21 Haziran 2007 Perşembe

FETİH SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı, ilk ayeti olan "Ey Peygamber biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık," ayetinden alınmıştır.

Fetih, sadece bu surenin adı değil, içeriği yönünden bir bakıma ünvanıdır da. Çünkü, Allah Teala'nın Hz. Peygamber'e ve müslümanlara lütfettiği Hudeybiye Antlaşması şeklinde tezahür eden o büyük fetihten (zafer) bahsetmektedir.

Nüzul Zamanı: H. 6. yılının Zilka'de ayında Hz. Peygamber (s.a.) Mekke kafirleriyle Hudeybiye'de antlaşma yaptıktan sonra Medine'ye geri dönerken nazil olduğunda ittifak edilmiştir.

Tarihsel Arka-Plan: Bu surenin nazil oluşunu anlatan olaylar dizisinin başlangıcı şöyle olmuştur. Bir gün Hz. Peygamber (s.a) rüyasında sahabeyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali ve asılsız bir rüya olamayacağı apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ilerki bölümlerde 28. ayette bizzat Allah, Hz. Peygamber'e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik etmiştir (sağlamlaştırmış, belgelemiştir). Bu bakımdan gerçekte bu sadece bir rüya değil, bilakis Hz. Peygamber'in (s.a) uyması gereken ilahi bir işarettir.

O günlerde, görünüşte bu ilahi buyruğun yerine getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkan dahilinde gözükmüyordu. Uygulanması imkansız gibiydi. Kureyş kafirleri 6 seneden beri müslümanlara Kabe yolunu kapatmışlardı.

Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi, Hac ve Umre için de olsa Kabe'nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum böyleyken onların Hz. Peygamber'in (s.a) ve Sahabe'nin toplu halde Mekke'ye girişlerine müsamaha göstermeleri nasıl umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında Allah Teala'nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu.

Fakat Peygamber'in (s.a) mevkii ve Allah karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun hiç tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i Kiram'a anlatarak sefer hazırlıklarına başladı. Civardaki kabilelere de "Umre'ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler gelsin" diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: "Bu insanlar ölüme gidiyorlar" diyerek Peygamber'e (s.a) katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar. Fakat Allah'a ve Peygamber'e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teala'nın bir işareti olması ve Peygamberi'nin emri yerine getirmek için ayağa kalkması yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber'le beraber olmaktan alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.) önderliğinde bu son derece tehlikeli sefere çıkmak üzere hazırlandılar.

Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu mübarek kafile Medine'den hareket etti. Zül-Huleyfe'ye ulaşınca hepsi Umre için ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kabe'ye kurban kesilmek üzere adak olduklarını belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun olarak Kabe'nin bütün ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir savaş aleti alınmadı. Böylece Kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidalarıyla Kabe'ye (Mekke'ye) doğru yürümeye başladı.

O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar biliyordu. Daha evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de katılan kuvvetlerle Medine'ye saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı) yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.) böyle büyük bir toplulukla kanlarına susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu ilginç sefere yönelmişti.

Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi. Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna karşılık Muhammed (s.a)'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.

Peygamber (s.a) Kâboğullarından birini, Kureyş'in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini öğrenmek ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke'ye göndermişti. Kafile Usfan'a ulaştığında haberci gelerek Peygamber'e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velid'i de ikiyüz süvarisiyle birlikte Peygamber'in yolunu kesmek üzere Kûra'el-¶amim'e doğru yolladıklarını haber verdi. Kureyş'in niyeti, ne pahasına olursa olsun Peygamber'in ashabına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre'yi perde olarak kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için giydiklerini, iddia ederek etrafa yaymaktı. Peygamber (s.a) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son derece sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye denen yere ulaştı.

Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir. Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç kişiyle Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de (s.a) hiçkimseyle savaşmak için gelmediklerini, sadece Beytullah'ı ziyaret ve tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler geri dönerek Kureyş'in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve Kureyşlilere bu Kabe ziyaretine engel olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame'yi Peygamber'in (s.a) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler. Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber (s.a) Huleys b. Alkame'nin arzusunu kabul etmediği takdirde Huleys'in Peygamber'e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp, tüm Ehabis'in kuvvetiyle Kureyş'in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin yanına vardığında kendi gözüyle bütün kafilenin ihramlı olduğunu, Kabe'ye adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil, aksine Beytullah'ı tavaf için geldiklerine kanaat getirince, Peygamberimize hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin olarak bu insanların Beytullah'ın azametini kabul ederek onu ziyarete geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: "Eğer siz ona engel olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz sizinle bütün haramları çiğneyesiniz ve kutsal adetleri ayak altına alasınız, buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye anlaşma yapmadık."

Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini kullanarak Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke'ye girme kararından vazgeçirmek istedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı verdi. "Biz savaşmak için gelmedik, Kabe'yi ziyaret ve dini bir vecibeyi yerine getirmek için geldik" dedi.

Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: "Ben, İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim, yanlarında bulundum. Yemin ederim, ben Muhammed'in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedakarlık ve saygıyı hiçbir kralın huzurunda görmedim.

Bu adamların tutumları şöyle: "Muhammed abdest alırken ashabı, suyun bir damlasını dahi yere düşürmüyorlar hepsini beden ve elbiselerine sürüyorlar. Artık siz, kimlerin karşısında bulunuyorsunuz bir düşünün!"

Elçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber'in kampına hücum edip sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane olabilecek bir olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin sabır ve disiplini, Hz. Peygamber'in (s.a.) ince düşüncesi ve hikmetli davranışı onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin gelip müslümanların kampına taş ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram hepsini yakalayıp Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna getirdiler. Ama Peygamber hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten'im tarafından 80 kişi, tam sabah namazı vakti gelerek ani bir hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama Peygamber (s.a) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş'in oyunları ve hileleri boşa çıktı. Nihayet Peygamber (s.a), Hz. Osman'ı Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş liderlerine harb etmek için gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kabe'yi tavaf edip kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar ve Hz. Osman'ı Mekke'de alıkoydular. Bu sırada Hz. Osman'ın katledildiği haberi yayıldı. Hz. Osman'ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna inanmalarına neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke'ye girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile asla düşünülmemişti. Ama sıra elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a) bütün ashabını topladı ve onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye kadar bir adım geri çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit bir biat olmadığını herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler, yanlarına hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden (Medine'den) 250 mil uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara hücum edebilirdi. Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen birtek kişi bile hariç olmamak üzere bütün kafile Peygamber'in (s.a) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine biat etmek için düşünmeden sıraya girdiler.

Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah yolundaki fedakarlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat, İslâm tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur. Daha sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de barış müzakeresi yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabını istisnasız Mekke'ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan vazgeçmişlerdi.

Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:

1) 10 sene süreyle iki taraf arasında savaş durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette bulunmayacak.

2) Bu süre içinde Kureyş'ten biri kendi hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed'in yanına gelirse, o kişi Mekke'ye geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş'e dönerse onlar onu iade etmeyecek.

3) Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.

4) Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene Umre için üç gün Mekke'de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka hiçbir aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya meydan vermemek için Mekke'yi üç gün süreyle terkedecekler. Ama müslümanlar geri dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin verilmeyecektir.

Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şartları hangi niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak görüşlü bir kimse bile: "Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda ben de bu duygudan kurtulamadım." diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde Hz. Ebu Bekir'e gitti ve: "Peygamber Allah'ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" diye sordu.

O da cevap olarak: "Ey Ömer! O Allah'ın Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir" dedi. Fakat Hz. Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber'e (s.a) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a) Hz. Ebu Bekir'in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e karşı söylediği sözlere çok pişman oldu, nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teala'dan kendisini bağışlamasını istedi.

Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak herkes, adaletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke'den kaçarak gelenleri biz geri vereceksek Medine'den kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler? diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden uzaklaştırmıştır, ama onlardan kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu gösterecektir."

Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise, 4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar önünde başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz manasına gelir diyorlardı. Ayrıca gönüllerde huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de "Hz. Peygamber (s.a) rüyasında Mekke'de tavaf ettiğimizi görmüştü, halbuki biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz" fikriydi.

Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine halka şu ince noktayı anlattı: "Rüyada açıkca bu sene tavaf yapılacağı belirtilmemiştir, barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf yapılacak" Bunun üzerine anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş temsilcisi Suheyl b. Amr'ın oğlu Ebu Cendel'in tam barış anlaşmasının maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebu Cendel müslüman olmuştu, Mekke kafirleri de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak kaçıp Peygamber'in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence izleri vardı. O bu halde Peygamber'den kendisini bu zülumden kurtarmasını istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i Kiram'ı zaptetmek zorlaştı. Süheyl b. Amr: "Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim aramızdaki şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) onun bu isteğini kabul etti. Ebu Cendel'i zalimlere geri verdi.

Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Ashaba: "Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz, ihramlarınızı çıkarınız," dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz. Peygamber (s.a) bu emri üç defa tekrarladı.

Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek göstermiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün peygamberliği süresince, ashabına emir verdiği halde onların bu emri yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz. Peygamber (s.a) çok üzüldü, çadırına dönerek mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye ne kadar üzüldüğünü söyledi. O da: "Siz sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip edecektir, yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini anlayacaklardır", diyerek görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber (s.a)'in yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler, saçlarını traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu.

Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması'nı kendilerinin yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine'ye doğru geri dönerken Dacnan denen yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sure nazil olmuştur. Bu sure müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sure nazil olduktan sonra Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: "Bugün bana dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha kıymetli birşey nazil olmuştur." Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer'i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten daha çok üzüntülüydü.

Allah Teala'nın bu buyruğunu işitince müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker teker ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı. Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1) Bu barış antlaşmasıyla Arabistan'da İslami bir idarenin varlığı tam olarak ilk defa kabul edilmiş oluyordu. Bu olaya kadar Arablar, Hz. Peygamber'e (s.a) ve Ashabına, Kureyş ve Arab kabilelerine karşı isyan etmiş bir zümre olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla müslümanları kanun dışı (illegal) kabul ediyorlardı. Artık Kureyş'in kendisi Peygamber (s.a) ile antlaşma yaparak İslam idaresinin sınırları içinde, Hz. Peygamber'in (s.a) iktidarını kabul ediyor ve Arab kabileleri içinde bu iki siyasi güçten istedikleri biriyle, çekinmeden dostluk kurma kapısı açılmış oluyordu.

2) Müslümanların Kabe'yi ziyaret etme hakkını kabul etmekle Kureyş, kendiliğinden şimdiye kadar iddia ettikleri gibi İslam'ın bir dinsizlik değil, bilakis Arablar için de mevcut dinlerden biri olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Diğer Arablar gibi bu dinde olanlar da Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirme hakkına sahip oluyorlardı. Bu anlaşma sayesinde, Kureyş'in propagandası yüzünden Arabların gönlünde İslam aleyhinde yerleşmiş olan nefret azalmıştır.

3) On sene müddetle savaşın durdurulmasının karar altına alınmasından dolayı müslümanların güvenliği sağlanmış ve bütün Arabistan'ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslam'ı yaymışlardır. Hudeybiye sulhundan önceki 19 yıllık süre içerisinde müslüman olanların sayısı kadar insan, bundan sonraki iki sene içerisinde müslüman olmuştur. Hatta iki yıl sonra Mekke'lilerin anlaşmayı bozması üzerine Hz. Peygamber (s.a) Mekke'yi fethetmek için yola çıktığı zaman beraberinde 10.000 kişilik bir ordu vardı.

4) Kureyş tarafından savaşın durdurulmasından sonra Hz. Peygamber (s.a) kendi bölgesi içinde İslam Devleti'ni sağlam bir şekilde oturtmak ve İslam kanunlarını tam olarak uygulayarak İslam toplumunu üstün bir medeniyet ve ahlak örneği yapma fırsatı bulmuştur. Bu öyle büyük bir nimettir ki; Allah Te'ala bununla ilgili olarak Maide Suresi'nin 3. ayetinde şöyle buyuruyor: "Bugün ben dininizi sizin için kemale erdirdim ve nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için İslam'ı din olarak seçip beğendim. (Daha geniş bilgi için bkz. Maide, giriş bölümü ve an: 15)

5) Kureyş'le anlaşma yapılarak güney sınırlarının emniyete alınmasıyla müslümanlar Kuzey ve Orta Arabistan'ın bütün muhtelif güçlerini kolaylıkla yenmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanması üzerinden henüz 3 ay geçmişti ki yahudilerin en büyük yerleşim merkezi Hayber fethedildi. Daha sonra Fedek, Vadi-el Kura, Teyma ve Tebük'ün yahudi köyleri İslam idaresi altına girdi. Bundan sonra, Orta Arabistan'ın yahudi ve Kureyşlilerle gizli ilişkiler kuran bütün kabileleri de Hz. Peygamber'in (s.a) emrine girmişlerdir. Böylece Hudeybiye barışı iki sene içerisinde Arabistan'da güç dengesini öyle değiştirmiştir ki, Kureyş ve müşriklerin gücü altedilmiş ve İslam'ın galibiyeti kesinleşmiştir. Görüldüğü üzere bu barışı müslümanlar kendileri için bir başarısızlık, Kureyş de bir başarı olarak telakki etmekteyken, müslümanlara nasip olan hayırlar böylesine çoktu.

Bu anlaşma şartları içinde müslümanlara en ağır gelen şey: Mekke'den kaçarak Medine'ye gelenlerin iade edilmesi, buna karşılık Medine'den kaçıp Mekke'ye gidenlerin iade edilmemesini öngören madde idi. Fakat çok az bir zaman geçmişti ki bu madde de Kureyş'in aleyhine çalışmaya başladı.

Hz. Peygamber'in (s.a) uzak görüşüyle anlaşmanın yararlı sonuçlarını görerek anlaşmayı imzalamasının uygunluğu bu tecrübeler sonunda iyice anlaşıldı.

Anlaşmanın yapılmasından birkaç gün sonra, Ebu Basir isimli bir müslüman Kureyş'in elinden kurtulup Medine'ye ulaştı. Kureyş onun geri gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a) anlaşma gereği, onu geri verdi. Fakat Ebu Basir Mekke'ye götürülürken Kureyş heyetinin elinden kurtulup kaçtı ve Kızıl Deniz sahilinde Kureyş'in ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde yerleşti. Bu olaydan sonra Kureyş'in elinden kurtulan her müslüman kaçarak Medine'ye gitmiyor, bunun yerine Ebu Basir'in yanına gidiyordu. Nihayet sayıları 70'i buldu. Ve bunlar Kureyş kervanlarına saldırarak nefes aldırmaz ettiler. Sonunda Kureyşliler kendiliğinden (Medine'ye) Peygamber'e (s.a) gelerek bu adamları Medine'ye çağırmasını rica ettiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması'nın o şartı hükmen düşmüş oldu.

Bu tarihi olaylar dizisi göz önüne alınarak bu sure okunursa daha rahat anlaşılması mümkün olur.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik.1

2 Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın,2 üzerindeki nimetini tamamlasın 3ve seni dosdoğru bir yola yöneltip-iletsin.4

3 Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle yardım etsin.5

4 Mü'minlerin kalplerine sükünet indirdi6 ki imanlarına iman katsınlar.7 Göklerin ve yerin orduları O'nundur. O Allah her şeyi bilendir. Ve hikmet sahibidir.8

AÇIKLAMA

1. Hudeybiye barışından sonra Allah tarafından zafer müjdesi bildirilince, müslümanlar bu barışın nasıl bir fetih (zafer) olabileceği konusunda hayrete düşmüşlerdi. İmanlarından dolayı Allah Teala'nın buyruğuna inanmalarına rağmen, onun bir fetih olması fikri kimsenin idrakine sığmıyordu.

Hz. Ömer (r.a) bu ayeti dinleyince şöyle sordu: "Ey Allah'ın elçisi! Bu bir zafer midir?" Hz. Peygamber de (s.a) "Evet" dedi. (İbn Cerir.)

Başka bir Sahabi gelerek o da aynı soruyu sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Muhammed'in varlığı elinde olan Allah'a yemin olsun ki, şüphesiz bu bir fetihtir." (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud)

Medine'ye ulaştıktan sonra bir başka Sahabi de arkadaşlarına: "Bu nasıl bir fetihtir? Kabe'yi ziyaret etmemiz yasaklandı; kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah'ın Rasulü Hudeybiye'de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebu Cendel ve Ebu Basir) zalimlerin eline terk edildi." diye serzenişte bulundu. Bu sözler Peygamber'e (s.a) ulaşınca şöyle buyurdu: "Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu, gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar ilerlediniz, onlar da gelecek yıl Umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden istediler. Halbuki onların kalplerinin size karşı ne kadar kinle dolu olduğunu biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lutfetmiştir. Siz Uhud Savaşı'ndan kaçarken ben de arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu? Hendek Savaşı'nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya geçtiği günü unuttunuz mu?" (Beyhaki-Urve b. Zübeyr'in rivayetiyle)

Fakat uzun zaman geçmeden bu barışın bir fetih ve zafer olduğu tamamen açığa çıktı. Herkes açıkça anladı ki, gerçekten Hudeybiye Anlaşması'yla İslam fethi de başlamıştır.

Hz. Abdullah ibn Mes'ud, Hz. Cabir ibn Abdullah ve Hz. Bera b. Azib'ten ayrı ayrı fakat aşağı yukarı aynı manadaki şu sözler rivayet edilmiştir: "İnsanlar, Mekke'nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz" (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir)

2. Bu ayetin nazil olduğu yer-durum göz önüne alınırsa, açıkca anlaşılmaktadır ki burada zikri geçen bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Hz. Peygamber (s.a) önderliğinde İslam'ın yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hatta insan aklı, bu samimi gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da acizdir. Ama Allah Teala nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu.

Allah Teala'nın buyruğunda şu denmek istenmektedir: "Eğer siz bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihadınıza devam etseydiniz, müşrik Arabları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfumuzla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Bu zaferi kendi gayretinizle başaramazdınız.

Burada şu nokta iyice anlaşılmalıdır: Herhangi bir gaye uğruna bir topluluk bir çaba gösteriyorsa, bu çabanın eksiklikleri, kusurları, hataları, o topluluğun liderine yönelir. Bu kusurlar ve hatalar, liderin şahsi hatalarıdır anlamına gelmez. Aslında bu hatalar bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizatihi o topluluğun hareketlerinin sonucudur. Ama sorumluluk liderde olduğu için suçlamalar lidere yöneltilir ve "Davranışlarında şu kusurlar var" denir.

Nitekim söz Peygamber'edir (s.a) ve "Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır", diye buyurulmuştur. Bu bakımdan bu genel ifadeden şu mana da çıkar: Allah nezdinde masum Peygamber'in (s.a) bütün sürçmeleri -onun yüksek makam ve mevkiinden dolayı sürçme denir- bağışlanmıştır. Daha sonra Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a) ibadet yaparken ağır meşakkatlere ve tahammülü güç uzun süreli ibadetlere katlandığını gördüklerinde: "Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedilmiştir. O halde kendi canınıza bu kadar eziyeti niçin yüklüyorsunuz?" demişlerdi ve Peygamber (s.a) cevap olarak: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap vermişti. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud)

3. Nimetin tamamlanmasından maksat; müslümanların kendi yurtlarında her tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslam medeniyeti, ahlakı ve İslam kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için hür ve serbest olmaları ve onların, Allah'ın dinini, Kelime-i Tevhid'i yükseltebilmeleri için güçlü olmalarıdır. Allah'a kulluk yolunda bir engel ve Kelime-i Tevhid'i yayma gayretine karşı bir zorluk olan küfr ve fasıklığın üstün gelmesi, Kur'an-ı Kerim'in "fitne" diye isimlendirdiği olay müslümanlar için büyük bir musibettir. Müslümanların bu fitneden kurtularak Allah'ın dininin eksiksiz olarak yaşanıp tatbik edildiği bir İslam beldesine (Dar-ül İslam'a) sahip olmaları, bununla birlikte Allah'ın arzında küfr ve fasıklık yerine iman ve takvanın yerleşebileceği fırsat ve vasıtaların ellerine geçmesi, Allah'ın nimetinin onlar üzerine tamamlanması anlamına gelir.

Bu nimetin müslümanlara Allah'ın Rasulü yüzü suyu hürmetine verilmesine işaret olarak, Allah, Peygamber'e (s.a) "Biz sana nimetimizi tamamlamak istedik, bundan dolayı da bu fethi lutfettik" buyurmuştur.

4. Burada, Peygamber'e (s.a) doğru yolu göstermekten maksat, fetih ve zafer yolunu göstermektir. Diğer bir ifade ile Allah Teala Hudeybiye'de bu barış anlaşmasını yaptırarak, İslam'ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlub edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.

5. Diğer bir tercüme de şu olabilir: "Sana emsalsiz bir yardım (zafer) lutfetti (bahşetti)". Burada "Nasran Azizen" ifadesi kullanılmıştır. "Aziz", çok güçlü ve benzersiz anlamına gelir. Ayrıca emsalsiz ve nadir anlamlarında da kullanılır. İlk anlamına bağlı olarak bu ifadeden kastedilen anlam şudur: Allah size bu barış sebebiyle düşmanlarınızı aciz bırakacak bir yardım yapmıştır. Kelimenin ikinci anlamı gözönüne alındığında kastedilmek istenen şu olabilir: "Çok nadir de olsa bazen birine yardım etmek için öyle ilginç bir yol seçilir ki, insanlara görünüşte sadece mağlup sayılan bir barış antlaşması gibi geldiği halde gerçekte kesin bir zaferin ve fethin başlangıcı olabilir.

6. "Sekinet" Arapça'da sakinlik, gönül huzuru, itminan ve kalb huzuru anlamına gelir. Bu ayette Allah, mü'minlerin kalbine sekineti, kalb huzurunu indirmesini, Hudeybiye'de müslümanlara nasip ettiği o fethin sonuçlarından biri olarak zikretmektedir.

O günkü durumlara birazcık dikkat edilirse bunun nasıl bir sakinlik ve kalb huzuru olduğu ve bu huzurun da nasıl bu fethin sonucu olduğu iyice anlaşılacaktır.

Hz. Peygamber (s.a), Umre için Mekke-i Muazzama'ya gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünselerdi veya daha yolda iken Kureyşlilerin zorlu bir savaşa hazır olduklarını öğrenip bundan dolayı içlerine bir korku düşse idi, şüphesiz Hudeybiye'de ortaya çıkan sonuçlar asla olmayacaktı.

Hudeybiye'de kafirler müslümanları yollarına devam etmekten alıkoyduğunda, gizli baskınlar ve saldırılar yaparak müslümanları tahrik etmeye çalıştıklarında Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi geldiğinde ve Ebu Cendel perişan haliyle müslümanların gözleri önüne dikildiğinde müslümanlar tahrike kapılarak Hz. Peygamber'in (s.a) kurduğu disiplini ve düzeni bozsalardı, bu olaylar herşeyi berbat etmeye yetecekti.

Dahası, Hz. Peygamber (s.a) barış antlaşmasını müslümanların hiç beğenmedikleri şartlara rağmen yaparken müslümanlar Peygamber'e (s.a) itaatsizlik yapsalardı, Hudeybiye'nin büyük zaferi büyük bir hezimete dönüşecekti.

Allah'ın büyük bir lutfu olarak o nazik zamanda müslümanların kalblerine, yüce Peygamber'in önderliği, Hak dine bağlılıkları ve temsilcilerinin doğru yolda olduğu hususunda, huzur ve sükunet (mutmain olma) verilmişti. Böylece onlar kalb huzuru ve sükunet içinde Allah yolunda meydana gelebilecek herşeye sabredeceklerine karar verdiler. Bunun sonucu olarak da korku, endişe, tahrik, ümitsizlik gibi her türlü olumsuzluktan korunmuş oldular. Kamplarında tam bir disiplin ve düzen hüküm sürdü. Yine o sükunet ve kalb huzuru sayesinde müslümanlar, barış şartlarından dolayı çok üzgün olmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (s.a) kararına boyun eğdiler ve Umre yapmak için çıkılan bu tehlikeli yolculuk bir zaferin sebebi oldu.

7. Yani, bu olay sırasında karşılaştıkları zorluklar karşısında gösterdikleri samimiyet, takva ve itaatteki sebatları sebebiyle, onlarda mevcut bulunan imana ek bir iman onlara nasip oldu. Bu ayet de imanın durgun ve donuk olmadığını, bilakis onda yükselme ve alçalma olabileceğini belirten ayetler dizisindendir. İslam'ı kabul ettikten sonra müslüman, hayatında adım başına birçok olaylarla karşılaşır. Bu olaylar o insanın Allah'ın dini üzerine yaşarken, canını, malını, duygularını, isteklerini, vakitlerini, huzur ve menfaatlerini feda etmeye hazır olup olmadığını ölçen birer imtihan niteliğindedir.

Bu imtihanlarda mü'min fedakarlık yolunu seçerse imanında yükselme ve yücelme olur. Ve eğer fedakarlıktan yüz çevirirse imanı donar kalır. Hatta başlangıçtaki imanı bile tehlikeye girer. Halbuki o imanı sayesinde İslam'a girmişti. (Bkz. Enfal an: 2, Ahzab an: 38)

8. Anlatılmak istenen şudur: "Allah katında öyle bir ordu vardır ki isterse Allah, onunla kafirleri birden yok eder. Fakat hikmetine binaen bu işi mü'minlerin omuzuna yükledi. Böylece gerçek mü'minler, kafirlere karşı mücadele edecekler, didinecekler, savaşarak Allah'ın dinini yüceltecekler, Kelime-i Tevhid'i yayacaklar, bunun karşılığında da yüksek derecelere ve ahirette mükafatlara nail olacaklardır." Nitekim daha sonraki ayette bu durum bildirilmektedir.

5 (Bütün bunlar,) Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları,9 içinde ebedi kalıcılar olmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların kötülüklerini örtüp-bağışlaması içindir.10 İşte bu, Allah katında 'büyük kurtuluş ve mutluluktur.

6 Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunmakta olan münafık11 erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin.12 Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.

7 Göklerin ve yerin orduları, Allah'ındır. Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.13

8 Şüphesiz, biz seni bir şahid,14 bir müjde verici ve bir uyarıcı-korkutucu15 olarak gönderdik.

AÇIKLAMA

9. Kur'an-ı Kerim'de iman edenlerin mükafatı genel olarak anlatılır. Kadın, erkek ayrı ayrı açıklanarak mükafat verileceği belirtilmez. Fakat burada, tek başına zikredilmesi halinde mükafaatın sadece erkeklere verileceği zannedilir diye Allah (c.c), mü'min kadınlar hakkında mü'min erkeklerle beraber bu ecir ve sevaba ortak olacaklarına açıklık getirmiştir.

Bunun sebebi açıktır; kocalarını, oğullarını, kardeşlerini, babalarını, bu tehlikeli yolculuktan alıkoyma ve gözyaşları döküp feryatlar ederek onların cesaretlerini kırma yerine, cesaretlerini yükselten, onların arkasından evlerinin, mallarının, namuslarının, çocuklarının muhafızı olarak gözlerini geride bıraktırmayan, 1400 sahabenin bir anda sefere katılıp gitmesini fırsat bilerek etraftaki kafir kabilelerin şehre hücum etmesini düşünüp de feryat ve figan etmeyen mü'min kadınlar, evlerinde oturmalarına rağmen, cihad mükafaatında elbette mü'min erkeklerle beraber olmalıdırlar.

10.İnsan olmalarından dolayı beşeri zayıflıklar sebebiyle yaptıkları bir takım kusurları, hataları affettiği, onları cennete sokmadan önce o günahlara ait bütün izleri silecek. Yani onlar utanmasınlar diye alınlarında günahların eseri ve izi olmadan cennete gireceklerdir.

11. Daha sonraki ayette belirtildiği gibi, Medine civarındaki münafıklar bu olayda Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabenin sağ-salim geri dönmeyeceklerini zannediyorlardı. Mekkeli müşrikler ve aynı tutumda olan kafirler de Peygamber'i (s.a) ve Ashabı Umre yapmaktan alıkoymakla onları küçük düşürdüklerine inanıyorlardı.

Aslında bu iki zümrenin de düşüncelerinin altında yatan kötü zanları; Allah'ın Peygamber'e (s.a) yardım etmeyeceği ve hakk ile batıl savaşında, hakkın batıla mağlup olacağı şeklinde idi.

12. Yani, onlar kurtulmak istedikleri kötü sonucun, kurtulmak için aldıkları tedbirlerin girdabına kapıldılar. Ve tedbirleri kendilerinin o kötü sonuca yaklaşmasına neden oldu.

13. Burada aynı konu başka bir maksat için tekrarlanmıştır. 4. ayette belirtildiği gibi, kafirlere karşı savaşı, Allah'ın meleklerinden kurulu orduya değil de mü'min kişilerden meydana gelen ordu ile yaptırması, onların mükafat elde etmeleri içindir. Burada bu konunun ikinci bir kere tekrarlanmasının sebebi, Allah birine ceza vermek isterse onu mahvetmek için sayısız ordularından istediğini kullanabileceğini, hiç kimsenin kendi tedbirleri ile bundan kurtulamayacağını vurgulamak istemesidir.

14. Şah Veliyullah Dihlevi, "Şahid" kelimesini "Hakkı açıklayan" şeklinde tercüme etmiştir. Diğer bazı tercümelerde "Şahitlik yapan" şeklindedir. Şahidlik kelimesi iki manayı da içine alıyor. (Daha fazla bilgi için bkz. Ahzab an: 82)

15. Geniş bilgi için bkz. Ahzab an: 83.

9 Ki Allah'a ve Resulüne iman etmeniz, onu savunup-desteklemeniz, onu en içten bir saygıyla-yüceltmeniz ve sabah-akşam O'nu (Allah'ı) tesbih etmeniz için.16

10 Şüphesiz, sana biat edenler,17 ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. 18Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse,19 artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.

AÇIKLAMA

16. Bazı müfessirler "Tuazziru" ve "Tuvekkiru" kelimelerinin zamirleri Peygamber'e ve "Tusebbihu" kelimesinin zamiri ise Allah'a gider demişlerdir. Yani onlara göre ayetin manası, "Siz Peygamber'e tabi olun, ona tazim ve saygı gösterin ve Allah'ı sabah-akşam tesbih edin" şeklindedir. Ama hiç bir sebeb ve ilgi yokken aynı yerdeki zamirleri ayrı ayrı yerlere göndermek doğru olmaz zannederim. Nitekim diğer bir grup tefsirci bütün zamirleri Allah'a göndermektedir. Onlara göre ayetin manası: "Siz Allah'a tabi olun, ona ta'zim ve saygı gösterin, onu sabah-akşam tesbih edin" şeklinde olmalıdır.

"Sabah-Akşam" ifadesinden kasıt, sadece sabah ve akşam vakitleri değil her vakit anlamına gelmektedir. Bazen biz "Bu işin şöhreti doğuyu-batıyı tuttu" deriz. Bu sadece doğunun ve batının insanları bunu biliyor demek değildir, bilakis bunun namı, sanı bütün dünyayı tuttu demektir. Yukarıdaki ifade de buna benzer bir anlam taşıyor.

17. Hz. Osman'ın Mekke'de şehid edildiği haberi geldiği sırada Hudeybiye'de Peygamber'in (s.a) Sahabe-i Kiram'dan aldığı biata işaret edilmektedir. Bazı rivayetlere göre bu biat ölüm üzerine verilmişti. Diğer bazı rivayetlere göre ise, savaş meydanından kaçılmayacağına dair söz verilmişti. İlk şekil Hz. Seleme b. Ekva tarafından rivayet edilmiştir. İkincisi ise ibn Ömer, Cabir b. Abdillah ve Muakkil b. Yesar'dan rivayet edilmiştir. İki rivayet de aynı sonucu ihtiva ediyor. Sahabe-i Kiram, Hz. Osman'ın şehid edildiği haberini duyunca: "Eğer bu doğruysa hepimiz burada başımız kesilerek öldürülecek olsak bile Kureyş'den intikam alacağız" diye Hz. Peygamber'in (s.a) eli üzerine biat etmişlerdi. Henüz Hz. Osman'ın şehid olup olmadığı kesin olarak bilinmediği için, Hz. Peygamber (s.a) bir elini Hz. Osman adına, diğer elini de kendi adına kullanarak birbiri üzerine koyarak biat yapmıştı. Bu hareketiyle de mübarek elini Hz. Osman'ın eli yerine kullanarak onu bu biata ortak kılmakla Hz. Osman'a büyük bir şeref payesi vermişti. Hz. Peygamber'in (s.a) onun adına biat yapması, eğer Hz. Osman o anda orada olsaydı mutlaka biat edeceğine tamamen inandığı anlamına gelir.

18. Halkın üzerine biat ettiği el, Peygamber'in (s.a) şahsını ifade eden el değil, Allah'ın elçisine ait bir el idi. Bu biat, Peygamber (s.a) aracılığı ile bizzat Allah'a yapılan bir biattı.

19. Burada çok hoş, ince manalı bir ifade dikkati çekiyor. Arapça'nın genel kuralı sebebiyle buradaki metni "Ahede aleyhillah" okumak gerekir. Fakat bu genel kaideden saparak burada "aleyhullah" okunmaktadır. Meşhur büyük alim Alusî bu istisnayı harekelemeyi iki sebebe dayandırmaktadır.

Birincisi; bu özel yerde O yüce zatın büyüklüğü ve şanının üstünlüğünün açıklanması kastedilmiştir ki, onunla bu ahitleşme icra edilmişti. Bu bakımdan burada "aleyhi yerine "aleyhu" daha uygundur.

İkincisi ise; "aleyhi" kelimesindeki "hi" aslında "hu"nun yerini tutmaktadır. Asıl harekesi de esre değil ötre'dir. Bundan dolayı burada onun asıl harekesini yerinde bırakmak ahde vefanın konusu ile ilgisini daha da artırmaktadır.

11 Bedevilerden geride bırakılanlar,20 sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar.21 De ki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır."22

12 Hayır, siz peygamberin ve mü'minlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, sizin kalplerinizde çekici kılındı 23ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim24 oldunuz.

13 Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse, (bilsin ki) gerçekten biz, kâfirler için çılgınca yanan bir ateş hazırlamışızdır.25

AÇIKLAMA

20. Burada, Peygamber'in (s.a) Umre için sefere katılmaları çağrısı kendilerine ulaştığında, iman etmelerine rağmen canlarını daha üstün tutup davete uymayarak evlerinden çıkmayan Medine civarındaki insanlar kastedilmektedir. Rivayetlere göre bunlar Eslem, Müzelne, Cüheyne, Gifar, Esca, Dil ve diğer kabile halklarıdır.

21. Bu ifadenin iki anlamı vardır: 1) Bu insanların siz Medine'ye ulaştığınızda ileri sürecekleri özür tamamen yalandan ibaret olacaktır. Halbuki niçin evlerinde kalıp sefere katılmadıklarını kendileri çok iyi biliyor. 2) Onların Allah Rasulü'nden bağışlanma istemeleri göstermeliktir, sadece dilleriyle söylerler bunu, aslında onlar bu hareketlerinden dolayı ne pişman olmuşlar ne Peygamber'e tabi olmadıklarından dolayı günah işlediklerinin farkındadırlar, ne de kalplerinde gerçekten bağışlanma arzusu vardır. Akıllarınca onlar bu tehlikeli sefere gitmeyerek çok akıllı hareket ettiklerini zannetmektedirler. Eğer onlar hakikaten Allah'ı ve mağfiretini gözönünde tutup sakınsalardı evlerine çekilip seferden uzak kalmazlardı.

22. Yani Allah (c.c) hüküm ve kararını sizin amellerinizin gerçek yönünü ve hakiki mahiyetini bilmesine göre verecektir. Eğer ameliniz cezayı gerektiriyorsa, ben sizin bağışlanmanız için dua etsem bile benim bu duam sizi Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Ve eğer ameliniz ceza ve azabı gerektirmiyorsa hakkınızda bağışlanmanız için dua etmesem bile hiçbir azab ulaşmayacaktır. Tercih bana değil, sadece Allah'a aittir. Hiç kimsenin sözleri O'nu aldatamaz, bu bakımdan sizin sözlerinizi görünüşe bakıp da doğru kabul etsem ve buna göre hakkınızda bağışlanmayı, mağfiretinizi dilesem bile bunun hiçbir faydası yoktur.

23. Yani, siz, Hz. Peygamber (s.a) ve iman etmiş arkadaşlarının karşı karşıya gelmek üzere gittikleri o büyük tehlikeden kendinizi kurtardığınızı zannederek çok sevinmiştiniz. Bu, sizin gözünüzde çok akıllıca bir davranıştı. Ve siz peygamber ve mü'minlerin böyle zor bir seferden kurtulup geri dönmeyeceğine sevinirken utanmadınız. İman ettiğinizi ileri sürdüğünüz halde bile bundan üzüntü duymadınız. Aksine kendinizi Peygamber ile birlikte bu tehlikeye atmadığınızdan dolayı çok sevinmiştiniz.

24. "Küntüm kavmen bura"; "Bura" kelimesi "Bair"in çoğuludur. Bair'in ise iki manası vardır. 1) Bozguncu, içinde fesat olan, hiçbir hayırlı işe yaramayan, hayırsız adam. 2) Mahvolan, sonu kötü, felaket yolunda giden.

25. Burada Allah, kendisi ve dini konusunda samimi olmayanları ve imtihan vakti geldiğinde din uğruna canını, malını, menfaatlerini tehlikeye atmaktan çekinenleri açık bir ifadeyle imandan uzak kafirler olarak nitelemiştir. Halbuki bu, dünyada hiçbir şahıs ve zümre hakkında İslam dışıdır veya İslam'dan çıkmıştır şeklinde bir karara yol açabilecek cinste bir küfür değildir. Fakat o ahirette mü'min olarak kabul edilmelerini imkansız kılan bir küfürdür. Bunun delili de şudur: Hz. Peygamber (s.a), hakkında bu ayetin nazil olduğu insanlarla İslam dışı olmuşlardır dememiştir. Ne de onlara kafirlere yapılan muamele yapılmıştır.

14 Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dilediğine mağfiret eder, dilediğini azablandırır. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.26

15 Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim."27 Onlar, Allah'ın kelâmını değiştirmek istiyorlar.28 De ki: "Siz, kesin olarak bizim izimizden gelmezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurdu."29 Bunun üzerine: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayanlardır.

AÇIKLAMA

26. Yukarıdaki ağır suçlamadan sonra Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunun zikredilmesinde latif bir kinaye vardır. Bu ilahi buyruktan şu kastedilmektedir: Eğer samimi olmayan, ihlassız tutumunuzu terkedip samimiyet ve dürüstlük yolunu seçerseniz, Allah'ın sizi bağışlayan ve size merhamet eden olduğunu göreceksiniz. O, sizin geçmiş günahlarınızı affedecek ve gelecekte de ihlas ve samimiyetinize uygun olarak size muamele edecektir.

27. Yani çok yakında o vakit gelecek. Bugün tehlikeli bir yolculukta seninle gitmeye cesaret edemeyenler, senin pekçok ganimet malları ele geçirdiğini, kolaylıkla zafere doğru gittiğini gördüklerinde, kendiliklerinden bizi de beraberinde götür diye koşarak gelecekler. Bu olay Hudeybiye barışından üç ay sonra Hz. Peygamber (s.a) Hayber'i kuşatıp kolaylıkla fethettiği zaman meydana gelmişti.

İşte o zaman herkes Kureyş'le yapılan bu barış antlaşmasından sonra sadece Hayber değil, Teyma, Fedek, Va'di el-Kura' ve Kuzey Hicaz'ın diğer yahudileri bile müslümanların karşısına çıkılamayacağını ve bütün bu yerlerin olgun bir meyve gibi İslam idaresinin kucağına düşeceğini açıkca görebiliyordu.

Bu bakımdan Allah Hz. Peygamber'e bu ayetlerle Medine civarının bu menfaatperest insanlarının bu çeşit kolay zaferlerin meydana geldiğini gördükçe, "Onlara biz de katılalım" diye Peygamber'in yanına koşarak gelip dikileceklerini ön bir haber olarak vermişti. Ama Ey Peygamber! Sen onlara açıkça "Bu fetihlere katılmanıza asla izin verilmeyecek, bu ancak tehlikeler karşısında başlarını ortaya koyup ileri atılan yiğit insanların hakkıdır" diye cevap ver.

28.Allah'ın emrinden maksat: Hayber seferine Peygamber (s.a) ile birlikte sadece Hudeybiye seferinde onun yanında olup Rıdvan biatına katılanlara izin verileceğini belirten ilahi emirdir. Allah Hayber'in ganimet mallarını onlara mahsus kılmıştı. Nitekim 18. ayette de bu açıkça belirtilmiştir.

29. "Allah daha önceden böyle buyurmuştur", ifadesini, bu ayetin gelmesinden önce bu konuya ait herhangi bir hüküm ve karar gelmiş olmalıdır ve burada işte ona işaret edilmiştir, şeklinde tefsir edenlerin düşüncesi yanlış bir anlamanın sonucudur. Bu surede bu konuya ait bu ayetten önce hiç bir hüküm bulunmadığı için de, Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bunu aramaya kalkışmışlardır. Hatta Tevbe Suresi'nin 84. ayetinin bu aradıkları ayet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat gerçekte o ayet buna uygun düşmemektedir. Bu ayet Tebuk Savaşı sırasında nazil olmuştur, bu savaş ise Fetih Suresi'nin indirildiği dönemden 3 sene sonradır.

Konunun aslı şudur: Bu ayetin işareti yine bizzat bu surenin 18 -19. ayetlerine yönelik olmalıdır. Ve "Allah önceden emir buyurmuştur." ifadesinden kasıt bu ayetten önce buyurmuş olması değil, bilakis muhallefin (harbe katılmayıp geri kalanlar) ile yapılan bu konuşmadan önce buyurmuş olmasıdır. Muhallefinle yapılan bu konuşma -ki onunla ilgili olarak burada Hz. Peygamber (s.a) önceden ikaz edilmiştir- Hayber'in fethine gidildiği sırada yapılmıştı ve tümüyle bu sure, içinde 18-19. ayetler de dahil olmak üzere Hayber'in fethinden 3 ay önce Hudeybiye'den dönerken yolda nazil olmuştur.

İfadelerin sırasını dikkatlice incelerseniz göreceksiniz ki burada Allah Hz. Peygamber'e, Medine'ye geri döndüklerinde savaşa katılmayıp geride kalanların gelerek özür dileyip mazeretler sıralamalarına karşı vereceği cevabı önceden kendisine bildiriyor. Ve Hayber'in fethine gidileceği sırada da onların savaşa katılma arzularına vereceği cevabın da bu olması gerektiğini tembihliyor.

16 Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: "Siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız; onlarla (ya) savaşırsınız ya da (onlar) müslüman olurlar.30 Bu durumda eğer itaat ederseniz, Allah, size güzel bir ecir verir; eğer bundan önce sırt çevirdiğiniz gibi (yine) sırt çevirirseniz, sizi acı bir azab ile azablandırır."

17 Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur.31 Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acıklı bir azab ile azablandırır.

18 Andolsun, Allah, sana o ağacın altında 32 biat ederlerken mü'minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine 'güven duygusu ve huzur' indirmiştir33 ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılığı) olarak vermiştir;

19 Ve alacakları birçok ganimetleri de.34 Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

30. Burada "ev yuslimune" lafzından iki mana kastediliyor: 1) Onlar İslam'ı kabul etsinler, 2) Onlar İslam idaresine itaati kabul etsinler.

31. Cihada geçerli bir özrü dolayısıyla katılamayanlar, bundan dolayı sorumlu tutulamazlar. Ama güçlü, kuvvetli, sapasağlam insanlar birtakım bahaneler uydurarak yerlerinden kıpırdamazlar, cihada katılmazlarsa, Allah ve dini konusunda samimi kabul edilemezler. Ve onlara İslam toplum düzeni içinde olmanın menfaatlerinden devamlı faaydalanmaları fırsatı verilemez. Ama İslam uğruna can feda etme sırası gelince müslümanlar İslam cemiyeti içinde bu adamların da can ve mallarını korurlar. Burada şunu iyi bilmek gerekir ki şeriat iki cins insanın cihada iştirak etmemesini mazur görmüştür.

1) Bedeni sebebler nedeniyle savaşamayacak durumda olanlar: Mesela, küçük yaştaki çocuklar, kadınlar, deliler, körler, savaşamayacak sakatlıkları (el-ayak) olanlar.

2) Çeşitli makul sebeplerden dolayı cihada katılması imkansız olanlar: Mesela, köleler, savaşmaya hazır oldukları halde silah ve diğer mühimmatı elde edemeyenler veya kısa süre içinde borcunu ödemek mecburiyetinde olup alacaklısının ödeme süresini uzatmadığı kimseler, bakıma muhtaç anne-babası olanlar. Burada şunu da açıklamak gerekir; eğer çocuklarına muhtaç olan anne-baba müslüman ise, evladı onlardan izin almadan cihada katılmamalıdır. Ama eğer kafirlerse onların engellemesinden dolayı hiçbir kişinin cihada katılmaması caiz olmaz.

32. Burada yine Hudeybiye'de Sahabe-i Kiram'dan alınan biattan bahsedilmektedir. Bu biat'a Rıdvan biatı (gönül hoşluğuyla yapılan biat) denilmiştir. Nitekim Allah (c.c) bu ayette bu tehlikeli durumda canlarını feda etmekte zerre kadar tereddüd etmeyen ve Peygamber'in eli üzerine Allah yoluna başkoyduklarını bildiren biatlarını yaparak sapasağlam bir imana sahip olduklarını açıkça ispat eden o insanlardan memnun ve razı olduğunu müjdelemiştir. Müslümanların üzerinde sadece birer kılıç vardı. O zaman sadece 1400 kişiydiler, üzerlerinde savaş kıyafeti değil, ihram bezi vardı. Savaş karargahları Medine'den 250 mil uzaklıktaydı. Eğer bu insanların Allah, Peygamberi ve dini konusundaki samimiyetleri biraz az olsaydı, bu son derece tehlikeli durumda Peygamber'i tek başına bırakırlar ve İslam mücadelesi de artık ebedi olarak sona ermiş olurdu. İçlerindeki iman ve ihlaslarından başka hiçbir güç onları bu biata mecbur edemezdi.

Onların böyle bir durumda Allah'ın dini uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır ve amade olmaları imanlarında ne derece sağlam ve halis olduklarına, Allah Rasulü'ne vefada en üst dereceye ulaşmış olduklarına açık bir delildir. Allah'ın memnuniyetini ve rızasını bildiren bir belge niteliğindeki lütfu bu ayetle verildikten sonra, herhangi biri bunlara öfke duyar veya onlara dil uzatırsa, bu kimselerin karşı çıkışı onlara değil Allah'adır. Bunun üzerine "Allah bu kişilere rızasını gösterdiği sırada samimi idiler, ama daha sonra aynı kişiler Allah ve Rasulü'ne vefasızlık ettiler" diyenler, Allah'a sû-i zan'da bulunmaktadırlar. Allah bu ayeti indirdiği sırada onların geleceğini bilmiyor muydu da sadece o günkü durumlarını görerek bu övgüyü onlara lutfetti. Altında biat yapılan ağaçla ilgili olarak Hz. Nafi Mevya b. Ömer'in şu rivayeti çok yaygınlaşmıştır: "İnsanlar sürekli bu ağacı ziyaret ederek altında namaz kılmaya başlamışlardı. Hz. Ömer bunu duyunca bu insanları azarladı ve o ağacı da kestirdi. (Tabakat-ı Sa'd c. II, s. 100) Fakat buna ters düşen çeşitli rivayetler de vardır. Yine Hz. Nafi'den olmak üzere Tabakat-ı İbn Sa'd'da şöyle bir rivayet vardır: "Biat-ı Rıdvan'dan birkaç sene sonra Sahabe-i Kiram bu ağacı aradılar, fakat o zaman diğer ağaçlardan ayırıp bulamadılar. Hatta bu konuda "O ağaç hangisiydi" diye ihtilafa düştüler." (s. 105)

İkinci rivayet Buhari, Müslim ve Tabakat-ı İbn Sa'd'dan Hz. Said İbn el-Müseyyeb'in rivayetidir. O der ki: "Babam Biat-ı Rıdvan'a katılmıştır. O bana dedi ki "İkinci sene biz kaza Umresi için gittiğimizde o ağacı aradık, fakat yerini unutmuşuz, bir hayli aramamıza rağmen onu bulamadık."

Üçüncü bir rivayet de İbn Cerir'inkidir. O der ki: Hz. Ömer kendi hilafeti sırasında Hudeybiye'den geçerken altında biat yapılan ağaç nerededir diye aradı. Bir kısmı "falan ağaç" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Bırakın, uğraşmaya ne lüzum var" dedi.

33. Burada huzur ve sükunetten maksat; büyük ve yüce bir gaye uğruna telaşsızca, tam bir sükun ve itminan içerisinde kendini tehlikeye atan ve hiçbir korku ve ürkeklik göstermeden sonucu ne olursa olsun bi işi mutlaka yapmalıyım şuuruyla karar verebilen insanın ruh ve kalb halidir.

34. Bu, Hayber fethine ve oradan elde edilecek ganimet mallarına işarettir. Ve bu ayet açıkça Allah'ın lütfu ve bağışı sadece Biat-ı Rıdvan'a katılan insanlara has kıldığını belirtmektedir. Onların dışındakilerin bu fethe ve ganimetlere ortak olmaya hakları olmadığını bildirmiştir. Bu emirle yola çıktığı sırada sadece bu kişileri yanına aldı. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) kabilelere de Hayber'in ganimet malından bir miktar hisse ayırdı. Fakat o hisse ya devlet hazinesine ait 1/5 içindendi veya Biat-ı Rıdvan'a katılan sahabenin rızası alınarak verilmişti. Hiç kimseye bir hak olarak bu maldan verilmemişti.

20 Allah, alacağınız daha birçok ganimetleri de size va'detti,35 bunu size hemencecik verdi36 ve insanların ellerini sizden çekti ki,37 (bu,) mü'minler için bir ayet olsun38 ve sizi dosdoğru bir yola yöneltip-iletsin.39

21 Ve (daha) başka (nice nimetler de, ki,) siz henüz onlara güç yetirmiş değilsiniz; (ama) gerçekten Allah, onları sarıp-kuşatmıştır.40 Allah, her şeye karşı güç yetirendir.

22 Kâfir olanlar, sizinle savaşmış olsalardı, arkalarını dönüp kaçarlardı; sonra, ne bir veli (koruyucu dost), ne de bir yardımcı bulamazlardı.41

23 (Bu,) Allah'ın öteden beri sürüp gitmekte olan sünnetidir.42 Sen Allah'ın sünnetinde kesinlikle hiç bir değişiklik bulamazsın.

24 Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmekte olandır.

AÇIKLAMA

35. Bundan maksat: Hayber'in fethinden sonra müslümanlara nasip olan peşpeşe yapılan diğer fetihlerdir.

36. Bundan Hudeybiye barışı kastedilmektedir. Surenin başında da bu barışa Fetih-i Mübin (apaçık bir zafer) denmiştir.

37. Yani, "Allah, Hudeybiye'de Kureyş kafirlerine sana el kaldırıp seninle savaşma cesaretini vermedi." Halbuki görünüşte onlar her bakımdan çok üstün durumda bulunuyorlardı. Ve savaşta kuvvet üstünlüğü bakımından da ilerideydiler. Bunlara ek olarak şu da kastedilmiş olabilir: Her hangi bir düşman birliği tam o sırada (müslümanların Medine'yi terkedip 250 mil uzaklıktaki Hudeybiye'de bulundukları sırada) Medine'ye hücum etme cesaretini gösteremedi. Halbuki 1400 savaş erinin çekip gitmesinden sonra Medine cephesi çok zayıf kalmıştı. Yahudiler, müşrikler, münafıklar bu durumdan faydalanabilirlerdi.

38. Bir işaret ve ibret olması, Allah ve Peygamber'e (s.a) itaatte, sapmadan sebat gösteren ve Allah'a güvendiğinden dolayı hakkın ve doğrunun yaşatılması için derhal harekete geçen o insanlara Allah'ın yardımını, desteğini lütfetmesiyle ilgilidir.

39. Yani, size daha fazla basiret, feraset ve imanınıza en üstün derece olan yâkîn derecesi nasip olsun. Ve gelecekte de siz Allah ve Rasulü'ne itaatte kaim olun. Allah'a güvenerek hak yolda öncülük yapmaya devam edin. Ve bu tercübeler size Allah'ın dininin ne gibi fedakârlıklar gerektirdiğini gösteren dersler olsun. Müminlerin görevi Allah'a güvenerek hareket etmek ve adım atmak olmalıdır. Benim gücüm ne kadar, batıl tarafın gücü-kuvveti ne kadar gibi lüzumsuz tartışmalara girmemelidir.

40. Kuvvetle muhtemeldir ki bu ayet Mekke'nin fethine işaret etmektedir. Bu görüş Katade'nindir. İbn Cerir de bu görüşü desteklemiştir. Bu ilahi buyruğun maksadını şöyle yorumlayabiliriz: Henüz Mekke elinize geçmedi, fakat Allah onu kuşatmıştır ve Hudeybiye Antlaşması'nın getirdiği fetih ve zaferin sonucunda o da sizin elinize geçecektir.

41. Hudeybiye'de Allah, savaşı, müslümanlar yenilebilir diye durdurmadı. Gelecek ayetlerde açıklanacağı gibi bunun maslahatları ve hikmeti daha başka idi. Eğer bu maslahatlar engel olmasaydı ve Allah orada savaş yapılmasını takdir etseydi şüphesiz ki kafirler bozguna uğrarlar, Mekke de o zaman fetholunurdu.

42. Burada Allah'ın Sünneti ifadesinden kastedilen şudur: Allah'ın Rasulü'yle savaşan kafirleri, Allah rezil ve perişan eder.

25 Ki onlar, küfrettiler, sizi Mescid-i Haram'dan ve durdurulmakta (bekletilmekte) olan hediyeleri (kurbanları), yerlerine varmaktan alıkoydular. 43Eğer kendilerini bilmediğiniz mü'min erkekler ve mü'min kadınları, bilgisizlik dolayısıyla onları darmadağın edip de bu yüzden size 'dayanılmaz bir sıkıntı' dokunmayacak olsaydı (o zaman durum farklı olurdu.) (Durumun böyle olması,) Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (karışık yaşayan mü'minler), seçilip ayrılmış olsalardı, muhakkak içlerinden küfretmekte olanları acıklı bir azab ile azablandırırdık.44

AÇIKLAMA

43. Yani sizlerin Hak Din uğruna başınızı vermeye tam bir ihlas ve feragatle hazır oluşunuzu, neden ve niçin demeden Peygamber'e nasıl itaat ettiğinizi Allah görüyor, kafirlerin aşırılıklarını ve şirretlerini de görüyordu. Bu durumun gerektirdiği davranış, orada tam bu sırada onların başlarının sizin elinizle uçurulması idi. Fakat bununla birlikte ortada bir maslahat vardı. Bundan dolayı Allah sizin elinizi onlara, onların elini de size kaldırtmadı.

44. Allah'ın, Hudeybiye'de savaş fırsatı vermemesinin hikmeti buydu. Bu maslahatın iki yönü vardır. Biri şudur: O zamanlar Mekke-i Mazzama da imanlarını gizleyen -gizlemeyen birçok erkek- kadın müslüman vardı.

Fakat onlar güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişlerdi. Eziyet ve işkenceye maruz kalmışlardı. Böyle bir durumda savaş olsaydı ve müslümanlar kafirleri kovalayarak Mekke'ye girselerdi, kafirlerle birlikte bu müslümanları da tanınmadıklarından dolayı öldürebilirler, durumun farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve üzüntü duyarlardı. Ayrıca müşrik Arablara da "Bu insanlar savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar" deme fırsatı verilmiş olurdu. Bu bakımdan Allah, bu çaresiz müslümanlara merhamet edip ayrıca Sahabe-i Kiramı üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak niyetiyle bu olayda savaşa fırsat vermedi.

Bu maslahatın ikinci yönü de şudur: Allah, Kureyş'in yenilerek Mekke'nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de onun bu arzusu iki sene içerisinde onların her yandan çembere alınması yoluyla çaresiz ve güçsüz hale getirilerek hiç bir eziyete lüzum kalmadan mağlup olmalarına ve daha sonra Kureyş kabilesinin topyekun İslam'ı kabul edip Allah'ın rahmetine nail olmalarına zemin hazırlamak idi. Nitekim Mekke'nin fethi hadisesinde böyle olmuştur. Burada şu fikri tartışma ortaya çıkmaktadır:

Eğer kafirlerle aramızda savaş varsa ve bu kafirlerin elinde bir miktar erkek, kadın, çocuk, ihtiyar müslümanlar olup da bunları önlerine siper yaparak ortaya çıkmışlarsa veya saldırılacak kafir şehirlerinde müslümanlar varsa, hatta bizim yok etmemiz gereken bir savaş aracının bulunduğu bir noktada müslümanlar tutuluyor olsalar, bu durumda biz onlara ateş edip bombardımana tutabilir miyiz? Müctehid ve fakihlerin bu soruya verdikleri cevaplar şunlardır:

İmam Malik der ki; bu durumda ateş edilmemeli, bombardıman yapılmamalıdır. Bu görüşüne de bu ayeti delil getirmektedir. Onun demesi şudur: Allah müslümanları kurtarmak için Hudeybiye'de savaşa mani olmuştur. (Ahkamü'l-Kur'an, İbn el-Arabi) Fakat gerçekte bu zayıf bir delildir. Ayette böyle bir durumda hücum etmenin caiz olmayıp haram olduğunu belirten hiçbir kelime yoktur. Bu ayetten olsa olsa en fazla, böyle bir durumda müslümanları kurtarmak için saldırmaktan kaçınılabileceği anlamı çıkabilir. Fakat bu yola ancak bu kaçınmadan dolayı kafirlerin müslümanları yenme tehlikesi yoksa veya onlara karşı bizim zafer kazanmamızı sağlayacak imkanlar ortadan kalkmışsa cevaz verilebilir.

İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf, İmam Cafer ve İmam Muhammed böyle bir durumda ateş açmak tamamen caizdir, hatta kafirler müslümanların çocuklarını siper yapıp öne dikseler bile onlara ateş açmakta hiçbir sakınca yoktur, demişlerdir. Bu durumda öldürülen müslümanların kanı karşılığında hiçbir keffaret ve diyet müslümanlar üzerine gerekmez. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas, Kitab es-Siyer, İmam Muhammed; Harp Yapanlardan Suyun Kesilmesi Bölümü)

İmam Süfyan Sevrî de bu durumda ateş açılmasını caiz görmektedir. Fakat o der ki, bu durumda öldürülen müslümanların kanı karşılığında diyet yoktur ancak elbette ki müslümanlar üzerine keffaret vermeleri gerekir. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas)

İmam Evzâ'i ve Leys b. Sa'd şöyle diyorlar: Kafirler müslümanları siper yapıp öne dikmişlerse onlara ateş açılmamalı, bunun gibi, bir savaş aracı içerisinde bizden esir alınanlar da bulunduğunu biliyorsak bu durumda o savaş aracını tahrip etmemeliyiz. Ama bir düşmanın şehrine hücum ediyorsak, o şehirde müslümanların da bulunduğunu bilsek bile, ateş açmamız caizdir. Çünkü ateş açtığımızda müslümanları vuracağımız kesin değildir. Ve eğer herhangi bir müslüman düşmana açılan ateş sırasında vurulsa bile, bu durum isteyerek olmadığı için bir keffaret gerekmez. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas)

İmam-ı Şafii'nin mezhebindeki hüküm de şudur: Eğer bu durumda ateş açmak mutlaka gerekli değilse, müslümanları mahvolmaktan kurtarmaya çalışmak seçilecek en iyi yoldur. Her ne kadar böyle bir durumda ateş açmak haram değilse de mutlaka mekruhtur. Ama gerçekten bir mecburiyet varsa ve ateş açılmadığı takdirde savaş açısından kafirler avantajlı, müslümanlar zararlı çıkacaklarsa ateş açmak caizdir. Ama bu durumda dahi müslümanları kurtarmak için bütün imkanlar araştırılıp gayret gösterilmelidir. Buna ek olarak İmam-ı Şafii şunu da söylemektedir, eğer ölüm kalım savaşında kafirler bir müslümanı siper olarak öne sürmüşlerse ve bir müslüman da onu öldürmüşse bu durumda iki husus söz konusudur: 1) Öldüren onun müslüman olduğunu biliyordu 2) Müslüman olduğunu bilmiyordu.

Birinci ihtimalde diyet ve keffaretin ikisi de gereklidir, ikincisinde ise sadece keffaret gereklidir. (Muğnî'l-Muhtac)

26 Hani o küfretmekte olanlar, kendi kalpleri içinde, 'öfkeli soy-koruyuculuğunu, (hamiyet), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, 45hemen Allah Rasulünün ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi46 ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu.'Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

27 Andolsun ki Allah Peygamberine o rüyayı doğru ve hak olarak gösterdi.47 İnşallah48 Kabe'ye emniyet ve güven içinde, korkmadan (mutlaka) gireceksiniz,49 başlarınızı da traş etmiş ve kısaltmış olarak.50 Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildiği için (Mekke'nin fethinden) önce daha yakın bir fetih (Hayber'in fethini) nasip etti.

28 Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.51

AÇIKLAMA

45. Cahiliyet hamiyeti denmekle kastedilen, bir kişinin sırf kendi şöhreti ve gururu uğruna veya kendi menfaati peşine düşüp bilerek, kasten uygunsuz bir işi yapmasıdır.

Mekke kafirleri herkesin Hac ve Umre için Kabe'yi ziyaret etme hakkı olduğunu biliyorlardı ve buna inanıyorlardı. Hiç kimsenin, bu dini görevin yapılmasını engellemeye hakkı yoktur. Bu, Arablar arasında eskiden beri kayıtsız şartsız uyulan bir kanundur. Fakat kendilerinin baştan sona haksız olduklarını müslümanların da tamamen haklı olduklarını bildirmelerine rağmen, sırf gururları uğruna müslümanların Umre yapmalarını engellediler. Bizzat müşrikler arasında fıtraten doğruluğu sevenler de "İhram giyinip, kurbanlık adak develeri yanlarına alıp Umre yapmak üzere gelen bu insanları engellemek yersiz ve yanlış bir harekettir," diyorlardı. Fakat Kureyş'in liderleri sadece şu düşünceden dolayı zorluk çıkarıyorlar, müslümanları Mekke'ye sokmamak için çırpınıyorlar, "Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke'ye girerse bütün Arablar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak" diyorlardı. İşte bu onların cahiliyet hamiyeti idi.

46. Burada sükunetten murad sabır ve vakardır. İşte bu sabır ve vakar sayesinde Hz. Peygamber (s.a.) ve müslümanlar, Kureyş kafirlerinin cahiliyet hamiyetlerine karşı koydular. Onlar, öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Ve onlara karşı cevap olarak hak ve hukuku çiğneyen, doğruluğa ters düşen veya hayır ve güzellikle sonuçlandırma yerine havayı daha fazla bozacak hiçbir harekette bulunmadılar.

47. Bu, müslümanları ruhen sürekli rahatsız eden bir sorunun cevabıdır: Müslümanlar, Peygamber'in (s.a) rüyasında Kabe'ye girdiğini ve Beytullah'ı tavaf ettiğini gördüğünü fakat buna karşılık şimdi Umre yapmadan geri döndüklerini söylüyorlar ve bu sorunun cevabını istiyorlardı. Buna cevap olarak Hz. Peygamber'in (s.a): "Rüyada bu sene açıkça Umre yapılacağı belirtilmemişti" demesine rağmen, müslümanların kalblerinde hâlâ az da olsa bir burukluk vardı. Bu yüzden Allah (cc) bizzat şu açıklığı getirdi: "O rüyayı biz gösterdik ve o tamamen doğrudur. Şüphesiz o yerini bulacak ve gerçekleşecektir."

48. Burada Allah, bizzat kendi va'di (sözü) varken, "İnşaallah" ifadesini kullanmıştır. Bu ifade üzerine bir itirazcı şöyle bir soru sorabilir. Bu va'di (Umre yapılacağı va'dini) Allah kendi vermesine rağmen bunu Allah'ın arzusu şartına bağlamanın anlamı nedir? Bunun cevabı şudur: Burada, bu ifade, "Allah istemezse va'dini yerine getirmeyecektir" anlamında kullanılmamıştır. Aksine bu ifade, olayın arka-planı dikkate alınarak kullanılmıştı.

Mekkeli kafirlerin müslümanları Umre yapmaktan engelleme düşüncesiyle oynadıkları bütün oyunlar şunun içindi: "Biz kimin, ne zaman Umre yapmasına izin verirsek o, o zaman Umre yapabilecek." Bunun üzerine Allah bunun, onların arzu ve isteğine göre değil kendi arzu ve isteğine göre olacağını buyurdu. Yani bu sene Umre yapılmaması Mekkeli kafirlerin yapılmamasını istediklerinden değil, bilakis Allah (cc) istemediğinden dolayıdır. Ve gelecekte bu Umre biz istersek olacak, kafirler istesin veya istemesin farketmez. Bununla birlikte bu ifadenin altında, müslümanların yapacağı Umrenin de kendi güçleriyle değil tamamen Allah'ın irade ve arzusuna bağlı olacağı düşüncesi yatmaktadır. Yoksa Allah'ın iradesinden bağımsız olarak onların gücü kendi kendilerine Umre yapmalarına yetmez, denmek istenmektedir.

49. Bu söz, bir sonraki sene olan H. 7. yılın Zilkade ayında yerine getirilmiştir. Tarihte bu Umre, "Umre Ül-Kada" (Kaza Umresi) adıyla meşhurdur.

50. Bu ifade Umre ve Hac'da başı kazımanın gerekli olmadığına, ama saç traş etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Elbette başı kazımak daha iyidir. Çünkü Allah önce baş kazımayı buyurmuş, saç traş etmeyi sonra zikretmiştir.

51. Burada böyle bir ilahi fermanın buyurulmasının nedeni şudur: Hudeybiye'de barış antlaşması şartları yazılırken Mekkeli müşrikler Peygamber'in isminin yanında "Allah'ın Elçisi" ibaresinin kullanılmasına itiraz etmişlerdir. Israrları üzerine Hz. Peygamber (s.a) bizzat kendisi antlaşma metninden bu ibareyi silmiştir. İşte bu olaya işaret ederek Allah (cc) buyuruyor ki: Bizim Peygamberimizin Peygamberliği konusunda hiç şüphe yoktur, bu bir gerçektir. İnsanların buna inanıp inanmaması bu gerçeği değiştirmez. Birtakım insanlar inanmıyorlarsa bırakın inanmasınlar. Bunun bir hakikat olduğuna bizim şahitliğimiz yeter. Onların inkarı ile bu gerçek değişmeyecektir. Bilakis onlara rağmen, Peygamber'in bizden alıp insanlara ulaştırdığı hidayet yolu, muhakkak diğer bütün dinlere üstün gelecektir. İşte bu inkarcılar onu engellemek için bütün güçlerini kullansalar da! (Her çeşit türden dinlerden kasıt din hüviyeti taşıyan bütün dünya nizam ve düzenleridir.) Bu konuda daha önce Zümer an: 3 ve Şuara an: 20'de geniş bilgi verdik. Burada Allah çok açık ifadelerle şunu zikrediyor: Muhammed'in Peygamber olarak gönderilişi, sadece bu dini insanlara anlatmak için değildi, ayrıca bu dini din hüviyeti taşıyan her çeşit dünya düzenlerine üstün getirmesi de gerekiyordu. Diğer bir deyişle, peygamber bu dini, batıl bir din hayata hükmetsin ve onun hakimiyeti altında, sıkıntı içinde, yaşamasına müsade ettiği ölçüde yaşasın diye değil, tam tersine bu hak din hayatın tek ve hakim dini olsun, diğer dinlerin devam edip yaşamaları da onun müsade sınırlarında olsun diye getirdi. (Daha geniş bilgi için bkz. Zümer an: 48)

29 Muhammed, Allah'ın Rasulü'dür. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu,52 kendi aralarında ise merhametlidirler.53 Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.54 İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur; 55İncil'deki vasıfları ise:56 Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken semizleyip-kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin de hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va'detmiştir.57

AÇIKLAMA

52. "Eşiddau ale'l-kuffar"; Arapça'da "Fulanun şedidun aleyhi" (filan kişi onun aleyhine şiddetlidir) yani, onu alt etmesi, kendi isteğine baş eğdirmesi kendisini zorlar manasına denilir. Kafirlere karşı Peygamber'in ashabının sert olması, onların kafirlere karşı haşin ve katı davranmaları demek değil, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, hayat düzenlerinin olgunluğu ve imanlarından gelen ileri görüşlülüklerinin şaşmazlığı sebebiyle kafirler karşısında granit bir kaya gibi sağlam durmaları demektir. Kafirlerin istedikleri gibi çevirebilecekleri, şahsiyet tanımayan varlıklar değillerdir onlar. Müşriklerin dişleri arasında rahatça çiğneyip eritecekleri yumuşak bir yem değildir onlar. Onlar korku ile sindirilemezler. Onlar bir takım ihtiraslarla satın alınamazlar.

Hz. Peygamber'in (s.a.) yoluna baş koymuş bu mü'minleri o yüce davalarından döndürmeye kafirlerin gücü yetmeyecektir.

53. Yani onların tüm sertlikleri İslam düşmanları içindir, mü'minler için değil; onlar mü'minlere karşı merhametli, şefkatli, yumuşak, nazik ve dertlerini paylaşan gönülden dostlardır. Gaye ve temel inançların bir oluşu onların içinde birbirlerine karşı sevgi, dostluk ve tam bir uyumluluk meydana getirmiştir.

54. Burada anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen mana Allah'a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak medana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi insan çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir.

İnsan çehresi yani siması sayfalarında insanın ruh dünyasının ve nefis aleminin rahatlıkla okunduğu bir kitaptır. Gururlu bir insanın siması, mütevazi ve alçak gönüllü bir insanın simasından farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile, iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile munis, haysiyetli ve iffetli bir insanın yüzü arasında açık fark görülür.

Allah buyruğunun özü, bize şunu gösteriyor; Hz. Muhammed'in (s.a.) bu sahabileri ve beraberindekiler öyle kimselerdir ki, çehrelerinde takva nurunun parlamasından dolayı görenler onları insanların en hayırlıları ve mahlukatın en iyileri olduklarını derhal sezer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmam Malik bize şöyle anlatıyor; Sahabiler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin hıristiyanları bunlar için "Hz. İsa'nın Havarileri hakkında duyduğumuz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar" demişlerdi.

55. Galiba bu, Kitab-ı Mukaddes'in, Tesniye 33. bölüm 2. ve 3. ayetlerine işaret etmektedir. Bu ayetlerde Peygamber'in (s.a) geleceği anlatılarak, Sahabileri hakkında "Mübarek insanlar" tabiri kullanılmaktadır.

Bundan başka Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (s.a) niteliğini açıklayan ayetler var idiyse de bugünkü değiştirilmiş (muharref) Tevrat'ta görülmemektedir.

56. Bu misal verme ve niteleme, Hz. İsa'nın (s.a) bir vaazında açıklanmıştır. Bu da, İncil'in Yeni Ahid bölümünde şöyle nakledilmiştir: "Ve dedi: Allah'ın Melekutu böyledir, yere tohum saçan bir adam gibidir, gece gündüz uyuyup kalkar, tohum ekilir ve büyür, nasıl o bilmez. Toprak kendiliğinden otu, sonra başağı, sonra başakta dolu daneyi verir.

Mahsulun olduğunu sanan hemen biçer, çünkü hasat vakti gelmiştir... O hardal danesi gibidir ki, toprağa ekilirken her ne kadar yer üzerinde olan bütün tohumlardan daha küçük ise de, ekildikten sonra büyür ve bütün sebzelerden daha büyük olur. Büyük dallar salar; öyle ki gökten göğün kuşları onun gölgesi altında yerleşebilirler" (Markos, bab: 4, ayet: 26-32, Matta bab: 3, ayet: 31-32.)

57. Bazıları bu ayette geçen "minhum" ifadesindeki "min" zamirini sahabeden bir kısmına işaret olarak almışlardır. O zaman şu mana ortaya çıkar, "Onlardan iman edip, iyi ameller işleyenlere Allah, büyük mükafat verip bağışlayacağını va'd etmiştir." Bu tarz bir anlayıştan dolayı o malum kişiler Sahabe-i Kiram-ı karalamaya, atıp tutmaya fırsat bulmaktadırlar ve bu ayeti ileri sürerek Sahabiler içinde pek çoğunun mü'min ve salih kişiler olmadığını iddia etmektedirler. Fakat bu ayetin böyle tefsir edilmesi, 4, 5, 18, ve 26. ayetlere tamamen ters düşmektedir. Hatta aynı ayetin başlangıç kısmına bile aykırıdır. 3 ve 4. ayetlerde Allah, Hudeybiye'de Hz. Peygamber (s.a) ile beraber olan bütün sahabenin kalbine sükunet ve hayır indiğini ve imanlarında artış meydana geldiğini beyan etmekte ve istisnasız hepsinin cennete gireceklerini müjdelemektedir. 18. ayette Allah, ağacın altında Peygamber'e (s.a) biat edenlerin hepsinden memnun ve razı olduğunu açıklamaktadır. 26. ayette ise Peygamber'in (s.a) dostları, bütün arkadaşları hakkında "mü'minler" kelimesi kullanılmaktadır. Onlara sükunet ve huzur indirildiğini haber vermektedir. Ve bu insanların takvada herkesten ileri olduklarını buyurmaktadır. Burada, "Onlardan sadece mü'min olanlar hakkında haber verilmektedir" gibi bir anlam yoktur. Nitekim bizzat ayetin baş tarafında yapılan tarif ve övülme Peygamber'in (s.a) yanında olan sahabenin hepsi için yapılmıştı. Kelimeler ve ifadeler, "Seninle beraber olan o kimselerin hepsi şöyle şöyledir" şeklindedir. Böyle bir ifadenin ardından nasıl olur da ayetin sonuna doğru "Onlardan bir kısmı mü'min ve salih kimselerdi bir kısmı değildi" anlamı çıkabilir. Hâşâ Allah böyle çelişkili ve tutarsız bir ifadeyi nasıl kullanabilir. Bu bakımdan burada "min" kelimesini oradaki sahabenin bir kısmına işaret manasında anlamak, ayetin ahengine aykırıdır. Aslında burada "min", beyan, açıklama, açıklık kazandırma manasındadır. "Fectenibu'r-Ricse min'el-Evsan" (putların pisliklerinden sakının) ibaresinde "min" bir kısmına işaret değil, mutlak surette beyan manasındadır. Yoksa ayet şu manaya gelirdi: "Putların temiz olmayanlarından sakının." Arkasından da bir kısım putların temiz olduğu ve tapınılmasında bir sakınca olmayacağı sonucuna varılırdı.