26 Haziran 2007 Salı

NECM SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bu surenin, büyük bölümünün nisbeten erken döneme ait Mekkî bir sure olduğu ve 112. surenin (İhlâs) hemen ardından nazil olduğu kabul edilir. Ancak bazı bölümlerinin daha sonraki döneme ait olduğu şüphe götürmez -özellikle de, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden bir yıl kadar önce gerçekleşen sırlarla dolu göğe yükselme (mi‘râc) tecrübesine (bkz. Ek IV) atıfta bulunan 13-18. ayetlerin.
Surenin başlığı, aşağıda not 1'de açıklanan, ilk ayetinin başındaki necm kelimesinden alınmıştır.
1 DÜŞÜN yücelerden inen [Allah'ın mesajının] gözler önüne serdiğini!1
2 Sizin bu arkadaşınız ne sapmış, ne de aldatılmıştır,2 3 ve ne de kendi arzu ve heveslerine göre konuşmaktadır: 4 bu [size ilettiği], kendisine indirilen [ilahî] vahiyden başka bir şey değildir; 5 son derece kudretli birinin3 ona öğrettiği (bir vahiy): 6 (o,) fevkalade bir güçle donatılmış [bir melektir] ki o an geldiğinde kendini gerçek şekli ve hüviyeti ile gösterdi, 7 ufkun en uç noktasında4 görünerek, 8 ve sonra yaklaşarak yanına geldi, 9 aralarında iki yay mesafesi kalıncaya kadar, hatta daha da yakınına.5
10 Böylece [Allah], vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi6 kuluna vahyetmiş oldu.
11 [Kulunun] kalbi gördüğünü yalanlamadı:7 12 Peki siz, ne gördüğü konusunda o'nunla tartışmaya mı giriyorsunuz?8
13 Ve onu bir kez daha gördü,9 14 en uzak noktadaki sidre ağacının yanında,10 15 vaad edilen bahçenin yakınında, 16 meçhul bir parlaklığın çevresini sarıp kuşattığı sidre ağacının başında.11
17 [Dikkat edin,] göz ne kaydı, ne de (başka yöne) çevrildi: 18 ve o, gerçekten de Rabbinin en muhteşem sembollerinden bir kısmını12 gördü.
19 HİÇ düşündünüz mü [neden taptığınızı] Lât ve ‘Uzzâ'ya? 20 Ve [üçlünün] üçüncüsü ve sonuncusu olan Menât[a]?13
21 Neden kendiniz için [yalnız] erkek çocuklar [istersiniz de] O'na kız çocuklar [isnad edersiniz?]14 22 Bakın, bu kesinlikle haksız bir taksimdir!
23 Bu [sözde ilahî varlık]lar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka şeyler değildir; [ve] Allah onlara hiçbir yetki vermemiştir.15 Onlar, [o putlara tapanlar,] sadece zannın ve kuruntuların16 peşine takılıyorlar; halbuki şimdi onlara Rablerinden bir yol gösterici gelmiştir.
24 İnsan, her dilediğini elde etme hakkına sahip olduğunu mu17 sanır? 25 Halbuki hem ötekisi, hem de bu dünya, [yalnız] Allah'a aittir!18
26 Çünkü, göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati [hiç kimseye] en ufak bir fayda sağlamayacaktır; meğer ki Allah dilediği ve razı olduğu kimse için [şefaat] izni vermiş olsun.19
27 Bakın, [ancak] öteki dünyaya [samimiyetle] inanmayanlar, melekleri dişi varlıklar olarak görürler;20 28 ve onların bu konuda hiçbir bilgileri olmadığından21 yalnızca zannın ardından giderler: ama zan, hiçbir zaman gerçeğin yerini tutmaz.
29 O halde, Bizi anmaktan uzak duran ve bu dünya hayatından başka bir şeye önem vermeyenlere mani ol, 30 ki bu onlar için bilinmeye değer tek şeydir.22 Şüphe yok ki Rabbin, kimin O'nun yolundan saptığını ve kimin O'nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.
31 Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir: O, kötülük yapanlara yaptıklarının karşılığını verecek ve iyilik yapanları da katıksız iyilikle ödüllendirecektir.23
32 Büyük günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınanlara gelince, onlar arada bir hataya düşseler de24 (bilsinler ki) Rabbin bağışlamada cömerttir.
O, sizi toz-topraktan25 var ederken de, annelerinizin rahminde saklı bulunduğunuzda da sizinle ilgili her bilgiye sahiptir:26 o halde kendinizi saf ve temiz görmeyin; [çünkü] O, kimin Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıdığını en iyi bilendir.27
33 PEKİ, hiç düşündün mü [Bizi hatırlamaktan] uzak duranı [ve bu dünya hayatından başka şeye değer vermeyeni], 34 ve [kendi ruhunun temizliği için kendisinden] bu kadar az ve bu kadar gönülsüzce vereni?28
35 O, insan kavrayışının ötesindeki şeyin bilgisine sahip [olduğunu] ve böylece [onu açıkça] görebil[diğini mi iddia ed]iyor?29
36 Yoksa henüz kendisine bildirilmedi mi Musa'ya gelen vahiylerde ne vardı, 37 ve her türlü güvene layık olan İbrahim'e;30
38 ve hiç kimse, kimsenin yükünü taşıyacak değildir;31
39 ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir;32
40 ve zamanı geldiğinde kendisine çabası[nın gerçek anlamı] gösterilecek,33 41 ve sonra ona tam karşılığı verilecektir;
42 ve [bütün mevcudatın] başı ve sonu34 Rabbinin katındadır;
43 [sizi] güldüren ve ağlatan yalnız O'dur;
44 ölümü getiren ve hayatı bağışlayan yalnız O'dur;
45 ve O'dur iki cinsi -erkeği ve dişiyi- yaratan, 46 [sadece] bir sperm damlasından, 47 ve O'nun kudretindedir ikinci bir hayatı da var etmek;35
48 isteklerden arındıran ve mülk sahibi kılan yalnız O'dur;
49 ve yalnız O'dur en parlak yıldıza destek veren;36
50 ve O'dur yok eden kadîm [kabileler] ‘Âd 51 ve Semûd'u, hiçbir iz bırakmayacak şekilde,37 52 ve onlardan önce Nûh kavmini -[çünkü,] hepsi de kötülükte çok iştahlı ve çok azgın olmuşlardı- 53 (işte Rabbin onları yok etti,) tıpkı yıkılıp altüst olan öteki şehirleri yok olmaya terk ettiği 54 ve sonra ebediyyen görünmez hale getirdiği (gibi).38
55 O halde Rabbinin hangi nimet ve kudretinden [hâlâ] şüphe duyabilirsin?39
56 BU, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır:40 57 yakın olan şu [Son Saat] daha da yaklaşıyor, 58 [Ama] onu Allah'tan başka kimse açığa çıkaramaz...
59 Siz bu haberleri tuhaf mı buluyorsunuz? 60 Ağlayacağınıza gülüyorsunuz; 61 ve eğlenip duruyorsunuz?
62 (Ama artık) Allah'a secde edin ve [yalnız O'na] kulluk yapın!
DİPNOTLAR
1 Yahut: “Battığı zaman yıldızı düşün”: bazı sebeplerden dolayı müfessirlerin büyük kısmı tarafından tercih edilen bir çeviri şekli. Ancak, müfessirlerin hemen hemen tümüne göre, necm terimi -ki, “göründü”, “başladı”, “ortaya çıktı”, “meydana geldi” anlamlarına sahip olan neceme fiilinden türetilmiştir- aynı zamanda, tedrîcen, adeta parça parça meydana gelen yahut ortaya çıkan bir şeyin “gözler önüne serilmesi”ni/“gözler önüne serdikleri”ni gösterir. Bu nedenle, necm terimi, başından beri, Kur’an'ın tedrîcen vahyedilen parçalarının (nucûm) herbiri ve böylece tedricî vahiy süreci yahut onun “gözler önüne serilmesi” için kullanılmıştır.
Bu çeviri, aslında, Abdullah b. ‘Abbâs'ın (Taberî tarafından nakledilen) yukarıdaki ayet ile ilgili yorumuna dayanmaktadır. Ayetin devamına bakılarak bu yorum, Rağıb, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî, İbni Kesîr ve diğer otoriteler tarafından geçerli görülmüştür. Râğıb ve İbni Kesîr, özellikle, Kur’an'ın safha safha vahyedilmesine işaret eden 56:75'teki mevâki‘u'n-nucûm ifadesine işaret etmişlerdir -ve niteleme edatının “Düşün” olarak çevrilmesi konusunda bkz. sure 74, not 23.
2 Bkz. 7:184 ile ilgili not 150.
3 Yani, Vahiy Meleği, Cebrâil.
4 Karş. 81:23 ve ilgili not 8. Kur’an'a ve sahih Hadislere göre Hz. Peygamber, hayatı boyunca en az iki defa, “gerçek şekli ve hüviyeti içinde ortaya çıkan” (ki, Zemahşerî tarafından işaret edildiği gibi, istevâ ifadesinin bu bağlamdaki karşılığıdır) bu meleğin görüntüsü (vision) ile karşılaşmıştır: ilk defa, fetratu'l-vahy olarak bilinen (bkz. 74. surenin giriş notu) dönemin ardından, ikinci defa da, 13-18. ayetlerde işaret edildiği gibi, “mi‘râc” olarak bilinen (bkz. Ek IV) sırlarla dolu tecrübe sırasında.
5 Eski Arapça'nın ifade şekline dayanan, meleğin yaklaşmasının bu görsel-temsîlî (graphic) “tanımlama”sı, Vahiy Meleği'nin açıkça hissedilebilir, hatta neredeyse dokunulabilir bir şekilde göründüğü düşüncesini yansıtmak içindir.
6 Lafzen, “vahyettiği her şeyi”: meleğin “gerçek şekli ve hüviyeti içinde”ki istisnaî tezahürüne ve ayrıca bu şekilde ilahî vahyin içindeki unsurlara atıf. Yukarıdaki ifade, en derunî anlamıyla, Allah'ın, seçilmiş peygamberlerine bile, varlığın, hayatın ve ölümün gerçek anlamını, evreni yaratmasındaki maksadın ve bizzat evrenin kendisinin gerçek sırlarını tamamen açmadığını gösterir.
7 Hz. Peygamber, yaşadığı deneyimin ruhî karakterinin tamamen farkında olduğundan, bilinci ile normal olarak kavrayamayacağı bir şeyi sezgisel olarak kavraması (“kalp gözü”) arasında bir çelişki yoktu.
8 Böylece Kur’an, Hz. Peygamber'in meleği görmesinin bir yanılsama değil, gerçek bir ruhî tecrübe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: ama o tamamen ruhî mahiyette bir tecrübe olduğundan, başkalarına ancak semboller ve temsîller vasıtasıyla anlatılabilirdi ki, şüpheciler bunları kolayca gözardı edilebilecek hayal ürünü şeyler olarak görüp “ne gördüğü konusunda onunla tartışmaya giriyorlar”dı.
9 Yani, o meleği “gerçek şekli ve hüviyeti içinde” ortaya çıkmış olarak gördü.
10 Yani, sırlarla dolu “mi‘râc” tecrübesi sırasında. Sidratu'l-muntehâ ifadesinde dile getirilen görüntüyü açıklarken Râğıb, yapraklarının gölgesinden dolayı sidr veya sidra'nın (Arabistanın hurma ağacı) Kur’an'da ve mi‘râc ile ilgili Hadislerde cennetin “gölgesi”nin -yani, ruhî sükûnet ve esenliğinin- bir sembolü olarak kullanıldığını söyler. El-muntehâ sıfatı (“en uzak nokta”), Nihâye'de işaret edildiği gibi, Allah'ın, yaratılmış varlıkların ulaşabileceği bilgilere bir sınır koyduğu gerçeğinin bir göstergesi olarak alınabilir: bu da, özellikle, ne kadar kapsayıcı ve nüfûz edici olsa da, insan bilgisinin bile -cennette (bir sonraki ayette zikredilen “vaad edilen bahçe”)- Yaratıcı'nın yalnız kendisine sakladığı nihaî gerçekliğin künhüne asla ulaşamayacağını gösterir (karş. yukarıda not 6).
11 Lafzen, “Sidre ağacı [onu] kaplayan herhangi bir şeyle kaplandığı zaman”: “hiçbir tasvirin resmedemeyeceği ve hiçbir ifadenin kapsayamayacağı” anlamındaki bu cennet sembolüne atfedilen tasavvur edilemez üstünlüğün ve ihtişamın işareti olarak özellikle mübhem bırakılmış bir ibare (Zemahşerî).
12 Lafzen, “Rabbinin sembollerinin (âyât) en büyüklerinden [bir kısmını]”. Âyât teriminin bu kendine özgü çevirisi için bkz. aynı sırlarlarla dolu tecrübeye, yani mi‘râc'a atıfta bulunan 17:1 ile ilgili not 2. Bu her iki Kur’ânî atıfta, Hz. Peygamber'e, nihaî gerçekliğin hepsinin değil, ama bir kısmının “gösterildiği” (yani anlatıldığı) belirtilir (karş. ayrıca 7:187-188); ve bu da yukarıda 10. ayette ifade edilen düşünceyi açıklamaya yardım eder.
13 Hz. Peygamber'e bazı çok önemli hakikatlere nüfûz etme yeteneği bağışlandığını işaret ettikten sonra Kur’an, insanların ilahî güçler ve sıfatlar yükledikleri “düzmece/sahte semboller”e dikkatlerimizi çekmektedir: burada -bir örnek olarak- Hz. Peygamber'in müşrik çağdaşlarının Lât, Menât ve ‘Uzzâ üçlüsünde somutlaşan puta tapıcılıklarına dikkat çekilmektedir. İslam öncesi Arabistanı'nda, müşrik Arapların dişi telakkî ettikleri melekler ile birlikte “Allah'ın kızları” olarak gördükleri bu üç dişi puta tapılırdı ve bu putların Hicaz ve Necd'de birçok heykeli bulunurdu. Özellikle Lât'a tapınma daha eskilere dayanıyordu ve kesinlikle Güney Arabistan kökenliydi: Lât muhtemelen eski Yunan mitolojisindeki, Zeus'un eşlerinden biri ve Apollo ile Artemis'in annesi olan yarı-tanrıça Leto'nun bir prototipiydi.
14 Müşrik Araplar'ın kız çocukları için hissettikleri zillet duygusuna rağmen (karş. 16:57-59 ve 62 ile ilgili dipnotlar) Allah'a “kız çocukları” isnad etmeleri, özellikle saçma ve çelişkili bir tavırdı: çünkü, Allah'a herhangi bir şekilde “çocuk” isnad etmelerindeki çirkinlik bir tarafa, O'na kendilerinin hor gördüğü bir şeyi isnad etmeleri, kendilerinin de bir Üstün Varlık olarak gördükleri Allah'a sözde “saygıları”nı yalanlıyordu -bir sonraki cümlede ince bir istihza ile vurgulanan bir nokta.
15 Karş. 12:40.
16 Bu dişi putların/tanrıçaların ve meleklerin kendilerine tapanlar ile Allah arasında “aracı”lık yaptıkları şeklindeki müşrikçe düşünceye bir işaret: aynı zamanda, daha yüksek dinlerin mensupları arasında, azîzlere ve kutsanan kişilere saygı kisvesi altında yaşamaya devam eden bir kuruntu.
17 Lafzen, “... sahip olmanın insan için olduğunu mu?”
18 Yani, Allah sonsuz güç ve bilgi sahibi olduğu ve bu nedenle kendisi ile kulları arasında hiçbir “aracı”ya ihtiyaç duymadığı halde (ki fe takısının bu bağlamdaki karşılığıdır).
19 Kur’ânî “şefaat” kavramının bir açıklaması için bkz. 10:3 ile ilgili not 7 ve 10:18 ile ilgili not 26 ve 27.
20 Lafzen, “melekleri dişi adlarla adlandırırlar” -yani onların cinsiyet sahibi olduklarını düşünür ve/veya onları “Allah'ın kızları” olarak görürler. Kur’an'ın birçok yerde işaret ettiği gibi, bu bağlamda sözü edilen insanlar ölümden sonraki hayata inanırlar, çünkü meleklerin ve taptıkları hayalî ilahların kendileri ile Allah arasında “aracılık” yapacaklarını ve onlar için “şefaat”te bulunacaklarını ümit ederler. Ancak onların inançları, insanın öteki dünyadaki konumunun bu tür dışsal faktörlere bağlı olmadığını, ama doğrudan ve zorunlu olarak insanın bu dünyadaki yaşama tarzı ile bağlantılı bulunduğunu kavramalarına imkan vermeyecek kadar bulanıktır: ve böylece Kur’an, onların davranışının, pratik amaçlar açısından, öteki dünya düşüncesine tamamen karşı çıkanların davranışından fazla farklı olmadığını bildirir.
21 Yani, Kur’an'da melek olarak sözü edilen varlık kategorisinin gerçek niteliği ve fonksiyonu konusunda; çünkü onlar ğayb alanına, “insan kavrayışının uzanamayacağı” alana aittirler. Alternatif olarak, bihî'deki zamir Allah'a da yönelik olabilir; bu durumda yukarıdaki ifade “O'nun hakkında hiçbir bilgileri olmadığından” şeklinde çevrilebilir -bu, hem O'na bir “soy” isnad etmenin, hem de O'nun vereceği hükmün “aracılığa” veya “şefaat”e bağlı olduğuna veya onlar tarafından etkilenebileceğine inanmanın, teşbîhî/tecsîmî (anthropomorfic) Allah kavramının bir sonucu olduğuna ve bu nedenle hakikatle bir ilgisi bulunmadığına işaret eder.
22 Lafzen, “onların bilgisinin hepsi [yahut “hedefi”] budur”.
23 Yani, iyi davranışlar, hak ettiklerinin kat kat fazlasıyla ödüllendirilecekleri halde kötülükler tam karşılıkları kadarıyla cezalandırılacaklardır (karş: 6:160); ve her iki hüküm de, Kudret Sahibi tarafından bir “aracılık” veya “şefaat”e ihtiyaç duymadan verilecektir.
24 Lafzen, “[onunla ilgili] bir yanılma dışında”: samimi tevbeden sonra -bir kasıt olmaksızın- “günaha bulaşma” anlamına gelebilecek bir ibare (Beğavî, Râzî, İbni Kesîr).
25 Lafzen, “topraktan/arzdan”: bkz. 3:59 ile ilgili not 47'nin ikinci yarısı ve 23:12 ile ilgili not 4.
26 Zımnen, “ve sizin yaratılıştan gelen zayıflığınızı bilir” -“insan zayıf yaratılmıştır” (4:28) ve bu nedenle günaha yatkın kılınmıştır ifadelerinin dolaylı bir yankısı.
27 Yani, “kendi saflığınız konusunda kibirlenmeyin”, aksine, mütevazi olun ve unutmayın ki “Allah, dilediğini temizler/arındırır” (4:49).
28 Yukarıdaki iki ayetin çevirisi (ve parantez içi açıklamalar), Râzî'nin bu pasajı 29-30. ayetlerde değinilen temaya bir dönüş olarak yorumlamasına dayanmaktadır.
29 Yani, “o, öteki dünyada bir hayatın ve hesabın olmadığına nasıl bu kadar emin olabilir?”
30 Karş. 2:124 ve ilgili not 100. Hz. İbrahim ve Musa'nın isimleri burada sadece bir örnek olarak verilmiştir ve Allah'ın, insanlık tarihi boyunca, seçtiği peygamberlere belli, değişmez ahlakî hakikatleri insana iletme görevi verdiği gerçeğine dikkat çekmektedir.
31 Bu temel ahlakî kural Kur’an'da beş kez geçmektedir -6:164, 17:15, 35:18, 39:7'de ve nüzul sırasına göre ilki olan yukarıdaki ayette. Bu kuralın anlam ve sonucu üç aşamalıdır: ilkin, insanoğlunun doğumundan itibaren yüklendiği “ilk günah” şeklindeki Hristiyan doktrini kesinlikle reddedilmektedir; ikincisi, kişinin günahlarının bir azîzin veya peygamberin kendini feda etmesi sayesinde “bağışlanabileceği” fikri reddedilmektedir (mesela, Hz. İsa'nın insanlığın günahkarlığı için vekaleten kendini feda etmesi şeklindeki Hristiyan doktrininde yahut insanın Mithras tarafından vekaleten kurban edilmesi şeklindeki daha eski Pers doktrininde olduğu gibi); ve üçüncü olarak da, günahkar ile Allah arasındaki herhangi bir “aracılık” ihtimali reddedilmektedir.
32 Karş. Hz. Peygamber'in sahih rivayetlere dayanan temel bir Hadisi: “Eylemler, [onları vücuda getiren] niyetlere göre [değerlendirilecek]tir ve kişinin hesabına yalnızca bilinçli olarak niyetlendiği (eylemler) kaydedilecektir,” yani her ne yapmışsa onu yaparken taşıdığı niyetlerdir önemli olan. Bu Hadis, Buhârî tarafından yedi yerde -birincisi Sahih'ine bir tür giriş olarak- nakledilmiştir; ayrıca Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Neseî (dört yerde), İbni Mâce, İbni Hanbel ve başka bazı kitaplarda da yer almıştır. Bu bağlamda vurgulanması gerekir ki Kur’an'ın ahlakî sisteminde “eylem” (‘amel) terimi, iyi yahut kötü herhangi bir eylemin kasıtlı olarak ihmalini kapsadığı gibi, doğru ya da yanlış her inancın bilinçli olarak dile getirilmesini de kapsar: kısaca, insanın bilinçli olarak amaçladığı ve sözle yahut eylemle ifade ettiği her şey.
33 Lafzen, “çabası görülecektir,” yani Hesap Günü; ki o Gün Allah, “[hayatta iken] yaptıklarınızı size [gerçek anlamıyla] gösterecektir”.
34 Lafzen, “en uzak sınırı” yahut “varacağı hedef”; evrenin hem zaman hem de mekan olarak başlangıç ve bitişini ve her şeyin doğduğu ve varacağı kaynağı gösteren bir tanımlama.
35 Lafzen, “öteki [yahut “ikinci”] hayata geliş (neş’et) O'na bağlıdır;” yani, yeniden diriliş.
36 Lafzen, “O Akyıldız'ın (şi‘râ) Rabbidir,” Büyük Köpek (Canis Major) takım yıldızına ait olan ve parlaklık derece ve sıralamasında (kadr/kadir -magnitude) ilk sırada yer alan bir yıldız. Ay gökteki en parlak yıldız olduğundan İslam öncesi Arabistanı'nda yaygın olarak tapınma konusu yapılırdı. Rabbu'ş-şi‘râ ifadesi, deyimsel olarak, evrenin Yaratıcısını ve Destekçisini mecaz yoluyla anlatmaktadır.
37 ‘Âd kabilesinin kıssası için bkz. 7:65 ile ilgili 48. notun ikinci yarısı ve Semûd kabilesi için bkz. 7:73, not 56.
38 Lafzen, “Onları kaplayanın kapladığı (gibi)”: “Lût halkının” şehirleri olan Sodom ve Gomore'ye atıf (bkz. özellikle 11:77-83).
39 Bu belâgat gereği olan soru, belli ki 33-35. ayetlerde anlatılan insan türüne yöneltilmiştir -‘alâ (lafzen, “nimetler” veya “hazineler”) kelimesini “nimet ve kudret” olarak çevirmemin gerekçeleri için bkz. 55:13 ile ilgili not 4'ün ikinci bölümü.
40 Lafzen, “eskilerin uyarılarından [yahut “uyarıları arasından”] bir uyarıdır” -Muhammed (s)'e bahşedilen vahyin “yeni” bir din kurmayı amaçlamadığı, tersine, daha önceki peygamberlere emanet edilen temel mesajı sürdürdüğü ve teyid ettiği gerçeğine işaret -bu örnekte Son Saat'in ve Allah'ın nihaî yargılamasının gerçekleşeceğinin kesinliğine işaret.