4 Haziran 2007 Pazartesi

LOKMAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sure 12-19. ayetlerinde, oğluna verdiği tavsiyeleri zikredilen Lokman el-Hakîm vesilesiyle bu adı almıştır.

Nüzul Zamanı: Konu dikkatle incelendiğinde görülür ki, bu sure, İslâm'a daveti önlemek ve bastırmak için zulmün başladığı ve bu amaçla her türlü entrikanın devreye sokulduğu ancak şiddetin zirvesine ulaşmadığı bir dönemde inzal edilmiştir. Genç mühtedilere, her ne kadar anne-baba hakkı Allah'a itaatten hemen sonra geliyorsa da, eğer onlar kendilerini İslâm'ı kabulden menedip, şirk ve putperestliğe avdet etmeleri için zorluyorlarsa onları dinlememeleri gereğinin anlatıldığı 14-15. ayetlerle bu durum ihsas ettirilmektedir. Aynı şeyin Ankebut Suresi'nde de zikredilmesi bu iki surenin aynı dönemde inzal edilmiş olduğunu gösteriyor. Ancak iki sure üslup ve konusu bütünüyle araştırıldığında Lokman Suresi'nin daha önce indirilmiş olduğu görülür. Çünkü bu surenin arka planında "şiddet" belirtilen herhangi bir işaret görülmezken Ankebut Suresi, vahyedildiği dönemde müslümanlara açıkça zulmedildiğini, şiddet gösterildiğini iyice ihsas ettirebilmektedir.

Konu: Bu surede şirkin anlamsızlık ve saçmalığı, tevhid'in aklîlik ve gerçekliği anlatılmakta; insanlar körükörüne atalarını taklitten vazgeçmeye, Hz. Muhammed'in (s.a) alemlerin Rabbinden gelen talimatını salim kafayla düşünme ve âfak enfüste bulunan ve mesajın hakikatına delâlet eden apaçık ayetlere dikkatle bakmaya davet edilmektedir.

Bu çerçevede bir başka şeye daha işaret edilmektedir: Bu, dünyada yahut Arap ülkesinde ilk kez sunulmuş olan ve insanların ilk kez duyduğu yeni bir öğreti değildir. Geçmiş asırların bilgili ve hakim kimseleri Hz. Muhammed'in (s.a.) öğrettiği bu şeyin aynısını söylediler, öğrettiler. Yani, "Ey insanlar kendi ülkenizde Lokman Hakîm isminde bir adam yaşadı. Onun hikmeti tarafınızdan gayet iyi bilinmekte, vecize ve hikmetli sözleri günlük konuşmalarınızda zikredilmekte, şair ve hatipleriniz tarafından sık sık iktibas edilmektedir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm, Mîm.

2 Bunlar hikmetli Kitabın ayetleridir;1

3 Muhsin olanlara bir hidayet ve bir rahmettir.2

4 Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Ve onlar kesin3 bir bilgiyle ahirete inananlardır.

5 İşte onlar, Rab'lerinden bir hidayet üzerindedirler ve felah bulanlar da onlardır.4

6 İnsanlardan öyleleri vardır ki,5 hiç bir bilgiye dayanmaksızın,6 Allah'ın yolundan saptırmak için sözün boş olanını 7 satın almaktadırlar ve onu bir eğlence konusu edinmektedirler. 8 İşte onlar; onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. 9

AÇIKLAMA

1. Yani, hikmetle dolu olan ve her öğretisi hikmet üzere temellenmiş Kitab'ın ayetleri.

2. Yani, "Bu ayetler doğru yola klavuzluk eder ve Allah'tan bir rahmet olarak gönderilmiştir. Fakat bu rahmet ve hidayetten yararlanabilenler yalnızca iyi bir insan olmaya çabalayan, iyilerden olmak için niyazda bulunan, uyarıldığı kötülükten çekinme keyfiyetini haiz ve kendisine hayra götüren yollar gösterildiğinde onları izleyen muhsinlerdir. Günahkâr ve müfsid olanlarsa ne hidayetten yararlanabilir ne de bu rahmetten pay alabilir."

3. Bu; "Muhsinler" yalnızca sözü edilen üç niteliği taşırlar anlamına gelmez. Haklarında genel "Muhsin" sıfatının kullanılmasıyla onların, bu Kitap'ta nehyedilen kötülüklerden kaçındıklarına ve emredilen salih amelleri icra ettiklerine işaret edilmektedir. Şu halde, "muhsin"in bu üç niteliği tüm diğer salih amellerin üç amele dayandığını göstermek içindir. Onlar hiç terketmedikleri bir amel olarak salâtı ikame ederler ve bu onlarda takva ve teslimiyet hissi oluşturur; Zekâtı verirler ve bu onlarda fedakârlık duygularını kuvvetlendirir, dünya sevgisini hakimiyet altına alır ve Allah'ın rızasına nail olma arzusunu kamçılar; Ahirete inanırlar ve bu onlarda sorumluluk ve icabet duygusunu yerleştirir, onların, dilediği merada otlayan bir hayvan gibi yaşamalarına engel olup, başına buyruk olmadığının aksine yaşantısının her türlü ihtiyacına cevap veren bir Efendi'nin (Rabb) kulu olduğunun tamamen bilincinde bir insan gibi yaşamalarını sağlar. Bu üç nitelik sebebiyle sözkonusu "muhsinler", iyi işler yaptıkları gibi serbestçe kötülük yapabilecek tiynette fakat her nasılsa iyi olmuş kimseler değildir. Tam aksine bu nitelikler onlarda devamlı bir fikir ve ahlâk sistemi yerleştirir. Bu öyle bir sistemdir ki, iyilik düzenli ve sistemli bir tarzda olurken, bir kötülük ancak ve ancak kazaen meydana gelir. Onlar bizzat kendi fikir ve ahlâk sistemlerinden sadır olabilen ve kendilerini tabii etkilerin baskısı altında kötü yola sevkeden kökleşmiş herhangi bir dürtüye sahip değildir.

4. Bu ayetler inzal edildiğinde Mekke müşrikleri, Hz. Muhammed (s.a) ve onun mesajını kabul edenlerin, hayatlarını mahvettiklerini düşünüyor ve bunu açıkca söylüyorlardı. Bu yüzden güçlü bir vurguyla şu mukabelede bulunuldu: "İşte onlar gerçek felâha ulaşanlardır." Yani, "Cahilce düşündüğünüz gibi onlar kendilerini helâk etmeyecekler; aksine felâha erişecek gerçekte yalnızca onlardır ve bu yola girmeyi reddedenler ise, kötü akibetlere düçar olacaklardır."

Buradaki "Felâh"ı (gerçek başarıyı) maddi refah anlamında dünya hayatıyla sınırlı şekilde anlayanlar Kur'an'ın bu kavrama yüklediği mânâyı anlama şansını tamamen yitirecektir. "Felâh" kavramının gerçek anlamını idrak etmek isteyen şahsın aşağıdaki Kur'an ayetleriyle ilgili açıklama notlarını incelemesi gereklidir: Bakara: 2-5, Al-i İmran: 102, 130, 200, Maide: 35, 90, En'am: 21, A'raf: 7, 8, 157, Tevbe: 88, Yunus: 17, Nahl: 116, Hacc: 77, Müminun: 1, 117, Nur: 51, Rum: 38.

5. Yani, "Bir yanda Allah tarafından gönderilmiş ve bazı insanların tamamen yararlandığı bu rahmet ve hidayet vardır; öbür yanda da Allah'ın vahiylerine karşı böyle bir tavrı benimseyen ve bu insanlarla yanyana yaşayan bazı talihsizler vardır."

6. "Bilgisizce" ibaresi "satın alma" ile ilgili olabileceği gibi, "saptırma" ile de ilgili olabilir. Bilgisizce satın alma şeklindeyse anlamı şöyle olur: "Cahil ve akılsız insanlar bu oyalayıcı şeyleri satın alırlar. Fakat bilmezler ki değeri çok yüksek bir şey karşılığında yıkıcı bir şey satın almaktadırlar. Bir yanda hiçbir maddi bedel gerektirmeyen, fakat hikmet ve hidayetle dolu ilâhi ayetler varken, öbür yanda manevi yapıları helâk eden ve elde etmek için servet ödedikleri saçma sapan sözler vardır" Yok eğer bilgisizce saptırma şeklinde anlamak gerekiyorsa, ayet şu anlama gelir: "O, halka bilgisizce kılavuzluk etmeye yeltenir, fakat bilmez ki, halkı Allah'ın Yolu'ndan saptırmak için yaptığı şey kendisine nasıl bir günah yüklüyor."

7. "Lehv el-Hadis" deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden tamamiyle kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lugat anlamı itibariyle bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur, fakat günlük kullanım içinde bu tamlama dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikayeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.

İlgi çekip oyalayıcı masalları "satın almak", sözkonusu şahısların hakikat yerine bâtılı seçtiği, hidayetten yüz çevirip kendisine ne dünyada ne de ahirette bir faydası dokunmayan böyle şeylerle uğraşması anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecazî anlamıdır. Asıl anlamı ise, "kimse sarfettiği mal karşığılığında boş ve faydasız bir şey almamalıdır", şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak'a dayanarak rivayet eder ki, Mekke müşrikleri ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (s.a) mesajının yayılmasını engelleyemeyince Nadir bin Hâris Kureyşliler'e şunları söyledi: "Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların hangisini Muhammed'e (s.a) yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi söyleyeyim." Sonra Mekke'den ayrılıp Irak'a gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları, hikayeleri, ustureleri derlemeyi başarıp halkın dikkatini Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için masal anlatma partileri düzenlemeye başladı. (İbn Hişam, cilt 1. sh. 320-321) Aynı rivayet Esbab-ı Nüzul adlı kitapta Kelbi ve Mukatil'e dayanarak Vakidî tarafından nakledilmiştir. Ve İbn Abbas'a göre Nadr bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Hz. Rasûl'ün (s.a) etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı bir kızı şöyle bir talimatla ona musallat ederdi: "Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla da diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun." Bu, kötülük odaklarının her devirde başvurmakta olduğu aynı araçtı.

Kötülüğün bu elebaşıları sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle öylesine oyalarlar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için hiç zaman ve istekleri kalmaz. Ve bu boşvermişlik duygusu içinde sürüklenmekte oldukları felâketi hissetmezler bile.

Lehv-el Hadis'in bu şekilde tefsiri Ashab ve tabiin'in birçoğundan nakledilmiştir. Abdullah b. Mesud'a şöyle soruldu: "Bu ayetteki Lehv el-Hadis'in mânâsı ne?" İbn Mesud üç kere tekrarla şöyle cevap verdi: "Vallahi o şarkı söylemektir." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Beyhaki) Benzer rivayetler Abdullah, Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Hasan Basri ve Makhül gibi alimlerden de nakledilmiştir. İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Tirmizi, Hz. Ebu Umâme'ye dayanarak Hz. Rasûl'ün şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şarkıcı kızları satmak, satın almak, onların ticaretini yapmak ve onun üstünden para kazanmak haramdır." Bir başka rivayette bu son cümle "Ve onun üstünden kazanılan parayı yemek haramdır" şeklindedir. Ebu Umâme'den gelen bir diğer rivayet ise şöyledir: "Cariyelere müzik öğretmek ve onların ticaretini yapmak haramdır ve onun üstünden para kazanmak da haramdır." Bu üç hadis'in hepsi de lehv el-hadis'in geçtiği ayetin böyle bir bağlam içinde indirildiğini göstermektedir. Kadı Ebu Bekir İbn'ul-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an'ında, Abdullan İbn Mubarek ve İmam Malik'in Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadisi nakleder: "Râsulullah şöyle dedi: "Her kim, bir musıkî meclisinde bir şarkıcı kızın (cariyenin) söylediği şarkıyı dinlerse Ahiret günü onun kulaklarına erimiş kurşun dökülecektir." (Sırası gelmişken bu günlerde müzik "kültür"ünün tamamiyle köle-kızlar (cariyeler) aracılığıyla yaygınlaştırıldığını belirtmek gerekir: Hür kadınlar o zaman da "artist" olmazdı. İşte bu yüzden Rasûlullah köle-kızların ticareti hakkında konuşmuş, onlardan gelecek kazancı ve ödenecek ücreti tavsif etmiş ve Arapça'da özellikle köle-kızlar için kullanılan kayna kelimesini şarkıcı kızlar için kullanmıştır.)

8. Yani, "Bu şahıs masallarla şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı cezbedip oyalayarak ilahî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an davetini alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir: Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız, bir müzik konseriyle marifetini gösterecek, öte yanda tatlı dilli bir hikayeci İran hikayeleri ve masalları anlatacak ki halk Allah, ahlâk ve ahiret hakkında bir şey dinleyecek halde olmayacak."

9. Bu ceza onların suçlarına uygun olacak. Onlar Allah'ın dinini, vahyini ve Rasûlünü küçük düşürmek, alçaltmak istiyor; Allah, intikamını onlara alçaltıcı bir azap vererek alacaktır.

7 Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki onları işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.

8 (Ancak) Gerçekten iman edip salih amellerde bulunanlar ise; onlar için de nimetlerle-donatılmış cennetler vardır.10

9 Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah'ın va'di haktır. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.11

10 O,12 gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz.13 Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı14 ve orada her canlıdan türetip-yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik.

AÇIKLAMA

10. "Onlar için cennet nimetleri vardır" demek yerine, "Onlar için Naim cennetleri vardır." denilmektedir. Birinci durumda mânâ şöyle olacaktı: "Onlar nimetlerden faydalanır, ama cennet (bahçeler) onların değildir."

Varid olan bu ikinci durumda ise bütün bahçelerin onların eline teslim edileceği, onların nimetlerinden sahipleri kendileri olduğu halde faydalanacakları, yani bir şeyi, kullanma hakkına sahip olup da mülkiyet haklarına sahip olmayan kimse gibi olmayacakları kendiliğinden aşikâr hale gelmektedir."

11. Yani, "Hiçbir şey bu sözünü yerine getirmekten kendisini alıkoyamaz. O her ne yaparsa, kesinlikle hikmet ve adaletin gereklerine göre yapar." "Bu Allah'ın gerçekleşecek olan va'didir" buyurulduktan sonra bu iki sıfatın zikredilmesinin amacı, ne Allah'ın bu va'dinden döneceğini ve ne de O'nu va'dini gerçekleştirmekten alıkoyacak herhangi bir gücün bu kainatta bulunduğunu vurgulamak içindir. Dolayısıyla artık kimse iman ve salih amellere mukabil Allah'ın bir mükafat va'dinde bulunduğundan haberi olmadığını ileri süremez, böyle bir ihtimale artık yer yoktur. Dahası Allah'ın bu mükâfatı vereceğine dair apaçık va'di bütünüyle hikmet ve adalet üzere temellenmiştir. O yanlış hüküm vermez. Lâyık bir kimseyi mükafattan mahrum etsin de, olmayana mükâfat versin; bu ihtimale asla yer yoktur. Hakiki iman ve salih ameller üzere olanlar bu mükâfatı kesinlikle alacaklardır ve Allah onu yalnızca onlara bağışlayacaktır."

12. Yukarıdaki giriş cümlelerinden sona ifade-i meram şimdi asıl konuya, yani şirki redd, tevhide davet konusuna yönelmektedir artık.

13. Metinde geçen "Biğayriamedinteravneta" kelimeleri iki anlama gelebilir: a) Onların direksiz durduğunu bizzat görebilirsiniz. b) Onlar sizin göremeyeceğiniz direkler üzerinde durmaktadırlar. İbn Abbas ve Mücahid, ikinci anlamı daha uygun bulmuş; diğer birçok müfessir ise ilk anlamı tercih etmişlerdir. Eğer anlam bu günün tabiat ilimleri açısından izah edilirse gökteki sayısız yıldız ve gezegenin görünür herhangi bir destek ve dayanağa sahip olmaksızın yerlerinde durdukları; onları birbirine bağlayan hiçbir tel ve sicimin bulunmadığı; birinin diğeri üzerine düşmesini engelleyen hiçbir demir çubuğun varolmadığı söylenebilir. Bu, sistemi ayakta tutan çekim kanunudur. Bu tefsir, bu günün bilgisine göredir. Yarın bu günkü bilgimize, hakikatı daha iyi tefsir etmemize yarayacak bir takım yeni ilaveler olabilir.

14. Açıklama için bkz. Nahl an: 12

11 Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin.15 Hayır, zulmetmekte olanlar, açıkça bir sapıklık içindedirler.16

12 Andolsun, biz Lokman'a 17 "Allah'a şükret"18 diye hikmet verdik. Kim şükrederse, artık o, kendi nefsi lehine şükreder. Kim de küfre saparsa, artık hiç şüphesiz (Allah,) Ganî (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan) dır, Hamîd (hamd da yalnızca O'na ait)dir.19

AÇIKLAMA

15. "Diğerleri": İlâh edindiğiniz, akibetinizi belirlediğine inandığınız ve böyle ısrarla taptığınız varlıklar.

16. Yani, "Onlar bu alemde Allah'tan başka herhangi birinin, herhangi bir yaratığını gösteremezlerse ki bunu yapacamayacakları besbellidir, yaratıcı olmayan varlıkları Allah'a eş tutmaları, huzurlarında secde etmeleri, yardımları için onlara niyazda bulunmaları akılsızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu tutumu aptallıktan başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir. Bir kimse akl-ı selimini yitirmemişse, hem ilâhlarının yaratıcı olmadığını ve yegâne Halık'ın Allah olduğunu önünüzde teslim edip, hem de onların ilâhlığı konusunda ısrar etme gibi bir aptallığı işleyemez. Bir kimse azıcık akl-ı selime sahipse kaçınılmaz olarak, hiçbir şeyi yaratmaya gücü yetmeyen, yerde ve göklerdeki hiçbir şeyin yaratılışında ortaklığı bulunmayan bir varlığın nasıl olur da bize ilâh olabileceğini düşünecektir. İnsan böyle bir varlık önünde niye eğilsin, niye ona bir ilâh olarak tapınsın? Diyelim ki bu varlık duaları işitiyor; hiç bir şey yaratmaya gücü yetmediğine göre onlara nasıl icabet edebilir? Zira, belâlar yalnızca, yaratıcı vasfı bulunan bir varlık tarafından savılabilir! Hiçbir şey yaratamayan biri tarafından değil...

17. Şirki reddedici aklî bir delilin sunulmasının ardından Araplara bu akli bakış açısının kendilerine ilk kez sunulmadığı, kendilerinden önce yaşamış akıllı ve bilge bir halka da, kendi içlerinden çıkmış ünlü bilgeleri Lokman da dahil olmak üzere, aynı şeyin söylendiği anlatılmaktadır. Dolayısıyle, onlar Rasûlullah'ın (s.a.) mesajını "Eğer şirk, aklî olmayan bir itikad ise daha önce yaşamış başkaları niçin ona karşı çıkmamış" diyerek reddedemezler.

Lokman, Arabistan'da alim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmra'ul-Kays, Lebid, A'aşa, Tarafa... vd. cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd bin Samit idi. Süveyd Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu: "Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti. (İbn Hişam cilt: 2, sh: 67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378) Tarihçilere göre bu şahıs (Süveyd bin Sâmit) kabiliyet, şecaat, asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil (yetkin) lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.) karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü. Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.

Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı alimler ve tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman, Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir bin Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said bin el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.

Araplar o günlerde genellikle siyahilere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde, Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa, "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve Mes'udi'nin Mürûc'uz Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudan'lı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle (şimdiki Akabe) yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman bin Ad'ın iki ayrı şahıs olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder. (Ravd al-Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57)

Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un Emsal: Lokman Hakim (Fables De Loqman Le Sage) adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması, Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.yy. da yaşamış biri tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta gecikmeyecektir.

18. Yani, "Allah tarafından bahşedilen parlak zekâ, basiret, bilgi ve hikmet'in başlıca amacı, insanın, Rabbi huzurunda itaat ve şükran tavrını benimsemesi, nankörlük ve küfran-ı nimete düşmemesidir. Bu şükür, ifadesini yalnızca dudak ucunda bulmamalı, düşünce, söz ve davranışa yansımalıdır. Kişi akıl ve kalbinin derinliklerinde, neye sahipse Allah tarafından bahşedildiği düşüncesini taşımalı; dili, daima Allah'ın nimetlerini ikrarla meşgul olmalı; ve O'nun emirlerine uyarak, nehiylerinden kaçınarak O'nun rızasını kazanmaya gayret ederek, O'nun kullarına bahşettiği nimeti ve rahmeti anlatarak, Allah'a isyan edenlerle savaşarak, nasıl gerçekten Allah'a şükreden bir kul olduğunu amelde göstermelidir."

19. Yani, "Küfran ve nankörlük edenin bu yaptığı yalnızca kendisine zarar verir. Allah bundan hiçbir şey kaybedecek değildir. O müstağnidir, herhangi birinin şükrüne muhtaç değildir. Herhangi birinin şükrü de O'nun ilâhlığına hiç bir şey eklemez; aynı şekilde herhangi birinin nankörlük ve küfranı, kulları her neye sahipse Allah tarafından verildiği gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Birileri O'nu övsün yahut övmesin, O bizzat övgüye layıktır. Alemdeki her zerre O'nun Kemâl ve Hüsnüne, Yaratıcılık ve Rızık vericiliğine şehadet eder; her mahluk O'nun bu sürekli rahmetine hamd eder.

13 Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; "Ey oğlum, Allah'a şirk koşma.20 Hiç şüphe yok şirk, gerçekten büyük bir zulümdür."21

14 Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik.22 Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması da, iki yıl içindedir.23 "Hem bana, hem de anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır."

AÇIKLAMA

20. Lokman'ın hikmetinden aktarılan bu kısmî öğüt burada iki sebeble zikredilmektedir: a) O bu öğüdü oğluna verdi ve herkes bilir ki hiçkimse kendi öz oğluna karşı samimiyetsiz olamaz. Bir kimse başkalarını aldatabilir. Onlara iki yüzlü davranabilir fakat hiç kimse en aşağılık biri bile olsa kendi öz çocuklarını aldatmaya yanıltmaya çalışmaz. Dolayısıyla Lokman'ın oğluna şu öğüdü gerçeğin apaçık bir delili olmaktadır. Onun gözünde şirk gerçekten en iğrenç günahtı ve sadece bu sebepten oğluna ilk defa bu zulümden uzak durmayı tavsiye etmişti. b) Bu öğüdün anlatılmasının ikinci sebebi Mekke müşrikleri arasından birçok ailenin, çocuklarını Hz. Muhammed (s.a) tarafından vazedilen tevhid mesajından dönmek ve şirk itikâdına bağlı kalmak üzere zorlamalarıydı. Nitekim bunu izleyen ayetlerde zikredilecektir. Dolayısıyla bu akılsızlara şöyle söylenmiş olmaktadır: "Kendi ülkenizde pek iyi tanınan hakim kimse de, şirk'ten uzak tutmak suretiyle çocuklarının iyiliğini istiyordu. Şimdi, çocuklarınızı aynı şirk inancı üzere kalmaları için zorlamakla çocuklarınızın iyiliğini mi yoksa kötülüğünü mü istediğinize kendiniz karar verin."

21. "Zulm" bir kimseyi hakkından mahrum etmek ve adaletsizce davranmaktır. Şirk büyük bir zulümdür. Çünkü insan yaratıcısı, rızık ve nimet verenine, yaradılışı, rızıklanışı ve bu dünyada hoşlandığı şeylerle nimetlenişinde hiçbir katkısı ve ortaklığı bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir adaletsizlik olamaz. İnsanın yalnızca Allah'a tapması, Yaratıcı'nın insan üzerindeki hakkıdır. Fakat müşrik, başkalarına tapmakta ve Allah'ın bu hakkını çiğnemektedir. Dahası o, Allah'tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi akıl ve bedeninden tutun, yer ve göklere kadar birçok şey sarfeder; oysa bu harcadıkları, bir Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah'tan başkasına kulluk ederek onlardan hiçbirini sarfetmeye hakkı yoktur. Hem sonra insanın nefsi üzerinde bir hakkı vardır ki bu, kendisini alçaltmamak ve cezaya müstehak kılmamaktır. Fakat Allah'tan başkasına tapan kişi cezaya müstehak olduğu gibi kendisini de alçaltmaktadır. Bu şekilde müşrik'in bütün hayatı, her yönü ve zamanıyla Zulüm haline gelir. Artık onun aldığı her soluk adaletsizlik ve zulmün bir ifadesi halindedir.

22. Buradan paragrafın sonuna kadar olan ibare Allah'ın Lokman'ın sözünü daha fazla izah etmek için açtığı bir parantezdir.

23. İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed bu sözlerden çocuğun emzirme süresinin iki yıl olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu süre içinde eğer çocuk bir kadın tarafından emzirilirse onlar birbirlerine mahrem olurlar. Yok eğer bu sürenin dışına ve ötesine çıkılırsa, birbirlerine mahrem olmazlar. İmam Malik'in bir sözü de bunu desteklemektedir. Fakat İmam Ebu Hanife tedbir olarak iki buçuk yıllık bir süreyi öngörmüş ve şunu ilave etmiştir; eğer bir çocuk iki yıl hatta daha erken bir süreden sonra kendisini emziren hiçbir kadın ona mahrem olmaz. Ancak eğer çocuğun asıl gıdası diğer gıdalardan az veya çok yiyebiliyor olmasına rağmen hâlâ süt ise, bu süre içinde emzirilmesi çocuğu ve kadını birbirine mahrem kılar. Çünkü ayet, çocuğun illâ da iki yıl emzirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bakara Suresi'inde şöyle denmiştir: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen babalar için tam iki yıl emzirir." (Bakara: 233) İbn Abbas bu sözlerden şu sonucu çıkarmış ve diğer alimler de buna katılmışlardır; en kısa gebelik süresi altı aydır, zira Kur'an başka bir yerde şöyle demektedir: "Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer." (Ahkaf: 15) Bu meşru ve gayri meşru doğumlarla ilgili birçok tartışmayı halletmeye yardım eden önemli bir hukuki noktadır.

15 Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan24 şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (ma'ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana 'gönülden-katıksız olarak yönelenin' yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır,25 böylece ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim."26

16 "Ey oğlum,27 (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır).28 Hiç şüphesiz Allah, lâtif olandır, (her şeyden) haberdardır."

17 "Ey oğlum, dosdoğru namazı kıl, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret.29 Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.30

18 "insanlara yanağını çevirip31 (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, her büyüklük taslayıp bölürleneni sevmez."32

19 "Yürüyüşünde orta bir yol tut,33 sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir."34

AÇIKLAMA

24. Yani, "Hakkında, ortağım olup olmadığını bilmediğin kimseyi."

25. "Hepiniz" yani anne, baba gibi çocuklar da.

26. Açıklama için bkz. Ankebut an: 11-12

27. Lokman'ın diğer öğütleri, Rasûlüllah'ın (s.a) sunduğu türden temel inanç ve ahlâki öğretilerin Arabistan'da yeni bir şey olmadığını vurgulamak için burada zikredilmektedir.

28. Yani, "Hiçbir şey Allah'ın ilmi ve kuşatmasından kurtulamaz. Kayanın içindeki bir tohum sizin için gizli olabilir fakat Allah'a malumdur. Göklerdeki bir zerre size çok uzak olabilir. Fakat Allah'a çok yakındır. Toprağın derinliklerinde yatan bir şey sizin için karanlıklarda yatıyor olabilir fakat Allah için aydınlıklar içindedir. Bu yüzden iyi yada kötü, istediğiniz yer yahut zamanda Allah'a gizli kalacak bir şey yapamazsınız. O yalnızca olup biteni bilmekle kalmaz: hesap günü geldiği zaman yaptıklarınızın tam kaydını önünüze koyacaktır.

29. Burada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran kimselerin bu dünyada eninde sonunda belâ ve sıkıntılarla karşılacağı gerçeğine ince bir ima vardır.

30. Diğer anlamı şu olabilir: " Bunlar cesaret ve metaneti gerektiren işlerdendir. Halkın ıslahı için kıyam etmek ve bu yolun zorluklarına göğüs germek pısırık ve korkak kimselerin harcı olamaz. "

31. "tusaır" kök itibariyle "saara" dan gelir; bu kelime, devenin dizinde bulunan ve onu yüzünü hep aynı yanda tutmaya zorlayan bir hastalık anlamına gelir. Deyim ise kibir ve büyüklük taslayan, başkalarını küçük görerek yüzünü çeviren şahsın tavrını ifade eder.

32. "muhtalîn" lugatte kendisini beğenmiş: "fehûr" ise başkalarına kendini öven kimse demektir. Bir insan, gururla şişip başkalarının kendi üstünlüğünü kabul etmesini istediği zaman gurur ve kibirle, kendini beğenerek yürür.

33. Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şudur: " Ne hızlı ne de yavaş yürü; ikisinin ortası bir yol tut." Fakat ayetin siyak ve sibakı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi yürümek için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek zorundadır ve şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde herhangi bir sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz. Ayette asıl kastedilen kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh durumunu ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır.

Servet, iktidar, güzellik, bilgi,kuvvet ve bu tür şeyler bu insanı gururlu ve kibirli hale getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takva ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Ve bazen insan bu dünyanın sıkıntılarından o kadar bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman'ın demek istediği şudur: " Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazi ve asil bir kimse gibi yürü; ne herhangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takva tevazu gösterişi."

Rasulullah (a.s) ashabının bu meseleyi nasıl anladığı birkaç olaydan çıkarılabilir. Bir keresinde Hz. Ömer bir adamın başı önünde, omuzları düşmüş, süklüm püklüm yürüdüğünü görünce ona şöyle bağırdı: " Başını kaldırda öyle yürü; İslam acizlik değildir. " Aciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını gördü ve şöyle dedi: "Ey sefil; Dinimizi lekeleme." Bu iki olay gösteriyor ki, Hz. Ömer'in gözünde dindarlığın süklüm püklüm yürümekle ve yürürken gereksiz bir tevazu göstermekle ilgisi yoktur. O zaman böyle yürüyen bir adam görse bu davranışın İslamı yanlış temsil edeceğini ve diğer müslümanlara da kasvet vereceğini düşünürdü. Benzeri bir olaya da Hz. Aişe şahit olmuştu. Perişan ve bitkin bir vaziyette yürüyen birini görünçe ona ne olduğunu sordu. Kendisine: " O Kurra'dan (yani Kur'an'ı okumak, öğretmek ve ibadetle meşgul kimselerden biri) " dendi. Bunun üzerine şöyle dedi: " Ömer Kurrâ'nın reisiydi. Fakat yere sağlam basar, bastıra bastıra konuşur ve mecbur kaldığında da iyi bir sopa çekerdi. " (Daha fazla açıklama için bkz. İsra an:43, Furkan an:79)

34. Bu bir kimsenin daima alçak sesle konuşması ve asla sesini yükseltmemesi anlamına gelmez. Eşeğin anırması zikredilerek, konuşurken hangi tür ses ve tondan kaçınılması gerektiğine açıkça işaret edilmektedir. Sesin ve tonun bir alçak ve yüksek, sert ve yumuşak şekli vardır ki tabii ve gerçek ihtiyaç anlarında ihtiyaç hissedilir. Mesela yakın mesafeden veya küçük bir topluluğa konuşan bir insan alçak sesle konuşur; uzak mesafeden veya kalabalık bir topluluğa konuşan insan ise yüksek sesle konuşmak zorundadır. Aynı şekilde şart ve duruma bağlı olarak ses tonu da zorunlu olarak farklı olur. Dua ederken sesin tonu, bir şeyi tel'in ederken ki tondan; iyi dilekte bulunurken ki ses tonu, öfke anındakinden farklı olmak zorundadır. Bunda itiraz edilecek birşey yoktur. Aynı şekilde Lokman'ın öğüdü de, bir insanın durum ve lüzumu gözetmeksizin sesi daima alçak, tonunu daima yumuşak tutmak zorunda olduğuna dair bir anlamı ihtiva etmez. Karşı çıkılması gereken ses bir insanın başkasının gözünü korkutmak, küçük düşürmek ve kabadayıca sindirmek için eşeğin anırması gibi bir ses çıkarması ve anırır gibi bağırmasıdır.

20 Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış,35 açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini36 genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç bir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap37 da olmadan Allah hakkında mücadele38 edip durmaktadır.

21 Onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denildiğinde, derler ki; "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?39

22 Kim ihsanda bulunan40 (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse,41 artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır.42 Bütün işlerin sonu Allah'a varır.

23 Kim de küfre saparsa, artık onun küfrü seni hüzne kaptırmasın.43 Onların dönüşü bizedir, artık biz de onlara yapmakta olduklarını haber vereceğiz. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.

24 Biz onları az (bir şey ve zaman) olarak metalandırıp-yararlandırırız, sonra da onları ağır bir azaba katlandırırız.

25 Andolsun onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, hiç tartışmasız; "Allah" diyecekler. De ki; "Hamd44 Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler.45

AÇIKLAMA

35. Bir şeyin bir kimsenin emrine musahhar kılınması iki şekilde olur; a) O kimse o şeyden faydalanmaya yetkili kılındırılır. b) O şey o kimseye fayda versin ve onun çıkarlarına hizmet etsin diye bir kanun ve nizama tabi tutulabilir. Allah gökler ve yerdeki herşeyi insana bir ve aynı anlamda musahhar kılmamış; bir kısmını birinci, diğer kısmını ikinci anlamda onun emrine vermiştir. Sözgelişi, insana hava, su, ateş, bitkiler, madenler, davarlar ve diğer birçok şey birinci anlamda; güneş, ay....vs. ikinci anlamda musahhar kılınmıştır.

36. " Görünür nimetler " insan tarafından şu veya bu şekilde algılanan yahut bilinen nimetlerdendir. " Görünmeyen nimetler" ise insan tarafından ne algılanan ne de bilinen nimetlerdir. Kendi vücudunda ve dış dünyasında insanın yararına iş gören sayısız şey vardır. Fakat insan, Halik'in kendisi için hazırladığı, onun koruma ve emniyetini, gelişme ve beslenmesini, sağlık ve mutluluğunu sağlayan nice vasıtaların farkına varmaz. Bilimin çeşitli dallarında insan üzerinde yapılan araştırmalar, Allah'ın daha önce insana gizli kalmış nice nimetini açığa çıkarmıştır. Ve şimdiye dek açığa çıkarılmış olan nimet ve lütuflar, hâlâ gizli olanların yanında çok önemsizdir.

37." Allah hakkında tartışanlar ", şu tür sorular üzerinde münakaşa edenlerdir: Allah var mı yok mu? Allah bir mi yoksa başka ilahlar var mı? Onun sıfatları ve bu sıfatların niteliği nedir? Onunla yaratıkları arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir?

38. Yani, " Onlar ne hakikatı doğrudan tecrübe edecekleri veya bizzat müşahede edebilecekleri bir bilgi vasıtasına sahipler, ne hakikatı müşahede ettikten sonra kendilerine kılavuzluk edebilecek bir kimsenin hidayetine ermişler ve ne de inançlarına temel olabilecek ilâhi bir kitapları vardır.

39. Yani, " Herkesin, her ailenin ve kavmin ataları illâ da doğru yolda diye bir şey yok. Bu konuda ileri sürülebilecek tek şey olan, yaşlıların tavsiye ettiği hayat tarzı meselesi de bunun doğruluğuna delil olmaz. Akıl ve i'zan sahibi hiç kimse, yanlış yolda olsalar ve nereye doğru gittiklerini dert etmeseler bile atalarının yolunu körü körüne izlemek gibi bir aptallık yapmaz."

40. " Kim ki.... Allah'a ....": Kim ki kendini bütünüyle Allah'ın hizmetine verir; tüm işlerinde O'na güvenir ve O'nun hidayetini tüm hayatının kanunu kılarsa....

41. Yani amelî olarak da, " Allah'ın itaatkâr kulu" tavrını benimsemelidir.

42. Yani, " O artık, ne yanlış yola sevkedileceği şeklinde bir tedirginliğe, ne de Allah'a kulluk ettikten sonra kötü bir akibetle karşılacağı şeklinde korkuya kapılmaz.

43. Bundan kasıt şudur: "Ey Rasûl, seni dinlemeyi reddedip, İslam'ı inkar etmek ve küfürde ısrar etmekle sana zarar vereceğini sanan kimse aslında sana değil kendine zarar vermektedir. Eğer seni dinlemiyorsa onun hakkında hiç kendini üzme."

44. Yani, "Allah'a şükür ki hiç değilse bunu biliyor ve buna inanıyorsunuz. Kainatın yaradılışında hiçbir payı olmayan O'ndan gayrı bir varlık nasıl hamde lâyık olabilir ?"

45. "İnsanların çoğu Allah'ı kainatın Halık'ı olarak kabul etmenin zarurî sonuç ve gereklerini, bununla neyin çatıştığını bilmez. Bir kimse Allah'ı yerin ve göklerin yaratıcısı olarak kabul ettiği zaman İlâh ve Rabbin yalnızca Allah olduğunu da kabul etmek zorundadır. Yalnızca O'nun ibadet ve itaate lâyık olduğunu, yalnızca O'ndan yardım istenebileceğini ve O'ndan başka hiçbir varlığın, mahlukatın Şârî ve Hakim'i olamayacağını da kabul etmek zorundadır. Birincisi Halık'tan başkasını ilâh kabul etmek akla aykırıdır ve yalnızca cahillerin içine düşebileceği bir çelişkidir. Aynı şekilde bir varlığın yaratıcı olduğuna inanıp, O'nun yarattıkları arasından birini belâları giderici veya bir ilâh, kudret, hüküm ve hakimiyet sahibi bir varlık olarak kabul etmek hiçbir akıl sahibinin teslim ve tasdik edemeyeceği bir çelişki olacaktır.

26 Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır.46 Hiç şüphesiz Allah, Gani (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan)dır, Hamîd (hamd da yalnızca O'na ait)tir.47

27 Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.48 Hiç şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

28 Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de yalnızca tek bir kişi(yi yaratıp sonra diriltmek) gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.49

29 Görmüyor musun ki, gerçekten Allah, geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar. Güneş ile ayı da emre amade kılmıştır.50 Her biri, adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir.51 Allah yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.

AÇIKLAMA

46. Yani, "Hakikat yalnızca, gökler ve yerin yaratıcısının Allah olduğundan ibaret değildir. Dahası, O, göklerde ve yerde bulunan herşeyin de Rabbidir. Allah bu kainatı yaratıp da, başkaları hepsine yahut bir kısmına hükmetsin diye onu terketmiş değildir. Tam aksine bizzat O, yarattıklarının Rabbidir ve bu kainatta var olan herşey O'nundur. Yalnızca O, ilâhi hak ve kudrete sahiptir; başka hiçbir varlık değil.

47. Bu, yukardaki 19. notta açıklanmıştır.

48. "Allah'ın kelimeleri": Allah'ın yaratıcı işleri, kudret ve hikmetinin tezahürleri. Bu tema yukarıda Kehf Suresi, 109. ayette küçük bir farkla sunulmaktadır. Bir kimse burada mübalağa olduğunu düşünebilir. Fakat insan meseleyi biraz derinden düşünürse aslında burada bir mübalağa olmadığını anlayacaktır. Dünyanın ağaçlarından yapılabilecek tüm kalemler, dünyanın denizlerinden elde edilebilecek tüm mürekkeb; yedi misli deniz de eklensin isterse buna, bırakın Allah'ın kudret, hikmet ve yaratmalarının hepsini, kainattaki yaratıkların tam, yeryüzünde bulunan şeyleri saymak bile imkânsızken insan bu sonsuz kainattaki yaratıkların hepsini nasıl yazabilir?

Burada asıl gaye, insana hiçbir yaratığın ilâh olamayacağını; bu kadar geniş bir kainatı var eden, onun bütün işlerini yöneten, gücü ve kudreti sonsuz olan Allah'a hiçbir yaratığın ortak olamayacağını anlatmaktır. Bırakın bu geniş mülkün yönetimine ortak olmayı, küçük bir parçayı her yönüyle mükemmelen bilmek bile herhangi bir mahlukun gücü dahilinde değildir. Öyleyse bir insan, belki dualara cevap verebiliyordur ve kaderleri yazıp bozabiliyordur diye o veya bu mahlukun ilâhi kudrete ve hakimiyetine herhangi bir ortaklığa sahip olduğunu nasıl düşünebilir?

49. Yani, "O kainattaki bütün sesleri bir ve aynı zamanda işitir; hiçbir ses, bir diğer sesi duymasını engelleyecek kadar O'nun işitmesini sekteye uğratamaz. Aynı şekilde O, bütün kainatı, içindeki bütün ayrıntısına varıncaya kadar, nesne olsun, olay olsun bir ve aynı zamanda görür ve hiçbir şey, başka bir şeyi görmesini engelleyecek kadar O'nun görüşünü sekteye uğratmaz. Aynı mükemmellik insanın yaradılışı ve yeniden yaradılışı için de söz konusudur. O, yaradılışın başlangıcından beri doğmuş ve kıyamete kadar da doğacak olan insanları aynı anda yeniden yaratmaya muktedirdir. Hiçbir insanın yaradılışı, O'nun aynı anda diğer insanları yaratmasını engelleyecek kadar O'nun yaratıcı gücünü sekteye uğratmaz. Çünkü O'nun için bir tek insanın yaradılışıyla milyarlarca insanın yaradılışı denktir, bir ve aynı şeydir.

50. Yani, "gündüz ile gecenin sabit ve düzenli biçimde zuhur edip dönüşmesi, kendiliğinden, güneş ve ayın bir sisteme boyun eğdiğini gösterir. Güneş ve Ay burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün önde gelen cisimleridir. O kadar ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu bunlara ilâh olarak tapmıştır ve bugün bile birçok kimse için durum böyledir. Ancak gerçek şu ki, Allah, Arz da dahil olmak üzere kainatın tüm yıldız ve gezegenlerini kendisinden bir parmak bile sapamayacakları bir sisteme bağımlı kılmıştır."

51. Yani, ister güneş olsun ister ay, isterse diğer yıldız ve gezegenler alemde hiçbir şey ebedi değildir. Herşeyin bir eceli vardır ve vazifesini ancak vadesi gelinceye kadar sürdürebilir. Herşeyin var olmadan önceki zaman içinde bir başlangıcı ve ondan sonra olamayacağı bir sonu vardır. Bu, böyle geçici ve güçsüz varlıkların insanın tanrıları olamayacağı gerçeğini içerir.

30 İşte-böyle; hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır52 ve hiç şüphesiz O'nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise batıldır.53 Hiç şüphe yok Allah, yücedir, büyüktür.54

31 Görmüyor musun ki, size ayetlerinden (bazılarını) göstermesi için,55 gemiler Allah'ın nimetiyle denizde akıp gitmektedir! Hiç şüphe yok bunda, çok sabreden, çok şükreden için gerçekten ayetler vardır.56

32 Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak Allah'a yalvarıp-yakarırlar (dua ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor.57 Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör58 olandan başkası inkâr etmez.

AÇIKLAMA

52. Yani, gerçek Hakim Allah'tır. Mahlukat ve onun düzeni üzerindeki güç ve kudretin gerçek sahibi yalnızca O'dur.

53. Yani, " Onlar hayalinizin kuruntularıdır. Falanın uluhiyete ortak olduğunu, filana zorlukları savacak, ihtiyaçları giderecek gücün verildiğini siz kendiniz uyduruyorsunuz. Oysa aslında bunlardan hiçbiri herhangi bir şeyi kılma veya kılmama gücüne sahip değildir.

54. Yani, "O, huzurunuzda herşeyin kendisinden aşağıda durduğu en yüce varlık'tır. Ve huzurunuzda herşeyin kendisinden küçük olduğu en büyük varlıktır. "

55. Yani, " Bu ayetler de göstermektedir ki tüm güçler yalnızca Allah ile vardır. İnsan, deniz yolculukları için dilediği gibi güçlü ve dayanıklı gemiler yapabilir; denizcilik biliminde bu alanda ilgili bilgi ve tecrübe de belli bir ilerleme kaydedebilir. Fakat yalnızca bunlar, Allah'ın inayetiyle korunmaksızın güvenli bir yolculuğun garantisi olamaz; özellikle denizdeki korkunç güçlerle burun buruna gelindiğinde... Allah'ın yardım ve inayeti çekilir çekilmez insan bilimlerine ait vasıta, kaynak ve bilgilerinin ne kadar zayıf ve yetersiz olduğunu hemen anlar. Aynı şekilde bir kimse sükûn ve emniyet içindeyken bir ateist veya müşrik olarak yaşayabilir; fakat kayığı fırtınalı bir denizde sallanmaya başladığında bir ateist bile anlar ki Allah vardır ve bir müşrik bile anlar ki yalnızca bir Allah vardır. "

56. Yani, " insanlar sözü edilen iki niteliğe sahip olduklarında bu ayetler aracılığıyla hakikati tanır,tevhid'i açık seçik biçimde kavrar ve önce sebat eder, sabır gösterir. İlk nitelik onların sabırlı olmaları gerektiğidir. Onlar sebatsız, gel-geç tavırlı değil sabit ve ısrarlı olmalıdırlar; iyi ya da kötü, zor ya da kolay, lehte ya da aleyhte hangi şartlar altında olursa olsun dirençle hak inançta sabit kalmalıdırlar. Zor günler geldiğinde boyun büküp Allah'ı tamamen unutmak gibi bir zaafa düşmemelidirler. Yahut bunun tam tersine, Allah'a ibadet edip de, işler yolunda gitmediğinde O'nun hakkında küstahça sözler sarfedenlerin durumuna da düşmemelidirler. Diğer nitelik ise onların şükredenlerden olmalarıdır. Onlar nankörlük ve şükran yoksunluğunu tasvib ve tasdik etmemeli, verene karşı besledikleri şükran hissini her fırsatta açığa vurmalıdırlar. "

57. " İktisad"ın sözlük anlamı, sadık(doğru) olmak anlamına da, mutedil olmak anlamına da gelebilir. Birinci anlamında ayet şu demek olur: "Onlardan yalnızca birkaçı fırtınaya tutulduklarında izlemeye söz verdikleri tevhid üzere kalır ve kıyıya çıktıktan sonra da sadıklardan olurlar." Eğer mutedil anlamına alınırsa ayet şu demek olur.

" Onlardan bir kısmı dinsizlik ve şirklerinde daha mutedil, daha esnek bir tavır alır yahut felaket ihtimalinin etkisiyle eski inançlarına olan coşku ve bağlılıklarının bir kısmını yitirir. " Pek muhtemeldir ki Allah bu anlam yüklü ibareyi iki durumu da aynı anda ima etmek için kullanmış olsun. Gaye muhtelemen bir deniz kasırgası esnasında herkesin zihninin kendiliğinden rayına oturduğuna ve herkesin dinsizlik ve şirkten vazgeçip bir olan Allan'tan yardım istediğine işaret etmektir. Fakat emniyet içinde kıyıya varır varmaz içlerinde pek azı bu tecrübeden ders ve ibret almış görünür. Dahası bu küçük topluluk üç gruba ayrılır: Kıyıya çıktıktan sonra da bu inanca sadık kalanlar; inançsızlıklarında inattan vazgeçip mutedil hale gelenler ve bu tehlikeyle geçici olarak bağlılık duygularından bir kısmını yitirenler.

58. Bu iki nitelik daha önceki ayette anılan iki niteliğin tam zıttıdır. Hain, tam anlamıyla sadakatsiz, söz ve vaadine uymayan kimsedir. Nankör ise kendisine sağlanan iyilik, kâr ve yararı teslim etmeyen ve hatta bu nimetleri kendisine verene karşı âsice davranandır. Bu niteliklere sahip olanlar tehlikede tereddüt etmezler. Afaklarında olduğu gibi, enfüslerinde de bir takım ayetleri idrak ettiklerini unutmuş görünürler; aslında fırtınaya tutulduklarında Allah'ın varlığı ve birliği hakkında müşahede ettikleri âfaki ayetler ile Allah'a yalvarırken müşahede ettikleri enfüsi ayetler aynı hakikati idrak etmelerinin bir sonucuydu. Aralarındaki dinsizler bu davranışlarını şöyle açıklamaya kalkışır: " O, bizim karışık ve şaşırtıcı bir durumda açığa vurduğumuz bir zaaftı. Oysa bizi fırtınadan kurtarmış olabilecek bir Allah yoktur. Biz aslında şu,şu alet,vasıta ve kaynaklar sayesinde paçayı kurtardık." Müşriklere gelince onlarda genellikle şöyle bir telâfi mekanızmasına başvururlar: " Biz zaten şu velinin, şu tanrı ve tanrıçanın koruması altındaydık; onlar sayesinde kurtulduk." Böylece, kıyıya çıkar çıkmaz bu bâtıl ilâhlara şükranlarını sunmaya başlarlar ve tapınaklarında onlara hediye sunarlar. Bütün umutlarını yitirdikleri ve Allah'tan başka kendisinden yardım isteyecekleri kimse kalmadığı zamanı hatırlamak onları hiç rahatsız etmez.

33 Ey insanlar, Rabb'inizden korkup-sakının ve öyle bir günün azabından çekinip-korkun ki, (o gün hiç) bir baba, çocuğu için bir karşılık veremez ve (hiç) bir çocuk da babası için bir şeyi verebilici değildir.59 Hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır.60 Artık dünya hayatı sizi aldatmaya61 sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile62 aldatmasın.

34 Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haberdar olandır.63

AÇIKLAMA

59. Yani, "Bir kimsenin arkadaşı, lideri, manevi mürşidi... vs. ile olan ilişkisi, anne baba ile çocuklar arasında varolan ilişki kadar yakın ve sıkı değildir. Fakat diriliş günü baba ile oğul bile birbirine yardım edemeyecektir. Baba öne atılıp oğlunun günahlarına karşılık kendisinin cezalandırılabileceğini söyleme cesaretini bulamayacak; oğul da babasının yerine cehenneme kendisinin gönderilebileceğini söyleyemeyecektir. Baba ile oğul birbirine yardım etmezken bir kimse orada başka biri için bazı şeyler yapabileceğini nasıl umabilir? Bu dünyada başkası uğruna ahiretini heba eden yahut başkalarına bağlanarak, sapkınlık ve günah yolunu seçen şahıs aptalın ta kendisidir.

İşin burasında, 15. ayetin muhtevası da nazarı itibare alınmalıdır. Hatırlanacağı üzere, bu ayette çocuklara, her ne kadar dünya işlerinde ellerinden geldiğince onlara hizmette bulunmak borcundalarsa da, din ve itikad meselelerinde anne ve babalarına kulak asıp sapıtmaya yanaşmamaları tavsiye edilmekteydi."

60. "Allah'ın vaadi": Allah'ın mahkemesi kurulup da herkesin amellerinin hesabını vermek üzere çağrılacağı yeniden diriliş va'di.

61. Bu dünya hayatı, yalnızca sathî görüş sahiplerini türlü yanlışlıklara sevkeder. Kimisi hayat ve ölümün yalnızca bu dünyada olduğunu, bu dünyadan sonra başka hayatın olmadığını, dolayısıyla ne yapabilirse bu dünyada ve şimdi yapması gerektiğini sanır. Servet, iktidar ve refah içinde kaybolmuş bir başkası, öleceğini unutur. Azamet ve iktidarının hiç son bulmayacağı gibi aptalca bir fikre kapılır. Kimisi manevî ve ruhî gayeleri küçümseyerek maddi kazanç ve zevkleri yegâne gaye olarak görür: "Hayat standardı" dışında hiçbir şeye, hiçbir önem vermez. Bunların sonucu olarak insanlığın standardı giderek daha mı düşüyormuş, hiç umursamaz. Bazıları ise dünyevî refahın, doğruluk ve yanlışlığın asıl ölçüsü olduğunu, refaha getiren bütün hayat tarzlarının doğru, refaha zıt düşen herşeyin yanlış olduğunu sanır. Bir başkası ise bolluk içinde yüzmeyi, Allah'ın seçtiği kul olmanın alâmeti olarak görür. Zenginliğe ulaşabileceği vasıtaları hiç mesele etmeksizin bu dünyada zengin ve müreffeh olan kimsenin Allah'ın sevgilisi olduğu, " isterse doğruluk ve dürüstlük aşkına katlansın bu dünyada sefil bir hayat sürenin ahirette de sefil bir hayat süreceği" şeklinde bir kanunun varolduğunu düşünür. Bu tür yanlış anlamalar, Allah tarafından "dünya hayatının aldanışları" olarak isimlendirilmektedir.

62. "El-Garür" (aldatıcı) şeytan da olabilir, bir insan da, bir insan grubu da; hatta insanın kendi nefsi bile olabilir yahut başka bir şey ... Bu kapsamlı ve anlam yüklü bir kelimenin belirli bir şahıs veya nesneye delâlet etmeksizin genel anlamda kullanılmasının nedeni farklı insanlar için farklı aldanma vesileleri bulunmasıdır. Bir şahsı doğru yoldan yanlış yola sevketmek ve yönlendirmek üzere ayartıp aldatan belli vesile veya vasıtalar o şahsın özel durumuna uygun düşen el-garür'ü olacaktır.

"(Bir kimseyi) Allah hakkında aldatmak" deyimi de sayısız aldatma türlerini içeren kapsamlı bir deyimdir. "Aldatıcı" bir insanı Allah'ın olmadığı fikriyle aldatırken; bir başkasını, Allah'ın alemi yarattıktan sonra elini onun kontrolünden, insanların yönetilmesinden çektiği ve bir daha onunla ilgilenmediği fikriyle aldatır; bir diğerini ise "Allah'ın bazı seçkin kulları vardır, eğer onların yakınlığını kazanırsanız, ne yapabilirseniz yapın affınız garanti " diyerek aldatır.

Bir başkasını da şöyle diyerek: " Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir, çekinmeden günah işlemeye devam edebilirsiniz, nasıl olsa her günahınız daima affa mazhar olacaktır." Kimine ise kaderci bir fikir ilham ederek onu saptırır: "Yaptığın herşey önceden belirlenmiştir. Kötülük işlediğinde onu sana işleten Allah'tır. İyilikten kaçındığında seni ondan uzaklaştıran Allah'tır. İşte bunlar gibi insanı Allah katında aldatan sayısız ayartı biçimleri vardır. Fakat tahlil edildiğinde tüm hata, günah ve cürümlerin temel sebebinin insanın o veya bu şekilde Allah hakkında aldatılması ve her nasılsa bir takım itikadî sapma ve ahlâkî hatalara sevkedilmesi olduğu açıkca ortaya çıkacaktır."

63. Bu ayet aslında, müşriklerin kıyamet ve ahiret va'dini Rasûlüllah'tan duyduklarından beri tekrar tekrar sordukları, kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna bir cevaptır. Kur'an bunu, bazı kere soruyu zikrederek bazen de muhataplar ne sordukları bildikleri için zikretmeden cevaplandırmaktadır. Bu da sorunun, kendisi zikredilmeksizin cevaplandırdığı ayetlerden biridir.

"Kıyametin vaktiyle ilgili bilgiye yalnız Allah sahiptirki" şeklinde ilk cümle sorunun asıl cevabıdır. Bunu izleyen dört cümle ise asıl cevabı pekiştirmek içindir. Tüm delilin anlamı şudur: Ey İnsan! Sen hayatta pek yakın ve içli dışlı olduğun bu şeyler hakkında bile hiçbir şey bilmiyorken, nasıl olur da tüm alemin sona ereceği vakti bilebilirsin? Senin bereket içinde yüzmenle, kıtlık içinde çaresiz kalman temelde yağmura bağlı. Oysa yağmurun kontrol ve düzeni tümüyle Allah'ın yed'i kutretinde, istediği zaman, istediği yere ve istediği kadar yağmuru o gönderiyor ve istediği zaman da gördermeyiveriyor. Belli bir yere belli bir zamanda ne kadar yağmur düşeceğini hangi ülkenin ondan mahrum kalacağını, hangisinin yağmurdan zarar göreceğini tamamen bilmiyorsunuz. Neslinizi gelecekte sürdürecek olan sperm damlalarıyla karınız dölleniyor, fakat siz onların rahimlerinde şekillenen şeyin iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorsunuz. Yarın başınıza ne geleceğini dahi bilemiyorsunuz. Ani bir kaza kaderinizi değiştirebilir, fakat siz böyle bir olayı bir dakika öncesinden bile kestiremiyorsunuz. Şimdiki yaşantınızın nerede son bulacağını bilmiyorsunuz. Allah tüm bu bilgileri kendine saklamıştır ve size bunlar hakkında hiç bilgi vermemektedir. Aslında önceden tedbir alabilesiniz diye bunları bilmek istiyorsunuz. Fakat tamamen Allah'ın emir ve tasarrufunda olan şeylerin bilgisine bir yol bulamazsınız. Aynı şekilde dünyanın sonu hakkında da Allah'ın emir ve kararını beklemekten başka seçeneğiniz yok. Ayrıca bununla ilgili bilgi ne bir kimseye verilmiştir ne de verilebilir.

Burada bir şeyin daha çok iyi anlaşılması gerekir ki o da şudur: Bu ayet Allah'ın bildiği gaybî ve sırrî şeylerin tam bir listesini vermiyor. Belli bir tasavvura yol açsın diye yalnızca en belirgin şeylere işaret ediliyor. Üstelik bunlardan insanın en içli dışlı yaşadığı fakat farkında olmadığı, bilmediği, yalnızca Allah'ın bildiği gaybi ve sırrî şeylerin beş taneden ibaret olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. İşin aslı, Gayb, mahlukata gizli fakat Allah'ın bilgisi için apaçık olan bu türden herşeyi içine alır ve böyle şeyler sayısız ve sınırsızdır. (Bununla ilgili ayrıntılı bilgi için Neml Suresi, 65. ayete ve ilgili açıklama notlarına bakınız.)