10 Haziran 2007 Pazar

SAFFAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı : Sure adını ilk kelimesi olan "saffat"tan almıştır.

Nüzul Zamanı : Muhtevasından surenin Mekke dönemi ortalarında veya sonlarına doğru nazil olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim surenin üslûbundan Hz. Peygamber'in (s.a.) ve ashabının şiddetli bir muhalefet ile karşı karşıya bulundukları belli olmaktadır.

Konu: Mekkeli müşrikler, "Sizler Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ ettiği tevhid ve ahiret akidesini, alayla karşılıyor ve onun peygamberliğini inkâr ediyorsunuz. Ancak reddettiğiniz bu peygamber kısa bir süre içinde sizleri hüsrana uğratacak ve kendinizi Allah'ın askerlerinin ayakları altında bulacaksınız" şeklinde ikaz edilmektedir. (171,179). Bu ültimatom, Rasûlullah'ın (s.a.) zafere ulaşacağı ile ilgili hiçbir belirti dahi bulunmadığı ve Allah'ın "ordu" biçiminde vasıflandırdığı müslümanların, günlerini baskı ve zulüm altında geçirdiği bir dönemde verilmişti. O dönemlerde müslümanların dörtte üçü, ülkelerini terk ederek hicret etmek zorunda kalmışlardı. Rasûlullah (s.a) ile birlikte Mekke'de kalan 40-50 müslüman ise, her bakımdan çaresizlik içinde oldukları halde, her türlü zulüm ve işkenceye de hâlâ dayanmaktaydılar. Böyle bir ortamda, Rasûlullah'ın (s.a) ve bir avuç çaresiz müslümanın zafere ulaşacaklarını hiç kimse tahmin dahi edemezdi. Hatta çoğu insan bu hareketin Mekke dağları arasında yok olup gideceğini sanıyordu. Fakat daha 15-16 yıl bile geçmeden Mekke fethedildi ve oradaki müşrikler Allah'ın önceden bildirdiği gibi kendilerini Allah'ın askerlerinin ayakları altında buldular.

Bu bölümde, sadece ikaz ve tehdit ile yetinilmemiş, kafirlerin idrak edebilmeleri için nasihat yoluyla tevhid ve ahiret hakkında da deliller öne sürülmüştür. Ayrıca onlar bâtıl düşüncelerden ötürü eleştirilerek bunun kötü sonuçlarından haberdar edilirken, müminlere de salih amellerinin güzel sonuçları hakkında müjde verilmiştir. Bunların yanısıra geçmiş kavimlerin, kıssaları aktarılmak suretiyle, Allah'ın peygamberlerine nasıl yardım ettiği, peygamberlerini yalanlayanları nasıl helâk ettiği ve kendisine itaat eden kullarını nasıl mükâfatlandırdığı beyan edilmiştir.

Burada beyan edilen kıssalardan en dikkati çekeni Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasıdır. Hz. İbrahim'in (a.s) bir işaret aldıktan hemen sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere, biricik oğlunu kurban etmeyi göze alışının zikredilmesi, sadece kendilerini Hz. İbrahim'e (a.s) nisbet etmek suretiyle övünen kafirlere yönelik bir uyarı değildir. Ayrıca müslümanlara, mümin bir kimsenin Allah'ın rızası için herşeyi nasıl göze aldığı örneği verilerek, İslâm'ın gerçek ruhu öğretilmek istenmiştir.

Surenin son ayetlerinde yalnız kafirlere uyarıda bulunulmakla kalınmıyor, ayrıca Rasûlullah (s.a) ile birlikte güç bir dönem geçirmekte olan müminlere de müjde veriliyor. Onlara şöyle denilmektedir. "Yolun başında çektiğiniz meşakkatlerden ye'se kapılmayın, sonunda mutlaka sizler galip geleceksiniz. Şimdi bu kafirler belki galip durumda gözükmekdedirler ama aynı kimseler çok geçmeden sizlere mağlup olacaklardır." Gerçektende bir kaç yıl sonra, Allah'ın bildirdiklerinin bir teselliden ibaret olmadığı ve O'nun iman edenlerin kalplerini sağlamlaştırmak için verdiği haberlerin kesin birer gerçek olduğu ortaya çıkmıştır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Saflar halinde dizilenlere andolsun,

2 Haykırıp sürükleyenlere,

3 Zikir okumakta olanlara,1

AÇIKLAMA

1. Müfessirlerin çoğu, bu üç grubun hepsinin "melek" olduğu konusunda birleşmişlerdir. (Örneğin, İbn Abbas, İbn Mes'ud, Katade, Mesruk, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Süddi, İbn Zeyd ve Rubeyye b. Enes). Daha farklı bir şekilde tefsir etmek daha uygundur.

"Saf saf dizilenler" ifadesiyle, Allah'ın kâinatın işlerini yürüten emir kulları kastolunmaktadır. O melekler ki, Allah'ın emirlerini yerine getirmek için, O'nun huzurunda saf saf dizilmiş beklemektedirler. Aynı husus daha ileride (ayet : 165) tekrarlanmıştır ve zaten orada meleklerin kendileri şöyle demektedirler: "Biziz o saf saf dizilenler, biz."

"Haykırıp sürükleyenler" ifadesinden bazı müfessirler, bulutları süren ve yağmurun yağmasını sağlayan meleklerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu anlayış yanlış değilse de, burada konu itibarıyla daha uygun olanı, onlar ile meleklerden, asileri ve mücrimleri süren ve sadece kelimelerle değil, tabii afetlerle de insanların başına felaket getiren bir grubun kastedilmiş olmasıdır.

"Zikir okuyanlar" ile de Allah'ı zikreden ve ibret verici hadiselerle insanlara ders veren melekler veya peygamberlere vahiy götüren melekler ya da Allah'ın salih kullarına ilham eden melekler kastedilmiş olabilir.

4 Hiç tartışmasız, sizin ilahınız gerçekten birdir.2

5 Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir, doğuların da3 Rabbi'dir.4

6 Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü5 'çekici bir süsle', yıldızlarla süsleyip-donattık.

7 Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;6

8 Ki onlar, Mele-i Alâ'ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar;

9 Uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azab vardır.

AÇIKLAMA

2. Tüm kâinat nizamının tâ başlangıcından günümüze değin Allah'ın emriyle ayakta durduğu gerçeğini vurgulamak için yukarıdaki özellikleri taşıyan meleklerin adına yemin edilmiştir. Bu sistemin dışına çıkmak isteyenlerin kötü akibetleri sonucunda ortaya bir tek hakikat çıkar: İdareyi elinde tutan ilâh tek bir ilâh'dır. "İlah" kavramı iki anlamı tazammun eder. Birincisi başkaları tarafından kendisine kulluk edilen kimse, ikincisi kulluk edilmeye gerçekten layık olan zat. Burada "ilah" kavramı ikinci anlamda kullanılmıştır. Çünkü birinci anlamda insanların pek çok ilâhı vardır. Bu yüzden ayeti "gerçek ilâhınız birdir" şeklinde tercüme etmeyi uygun gördük.

3. Güneş ufukta hergün aynı noktadan doğmadığı gibi, hergün biraz daha kayarak ayrı açılardan göğe yükselir ve böylece dünyanın her bölgesinde muhtelif zamanlarda görülmesi mümkün olur. İşte bu yüzden ayette "meşarik" (doğular) ifadesi kullanılmıştır.

Zikredilmemiş olmasına rağmen "mağarıb" (batılar) ifadesini de, aynı mantık yolunu kullanarak, zikredilmiş olarak kabul edebiliriz. Çünkü "meşarik" ifadesi, aynı zamanda "mağarib" ifadesine de delâlet eder. Nitekim Mearic Suresi'nin 40. ayetinde "Doğuların da Rabbi, Batıların da Rabbi" ifadesi kullanılmıştı.

4. Bu ayetlerde, kâinatın sahibi ve hükümdarı kim ise, gerçek ilâh ve ma'budun da ancak O'nun olabileceği vurgulanıyor. Emir sahibinin terbiye eden ve yetiştiren olması ma'budun bir başkası olmasını akla ve mantığa aykırı kılar. Çünkü kendisine ibadet edilecek olan varlık, insana fayda ya da zarar verebilmeli, onun ihtiyaçlarını karşılamalı, kısmet ve kaderini tayin etmeli ve hatta insanın hayatının devam edip etmemesine karar verebilmelidir. Ma'bud bu özelliklere sahip olduğu takdirde kendisine teslim olmak ve kulluk etmek insan fıtratına uygun olur. Yukarıdaki temel ilkeleri kavrayan bir kimse, ancak yetki sahibi olanın ma'bud kabul edileceği, yetki sahibi olmayanın ise ma'bud kabul edilmeyeceği sonucuna kendiliğinden varacaktır. Dolayısıyla Allah'tan başkalarını ma'bud kabul etmek, onlara dua ve münacaatta bulunmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Çünkü onların hiçbir gücü ve yetkisi olmadığı halde ağlayıp yakararak bir kimsenin onlardan isteklerde bulunması anlamsızdır. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz.

"Bir adamın işi vardır, bu adam mahkemeye gittiğinde dilekçesini yetkili şahsa vermeyip, orada bulunan herhangi birine verir ve ondan bir sonuç almayı bekler. Ancak hiçbir sonuç alamaz, çünkü kendisine dilekçe verilen şahsın meseleyle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur."

5. "Yakın gök" ifadesi ile, gözlerimizle görebilmenin mümkün olduğu uzaya işaret edilmektedir. Nitekim daha uzakta bulunan, yerlerini bilemediğimiz birçok "sema" vardır. Başlangıçtan günümüze kadar insan, "sema=gök" fadesi ile belli bir yeri kastetmemiş ve uzayın görebildiği kadarını "sema" olarak adlandırmıştır.

6. Yani, sema sadece herkesin gördüğü uzay değildir ve belirli bir takım sınırları vardır. Hiçbir asi şeytan o sınırları aşamaz. Her yıldız ve gezegen kendi ekseni etrafında döner ve kendi yolu dışına çıkamaz. Onların yollarına da başka birşey giremez. Görünüşte uzay boş bir alan olarak gözükmektedir. Oysa uzaydaki sınırlar o kadar kesin hatlar ile çizilmiştir ki, insanların yaptıkları duvarlar bir hiç mesabesinde kalır. İnsanoğlunun aya çıkabilmek için ne kadar güçlükle karşılaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla aynı güçlükler, yeryüzündeki diğer mahluklar için de söz konusudur. Yani bundan cinlerin Alem-i Bâlâ'ya çıkmasının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.

10 Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen 'yakıcı bir alev' izler (ve yok eder).7

11 Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa bizim yarattıklarımız mı?8 Doğrusu biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.9

12 Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.

13 Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar.

14 Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar.

15 "Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir" dediler.10

16 "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

17 "Veya önceki atalarımız da mı?"

18 De ki: "Evet, üstelik sizler boyun bükmüş kimseler olarak."11

AÇIKLAMA

7. Bu ayetin tazammun ettiği anlamı iyice kavrayabilmek için Rasûlullah'a (s.a) peygamberlik geldiği dönemde, Araplar arasında kehanetin çok makbul olduğunu bilmek gerekir. Öyle ki o dönemde her yer adeta gaybten haber getirenler, gayb hakkında bilgi verenler ile kaynıyordu. Araplar kendi geçmiş ve gelecekleri hakkında haber veren bu kimselere inanırlardı.

Bu kimseler de (kahinler), cin ve şeytanların emirleri altında olduklarını ve kendilerine gaybten haberler getirdiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber'e (s.a) ilk kez vahiy geldiğinde, o böyle bir atmosferde Kur'an'ın ayetlerini tebliğ etti ve bu ayetlerin kendisine, Allah tarafından ve bir melek aracılığıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine kafirler Hz. peygamber'e (s.a) "kahin" demeye başladırlar. Öyle ki şeytanın kahinlere haber getirdiği gibi Hz. Peygamber'e de getirdiğini, onun da bu bilgileri kendilerine vahy diye aktardığını iddia ettiler. Kur'an bu iddiaları şu şekilde cevaplamıştır. "Şeytan kesinlikle değil Mele-î A'lâ'ya yaklaşmak, Alem-i Bâlâ'ya bile giremez. Şayet şeytan Mele-i A'lâ'ya yaklaşmak için çabalayacak olsa, hemen onu delici bir ateş kovalar."

Bir diğer anlamı da şöyle olabilir: "Allah'ın emriyle melekler kâinatı idare etmekdetirler. Dolayısıyla onlar şeytan'ın kendilerine müdahalesinden korunmuşlardır. Şeytan bırakın onlara müdahale etmeyi, yanlarına bile yaklaşamaz." (Bkz. Hicr Suresi an: 8-12)

8. Bu, kafirlerin ahiret hakkında sorularına verilmiş bir cevaptır. Onlar ölümden sonra dirilmenin mümkün olmadığı düşüncesiyle, ahiret hayatının da olamayacağını sanmaktadırlar. Onlara cevap olarak şöyle denilmektedir: "Ölümünüzden sonra tekrar yaratmanın zor olduğunu zannediyorsunuz. Fakat bir düşünün, bu kâinatı, yeryüzünü, gökyüzünü ve içindeki sayısız mahlukatı yaratmak sanki daha mı kolaydır. Hiç aklınız yok mu ki böyle bir zanda bulunuyorsunuz? Bu muazzam kâinatı ve sizi ilk defa yaratan Allah, sizleri tekrar yaratmaktan aciz midir"

9. Yani, insan topraktan yaratılmış ve yine toprak olacaktır. "Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık." ayeti ile Hz. Adem'in yaratılışı kastolunmaktadır. Dolayısıyla sonraki nesiller aynı insandan türeyerek devam edegelmiştir. Ayrıca, insanın vücudundaki tüm maddelerin topraktan alındığı anlamına da gelebilir.

Gerçekten de insan hayatı doğumdan ölüme kadar, topraktan meydana gelen ürünlere dayanır. Sözgelimi et, sebze, meyve tüm gıdalar su ile toprağın bileşimiyle oluşurlar.

Özetle; şayet bu toprak verimsiz olsaydı, insanın hayatta kalması mümkün olmazdı. Çünkü insanın hayatta kalmasını bu toprak sağlamaktadır. O halde ölümünden sonra insanı yeniden diriltmek niçin mümkün olmasın?

10. Yani, kafirler "öldükten sonra yeniden dirileceğiz, mahkeme kurulacak, cennet ve cehennem olacak" şeklinde sözler sarfettiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) için "büyülenmiş gibi konuşuyor" diyorlardı.

11. Allah herşeye kadirdir. Ölürsünüz ve sizleri dilediği zaman diriltir. Sizler O'nun karışısında aciz ve çaresizsiniz.

19 İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.12

20 Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür."

21 "Bu, sizin yalanlamakta13 olduğunuz (mü'mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür."

22 "Zulmetmekte olanları,14 eşlerini15 ve tapmakta olduklarını bir araya getirip toplayın."

23 "Allah'tan başka (taptıklarını);16 artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün."

24 "Ve onları durdurup-tutuklayın, çünkü onlar, sorguya çekileceklerdir."

25 (Onlara seslenilir:) "Ne oluyor size, birbirinizle (dünya olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?"

26 Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.17

AÇIKLAMA

12. Yani, "Vakit geldiğinde herkesin ayağa kalkması için, Allah'ın emri (bir ses) yeterlidir." Burada ölümden sonraki diriliş tablosu şöyle çizilmiştir. Adeta tüm insanlık başlangıçtan, tâ kıyamete kadar sürekli uyumaktadır ve kendilerine yapılan bir çağrıdan sonra hemen ayağa kalkacaklardır.

13. Muhtemelen ya müminler onlara hatırlatmaktadırlar, ya da bu meleklerin bir sözünden ibarettir veya haşr meydanının manzaraları bunları akla getirmektedir ya da bir süre sonra kendi kendilerine anlamsızca şöyle söylemiş olabilirler: "Vah halimize tüm hayatımız boyunca, yalanlayıp, inkâr ettiğimiz kıyamet günü ile şimdi karşılaştık."

14. "Zalimler" ifadesi sadece başkalarına zulmeden kimseleri değil, Allah'a karşı gelip, isyan eden herkesi kapsamaktadır.

15. "Eşleri" ifadesiyle, kendileriyle birlikte isyan ettikleri hanımları da kastediliyor olabilir veya bu ifadeden tüm asilerin, birlikte bu suçu işleyen kimselerin gruplar halinde bulunacağı manası da anlaşılabilir.

16. Burada, biri, başkalarını Allah'a isyan ettirmek için çalışan insanlar ve şeytanlar, diğeri, müşriklerin taptıkları ağaçlardan ve taşlardan putlar olmak üzere ma'budun her iki türü de kastolunuyor.

Birinci anlamdaki ma'budlar, asilerdir ve cehenneme gireceklerdir. İkinci anlamdaki ma'budlar ise, "Kendilerine tapanlar onların ne kadar zavallı olduklarını görsünler ve taptıkları saçmalıktan utansınlar" diye hep birlikte cehenneme sevk edileceklerdir. Bir de bunların dışında bazı cahillerin kendilerine yaptıkları ma'budlar vardır. Ancak ma'bud edinilen bu kimseler hayatları boyunca şirke karşı çıkmış ve insanları tevhide davet etmiş olan peygamberler, veliler ve hatta meleklerdir. Elbette bunlar, diğer ma'budlar gibi kendilerine tapanlarla birlikte cehenneme sevk edilmeyeceklerdir.

17. Burada ilk cümle ile sadece asi ve mücrimlere hitap edilirken, ikinci cümleyle umuma hitap edilmekte ve sonuçta ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır. "Orada bu günün isyan eden müstekbirleri çaresizlik içindedirler ve hiç ses çıkarmadan, karşı koymadan cehenneme sevk edilmektedirler. Örneğin ekselanslar (!), hizmetçilerinin gözleri önünde götürülürken, dünyanın o ünlü fatih ve diktatörleri rezil bir halde sürüklenmekte ve onların bu haline askerleri bile gülmektedirler. Sahte şeyhler, mahatmalar ve kutsal pederler, rezalet içinde yüzerlerken bu, müridlerinin hiç birinin umrunda bile olmaz. Yine liderler, önderler çaresizlik içinde cehenneme giderken, dünyada arkalarından koşup alkışlayanlar, onların yüzlerine bile bakmamaktadırlar. Hatta, sevgilileri için ölümü bile göze alan aşıklar, orada sevgililerin haline hiç aldırmazlar." Böyle bir manzaranın çizilmesinin amacı, insanoğlunun dünyada Allah'ın dışında kurduğu tüm ilişkilerinin kopacağının vurgulanmak istenmesidir. Çünkü dünyada şımarık olanların, kibirlenenlerin orada bu hallerinden eser bile kalmayacaktır.

27 Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar:

28 "Gerçekten sizler bize sağdan (sağ duyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz"18 derler.

29 (Diğerleri de:) "Hayır" derler. "Zaten sizler mü'min olanlar değildiniz."

30 "Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz."

31 "Böylece Rabbimizin sözü (yıkım ve azab va'di) üzerimize hak oldu. Hiç tartışmasız, (azabı) tadıcılarız."

32 "Evet, biz sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik."19

33 Artık o gün onlar azabda ortaktırlar.20

34 Doğrusu biz, suçlu-günahkârlara böyle yaparız.

35 Çünkü onlara: "Allah'tan başka ilah yoktur" denildiği zaman, büyüklük taslarlardı.

36 Ve derlerdi ki: "Biz, ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz?"

37 Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştı.21

38 Hiç tartışmasız, siz, acıklı azabı tadıcılarsınız."

39 Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.

40 Ancak muhlis olan kular başka.

41 İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır.22

AÇIKLAMA

18. Yani, "Sizler bize sağ tarafımızdan yaklaşırdınız." Arapça'da bu ifadenin bir kaç şekilde anlaşılması mümkündür. Şayet ifadeyi "kuvvet" anlamında ele alırsak ayet, "O zamanlar biz güçsüzdük, sizler galiptiniz ve bizleri dalâlete sizler götürdünüz" şeklinde yorumlanabilir. Fakat "iyilik" anlamında ele alırsak, ayet, "Siz çağırdığınız yolun iyilik olduğunu söylediniz. Biz de size güvenerek, dalâlete düştük" şeklinde de yorumlanabilir. Ancak "yemin" anlamında kabul edersek, o takdirde de ayet, "Siz yolunuzun doğru olduğuna yemin ettiniz. Biz de inandık" şeklinde anlaşılır.

19. İzah için bkz. Sebe an: 51-53.

20. Yani, dalâlete götürenlerle götürülenler hep birlikte aynı azaba çarptırılacaklardır. Müridlerin "Biz kandırıldık" şeklindeki mazeretleri kabul olunmazken, şeyhlerin "biz onları saptırmadık, onlar zaten dalâlette idiler" şeklindeki mazeretleri de kabul olunmayacaktır.

21. "Peygamberleri tasdik etmek" ifadesi üç anlamı da içerir ve burada üçü de kastedilmiştir: Birincisi, Rasûlullah (s.a) kendisinden önceki peygamberleri reddetmediği için, o peygamberlerin ümmetlerinin onu reddetmelerinin makul bir açıklaması yoktur. Üstelik Hz. Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen tüm peygamberleri de tasdik etmiştir. İkincisi, Hz. Muhammed (s.a) yeni birşey söylemiyor, bilakis tüm peygamberlerin tâ baştan beri taşıdıkları mesajı aktarıyordu. Üçüncüsü daha önceki peygamberlerin işaret ettikleri tüm özellikler (alâmetler) Rasûlullah'da (s.a) bulunmaktaydı.

22. Yani, rızk kendisi hakkında hiç kimsenin şüphe duyamayacağı şekilde, her yönüyle açıklanmıştır ve bu rızk onlara sürekli verilecektir.

42 Çeşitli-meyveler.23 Onlar ikram görenlerdir.

43 Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde.

44 Birbirlerine karşı, tahtlar üzerinde (otururlar).

45 Kaynaktan24 (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerine dolaşılır.25

46 Bembeyaz, içenlere lezzet (veren bir içki).26

47 Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir.27

48 Ve yanlarında bakışlarını28 yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır.29

AÇIKLAMA

23. Burada, cennetteki nimetlerin beslenmek için olmayıp, sadece lezzet için verileceği şeklinde ince bir ima vardır. Bu nimetler dünyadaki normal gıdalar gibi olmayacaktır. Çünkü cennette açlık gibi bir duygu bulunmayacaktır. İşte bu yüzden oradaki gıdalar "meyvalar" olarak ifade edilmiştir ve bu, bir gıdadan ziyade lezzete işaret etmektedir.

24. Ayette, "içki"nin niteliği açıklanmamış, sadece "kâse" ifadesi kullanılmıştır. Kâse ise Arapca'da yalnızca şarap ile ilgili olarak kullanılır. Şayet kabın içinde şarabın dışında başka bir sıvı, meselâ su veya süt bulunuyorsa, o kap "kâse" şeklinde ifade edilmez.

25. Bu içki dünyadaki içkiler gibi çürümüş meyva ve arpadan yapılmamıştır. Oradaki içki nehir ve çeşmelerden akacaktır. Nitekim bu husus Muhammed Suresi'nde "İçkiler nehirlerden akacak ve içenlere lezzet verecek" şeklinde açıklanmıştır.

26. Her ne kadar kadehleri dolaştıranların kimliği burada bildirilmemiş ise de, Kur'an'ın diğer bölümlerinde bu husus açıklığa kavuşturulmuştur.

"Kendilerine ait, sedefle saklı inci gibi civanlar dolaşır çevrelerinde" (Tur: 24)

"Çevrelerinde öyle ölümsüz gençler dolaşır ki, onları görsen saçılmış inci sanırsın." (İnsan: 19)

Ayrıca bu hususu izah sadedinde, Hz. Enes ve Semîre b. Cündüb'den rivayet edilen bir hadis vardır. Rasûlullah (s.a) "müşriklerin çocukları cennette hizmet edeceklerdir" diye buyurmuştur. (Ebu Davud, Tayalisî, Taberanî ve Bezzar). Bu rivayet senet itibarıyla zayıf olmasına rağmen, birçok hadisten, rüştüne ermemiş çocukların cennete gireceklerini öğrenmekteyiz. Ayrıca yukarıdaki hadisten anne ve babası cennette olan çocukların, mutlu olabilmeleri için onlarla birlikte cennette bulunacaklarını anlamaktayız. Dolayısıyla anne ve babası cehenneme giden çocukların cennet ehline hizmet etmeleri oldukça makuldur. (Ayrıntı için bkz. Fethu'l-Bari, Umdetu'l-Karî, Kitabu'l-Cenaiz, müşriklerin çocukları babı ve benim Resail ve Mesail adlı eserimin 3. cildi, sh: 177-187

27. Yani, bu "içki" dünyadaki içkilerde bulunan iki zarardan ârî olacaktır. Sözgelimi dünyadaki içkilerin kokusu pis, tadı acı olur ve içildikten sonra mideyi etkilerler. Daha sonra beyine de tesir eder ve baş döndürürler, sonunda karaciğerin işleyişini bozarak, vücudu hasta yaparlar. Hatta sarhoşluk etkisini kaybettikten sonra bile insan sersemleşir. İşte bunlar bedenî zararlardır. İkincisi, insanlar içki içtikten sonra aldıkları alkolün etkisiyle ağızlarına geleni hiç düşünmeden söylerler. Bu da içkinin akıl üzerindeki tahribidir. İnsanlar bu zararlara sırf zevk alabilmek uğruna katlanmaktadırlar. Ancak cennetteki içkinin "berrak, içenlere lezzet veren" bir özellik taşımasına rağmen, dünyadaki içkiler gibi zararlar ihtiva etmeyeceği bildirilmiştir.

28. Yani, kendi kocasından başkasına bakmaz.

29. Bu kızların büluğa ermeden ölmüş olmaları, anne ve babaları ise cennete girmediği için, aynı (öldüğü) yaşta bırakılarak cennete "huri" olarak gönderilmeleri ihtimal dahilindedir. Tıpkı erkek çocukların aynı yaşta kalarak cennette "huddam" olarak hizmet edecekleri gibi, bu kızlarda pekala aynı şekilde cennette bulunup hizmet edebilirler. En doğrusunu Allah bilir.

49 Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz). 30

50 Böyleyken, kimi kimine yönelmiş olarak, birbirlerine soruyorlar:

51 Onlardan bir sözcü der ki: "Benim bir yakınım vardı."

52 "Der ki: -Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın?"31

53 "Bizler öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda mı, gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz?"

54 (Konuşan yanındakilere) Der ki: "Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?"

55 Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.

56 Dedi ki: "Andolsun Allah'a, neredeyse beni de ( şu bulunduğun yere) düşürecektin."

57 "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, muhakkak ben de (azab yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım."32

58 "Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz?"

59 "Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar da değil miymişiz; (öyle mi)?"33

60 Hiç şüphe yok, bu, asıl büyük 'kurtuluş ve mutluluğun' ta kendisidir.

61 Böylece, çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır.

62 Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı, yoksa zakkum34 ağacı mı?

AÇIKLAMA

30. Yani, onlar gizli ve saklı yumurta gibidirler. Bu ayet müfessirler tarafından çok çeşitli şekillerde yorumlanmış olmasına rağmen en doğrusu, Hz. Ümmü Seleme'den rivayet edilen şu hadistir. Rasûlullah'a (s.a.) bu ayetin anlamı sorulduğunda o şöyle dedi: "Bunlar, yumurtanın kabuğu ile içi arasındaki zar kadar nazik ve yumuşak olacaklardır." (İbn Cerir.)

31. Yani, senin de aklın çalışmıyor ve ölümden sonraki hayata inanacak kadar basit düşünüyorsun.

32. Bu ifadelerden ahirette, insanların görme ve işitme melekelerinin çok kuvvetli olacağı anlaşılıyor. Bir kimse arada telefon ve televizyon olmaksızın, belki de kilometrelerce uzaklıktaki cehennemde azab çekmekte olan başka bir kimseyi görüp duyabilecek ve onunla konuşabilecektir.

33. Sözün gelişinden, cennet ehlinden olan bir şahsın, cehennemdeki tanıdığı ile konuşurken, tıpkı ümit ettiğinden fazlasını bulduğunda hayretler içinde kalarak, sevinçle kendi kendine söylenen kimse gibi, ağzından birkaç cümlenin çıkıverdiği anlaşılıyor. Böyle hallerde karşısındaki kişiye soru sorar gibi konuşan kimse, aslında soru sormuyor, sadece hissettiklerini ifade ediyordur. İşte yukarıda da cennet ehlinden olan şahıs, cehennemdeki tanıdığıyla konuşurken aniden, "cennete girmekle ne kadar şanslı olduğunu, orada azab ve ölümün olmadığı, tüm dertlerinin sona ererek, ebedi bir hayata kavuştuğunu" düşünmüştür. İşte bu düşünceleri sonucunda kendini kontrol edememiş ve ağzından sözkonusu cümleler çıkmıştır.

34. "Zakkum" bir ağaç cinsidir. Tihame bölgesinde bulunur. Tadı çok acı, kokusu da çok kötüdür. Dallarını koparan kimsenin ellerine ve bedenine ağaçtan çıkan sıvı bulaştığı takdirde, o kimse bir çeşit deri hastalığına yakalanır. Bu ağacın Hindistan'da "Tor" diye bilinen ağaçla aynı olması muhtemeldir.

63 Doğrusu biz, onu kâfirler için bir fitne35 (bir imtihan konusu) kıldık.

64 Şüphesiz o, 'çılgınca yanan ateşin' dibinde bitip çıkar.

65 Onun tomurcukları, şeytanların başları36 gibidir.

66 Artık hiç tartışmasız, onlar, ondan yiyecekler, böylelikle karınlarını da ondan dolduracaklar.

67 Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.

68 Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir.37

69 Çünkü onlar, atalarını da sapık kimseler olarak bulmuşlardı.

70 Kendileri de onların izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı.38

71 Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.

72 Andolsun, biz onlara uyarıcı-korkutucular göndermiştik.

73 Uyarılıp-korkutulanların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.

74 Ancak muhlis olan kullar başka.

75 Andolsun, Nuh bize39 (dua edip) seslenmişti de,40 ne güzel icabet etmiştik.

76 Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık.41

77 Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık.42

AÇIKLAMA


35. Kafirler bu ayeti işitir işitmez Hz. Paygamber (s.a) ile alay etmek için, bir fırsat daha ele geçirdiklerini sanmışlardı. Onlar şöyle diyorlardı : "Cehennemin kavurucu ateşi içerisinde bir ağaç nasıl yetişebilir."

36. Zakkum tomurcuklarının şeytanlara benzetilmesi dolayısıyla bazı kimseler, şeytanları kimsenin görmediğini öne sürebilirler. Lakin bu, teşbihtir. Tıpkı güzel bir kızın periye benzetildiği veya çirkin bir kadının "cadı"diye isimlendirildiği yada nuranî bir yüze sahip olan kimseye "melek" dendiği hatta kötü huylu bir insanın şeytana benzetildiği gibi...

37. Bu ayetlerden cehennem halkının açlık ve susuzluktan kıvrandıklarında, kendilerinin zakkum ağacının ve kaynar su akan çeşmelerin bulunduğu yere götürülecekleri, orada zakkumdan yedikten, kaynar sudan içtikten sonra tekrar geriye döndürülecekleri anlaşılmaktadır.

38. Yani, bunlar atalarının yolunu tuttular ve Allah'ın verdiği aklı kullanmayarak, takip ettikleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu hiç düşünmeden, bir sürü gibi yollarına devam ettiler.

39. Bu ayetin önceki ayetlerle olan ilişkisini düşündüğümüzde, bu hususun niçin zikredildiğini anlarız.

40. Bununla, Hz. Nuh'un feryadına işaret olunuyor. O uzun bir tebliğ döneminden sonra ümidini kesmiş ve Allah'a feryad etmişti :"Rabbim ben yenildim, bana yardım et."

41. Yani, "kavminden muhalif" olanların yaptığı büyük zulümden. Burada ince bir işaret vardır. Hz. Nuh (a.s) kavminin zulmünden nasıl kurtarılmış ise, Hz. Muhammed (s.a) ve beraberindekiler de bir süre sonra Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtarılacaklardır.

42. Bu ayet, biri, "Sadece Hz. Nuh (a.s) ve beraberindekiler kurtulmuş, kavmi ise helâk olmuştur" şeklinde, diğeri de "Tüm insanlık helâk olmuş ve sadece Hz. Nuh (a.s)ile beraberindekiler kurtularak, insan nesli onlarla devam edegelmiştir." şeklinde olmak üzere iki anlama da gelebilir. Müfessirlerin çoğunun ikinci anlamı kabul etmiş olmalarına rağmen, bu husus Kur'an'da yeterince açıklığa kavuşturulmuş değildir. En doğrusunu Allah bilir.

78 Sonra gelenler arasında da ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

79 Âlemler içinde selam olsun Nuh'a.43

80 Gerçekten biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

81 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı.

82 Sonra diğerlerini suda-boğduk.

83 Doğrusu İbrahim de, onun (soyunun) bir kolundandır.

84 Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalb ile gelmişti.44

85 Hani babasına ve kavmine45 demişti ki: "Sizler neye tapıyorsunuz?"

86 "Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah'tan başka ilahlar istiyorsunuz?"

87 "Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız46 nedir?"

88 Sonra47 yıldızlara bir göz attı.48

89 "Ben, doğrusu hastayım"49 dedi.

90 Böylelikle arkalarını çevirip ondan kaçmaya başladılar.50

91 Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: "Yemek yemiyor musunuz?"51 dedi.

AÇIKLAMA

43. Bu gün yeryüzünde hiç kimse Hz. Nuh'u (a.s) kötülükle anmaz. Bilakis Nuh tufanından binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen herkes onu hayırla yad eder.

44. "Rabbine geldi" ifadesi ile Allah'a yönelmesi, "selim bir kalb" ifadesiyle de salih ve temiz yani akidevî ve ahlâkî noksanlıklardan arınmış, şirk, küfür, şek ve şüpheden azâde, isyan ve itaatsizlikten uzak, kendisinde eğrilik bulunmayan ve kötü niyetten, buğz ve hasedden arî bir kalb kastolunmaktadır.

45. Hz. İbrahim'in kıssasının izahı hakkında bkz. En'am an: 50-55, Meryem an: 26-27, Enbiya an: 51-66,Şuara an: 50-64, Ankebut an: 25-48.

46. Yani, siz Allah'ı ne sanıyorsunuz? O sizlerin taş, toprak ve ağaçlardan yaptığınız putlar gibi midir? Yine O'nun sıfatlarının putlarınızın sıfatlarıyla bir alâkası mı var? Allah'a küstahlık yapmanıza rağmen, O'ndan kaçıp kurtulabileceğinizi mi düşünüyorsunuz?

47. Burada özel bir olay anlatılmaktadır. İzah için bkz. Enbiya an: 51-73, Ankebut an: 16-27.

48. İbn Ebi Hatim, tabiinden meşhur müfessir Katade'nin "Nazraten fi en-nücum" ifadesini Arapların bir deyim olarak kullandıklarını söylediğini naklediyor. Nitekim İbn Kesir de aynı görüşe katılmıştır. Zaten insanın düşünürken gayri ihtiyari, bakışlarını gökyüzüne çevirdiği bilinen bir husustur.

49. Bu, bazılarının görüşüne göre Hz. İbrahim'in (a.s) söylediği iddia edilen üç yalandan birisidir. Ancak bu sözün yalan olup olmadığını belirleyebilmek için, Hz. İbrahim'in (a.s) gerçekten hasta olup olmadığını bilmek gerekir. Bu hususta kesinlikle tespit yapılamıyorsa eğer, hangi mantığa uyarak Hz. İbrahim'e (a.s) "yalan söyledi"diye iftira atabilirsiniz? (İzah için bkz. Enbiya an: 60 ve Resail ve Mesail adlı eserim, c.ll,sh: 35-39)

50. Bu cümleden Hz. İbrahim'in ailesinin festivale giderken, Hz. İbrahim'i yanlarında götürmeyi istedikleri, ancak onun "rahatsızım gelemem" demesi üzerine, mazeretini kabul ederek, Hz. İbrahim'i (a.s) evde bıraktıkları anlaşılmaktadır. Yani, Hz. İbrahim (a.s) gerçekten de rahatsızdır. Bu nezle gibi basit bir rahatsızlık da olabilir. Çünkü ailesi Hz. İbrahim'in mazeretini kabul etmiş ve gelmesinde ısrar etmemişlerdir.

51. Putların önlerinde çeşitli yiyeceklerin bulunduğu anlaşılmaktadır.

92 "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?"

93 Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.

94 Çok geçmeden (halkı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler.52

95 Dedi ki: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

96 "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır."

97 Dediler ki: "Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın."

98 Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık.53

99 (İbrahim) Dedi ki54 "Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim;55 O, beni hidayete eriştirecektir."

100 "Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk)56 armağan et."

101 Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.57

AÇIKLAMA

52. Burada kısaca zikredilen bu hadise, Enbiya Suresi'nde daha ayrıntılı bir şekilde aktarılmıştır.

Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi, mabedlerinin içindeki putları paramparça bir halde görünce, hemen bu işi kimin yaptığını araştırmaya başlamıştır. Bazılarının "İbrahim adlı bir genç putlarımıza karşıydı" demeleri üzerine halk, "onu yakalayıp, getirin" diye bağrıştı ve bir grup gidip Hz. İbrahim'i yakalamış ve halkın önüne getirmiştir.

53. Enbiya 69'da: "Biz de, ey ateş İbrahim'e serin ve esenlik ol dedik." Ankebut, 24'de ise: "Allah onu ateşten kurtardı" şeklinde buyurulmuştur. Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, Hz. İbrahim (a.s) ateşe atılmış, Allah da onu ateşten kurtarmıştır. "Ona bir tuzak kurmak istediklerinde biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık" ayetinin anlamı, "Onlar İbrahim'i ateşe attılar ve Allah onu mucizeyle ateşten kurtararak, kafirleri yenilgiye uğrattı" şeklinde anlaşılır. Bu hadisenin aktarılmasıyla gözetilen amaç, Mekkeli müşriklere şu hususun anlatılmasıdır: "Sizler Hz. İbrahim'in (a.s) soyuna mensup olmakla övünüyorsunuz. Ancak Hz. İbrahim'in (a.s) yolu, Hz. Muhammed'in (s.a) sizleri çağırmakta oluduğu yolun aynısıdır. Şayet sizler onu yenilgiye uğratmak için başvurduğunuz çeşitli hilelere devam ederseniz, Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi gibi sizlerde en sonunda yenilgiye uğrarsınız."

54. Yani, Hz. İbrahim (a.s) bu sözü, ateşten mucize kabilinden kurtulduktan sonra ülkesini terkettiği sırada söylemiştir.

55. Bu ifade şu anlama gelir: "Ben Allah yolunda hizmet ediyorum. Ve benim kavmim, sırf Allah yolunda yürümek istediğimden dolayı bana düşman oldu. Ben de şimdi Allah'a teslim oldum ve O'na hicret ediyorum. Benim hedefimi belirleyen ve bana yol gösteren O'dur. O beni nereye götürürse, ben oraya gideceğim."

56. Bu duadan, Hz. İbrahim'in (a.s) o dönemde daha çocuğu olmadığı anlaşılıyor. Yanında sadece hanımı ve yeğeni Hz. Lût (a.s) vardı. O da doğal olarak "bana hicret esnasında teselli olması için bir çocuk ihsan et" diye Allah'a dua etmiştir.

57. Bu ifadeden Allah Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'e (a.s) hemen müjde verdiği şeklinde bir anlam çıkartmak doğru olmaz. Nitekim, "İhtiyarlık çağımda bana İsmail ve İshak'ı lûtfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (İbrahim. 39) ayetinden de anlaşılacağı üzere, Hz. İbrahim'in dua ettiği zaman ile kendisine müjde verildiği zaman arasında yıllarca mesafe vardır. Kitab-ı Mukaddes'te, Hz. İsmail doğduğunda Hz. İbrahim (a.s) 86, (Tekvin: 16:16), Hz. İshak doğduğunda ise 100 yaşında olduğu yazılıdır. (Tekvin 21:5)

102 Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): "Oğlum" dedi. "Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyordum.58 Bir bak, sen ne düşünüyorsun."59 (Oğlu İsmail) Dedi ki: "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap.60 İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın."

103 Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı;61

104 Biz ona: "Ey İbrahim" diye seslendik.62

105 "Gerçekten sen, rüyayı doğruladın.63 Hiç şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz."64

106 Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.65

AÇIKLAMA

58. Hz. İbrahim (a.s) rüyasında oğlunu kurban etmiş olduğunu değil, kurban etmek üzereyken görmüştür. Ancak o oğlunu kurban etmiş olarak gördüğünü sanmış ve bu niyetle onu kesmeye karar vermiştir. Bu nokta 105. ayette daha da açıklığa kavuşturulmuştur: " Sen rüyayı doğruladın. İşte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız."

59. Hz. İbrahim'in (a.s) oğluna, gördüğü rüya ile ilgili düşüncesini sormasının nedeni, onun iznini almak değil, sadece Allah'ın kendisine daha önce müjdelediği evladın 'salih' olup olmadığını öğrenmekti. Nitekim bilindiği gibi o daha önceden Allah'tan salih bir evlad istemiş ve Allah da ona salih bir evlad ihsan ettiğini müjdelemişti.

Çocuk, Allah rızası için canını feda etmeye hazır olduğu takdirde, Hz. İbrahim'in duasının kabul edildiği ve Hz. İsmail'in sadece sülbî olarak değil, ahlâk ve şahsiyet açısından da onun oğlu olduğu anlaşılacaktı.

60. Bu ifadeler, Hz. İsmail'in, babasının rüyasında gördüklerini sadece bir rüya olarak değil, Allah'ın vahyi ve bir emri olarak telakki ettiğini gösteriyor. Hz. İsmail'in bu düşüncesi doğru olmasaydı eğer, pekâlâ Hz. İbrahim (a.s) bunun Allah'ın emri derecesinde bir rüya olmadığını söyleyebilir ve ayrıca Allah Teâlâ da vahiy göndererek durumu açıklığa kavuşturabilirdi. Fakat burada böyle bir işaret yoktur. İşte bu nedenden ötürü İslâm'da peygamberlerin rüyalarının bir çeşit vahiy olduğuna inanılır. Aksi varid olsaydı, Allah, Hz. İbrahim'i (a.s) ikaz eder, yanlış anlamayı düzeltir ve Kur'an'da böylesine yanlış bir anlayışın oluşmasına izin vermezdi.

61. Hz. İbrahim (a.s) oğlunu kurban edeceği sırada, onu sırt üstü değil de, yüzükoyun yatırmasının nedeni, oğlunun yüz ifadesini görüp, baba sevgi ve şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeme korkusuydu.

62. Bir grup nahiv alimi ayette geçen "ve" edatının "sonra" anlamına geldiğini ileri sürerken, bir grup da, olayın okuyucunun zihninde canlanmasını sağlamak için "tam o esnada" anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. "Allah yaşlı bir insana, ömrünün son demlerinde bir oğul ihsan ediyor ve büyüdüğünde yaşlı baba biricik oğlunu yüzükoyun yere yatırarak, elinde bıçak Allah rızası için kesmek üzere öylece duruyor." İşte bu manzara Allah'ın engin rahmetini kimbilir nasıl coşturmuş ve bu baba ile oğula Allah ne kadar şefkat beslemiştir? İnsanın bunu kelimelerle ifade etmeye gücü yetmez. Olsa olsa tasavvur edebilir ancak.

63. Yani, "Biz sana rüyanda oğlunu kurban ettiğini değil, kurban etmek üzere iken göstermiştik. Ve sen onu kesmek için hazırlandığında, rüyan doğrulandı. Zaten asıl maksat da buydu. Sonuçta sen sadakatini ispatlamak suretiyle, imtihanı başarıyla geçtin."

64. Yani, " Biz ihsanda bulunanları (muhsinleri) işte böyle mükâfatlandırır, onu sıkıntı ve çilelerden geçirmek suretiyle imtihan eder, tereddütleri varsa, giderir ve böylece derecelerini yükseltiriz. İşte sen de oğlunu kurban etmeyi göze aldığın için, hem oğlunu kurtardık, hem de derecenizi yükselttik."

65. Yani, "maksat senin oğlunun canını almak değildi. Maksat, Allah'tan başka hiçbir şeyin sana daha sevgili olmadığını ortaya çıkarmak için, seni imtihan etmekti."

107 Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.66

108 Sonra gelenler arasında da ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

109 İbrahim'e selam olsun.

110 Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

111 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandır.

112 Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik.

113 Ona da, İshak'a da bereketler verdik.67 İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmetmekte olan da.68

AÇIKLAMA

66. "Büyük bir kurbanlık" ifadesi ile Kitab-ı Mukaddes'e göre de İslâmi kaynaklara göre de, Allah'ın bir melek vasıtasıyla Hz. İbrahim'e oğlunun yerine kurban etmesi için gönderdiği "koç" kastedilmektedir. "Büyük bir kurbanlık" denmesinin nedeni ise, onun Hz. İbrahim'in hatırı için gönderilmesi ve sabırlı, fedakâr oğlunun canının bedeli için bir fidye olmasıdır. Bu yüzden Allah, Hz. İbrahim'in o emsali düşünülemeyen kurban niyetini, bu koç ile yerine getirmesini istemiştir. Bunun yanısıra "Büyük bir kurbanlık" denmesinin diğer bir nedeni de Hz. İbrahim'in sünnetinin kıyamete kadar sürmesi ve müminlerin tarih boyunca, o teslimiyet olayını, hayvanları kurban etmek suretiyle canlı tutmalarının istenmesidir.

67. Hadisenin bu bölümünde, Hz. İbrahim'in sözü edilen oğlunun hangisi olduğu sorusu ile karşı karşıyayız. Öncelikle Kitab-ı Mukaddes'e şöyle bir bakalım: "Allah İbrahim'i imtihan etti ve dedi ki: "Ey İbrahim! Tek ve yegâne sevdiğin oğlun İshak'ı yanına alarak Merish ülkesine git ve orada benim göstereceğim dağlardan birinde onu kurban et." (Doğuş, 22:1-2)

Bu satırlarda dikkate değer iki nokta vardır. Birincisi, kurban edilecek evladın, Hz. İshak olduğu belirtilmiştir. İkincisi, bu çocuğun Hz. İbrahim'in tek evladı olduğu söylenmiştir. Oysa bizzat Kitab-ı Mukaddes'in diğer yerlerinden bu sözlerin tamamıyla yanlış olduğu anlaşılıyor. Meselâ Kitab-ı Mukaddes'in şu paragrafına bakalım:

"Ve İbrahim'in zevcesi Sârâ'nın hiçbir çocuğu yoktu. O'nun Mısır'lı bir hizmetçisi vardı. Adı Hacer idi. Sârâ, İbrahim'e dedi ki; "Bak Allah beni çocuk sahibi olmaktan mahrum etmiştir. Onun için sen benim hizmetçinin yanına git. Belki böylece evimiz neş'e ile dolar." Ve İbrahim Sârânın dediğini yaptı. Ve İbrahim Ken'an ülkesinde 10 seneden beri kalıyordu ve işte o sıralarda karısı Sârâ kendi hizmetçisini ona verdi ki onun karısı olsun. Ve o Hacer'in yanına gitti ve o hamile kaldı."(Doğuş: 16:1-3)

"Allah meleği, ona dedi ki: "Sen hamilesin ve sen bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin, adını İsmail koy." (Doğuş 16:11)

"İbrahim ve Hacer'den İsmail doğduğu zaman İbrahim 86 yaşındaydı." (Doğuş:16:16)

"Ve Allah İbrahim'e dedi ki, senin karın olacak Sârâ'dan da sana bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını İshak koyarsın... O gelecek yıl aynı tarihte Sârâ'dan doğacaktır... O zaman İbrahim, oğlu İsmail'i ve evin diğer erkeklerini yanına aldı ve aynı gün Allah'ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim 99 yaşında sünnet oldu. İsmail ise sünnet olduğu zaman 13 yaşındaydı." (Doğuş: 17:15-25)

"Ve oğlu İshak doğduğu zaman İbrahim 100 yaşında idi. (Doğuş:21:5)

Bu ifadeler ile Kitab-ı Mukaddes'in içine düştüğü çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor. Şöyle ki, 14 yaşına kadar Hz. İbrahim'den tek evladının kurban edilmesini istemişse, o İsmail olmalıdır. Yok eğer Allah, Hz. İshak'ın kurban edilmesini istemişse, o zaman onun Hz. İbrahim'in tek evlâdı olduğunu söylemek yanlış olur.

Bu hususda İslâm kaynaklarında da derin ihtilaflar vardır. Müfessirlerin bir bölümünün sahabeler ve tabiilerden naklettikleri hadislere göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshak'dı. Bu grupta şu isimler yer almaktadır:

Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mes'ud, Hz. Abbas b. Abdulmuttalib, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebu Hureyre, Katâde, İkrime, Hasan Basri, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, Şâ'bî, Mesruk, Mekhûl, Zuhrî, Atâ, Mukâtil, Süddî, Ka'b'ul-Ahbar, Zeyd b. Eslem.

İkinci grupta yer alanlar ise, kurban edilmesi emrolunan çocuğun Hz. İsmail olduğunu savunuyorlardı ki, bunlar şöyle sıralanabilir: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Muaviye, Hz. İkrime, Hz. Mücahid, Hz. Yusuf b. Mehren, Hz. Hasan Basri, Hz. Muhammed b. Ka'b el-Kurzî, Şâ'bî, Hz. Said b. Müseyyeb, Dahhâk, Hz. Muhammed b. Ali b. Hüseyin (İmam Muhammed el-Bâkır), Hz. Rebî b. Enes ve Hz. İmam Ahmed b. Hanbel v.s.

Bu iki listeyi birbiriyle karşılaştırınca bazı isimlerin müşterek olduğunu görürüz. Yani aynı zat'ın değişik hadisler naklettiği belirtilmiştir. Meselâ, İkrime'nin Abdullah b. Abbas'dan naklettiği hadise göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshak'tı. Fakat Atâ b. Ebi Rebâh'ın yine Hz. Abdullah b. Abbas'tan naklettiği hadis şöyledir: "Yahudiler, kurban edilmesi istenilen çocuğun İshak olduğunu iddia ediyorlar. Ama Yahudiler yalan söylemektedir." Aynı şekilde Hasan Basri'nin, Hz. İshak'ın "zebih" (Allah yolunda kurban edilen) olduğuna dair bildiği bir hadis var. Fakat, Amr b. Ubeyd'in ifadesine göre, Hasan Basri, Hz. İsmail'in zebih olduğu konusunda hiç tereddüt etmiyordu.

Hadisler ve tefsirlerde bu konuda ortaya çıkan anlaşmazlık, gayet doğal olarak ulema ve fakihlerin de iki ayrı kampa bölünmesine yol açmıştır. Nitekim, İbn Cerir ile Kâdı İyâz v.s reylerini kesinlikle Hz. İshak lehine vermişlerdir. İbn Kesir gibi alimler ise kesinlikle Hz. İsmail'in zebih olduğuna karar vermişlerdir. Fakat Celalettin Suyuti gibi alimler de ortada kalmış ve kesin bir tavır takınmaktan kaçınmışlardır. Fakat elimizdeki bütün kaynakları bilimsel ve objektif şekilde değerlendirecek olursak "zebih"in, Hz. İsmail olduğuna karar verebiliriz. Bu hususta şu delilleri öne sürebiliriz.

1) Saffat Suresi'nde, Hz. İbrahim'in anayurdundan ayrılırken Allah'tan kendisine salih bir evlat ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak, Allah kendisine halim (uysal ve mütevazi) bir evlat bahşedeceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, Hz. İbrahim'in o an içinde bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim'in duasını evlatsız olduğu bir sırada yaptığını gösteriyor. Müjdelenen çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca surenin dili, üslûbu ve hadisenin mahiyeti aynı çocuğun delikanlılık çağına geldiği zaman Hz. İbrahim'in onu Allah'ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böylece, Hz. İbrahim'in ilk evladının Hz. İsmail olduğu kesinlikle ortaya çıkıyor. Buna ilaveten Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in iki oğlundan bahsedilirken, isimleri de sıra ile anılmıştır: "Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk'ı bahşeden Allah'a hamdedirm." (İbrahim:39)

2) Kur'an-ı Kerim'de Hz. İshâk'ın doğacağına dair verilen müjdede kendisi için "ilim sahibi" (Zariyat: 28) kelimesi kullanılmıştır. Hicr Suresi'nde de şöyle denilmiştir. "Biz seni alim bir evlad ile müjdeliyoruz."(53). Fakat Sâffât Suresi'nde müjdelenen çocuğun "halîm" (uysal, mütevazi) olduğu beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk ayrı ayrı huy ve karaktere sahiptiler. Hz. İsmail'in karakterinin belirgin özelliğinin "halîm" olduğu anlaşıldıktan sonra, kurban edilmesi emrolunan çocuğun Hz. İsmail'den başka birisinin olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zira, Hz. İbrahim tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halîm olduğu Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir. Ayrıca halîm olan ilk çocuk ancak delikanlılık çağına yaklaştığı zaman âlim olan ikinci çocuk doğmuştu. İkinci çocuğun doğacağına dair müjde de ancak kurban vakasından sonra verildiğine göre, kurbanlık muhakkak Hz. İsmail'di.

3) Kur'an-ı Kerim'de, Hz. İshâk'ın doğacağına ilişkin müjde verilirken İshâk'ın da Yakub adında bir çocuğa sahip olacağı belirtilmiştir. "Ayakta duran İbrahim'in zevcesi güldü. Biz de ona İshâk'ı, onun ardında da Yakub'u müjdeledik." (Hûd: 71)

Şimdi, Hz. İbrahim rüyasında ileride olacak bir çocuğunu boğazlerken görmüş olsaydı, Allah'ın onun gerçekten kurban edilmesini istediğine ihtimal vermezdi. Zira, bu çocuk kurban edildiği takdirde onun Yakub adında bir evladın babası olması sözkonusu olamazdı. Allame İbn Cerir, bu delili çürütmek maksadıyla diyor ki, belki de Hz. İbrahim rüyasını, Hz. İshâk, Yakub adında bir erkek çocuğuna sahip olduktan sonra görmüştü. Fakat bu çok uzak ve gülünç bir tahmindir. Zira, Kur'an-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun "babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği" zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir önyargısı olmayan bir kişi bu cümleyi okuyunca kurbanlık çocuğun ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Çoluk çocuk sahibi bir gençten sözedilirken böyle bir ifadenin kullanılabileceği düşünülemez.

4) Kur'an-ı Kerim'de kurban vak'asının tümü anlatıldıktan sonraki ayetlerde Hz. İbrahim'e "Peygamber olacak İshâk adında salihlerden bir evladın müjdelendiği," belirtilmiştir. Bu ayetlerden de kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığı belli oluyor. Aksine, önce İsmail adında başka bir çocuğun müjdelendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği zaman onun kurban edilmesinin istendiği ifade edilmiştir. Hz. İbrahim bu imtihandan başarıyla geçtikten sonra ona İshâk adında başka bir çocuk müjdelenmiş oldu.

Olayların bu zinciri ve sıralaması, kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığını, aksine bu çocuğun İshâk'dan birkaç sene önce doğmuş olduğu açık seçik bir şekilde ortaya çıkarıyor. Allame İbn Cerir bu açık delili şu tezle reddediyor: İlk önce İshâk'ın doğacağı müjdelenmişti ve o, Allah'ın dileği üzerine ölmeye hazır olunca ona mükâfat olarak peygamberlik verileceği bildirilmişti. Ne var ki, İbn Cerir'in bu delili eskisinden daha da zayıftır. Çünkü gerçekten böyle birşey olsaydı, o zaman Allah "Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik" yerine "Aynı çocuğun salihlerden bir peygamber olacağını ona müjdeledik" ifadesini kullanırdı.

5) Güvenilir rivayet ve hadislere göre Hz. İsmail'in fidyesi olarak kurban edilen koçun boynuzu Ka'be'de Abdullah b. Zübeyr (r.a) dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra, Haccac b. Yusuf, Harem'de İbn Zübeyr'i kuşatıp Ka'be'yi yerle bir edince bu boynuz da ortadan kayboldu. İbn Abbas ve Amir b. Şâ'bi bu boynuzu Ka'be'de gördüklerini belirtiyorlar. (Bkz. İbn Kesir). Bu gösteriyor ki, Kurban vak'ası Suriye'de değil, Mekke-i Muazzama'da vuku bulmuştu ve kurbanlık Hz. İsmail'di. Çünkü böyle olmasaydı, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilen Ka'be'de kurban vak'asının bir hatırası olarak boynuz saklanmazdı.

6) Arap rivayetlerine göre Araplar yüzyıllar boyu Kurban vak'asının Mina'da meydana geldiğine inanagelmişlerdi. Ve tâ o zamandan başlayarak Hz. Peygamber (s.a) zamanına kadar, hacılar Mina'ya gidip Hz. İbrahim'in geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)peygamberlik payesine yükselince bu geleneği İslâmiyet'in Hacc farizasının bir parçası haline getirdi. Bugün dahi Müslüman Hacılar 10 Zilhicce tarihinde kurbanlıklarını Mina'da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri kesintisiz sürdürülen bu gelenek, Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği oğlunun İshâk değil, İsmail olduğunun inkar edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshâk'ın soyundan oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında müslüman ümmeti gibi, bütün milletin belirli bir sürede kurban kesmesi veya bunun gibi Hz. İbrahim'in kurban kesmesinin bir anısı olarak sürdürülen bir gelenek yoktur.

Bunlar öylesine sağlam ve inkâr edilmez delillerdir ki, bunların ortada bulunmasına rağmen bizzat müslümanların bazı ileri gelenlerinin, Hz. İshâk'ı "zebih" (kurbanlık) olarak neden kabul ettiklerine hayret edilebilir. Yahudilerin böyle iftihar edilmesi gereken bir olayı, Hz. İsmail yerine ataları olan Hz. İshâk'a maletmeleri anlaşılır birşeydir. Ama müslümanların bir grubunun bu haksızlığı kabullenmelerine ne demeli? Allame İbn Kesir bu sorunun gayet tatminkar cevabını meşhur tefsirinde vermiştir:

"Gerçeği ancak Allah bilir. Fakat dikkat edildiğinde, Hz. İshâk'ın zebih (kurbanlık) olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin Ka'b'ul-Ahbar tarafından nakledildiği ortaya çıkar.

Bu zat, Hz. Ömer döneminde müslümanlığı kabul etmişti ve Müslümanlara, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarından pasajlar okurdu. Ka'b'ul-Ahbar'ın okuduğu parçaları önceleri sadece Hz. Ömer dinlerdi, daha sonra bazı kimseler de bunları dinlemeye başladılar. Böylece, Ka'b'ın bazı doğru, yanlış ve uydurma hikaye ve masallarını da müslümanlar dinler hale geldiler. Halbuki, ümümetin Ka'b'ın bilgi hazinesine ihtiyacı yoktu."

Bu konuya Muhammed b. Ka'b Kurazî'nin bir hadisi de ışık tutuyor. Muhammed b. Ka'b Kurazî diyor ki; "Bir defasında benim yanımda Hz. Ömer b. Abdülaziz ve bazı diğer arkadaşlar arasında "zebih"in İsmail mi, yoksa İshâk mı olduğu tartışması çıktı. Toplantıda daha önce Yahudi ama sonradan müslüman olan dindar bir zât da vardı. O dedi ki, "Ey müminlerin emiri! Vallahi billahi, zebih, Hz. İsmail'di. Yahudiler bu gerçeği çok iyi biliyorlar, fakat Araplara karşı kin ve kıskançlıkları olduğu için Hz. İshâk'ın zebih oluduğunu iddia ediyorlar." (İbn Cerir)

Bu iki olayı biraraya getirip inceleyecek olursak, Hz. İsmail'in kurban oluşuyla ilgili ortaya çıkan ihtilafın Yahudilerin sinsi ve planlı bir propagandasının sonucu olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar başından beri ilmi konularda toleranslı davrandıkları için Yahudiler tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihi gerçek olarak kabul ediverdiler ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip reddetmediler.

68. Bu cümleyle Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etme kıssasının niçin beyan olunduğu açıklanmaktadır. Hz. İbrahim'in (a.s) iki oğlundan iki soy ve kavim türemiştir. Birincisi, kendilerinden dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış olan iki dinin (Yahudilik ve Hıristiyanlık) çıktığı İsrailoğullarıdır. İkincisi ise, Hz. İsmail'in torunları olan Araplardır.

Nitekim Arapların içinde oldukça önemli bir konumda bulunan ve Mekke'de yaşayan Kureyş kabilesi, Hz. İsmail'in, ataları olduğuna ve kendilerinin de onun dini üzerinde bulunduklarına inanıyorlardı. Böylece Hz. İbrahim 'in (a.s) ismi yeryüzünde bu iki oğlu sayesinde yükselmiş ve bu iki nesil vasıtasıyla da yayılmıştır. Oysa yeryüzünden birçok soy ve sülale geçmiş olmasına rağmen bugün onlardan çoğunun ismi bile bizlere intikal etmemiştir. Burada Allah Teâlâ bu soyun tarihçesini beyan etmek suretiyle, Hz. İbrahim'in her iki nesline de, onlar Allah'a ihlasla iman etmelerinden ötürü, böyle bir şerefin kendilerine nasip olduğunu, yaptıkları fedakârlıklarının gelecek nesillere bırakıldığını hatırlatmaktadır: "Atanız, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshâk, Allah'ın muhlis kulları oldukları için şerflendirilmişlerdir, yoksa tesadüfen seçilmemişlerdir. Çünkü onlar ihlaslarını isbat etmişlerdir. Şimdi ise sizler onların torunları olmakla övünüyorsunuz. Oysa sırf onların torunları olmakla benim nimetlerime layık olamazsınız. Biz en çok muhlisleri mükâfatlandırır ve zalimlere de hak ettikleri şekilde cezalarını veririz."

114 Andolsun, biz Musa'ya ve Harun'a lütufta bulunduk.

115 Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık.69

116 Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler onlar oldular.

117 Ve ikisine anlatımı-açık olan kitabı verdik.

118 Onları dosdoğru olan yola yöneltip-ilettik.

119 Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

120 Musa'ya ve Harun'a selam olsun.

121 Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

122 Şüphesiz ikisi, bizim mü'min olan kullarımızdandırlar.

123 Gerçekten İlyas da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.70

124 Hani kendi kavmine demişti ki: "Siz korkup sakınmaz mısınız?"

125 "Siz Ba'l'e71 tapıp da yaratıcıların en güzeli (olan Allah'ı) mı bırakıyorsunuz?"

AÇIKLAMA

69. Yani, "Firavn ve kavminden gelen büyük bir musibetten."

70. Hz. İlyas, İsrailoğullarından gelen bir peygamberdir. Kur'an'da biri burada diğeri de En'am: 85'te olmak üzere iki kez anılmıştır. Günümüz araştırmaları M.Ö.875 ve 850'de yaşadığını kabul ediyorlar. Cil'ad, kadim dönemlerde Ürdün'ün kuzey bölgesi ve Yermuk nehrinin güneyinde bulunmaktaydı. Kitab-ı Mukaddes'te Hz. İlyas'ın ismi "İlya Tişbi" olarak zikredilmektedir. Onun kısa tarihçesi şöyledir:

Hz. Süleyman'ın (a.s) ölümüden sonra, saltanatı, oğlu Rehobam'ın beceriksizliği ve liyakatsizliği dolayısıyla ikiye parçalanmıştır. Kudüs ve Güney Filistin, Hz. Davud'un torunlarına kalırken, Kuzey Filistin, merkezi Şamriya olmak üzere "İsrail" adıyla müstakil bir devlet haline gelmiştir. Her iki devletin durumu da oldukça kötü bir mahiyet arzediyordu. Öyle ki, İsrail devleti tâ başlangıcında bile şirk, putperestlik, zulüm, fısk ve fücur içindeydi. Hatta İsrail hükümdarı, Ahyap, Sayda (Lübnan) hükümdarının kızı Ezbil ile evlendikten sonra, bu fesat daha da çoğaldı. Bu müşrike kraliçenin etkisiyle kendisi de şirke düşen Ahyab, İsrail'de Baal Tanrısı adına mabedler, adak yerleri v.s. inşa ettirdi. Böylelikle Allah'ın yerine Baal Tanrısı'na tapılmaya başlanmış ve Baal Tanrısı için adak adama, kurban kesme adet haline gelmiştir.

İşte böyle bir dönemde Hz. İlyas (a.s) ortaya çıktı ve Cil'ad'dan gelerek, "Şayet sen bu şirk üzerinde ısrar edersen Yüce Allah sana su vermeyecek, hatta toprağına kırağı bile düşmeyecek" diyerek hükümdar Ahyab'ı uyardı. Sonuçta Hz. Peygamber'in (s.a.) bu uyarısı gerçekleşmiş ve tam üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Bunun üzerine Ahyab, Hz. İlyas'ı bulmak için arattırmaya başlamış ve onu bulduğunda kendisinden yağmur yağması için dua etmesini istemiştir. Hz. İlyas dua etmeden önce şart koşarak İsrailoğullarının hepsini toplamış ve Allah ile Baal Tanrısı arasındaki farkı göstermeye çalışmıştır. O "Baal Tanrısı'na tapanlar tanrıları için kurban kessinler, ben de Allah için kurban keseceğim. Ateş kimin kurbanına gelirse, bilinsin ki o hak üzeredir" dedi ve hükümdar Ahyab da bu şartı kabul etti. Bunun üzerine Karmal dağında İsrailoğullarıyla Baal'a tapan 850 kişi toplandı. Sonuçta ateş Hz. İlyas'ın kestiği kurbana değince, Hz. İlyas (a.s) herkesin önünde Baal'ın sahte bir tanrı olduğunu ve gerçek ilahın ise sadece Allah olduğunu ve kendisini peygamber olarak görevlendirdiğini ispatlamış oldu.

Dolayısıyla Baal tanrısına tapanlar yenilmiş oldular ve Hz. İlyas da (a.s) onları öldürttü. Sonra yağmur yağması için dua etti ve tüm ülke yağmurla sulandı.

Fakat böyle bir mûcize bile Ahyab'ı bir müşrik olan karısının yıkıcı etkisinden kurtaramadı. Kraliçe, Hz. İlyas'a düşman olmuş ve tıpkı Baal'a tapanların öldürülmesi gibi peygamberi öldürmeye yemin etmişti. Bu şartlar altında Hz.İlyas ülkeyi terketmek zorunda kaldı ve yıllarca Sina Dağı'nın eteklerindeki bir mağarada gizlendi. Bu olayla ilgili olarak Allah'a figânı Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır: "İsrailoğulları ahdini bozdu; sunaklarını alaşağı etti ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi; yalnızca ben kaldım; ve şimdi de beni öldürmek istiyorlar." (1 Krallar, 19:10)

Aynı dönemlerde Kudüs'deki Yahudi hükümdarı Jeroham, İsrail'in hükümdarı olan Ahyab'ın kızıyla evlendi. Bu müşrik prensesin tesiriyle fısk ve fücur İsrail'de de yayılmaya başlayınca, Hz. İlyas (a.s) Yahudi devletine karşı da görevini yerine getirmek için, hükümdar Jeroham'a bir mektup yazdı. Bu mektup Kitab-ı Mukaddes'te şu şekilde kaydedilmiştir:

"Ve ona peygamber İlyas'dan şu yazı geldi: "Atan Davud'un Allah'ı Rab şöyle diyor: Madem ki, baban Yehoşafat'ın yollarında ve Yahuda kralı Asa'nın yollarında yürümedin, fakat İsrail krallarının yollarında yürüdün ve Yahuda'da ve Yerüşalim'de oturanlara, Ahab evinin yaptığı gibi zina ettirdin ve baban evinde senden daha iyi olan kardeşlerini öldürdün; işte Rab, senin kavmini ve oğullarını ve karılarını ve bütün malını büyük vuruşla vuracak ve hastalık yüzünden günden güne bağırsakların çıkıncaya kadar bağırsak hastalığı ile ağır hastalanacaksan." (II. Tarihler: 21:12-15).

Bu mektupta Hz. İlyas'ın söylediği her söz harfiyyen doğru çıktı ve düşmanları hükümdar Jeroham'ın saltanatını yerle bir ettiler, karılarını alıp götürdüler ve kendisi de bir iç hastalığa yakalandı.

Birkaç sene sonra Hz. İlyas (a.s) yeniden İsrail'e döndü ve hükümdar Ahyab ile oğlu Ahya'yı doğru yola getirebilmek için uğraştı. Ancak tüm uğraşlarına rağmen Samriye hanedanına yayılan fısk ve fücuru gidermek mümkün olmadı. Bunun üzerine Hz. İlyas "Allah'ım bu hanedanı yok et" diye dua etti ve daha sonra da Allah onu katına aldı.

Bu olayın ayrıntıları için Kitab-ı Mukaddes'in aşağıda yazılan kısımlarına bakınız. (1. Krallar bölüm: 17,18,19,21;II. Krallar bölüm: 1,2,II. Tarih bölümü:21)

71. "Baal" sahip, efendi, reis, koca anlamlarında kullanılır. (Örneğin Bakara: 128,Hûd: 72, Nur:31) Sami toplumları kadim dönemlerde de bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya özel isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan'daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile Güneşin mi, Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay'ın mı, Zühre yıldızının mı, kastedildiği ihtilaf konusudur. Ancak her halukârda Babil'den Mısır'a kadar tüm Ortadoğu'da özellikle Lübnan, Şam ve Filistin'de Baal'e tapmanın yaygın olduğu tarihten sabittir. İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan sonra Filistin'e ve Doğu Ürdün'e geldikleri dönemde, Tevrat'ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve "müşriklerle evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen, onlar müşriklerle evlenmiş, onlarla sosyal ilişkiler kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı kendilerine de bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes'in açıklamasına göre, İsrailoğulları'ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa'nın halifesi, Hz. Yeşu b. Nun'un vefatını müteakip başlamıştır:

"İsrailoğulları Allah'ın huzurunda kötülük yaptılar ve Baal'e tapmaya başladılar.... ve onlar Allah'ı bırakarak Baal ve İştir'e tapmaya başladılar" (Hakimler 2:11-13)

"Böylece İsrailoğulları, Kenanlılar, Hititler, Asurlular, Ferisîler v.s ile evlenmeye ve onların tanrılarına tapmaya başlamışlardır. (Hakimler 2:5-6)

Yine Kitab-ı Mukaddes'in açıklamalarından aynı dönemlerde İsrailoğulları arasında Baal'e tapmanın çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Öyle ki İsrailoğullarının putlara kurban kestikleri bir yerleşim bölgesinde, Allah'tan korkan bir İsrailli dayanamayıp, bir gece oranın kurbangâhını yıkınca hemen ertesi gün halk toplanıp, sırf şirkin mabedini yıktığı için o İsrailliyi öldürmeye kalkışmışlardır. (Hakimler 6:25-32)

Ancak daha sonraları Hz. Samuel, Hz. Talût, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bu durumu düzeltmişler ve sadece İsrailoğullarını ıslah etmekle kalmayıp tüm ülkeyi şirkten temizlemişlerdir. Ancak Hz. Süleyman'ın ölümü üzerine bu fitne yine canlanmış ve özellikle Kuzey Filistin'deki İsrail devletinde Baal'e tapınma yaygınlaşmıştır.

126 "Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir."

127 Fakat onu yalanladılar; bundan dolayı gerçekten onlar, (azab için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.

128 Ancak, muhlis olan kullar başka.72

129 Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.73

130 İlyas'a selam olsun.74

131 Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

132 Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı.

133 Gerçekten Lût da gönderilmiş (peygamber)lerdendi.

134 Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık;

135 Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı-kadın dışında.75

136 Sonra da geride kalanları yerle bir ettik.

137 Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakti.76

138 Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?

AÇIKLAMA

72. Yani bu cezadan sadece Hz. İlyas'ı yalanlamayan kimseler kurtulacaklardır. (O) Allah da bu kurtulanlara hidayet nasip etmiştir.

73. Yukarıda da anlatıldığı gibi, İsrailoğulları, hayatta iken Hz. İlyas'a çok kötülük etmişler, ancak o aralarından ayrıldıktan sonra (Hz. Musa'nın dışında) en çok ona saygı göstermişlerdir. İsrailoğulları arasında Hz. İlyas'ın ateş ile birlikte yukarı kaldırıldığı (II. Krallar 2. Bölüm) ve dolayısıyla dünyaya yeniden döneceği inancı çok meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes meseleyi şöyle ifade eder:

"Allah o kutsal ve korkunç gün gelmezden önce, İlyas'ı sizlere geri gönderecektir." (4. Bölüm: 5)

Onlar Hz. Yahya ve Hz. İsa'nın zamanında üç kişinin gelmesini bekliyorlardı. 1) Hz. İlyas, 2) Hz. Mesih, 3) O Nebi, yani, Hz. Muhammed (s.a). Hz. Yahya'nın peygamberliğinin başlangıcında Yahudi din adamları ona gelerek "Sen Mesih misin?" diye sordular. Hz. Yahya "Hayır" diye cevap verdi. Bu sefer "Sen İlyas mısın?" diye sordular. O yine "hayır" diye cevap verince "Sen O Nebi misin" diye sordular. Hz. Yahya'nın "hayır" diye cevap vermesi üzerine, "Sen Mesih değilsin, İlyas değilsin, O Nebi değilsin, o halde niçin vaftiz yapıyorsun?"dediler (Yohanna 1:19-26). Hz. İsa'nın meşhur olduğu zamanda ise Yahudiler arasında "İlyas geldi" diye haberler yayılmıştı. (Markos 6:14-15) Hatta Hz. İsa'nın havarılerini dahi "bu gelen İlyas'dır" diye bir düşünce kaplayınca, Hz. İsa onların düşüncelerini, "İlyas geldi ve gitti. Ancak halk ona tabii olmadı." diyerek düzeltti. Bunun üzerine havariler gelenin 800 sene önce gelip-gitmiş olan Hz. İlyas olmayıp, Hz. Yahya olduğunu anlamışlardı. (Matta II, 14 ve 17:10-13)

74. "Selamun ala il-Yasin" ifadesinden bazı müfessirler, bunun Hz. İlyas'ın diğer bir adı olduğu anlamını çıkarmışlardır. Tıpkı Hz. İbrahim'in ikinci adının "Abraham" olduğu gibi. Diğer bazı müfessirler ise, Arapların İbrani isimlerini farklı biçimlerde telaffuz etmelerinden yola çıkarak (Örneğin bir meleğin ismi olan Mekal, Mikail veya Mikain gibi) aynı hususun Hz. İlyas için de geçerli olabileceğini öne sürmüşlerdir. Nitekim Kur'an'da bir dağın adı, bir yerde "Tûrî Sîna", bir başka yerde ise "Tûrîsinîn" şeklinde geçmektedir.

75. Bu ifade ile hicret vuku bulunca kavmini tercih ederek, kocasıyla gelmeyen ve böylece azaba müstehak olan Hz. Lût'un karısı kastolunmaktadır.

76. Burada Lût kavminin gazaba uğradığı yerlere telmihte bulunulmaktadır. Kureyş'in tüccarları Şam ve Filistin'e gidip gelirken sürekli olarak bu yerlerden geçiyorlardı.

139 Hiç şüphesiz Yunus da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.77

140 Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.78

141 Böylece kur'aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.

142 Derken onu balık yutmuştu, oysa kendisi (kendini) kınanmış (sayanlardan)dı.79

143 Eğer (Allah'ı çokça) tesbih edenler olmasaydı,80

144 Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.81

145 Sonunda o hasta bir durumdayken onu çıplak bir yere (sahile) attık.82

AÇIKLAMA

77. Bununla birlikte Kur'an'da üçüncü defadır Hz. Yunus'dan (a.s) bahsolunmaktadır. Daha önce Yunus ve Enbiya Surelerinde (Bkz. Yunus, an:98-100, Enbiya an: 82-85) geçmişti.

78. "Abaka", Arap dilinde bir kölenin sahibinin elinden kaçması anlamında kullanılır. Örneğin, Lisan'ul- Arab'da "Köle sahibinden kaçtı" denilmektedir.

79. Bu ayetler üzerinde düşündüğümüzde hadisenin şu şekilde cereyan ettiğini anlıyoruz:

1) Hz. Yunus'un içinde olduğu gemi, oldukça yüklüydü.

2) Kur'a, geminin içinde çekilmişti. Çünkü gemi fazla yük dolayısıyla muhtemelen batma tehlikesiyle karşı karşıya idi ve bu yüzden yolcularının çoğunun hayatlarının kurtulabilmesi için, bir kısmının gemiden atılması gerekiyordu. Binaenaleyh kur'a çekilecek ve kimin ismi çıkarsa, o, denize atılacaktı.

3) Çekilen kur'ada Hz. Yunus'un ismi çıktığı için onu denize attılar ve bir balık onu yuttu.

4) Hz. Yunus'un böyle bir derde duçar olmasının nedeni sahibi olan Allah'ın izni olmaksızın, memur edildiği görevi terkedip kaçmış olmasıdır.

Nitekim açıklama notu, 78'de açıklaması yapılan "Abaka" kelimesi bu olayı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yine aynı anlamdaki "Mulîym" kelimesi bu hususa işaret etmektedir. "Muliym" diye, bir kusur işleyen kimseye denir. Öyle ki o kimse kendisini bir başkası suçlasa da suçlamasa da, manen yıkılmayı hak eder hale gelmiştir. (İbn Cerir)

80. Burada her ikisinin de kastedilmesi muhtemel iki anlam sözkonusudur. Birincisi, Hz. Yunus, gafillerden olmayıp, Allah'ı tesbih eden kimselerdendir. İkincisi, Hz. Yunus balık tarafından yutulunca Allah'ı tesbih etti. Nitekim Enbiya: 87'de "Nihayet o, karanlıklar içinde; Senden başka ilâh yoktur. Sen noksanlıklardan münezzehsin, yücesin, kuşkusuz ben zalimlerden oldum, diye yalvardı" şeklinde buyurulmuştur.

81. Yani, bu, balığın kıyamete değin yaşayacağı ve Hz. Yunus'un onun karnında kalacağı anlamına gelmez. Bu ayet, meşhur müfessir Katade'nin de kanaatı olduğu üzere, "Bu balığın karnı kıyamete değin Yunus'a mezar olabilirdi" şeklinde bir anlamı tazammun eder....(İbn Cerir)

82. Yani, Hz. Yunus, hatasını anlar anlamaz, salih bir mü'min olarak hemen hatasını itiraf etmiş ve Allah'a yalvarmaya başlamıştır. Allah'ın emriyle balık onu, ağaçsız ve bitkisiz olan ve ne bir gölge ne de bir yiyecek bulunan bir kumsala atmıştır.

Bu ayet ile ilgili olarak bazı rasyonalistler (akılcılar) balığın karnında bir insanın yaşayamayacağını öne sürdüler. Ancak ne ilginçtir ki rasyonalizmin anavatanı sayılan İngiltere'de 19.yy. sonlarında vuku bulan bir olay, rasyonalistlerin bu sözkonusu iddialarını çürütmüştür.

1891 yılının Ağustos ayında "Star of East" adındaki bir balıkçı teknesi, balina avlamaya çıkar. Balıkçılar yaklaşık 20 fit uzunlukta 5 fit genişlikte ve tam 100 ton ağırlığında olan bir balinayı yakalarlar. Balinayı yakalamak için mücadele ettikleri bir esnada "James Bartly" adlı balıkçı denize düşer ve balina da onu yutar. Ertesi günü aynı balina ölü olarak bulunduğunda, balıkçılar onu güç bela tekneye çekerek karnını yararlar. Arkadaşları "James Bartly"yi balığın karnından diri olarak çıkartıklarında, balığın onu yutmasından bu yana tam 60 saat geçmiştir. (Urdu Digest, Şubat 1964) böylesine bir olay herhangi bir insan için mümkün olabiliyorken, Allah'ın mucizesi olması münasebetiyle Peygamber Yunus (a.s) için neden mümkün olmasın?

146 Ve üzerine, sık-geniş yapraklı (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.83

147 Onu yüzbin olan veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.84

148 Sonunda ona iman ettiler, biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.85

149 Şimdi sen onlara sor:86 Kızlar senin Rabbinin, erkek çocuklar onların mı?87

AÇIKLAMA

83. "Yaktîn" kelimesi Araplar arasında "ağaç" için değil, kabak, karpuz v.s. gibi gövdesi olmayan bitkiler için kullanılır. Ancak öyle veya böyle orada mucize kabilinden bu tür bir ağaç meydana gelmiş ve Hz. Yunus'u gölgelendirerek ona yiyecek ve su vermiştir.

84. "Yüzbin insan veya daha fazla" ifadesinden -hâşâ- Allah'ın onları saymaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Bu ifade, "Bir şahıs o yerleşim merkezini gördüğünde, nüfuslarının yüzbin veya daha fazla olduğunu tahmin eder" anlamına gelmektedir.

Hz. Yunus işte burayı terk ederek gitmişti. Hz. Yunus'un kavmi, o aralarından ayrıldıktan sonra azabın geldiğini görünce hemen tevbe etmişlerdir. Allah da onların tevbesini kabul etmiş ve onların üzerinden azabı kaldırmıştır. Bunun üzerine Hz. Yunus, kavmine İslâm'ı anlatmak üzere tekrar Nebi olarak gönderilmiştir. Bu hususu daha iyi kavrayabilmek için Yunus:98'in yeniden okunması gerekir.

85. Hz. Yunus'un kıssası ile ilgili görüşlerimi Yunus ve Enbiya surelerinin ilgili yerlerinde zikretmiş ve bazı kimseler görüşlerime itiraz etmişlerdi. Bu nedenden ötürü ben aşağıya diğer müfessirlerin görüşlerini de alıyorum.

Meşhur müfessir Katade, Yunus Suresinin 98. ayetini tefsir ederken şöyle diyor: "Hz. Yunus'un kavminin dışında, kafir oldukları halde azabın geldiğini görerek tevbe etmiş ve affedilmiş başka bir kavim yoktur. Onlar peygamberlerini aramışlar, fakat bulamayınca azabın yakın olduğunu hissetmişler ve bunun üzerine iman etmişlerdir. (İbn. Cerir, c:II, sh:433)

Allame Alusi, bu kıssayı şöyle anlatıyor: Hz. Yunus, Musul bölgesinde yaşayan Nenva (Ninova) halkına gönderilmiştir. Bu halk müşrikti ve Hz. Yunus onlara tek bir ilâha kulluk etmeleri ve diğer putları terketmeleri gerektiğini tebliğ edince, onu yalanladılar. Bunun üzerine Hz. Yunus onlara "sizlere üç gün sonra azab gelecek" diyerek, üçüncü gün gelmeden gece yarısı şehri terketti. Azab vakti gelip çatınca, halk felaketin gerçekten vuku bulacağını anlayarak, telaşa düşmüş ve Hz. Yunus'u aramaya başlamıştı. Fakat onu bulamayınca, yanlarına çoluk çocuklarını ve hayvanlarını almış ve şehri terkederek çöle çıkmışlardı. Çölde Allah'a iman ederek tevbe ettiklerinde ise, Allah onlara acımış ve tevbelerini kabul etmiştir." (Ruh'ul-Meani, c:11, sh:170) "Daha sonra Hz. Yunus "kuşkusuz ben zalimlerden oldum" yani, "ben bir hata yaptım ve peygamberlik sünnetinin aksine, emir gelmezden önce hicret ettim" diye dua etmiş ve yaptığı yanlışlığı itiraf ederek, tevbe etmiştir. Bunun üzerine Allah onu affetmiş ve kendisini musibetten kurtarmıştır." (Ruh'ul-Meani, c:17, sh:78)

Mevlana Eşref Ali Tanavi'nin bu ayeti izahı şu şekildedir: "Hz. Yunus, kavmi iman etmediği için darılmış ve emir gelmeden önce onları terketmiştir. Ancak Allah'ın kavminin üzerinden azabı kaldırmış olmasına rağmen, yine de kavminin yanına geri dönmedi." (Beyan'ul-Kur'an)

Mezkur ayeti, Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî ise şöyle açıklamıştır: "Hz. Yunus kavmine darıldı ve onlara azabın üç gün sonra geleceğini haber verdikten sonra kavmini terketti...." Kuşkusuz ben zalimlerden oldum"...demek suretiyle de hatasını itiraf etmiştir. Yani şüphesiz ben acele ettim ve senin emrini beklemeden kavmimi terkederek ayrıldım."

Saffat Suresi'nin yukarıdaki ayetlerini İmam Razi şu şekilde tefsir etmiştir: "Hz. Yunus'un hatası, Allah'ın "seni yalanlayan kavmi helak edeceğim" şeklindeki buyruğunu, azabın mutlaka geleceği şeklinde yorumlamış olması ve sabredemeyerek kavmini terketmesidir. Oysa onun davete devam etmesi üzerine vacip iken, Allah'ın kavmini helak etmeme ihtimali ise hâlâ sözkonusuydu." (Tefsir-i Kebir, c:7, sh:158)

Allame Alusi "dolu gemiye kaçtı" ayetini tefsir ederken şunları söylüyor: "Abaka kelimesi, bir kölenin sahibinden kaçması anlamına gelmektedir. Hz. Yunus, Allah'ın emri olmaksızın kavminden ayrıldığı için, burada "Abaka" kelimesi kullanılmıştır. Yani Hz. Yunus, Rabbi izin vermeden önce kavmini terketmiştir. Kavmi üç gün içinde Hz. Yunus'u bulamayınca çoluk çocuk ve hayvanlarıyla birlikte şehirden çıkmışlar ve tevbe ederek Allah'dan af dilemişlerdir. Allah da onları affetmiştir. (Ruh'ul-Meani, c:23, sh:130)

Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî: "O muliymlerdendi" ayetini tefsir ederken, "muliym" kelimesini şöyle açıklamaktadır. "Hz. Yunus'un Allah'ın emrini beklemeden kavmini terketmesi ve azabın vaktini adeta kendisinin belirlemeye kalkışması onun içtihadi bir hatasıdır. Yine aynı müfessir Kalem Suresindeki "Sen Rabbi'nin hükmüne sebret, balık sahibi gibi olma. Hani o sıkıntıdan yutkunarak Allah'a seslenmişti." ayetini, "Yani, kavmine kızarak hem Allah'dan onlara azab göndermesini istemişti, hem de önceden azabın geleceğini kavmine bildirmişti" şeklinde yorumlamıştır.

Müfessirler, Allah'ın Hz. Yunus'u sıkıntıya sokmasının nedeni olarak onun üç hatasını gösterirler. Birincisi, azabın geleceği vakti kendi tayin etmeye kalkışmıştır. Oysa ona Allah tarafından azabın vakti tayin edilerek bildirilmemişti. İkincisi, azap vakti gelmezden önce sabredemeyerek kavmini terketmiş ve hicret etmişti. Oysa hiçbir Nebi Allah'dan emir gelmeden bulunduğu yeri terketmemiştir. Üçüncüsü, kavminden azab kaldırıldıktan sonra bile kavmine geri dönmemiştir.

86. Burada konu değişmektedir. Önceki konu 11. ayetten başlamış ve "sizi yaratmak mı, yoksa tüm kâinatı yaratmak mı daha zordur?" şeklinde bazı sorular yöneltilmişti. Şimdi ise onlara değişik bir soru yöneltilmektedir. İlk soru onların ölümden sonraki hayatın mümkün olmadığını zannetmeleri dolayısıyla Rasûlullah (s.a.) ile alay etmelerine yönelik iken, ikinci soru ile onların Allah'a çocuk isnat etmelerinin ellerinde hiçbir delil olmadıkça saçma bir iddiadan öteye bir anlam taşımayacağı vurgulanmak isteniyor.

87. Bazı rivayetlerden Kureyş, Cüheynî, Beni Selma, Huzaa, Beni Müleyh ve bazı diğer kabilelerin, meleklere Allah'ın kızları olarak inandıkları anlaşılıyor. Kur'an onların bu cahilce inançlarından birçok yerde bahsetmektedir. Örneğin, Nisa: 117, Nahl: 57-58, İsra: 40, Zuhruf: 16-17, Necm: 21-27

150 Yoksa onlar, şahidlik etmekteyken, biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?

151 Dikkat edin; gerçekten onlar, düzdükleri yalanlardan dolayı derler ki:

152 "Allah doğurdu." Onlar, hiç şüphesiz, muhakkak yalan söyleyenlerdir.

153 (Allah,) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş?

154 Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?

155 Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz?

156 Yoksa sizin apaçık olan ispatlı bir deliliniz mi var?

157 Eğer doğru söyleyenler iseniz, öyleyse getirin kitabınızı.88

AÇIKLAMA

88. Yani onların "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki iddialarının iki nedeni olsa gerek. Birincisi, onlar böyle bir karara kendiliklerinden varmışlardır. İkincisi, onların elinde -hâşâ- Allah'ın melekleri benim kızlarımdır" diye buyurduğuna dair yine Allah tarafından bir belgeleri vardır. Onların elinde ilâhi bir belge bulunmadığı ve herhangi bir şahsi bilgileri olmadığı halde böyle bir iddia öne sürmeleri cehaletten başka bir şey değildir.

158 Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında da bir soy-bağı kurdular.89 Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.

159 Onların nitelendirmekte olduklarından Allah yücedir.

160 Ancak muhlis olan kullar başka.

161 Artık siz de, tapmakta olduklarınız da,

162 O'na karşı kimseyi fitneye sürükleyecek olanlar değilsiniz.

163 Ancak kendisi çılgınca yanan ateşe girecek olan başka90 (onu sürüklersiniz).

164 (Melekler der ki:) "Bizden her birimiz için belli bir makam vardır."91

165 "Biziz, o saflar halinde dizilmiş olanlar, gerçekten biziz."

166 "Biziz, o tesbih edenler de, gerçekten biziz."

167 Onlar (putatapıcılar), her ne kadar şöyle diyor idiyseler de:

168 "Eğer yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) bulunmuş olsaydı,"

169 "Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk."92

170 Fakat (kitap gelince) onu tanımayıp-küfrettiler; yakında bileceklerdir.

171 Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:

172 Hiç tartışmasız onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır.93

AÇIKLAMA

89. Burada melekler için "el-cinn" kelimesi kullanılmıştır. Bu gizli yabancı bir mahluk anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre, melekler de gizli, yabancı varlıklar olduğundan, "el-cinn" kelimesi ile melekler kastolunmaktadır. Nitekim daha sonra gelen konu bu hususu teyid etmektedir.

90. Bu ayetin diğer bir anlamının şöyle olması mümkündür. "Sizler ve ma'budlarınız bir kimseyi yoldan çıkarma gücüne sahip değilsiniz." Diğer anlamı alırsak manâ şöyle olur: "Bizi Allah'ın kızları zannederek bizlere tapıyorsunuz, ancak bu yaptıklarınız bizi yoldan çıkaramaz. Bu şekilde ancak kendilerine azabın gelmesini isteyen ahmaklar yoldan çıkar." Kısaca melekler "Bu sapıklığınızın benimle bir ilgisi yoktur" demektedirler.

91. Yani, değil Allah'ın kızları olmak, bizler, bizim için çizilmiş sınırları bir santim bile aşamayız.

92. Aynı konu Fatır: 42'de geçmektedir.

93. "Ordumuz (Allah'ın ordusu) ile, Rasûlullah'la (s.a.) birlikte savaşan müminler kastolunmaktadır. Ayrıca Allah'ın emriyle Müslümanlara yardım eden gizli güçler de kastediliyor olabilir.

Ancak bu, peygamberlerin her zaman sıyasi sahada galibiyet sağlayacakları anlamına gelmez. Galibiyet elde edilecek olan sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler, siyasal başarı kazanamadıkları birçok yerde ahlâkî başarılar elde etmişlerdir. Bazı kavimler kendilerine gelen peygamberleri yalanlayarak, onları reddettiklerinde helâk olmuşlardır. Ancak cahili düşünce ve inanışlar geçici bir süre rağbet görmüş olsalar dahi, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçek, binlerce sene geçmiş olmasına rağmen bugün de hakikattir, kıyamete değin de hakikat olarak kalacaktır.

173 Ve hiç şüphesiz, bizim ordularımız; üstün gelecek olanlar da onlardır.

174 Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

175 Ve onları seyret; onlar da (azabı) yakında göreceklerdir.

176 Şimdi onlar, bizim azabımızı mı acele istiyorlar?

177 Fakat (azab) onların sahasına indiği zaman, uyarılıp-korkutulanların sabahı ne kadar da kötü olur.

178 Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

179 Ve seyret; onlar da (azabı) yakında göreceklerdir.94

180 Üstünlük ve güç (izzet) sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.

181 Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun.

182 Ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

AÇIKLAMA

94. Yani, "Çok geçmeden senin galip geldiğini, kendilerininse mağlup olduklarını göreceklerdir." Gerçekten de bu ayetlerin nüzulundan 14-15 yıl bile geçmeden Mekke'deki Kureyşliler, Rasûlullah'ın (s.a.) Mekke'ye muzaffer olarak girdiğini ve yine bir kaç yıl sonra İslâm'ın sadece Arapları değil, koskoca İmparatorlukları, Kayser ve Kisraları dahi yendiğini görmüşlerdir.