16 Haziran 2007 Cumartesi

ZUHRUF SÜRESİ(Muhammed ESED)

Adını 35. ayetinde geçen zuhruf kelimesinden alan bu sure, ilahlığın, hangi şekilde olursa olsun, Allah'tan başka bir şeye veya kişiye yakıştırılmasının yalnız manevî olarak tahrip edici bir şey olmadığı, ama aynı zamanda mantıksal olarak da kabul edilemez olduğu ilkesinin vurgulanmasına tahsis edilmiştir. Ayrıca, bütün bu manevî sapmaların, kural olarak, insanların atalarının inancına körü körüne sarılmasının bir sonucu olduğu gerçeği vurgulanmaktadır: “Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluruz” (ayet 22 ve biraz farklı bir ifadeyle ayet 23).
1 Hâ-Mîm.1
2 DÜŞÜN özünde apaçık olan ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu ilahî fermanı:2 3 onu, düşünüp kavrayabilmeniz için3 Arapça bir hitabe yaptık.
4 Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında[n çıkmış]tır;4 o, gerçekten yücedir, hikmet doludur.
5 [SİZ EY hakikati inkar edenler!] Kendi kişiliğinizi harcayan insanlar olduğunuzu göre göre bu hatırlatma ve uyarıyı sizden tamamen geri mi çekelim?5
6 Eski zamanların halkına ne kadar da çok peygamber gönderdik! 7 Ama onlara hiçbir peygamber gelmedi ki o'nunla alay etmiş olmasınlar; 8 [sonunda] şimdikilerden6 daha kudretli [oldukları halde] onları silip yok ettik: ve o eski toplumlar geçmişten bir iz, bir hatıra oldular.
9 İşte böyle, şayet7 onlara da “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorarsan hiç tereddüt etmeden “Kudret Sahibi Olan, Her Şeyi Bilen [Allah]tır” cevabını verecekler.
10 Yeri sizin için bir beşik yapan ve üzerinde [geçiminizi kazanma] yolları var eden8 O'dur; umulur ki doğru yolu (seçer ve onu) izlersiniz.
11 O'dur gökten gerekli miktarda suyu tekrar tekrar9 indiren: işte, Biz [nasıl] onunla ölü toprağa hayat veriyorsak, siz de böyle [öldükten sonra] yeniden sahneye çıkarılacaksınız.
12 Ve O bütün karşıtları (da) yaratandır.10
O'dur bütün gemileri ve hayvanları binmeniz için sizin hizmetinize veren; 13 böyle yapar ki onlara hükmedesiniz11 ve ne zaman onlardan yararlanırsanız Rabbinizin nimetlerini hatırlayıp “[Bütün] bunları bizim hizmetimize veren O ne yücedir, çünkü [O olmasaydı] biz bunu elde edemezdik; 14 o halde biz mutlaka O'na döneceğiz!” diyesiniz.
15 AMA hâlâ12 O'na bir çocuk yakıştırırlar, üstelik yarattıklarından birini!13 Belli ki, (böyle düşünen) insan şükretmeyi terk etmiş bir nankördür!
16 Yoksa, [düşünüyor musunuz ki] O, yarattıkları arasından kız çocukları kendisi için seçti ve size erkek çocukları bıraktı?14
17 Nitekim onlardan birine, Rahmân'a kolayca isnad ettiği15 [çocuğun doğumu] müjdelenirse, yüzü kararır ve içi öfkeyle dolar: 18 “Ne!” (diye şaşkınlıkla sorar), “[Bir kız sahibi mi oldum-] [yalnız] süs için var olan bir kız?”16 Bunun üzerine kendini belli belirsiz bir iç çatışmanın içinde bulur.17
19 Ve onlar meleklerin (de) -ki Rahmân tarafından yaratılan varlıklardır-18 dişi olduklarını iddia ederler: [yoksa] onların yaratılışını gördüler mi?
Onların bu saçma iddiası19 kaydedilecek ve böyleleri [Hesap Günü bundan dolayı] yargılanacaklar!
20 Onlar hâlâ: “Rahmân dilemiş ol[ma]saydı biz onlara asla tapmazdık!” diyorlar.
[Ama] onlar [Rahmân'ın] böyle bir şey [istediği] hakkında bilgi sahibi değiller: Onlar sadece zannediyorlar.20
21 Yoksa biz, bundan önce, kendilerine, hâlâ sıkı sıkıya sarıldıkları [aykırı] bir vahiy mi gönderdik?21
22 Hayır! Ama şöyle derler: “Biz atalarımızı (belli) bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluruz!”
23 İşte böyle: Biz, ne zaman, senden önce herhangi bir topluluğa bir uyarıcı gönderdiysek, halkın keyif ve haz peşinde koşan22 kesimi daima şöyle dediler: “Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk, biz ancak onların izinden gideriz!”23
24 [Bunun üzerine her peygamber] “Nasıl?” derdi,24 “Atalarınızı inanır bulduğunuzdan daha iyi bir kılavuz getirmiş olsam da mı?” Berikiler, buna, “Sizin mesajlarınızda bir doğruluk payı olduğunu inkar ediyoruz!” diye cevap verirlerdi.
25 Ama sonunda onlardan intikamımızı aldık: işte bakın hakikati yalanlayanların sonu ne oldu!
26 İBRAHİM, babasına ve halkına seslendi[ğinde bu gerçeği dikkate almıştı:25] “Sizin taptıklarınıza tapmak benden uzak olsun! 27 Hiç kimse[ye tapmam], beni var etmiş olan hariç: beni doğru yola ileten O'dur!”
28 Ve bunu, daha sonra gelenler arasında yaşamaya devam eden bir söz olarak söyledi ki onlar [daima] o [sözü hatırlayıp ona] dönsünler.
29 Şimdi, [İbrahim'den sonra yaşamış olanlara gelince,] onlara -ve atalarına- her şeyi apaçık ortaya seren bir elçi aracılığıyla hakikati gönderinceye kadar istedikleri gibi yaşamalarına izin verdim:26 30 ama şimdi hakikat onlara ulaşınca, “Bütün bunlar sadece büyüleyici laflardır27 ve biz onlarda bir doğruluk payı olduğuna inanmıyoruz!” derler.
31 Ve yine şöyle derler: “Bu Kur’an, neden iki şehrin ileri gelenlerine inmiş değil?”28
32 Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar?
[Hayır, nasıl ki] bu dünyada geçim araçlarını onlar arasında bölüştüren ve onların bazısını başkalarına yardım etmeleri için diğerlerinin üstüne çıkaran Biziz; [aynı şekilde, dilediğimize manevî bağışlarda bulunan da Biziz]: Rabbinin bu rahmeti, onların yığabilecekleri bütün [dünyevî servetler]den daha hayırlıdır.
33 Eğer [sınırsız zenginliklerin önlerine serilmesiyle] bütün insanlar tek bir [şeytanî] toplum haline gelmiyecek olsaydı,29 [şimdi] Rahmân'ı inkar edenlerin evlerini gümüşten çatılar ve tırmanacakları [gümüşten] merdivenler ile donatırdık; 34 ve evlerine [gümüş] kapılar, üzerinde yatıp uzanacakları [gümüş] yataklar, 35 ve [sınırsız ölçüde] altın…30
Ama bunların tümü, bu dünya hayatının [gelip geçici] zevklerinden başka bir şey değildir; halbuki Allah'a karşı sorumluluk duyanları öteki dünya[da] Rableri katında [mutluluk] bekler.
36 Rahmân'ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, Biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere [kalıcı] bir şeytanî dürtü yerleştiririz.31 37 Bu [şeytanî dürtüler] böylelerini [hakikat] yolundan alıkoyar ve bunlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar!
38 Ama sonunda32 [bu şekilde günaha batmış olan] kişi, [Hesap Günü] önümüze geldiği zaman, [öteki kişiliğine,] “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı33 kadar bir mesafe olsaydı!” diyecektir; şu öteki kişilik ne kadar da kötüymüş!
39 O Gün bu[nu öğrenmeniz] size bir fayda sağlamaz, çünkü siz [birlikte] günah işlediniz, şimdi [de] azabınızı birbirinizle paylaşın.34
40 SEN [ey Muhammed,] sağıra işittirebilir misin, yahut köre doğru yolu gösterebilir misin, ya da sapkınlığa gömülmüş olana?35
41 Biz [mesajın hakim duruma geçmeden önce] seni (onların) elinden alsak da [almasak da] mutlaka onlardan öcümüzü alırız: 42 ve onlara vaad ettiğimiz şeyi yerine getirdiğimizi [bu dünyada] sana göstersek de [göstermesek de] -onlar üzerinde kesin bir otoriteye sahibiz!
43 Öyleyse sana vahyedilmiş olan her şeye sımsıkı sarıl: çünkü sen dosdoğru bir yoldasın; 44 ve bu [vahiy] şüphesiz senin ve halkın için bir şeref ve itibar [kaynağı] olacaktır:36 ama zamanı gelince hepiniz [ona karşı tutumunuzdan dolayı] hesaba çekileceksiniz.37
45 [Bırak başkasını da,] senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor,38 Rah-mân'dan başka tanrılara tapılmasına hiç izin vermiş miyiz?
46 İŞTE BU ŞEKİLDE39 Musa'yı mesajlarımızla Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: Musa onlara, “Bakın” dedi, “ben bütün âlemlerin Rabbinin bir elçisiyim!”
47 Ama önlerine [mucizevî] işaretlerimizi getirince,40 hemen onları alaya aldılar, 48 halbuki kendilerine gösterdiğimiz her işaret, öncekinden daha etkileyici idi ve [her defasında] onları belki [Bize] dönerler diye41 azaba çarptırdık.
49 Ve [her defasında,] “Ey büyücü!” diye feryad ettiler, “Seninle yaptığı [peygamberlik] sözleşmesinin hatırına bizim için Rabbine yalvar: biz artık kesinlikle doğru yola döneceğiz!”
50 Ama azaptan kurtarır kurtarmaz, bir bakarsın ki hemen sözlerinden dönüvermişler!
51 Ve Firavun, halkına bir çağrıda bulunarak “Ey kavmim!” dedi, “Mısır'ın hakimiyeti bana ait değil mi? Bütün bu nehirler benim ayaklarımın altında42 akmıyor mu? [Sizin en büyük efendiniz olduğumu] görmüyor musunuz? 52 Ben, ne demek istediğini bile anlatamayan43 şu zavallı adamdan daha iyi değil miyim?”
53 “Sonra, neden ona hiç altın bilezikler44 verilmemiş ve neden onunla birlikte bir melek gelmiş değil?”
54 Firavun, böylece halkını ahmaklaştırdı ve onlar da sonunda boyun eğdiler: çünkü onlar, aldatılmış, ayartılmış bir halktı!
55 Ama Bize meydan okumaya devam edince onlara misillemede bulunduk ve hepsini suda boğduk: 56 onları geçmişten kalan bir hatıra ve sonrakiler için bir ibret örneği kıldık.
57 ŞİMDİ, ne zaman Meryem'in oğlu[nun tabiatı] örnek olarak ortaya getirilse, [ey Muhammed,] senin kavmin bu yüzden yaygarayı basar; 58 ve “Hangisi daha iyi, bizim ilahlarımız mı yoksa o mu?” derler.45
[Ama] onlar bu mukayeseyi, yalnızca, sırf muhalefet olsun diye senin önüne getirirler: evet, onlar kavgacı/tartışmacı bir toplumdur!46
59 [İsa'ya gelince,] o sadece [bir insandır-] kendisini [peygamberlikle] onurlandırdığımız ve İsrailoğulları için örnek kıldığımız bir kul[umuz]. 60 Ve eğer isteseydik, [siz ey meleklere tapanlar,] sizi yeryüzünde birbiri ardından gelen melekler yapardık!47
61 BAKIN, bu [ilahî kelâm] Son Saati[n geleceğini] bildiren bir araçtır;48 o halde (Son Saat) hakkında hiçbir şüpheye kapılmayın ve Bana uyun: dosdoğru yol [yalnız] budur. 62 Şeytan'ın sizi [bu yoldan] çevirmesine izin vermeyin; çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır!
63 İSA, [kendi halkına] hakikatin bütün kanıtları ile geldiği zaman, “Ben” dedi, “size hikmet ile49 ve üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını50 açıklığa kavuşturmak üzere geldim: o halde, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın ve bana tâbi olun!”
64 “Allah, şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; öyleyse [yalnızca] O'na kulluk edin: doğru yol [sadece] budur!”
65 Fakat [İsa'dan sonra gelenler] arasından çıkan gruplar farklı görüşleri savunmaya51 başladılar: vay haline o zulmedenlerin ve yazık o acı Gün'de [başlarına gelecek] azap için!
66 ONLAR, [günaha batmış olanlar,] (oturup) Son Saat'i mi bekliyorlar; onun [yaklaştığı] fark edilmeden başlarına ansızın gelmesini mi?
67 O Gün, [eski] dostlar birbirlerine düşman olacaklar;52 Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar dışında [hepsi].
68 [Ve Allah onlara,] “Ey Benim kullarım!” diyecek, “Bugün ne korkmanıza gerek var, ne de üzüleceksiniz! 69 [Siz ey] mesajlarımıza iman etmiş ve kendilerini Bize teslim etmiş olanlar! 70 Siz ve eşleriniz, sevinç ve mutlulukla cennete girin!”
71 [Orada] altın tepsiler ve kadehler ile karşılanacaklar ve canlarının istediği ve hoşlanacağı her şeyi orada bulacaklar.
Ve siz orada oturup kalacaksınız [ey inananlar!] 72 Geçmişte yaptıklarınız sayesinde hak edeceğiniz cennet işte böyledir: 73 [bu yaptıklarınızın] meyvelerini bolca görecek [ve] onları tadacaksınız!
74 [Ama] dikkat edin, günaha batmış olanlar cehennem azabı içinde kalacaklar:53 75 bu [azap], onlar için hiç hafifletilmeyecek ve orada çaresizlik, ümitsizlik içinde kaybolup gidecekler.
76 Onlara haksızlık yapacak olan Biz değiliz, ama onlardır kendi kendilerine haksızlık yapanlar.
77 Ve onlar: “Ey [cehennemi] idare eden [melek]!” diye seslenecekler, “Bırak Rabbin işimizi bitirsin!” [Bunun üzerine] melek, “Siz artık [bu durumda] kalacaksınız!” diye cevap verecek.
78 [SİZ EY günahkarlar!] Size hakikati ilettik, fakat çoğunuz ondan nefret ediyorsunuz.54
79 Öyle mi? [Hakikatin] ne olması gerektiğine onlar, [o, hakikati inkar edenler] mi karar verecek?55 80 Yoksa onlar, dışarı vurmadıkları düşüncelerini ve gizli konuşmalarını duymaz mıyız sanırlar?56
Elbette [Biz duyarız] ve yanıbaşlarındaki semavî güçlerimiz57 [bütün o gizlediklerini] kaydederler.
81 De ki [ey Muhammed]: “Eğer Rahmân [gerçekten] bir erkek çocuk sahibi olsaydı, ben ona tapanların ilki olurdum!”
82 Göklerin ve yerin Rabbi -kudret ve egemenlik tahtının sahibi Rabb-58 onların isnad ettikleri her türlü sıfattan59 kesinlikle münezzehtir!
83 Onları bırak da vaad edilen [Hesap] Günü ile karşılaşıncaya kadar beyhude konuşmalarla oyalansınlar ve [kelimelerle] oynayıp dursunlar:60 84 çünkü [o zaman anlayacaklardır ki] gökte ve yerde Allah [yalnız] O'dur ve yalnız O'dur hikmet sahibi olan, her şeyi bilen.
85 Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin mülkünün kendisine ait olduğu, Son Saat bilgisinin Sahibi ve hepinizin O'na döneceği (Allah)ın şanı ne yücedir!
86 Bazılarının Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu [varlık]lar,61 [hayatlarında] hakikate şahitlik yapmış ve [Allah'ın tek ve benzersiz olduğunun] farkına varmış olanlar dışında [Hesap Günü] hiç kimseye şefaat etme gücüne62 sahip değiller.
87 Eğer onlara, [Allah'tan başka varlıklara tapanlara,] kendilerini kimin yarattığını sorsan hiç tereddütsüz “Allah!” derler. Peki, neden bu (apaçık gerçekten) sapıyorlar!
88 [Ama Allah gerçek müminleri hakkıyla bilir]63 ve onun [ümitsiz] feryadı[nı]: “Ey Rabbim! Bunlar inanmayacak bir kavimdir!”
89 Ama sen onlar(ın yaptıkların)a dayan ve de ki: “Selâm [olsun size]!” Çünkü onlar zamanı geldiğinde [hakikati] anlayacaklar.
DİPNOTLAR
1 Bkz. Ek II.
2 Mübîn teriminin bu şekildeki çevirisi konusunda bkz. 12:1, not 2.
3 Bkz.12:3, not 3.
4 Karş. 13:39'un son cümleciği -“vahiylerin kaynağı (umm) O'nun katındadır (‘indehû)”. Umm terimi (lafzen, “anne”), çoğu zaman, “kaynak” veya “menşe” (asl) ve bazan da -3:7'de olduğu gibi- “öz” anlamlarında kullanılmıştır. Bu bağlamda yalnızca ilk anlamı uygun düşmektedir. Bkz. ayrıca 85. surenin son ayeti ile ilgili not 11.
5 Müsrif teriminin bu şekildeki çevirisi (“kendi kişiliğini harcayan”) için bkz. 10:12'nin son cümlesi ile ilgili not 21. Yukarıdaki belâgat gereği olan soru, kendi cevabını olumsuz olarak kendisi vermekte ve Allah'ın vahiyleri aracılığıyla günahkarları “uyarmak”tan asla vazgeçmeyeceğine ve tevbeleri daima kabul edeceğine işaret etmektedir.
6 Yani yukarıda 5. ayette hitab edilen halktan.
7 Bkz. sure 30, not 45.
8 Karş. 20:53.
9 Nezzele gramatik kalıbı, burada yeniden vuku bulmaya işaret ettiğinden “tekrar tekrar” şeklinde çevrilmiştir.
10 Lafzen, “bütün çiftleri”. Bazı müfessirler, ezvâc terimini bu bağlamda “türler” ile eş anlamlı görmüşlerdir (Beğavî, Zemahşerî, Beydâvî, İbni Kesîr): Yani, yukarıdaki ifadeyi, Allah her türlü eşyayı, varlığı ve olguyu yaratandır anlamında almışlardır. Diğerleri (mesela Taberî), bu ifadede bütün varlıklar evreninde aşikar olan çift-kutupluluğa bir atıf görür. İbni ‘Abbâs (Râzî tarafından nakledildiğine göre) bunun genelde “tatlı ve acı, beyaz ve siyah, dişi ve erkek” gibi karşıtlıkları ve genelde karşıtlık kavramını gösterdiği kanaatindedir. Râzî buna bir ilavede bulunur ve varlıklar âlemindeki her şeyin “yüksek ve alçak, sol ve sağ, ön ve arka, geçmiş ve gelecek, varlık ve sıfat vb. gibi” bir tamamlayıcıya sahip olduğunu, oysa Allah'ın -yalnız O'nun- benzersiz olduğunu ve “karşıt” veya “benzer” veya “tamamlayıcı” olarak tanımlanabilecek her şeyden uzak bulunduğunu söyler. Bu nedenle, yukarıdaki cümle, “Hiçbir şey O'na denk tutulamaz” ifadesinin (112:4) bir yankısıdır.
11 Lafzen, “sırtlarında oturasınız” -yani, bütün klasik müfessirlere göre, yukarıda zikredilen hayvanların ve gemilerin “sırtları”nda. Tekil “onun” zamiri, “bindiğiniz her şey” (mâ terkebûn), ya da başka bir ifadeyle, “taşımada kullandığınız veya kullanabileceğiniz her şey” kavramında somutlaşan kollektif varlığa yöneliktir. Li testevû ifadesini “onlara hükmedesiniz” şeklinde çevirmeme gelince, istevâ (lafzen, “kendini oturttu/yerleştirdi”) fiilinin çoğu zaman benim kabul ettiğim muhtevaya sahip olduğuna işaret etmek isterim: bkz. Cevherî, Râğıb ve Lisânu'l-‘Arab, sevâ maddesi aynı zamanda Lane IV, 1478.
12 Yani, çoğu insanın var olan her şeyi Allah'ın yarattığını kolaylıkla kabul ettiği (yukarıda 9. ayet) gerçeğine rağmen bazıları O'nun eşsizliğini, benzersizliğini unutmaya yatkındırlar.
13 Lafzen, “O'na [bazı] kullarından (‘ibâd) bir parça isnad ederler”: karş. 6:100 ve ilgili notlar. Cüz’ ismi (lafzen, “parça”) burada açıkça, “çocuk” kavramında işaret edildiği gibi, “Kendinden bir parça”yı gösterir: ifadeyi yukarıdaki şekilde çevirmemin sebebi budur. Diğer taraftan, eğer cüz’ ismi lafzî anlamıyla alınırsa yukarıdaki cümle (Râzî'nin de belirttiği gibi) daha genel bir anlam kazanır: yani “onlar, O'nun ulûhiyyetinden bir parçayı O'nun tarafından yaratılan bazı varlıklara yakıştırırlar.” Ama ayetin Allah'a “soy/çocuk” isnad edilmesine açıkça işaret eden siyâkı-sibâkı, benim çevirimin daha uygun olduğunu gösterir.
14 Burada hitab edilen halkın, bazı dişi tanrılarının ve meleklerin “Allah'ın kızları” olduklarına inanan müşrik Araplar olduğu unutulmamalıdır. Bu ayet, İslam öncesi Araplar'ın, kızları yalnızca bir yük olarak ve kız çocuk sahibi olmayı bir aşağılanma olarak görmeleri karşısında açıkça ince bir alay çağrışımına sahiptir. (Karş. bu bağlamda 16:57-59.)
15 Lafzen, “Rahmân'ın bir benzeri [yahut “Rahmân için düşünülebilir bir şey”] olarak gördüğü”nü: yani, kız çocuklarını; ki bu yakıştırma, çocuk ile babası arasında “benzerlik” iddiasına telmihte bulunmaktadır.
16 Yani, İslam öncesi Araplar'ın gözünde kişinin hayatını “güzelleştirmek/süslemek”ten başka bir fonksiyonu olmayan biri.
17 Lafzen, “kendini görünmeyen (ğayr-i mübîn) bir çatışmanın içinde bulur” -yani, kendi bilincine tam yerleştiremediği bir iç çatışmanın: karş. 16:59 -“bu zillete rağmen, şimdi onu acaba tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün [diye düşünür].” (Bkz. ayrıca, özellikle ilgili not 66.)
18 Yahut: “onlar yalnızca Rahmân'a ibadet edenlerdir [veya O'nun “mahlukatıdır (‘ibâd)”]; her iki durumda da onların yaratılmış oldukları ve bu sebeple ilah/tanrı olmadıkları vurgulanır.
19 Lafzen, “onların şahitliği”; yani tabiat itibariyle ruhî olan (Râzî) ve bu nedenle bir cinsiyet taşımayan meleklerin “cinsiyet”i konusunda.
20 Yani, gerçeklikten yoksun bulunan şeylerle ilgili hiçbir “bilgi”ye sahip değiller -çünkü Allah onların günah işlemelerini “istemek” yerine, doğru ile yanlış arasında ahlakî bir tercih yapmayı onların serbest iradesine bırakmıştır. (Bkz. konu ile ilgili olarak 6. sure, 143. not.)
21 Yani, insanın Allah'ın yanısıra başka varlıklara ibadet etmesine veya O'na “çocuk” isnad etmesine izin veren bir vahiy: kendi olumsuz cevabını da içinde bulunduran belâgat gereği bir soru.
22 Mutraf teriminin (tarafe fiilinden türetilmiştir) bu şekilde çevrilmesi konusunda bk. 11:116 ile ilgili not 147.
23 Râzî, bu pasaj ile ilgili yorumunda şunları söyler: “Kur’an'da başka hiçbir ayet olmasaydı bile, bu ayetler, [bir Müslüman'ın] başka bir kimsenin dini görüşlerini körü körüne, hiç sorgulamadan kabul etmesinin yanlışlığını (ibtâlu'l-kavl bi't-taklîd) göstermeye yeterdi: Çünkü Allah, [bu ayetlerde] sözkonusu hakikat inkarcılarının bu tavırlarını ne akıllarıyla ne de vahyedilmiş bir metnin açık otoritesine dayanarak oluşturmadıklarını, yalnızca atalarının ve kendilerinden önce gelip geçmiş olanların görüşlerini körü körüne kabul etmekle yetindiklerini açıklığa kavuşturmuştur: ve Allah bütün bunları itham edici ve aşağılayıcı bir dille işlemiştir”.
24 Kur’an'ın bazı okunuşlarında (kıraat) bu ayetin ilk kelimesi, bir emir olarak kul (“de”) şeklinde telaffuz edilmiş olmasına rağmen, bu çevirinin de esas aldığı Hafs b. Süleyman el-Esedî'nin kıraatinde kâle (“dedi” veya tekrarlanan bir vakıa olduğundan, “derdi”) olarak telaffuz edilmiştir.
25 Yani, sadece ataların geleneği ile desteklenip meşrulaştırılan ve sadece belli bir çevrede geçerli olan dinî görüşlerin körü körüne benimsenmesinin ve onlar akıl ve/veya ilahî vahiy ile çelişse bile geçerli sayılmasının kabul edilmezliğini. Hz. İbrahim'in hakikati araştırması Kur’an'da defalarca söz konusu edilmiştir, özellikle de 6:74 vd. ile 21:51 vd.
26 Yani Allah, vahyedilmiş bir mesaj aracılığıyla doğru ile yanlışın anlamını açıklamadan önce, onlara herhangi bir ahlakî sorumluluk yüklemedi. Bu, öncelikle, Hz. Peygamber'in müşrik çağdaşlarına ve onların uzun müddet içinde yaşadıkları refaha/zenginliğe atıftır (karş. 21:44): ancak daha geniş anlamıyla bu pasaj, iyi ile kötü arasında nasıl ayrım yapacakları kendilerine açıkça gösterilmedikçe Allah'ın insanları yapabilecekleri yanlışlardan dolayı asla sorumlu tutmayacağına işaret eder (karş 6:131-132).
27 Sihr'in bu anlamda Kur’an'ın vahiy sürecinde ilk defa göründüğü 74:24'e ait not 12'ye bkz.
28 Yani, Mekke ve Taif'in ileri gelenlerine -Bu ifade, Kur’an eğer gerçekten ilahî bir vahiy olsaydı ne bir servete ne de doğduğu şehirde üstün bir statüye sahip olmayan Muhammed (s)'e değil, “yüksek itibar”lı bir şahsa inerdi demektir.
29 “İnsan zayıf yaratılmış olduğu”ndan (4:28), sahip olacağı büyük bir servetin onu her türlü ruhî ve ahlakî endişeden uzaklaştırabileceği ve ona tamamen bencil, kibirli ve insafsız/acımasız bir kişilik kazandırabileceği, “tabii bir kanun”dur.
30 Zuhruf isminin öncelikli anlamı “altın”dır: “süs” veya (10:24'de olduğu gibi) “ziynet” anlamları ikinci derecedendir (Tâcu'l-‘Arûs).
31 Lafzen, “Biz başına bir şeytan sararız ve bu, onun öteki kişiliği (karîn) olur”: bkz. 41:25, not 24. “Şeytanî dürtü” olarak şeytân teriminin psikolojik boyutu için bkz. 15:17, not 16'nın ilk yarısı ve 14:22, not 31.
32 Lafzen, “... e kadar”.
33 Lafzen, “iki doğu” (meşrikayn) olarak okunan yukarıdaki ifadeyi birçok müfessir bu şekilde yorumlamaktadır. Bu yorum klasik Arapça'da hiç de az bulunmayan bir deyimsel kullanıma, iki karşıt -veya kavramsal olarak birbiriyle ilintili- nesneden/varlıktan birinin ikili formda kullanılmasına dayanmaktadır: mesela, “iki ay”, ay ile güneşi; “iki Basra”, Kûfe ile Basra'yı vb. gösterir.
34 Yani, “dünyevî azapta olduğu gibi, yalnız başınıza azap çekmeyeceğinizi bilmek sizi avutmayacaktır” (Zemahşerî, Râzî, Beydâvî). Bu hitap ikili değil, çoğul şekilde ifade edildiğinden hayatları boyunca kendi şeytanî dürtüleri -“öteki kişilikleri”- tarafından “Allah'ı anmaya karşı duyarsız kalmaya zorlanmış” olan bütün günahkarları kapsar. Yukarıdaki ayet, daha geniş anlamda bütün kötü fiillerin, ne zaman ve nerede işlenmiş olurlarsa olsunlar, bir tek zincirin halkaları olduğunu ve bir kötülüğün zorunlu olarak başka bir kötülüğe yol açtığını gösterir: karş. 14:49 -“ve o Gün bütün suçluları zincirlerle, bukağılarla birbirlerine bağlanmış (mukarranîn) görürsün”- ki bu ifade 64. notta açıklanmıştır. Ayrıca mukarran sıfat fiili, karîn (bu surenin 36 ve 38. ayetlerinde ve 41:25'de “öteki kişilik” şeklinde çevrilmiştir) ile aynı fiil kökünden (karane) türemiştir. Ve bunun yukarıdaki ayette işaret edilen bütün kötü fiillerin “birlikteliği”ne yeni bir atıf olduğuna inanıyorum.
35 Bu belâgat gereği soru olumsuz bir cevaba telmihte bulunur: karş. 35:22 -“Sen, mezarlardaki [ölüler gibi kalben ölmüş]lere işittiremezsin”.
36 Zikr'in bir “şeref ve itibar [kaynağı]” olarak çevrilmesi konusunda bkz. 21:10'a ait 13. notun ilk yarısı.
37 Bunun anlamı şudur: Hesap Günü bütün peygamberlere mecazî olarak toplumlarından nasıl bir karşılık gördükleri sorulacaktır (karş. 5:109) ve onlara tâbi olduklarını itiraf edenler, kendilerine tebliğ edilen vahyi manevî ve sosyal planda esas almalarından -veya almamalarından- dolayı hesaba çekileceklerdir: ve böylece Muhammed (s)'in izleyicilerine vaad edilen “üstünlük”, onların sadece inandıklarını bildirmelerine değil, fiilî davranışlarına bağlı olacaktır.
38 Yani, “önceki vahiylere bak ve kendi kendine sor”.
39 Yani, yukarıda işaret edilen, Allah'tan başka bir kimseye veya şeye tapmanın caiz olmadığı prensibi doğrultusunda.
40 Bkz. 6:109'un son cümlesi ile ilgili not 94.
41 Allah'a “dönme” kavramı, Allah'ın varlığını kavrama içgüdüsel yeteneğinin insan tabiatında mevcut olduğunu, Allah'tan “uzaklaşma”nın ise aslî bir eğilim veya durum olmayıp yalnızca manevî dejenerasyonun bir sonucu olduğunu îma eder: karş 7:172-173 -yukarıda zikredilen azap, inatçı/katı Mısırlılar'ın başına gelen felaket ile ilgilidir (bkz. 7:130 vd.).
42 Lafzen, “benim altımda”, yani “benim buyruğum altında”: Nil'e bağlı olan ve kraliyet otoritesi tarafından kontrol edilen sulama sisteminin kuruluşuna atıf.
43 Musa'nın çektiği konuşma güçlüğüne (karş. 20:27-28 ve ilgili not 17) yahut Firavun için ikna edici görünmeyen mesajının muhtevasına bir işaret.
44 Eski Mısır'da altın bilezik ve künyeler bir soyluluk nişanı (karş. Tekvîn xli, 42) yahut, en azından yüksek sosyal statünün bir işareti olarak görülürdü. Bu, yukarıda 31. ayette işaret edilen, müşriklerin Muhammed (s)'e itirazlarının bir uzantısıdır: “Bu Kur’an, neden iki şehrin bazı ileri gelenlerine inmedi?” Aynı şey, daha sonra geçen “meleklerin bulunmayışı” atfı için de geçerlidir.
45 Müşrik Kureyşliler, meleklere -ki burada onları “ilahlarımız” şeklinde tanımlıyorlar- tapınmalarının Kur’an tarafından kınanmasına karşı çıkarlarken, Hristiyanlıktaki Hz. İsa'yı “Allah'ın Oğlu”, hatta “Allah'ın Ruhu” görerek o'na tapmak şeklindeki paralel uygulamaya işaret etmişler ve yaklaşık olarak şu anlamda bir itiraz ileri sürmüşlerdi: “Kur’an Hz. İsa'nın normal bir insan olduğunu ifade ediyor, ama Kur’an'ın ‘geçmiş vahiylerin mensupları’ (ehlu'l-kitâb) olarak tanımladığı Hristiyanlar o'na ilahî bir kimlik izafe ediyorlar. O halde biz normal insanlardan üstün oldukları kesin bulunan meleklere tapmakta haklı değil miyiz?” Bu “itiraz”da saklı bulunan yanıltma/saptırma, ayetin devamında ortaya konmuştur.
46 Kur’an, Hz. İsa'nın Hristiyanlar tarafından ilahlaştırılmasını birçok yerde açıkça kınadığı için bu keyfî ilahlaştırma, putperestlerin meleklere tapmaları lehinde ve böylece Kur’an aleyhinde bir delil olarak kullanılamaz: Zemahşerî'nin sözleriyle, böyle bir itiraz “yanlış bir kıyası yanlış bir önermeye tatbik etmek” (kıyâs bâtıl bi-bâtıl) olur.
47 Yalnız Hz. İsa'nın tabiatüstü bir varlık olmadığına değil, aynı zamanda meleklerin de yaratılmış fani varlıklar olduğuna -“birbiri ardından gelen” ifadesinin gösterdiği gibi- ve bu nedenle, ilahlık statüsünden kesinlikle uzak bulunduklarına bir işaret (Beydâvî).
48 Müfessirlerin büyük bir kısmı innehû'daki hû zamirinin (“o”) Hz. İsa'ya yönelik olduğunu söylemelerine ve bu nedenle yukarıdaki ifadeyi “o (Hz. İsa,) Son Saat'i [yani Son Saat'in geleceğini] bildiren bir araçtır” şeklinde yorumlamalarına rağmen bazı otoriteler -mesela Katâde, Hasan Basrî ve Sa‘îd b. Cubeyr (ki hepsi de Taberî, Beğavî ve İbni Kesîr'de nakledilmiştir)- zamiri Kur’an'a irca etmişler ve ifadeyi benim yaptığım çeviride yansıtıldığı şekilde anlamışlardır. Yukarıdaki bağlamda Son Saat'in özellikle zikredilmesi, insanın Allah'a karşı nihaî sorumluluğunu ve bundan dolayı ibadetin yalnız O'na yapılması gerektiğini vurgulamak içindir: o halde bu ara pasaj, mantıkî olarak, Hz. İsa'nın ilahlaştırılmasına ilişkin değinmeden sonra gelir.
49 Yani, ilahî vahiy ile.
50 Taberî'ye göre “... şeylerin bir kısmı” şeklindeki kısıtlayıcı ifade, yalnızca inanç ve ahlak alanıyla ilgilidir, çünkü halkının dünyevî problemleri ile ilgilenmek Hz. İsa'nın görevleri arasında değildi. Bu düşünce, Sinoptik İncil'lerde bize sunulan Hz. İsa'nın öğretilerinin tasvirinden (ama bütünlükten uzak -fragmentary- olduğu kabul edilen bir tasvirinden) doğan Hz. İsa imajı ile çakışmaktadır.
51 Yani, Hz. İsa'nın kişiliği ve Allah'tan başkasına kulluk yapmanın kabul edilmezliği konusunda: Hristiyanlıkta daha sonra meydana gelen gelişmelere bir işaret.
52 Yani, birbirlerinden nefret edecekler -bunlar, yeryüzündeki eski arkadaşları tarafından saptırıldıklarını anlayanlar ile onların suçladıkları arkadaşlarıdır: bu ikinciler, saptırdıklarının günahlarından dolayı hesaba çekileceklerini göreceklerdir.
53 Yani, belirsiz bir süre boyunca: bkz. 6:128'in son paragrafı ve bununla ilgili not 114, 40:12 ile ilgili not 10'da değinilen Hz. Peygamber'in Hadisi. Bu atıflar, “Allah, rahmet ve şefkati kendine ilke edinmiştir” (6:12 ve 54) şeklindeki Kur’an ifadesi gereğince, “cehennem” olarak adlandırılan öteki dünya azabının sınırsız bir süreyi kapsamayacağını göstermektedir. Bu görüşü benimseyen alimler arasında bulunan Râzî, yukarıdaki pasaj ile ilgili yorumunda, “onlar cehennem azabı içinde kalacaklardır (hâlidûn)” ifadesinin yalnızca belirsiz bir süreyi gösterdiğini, yoksa “süreklilik anlamı taşımadığını (lâ yefîdu'd-devâm)” vurgular.
54 Yukarıda 81 vd. ayetlerden açıkca anlaşılacağı gibi bu ifade, Hz. İsa'yı “Allah'ın oğlu” olarak görenlerin kabul etmedikleri Allah'ın birliği ve eşsizliği gerçeğine bir atıftır: böylece, 57-65. ayetlerde değinilen Hz. İsa'nın kimliği konusuna yeniden dönülmektedir.
55 Berame ve ebrame fiilleri, lafzen, “kıvırdı” veya “[bazı şeyleri] bir arada/birlikte büktü” yani bir halat meydana getiren ipleri, yahut “[bir şeyleri] çok iyi büktü” yahut “sağlam büktü” anlamlarına gelir. Bu deyim, mecazî olarak bir şeyi, bir önermeyi yahut bir olaylar dizisini “kurmak/oluşturmak” yahut “belirlemek” eylemini gösterir (Cevherî). Lisânu'l-‘Arab'a göre, ebrame'l-emra deyimi “bir şeyi/durumu kararlaştırdı” (ahkeme) anlamına gelir. Bir belirtme takısı olmadan kullanılan emr terimi bu bağlamda “herhangi bir şey”i veya en geniş anlamıyla “olması gereken” [veya “olabilecek”] bir şeyi ifade eder. Böylece, önceki ayeti dikkate aldığımızda, “[hakikatin] ne olması gerektiği”ne keyfî olarak yani, Kur’an'ın tebliğ ettiği hakikate aykırı şekilde “karar verme” anlamına ulaşmış oluruz.
56 Bu ayet, Hristiyanların Hz. İsa'nın “Allah'ın oğlu” ve dolayısıyla ilah(î tabiatlı) olup olmadığı konusunda yüzyıllar süren karmaşık tartışmalarına bir telmîhtir. Bu tartışmalar, çoğunlukla ilk Hristiyan düşünürlerden bazılarında, önde gelenleri arasında İskenderiye Patrik'i Arius'un da (M.S. 280-336) bulunduğu tevhidci kelamcılar (unitarian theologians) tarafından başta şiddetle muhalafet edilen eski, Mitraistik ağırlıklı kadîm kavram ve kültlere karşı var olan bilinçaltı bir eğilimden kaynaklanmıştır. Ancak politik ağırlıklı İznik Konsil'inde (M.S. 325), o zamana kadar samimî Hristiyanların hakim çoğunluğu tarafından benimsenen Arius'cu görüşler, “sapkın” görülerek mahkum edilmiş ve Hz. İsa'nın uluhiyeti doktrini, İznik Akidesinde (Nicene Creed) Hristiyanlık inanç sisteminin temeli olarak resmen formüle edilmiştir. (Ayrıca bkz. aşağıdaki 60. not.)
57 Lafzen, “elçilerimiz,” yani melekler.
58 Karş. sure 9'un son cümleciği ve ilgili not 171.
59 Bkz. 6:100'ün son cümlesi ile ilgili not 88.
60 İznik Akidesi'nin kelime canbazlıklarına/oyunlarına ve özellikle “İsa Mesih, Allah'ın Oğlu, doğurulmuş, yapılmamış [yani, yaratılmamış], Baba tarafından tek Oğlu, Baba ile aynı özden, Tanrı'nın Tanrısı ...” vb. gibi ifadelere bir işaret.
61 Haksız bir şekilde ilahlaştırılan azîzlere ve peygamberlere ve özellikle (kullanıldığı bağlamın ışığında) Hz. İsa'ya atıf.
62 Kur’an'ın “şefaat” kavramının bir açıklaması için bkz. 10:3 -“O'nun izni olmadan şefaat edecek kimse yoktur”- ve ilgili not 7. Yukarıdaki ayette yer alan “Allah'ın tek ve benzersiz olduğu” şeklindeki açıklama, Râzî'nin bu pasaj ile ilgili yorumuna dayanmaktadır. Râzî, sadece söz ile “hakikate şahitlik yapma”nın, Allah'ın birliği ve benzersizliğine gönülden bir bağlanmanın sonucu değilse, faydasız olduğunu söyler.
63 Yukarıdaki parantez içi açıklamanın dayandığı Râzî'nin yorumuna göre bu, Peygamber Muhammed (s)'e bir atıftır. Ama öyle görünmektedir ki bunun kasdı daha geniştir ve adı ne olursa olsun, Allah'tan başka bir varlığa ilahlık veya ilahî vasıflar yakıştıran insanların körlüğünden bunalan her mümini kapsamaktadır.