29 Haziran 2007 Cuma

VAKIA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını birinci ayetten almıştır.

Nüzul Zamanı: İbn Abbas, surelerin nüzul zamanına göre tertibini belirlerken, Taha, Vakıa ve Şuara surelerinin peşisıra nazil olduğunu ifade eder. (El-Itkan, Suyuti). İkrime de aynı görüştedir. (Delail'il-Nübüvve, Beyhaki)

Bu görüş, Hz. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesi olayını hikaye eden rivayeti teyid etmektedir. İbn Hişam'ın İbn İshak'tan naklettiğine göre, bir gün Hz. Ömer kızkardeşinin evine gider. Bu esnada evde Taha Suresi okunmaktadır. Hz. Ömer'in geldiğini görünce hemen Kur'an sayfalarını saklarlar. Hz. Ömer, ne okuduklarını sorar ve eniştesinin çekinmeden cevap vermesine karşı, O'na vurur, kızkardeşi de kocasını savunmak için aralarına girince Hz. Ömer O'na da vurur. Ve O da yaralanır, başından kanlar akmaya başlar, Hz. Ömer kızkardeşinin bu halini görünce pişman olur ve sakladıkları sayfaların içinde ne yazdığını görebilmek için onlara bakmayı ister. Bu isteği üzerine kızkardeşi Hz. Ömer'e "Sen müşrik olduğun için necis sayılırsın" demiş ve sözlerine şunları eklemiştir. "Kuşkusuz O'na sadece temiz olan dokunabilir." Hz. Ömer de yıkandıktan sonra sayfaları almış ve sonra okumuştur. Bu rivayetten daha önce Vakıa Suresi'nin nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu ayet Vakıa Suresi'ndedir. Ayrıca Hz. Ömer'in, Habeşistan hicretinden sonra risaletin 5. yılında Müslüman olduğu bilinmektedir.

Konu: Bu sure, Tevhid, Ahiret ve Kur'an hakkında Mekkeli müşriklerin itirazlarına bir reddiyedir. Onların en önemli itirazı, kıyametin vukuu, kainat nizamının alt-üst olmasından sonra yeniden diriliş, va'dolunan mizan, hesap günü ve tüm bunların sonunda ceza (Cehennem) veya mükafat (Cennet)hakkındadır. Onların "hayal" olarak niteledikleri bu konularla ilgili itirazlarına karşı şöyle cevap verilmiştir: "Bu anlatılanların hepsi gerçekleşecek ve o zaman hiç kimse bunları yalanlama cesaretini gösteremeyecektir. Kıyametin gelişini kimse engelleyemeyeceği gibi, inkar da edemeyecektir. İşte o gün insanlar üç gruba ayrılır. 1) Sabikûn 2 Salihûn 3) Hayatlarının son anına kadar ahireti inkar eden, şirk, küfür ve büyük günahları hiç çekinmeden işleyen Kafirûn. Bu üç gruba da nasıl muamele edileceği 7. ayetten 56. ayete kadar açıklanmıştır.

57-74. ayetlerde İslâmiyet'in Sadakat ve Hakkaniyet ilkeleri hakkında, kafirlerin inkarlarına karşı arka arkaya deliller getirilmiştir. Çünkü onlar, Tevhid, Ahiret ve Kıyamet'in vukuunu inkar ediyorlardı. Söz konusu deliller, yeryüzündeki diğer unsurları ele almayıp sadece insanoğlunun vücuduna dikkat çekmektedir. İnsanın yediği yiyeceklere, içtiği suya ve yemek pişirmek için kullandığı ateşe telmihte bulunularak insanlar, düşünmeleri için ikaz edilmektedir. "Allah sizleri yarattı ve hayatınızı devam ettirebilmeniz için gereken herşeyi verdi. Buna rağmen, O'nun hakkında Allah bu kainatı yaratmıştır ama yeniden diriltmekten acizdir şeklindeki düşüncelere nasıl inanabilirsiniz?"

78-82. Ayetlerde de kafirlerin Kur'an hakkındaki şüpheleri cevaplandırılmıştır. Ve bunlara, "Ey Bedbahtlar! Sizler, bunca nimet için şükretmeniz gerekirken, tam aksine bu nimetleri size vereni yalanlıyorsunuz" denilerek ikaz edilmektedirler. Kur'an'ın hak oluşu ile ilgili, kısa cümleyle sağlam deliller öne sürülerek şöyle buyurulmuştur: "Şayet Kur'an'da anlatılanları düşünürseniz, onun tıpkı kainatın, yıldızların, gezegenlerin, vs. dayandıkları gibi muhkem bir sisteme dayalı olduğunu görür ve sonuçta kainatı yaratan ile Kur'an'ı indiren Zat'ın aynı olduğu gerçeğini açıkça kavrarsınız." "Ayrıca Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da olduğu ve her türlü kötü mahluktan korunduğu zikredilmektedir. Yani Rasulullah'a vahiy getiren pâk ve temiz meleklerden başkası ona dokunamaz.

Son olarak, insanın ne kadar gururlanırsa gururlansın neticede öleceği ve ölüm karşısında çaresiz olduğu vurgulanarak, kafirler ikaz edilmişlerdir. Annenizi, babanızı ve çocuklarınızı ölümden kurtaramıyor, sevdiğiniz şeyh, lider ve önderlerin ölümünü onlardan savamıyorsunuz.

Hepsinin de gözlerinizin önünde ölmelerine rağmen, elinizden bir şey gelmiyor. Şayet üstünüzde sizlere hükmeden ve sizleri idare eden bir zatın varlığına inanmıyor ve kendinize çok güveniyorsanız, görüyorsunuz ki, bunun karşısında çaresizsiniz. İşte ceza ve mükafat verileceği va'dolunan hesap gününde de bu şekilde çaresiz olacaksınız. O günün gelişini engelleyemezsiniz. İnansanız da inanmasanız da o gün geldiğinde herkes yaptıklarının karşılığını görecektir. Mukarrebler, salihler, o gün için ne hazırlamışlarsa göreceklerdir. Kafirler de kötü akıbetlerinden kurtulamayacaklardır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Vakıa (tartışmasız bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman,

2 Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan1 diyecek yoktur.

3 O aşağılatıcı, yücelticidir.2

4 Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı,3

5 Ve dağlar darmadağın olup ufalandığı,

6 Derken toz duman halinde dağılıp-savrulduğu.

7 Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman;4

8 İşte o "Ashab-ı Meymene"5 olanlar, ne (kutlu) "Ashab-ı Meymene"dir.

9 "Ashab-ı Meş'eme"6 olanlar da, ne (mutsuz ve uğursuz) "Ashab-ı Meş'eme"dir.

AÇIKLAMA

1. Bu cümleden, kafirlerin kıyamet günüyle ilgili konuşmalarına bir cevap verildiği anlaşılmaktadır. İslâm'ın ilk yıllarında Mekkeliler Hz. Peygamber'in (s.a) davetini işittiklerinde, kıyametin vukuunu, kainatın ve yeryüzünün alt-üst olmasını, yeniden dirilişi, hesap gününü, ceza ve mükafat vs. gibi olayları imkansız olarak görüyorlardı. Onlar, yeryüzünün, denizlerin, dağların, Ayın, Güneşin ve yıldızların yok olup asırlardan sonra bunca insanın yeniden dirileceğini hayretle karşılıyorlardı. Ve sonuçta "Cennet ve Cehennem bir hayal ürünüdür. Bu tür hayallere nasıl inanabiliriz?" diyorlardı. Bu tartışmaların tüm Mekke'yi sardığı bir atmosferde şöyle buyuruldu:

"Olacak vakıa olduğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz"

Burada kıyamet için "vaka'at" ifadesi kullanılmıştır. Yani o muhakkak vuku bulacaktır. Daha sonra "el-vakıa" kelimesi kullanılmaktadır ki, bu kelime lügatta aniden vuku bulan olaylara atfen kullanılır. "Leyse li vak'atiha kazibe" ifadesi ise iki anlama da gelebilir: a) "Muhakkak bu olay gerçekleşecektir ve hiç kimse onun gerçekleşmesini engelleyemez," b) "O, vukuu bulduğunda hiç kimse onu yalanlayamayacaktır."

2. "" iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, "O gün, her şeyi alt-üst edecektir", ikincisi "O gün, düşmüş olanları kaldıracak, dik olanları devirecektir." Yani o gün insanın zillet ve izzetinin ölçüsü farklı olacaktır. Dünyada kendilerini izzet sahibi sananlar zelil olurken, zelil sayılanlar izzet sahibi kabul edileceklerdir.

3. Yani, bu deprem belirli bir bölgeyi değil, tüm yeryüzünü kaplayacaktır.

4. Burada hitap, her ne kadar, Kur'an'ın indiği zamanki muhatablarına ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da, aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan itibaren, kıyamet gününe kadar tüm insanlık, bu üç grup içinde mütelaa edileceklerdir.

5. "Ashab'ul-Meymene"; Meymene, lügatte "yemin" (sağ el) veya "yumn" (uğurlu) anlamlarının her ikisin ede gelebilir. Şayet yemin kelimesinden türediğini kabul edersek, Meymene "sağ el" anlamına gelir. Ancak burada lügavî anlamında değil, "yüksek mertebe" anlamında kullanılmış olabileceğini belirtmeliyiz. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettikleri kimseleri, meclislerde sağ köşeye oturturlardı. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında önemli bir yeri olduğunu söylemek istediğinde "Fulanun minnî bil-yemin" (o benim sağ kolumdur) derdi. Urduca'da da önemli bir adamın yardımcısına "Desterast" (sağ kolu) denir. Fakat "Meymene" kelimesinin "yumn" dan türediğini kabul edersek, "ashabu-ul meymene" uğurlu, bahtı iyi olan, saadet sahipleri anlamına gelir.

6. "Ashab-ul Meş'eme"; Meş'eme, "şum" kelimesinden türemiştir. Uğursuzluk, talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için "şu'ma" tabiri kullanılır. Nitekim Araplar "şimal" (sol el) ve "şu'ma" (uğursuzluk) kelimelerini aynı anlamda kullanırlar. Araplarda, sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir. Örneğin, sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuş uçtuğu zaman bu olayı uğursuzluk olarak telakki ederlerdi. Yine Araplar, bir kimseyi mecliste sol tarafa oturturlarsa eğer, bu o kimseyi aşağı mevkide ve önemsiz gördükleri anlamına gelirdi. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında bir yeri olmadığını söylemek istediği zaman "Fulanun minnî bi'l şimal" (O benim sol kolumdur) derdi. Dolayısıyla "Ashab'ul Şimal" bedbaht olanlardır. Yani Allah, onları zillete düçar etmiştir ve onlar O'nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır.

10 Yarışıp öne geçenler7de, öne geçmiş öncülerdir.

11 İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır.

12 Nimetlerle-donatılmış Cennetler içinde;

13 Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden.

14 Birazı da sonrakilerden.8

15 'Özenle mücevherlerden işlenmiş' tahtlar üzerindedirler;

16 Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır.

17 Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler9 dönüp dolaşır;

18 Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,

19 Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.10

20 Arzulayıp-seçecekleri meyveler,

21 Canlarının çektiği kuş eti.11

22 Ve iri gözlü huriler,

AÇIKLAMA

7. "Sabikun" (sabıklar) iyilik ve hak için çaba sarf edenlerdir. Yani Allah ve Rasulü'nün çağrısına hiç tereddüt etmeden "Lebbeyk" diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, hakka hizmet, hayra davet ve tebliğ için, kısaca Marufu emr, Münkeri nehyetmek için fedakarlık eden ve bu yolda her sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısı ile ahirette en önde bu kimseler olacaktır.

Yani Allah'ın huzurunda sağda salihler, solda fasıklar ve en önde sabıklar bulunacaktır. Nitekim bu konuda Hz. Aişe'den (r.a) bir hadis rivayet edilir. Hz. Peygamber (s.a) ashabına: "Kıyamet günü Allah'ın gölgesine en önde girenlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sorar. Ashab da "Doğrusunu Allah ve Rasulu daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: "Onlar, kendilerine hak yolunda çağrıda bulunulduğu zaman hemen icabet eden, kendilerinde hakkı olanın hakkını ödeyen, başkaları hakkında kendileri için nasıl karar verirlerse, o şekilde karar veren kimselerdir" (Müsned-i Ahmed)

8. Müfessirler "evveliyn" ve "ahiriyn" ifadelerinin yorumu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Birinci grup, Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm ümmetleri "evveliyn", Hz. Muhammed'den kıyamete kadar yaşayanları ise "ahiriyn" olarak kabul etmektedir. Bu yorum kabul edildiğinde, Rasulullah'tan binlerce yıl önce yaşayan insanlar arasındaki "sabıkların" sayısı, kendisinden sonra yaşayanlar arasındaki "sabıkların" sayısından daha çok olacak demektir. İkinci grup; bu ifadelerin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) ümmetini tazammun ettiği görüşündedirler. Yani İslâm'ın ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha çok olacaktır. Üçüncü grup ise bu ifadelerin, her peygamberin ümmetini ayrı ayrı tazammun ettiği görüşündedirler. Yani, her peygamberin ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha fazladır. Bu üç görüş de makuldur ve her üçünün de doğru olması mümkündür.

Bir de dördüncü bir görüş daha vardır ki, bu görüşün de doğru olması mümkündür. Onlara göre, her devrin ilk dönemlerinde sabıkların sayısı nisbeten fazladır. Sonraki dönemlerde ise bu sayı azalır. Çünkü nüfus artışının hızıyla, sabıkların sayısının artma hızı aynı olmaz. Dolayısı ile toplam rakam oran olarak ilk dönemlerde daha fazladır.

9. Bu ifade ile, yaşlarının değişmeyeceği gençler kastolunuyorlar. Hz. Ali ve Hasan Basri'ye göre bu gençler, dünyada ne günahları ne de sevapları olmayan gençlerdir. Sevapları olmadığı için Cenneti, günahları olmadığı için de Cehennemi hak etmemişlerdir. Onların ebeveyni de Cennete girmemiştir. Çünkü Müslümanlara, çocuklarının da kendileriyle birlikte olacağı, Allah'ın bir va'didir. (Bkz. Tur: 21). Bu hususu te'yid eden bir hadis, Hz. Enes ve Hz. Semire bin Cündüp'tan nakledilmektedir. "Rasulullah şöyle dedi: Müşriklerin çocukları Cennet ehline hizmet edeceklerdir." (Ebu Davud, Tayâlisi, Tabaranî ve Bezzar.) Bkz. Saffat an: 26, Tur: 19)

10. Bkz. Saffat an: 27, Muhammed an: 22, Tur an: 18

11. Bkz. Tur an: 17

23 Sanki saklı inciler gibi;12

24 Yapmakta olduklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur);

25 Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler, ne de günaha sokma.13

26 Yalnızca bir söz (işitirler:) "Selam, selam."14

27 "Ashab-ı Yemin", ne (kutludur o) "Ashab-ı Yemin."

28 Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları),15

29 Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları,

30 Yayılıp-uzanmış gölgeler,

31 Durmaksızın akan su(lar);

32 Ve (daha) birçok meyveler arasında,

33 Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler).16

34 Yükseklere-kurulmuş döşekler(dedirler).

35 Gerçek şu ki, biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık.

36 Onları hep bakireler olarak kıldık,17

37 Eşlerine sevgiyle tutkun18 (ve) hep yaşıt,19

38 "Ashab-ı Yemin" olanlar için.

39 (Bunların) Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden,

40 Birçoğu da sonrakilerdendir.

41 "Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdurlar o) "Ashab-ı Şimal."

42 Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su,

43 Ve kapkara dumandan olan bir gölge içindedirler,

AÇIKLAMA

12. Bkz. Saffat an: 28-29, Duhan an: 42, Rahman an: 51

13. Bu, Kur'an'da bir çok yerde zikredilmiş bulunan Cennet nimetlerinden bir nimettir. Bu nimet, insanların orada hiç bir boş söz, yalan, gıybet, bühtan, sövgü, laf-ü güzaf, alay ve aşağılama duymayacak olmalarıdır. Kötü bir toplum içinde yaşayan zevk-ü selim sahibi bir kimse, Allah'ın insanlara Cennette va'ad ettiği bu nimetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu iyi bilir.

14. Bu ifadeden bazı kimseler Cennette sadece "selam" seslerinin duyulacağı kanaatine varmışlardır. Oysa doğrusu, bu ifadeyle Cennette selim sözlerin duyulacağıdır. Yani yukarıdaki 13. açıklama notunda zikredilen kötü sözlerin hiç biri olmayacaktır.

15. Yani, dikensiz meyva. Bazı kimseler "bu meyvenin ne özelliği var ki Allah bunu müjdeliyor?" diyerek hayret edebilirler. Ancak değil Cennette, dünyada dahi öyle meyvalar vardır ki, insan bu meyvalardan tattı mı ondan vaz geçemez. Bu meyvada ne kadar kaliteli olursa o oranda dikeni az olur. Dolayısıyla Cennetin bu meyvasının dikensiz olacağı bildirilmiştir. Yani onlar dünyadakilerden çok daha kaliteli olacaklardır.

16. "" ifadesi ile bunların mevsimlik meyveler olamıyacağı ve devamlı bulunup tükenmeyeceği; "La memnuatin" ifadesiyle de dünyadaki bağ ve bahçelerde olduğu gibi bu meyvalardan almak için herhangi bir engelle (diken, yükseklik vs.) karşılaşılmayacağı kastolunmaktadır.

17. Bu kimseler, salih amelleri dolayısıyla Cenneti haketmiş mümine kadınlardır. Bu kadınlar, dünyada iken ne kadar yaşlanmış olurlarsa olsunlar, Allah onları gençleştirecek, Cennete genç, güzel ve bakire olarak gireceklerdir. Şayet eşleri salih müminlerse, Cennette onlarla birlikte olacaklardır.

Şayet mümin değillerse, Allah bu mümine kadınları Cenneti hak etmiş başka müminlerle evlendirecektir. Nitekim bu ayetin izahı, Hz. Peygamber'in (s.a) çeşitli hadislerinde de aynı şekilde yapılmıştır. Tirmizi'nin "Şemail"inde şöyle bir hadis zikrediliyor: "Yaşlı bir kadın Rasûlullah'a gelerek "Ya Rasulullah! Bana Cenneti nasip etmesi için Allah'a dua et" diye ricada bulunmuştur. Rasulallah "Hiç bir ihtiyar Cennete giremez" şeklinde cevap verince, kadın ağlayarak geri döner. Bunun üzerine Rasulullah "Ona haber verin ki hiçbir kadın, ihtiyar olarak Cennete girmeyecektir. Allah, onları yeniden yaratacağını ve bakire olarak Cennete gireceklerini bildirmiştir." der. İbn Ebi Hatim, bu ayetin izahı sadedinde, Hz. Seleme bin Yezid'in bir rivayetini nakletmiştir. "Rasulullah, bu ayet ile evli veya bakire olarak ölmüş olan bu dünyanın kadınları kasdolunmaktadır. Onlar Cennete bakire olarak gireceklerdir" demiştir. (Tabarâni) Yine Tabarâni'nin Ümmü Seleme'den naklettiği uzun bir rivayette, Ümmü Seleme, Rasulullah'a Cennette kadınlar hakkında bir çok soru yöneltir. Bu hadiste Rasulullah söz konusu ayeti şöyle açıklar: "Bunlar, dünyada yaşlanmış, gözleri çökmüş, saçları ağarmış kadınlardır. Allah, onları genç ve bakire olarak yeniden yaratacaktır." Ümmü Seleme "Şayet o kadın dünyada iken bir kaç kez evlenmiş ise ve kocalarının hepsi de Cennetteyse, o kadın hangi kocaya verilecektir?" diye bir soru yöneltince Rasulullah şöyle cevap verir "Böyle bir durumda Allah kadına "Sen hangisini istersen onu seç" diyecek ve kadın da onların içinde en iyi, en ahlâklı olanını ve kendisine dünyada iken en güzel şekilde davrananı seçecektir." Rasulullah daha sonra "Güzel ahlâklı olan, bu dünyada da ahirette de tüm iyiliği elde eder" diye buyurmuştur. Bkz. Rahman an: 51

18. "Uruben" lügatte, seçkin özelliklere sahip olan, yani hoş görülü iyi huylu, cazibeli, kocalarına gönülden bağlı ve kocalarının da kendilerine açık olduğu kadınlar için kullanılır.

19. Yani, onlar kocaları ile aynı yaşta olacaklardır. Veya şu şekilde anlam verilebilir: "Cennette tüm kadınlar aynı yaşta olacaklardır." Her ikisinin de doğru olması muhtemeldir. Bir hadiste, erkeklerin Cennette, bedenleri üzerinde kıl olmayacağı, bıyıklarının yeni terlemeye başlamış ve sakalları da henüz bitmemiş, beyaz tenli ve sağlam vücutlu, cazibeli bakışlara sahip ve 33 yaşında olacakları beyan olunmaktadır. (İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den nakletmektedir. Hemen hemen aynı rivayeti Tirmizi, Muaz bin Cebel ve Said bin Hudri'den naklediyor)

44 Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim).

45 Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.

46 Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.20

47 Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

48 "Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?"

49 De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de,"

50 "Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51 Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalancılar,

52 Hiç şüphesiz zakkum21 olan bir ağaçtan yiyeceksiniz.

AÇIKLAMA

20. Yani, zenginlik onları olumsuz yönde etkilemiştir. Allah'a şükretmeleri gerekirken, O'nun nimetlerine nankörlük etmişler, nefislerinin arzusuna uymuşlar ve böylece Allah'ı unutmuşlardır. "Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı." Büyük günah oldukça kapsamlı bir ifadedir. Bu ifade ile, şirk, küfür, ateizm, ahlâksızlık, fasid ameller vs. kast olunmaktadır.

21. "Zakkum" ile ilgili izah için bkz. Saffat an: 34

53 Böylece karınları(nızı) onda dolduracaksınız,

54 Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz.

55 Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz.

56 İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir.

57 Sizleri biz yarattık,22 yine de tasdik etmeyecek misiniz?23

58 Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü?

59 Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı biz miyiz?24

60 Sizin aranızda ölümü takdir eden biziz 25ve bizim önümüze geçilmiş değildir;

61 (Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda.

AÇIKLAMA

22. Bu ayetten 74. ayete kadar Ahiret ve Tevhid akidesi hakkında deliller öne sürülmüştür; zira müşrikler özellikle bu iki konu hakkında itirazlarda bulunuyorlardı. Dolayısıyla buradaki deliller, hem ahiret akidesini ispat, hem de Tevhidin hak oluşunu vurgulamak için serdedilmiştir.

23. Yani, "Benim sizlerin Rabbi ve Mabudu olduğumu, sizleri yeniden yaratabileceğimi tasdik etmeniz gerekmez mi?

24. Bu kısa cümleyle insanoğlunun dikkati çok önemli bir noktaya çekilmektedir. Bir kimse, değil kainattaki diğer varlıkları, sadece kendisinin bile nasıl dünyaya geldiğini bir düşünecek olursa, o kimsenin Allah ve ahiret hakkında hiçbir şüphesi kalmaz. İnsanın meydana gelişini bir düşünün. Erkeğin nutfesi, kadının rahmine intikal eder ve bir bebek dünyaya gelir. Fakat nutfenin, kendiliğinden bir insan meydana getirebilme veya insana çeşitli yetenekler verebilme gücü var mıdır? Söz gelimi kendi kendine meydana gelen, ya da Allah'dan başkasının yarattığı bir kimse var mıdır? Bir nutfeyi taşıma, ana rahminde safha safha geliştirme ve doğan çocukları ayrı ayrı şekillendirerek, onlara çeşitli yetenekler verme, erkek ve kadının veya bir başkasının gücü dahilinde midir? Tüm bunları Allah'dan başka (anne, baba, doktor, peygamberler, veliler) kim yapabilmeye muktedirdir? Oysa onların kendileri de diğer insanlar gibi dünyaya gelmişlerdir. Onlar da Allah'ın mahlukatındandır ve O'nun karşısında hepsi de aciz varlıklardır. Ya da Güneş, Ay ve yıldızlar mı onları yarattı? Oysa onlar da Allah'ın kendileri için koyduğu nizama tabidir ve onun emirlerine uymak zorundadırlar. Ayrıca doğacak çocuğun kız mı, erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor? Çocuğun güzel mi, çirkin mi, zeki mi, aptal mı olacağını kim tayin ediyor? Toplumların içinde o toplumu yükseltecek veya alçaltacak hangi insanların çıkacağına yine kim karar veriyor? Elbette müşriklerin ve ateistlerin bu sorulara makul cevap veremeyeceğini ön yargısız her insan kabul edecektir. Bu soruların doğru cevabı, "İnsanı yaratan ancak Allah'dır" demekten başkası değildir. Eğer hakikat bu ise -ki gerçekten budur- insanoğlu hangi cüretle Allah'a karşı müstağni davranır ve sorumsuzca Allah'tan başkasına kulluk eder!

Tevhid gibi Ahiret akidesi de bir hakikattır. Düşünün bir kere; insanın mikroskop ile görmesinin dahi güç olduğu erkek spermi, kadının yumurtasıyla birleşerek bir hücre oluşturmaktadır. İşte insan hayatı böylece başlar ve dokuz ay boyunca çeşitli safhalardan geçer. Sonunda bir insan şeklini aldığında, annesinin bedeni onu dışarı çıkarır ve dünyaya gönderir. Tüm insanlar dünyaya bu şekilde gelmişlerdir ve hâlâ da gelmektedirler. Bu kadar harikulade bir şekilde insanları yaratan Allah, niçin belli bir süre için yarattığı bu insanları başka bir zaman ve başka bir tarzda yaratmaya kadir olmasın?

25. Yani, sizlerin doğumu gibi ölümü de bizim elimizdedir. Kimin anne karnında, kimin belli bir yaşa ulaştıktan sonra, kimin nerede ve nasıl öleceğine biz karar veririz. Eceli gelen kimsenin, ölümüne hiç kimse mani olamaz. Dünyanın en iyi doktorları dahi o kimseyi kurtarma gücüne sahip değillerdir. Çünkü doktorlar da ecelleri geldiğinde ölürler ve kendilerini ölümden kurtarmaya güçleri yoktur.

62 Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; 26ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?27

63 Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü?

64 Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?28

65 Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız.

66 (Şöyle de sızlanırdınız:) "Doğrusu biz, ağır borç altına girip-zorlandık,"

67 "Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık."

68 Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü?

AÇIKLAMA

26. Yani, "sizlere bu vasfı, bu sureti ve yetenekleri vermekten aciz değilim. Sizleri bir nutfeden yarattım ve annelerinizin karnında safha safha geliştirerek bir bebek olarak dünyaya getirdim ve böylece sizleri yarattım. Fakat sizleri aynı yaşta yeniden yaratacağım. Ancak bu sefer görme, işitme ve diğer vasıflarınız dünya ölçülerinden farklı olacaktır. Çünkü ben bu ölçüleri de değiştirmeye muktedirim. Dolayısıyla kıyamet günü sizlerin bu vasıflarınız değişecektir. Yani bedenlerinize, el ayak ve gözlerinize konuşabilme özelliği verilecektir. Zira kendisi ile konuştuğunuz dilinize, o özelliği ben verdim, dolayısıyla sizin hiç bir uzvunuzu konuşturmaktan aciz değilim. Bu yüzden kıyamet günü her uzvunuzu konuşturacağım. Yaşamınızın ve ölmenizin bağlı olduğu kanunları değiştirmek de benim elimdedir. Sözgelimi, sizler bu dünyada, bir kaza sonucunda veya bir nedenle hayatınızı kaybediyorsunuz ama öbür dünyada ben bu kanunları değiştirmeye da kadirim.

Örneğin ne kadar azap görürse görsün, hiç bir Cehennem ehli, orada ölmeyecektir. Yine, sizler bu dünyada bir gencin yaşlanmayacağını veya bir kimsenin hiç hastalanmayacağını tasavvur bile edemezsiniz. Fakat ben bu kanunları değiştirmeye muktedirim ve orada bu kanunları değiştireceğim için Cennette hiç kimse yaşlanmayacak ve Cennet ehlinin gençlik ve sıhhati ebedi olacaktır."

27. Yani, sizleri bir nutfeden yaratmamız, annenizin kabir gibi karanlık olan karnında yetiştirmemiz, sizlere kalp, beyin, el, ayak gibi uzuvlar vererek akıl, şuur, ilim, hikmet, sanat vs. yeteneklerle donatmamız, ölüleri diriltmekten daha mı basit bir mucizedir? Bu mucizeleri, gece-gündüz görmenize rağmen niçin hâlâ ölümden sonra dirilişin, Cennet-Cehennem gibi vakıaların imkansız olduğunu sanıyorsunuz?

28. Yukarıda insanoğlunun dikkati, kendisini yaratan Allah olduğu noktasına çekilmişti. Şimdi ise, hayatını devam ettirebilmek için muhtaç olduğu rızkı da Allah'ın yarattığı vurgulanmaktadır.

"Yaratılışınızda sizin, babanız tarafından annenizin rahmine bir sperm olarak bırakılmaktan başka bir payınız yoktur. Bir çiftçi de toprağa tohum eker, birçok tohumu besleyen toprak bu tohumun gerekli ihtiyaçlarını karşılar ve sonunda tohumun ağaç, bitki, vs. olmasını sağlar. Elbette toprağa bu özellikleri veren sizler değilsiniz. O tohumların yetişmesi için belli bir oranda su, ısı, hava, belli mevsimler meydana getiren Allah'tır. Ayrıca aynı cins tohumdan aynı cins ağacın çıkması da Allah'ın hikmetidir. Şimdi bir düşünün, sizleri yaratan ve hayatınızı devam ettirebilmeniz için gerekli olan rızkı sağlayan Allah'a karşı müstağni davranırsanız böyle yapmakla nankörlük yapmış olmaz mısınız? Sizleri yaratan ve rızıklandıran Allah iken sizler ne cüretle başkalarına kulluk edebiliyorsunuz?"

Bu ayette her ne kadar Tevhid hakkında deliller ileri sürülmüşse de dikkat edilecek olursa, Ahiret ile ilgili delillerin de mevcut olduğu görülür. Örneğin; bir çiftçi toprağa tohum eker, o tohumlar tıpkı bir kabir içindeki ölü gibidirler. Fakat Allah onlara hayat verir ve toprağı, o tohumlarla canlı bir tarla haline getirir. Bu sayısız ölü tohumlar sizlerin gözleri önünde hergün kabirlerde dirilirler. İşte bu mucize sadece kendi başına yeterlidir. Fakat siz buna rağmen Kur'an'da verilen bu tür haberleri yalanlıyor, yani ölümden sonra dirilişi inkar ediyorsunuz.

69 Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren biz miyiz?29

70 Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık;30 şükretmeniz gerekmez mi?31

71 Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü?

72 Onun ağacını32 sizler mi inşa edip-yarattınız, yoksa onu inşa edip-yaratanlar mıyız?

73 Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu);33 hem de ihtiyacı olanlara34 bir meta kıldık.

AÇIKLAMA

29. Yani, "Sizlerin sadece beslenme ihtiyacınızı karşılamakla kalmadık, ayrıca susuzluğunuzu girdermeniz için de suyu yarattık. Çünkü su, hayatınız için ekmekten daha önemlidir. Suyu siz yaratmadınız, tam aksine onu da sizlerin yararlanmanız için Allah yaratmıştır. Ayrıca denizleri de biz yarattık. Öyleki o denizlerden suyu, güneşin harareti vasıtasıyla buharlaştırarak yağmur yağdırırız. Belli dönemlerde buharlaşması, bulutlara dönüşmesi gibi özellikleri de suya veren biziz. Öyle ki rüzgarlar bu bulutları bizim emrimizle sürüklerler ve belli bölgelerde yine bizim tayin ettiğimiz zamanlarda yağmur yağdırırlar. Biz sizleri tek başınıza bırakmadık. Ayrıca, hayatınızı sürdürebilmeniz ve neslinizi devam ettirebilmeniz için de tüm koşulları düzenledik. Çünkü bu koşullar olmadan, sizlerin yaşaması mümkün olmayacaktır. Benim verdiğim rızıktan yararlanmanıza, yine bağışladığım suyu içmenize rağmen hangi cesaretle kendinizi benden müstağni sanıyor ve başkalarına kulluk edebiliyorsunuz.

30. Bu cümle, Allah'ın hikmet ve kudretine işaret etmektedir. Çünkü suyun hayat verici özelliğinden başka bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Şayet su bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan su, muhtevasında tuz da bulunduracak ve sonuçta yağmur yağdığında tüm yeryüzü çorak bir hale gelecekti. Aynı zamanda bu suyu insanlar içemeyecek ve hiç bir bitki yetişemeyeceği için de yeşillik olmayacaktı. Şimdi bir düşünün, sağır ve kör bir kuvvet böylesine hikmet ve kudrete dayalı bir nizam kurabilir mi? Öyle ki denizlerden saf su yükselmekte ve bulutlar halinde yeryüzünün belli bölgelerine belli zamanlarda ve belli noktalara yağmaktadır. Bu sular vasıtasıyla tatlı sular, çeşmeler, dereler, nehirler, kuyular oluşarak hayati ihtiyaçların sağlandığı, hikmete dayalı bir nizam kurulmuştur. Bu nizamda denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla (tatlı su elde ederek) hayatlarını sürdürebilmektedirler.

31. Diğer bir ifadeyle, kiminiz nimeti yağmur tanrılarının bir lütfu, kiminiz de bunun sadece bir doğa kanunu olduğunu sanmaktadır. Fakat bu nimetin, Allah'ın rahmetinin bir sonucu olduğunu hiç düşünmüyorsunuz. Gerçekten de Allah'ın bu rahmeti karşısında O'na itaat ve ibadet edilmesi lazım gelmez mi? Ancak onlar, Allah'ın bu kadar büyük nimetlerinden yararlanıyor olmalarına rağmen, hâlâ şirk, küfür ve isyan içindedirler.

32. Bu kelime ile odun için kullanılan ağaçlar ya da merra ve afar isimli iki tür ağaç kastedilmiş olabilir. Bu iki tür ağacın dalları birbirine sürtüldüğünde ateş çıkarırlardı. Nitekim Araplar ateşi bu ağaçlardan elde ederlerdi.

33. Yani, "ateş", insana her zaman, yokluğu halinde insan hayatının hayvanlarınkinden pek farklı olmayacağını hatırlatır. Çünkü insanlar yemek yapmada ateşten yararlanırlar. Yine ateş olmadan sanayi gelişemezdi. Ayrıca icadlar için pek çok alan insana kapalı kalacaktı. Fakat insanoğlu, Allah'ın kendisine bir takım yetenekler bahşederek bu yetenekleri kullanabilmesi için gerekli şartları sağlamış olduğunu unutur. Sadece kendisinden yararlandığımız ateşin bile ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünecek olursak onu da Allah'ın yarattığını görürüz.

34. "Mukvin" lügatte çölde dinlenen yolcular için kullanılan bir kelimedir. Bazılarına göre bu kelime "aç olan kimse" anlamına gelirken bazılarına göre de yemek pişirmek, ısınmak, aydınlanmak vs. herhangi bir nedenden dolayı yakılan ateşten yararlanan kişi demektir.

74 Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et.35

75 Hayır,36 yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim.

76 Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.

77 Hiç tartışmasız bu, Kur'an-ı Kerim'dir.37

78 Saklanmış-korunmuş bir kitapta (yazılı)dır.38

79 Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz.39

80 Alemlerin Rabbinden indirilmedir.

AÇIKLAMA

35. Yani Allah'ın mübarek ismini açıkça tesbih edin ve O'nun her tür eksiklik, ayıp ve kusurdan münezzeh olduğunu beyan edin. Çünkü kafirler ahireti ve tevhidi inkar ederlerken, şirki ve küfrü seçerken bunu Allah'a atfetmektedirler.

36. Yani, "sizlerin sandığı gibi değildir." Burada Kur'an'ın Allah tarafından nazil olduğuna yemin edilirken lam-elif kullanılmış olmasından anlaşıldığına göre, bazı kimseler Kur'an hakkında yanlış iddialar ortaya atmışlardır. İşte burada bu iddialara reddiye olmak üzere yemin edilmektedir.

37. Yıldızların mevkilerine yemin edilmesinin amacı, onların muhtelif mesafelerde bulunmuş olmalarındandır. Kur'an'ın yüce mertebeye haiz bir kitap oluşu dolayısıyla yine muhkem ve merbut olan yıldızlar sistemine yemin ediliyor.

Yani bu nizam, nasıl muhkem ve merbut ise Kur'an da muhkem ve merbut bir sözdür. Dolayısıyla kainattaki bu gezegenler sistemini yaratan Zat ile Kur'an'ı nazil eden Zat aynıdır. Yıldızlar gökte nazıl yayılmışlarsa ve görünüşte hiçbir bağlantıları yokmuş gibi görünüyorlarsa -ki aslında birbirlerine sıkıca bağlı bir sistem içindedirler- Kur'an'ın ayetleri de aynı şekilde birbirlerine bağlı, uyum ve ahenk içindedirler. Bir hayat nizamını tebliğ eden bu kitaptaki sistem, bir inanca dayalı ahlak, ibadet medeniyet, kültür, ekonomi, adalet, barış ve savaş kanunlarını, kısaca hayatın tüm yönlerini kapsamaktadır. Ve bu hayat nizamının el kitabında emredilen tüm talimatlar birbiriyle uyum içinde olmalarına rağmen ayrı mahal ve mevkilerde indirilmiştir. Ayrıca bu gezegenler sistemi nasıl bağımsız ise ve kendisinde hiç bir değişiklik yapılamazsa, Kur'an da aynı şekilde muhkem ve merbut bir yol göstericidir.

38. Yani, Levh-i Mahfuz'da. Bundan dolayı Kitab-ı Meknun (korunmuş kitap) denilmiştir. Öyle ki, hiç kimse ona yaklaşamaz. Yani Kur'an, Rasulullah'a (s.a) nazil olmadan önce Allah indinde mahfuz idi. Dolayısı ile hiç kimse onu değiştiremez ve ona yaklaşamaz.

39. Bu ayet, kafirlerin, "Kur'an'ı Muhammed'e Allah vahyetmiyor. O'na cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki iddialarına bir reddiyedir. Nitekim bu iddialanın cevabı Kur'an'ın muhtelif yerlerinde verilmiştir. Örneğin, Şuara Suresi'nde (210-212) şöyle buyurulmuştur:

"O Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır."

Aynı konu bu ayette de ele alınmıştır. "İlla'l-Mutahharun" (Temiz olanlar hariç) Yani Kur'an'ın vahyolunmasına, nüzulüne, değil şeytanların müdahale etmesi, tahir (temiz) olan meleklerden başkası onun yanına dahi yaklaşamaz. Melekler için "mutahharûn" ifadesinin kullanılmasının nedeni, Allah'ın onları her türlü kötülükten arınmış varlık kılmış olmasıdır.

Bu ayeti, Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu-l Aliye, Süddî, Dahhak ve İbn Zeyd yukarıda açıkladığımız şekilde yorumlamışlardır. Nitekim ayetin siyak ve sibakından da aynı anlam çıkmaktadır. Zira bu ayet, kafirlerin Tevhid ve Ahiret akidesi hakkında yanlış düşünceleri beyan edilirken onların bu yanlışlarının vurgulanması sadedinde zikredilmiştir.

Kur'an yüce bir kitap olduğu ve hiç kimsenin ona müdahale edemeyeceği gerçeğinden hareketle yıldızlar üzerine yemin edilmiştir. Çünkü O, Allah indinde mahfuzdur ve ayrıca Hz. Peygamber'e (s.a) nazil olurken pâk ve temiz (Mutahharûn) meleklerden başkası O'na yaklaşamaz. Bazı müfessirler ayette geçen (La) yı nehiy La'sı olarak kabul etmiş, ayeti "temiz olanlardan başkasının Ona dokunmaması gerekir" şeklinde yorumlamıştır. Bazıları ise nehiy "La"sı olarak kabul etmiş ve ayete "temiz olanlardan başkası Ona dokunamaz" şeklinde anlam vermiştir. Bu müfessirler, bu nehyin, Rasulullah'ın (Müslümanlar kardeştir. Biri diğerine zulm etmez." hadisindeki gibi kullanıldığı görüşündedirler. Yani, "Bir Müslüman diğerine zulmetmesin" denilmek istenmiştir. Dolayısı ile ayetin anlamı da "temiz olmayan bir kimse Kur'an'a dokunmasın" şeklinde anlaşılmalıdır.

Ancak bu yorum ayetin siyak ve sibakı ile uygunluk arzetmemektedir. Çünkü ayette kafirlere seslenilmektedir. Yani şöyle buyurulmuştur: "Bu, Allah tarafından nazil edilen bir sözdür ve "Rasulullah'a cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki düşünceniz batıldır. Zira O'na temiz olandan başkası yaklaşamaz bile."

Görüldüğü gibi bu ayetten, "Kur'an'a abdestsiz dokunmak yasaktır" şeklinde fıkhi bir hüküm çıkarmak doğru değildir ve açıkça ayetin nüzul sebebinin de bu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, Allah indinde bu kitaba temiz olanların dışında hiç bir mahluk nasıl yaklaşamaz ise, dünyada da bu kitaba, ilahî bir kitap olarak iman edenlerin, temiz olmadan ona dokunmaktan kaçınmaları gerektiği öne sürülebilir. Bu mesele hakkında muhtelif rivayetleri aşağıda zikretmekte yarar görüyoruz:

1) İmam Malik'in Muvatta adlı eserinde, Abdullah bin Ebubekir, Muhammed bin Ömer bin Hazm'dan naklettiği rivayete göre, Hz. Peygamber'in (s.a.), Ömer bin Hazm ile Yemen beldesi liderlerine gönderdiği yazılı emirlerden biri "La yemessuhûl-Kur'ane illa tahîrûn" şeklindedir. Aynı konu ile ilgili mürsel bir rivayeti Ebu Davud, İmam Zühri'den nakletmiştir. O, Rasulullah'ın Ebu Bekir Muhammed bin Ömer bin Hazm ile gönderdiği yazılı vesikayı Ömer bin Hazm'ın elinde gördüğünü söylemektedir.

2) Hz. Ali'nin rivayet ettiğine göre, cünüplüğün dışında hiçbir şey Hz. Peygamber'i Kur'an okumaktan alıkoymazdı. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)

3) İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, cenabet ve hayız halinde olanların Kur'an okumamalarını emretmiştir. (Ebu Davud, Tirmizi)

4) Buhari'nin rivayet ettiğine göre, Bizans İmparatoru Herakliyus'a Hz. Peygamber'in (s.a.) gönderdiği mektupta "Ey Ehli Kitap, sizinle bizim aramızdaki ortak bir kelimeye gelin..." ayeti yazılı idi.

Bu mesele hakkında Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli görüşler naklediyoruz.

Hz. Selman el-Farisî "Abdestsiz Kur'an okumanın bir sakıncası yoktur ama dokunmak caiz değildir." demiştir. Sa'd bin Ebi Vakkas ve İbn Ömer de aynı görüştedirler. Hasan Basri ve İbrahim Nehaî, "Abdestsiz Kur'an'a dokunmak mekruhtur" demişlerdir. (Ahkamûl-Kur'an, el-Cessas) Ayrıca Ata, Tavus, Şa'bî ve Kasım bin Muhammed'den de aynı görüş nakledilmektedir. (El-Muğni, İbn Kudeme) "Kur'an'ı, dokunmamak kaydıyla görerek ve ezbere okumak, abdestsiz de caizdir" şeklindeki görüşe hepsi katılmaktadır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hasan Basri, İbrahim Nehai ve İmam Zühri'ye göre Cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an okumak mekruhtur. İbn Abbas ise, Kur'an okumayı düzenli bir şekilde devamlı sürdüren kimseler için, "ezberden okuyarak devam etsinler" demiş ve kendisi de bu şekilde davranmıştır. Said bin Müseyyeb ve Said bin Cübeyr kendilerine bu meseleyle ilgili bir soru yöneltildiğinde "Zaten Kur'an hafızalarda saklı değil mi? O halde okunmasında ne zarar var?" diye cevap vermişlerdir. (El-Muğni ve İbn Hazm, El-Muhalla)

Fakihlerin görüşleri:

İmam Kâşânî, "Bedaiüs-Senayî" adlı eserinde Hanefilerin görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: "Nasıl abdestsiz namaz kılmak caiz değil ise abdestsiz Kur'an'a dokunmak da caiz değildir. Fakat Kur'an bir kılıf içinde bulunuyorsa dokunulabilir." Bazıları Kur'an'ın cildini kılıf kabul ederler. Ayrıca tefsir kitaplarına veya ayetin yazıyla bulunduğu herhangi bir şeye de abdestsiz dokunulmamalıdır. Fıkıh kitaplarına dokunulabilir ama abdestli dokunmak müstehaptır. Çünkü bu eserlerde de ayet bulunmaktadır. Bazı Hanefî fakihleri, Kur'an ayetlerinin yazılı olduğu şeylere abdestsiz dokunulabileceğini söylemektedirler. Nitekim haşiyelere de dokunulabilir. Fakat haşiyelerin de Kur'an'ın bir parçası sayılması gerektiği bir hakikattir. "Kur'an'a dokunmadan ezbere okumak ise caizdir" Ancak Fetevay-ı Hindiye'ye göre çocuklar bu hükümden istisna kılınmışlardır. Abdestsiz olsalar bile öğrenmeleri için çocukların eline Kur'an verilebilir.

Şafiî mezhebi imamlarından, İmam Nûdi, "el-Minhac" adlı eserinde Şafiilerin görüşlerini şöyle açıklar:

"Namaz ve Tavaf'da olduğu gibi Kur'an'a abdestsiz dokunmak haramdır. Kur'an cilt içinde olursa da bu caiz değildir. Şayet Kur'an valiz içinde, para üzerinde veya tefsirde olursa, bunlara abdestsiz dokunulabilir. Ancak Kur'an bir tahtada yazılı ise veya sandık içinde ise tahtaya veya sandığa abdestsiz dokunmak caiz değildir. Ayrıca çocuklar abdestsiz Kur'an'a dokunabilirler. Abdestsiz Kur'an okuyan bir kimse sopa vb. araçlarla Kur'an'ın sayfalarını çevirebilir."

Malikî Mezhebi, abdestsiz Kur'an'a dokunulmayacağı konusunda Cumhur ile ittifak halindedir. Fakat öğretmen ve öğrenci Kur'an öğrendikleri, öğrettikleri için bu hükümden istisna edilmişlerdir. Hatta Kur'an öğrenmek için hayızlı kadınlar dahi Kur'an'a dokunabilirler. İbn Kudame, el-Muğni adlı eserinde İmam Malik'in görüşünü nakletmiştir. "Cünüp bir halde Kur'an okumak yasaktır. Ama hayız halinde kadının Kur'an okuması caizdir. Çünkü, onu uzun bir süre Kur'an okumaktan nehyederseniz, Kur'an'ı unutur."

İbn Kudame'nin naklettiğine göre "Hanbeli Mezhebinde cünüplük, hayız ve nifas halinde Kur'an veya Kur'an'dan tam bir ayet okumak caiz değildir. Ancak "bismillah", "elhamdülillah", "maşaallah" demek caizdir. Gerçi bunlar da Kur'an ayetlerinden bir cüzdür ama, Kur'an okuma gayesiyle söylenmediğinden, denilmesinde bir mahzur yoktur. Kur'an'a abdestsiz dokunmak ise kesinlikle caiz değildir. Ancak bir ayetin yazılı olduğu fıkıh kitabına veya mektuba dokunulabilir. Ayrıca Kur'an kılıf içinde ise yine abdestsiz ona dokunmak caizdir. Tefsir kitaplarına da dokunulabilir. Şayet Kur'an'a dokunmak acilen gerektiyse, teyemmüm alınır ve öyle dokunulur. "Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı"nda Hanbeli Mezhebi'ne göre "çocukların abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmaları doğru değildir. Çünkü onlara abdest aldırmak büyüklerin görevleridir" denilmektedir.

Zahiriye Mezhebine göre, Kur'an'ı okumak veya dokunmak her halükârda (cünüp, hayız, nifas, abdestsiz vs.) caizdir. (İbn Hazm, el-Muhalla, cilt: 1, sh. 77-84) Bu meseleyi ayrıntılı bir şekilde ele alan İbn Hazm, kendi görüşleri hakkında sağlam deliller öne sürmüş ve "Fakihlerin Kur'an'a dokunmak ve okumak hakkında ileri sürdükleri delillerin hiç biri ne Kur'an'da ne de Sünnet'te sabit değildir" demiştir.

81 Şimdi siz bu sözü mü hor görüp-küçümsüyorsunuz?40

82 Ve rızkınızı (Kur'an'dan yararlanma nimetini bırakıp onu) mutlaka yalan saymaktan41 ibaret mi kılıyorsunuz?

83 Hele can boğaza gelip dayandığında,

84 Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,

85 Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz.

86 İşte o vakit, eğer siz ceza görmeyecek iseniz,

87 Eğer doğru sözlüler de iseniz, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.

88 Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise,

89 Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış Cennet (onundur).

90 Ve eğer "Ashab-ı Yemin"den ise,

91 Artık, "Ashab-ı Yemin"den selam sana.

92 Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise,

93 Artık (onun için de) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır.

94 Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da.

95 Hiç şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir (Hakku'l-Yakin).

96 Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et.42

AÇIKLAMA

40. "Entüm mudhınûn; hafife almak, ciddi görmemek anlamına gelir.

41. İmam Razi bu ayetin yorumunu yaparken burada "rızk"ın "ekonomik gelir" anlamında olabileceği ihtimalini öne sürmektedir. Çünkü Kureyşliler, İslâm yayıldığı takdirde gelirlerinin azalacağını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bu ayet "sizler Kur'an'a sırf kendi gelirinizi (çıkarınızı) düşündüğünüz için karşı çıkmaktasınız." anlamına gelir. Yani, onlar nezdinde hak ve bâtılın hiç bir önemi yoktur. Onlar sadece kendi çıkarlarını gözetmektedirler.

42. Hz. Ukbe bin Amir Cüheyni'nin rivayet ettiğine göre bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber (s.a) rükûda "Subhane rabbiye'l-azim", "Fesebbih bismi Rabbike'l-â'la" ayeti nazil olduğunda ise secdede "Suhane rabbiye'l-âlâ" denilmesini emretmiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim)

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) gösterdiği namaz tarzının en küçük cüzleri bile Kur'an'dan alınmıştır.