez olması veya puslu, mahzun bir manzara içinde kalması halini anlatır. Yani ışığında zevk ve sefa sürdüğü o parlak ay söner, puslanır, kararır, görünmez olur.

9. Ve güneş ve ay bir araya getirilir, toplanır. Şimşek manzarasında olduğu gibi güneş ve ayın görünen yüzleri yerlerinden oynatılarak çalkanır çalkanır bir araya gelir. "Güneş ile ayın bir araya gelmesi" şeklinde ifade edilen mihâk gecesi her Arabî ayın son üç gecesi gibi ay ve güneş bir araya gelmiş ve fakat sadece ay değil, güneş de yokluk deryasına dalmış, görünmez olmuş bulunur.

10. İnsan o gün der. Nereye kaçmalı?

MEFERR, kaçmak mânâsına mimli mastardır. O günahkâr insan o vakit dehşetten kaçacak yer arar. Ümitsizliğinden ve şaşkınlığından böyle der. Bu, ümitsizlik ifade eden bir istifham-ı inkaridir. Biraz sonra gelecek olan "Hayır yok kaçacak yer." âyeti bu ümitsizliği açıktan açığa bildirmektedir. Bununla beraber şaşkınlıkla sorulmuş gerçek mânâda bir soru da olabilir. Bu durumda da âyeti o gün bu soruya verilmiş ret cevabı veya bugün onun açıklamasıdır. Şöyle ki: Hayır hayı r, yok bir kaçacak, sığınacak yer.

11. VEZER, aslında ağırlık mânâsından "sarp ve sağlam dağ" demektir. Böyle dağlar kaçakların sığındıkları yerler olduğu için gerek dağ, gerek kale,

gerek silah, gerek insan ve diğerleri mutlak mânâda sığınak, sığınacak yer veya siper mânâsında yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Nitekim şair:

"Ömrüne yemin ederim ki yiğide yetişecek ölümden ve ihtiyarlıktan sığınacak bir yer, sığınak yoktur." demiştir.

Demek ki: "hayır, sığınak yok" sözü, o gün "kaçacak yer nerde?" diyen insanın yine kendisi tarafından söylenmiş bir sözün hikâye edilmesi olabileceği gibi, o gün onun sorusuna "hayır" cevabı vermek için veya bugün bir hatırlatma için doğrudan doğruya Allah'ın kelâmı olma ihtimali de vardır.

12. Şu da onun açıklanması mahiyetinde yeni bir başlangıç cümlesidir: O gün sadece Rabb'ının huzurunda durulacaktır.

MÜSTEKARR, bir yerde durma mânâsına mimli mastardır. Durma yeri mânâsına yer bildiren bir isim de olabilir. Yani o gün her kim olursa olsun kulların sığınma kararı ancak Rabb'ın olan yüce Allah'adır. Ondan kaçmak isteyenler de o gün ondan başka sığınacak hiçbir sığınak bulamazlar. Son karar ona veya onun emrine varılmaktır. Başka bir mânâ ile, o gün insanların varacakları karargâh cennet mi y oksa cehennem mi? Bunu tayin etmek rabbına aittir. Bu hitap, o gün kaçacak yer arayan insana değil, muhatapların efendisi olan Hz. Peygamber (s.a.v)'edir, dolayısıyla da bütün insanlara bir hakikatı açıklamaktadır.

13. İnsan o gün ayıtılır, haberdar edilir, yani kendisine haber verilir, yahut insanın ne olduğu, hakkının neden ibaret bulunduğu, hayır veya şer anlatılır. Öne aldığı ve sona bıraktıklarıyla, önce yaptığı ve sonra yaptığı amelleriyle, yahut yaptığı, ahiret için önceden gönderdiği v e yapmayıp geri bıraktığı, iyi veya kötü bütün işleriyle anılır, anlatılır. Hesaba çekilir. İşte o vakit tam gözü açılır. Bununla beraber insan olana bunları anlatmaya gerek bile yoktur.

14. Çünkü Doğrusu insan kendine karşı bir kalp gözüdür.

Bu âyet çok dikkate değer bir âyettir. Burada insanın tam hakikatı tanıtılmıştır. İnsan, ne yaptığını bilmeyecek bir bedenden ibaret değil, kendini bilen, kendi kendini vicdanında duyan bir basiret, diye anlatılmıştır ki nefs-i nâtıkayı yani insanın canlıla r arasındaki yerini belli eden cevheri bildirir. İnsanın hakikatı, böyle kendine karşı bir basiret, bir kalp gözü olduğu için insan olan, kendinde olup biten, yani ruhuna, bilincine ilişmiş bulunan her şeyi duyar. Yaptığı bütün fiil ve hareketlerine kendi v icdanında kendisi tanık bulunur.



15. Her ne kadar ortaya özürlerini sayar dökerse de yaptığı işler hakkında hesap ve sual zamanında başkalarına karşı kendisini özürlü göstermek için türlü mazeretler açıklamaya kalkarsa da ne yaptığını, mazeretlerinin doğru olup olmadığını kendi nefsinde, kendi ruh ve vicdanında bilir. Şu halde insanın hakikatı başkasına karşı görünen, söylenen değil; onun kendi nefsinde, kendi vicdanında duyduğu ne ise odur. Ahirette Allah katında göreceği de ondan ibarettir. İnsan s ö ylediği bir sözün yalan olduğunu kendisi bilip dururken halka karşı kendisini doğru göstermek için ne kadar özürler sayıp dökse o kendi bilir ki kendi gözünde yalancıdır. Dolayısıyla halk onu doğru da bilse Hakk'ın katında yalancıdır. Halka iyi görünmekle, şu-bu özürleri saymakla kendi vicdanında bilip durduğu hakikatı değiştiremiyeceği gibi Hak nazarında hiç değiştiremez. O halde halk ne söylerse söylesin, kendisi ne kadar özür ortaya koyarsa koysun insan Hakk'ın huzurunda gerçek kimliği ile karşılaşacak, kendisi kendi aleyhine tanık olacaktır. Onun için insan kendini gözetmeli, asıl itibarıyla iyi olmaya çalışmalı, kötü işler yapıp da şöyle böyle özürler saymaya kalkışmamalı, kendisini keyfinin, istek ve temennilerinin güdümüne göre değil, hak gözüyle ve v icdanının bütün samimiyetiyle dinleyip gözeterek hareket etmelidir ki, hak ile hak olmayanı, iyi ile kötüyü güzelce ayırabilsin. Kendi aleyhine şahit olmasın.

16. Bundan dolayı Peygamber'in kendine ait olmak üzere buyuruluyor ki: Ona dilini depretme. Onu hemen almak için....

Bu âyetteki zamirlerinin hangi ismin yerini tuttuğu açık değildir. Hitap mutlak insana olsaydı, bu zamir, özürlerini sayıp dökmeye kalkışan insanın içindeki yani vicdanındaki şeyin yerini tutabilir ve şöyle demek olurdu: "Ey insan! O gün hesap verirken Hakk'ın huzurunda vicdanındakini acele söyleyip de işin içinden çıkacağım diye telaş etme, sakın, dilini bile oynatma, zira onu, o bildiklerini derleyip toplayan sen değilsin, biziz. Biz onu derler toplar sana okuruz. Sen y alnız bizim okuduğumuzun ardınca gel ki o vakit tam hakkı söylemiş, yanlışlığa düşmemiş olursun." Gerçi bu âyetin üslup ve akışından bu mânâ da anlaşılmaz değildir. Fakat hitabın özellikle Peygamber'e olması ve sonra da "Kur'ân" denilmiş bulunması itib a rıyla bu zamirinin önce, bu sırada Peygamberin kalbine inmekte bulunan Kur'ân'ın yerini tutması gerekir. Zira zamirin yerini tutmuş olduğu ismin manen veya hükmen geçmesinin yeterli olduğu ve "Kuşkusuz biz onu Kadir gecesinde indirdik."(Kadr, 97/1) ây e tindeki gibi birçok yerde Kur'ân'ın ismi geçmeden, bulunduğu makam delili ile ona zamir gönderilegeldiği bilinmekle beraber burada sözün akışının buna

özel bir işareti de vardır. Onun için tefsirler bu zamirinin Kur'ân'ın yerini tuttuğunu açıklamaktadırl ar.

Tirmizi'de bu âyetin iniş sebebini Saîd b. Cübeyr İbnü Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Kur'ân inerken Resulullah (s.a.v) iyi bellemek için dilini, dudaklarını depretirdi. Bunun üzerine yüce Allah, âyetini indirdi."

Anlaşılıyor ki Hz. Peygamber (s.a.v) bu sûre inerken özellikle bu noktada dilini depretmiş, acele okumak istemişti. Bu âyet de bunun üzerine inmiş ve iyi zaptetmesi için her şeyden önce hareketsiz dinlemesi emredilmiştir. Yani Kur'ân kalbine, basiretine inerken, sadece dinle, acel e okumak için dilini oynatma.

17. Çünkü onun toplanması ve okunması bize aittir. Yani tamamını toplayıp Kur'ân halinde tesbit ederek okutmak bizim üstlendiğimiz bir iştir. Onu sana indiren okutacaktır.

18. Bu nedenle biz onu okuduğumuzda, Cebrail onu okumayı bitirdiğinde O vakit onun okuduğunu takip et, ardınca yavaş yavaş oku.

19. Sonra onu açıklamak da bize aittir. Gerek ve ihtiyaç duyuldukça beyan üsluplarından biriyle maksadı açıklayıp izah etmek de bize aittir. Usul ilminde açıklandığı üzere beyan üslupları beştir. Takrir beyanı, tefsir beyanı tağyir beyanı, tebdil beyanı ve zaruret beyanı. Bu şekilde Kur'ân'ın birçok âyeti birbirini açıklar. Burada dikkate değer noktalardan biri de şudur ki "onu toplamak ve okumak" âyeti ile " onu takip et" âyetinde geçen Kur'ân, ismi değil, okumak mânâsına "rüchân" vezni (kalıbı)nde bir mastardır. İkincisi "okunmuş" mânâsına da olabilir. Bundan dolayı burada daha önce zikrettiğimiz mânâya da bir tür işaret vardır. Kendi içini iyice gören insan herhangi önemli bir olay karşısında vicdanın derinliğindeki hatıraları hakkıyla dinlemek ve kendi nefsine karşı tanık olmak için acele etmemeli, nefsinin arzu ve isteklerini karıştırmayarak samimiyetle ve acelesiz, düşüne, düşüne dinleyip ona göre hareke t etmelidir. Nitekim, "Müftüler sana fetva verseler de, sen kalbine dan" hadis-i şerifinde ve istihare hadislerinde bu mânâ açıklanmış olduğu gibi "Kul, bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, neticede ben onun kulağı, gözü... olurum"kuds i hadisinde de bu mânâ vardır.

Peygamberlere gelen vahyin dışında kalan ilhamlar herkes için bir ilim sebebi değilse de, amellerin hükmü niyete bağlı ve niyet kalbî işlerden olduğu ve bunda vicdanın şahitliğinin önemi büyük olduğu gibi özellikle insan fiil ve sözlerinde kendi vicdanına bağlı olabilmek için ruhundaki bütün bilgi ve delilleri gereği gibi dinlemek ve günah işlemek ve günahtan sakınmak dürtüsünü Allah'ın ilham ettiği gibi sezerek ona göre bir işe girişmek dahi ilham alan nefislerin alamet l erindendir. Çünkü Hakk'ın huzuruna insan onunla çıkacaktır. İşte bu mânâya işarettir ki buAyetleri bu sûrede asıl konuyla ilgisi olmayıp sırası gelmişken söylenen bir söz olarak bırakmayıp başını sonuna tamamen bağlamıştır.

20. Hayır hayır, siz istiyorsunuz. Bu da Peygamber'e, hitaptan sonra herkese yapılmış bir hitaptır. Burada aceleyi reddetme mânâsınadır. Yani "aceleci olmayın" demektir. "Gerçek şu ki" mânâsına olduğu da söylenmiştir. Peşin olanı yani dünyayı istiyorsunuz.

21. Zira karşılığında "ahireti bırakıyorsunuz." Burada söz tamamen ahirete çevrilmiş oluyor ki, Kıyametin, öldükten sonra dirilmenin hüküm günü olan zamanına gelmiş bulunuyor.

22. Nice yüzler o gün parlaktır. Başarılı olma neşesiyle sevinç içinde ışıl ışıl parıldar.

23. Zira Rabbine bakıcıdır. Onun cemâline bakmaktadır. Ehl-i Sünnet bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni asla göremezsin."(A'râf, 7/143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı "bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır.

24. Nice yüzler de o gün pusarır, kederinden ekşir, kararır, pusarır.

25. "Onlar (burada zann, kesin olarak ve iyice anlamak mânâsınadır) anlar ki", kendilerine belkıran uygulanacak.

FÂKIRE, büyük bela, korkunç felaket demektir ki belkemiğine isabet eden, yani belleri kırıp paramparça eden şiddet mânâsından gelir. Bazıları, devenin burnunu dağlamak mânâsına gelen "fakr" dan türemiş olduğunu söylemişlerdir. Birisi şiddetini, birisi de azabın acılığını ifade eder. Dilimizde "filan iş filanın belini kırdı." tabirinin kullanılması itibariyl e biz buna meâlde "belkıran" demeyi uygun gördük.

İşte ahireti bırakıp sonunu düşünmeden yalnız peşine, dünyaya sevgi beslememin

neticesi, budur, bu beller kıran büyük beladır.

26. Buraya kadar kıyametin kısmen dünya ile ilgili yıkım manzarasındaki dehşet, sonra da ahiretle ilgili biri Allah'ın cemalinin, biri de azametinin görünmesine ait olan iki sonuç açıklandıktan sonra dünya hayatının sonu ve ahiretin ilk kapısı ve ferdin kıyameti demek olan ölüm ve can çekişme hali anlatılarak ahireti bır a kıp da dünyaya sevgi besleyenlerin belini kıran o büyük belanın ahirete de kalmayıp, dünyadan başladığı anlatılmak üzere buyruluyor ki: Hayır hayır, ne zaman ki. Bu, 'ye benzer olup dünyayı sevip ahireti bırakmaktan sakındırmakta ve ölüm halini tasv i r etmektedir. Can ulaşır. Bu fiilin zamiri dünyayı seven nefsin, veya bu karine (ipucu) sayesinde ruhun yerini tutar. köprücük kemiklerine. Terâkî, "türkuve" kelimesinin çoğulu olup boynun dibinden kollara doğru olan köprücük kemiklerine denir.

27. "Kim tedavi edecek?" denilir.

RÂKK; râkî, yani üfürükçülük yapan, çaresizlik hallerinde son bir tedbir olmak üzere başvurulan okuyucu, bir nefes edici veya sözle, fiille tedavi eden demektir ki ölüm halinde çağrılan cismani veya ruhanî doktordan, hekimden ve okuyucudan daha kapsamlı olabilirse de daha çok ruhanî olan okuyucu için kullanıldığı açıktır. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur

Burada bir "sekte" ile okunur ki, bunda lafız ve mânâ itibarıyla iki nükte vardır.

BİRİNCİSİ, sekte yapılmadığı takdirde "nun" harfinin "ra"da gunnesiz olarak idgam yapılması gerekip âyeti "merrâk" gibi okunmuş, yani "çorbacı" denilmiş gibi olacağından sekte ile bu karışıklığın önüne geçilmiş olur.

İKİNCİSİ de bu ânın, nefesin kesildiği bir durma ve nefes almama anı olduğuna bir uyarı olur. O okuyucu çağrılır veya çağrılmaz, bulunur veya bulunmaz, işin bu yönü başka, fakat o anda bu söylenir.

28. Ve sezer, anlar. O can çekişen, nefesi tıkanan, ölmek üzere olan kişi o anda anlar ki O, yani başına gelen hakkın emri tam ayrılıktır, sevgilisinden, sevgili dünyasından ve nimetlerinden ve bütün uzuvlarının birbirlerinden "elveda, elfirâk!" diye diye acı ve kederler içinde ayrıldığı tam ayrılıktır.

29. O an o bunu anlamış, bacak bacağa dolaşmıştır. Ölüm acısıyle el ayak karışmış, bacak bacağa dolaşmıştır.

30. "O gün sevk ancak Rabb'inedir."

MESÂK, sevk, mânâsına mimli mastardır. Yani o gün o kişi yakalanır, başka birine değil, ancak Rabbine sevk edilir. Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere zorla ve itile kakıla onun huzuruna götürülür. İşte dünyanın sonu. Bu ahireti bırakıp da peşin olan dünyayı sevenlerin dünyada varacakları son, budur. Ahireti sevenlerin kurtuluş ve sevgiliye kavuşma neşesiyle gülü m sedikleri bu an, dünya sevgisine sarılmış ruhlar için böyle elem verici bir ayrılık, sonsuz bir hicran, bitmez tükenmez bir sürgündür. Evet o gün o can her şeyden ayrılıp yalnız Rabbine sevkedilecektir, ey Muhammed.

Meâl-i Şerifi

31. Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı.

32. Fakat yalanladı ve döndü.

33. Sonra da çalım sata sata ailesine gitti.

34. Gerektir o bela sana, gerek.

35. Evet, gerektir o bela sana gerek.

36. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?

37. O, dökülen erlik suyundan bir damla (sperm) değil miydi?

38. Sonra bir aleka (embriyon) oldu da Rabbi onu biçime koydu, sonra şekil verdi.

39. Ondan da iki cinsi; erkek ve dişiyi var etti.

40. Peki, bunu yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?

31. "Tasdik etmedi." Bunu tefsircilerin çoğu "iman" mânâsına gelen "tasdik"ten olmak üzere tefsir etmişlerdir ki görünen mânâ da budur. Fakat Ebu Hayyân'ın dediği gibi, bazıları da "sadaka"dan olarak "sadaka vermedi" diye tefsir etmişlerdir ki bunda daha ziyade bir mânâ vardır. Önceki tefsire göre, biraz sonra gelecek olan "lakin yalanladı" sözü sade bir tekit (vurgu) gibi kalmış olacağından bu mânâ daha faydalıdır. Bu, bir önceki sûrede geçen "Biz namaz kılanlardan değildik, fakirle r e yemek yedirmezdik." (Müddessir, 74/43-44) mânâsına da uygun düşer. Çünkü tasdik, sadaka vermek mânâsına da gelir. İkisinde de bunun "fâ" harfi ile yukarıya bağlanması şu mânâyı ifade eder: "Fakat o dünya zevk ve sevgisine dalıp da neticede böyle Rabbine sevk olunacak olan ve "ne zaman o kıyamet günü?" diyen o günahkâr can, ne yüzle Rabbine varacak? Çünkü o, dünyada ilerisini ne tasdik etti, ne Allah için bir iş yaptı, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı. Fakat Allah'ı, Peygamber'i, Kur'ân'ı, ahireti inkâr et t i, "yalan bunlar" dedi ve Hakk'a karşı arkasını döndü, itaatte bulunmadı.

Sonra da bununla iftihar ederek çalım sata sata, kurula kurula ailesine, evine veya iline keyif çatmaya gitti. Şimdi bu adam sonunda dünyadan uzak bir ayrılık ile varacağı Rabbine ne yüzle varacak? Kuşkusuz bu adam o gün gülecek yüzlerden değil; kendilerine belkıran uygulanacak, belleri kırılacak, belasını bulacak, pusarık kara yüzlülerdendir. Bu âyetlerin bu kısa ve özlü ifadeler içinde bu mânâlara daha parlak ve güzel bir şeki l de işaretleri vardır.

32. "Tasdik etmedi." Bunu tefsircilerin çoğu "iman" mânâsına gelen "tasdik"ten olmak üzere tefsir etmişlerdir ki görünen mânâ da budur. Fakat Ebu Hayyân'ın dediği gibi, bazıları da "sadaka"dan olarak "sadaka vermedi" diye tefsir etmişlerdir ki bunda daha ziyade bir mânâ vardır. Önceki tefsire göre, biraz sonra gelecek olan "lakin yalanladı" sözü sade bir tekit (vurgu) gibi kalmış olacağından bu mânâ daha faydalıdır. Bu, bir önceki sûrede geçen "Biz namaz kılanlardan değildik, fakirlere yemek yedirmezdik." (Müddessir, 74/43-44) mânâsına da uygun düşer. Çünkü tasdik, sadaka vermek mânâsına da gelir. İkisinde de bunun "fâ" harfi ile yukarıya bağlanması şu mânâyı ifade eder: "Fakat o dünya zevk ve sevgisine dalıp da neticede böyl e Rabbine sevk olunacak olan ve "ne zaman o kıyamet günü?" diyen o günahkâr can, ne yüzle Rabbine varacak? Çünkü o, dünyada ilerisini ne tasdik etti, ne Allah için bir iş yaptı, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı. Fakat Allah'ı, Peygamber'i, Kur'ân'ı, ahireti inkâr etti, "yalan bunlar" dedi ve Hakk'a karşı arkasını döndü, itaatte bulunmadı.

Sonra da bununla iftihar ederek çalım sata sata, kurula kurula ailesine, evine veya iline keyif çatmaya gitti. Şimdi bu adam sonunda dünyadan uzak bir ayrılık ile varacağı Rabbine ne yüzle varacak? Kuşkusuz bu adam o gün gülecek yüzlerden değil; kendilerine belkıran uygulanacak, belleri kırılacak, belasını bulacak, pusarık kara yüzlülerdendir. Bu âyetlerin bu kısa ve özlü ifadeler içinde bu mânâlara daha parlak ve güzel bir şekilde işaretleri vardır.

33. "Tasdik etmedi." Bunu tefsircilerin çoğu "iman" mânâsına gelen "tasdik"ten olmak üzere tefsir etmişlerdir ki görünen mânâ da budur. Fakat Ebu Hayyân'ın dediği gibi, bazıları da "sadaka"dan olarak "sadaka vermedi" diye tefsir etmişlerdir ki bunda daha ziyade bir mânâ vardır. Önceki tefsire göre, biraz sonra gelecek olan "lakin yalanladı" sözü sade bir tekit (vurgu) gibi kalmış olacağından bu mânâ daha faydalıdır. Bu, bir önceki sûrede geçen "Biz namaz kılanlardan değildik, fakirlere yemek yedirmezdik." (Müddessir, 74/43-44) mânâsına da uygun düşer. Çünkü tasdik, sadaka vermek mânâsına da gelir. İkisinde de bunun "fâ" harfi ile yukarıya bağlanması şu mânâyı ifade eder: "Fakat o dünya zevk ve sevgisine dalıp da neti c ede böyle Rabbine sevk olunacak olan ve "ne zaman o kıyamet günü?" diyen o günahkâr can, ne yüzle Rabbine varacak? Çünkü o, dünyada ilerisini ne tasdik etti, ne Allah için bir iş yaptı, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı. Fakat Allah'ı, Peygamber'i, Kur'ân'ı, ahireti inkâr etti, "yalan bunlar" dedi ve Hakk'a karşı arkasını döndü, itaatte bulunmadı.

Sonra da bununla iftihar ederek çalım sata sata, kurula kurula ailesine, evine veya iline keyif çatmaya gitti. Şimdi bu adam sonunda dünyadan uzak bir ayrılık ile varacağı Rabbine ne yüzle varacak? Kuşkusuz bu adam o gün gülecek yüzlerden değil; kendilerine belkıran uygulanacak, belleri kırılacak, belasını bulacak, pusarık kara yüzlülerdendir. Bu âyetlerin bu kısa ve özlü ifadeler içinde bu mânâlara daha parlak ve güzel bir şekilde işaretleri vardır.

34. Onun için bu gibilere şöyle buyrulur: "Gerektir o bela sana, gerek".

Arapça'da tabiri Türkçe'de "gerekti sana o bela, oh olsun" demek gibi bir dua ve öc alıp rahatlama mânâsına kullanılır. Bildiğimiz 'dan, "Layıktır, sana o veyl ve helâk" mânâsınadır. Bazıları da bu 'nın kelimesinden çevrilerek "en büyük veyl başına olsun" demek olduğunu söylemişlerdir.

Bu âyetin Ebu Cehil hakkında indiği rivayeti geçmişti. Bununla beraber ifade ettiği mânânın, benzerlerini de açıkça kapsayacağında kuşku yoktur.

35. Onun için bu gibilere şöyle buyrulur: "Gerektir o bela sana, gerek".

Arapça'da tabiri Türkçe'de "gerekti sana o bela, oh olsun" demek gibi bir dua ve öc alıp rahatlama mânâsına kullanılır. Bildiğimiz 'dan, "Layıktır, sana o veyl ve helâk" mânâsınadır. Bazıları da bu 'nın kelimesinden çevrilerek "en büyük veyl başına olsun" demek olduğunu söylemişlerdir.

Bu âyetin Ebu Cehil hakkında indiği rivayeti geçmişti. Bununla beraber ifade ettiği mânânın, benzerlerini de açıkça kapsayacağında kuşku yoktur.

36. "İnsan, başı boş bırakılacağını mı zannediyor?"

SÜDÂ; boş bırakılmış, bir şey yapmakla yükümlü tutulmamış, başı boş, kendi keyfine bırakılmış, ilişik siz demektir.

37. "Bir meni değil miydi?.." Bu ve devamında gelen âyetler yukarda söz konusu edilen zannın geçersiz olduğunu isbat ederek sona hazırlamaktadırlar.

38. "Bir meni değil miydi?.." Bu ve devamında gelen âyetler yukarda söz konusu edilen zannın geçersiz olduğunu isbat ederek sona hazırlamaktadırlar.

39. "Bir meni değil miydi?.." Bu ve devamında gelen âyetler yukarda söz konusu edilen zannın geçersiz olduğunu isbat ederek sona hazırlamaktadırlar.

40. "Bunlar ı yapan Allah o ölüleri diriltemez mi?"

Bu sûre okunduğu zaman sonunda "evet" denilmesi, Mürselat Sûresi'nin sonunda "Allah'a iman ettik." denilmesi, Tin Sûresi'nin sonunda "Evet, ben de buna şahit olanlardanım" denilmesi Hz. Peygamber (s.a.v)'den Ebu Hureyre hadisiyle, Ahmed, Ebu Davûd, Hakim, Beyhakî gibi hadisçi ve tefsirciler tarafından rivayet edilmiştir.