24 Haziran 2007 Pazar

ZARİYAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin ilk kelimesi olan "Ez-Zariyat"dan alınmıştır. Zariyat kelimesiyle başlayan sure anlamına gelir.

Nüzul Zamanı: Konular ve ifade tarzından açıkça anlaşılmaktadır ki bu sure, Hz. Peygamber'in (s.a) İslam'a daveti karşısında yalanlama, alaya alma ithamlarının büyük boyutlara ulaştığı, zulüm ve işkence değirmeninin henüz dönmeye başladığı bir dönemde nazil olmuştur. Bu bakımdan bu surenin de Kaf Suresi'nin nazil olduğu dönemde indiği anlaşılmaktadır.

Konu: Büyük bölümü Ahiret konusundadır. Sonunda Tevhid inancına çağrı yapılmaktadır. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) sözlerine inanmamanın ve kendi cahilce (ahmakça) düşüncelerinde ısrar etmenin bu tutumu benimseyen kavimlerin nasıl mahvolduğu insanlara hatırlatılmaktadır.

Ahiret hakkında bu surenin küçük fakat son derece anlamlı ayetlerinde anlatılanlar şunlardır: "İnsan hayatının sonu hakkında insanların çeşitli inançları kendiliğinden açık bir şekilde görüşler getirememekte, aksine hiçbir ilmi dayanakları olmaksızın tahminle ve benzetmelerle bir takım görüş ve nazariyelere dayandığını ispat etmektedir."

Biri, öldükten sonra hayat yoktur demekte, diğeri ölümden sonra hayata inanmakta fakat bunun tenasüh (öldükten sonra ruhun başka bir varlığa geçerek yaşamaya devam etmesi) şeklinde olduğunu iddia etmekte, bir diğeri ahiret hayatını, ceza ve mükafatı kabul etmekte fakat amellerin (davranışların) cezasından kurtulmak için binbir çeşit kurtarıcılar araya sokmaktadır. Böyle büyük ve çok önemli bir konuda insanın, kanaat, görüş ve akidesinin yanlış olması bütün hayatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvedecektir. İlmi gerçeklere dayanmadan sadece tahmin ve kıyaslara dayanan bir inanç kurmak çok büyük bir ahmaklıktır. Bu durum, bir kimsenin çok büyük bir yanlış anlayış sonucu bütün ömrünü kör bir gaflet içinde geçirip öldükten sonra aniden hiç hazırlıklı olmadığı bir olayla karşılaşması demektir. Böyle konular hakkında doğru kanaat elde etmenin tek bir yolu vardır. O da insanların ahiret hakkında Allah'tan vahiy yoluyla elde ettikleri bilgiyi dikkatle incelemeleridir. Yeryüzü ve gök düzenine hatta kendi varlığına dikkatle bakarak bunları basiretle incelediği takdirde, bu bilginin doğru olduğunu ispat eden delilleri her yerde görecektir. Bu arada rüzgar ve yağmur düzeni, yeryüzünün yaratılışı ve oradaki diğer (bütün) mahlukları, insanın kendi varlığını, gökyüzünün yaratılışı ve dünyanın bütün çift olarak yaratılan varlıkları, ahiretin birer ispatı olarak öne sürülmüşlerdir. Ve insanlık tarihi de kainat düzeninde yapılan herşeyin bir karşılığı olduğunu gösteren örneklerle doludur. Kur'an'da bunlar seçilerek belirtilmiştir.

Daha sonra insanlar tek Allah'a inanmaya çağrılarak kısa bir ifade ile buyurulmuştur ki: Allah sizi başkalarına kulluk için değil, ancak kendisine kulluk etmeniz için yaratmıştır. O, gıdasını sizden alan ve yardımınız olmadan ilahlığını sürdüremeyen uydurma mabutlarınız (putlar) gibi değildir. O, herkese rızık veren ilahtır, hiç kimseden rızık istemeye muhtaç değildir. O'nun ilahlığı kendi gücüyle kaimdir.

Bunlar arasında şu da belirtilmiştir ki; peygamberlere her ne zaman karşı konulmuşsa akla uygun delillerle değil ancak inat, aksilik ve ahmakça bir gurura dayanarak karşı konulmuştur. İşte bu gün Hz. Muhammed'e (s.a) reva görülen muamelenin itici sebebi serkeşlik ve azgınlıktan başka bir şey değildir. Bundan sonra Hz. Muhammed'in (s.a) bu serkeşlere önem vermemesi, kendi davet ve uyarılarına devam etmesi bildiriliyor. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) daveti o serkeşlere tesir etmese de iman edenlere faydalıdır.

Serkeşlikte ısrar eden zalimlere gelince, bunlardan önce bu yolda yürüyenler hak ettikleri azabı bulmuşlardır. Bunların hak ettikleri azab da hazırdır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Tozu dumana katıp savuran (rüzgâr)lara.

2 Derken, ağır yük taşıyan (bulut)lara.1

3 Sonra kolaylıkla akıp gidenlere,

4 Sonra iş(ler)i taksim edenlere2 andolsun.

5 Size va'dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur.3

6 Şüphesiz (din) hesap ve ceza da mutlaka gerçekleşecektir.4

AÇIKLAMA

1. Bütün müfessirler "Zariyat" kelimesinden; dağıtan, toz kaldıran rüzgarların kastedildiği görüşünde birleşmişlerdir. Ve "Ağır yük kaldıranlar"'dan da denizlerden milyonlarca ton su buharını bulut şeklinde kaldıran rüzgarlar kastedilmektedir. Bu tefsir Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Abdullah bin Ömer ve Mücahid, Said bin Cübeyr, Hasan Basri, Süddi ve diğerlerinden nakledilmiştir.

2. "Fel Cariyati Yusran" ve "Fel Mükassimati Emran" ayetlerinin tefsirinde müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bir grup, bu ikisinden de maksat sadece rüzgarlardır, görüşünü tercih etmişler ve böyle anlamayı uygun bulmuşlardır. Yani bu rüzgarlar bulutları sürüklerler, daha sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıtarak Allah Teala'nın emrine uygun olarak nereye ne takdir edilmişse o kadar suyu dağıtırlar.

İkinci grup da "Fel Cariyati Yüsran" ile hızlı giden gemilerin kastedildiğini ileri sürmüşler ve "Fel Mukassimati Emran" ile "Allah'ın emrine uygun olarak mahlukata kısmetini dağıtan melekler kastedilmektedir" derler.

Bir rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu iki ayetin bu mânâya geldiğini söyleyerek şöyle buyurmuştur: "Eğer ben Peygamber'den (s.a) işitmeseydim bunu söylemezdim".

Buna dayanarak büyük alim Alûsî: "Bu ayetin bunun dışında başka bir mânâya geldiğini ileri sürmek doğru değildir. Başka mânâ verenler yersiz bir cüret sergilemiş olurlar" demiştir. Ancak İbni Kesir, "Bu rivayetin senedi zayıftır" demektedir. Bu bakımdan Rasulullah böyle söylemiştir diyemeyiz.

Sahabe ve Tabiinden sayılan bir topluluğun bu ikinci yorumu naklettiğinde de şüphe yoktur. Fakat müfessirlerden büyük bir topluluk da ilk tefsiri yapmışlardır. Ve bu tefsir, söz dizisine, bu sözün ahengine, ifadenin düzenine daha çok uygunluk göstermektedir. Hindistan alimlerinden Şah Refiuddin, Şah Abdulkadir, Mevlana Mahmud el-Hasan da tercümelerine ilk mânâyı almışlardır.

3. "Tûadûne": Bu iki anlama gelir. Birincisi, "Size va'dedilen", ikincisi, "Kendisiyle tehdit olunduğunuz" şeklindedir. Lüğavi bakımdan her ikisi de geçerlidir. Ancak ikinci anlam, mahal itibariyle daha uygundur. Çünkü burada, hesap gününe inanmayan müşriklere, kafirlere, münafık ve fasıklara seslenilmektedir. Dolayısıyla biz bu fiili, tehdit, ikaz, uyarı anlamında şöyle tercüme ettik: "(Kendisiyle) tehdit olduğunuz muhakkak doğrudur."

4. İşte üzerine yemin edilen o söz budur. Bu yeminden maksat da; emsalsiz bir düzen ve sistemle gözleriniz önünde cereyan eden yağmur yağmasındaki muazzam kanun ve bu kanunda açık bir şekilde müşahede edilen hikmet ve maslahatlar, bu dünyanın milyonlarca seneden beri körükörüne oynanan gayesiz ve mânâsız bir evcilik oyunu olmadığına, bilakis gerçekte her şeyin bir gaye ve maslahata dayalı, son derece hikmetli bir düzen olduğuna şehadet etmektedir. Bu düzende hiçbir şekilde insan gibi bir varlığa akıl, şuur, mantık ve idare tercihlerini vererek insanda iyilik ve kötülüğün ahlaki duygusunu yaratarak ve ona her çeşit iyi, kötü, doğru ve yanlış iş yapma fırsatlarını vererek; sergerdelik, vurdu kaçtılık, mânâsız ve lüzumsuz olarak gönderilmesi mümkün değildir. Ve kendisine verilen kalp, beyin ve beden güçlerinin kendisinden sorulmaması, bunlarla yaptıklarından hesaba çekilmemesi, dünyada iş yapması için kendisine verilen geniş imkanları ve Allah'ın sayısız yaratıklarına hükmetmek için kendisine verilen yetkileri nasıl kullandığından da sorumlu tutulmaması yine mümkün değildir. Her şeyin bir yaratılış gayesi olan bu kainat düzeninde, sadece insan gibi büyük bir varlığın yaratılması nasıl gayesiz olabilir? Herşeyin bir hikmete bağlı olduğu düzende, yalnızca insanın yaratılması nasıl lüzumsuz ve sebepsiz olabilir? Akıl ve şuur taşımayan yaratık türlerinin yaratılmasına sebep ve maslahatı, bu fani alemde tamamlanıp bitmektedir. Bu bakımdan onun hayatı bittikten sonra yok edilmesi tamamen akla uygundur. Çünkü onlara hiçbir irade verilmemiştir ki, hesaba çekilmeleri için yeniden dirilsinler.

Ama akıl, şuur ve irade taşıyan bir yaratık olan insanın yaptığı hareketler sadece bu fani dünya ile sınırlı değil, bilakis ahlaki bir karakter de taşır. Ve bu ahlaki sonuçları doğrudan hareketler dizisi sadece hayatın son demine kadar sürüp, ondan sonra bitmez, öldükten sonra da o hareketlerin ahlâki sonuçlarından sorumlu olur. Sadece onun normal dünya hayatının tükenmesinden sonra, o hayvanlar ve bitkiler gibi nasıl yok edilebilir? Onun kendi iradesiyle yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını hak ve adalete tam uygun şekilde bulması gerekir. Çünkü bu diğer varlıkların aksine irade sahibi bir varlık olarak yaratılmasının hikmetinin icabıdır. Onun hesaba çekilmemesi, onun ahlaki hareketlerinin ceza ve mükafatının verilmemesi ve iradesiz yaratıklar gibi ömrünün son bulması ile onun da yok edilmesi halinde şüphesiz bu insanın yaratılması baştanbaşa mânâsız ve lüzumsuz olacaktır. Halbuki herşeyi bir hikmetle yaratan Allah'tan mânâsız bir iş beklenemez. Bununla birlikte ahiretin, hesaba çekilmenin olacağına, bu dört kainat olayı üzerine yemin edilmesinin bir başka sebebi daha vardır. Ahireti inkar edenler öldükten sonraki hayatı şu iddialarla imkansız kabul etmektedirler. Biz öldükten sonra toprağa karışacağız ve her zerremiz toprak içinde darma dağınık olacak, daha sonra bu darmadağınık olan vücut zerreleri bir araya getirilecek, biz de tekrar meydana geleceğiz, bu nasıl mümkün olur diyorlardı. Bu yanlış şüphe, ahiretin varlığına delil olarak gösterilen o dört kainat olayını dikkatle inceledikten sonra kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.

Güneş ışınları hararetinin ulaştığı yeryüzünün bütün su birikintilerine tesir etmektedir. Bu olayla sayısız su damlaları uçmakta ve kendi birikintilerinde kalmamaktadırlar. Ama onlar bu birikintilerden uçmakla yok olmamakta, buharlaşarak havada tek tek zerreler halinde kalmaktadırlar. Daha sonra Allah'ın emriyle hava bu buhar zerrelerini toplamakta, sıkışmış bulutlar şeklinde bir araya getirmektedir. Bu bulutları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıtmakta ve Allah tarafından belirtilen zamanın gelişi ile daha önce olduğu şekilde damlalar halinde yeryüzüne tekrar dönmektedir. Bu manzarayı insan hergün görmektedir. Bu olay, ölen insanların vücutlarının her parçasının Allah'ın tek bir işareti ile biraraya geleceğine ve o insanların daha önce dünyadaki oldukları şekilde diriltileceklerine şehadet etmektedir. Bu zerreler ister toprak içinde ister su içinde isterse havada olsun, mutlaka şu yeryüzü veya onun çevresinde bulunmaktadırlar. Su buharının zerrelerinin havada dağılmasından sonra hava vasıtası ile yeniden toplayıp, onları su şeklinde yağdırarak tekrar yeryüzüne indiren Allah için, insan vücutlarının dağılmış zerrelerini hava, su, toprak içinde toplayıp bir araya getirerek yeniden eski şekillerinde yaratması niçin zor olsun?

7 'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun;5

8 Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz.6

9 Ondan çevrilen çevrilir,7

10 Kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler';8

11 Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler.9

12 "Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?" diye sorarlar.

13 O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.10

AÇIKLAMA

5. Ayette "Zat'il-Hubuk" kelimesi geçmektedir. Hubuk ise yollar demektir. Rüzgarların esmesi ile çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara, yosma yapılmış saçlardaki kıvrımlara da denir. Burada gökyüzüne hubuklu denmesi ya göküzünde dağılmış olan, esen rüzgarlar tesiri ile durmadan değişen ve hiçbir zaman bir şekilde durmayan, birbirine benzemeyen şekiller alan çeşitli bulutlardan veya geceleyin gökyüzüne yayılan ve insanlar tarafından çeşitli şekillerde görülen ve hiçbir kümesinin şekli diğerine benzemeyen yıldızlardan dolayı öyle buyurulmuştur.

6. Bu değişik sözlere karşı, çeşitli şekillerde olan gökyüzüne yemin edilmesi, benzetme bakımındandır. Yani gökyüzünde bulutlar ve yıldızlar kümelerinin nasıl muhtelif şekilleri varsa ve aralarında da bir aynilik bulunmuyorsa ahiret konusunda sizin değişik sözleriniz de işte böyledir. Ve herbiri diğerinden farklıdır... Biri der ki: Bu dünyanın başlangıcı ve sonu yoktur, ezeli ve ebedidir. Ve herhangi bir şekilde dünyanın son bulması, kıyamet kopması da düşünülemez. Kimi der ki: Bu kainat düzeni yaratılmış ve sonradan olmuştur. Bir gün de gelip son bulacaktır.

Ama insan bünyesinden yok olan şeyin daha sonra yeniden eski şeklini alması mümkün değildir. Mümkün kabul eden de vardır, fakat onun da inancı, insan; amellerinin iyi veya kötü sonuçlarının karşılığını bulmak için tekrar bu dünyaya dönecektir, şeklindedir. Kimi cennet ve cehenneme inanmaktadır. Ama bunu tenasuh (ruh göçü) ile karıştırmaktadır. Buna göre, günahkar cehenneme girerek de cezasını çeker, bu dünyada da azap çekmek için yeniden bu dünyaya döner, biçimindedir. Kimi der ki, dünya hayatının kendisi bir azaptır. İnsan nefsinin maddi hayatla ilgisi ona karşı hırsı devam ettiği müddetçe o, tekrar tekrar ölüp dirilerek bu dünyaya gelmeye devam edecektir. Onun hakiki kurtuluşu (NİRVANA) nefsinin tamamen yok olmasından sonradır. Kimi, ahiret, cennet ve cehenneme inanmasına rağmen; Allah'ın kendi biricik oğlunu haç'a gerdirip öldürecek bütün insanların ilk ve ezelî günahının bedelini ödediğini, o oğula iman ettikten sonra kişinin kendi çirkin amellerinin sonuçlarından (azabından) kurtulacağını iddia etmektedirler. Diğer bazı insanlar ahiret, hesaba çekilme ve herşeye iman etmelerine rağmen, Allah katında çok sevgili veya çok güçlü olan bazı büyükleri şefaatçi kabul etmektedirler. Bu dünyada her şeyi yaptıktan sonra bile bu zatların eteğine yapışınca azaptan kurtulabileceklerini kabul etmektedirler. Bu büyük zatlar konusunda, bu inançta olanlar arasında da bir uyuşma yoktur, her zümre kendine ayrı ayrı şefaatçiler edinmişlerdir. İddiaların bu kadar farklı oluşu ve sözlerin birbirini tutmayışı açıkça insan mantığına şunu haykırmaktadır ki; vahiy ve peygamberliğe ihtiyaç duymadan insanın kendisi ve bu dünyanın sonu konusunda kurduğu hayaller, ileri sürdüğü kanaatler ilim dışı hayaller ve kanaatlerdir. Yoksa insan elinde bu konuda hakikaten doğrudan doğruya, kendi başına gerçeği bilme imkanı olsaydı, bu kadar farklı ve çelişkili kanaatler ortaya çıkmazdı.

7. Ayette "Ondan yüz çeviren, Hak'tan yüz çevirendir" cümlesi geçmektedir. Bu cümledeki "anhü" zamirinin iki gidiş yeri vardır. Biri amellerin cezası, diğeri sözlerin çeşitli oluşlarınadır. Birinci hale göre bu ilahi buyruğun maksadı şudur: "Amellerin karşılığı mutlaka görülecektir. Her ne kadar siz bu konuda çeşitli inançlarda iseniz de buna inanmaktan ancak Hak'tan yüz çevirenler çekinirler." İkinci hale göre de denmek istenen şey şudur: "Bu çeşitli sözlerden dolayı ancak haktan yüz çevirenler sapıtırlar."

8. Bu sözlerde Kur'an-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünya hayatının basit birtakım meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile...

Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; "Kendi kendini tamamen mahvetmek olur" demektir. Buna ilaveten bu mesele baştan başa kişinin kendileri hakkında sadece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dairesi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiçbir yönü ile duyular dairesi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrak gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevabı Kur'an-ı Kerim'de yer yer verilmiştir. Ve bu sureden de insanın kendi başına doğrudan doğruya hakikate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hatta bizzat kendi nefsinde varolan sayısız alametlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakikatleri acaba isbat eden işaretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve ahiret hakkında Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir.

9.Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Ahireti inkar eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldükten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur. Halbuki bir gün ansızın tahminlerinin-beklentilerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğim hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş kapılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatın amellerinin telafi edilebilmesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde başka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.

Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlak yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümediyle kendini felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir. İşte böyle birini, Allah'ın oğlunun günahlarının ödeyeceği safsatasına veya herhangi bir büyük zatın şefaatci olacağına güvenmesi sonucu, hayatı boyunca Allah'a isyanla yaşamışsa, Allah'ın huzuruna varır varmaz hiçbir kimsenin günahları ödemeyeceğini ve hiç bir kimsenin kendi gücü ile ya da kendi makbuliyetinden dolayı kimseyi Allah'ın elinden kurtaramayacağını anlamış olacaktır. Evet bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar Allah'ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler.

10. Kafirlerin hesap günü ne zaman olacak, diye sormaları, bilgi elde etmek için değildi, alay ve istihza içindi. Bu bakımdan onlara cevap, işte bu ölçü ve ahenk içinde verilmiştir. Bu ahenk, tamamen kötü hareketlerde bulunan birine bu hareketlerden vazgeçmesi için nasihat ederken, bir gün bu hareketlerin kötü akibetine uğrarsın, sonu kötü gelir deyince; o, bu söze karşılık, alaya alarak "Beyefendi o gün ne zaman gelecek, hangi gündür?" diye sizden sorması gibidir. Onun bu soruşunun o kötü akibetin tarihini öğrenmek için olmadığı, nasihatlerinizle alay etmek için olduğu meydandadır. Bu sebeple ona en iyi cevap "Sizin musibetiniz, felaketiniz geldiğinde o gün gelmiş olacak." şeklinde verilir. Bununla birlikte şunu da bilmelidir ki ahiret konusunda, ahireti inkar eden biri ciddiyetle konuşarak da bu konuda uygun olmayan ifadelerle konuşabilir. Ama kafası tamamen berbat, fikri tamamen bozuk olmadığı müddetçe; "Söyle, ahiretin tarihini bildir, o gün ne zaman gelecek" diye sormaz. Onun tarafından bu soru ne zaman sorulsa, alay ve istihza şeklinde olacaktır. Çünkü ahiretin meydana geleceği tarihi açıklamanın veya açıklamamanın asıl konuyla bir ilgisi yoktur. Biri bundan dolayı ahireti inkar etmiyor. Ahiretin geliş senesinin, ayının, gününün bildirilmemesinden dolayı reddetmiyor. O, filan sene filan ay filan tarihte olacağını duysa da inanacak değil. Belli bir tarih söylemek katiyyen bir inkarcıyı kabul etmeye mecbur eden delil olamaz. Çünkü bundan sonra da -O gün gelmeden önce o gün- gerçekten kıyametin kopacağına nasıl kesinlikle inanabilir? sorusu akla gelecektir.

14 "Tadın fitnenizi.11 Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir."12

15 Şüphesiz muttaki olanlar,13 cennetlerde ve pınarlardadırlar;

16 Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak.14 Çünkü onlar, bundan önce ihsanda (güzel davranışta) bulunanlardı.

17 Gece-boyunca da pek az uyurlardı.15

18 Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.16

AÇIKLAMA

11. Fitne kelimesi burada iki mânâ taşıyor. Biri, "Bu azabınızı tadınız." İkincisi, "Dünyada çıkardığınız fitnelerin tadına bakınız" demektir. Arapça'da bu kelimeye aynı anda bu iki mânânın verilmesi mümkündür.

12. Kafirlerin "Artık o kıyamet günü ne zaman gelecek" sorularının altında: Onun gelişi niçin gecikiyor? Biz onu inkar ettiğimiz, yalanladığımızdan dolayı azaba uğrayacağımız gerektiğine göre o gün niçin gelmiyor mânâsını gizliyordu. Bu bakımdan cehennem ateşinde kavrulurken onlara denecek ki, "İşte bu sizin çabuk gelmesi için çırpındığınız şeydir. Bu ayetlerden şu mânâ da kendiliğinden çıkmaktadır. İsyan eder etmez Allah'ın sizi yakalamaması büyük bir iyiliği idi. Düşünmek, anlamak ve kendinize gelmek için size uzun bir mühlet verdi durdu. Ama siz öyle ahmaktınız ki, bu mühletten faydalanacağınız yere tersine o günün size çabuk gelmesini istediniz durdunuz. Artık çabuk gelmesini isteyip durduğunuz şeyin ne olduğunu alın görün.

13. Ayetlerin akışından "muttaki" kelimesinin şu mânâyı ifade ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Müttaki demek: Allah'ın Kitabı'nın ve Peygamberi'nin verdiği haberlere iman edip ahirete inanan, ahiret hayatını kazanmak için kendilerine tavsiye edilen yolu seçen ve Allah'ın azabına uğratacağı kendisine bildirilen gidişattan çekinen demektir.

14. Ayetin kelime kelime tercümesi, "Rab'lerinin kendilerine verdiği şeyleri onlar alacaklar" şeklinde ise de, yer ve durum icabı burada "almak" kelimesi, sadece düz bir "almak"tan ibaret değildir. Bazılarına cömert biri avuç dolusu ikramlarda bulunurken onların üşüşerek o ikramları kapışması gibi sevinerek memnuniyetle alması demektir. Birine sevdiği bir şey verilince onu alışta memnuniyetle kabul etme manası kendiliğinden çıkmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyurulmuştur:

"İnsanlar bilmiyorlar mı ki; Allah Teala kulları tarafından yapılan tevbeleri kabul eder ve sadakaları alır" (Tevbe Suresi /104) Burada sadakaları almak demek sadece onları doğrudan almak değil beğenerek, sevinerek kabul etmektir.

15. Müfessirlerden bazıları, bu ayetin mânâsını şöyle anlamışlardır: "Bütün geceyi uyuyarak geçiren ve onun hiç değilse bir bölümünü az ya da çok, gecenin başlangıcında veya ortasında ya da sonunda uyanarak Allah'a ibadet etmeyen az sayıda idi." Bu şekilde tefsir küçük çapta kelime farklılıkları ile birlikte İbn Abbas, Enes bin Malik, Muhammed el Bâkır, Mutarrif bin Abdullah, Ebul-Aliye, Mücahid, Katade, Rebi bin Enes ve diğerlerinden nakledilmiştir.

Diğer bazıları bunun mânâsını şöyle açıklamışlardır: "Onlar, gecelerinin büyük bir bölümünü Allah Teala'ya ibadet ile geçirirler, az uyurlardı." Bu ifade Hasan Basri, Ahnef bin Kays ve İbn Şihab Zuhrî'ye aittir. Daha sonraki müfessirler ve mütercimler bu ifadeyi tercih etmişlerdir. Çünkü ayetin kelimeleri, o yer ve durum açısından, bu tefsir şeklinin daha uygun düştüğü görülmektedir. Bundan dolayı biz de tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.

16. Yani gecelerini ahlaksızlıklar, itaatsızlıklar ve çirkin hareketlerle geçirdikleri halde, yine de hiçbir şekilde tevbe etmeyi, istiğfar etmeyi akıllarından bile geçirmeyen kimselerden değillerdi onlar. Aksine onlar, gecenin büyük bir bölümünü Allah'a ibadet ile geçirirlerdi de yine de sabaha doğru, seher vakti Rab'lerinden "Ya Rabbi üzerimize düşen kulluk borcumuzu ödemekte kusurlarımız oldu" diye af ve mağfiret dilerlerdi.

"Onlar bağışlanmayı isterler" buyruğunda -bu tutum ve hareket tarzının onların hoşuna gittiğine- bir işaret vardır. Rablerine kulluk yapma yolunda canlarını feda ederler, yine de bundan dolayı şişinip, iyilikleri üzerine övünme yerine, ağlayıp sızlayarak hatalarının bağışlanmasını isteyecek kadar onlar kulluk şanına layıktılar. Elbette bu tutum, günah işleyen ve onlarla öğünen utanmazların tutumu olamazdı.

19 Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.17

20 Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır.18

21 Ve kendi nefislerinizde de.19 Yine de görmüyor musunuz?

AÇIKLAMA

17. Diğer bir ifade ile: Bir taraftan Rablerinin hakkını onlar böylece kabul ederler ve yerine getirirler, diğer taraftan da kullarla olan tutumları böyle idi demektir. Az olsun, çok olsun, Allah Teala'nın kendilerine verdiği herşeyde sadece kendi ve çoluk çocuğunun hakkı olduğunu onlar kabul etmezler, aksine "Bizim şu mallarımızda, yardımımıza muhtaç olan her Allah'ın kulunun hakkı vardır" derler. Onlar insanlara yardımı; yaptıkları iyilik karşılığında teşekkür etsinler, minnet duysunlar ve onları iyiliklerinin yükü altında tutsunlar diye hayrat olarak değil, bunları onların birer hakkı olduğunu kabul ettiklerinden ve kendilerinin bir vazifesi saydıklarından dolayı yaparlardı. Dahası onların bu insanlık hizmeti kendilerine dilenmeye gelen dilencilerle sınırlı değil, rızkını temin etmekten mahrum kaldıklarını öğrendikleri kimseleri de içine alırdı. Bunlara yardım için huzursuz olurlardı. Himayesiz yetim bir çocuk varsa, yardımcısız dul bir kadın mevcutsa, rızkını kazanmak için elini kolunu kullanamayan bir malul kimse varsa, gelirini yitirmiş ve işinden olmuş olup kazancı ihtiyaçlarına kafi gelmeyen biri mevcutsa, herhangi bir afet kurbanı olmuş olup kendi eksiklerini kendisi karşılayamayan biri varsa... Yani durumlarını öğrendikleri ve ellerinden tutup yardım edebilecekleri herhangi bir ihtiyaç sahibi yoktu ki onun, kendileri üzerinde hakkı olduğunu kabul etmeyip ona yardım etmekten kaçınmış olsunlar.

İşte şu üç sıfattır ki bunlardan dolayı Allah Teala onlara müttaki ve ihsan yapan kimseler diye hükmetmiş ve bu sıfatlar onları cennete layık kılmıştır diye buyurmuştur. İşte o üç sıfattan biri şudur: Ahirete iman ederek onlar Allah'ın ve Rasulü'nün, "Ahiret hayatını mahvedicidir" diye bildirdikleri hareketlerden kaçınmışlardır. İkincisi ise, onlar Allah'a kulluk hakkını canlarını feda ederek yerine getirmişler. Bununla öğünme ve güvenme yerine, bağışlanmayı istemişler, Allah'a istiğfar etmişlerdir. Üçüncüsü de: Onlar Allah'ın kullarına hizmet ederken onlara iyilik ve lütufta bulunduklarını değil, kendi vazifelerini yaptıklarını, onların haklarını verdiklerine inanarak hareket etmişlerdir. Burada şunu bir daha bilmek gerekir ki; iman erbabının malları içinde fakir ve yoksulların hakları olduğunu belirten buyruktan; şer'an kendilerine farz olan zekat kastedilmemektedir. Bilakis bu zekat verildikten sonra gücü yeten bir mü'minin, şeriatın mecbur kılmasının dışında, kendi malı içinde duyduğu ve gönlünden vermeği arzu ettiği bir haktır. İbni Abbas, Mücahid, Zeyd bin Eslem ve diğer büyük zevat bu ayeti böyle açıklamışlardır. Aslında bu ilahi buyruğun özü şudur: Müttaki ve iyilik yapan insan hiçbir zaman; "Allah'ın ve kullarının malım içinde olan haklarını zekat vermek sureti ile verdim ve bu sorumluluktan tamamen kurtuldum, artık her çıplağın, açın, felakete uğramış kimsenin yardımına koşmaya mecbur değilim" diyerek yanlış düşünceye saplanmaz. Bunun aksine, gerçekten iyilik yapan ve müttaki olan Allah'ın kulu her zaman gücünün yettiği her iyilik için can-ı gönülden hazırdır, ve güzel amel için dünyada kendisine bir fırsat düşerse onu elden kaçırmaz. "Yapılması üzerime farz olan iyiliği ben yaptım, artık daha fazla iyiliği niçin yapalım." diye düşünmesi tahmin edilemez. İyiliğin kadrini bilen kimse onu bir yük kabul ettiğinden dolayı o yükün altına girmez, hatta kendi menfaatinin bir sebebi olarak kabul ederek, daha çok kazanmaya istekli olur.

18. İşaretlerden murat; ahiretin mümkün olduğuna ve onun gerekli ve lüzumlu olduğuna şahadet eden işaretlerdir. Yeryüzünün kendi varlığı ve yapılışı, onun güneşten belirli bir mesafe ve uzaklıkta belli bir eğiklikte konuluşu, ışık ve sıcaklığın düzenli bulunuşu, çeşitli mevsimlerin o dünyaya geliş ve gidişi, üzerinde hava ve su ayarlanması, karnında çeşit çeşit, sayısız hazinelerin konuluşu, üzerine münbit bir örtünün geçirilmesi, onun da üzerinde cins cins sayısız, hesapsız bitkilerin bitirilmesi, içinde kara, deniz, hava canlılarının sayısız cinslerini yaratması, orada her cins hayat için uygun durumlar ve uygun gıdayı ayarlaması, orada insanı yaratmadan önce tarihin her devrinde insanın günlük ihtiyaçlarını değil, ilim ve medeniyet yolunda ilerlerken ihtiyaç duyacağı bütün malzemeleri ve ihtiyaçları yaratması, bu ve diğer sayısız işaretler, gözü gören herkesi yeryüzüne ve onun çevresine baktığı zaman kendine çekecek ve o insanı hayrete düşürecektir.

Hakiki imana kalbinin gözünü kapatan kimsenin durumu başkadır. O bunların hepsini görecek, ama hakikikati gösteren hiçbir işaret görmeyecek. Fakat kalbi katılık ve inatçılıktan arınmış, doğruluğa açılmış olan kimse bunları görerek, bunların hepsi bir tesadüfün sonucu, birkaç milyon sene önce kainatta aniden oluşmuş şeyler diye asla düşünmez. Aksine, "Bu son derece hikmetli sanat mutlaka herşeyi gören ve bilen kadiri mutlak bir Allah'ın yaratmasıdır" inancına varacaktır ve bu yeryüzünü yaratan O Allah, ne insanları öldükten sonra tekrar diriltmekten aciz olabilir, ne de yeryüzündeki akıl ve şuur sahibi bir yaratığı irade vererek başıboş, yularsız hayvan gibi bırakacak kadar bilgisiz biri olabilir. İradenin verilmesi kendi kendini hesaba çekmeyi gerektirir. İrade olmazsa hikmet ve adalete uygun düşmez. Mutlak kudretin var olması dünyada insan türünün işi tamamlandıktan sonra yaratıcısı istediği zaman hesaba çekmek için herbirini ölüp kaldıkları dünyanın her köşesinden diriltilerek ayağa kaldırabileceğini kendiliğinden ispat etmektedir.

19. Yani dışarıya bakmaya da lüzum yoktur. Kendi içinize baktığınızda, bu hakikate şahadet eden sayısız işaretleri bulacaksınız. Nasıl mikroskopla görülebilen bir tohumu ve yine kendisi gibi mikroskopla görülebilen bir başka tohumla birleştirerek anne vücudunun bir köşesinde sizi yaratmış, nasıl sizi bu karanlık köşede besleyerek derece derece geliştirmiş, nasıl size emsalsiz bir güzellikle vücut ve hayrete düşüren kabiliyetlerle dolu bir nefis vermiş nasıl sizin yaratılışınız kemale erip tamamlanır tamamlanmaz anne karnının dar ve karanlık dünyasından çıkararak sizi bu geniş dünyaya bu ihtişamla getirmiştir? Çok kuvvetli, kendi kendine çalışan bir makinayı içinize koymuş, doğduğunuz günden gençlik ve ihtiyarlığınıza kadar nefes alma, gıdaları hazmetme, kan yapma ve bütün damarlarda onu dolaştırma, artıkları dışarı çıkartma, vücudun eskimiş parçaları yerine yenilerini hazırlama, içerden meydana gelen veya dışardan gelen yıkımlara karşı koyup verdikleri zararları tamir eden, hatta yorulduktan sonra sizi dinlendirmek için uyutma işine varıncaya kadar kendi kendine yapmayı sağlamıştır. Enteresan bir beyin kafatası içine konulmuş, kıvrım kıvrım derinliklerine de akıl, fikir, düşünce, şuur, mantık, irade, hafıza, istek, arzu ve duygular, eğilimler ve benimsemeler ve diğer zihni güçlerin paha biçilmez servetleri ile doldurulmuştur. Pek çok bilgi edinme vasıtaları size verilmiş, göz, kulak, burun ve bütün vücudu kaplayan deri, her çeşit bilgiyi size ulaştırmaktadır. Dil ve anlatma gücü size verilmiş bununla siz içinizdekileri açıklayabiliyorsunuz. Ve daha vücudunuzun bu mükemmel saltanatı üzerine bütün bu kabileyetlerden istifade ederek görüşler edinesiniz diye şahsiyetiniz bir başkan olarak oturtulmuştur.

Artık hangi yolda vakitlerinizi, gücünüzü sarfetmeniz gerektiğine, neyi reddedip neyi kabul etmek, neyi hedef alıp almamaya siz karar veriniz. Bu insan varlığı, yani bu bünye, yaratılarak dünyaya getirildiğinizde yetişmeniz, büyümeniz ve şahsiyetinizin gelişip ilerlemesi için ne kadar eşya ve malzemenin hazır edildiğine biraz bakın! Ancak onun sayesinde siz hayatın belli bir noktasına ulaşarak kendi güçlerinizi kullanabiliyorsunuz. Bu güçleri kullanmak için yeryüzünde size vasıtalar verildi, imkanlar sağlandı, pek çok şeyi kullanma gücü verildi, pekçok insanla çeşitli işler yaptınız. Önünüzde küfür ve iman, itaat ve isyan, haksızlık ve adalet, iyilik ve kötülük, hak ve batılın bütün yolları açılmıştı. Ve bu yollardan herbirine çağıran ve herbirine alıp götüren vasıtalar da vardı. Sizden kim hangi yolu seçmişse, kendi sorumluluğu altında seçmiştir. Çünkü karar verme ve tercih yapma gücü onda bir emanetti, herkes tercihine uygun olarak niyet ve iradesini kullanma fırsatını elde edince bundan faydalanarak kimi iyi oldu kimi kötü, kimi iman yolunu seçti kimi küfür ve şirk ya da tabiatcılık yolunu seçti. Kimi nefsini haram isteklerden alıkoydu, kimi nefsinin kölesi olarak herşeyi yaptı, kimi zulüm yaptı, kimi zulme katlandı, kimi hakları verdi, kimi hakları gasbetti, kimi son nefesine kadar dünyada iyilik yaptı, kimi ise hayatının son anına kadar kötülük yaptı durdu, kimi hakkın sesini yükseltmek için can verdi, kimi de batılı yüceltmek için hak yolda olanlara sürekli eziyet etti.

Artık, manevi güçlerinin gözleri tamamen kör olmamış bir şahıs, böyle bir varlığın (insanın) yeryüzüne tesadüfen geldiğini söyleyebilir mi? Bunun arkasında idare eden, ona hükmeden hiçbir hikmet, hiçbir maksat yoktur diyebilir mi? Herhangi bir iyiliğin semeresi ve hiç bir kötülüğün hiçbir meyvesi yoktur, hiçbir zulmün, herhangi bir adaleti ve hiçbir zalimin sorguya çekilmesi olmayacaktır diye iddia edebilir mi? Bu tür sözleri aklı kör olan biri veya insanın yaratılmasının arkasında herhangi bir hikmet sahibinin hikmeti bulunduğuna inanmayacağına daha önceden yemin etmiş biri diyebilir. Ama inatçı olmayan akıl sahibi biri, insanın nasıl, hangi kuvvet ve kabiliyetlerle yaratılıp bu dünyaya gönderildiğine, bu dünyada ona verilen değerin şüphesiz büyük bir hikmetin eseri olduğuna inanmadan edemez. Eseri bu olan Allah'ın hikmetinin mutlaka insandan amellerinin sorulmasını gerektirdiğine de inanır. Allah'ın kudreti hakkında insanı ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bir tohumdan başlatarak onu bu dereceye ulaştırdıktan sonra tekrar onu yaratamayacak diye şüpheye düşmesi asla doğru ve uygun değildir.

22 Gökte rızkınız vardır ve size va'dolunmakta olan da.20

23 İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, hiç tartışmasız, o (size va'dedilen) sizin (kendi aranızda) konuştuklarınız kadar, kuşkusu olmayan kesin bir gerçektir.

24 (Ey Nebi!)21 Sana İbrahim'in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi?22

25 Hani, onun yanına girdiklerinde: "Selam" demişlerdi. O da: "Selam" demişti. "(Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk."23

26 Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip,24 çok geçmeden semiz bir buzağı25 ile (geri) geldi.

AÇIKLAMA

20. Gökyüzünden; ebedi ve yüce alem, rızıktan ise; dünyada insanlarn yaşaması, hareket etmesi için verilen herşey, "Tuadûne" den de kıyamet, haşir, neşir, hesaba çekilme, mükafaat ve ceza, cennet ve cehennem kastedilmiştir. Bunların görüleceği de bütün semavi kitaplarda ve Kur'an-ı Kerim'de vadedilmektedir. İlahi buyruktan kastedilen şudur: Sizden kime dünyada ne verileceği, hesaba çekilmeniz ve amellerin cezası için ne zaman çağrılacağınız da orada, ebedi ve yüce alemde kararlaştırılmaktadır.

21. Burada ikinci hizbin sonuna kadar peygamber ve bazı geçmiş kavimlerin akibetlerine sürekli ardısıra kısa işaretler yapılmıştır. Bunlardan ikisi bilhassa kafalara yerleştirilmek istenmektedir.

Biri şudur: Kendisinde, iyilik yapanlar için mükafat ve zalimler için ceza verildiğine dair sürekli misallerin bulunduğu Allah'ın Mükafaatlar Kanunu, insanlık tarihinde devamlı işlemiştir. Bu dünya hayatında bile yaratıcının insanla olan münasebetinin sadece tabiat kanunlarına dayanmamakta oluşu, bilakis onunla manevi ve ahlaki kanunun tesiri olduğuna açık bir delildir. Kainat sisteminin karakteri, maddi bünyesi içinde yaşayan yaratığa manevi ve ahlaki amelleri yapma fırsatı verdiğine göre, ona hayvanlar ve bitkilerinkinde olduğu gibi sadece tabiat kanunları ile muamele etmemeli, aksine onun ahlaki amellerine karşılık, ahlaki kanunlar da koymalıdır.

İşte bu mesele kendiliğinden bu sistem içindeki tabiat aleminde insanın işi bittikten sonra halis ahlaki kanunlara uygun olarak ahlaki amellerin sonuçlarını tamamen elde etmesini sağlayan bir zamanın mutlaka gelmesi gerektiğine açık bir işaret vardır. Çünkü bu tabiat aleminde ahlâkî amellerin mükafatı eksiksiz ele geçirilemez. Tarihi delillerle kafalara yerleştirilen ikinci mesele de şudur: Peygamberlerin sözlerine inanmayıp hayatlarının bütün akışını Allah'ın birliğini, peygamberliği ve ahiret gününü inkâra bağlamış kavimler nihayet helâk olmaya müstahak olmuşlardır. Peygamberler vasıtasıyla gönderilen, Allah'ın Ahlak Kanunları ve onlara uygun olarak insanların amellerinin ahirette yapılacak olan sorgusunun tamamen gerçek olduğunu tarihin sürekli tecrübesi göstermektedir. Çünkü bu kanundan koparak kendi kendini sorumsuz kabul eden topluluklar dünyada kendi gidişlerini tayin etmişler, nihayet mahvoluşa gitmişlerdir.

22. Bu olay Kur'an-ı Kerim'de ayrıca üç yerde daha geçmiştir.

23. Ayetin akışı göz önüne alınınca bunun iki mânâsı olabileceği görülür. Biri şudur: Hz. İbrahim (a.s) kendi misafirlerine: "Sizlerle daha önce hiç görüşme şerefini bulamadım. Siz belki bu bölgeye yeni teşrif ettiniz" dedi. İkincisi de şudur: Onların selamına karşılık verdikten sonra Hz. İbrahim (a.s) kendi içinden söyledi ya da evde onları yemeğe çağırma hazırlığı yapmak için giderken kölelerine şöyle söyledi: "Yabancıya benzeyen bir kısım adamlar var, daha önce bu civarda bu şekil ve biçimde insanlar hiç görülmemiştir."

24. Yani, kendi misafirlerine, "Ben size yemek hazırlıyorum" demedi. Onları oturtarak misafirlerin, yapma, etme, zahmete lüzum yok, eziyet olmasın dememeleri için sessizce yemek hazırlamak için gitti.

25. Hûd Suresi'nde "Kızartılmış dana" ifadesi vardır. Burada ise "Onun iyice seçerek semiz ve taze danayı kızarttırması" bildirilmektedir.

27 Derken onlara yaklaştırıp (önlerine sürdü); "Yemez misiniz?" dedi.

28 (Onlar yemeyince) Bunun üzerine onlardan içine bir tür korku düştü.26 "Korkma" dediler ve ona bilgin bir erkek çocuk müjdesini verdiler.27

29 Böylece karısı çığlıklar kopararak geldi ve yüzüne vurarak: "Kısır,28 yaşlı bir kadın (mı doğum yapacakmış)? dedi.

30 Dediler ki: "Öyle. (Bunu) Senin Rabbin buyurdu. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir."29

31 (İbrahim) Dedi ki: "Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?"30

32 Dediler ki: "Gerçek şu ki biz, suçlu-günahkâr bir kavme gönderildik."31

33 "Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için."

34 "(Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir."32

AÇIKLAMA

26. Yani onlar yemeğe ellerini uzatmayınca Hz. İbrahim'in kalbinde korku meydana geldi. Bu korkunun sebebi, yabancı misafirlerin birinin evine gidip yemek yemekten sakınmaları, kabile hayatında kötü bir niyet taşıyarak geldiklerine işaret olduğundandır belki de.

Fakat ağırlık şu noktadadır ki: Onların çekinmesinden Hz. İbrahim (a.s) bunların insan şeklinde gelen melekler olduğunu anladı. Çünkü meleklerin insan şeklinde gelmeleri çok önemli durumlarda olur. Bu bakımdan bunların böyle gelişlerini gerektiren korkunç bir mesele mi var diye korkuya kapıldı.

27. Hûd Suresi'nde bunun Hz. İshak'ın doğum müjdesi olduğu bildirilmektedir ve orada Hz. İshak (a.s) vasıtası ile kendisine Yakub (a.s) gibi bir torun nasip olacağı müjdesi de verilmiştir.

28. Yani, "Ben yaşlı, çok önceden çocuktan kesilmiş bir kadınım. Şimdi benim çocuğum mu olacak?" İncil'in anlattığına göre o zaman Hz. İbrahim yüz yaşında, Hz. Sara da doksan yaşında imiş. (Tekvin: 18-17)

29. Bu olayda anlatılmak istenen şudur: Rabbine kulluk vazifesini dünyada tam olarak yerine getiren kişiye ahirette en iyi muamele yapılacaktır. Genel taibat kanunları açısından çocuk yapamayacak yaşta ve ömrü boyunca çocuğu olmayıp ve çocuğunun olmasından ümidini kesen yaşlı karısına rağmen bu dünyada ona bu lütuf verildi. Bu lütfun verilmesi ile Allah ona sadece bir evlat vermiş olmadı, bu güne kadar kimseye nasip olmayan emsalsiz bir evlat vermiş oldu. Dünyada, soyundan peş peşe dört peygamber gelen böyle ikinci bir insan yoktur. Kendisinden üç nesil boyunca peygamberlik devam eden ve Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf (a.s) gibi yüce değerde peygamberlerin hanedanından çıktığı o kişi sadece Hz. İbrahim idi.

30. Meleklerin insan şeklinde gelmesi çok önemli bir işten dolayı olacağından, Hz. İbrahim (a.s) onların geliş sebebini sormak için "Hatb" kelimesini kullanmıştır. "Hatb" Arapça'da basit cintsen bir iş için değil, pek çok önemli ve büyük bir iş için kullanılır.

31. Lût kavmi kastedilmiştir. Onların kötülükleri o kadar çoğalmıştı ki: Sadece "Suçlu kavim, günahkar topluluk" sözünden kim kastedildiği belli oluyordu. Bundan önce de Kur'an-ı Kerim'de aşağıda belirtilen yerlerde bu kavmin zikri geçmiştir.

32. Yani teker teker her taşa, Rabbin tarafından hangi günahkara ceza verileceği işaret edilmiştir. Hûd ve Hicr Sureleri'nde onların şehirlerinin altüst edileceği ve üzerlerine pişmiş çamurdan taşlar yağdırılacağı bildirilerek azabın teferruatı anlatılmıştır. Şiddetli yer sarsıntısının tesiriyle bütün bölgenin altüst edildiği, depremden kurtularak kaçan insanları ateş saçan maddeden yapılmış taş yağmurunun yok ettiğini bu ayetten dolayı kafamızda canlandırabiliriz.

35 Bu arada, mü'minlerden orda kim varsa çıkardık.33

36 Ne var ki, orda müslümanlardan olan bir evden başkasını da bulmadık.34

37 Ve orada, acıklı bir azabdan korkanlar için bir ayet bıraktık.35

AÇIKLAMA

33. Hz. İbrahim'in (a.s) yanından bu meleklerin nasıl Hz. Lut'un (a.s) yanına ulaştığı ve orada onlarla Lut kavmi arasında neler geçtiğinin anlatılması terkedilmiştir.

Bu açıklamalar Hud, Hicr, Ankebut surelerinde geçmiştir. Burada sadece o kavme azap nazil olduğu sıradaki son vakit anlatılmaktadır.

34. Yani bütün kavmi içinde ve onların yaşadığı topraklarda iman ve İslam ışığının bulunduğu bir tek ev vardı. O da sadece Lut'un (a.s) evi idi. Gerisi, bütün topluluk olarak azgınlık, sapıklık ve fısku fücur içinde idi. Baştan başa memleketleri pislikle dolu idi. Bu bakımdan Allah Teala, o tek evin insanlarını çıkararak kurtardı, ondan sonra da o günahkar kavmin hiçbir ferdinin kurtulamadığı felaketi o memlekete indirdi.

Bu ayetle üç önemli konu açıklanmaktadır:

1) Allah Teala'nın ceza kanunu bir topluluk içerisinde az miktarda da olsa iyilik bulunduğu müddetçe o topluluğun tamamen imhasına hükmetmez. Kötü insanların çoğunluğu karşısında kötülüğü durdurmaya iyilik yoluna çağırmaya çalışan küçük bir topluluk bulunduğu müddetçe Allah Teala o kavme yaşama fırsatı verir ve hayırdan tamamen kopmadıkları için yaşama mühletini uzatır; ama bir toplum, içinde tuz kadar bile iyilik ve hayır kalmamış hale gelmişse, bu durumda Allah'ın kanunu şudur: Birkaç iyi insan memleketlerindeki kötülüğe karşı uğraşa uğraşa yorularak aciz ve güçsüz kalmışlarsa onları her nasıl olurlarsa olsun, Allah kendi kudreti ile çıkararak kurtarır ve diğer insanlara da akıllı bir mal sahibinin kirlenmiş ve çürümüş meyvelerine yaptığını yapar.

2) "Müslüman" sadece Hz. Muhammed'e tabi olan ümmetin adı değildir. Ondan önceki bütün peygamberler ve onlara tabi olanlar da müslümandı. Onların dini, İbrahim dini, Musa dini, İsa dini gibi ayrı ayrı değildi. Onların hepsi Müslüman idi, dinleri de İslam'dı. Kur'an-ı Kerim'de bu gerçek hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde yer yer açıkça anlatılmıştır. Örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakınız. Bakara: 128, 131, 132, 133, Al-i İmran: 67, Maide: 44, 111, Yunus: 72, 84, Yusuf: 101, A'raf: 126 ve Neml: 31, 42, 44.

3) "Mü'min" ve "Müslim" kelimeleri bu ayette tamamen aynı mânâda kullanılmıştır. Bu ayet Hucurat Suresi'nin 14. ayetiyle bir arada okunursa "Mü'min" ve "Müslim" Kur'an-ı Kerim'in iki ayrı deyimidir, diye iddia eden ve her yerde kendi ayrı mânâlarında kullanıldığını "Müslüman" kelimesinin iman etmeden sadece dış görünüşü ile İslam dairesi içine giren kişiye dendiğini savunan kimselerin hataları apaçık görülmektedir. (Daha geniş bilgi için bakınız: Hucurat an: 31)

35. Bu işaretten maksat Ölü Deniz (Lut Gölü)dir. Bu gölün güney kısmı bugün bile büyük bir felâketin izlerini taşımaktadır. Eski eserlerin uzman araştırıcılarına göre, Lut kavminin büyük şehri, şiddetli depremden dolayı yer altına gömülmüş, üzerine de Lut gölünün suları basmış olacak. Çünkü bu gölün "Ellisan" adındaki yarımada görünümündeki bölümü güneyde bulunmakta ve açıkça daha sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Eski Lût gölünün bu yarımadanın kuzeyine kadar görülen tarihi kalıntıları, güneyde bulunan tarihi kalıntılardan çok farklıdır. İşte bundan dolayı önceleri güney kısmının bu göl yüzeyinden yüksekte olduğu, daha sonra herhangi bir zamanda batarak o gölün altına gömüldüğü tahmin edilmektedir. Batma zamanı da Milattan aşağı yukarı ikibin sene önce olduğu anlaşılmaktadır. Bu da tarih olarak Hz. İbrahim ve Hz. Lût'un devirleridir.

1965 yılında eski eser araştırıcılarından ABD'den bir heyet "Ellisan"da içinde yirmibinden fazla kabrin bulunduğu bir mezarlık bulmuşlardır. Bundan da oranın yakınında mutlaka büyük bir şehrin vaktiyle kurulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Fakat birarada bu kadar büyük bir mezarlığın kurulmasına sebep olan herhangi bir şehrin kalıntılarına civarda rastlanmamıştır. Bundan da mezarlığı bu olan şehrin, gölde battığı tahmini kuvvet kazanmaktadır. Gölün güney bölgesindeki yerlerde şu anda bile her tarafta felâketin kalıntıları vardır. Toprak içinde madeni eşyalar ve bol miktarda tabii gaz bulunması göz önüne alınarak bir vakitler yıldırımların düşmesinden veya depremlerin çıkarttığı lavlardan dolayı burada bir cehennem halinin yaşandığı tahmin edilmektedir. (Bkz. Şuara an: 114)

38 Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani biz onu açık bir delille Firavun'a göndermiştik;36

39 Fakat o, 'bütün kişisel ve askeri gücüyle' yüz çevirdi ve: "(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir" dedi.37

40 Bunun üzerine, biz onu ve ordularını yakalayıp denize attık; (ki o,) 'kınanacak işler yapıp-durmaktaydı'.38

41 Ad (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onların üzerine de köklerini kesen (akîm) bir rüzgâr gönderdik.

42 Üzerinden geçtiği her şeyi (olduğu gibi) bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp-kül gibi dağıtıyordu.39

43 Semud (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onlara: "Belli bir süreye kadar metalanıp-yararlanın" denmişti.40

AÇIKLAMA

36. Yani böyle açık mucizeler ve böyle apaçık alametlerle gönderdi. Bu alemet ve mucizelerden de onun (Hz. Musa a.s) yer ve göğün yaratıcısı tarafından görevlendirilerek gönderildiğinden hiç şüphe kalmamıştı.

37. Yani bazen o (Firavun), o Peygamber'e (Hz. Musa (a.s) "Sihirbaz" dedi, bazan da, "Bu delinin biridir" dedi.

38. Bu kısa ifadede tarihin büyük bir destanı toplanmıştır. Bunu anlamak için gözümüzün önüne satvet ve azametinden çevredeki bütün kavimlerin korktuğu Firavun'un, o zaman dünyanın en büyük medeniyet ve ilim merkezinin büyük diktatörü olduğunu getirelim.

Onun ordusuyla birlikte ansızın birgün sular içinde boğulup kaybolmasının sadece Mısır'da değil çevredeki bütün kavimler arasında da dillere destan olacağı açıktır. Kendi memleketinde ya da dünyanın başka milletleri arasında, ona matem tutan, arkasından iyiliklerini överek ağıtlar yakan, ya da en azından, "Yazık oldu, bu felaketin kurbanı olanlar ne iyi insanlardı" diyecek kimse yoktu. Buna karşılık dünya onun zulmünden bunaldığından dolayı, onun ibret veren sonuna bakarak herkes rahat bir nefes almış, huzur duymuş, her dil ona lanetler yağdırmıştı. Bu hadiseyi duyan herkes, "O zalim böyle bir akibete layıktı" diye sevinç çığlığı atmıştı. Duhan Suresi'nde de durum şu kelimelerle anlatılmıştır: "Onlara yer ve gök ağlamadı." (Geniş bilgi için bakınız. Duhan an: 25)

39. Bu rüzgar için, çocuğu olmayan kısır kadınlar için söylenen "Akıym" kelimesi kullanılmıştır. Arapça'daki kelime mânâsı "kuru" demektir. Kelime mânâsı göz önüne alınırsa; değdiği şeyi kavuran, kurutup bırakan sert ve kuru rüzgar demek olur. Ve eğer kullanıldığı mânâ göz önüne alınırsa o zaman kısır kadın gibi hiçbir fayda sağlamayan, geçip gittikten sonra hiçbir faydalı iz bırakmayan rüzgar demektir. Böyle bir rüzgar ne yumuşak olur,ne yağmur getirir, ne ağaçların meyvelerine faydalıdır, ne de havanın esmesi ile beklenilen faydalardan birini sağlar. Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde bildirildiğine göre bu rüzgar sadece hayırsız ve kuru bir rüzgar değildi, hatta son derece şiddetli kasırga şeklinde insanları kaldırıp kaldırıp yerlere çalan bir afet şeklinde idi. Sürekli sekiz gün, yedi gece boyunca esmiş, Ad kavminin bütün yurdunun altını üstüne getirmişti. (Geniş bilgi için bakınız: Fussilet an: 20-21, Ahkaf an: 25-28)

40. Müfessirler arasında bu mühletten ne kastedildiğinde ihtilaf vardır. Katade: "Bu, Semud halkının Hz. Salih'in (a.s) devesini öldürdükten sonra Allah'ın onları "Üç gün boyunca yiyin için ondan sonra sizin üzerinize azabım gelecektir" diye uyardığı Hud Suresi'nin bu ayetine işaret ediyor" demektedir. Hasan Basri'ye göre de, bu ayetin anlamı: "Eğer siz tevbe ve iman yolunu seçmezseniz, belli bir zamana kadar dünyada size yeyip, içme, rahat yaşama mühleti verilecek, ondan sonra da felaketiniz gelecek, belânızı bulacaksınız." şeklindedir. Bu iki tefsirden ikincisinin daha doğru olduğu anlaşılıyor. Çünkü daha sonraki şu ayet; "Sonra onlar Rablerinin emrinden yüz çevirdiler" bildiriyor ki, burada bildirilen mühlet yüz çevirme hareketinden önce verilmişti. Ve o kavim halkı bu yüz çevirme hareketlerini, Allah Teala'nın bu uyarısından sonra yapmışlardı. Hud Suresi'ndeki ayette bunun aksine olarak üç gün boyunca verildiği bildirilen mühletin o zalimlerin son ve kesin yüz çevirme ve karşı gelmelerinden sonra verildiği anlaşılmaktadır.

44 Ancak Rablerinin emrine baş kaldırdılar; böylece bakıp-dururlarken, onları yıldırım çarpıp-yakaladı.41

45 Artık ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne de yardım bulabildiler.42

46 Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar, fasık olan bir kavim idi.43

47 Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz, (onu) genişletici olanlarız.44

48 Yeri de biz döşeyip-yaydık; ne güzel döşeyici olanlar(ız).45

49 Ve biz, her şeyi iki çift yarattık.46 Umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.47

50 Öyleyse, Allah'a doğru (yönelip, şirkten ve bozulmalardan) kaçın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.

51 Allah ile beraber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.48

AÇIKLAMA

41. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu azap için çeşitli kelimeler kullanılmıştır. Bir yerde ona "Recfa" (Korkutan ve kaldırıp yere vuran afet) denmiştir.

Bir yerde de "Sayha" (Gürültü ve bağırma) diye açıklanmıştır. Başka bir yerde ise, "Tağiye" (Son derece şiddetli ve büyük afet) kelimesi kullanılmıştır. Bu ayette ise o azaba "Saika" denmiştir. Yıldırım gibi aniden inen felâket demek olduğu gibi, şiddetli gürültü de demektir. Galiba bu azap, korkunç seslerle, gürültüler çıkaran bir yer sarsıntısı ve depremlerle gelmişti.

42. Ayette "Muntasıriyn" kelimesi geçmektedir. İntisar kelimesi Arapça'da iki mânâda kullanılır. Biri, kendi kendini herhangi bir saldırıdan koruyan, kurtaran. Diğeri de saldırandan intikam alan demektir.

43. Ahiret hakkında tarihi deliller ortaya koyulduktan sonra onu ispat etmek için afakî deliller öne sürülmüştür.

44. "musiûn" Mûsi; güç ve kudret sahibi demek olduğu gibi, genişleten demek de olur. İlkine göre bu ilahi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gökyüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde birşey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da, bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?

İkincisine göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kainatı biz sadece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kainatta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her an o kainat içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl aciz sanabilirsiniz?

45. Bunun izahı açıklama notu 18'de geçmiştir. Fazla bilgi için bakınız, Neml an: 74, Yasin an: 29, Zuhruf an: 7-10.

46. Yani, dünyadaki herşey eşleme sistemine göre yapılmıştır. Bu herşeyi ile dünya alemi bazı şeylerin bazı şeylerle eş olduğu kaidesi üzerinde yürümektedir. Ve sonra onların eş olmasından çeşitli terkipler meydana gelmektedir.

Bu dünyada hiçbir şey kendisi ile başka bir şeyin eş olmadığı teklik halinde değildir. Herşey kendi eşi ile birleşerek bir meyve vermektedir. (Geniş bilgi için bkz. Yasin an: 31, Zuhruf an: 12)

47. Burada söylenmek istenen şudur: Bütün kainatın eşleme sistemine göre yaratılması, dünyanın da her şeyinin eşeş olması, ahiretin varlığının kesinliğini açık şekilde ispatlayan bir gerçektir. Biraz dikkatle düşünürseniz aklınız şu sonuca ulaşacaktır: Madem ki dünyada herşeyin bir eşi vardır ve herşey kendi eşi ile birleşmeden meyva verememekte, kendini devam ettirememektedir? O halde bu dünya hayatının nasıl bir eşi olmaz? Bunun eşi de elbette ki ahirettir. Eğer o olmasa idi bu da kesinlikle meyvasız kalır, mânâsız olurdu. İlerdeki konuyu anlamak için, burada şunu iyi anlamak lazımdır.

Her ne kadar buraya kadar bütün sözler ahiret konusu üzerinde devam edip gelmişse de; bu sözler ve delillerde Allah'ın birliğini ispat etmeye ait ifadeler de bulunmaktadır. Yağmur sistemi, yeryüzünün yaratılışı, gökyüzünün kuruluşu, insanın kendi bedeni ve varlığı ve kainatta herşeyin çift olması kanununun şayanı hayret işleyişi vs. bütün bunlar ahiretin olabilirliğini ve mutlaka olması gerektiğini ispat ettiği gibi, bu kainatın sahipsiz ve ilahsız olmadığını veya pek çok ilahlar olmayıp bir tek Kadir-i Mutlak (herşeye gücü yeten) hikmet sahibi Allah'ın onun yaratıcısı, düzenleyicisi ve sahibi olduğunu da ispat etmektedir.

Bu bakımdan ilerde bu delillere dayanarak Allah'ın birliğine inanmaya çağrı da yapılmaktadır. Buna ilaveten ahirete inanmanın kesin sonucu, insanın Allah'a isyanı terkedip itaat ve kulluk yolunu seçmesidir. "Ben kimseye karşı sorumlu değilim, dünyada yaşadığım sürece yaptığım işlerin hesabını da kimseye verecek değilim." diyerek gaflet ve dalâlette bulunduğu müddetçe insanoğlu Allah'dan yüz çevirir, ondan uzak yaşar. Bu yanlış düşünce ne zaman kalkarsa o anda kişi vicdanında, kendi kendini başıboş, sorumsuz zannederek ne kadar büyük bir hata yaptığını anlar ve birden içinde kabaran bu pişmanlık duygusu onu Allah'a dönmeye mecbur eder. Buna göre ahirete ait deliller biter bitmez arkasından "O halde Allah tarafına koşun" buyurulmuştur.

48. Her ne kadar bu ifade Allah kelamı ise de konuşan Allah Teala değil, Hz. Peygamber'dir. Sanki söz aslında şöyledir: Allah (c.c) Hz. Peygamber'in (s.a) dili ile "Allah tarafına koşun! Ben size onun tarafından haber getiriyorum." demektedir. Bu şekilde ifade örneği, Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi, yani "Fatiha Suresi'nde" vardır. Onda da buyruk şüphesiz Allah Teala'nındır. Fakat konuşan kuldur.

Nasıl ki orada "Ey iman edenler! Rabbinize şöyle dua ediniz" denmemiştir. Ama sözün gelişinden dolayı, kendiliğinden bunun Allah Teala'nın kullarına öğrettiği bir dua olduğu görülmektedir. Onun gibi burada da "Ey Peygamber! Sen o adamlara söyle" ifadesi kullanılmamış, ama sözün gelişi kendiliğinden Allah Teala'nın emrine uygun olarak Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu, Allah'ın birliğine inanmaya davet olduğu görülmektedir. Fatiha Suresi'nden başka Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde, bu çeşit ifadeler vardır. Bu ifadelerde kelam Allah'a aittir. Sözü konuşan ise, bazı yerlerde melekler, bazı yerlerde Peygamber'dir. Sözü söyleyenin kim olduğu açıkça belirtilmemekle beraber, konunun gelişi, sözlerin akışı, kendiliğinden Allah'ın bu buyruğunun kimin dilinden söylendiğini açığa çıkarmaktadır. (Örnek olarak bakınız: Meryem: 64-65, Saffat: 159-167, Şûra: 10).

52 İşte böyle; onlardan öncekiler de herhangi bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onlar da: "Büyücü veya cinlenmiş" demişlerdir.49

53 Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler.50

54 Öyleyse sen, onlardan yüz çevir; artık sen, kınanacak değilsin.51

55 Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.52

56 Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.53

AÇIKLAMA

49. Allah'ın gönderdiği peygamberlerin ağzından ahiret haberini ve Allah'ın birliğine inanmaya daveti duyan insanların, onlara büyücü, mecnun demeleri ilk defa bugün olmuş bir olay değildir. İnsan türünü doğru yola sevketmek için peygamber gelmeye başladığından bu güne kadar cahillerin böyle bir ahmaklığı aynı şekilde tekrar edip geldiklerine baştanbaşa peygamberlik tarihi şahittir. Hangi peygamber gelip de "Siz birçok ilahların kulları değilsiniz, ancak tek bir Allah sizin yaratıcınız, ma'budunuz ve kısmetlerinizin sahibi ve onları size ayırandır" demişse, cahiller "Bu adam sihirbazdır, büyüsü ile aklımızı bozmaya çalışmaktadır," diyerek kıyameti koparmışlardır. Hangi peygamber gelip de "Siz başıboş, sorumsuz olarak dünyaya bırakılmadınız. Aksine, hayat defterinizi dürdükten sonra Rabbiniz ve Malikinizin önüne çıkıp hesap vereceksiniz. O hesap sonunda amellerinizin ceza ve mükafatını bulacaksınız" diye haber verdiğinde o ahmaklar "Bu delidir, aklında eksiklik vardır, öldükten sonra biz nasıl olur da tekrar diriliriz." diye bağırıp çağırmışlardır.

50. Yani binlerce seneden beri çeşitli memleketler ve milletlerin insanlarının, peygamberlerin çağrısı karşısında aynı tutumu benimsemeleri, aynı yolu seçmeleri ve aynı tarzda sözleri peygamberlerine karşı kullanmaları, bir peygamber gelip davete başlayınca ona şöyle cevap verin diye bir toplantı yaparak geçmiş ve gelecek nesillerin aralarında anlaşma yaptıkları düşünülemez. O halde aynı tutum ve aynı cevap tarzı niçin sürekli tekrarlanır? Bunun sebebi, hepsinin ortak yönünün serkeşlik, azgınlık ve edepsizlikten başka birşey olmamasıdır. Çünkü her devirde cahil insanlar, Allah'a kul olmaktan uzaklaşıp, O'nun hesaba çekmesinden korkusuz olarak, dünyada yularsız develer gibi yaşamayı arzu etmişlerdir. Bu bakımdan ve sadece bu bakımdan, kim olursa olsun, onları Allah'a kulluk yapmaya ve Allah'tan çekinerek yaşamaya çağırmışsa ona onlar aynı biçimde cevap vermişlerdir. Bu buyruktan bir diğer önemli hakikate de ışık yakılmaktadır. O hakikat de şudur: Yolunu şaşırmak, dalâlet ve doğru yolu bulmak, hidayet, iyilik ve kötülük, zulüm ve adalet ve buna benzer diğer işlerin insan karakterinde tabiatıyle var olan iticiliklerin meydana çıkışı, her devirde ve yeryüzünün her köşesinde aynı olmaktadır. Sebepler ve vasıtaların gelişmesinden dolayı görünüşte şekilleri ne kadar değişik görünürse görünsün bu ayrılık değişmemektedir. Bugünün insanı, tanklar, uçaklar ve hidrojen bombaları ile savaşsa, eski devir insanları ise taşlar, sopalarla savaşsa da, insanlar arasında savaşın temel itici sebeplerinde kıl payı fark olmamıştır. Aynı bunun gibi bugünün inkarcısı, inkarı için ne kadar deliller ortaya dökerse döksün, akılcı yoldan isbatlar yapmaya çalışırsa çalışsın, onun bu yolda gitmesinin itici sebepleri, bundan altıbin sene önceki bir inkarcıyı kendisine doğru çeken itici sebeplerin aynıdır. İddialarının temel yapısında da önceki liderlerinin iddialarından hiçbir farklı taraf yoktur.

51. Bu ayetle dini tebliğ etmenin çok iyi anlaşılması gereken bir kaidesi anlatılmaktadır. Hak ve hakikate çağıran biri, ne zaman ki birine akla yatkın deliller göstererek, davetini açık açık ortaya sererse, onun şüphelerine itirazlarına ve delillerine cevap da verirse, hak ve hakikati açıklamak için üzerine düşen görevi yerine getirmiş, vazifesini yapmış olur. Bundan sonra hâlâ o şahıs, yanlış inanç ve düşüncesinde ısrar ederse, onun hiçbir vebali, hakka çağıran üzerine düşmez. Artık o şahsın peşine düşmek, onunla münakaşa uğruna ömrünü feda etmek mecburiyetinde değildir. Hak davetcisinin işi sadece bu bir adamı nasıl olursa olsun kendi inancına ortak etmekten ibaret de değildir. Davetçi vazifesini yapmıştır.

O inanmazsa inanmasın, inkarcının iltifat etmemesi davetçiyi -sen bir adamın yanlış yola gitmeye devam etmesine göz yumdun, çünkü o şahıs kendi dalâletinin sorumlusudur- diye suçlu duruma düşürmez. Peygamber aleyhisselam'a hitap edilerek -hâşâ- sen tebliğinde yersiz ve lüzumsuz bir yolla halkın üzerine düştün de Allah Teala seni menetmek istiyordu, gibi bir şeyden dolayı bu kaide anlatılmamıştır. Aslında bunu anlatmanın sebebi şudur: Bir hak davetçisi ne zaman ki bazı insanlara en makul yollarla ve en akla yatkın ifadelerle anlatma vazifesini yerine getirmiş, onların içinde inat ve kavgacı tutumun izlerini görerek de onlardan uzak kalmayı tercih etmişse, inkarcılar peşine düşerek onu suçlamaya başlamışlardır ve "Vay efendim siz hakka davetin önderisiniz, biz meseleyi anlamak için sizinle konuşmak istiyoruz ama siz bize iltifat etmiyorsunuz" demişlerdir. Halbuki onların maksadı sözü dinlemek, anlamak değil, aksine davetçiyi münakaşalara boğmak ve sadece onun vaktini harcamaktır. Bu bakımdan Allah Teala kendi mukaddes kitabında açık ifadelerle şöyle buyurmuştur: "Böyle adamlara iltifat etme, onlara yüz vermemenden dolayı hiçbir zaman sen azarlanmayacaksın." Bundan sonra hiçbir kimse Hz. Peygamber'i "Siz kitap getirdiniz, o yüzden bize dini anlatmakla görevlisiniz. Bu bakımdan bizim sözlerimize niçin cevap vermiyorsunuz" diye suçlayamaz.

52. Bu ayette davetin ikinci kaidesi açıklanmaktadır. Hakka Davet'in asıl amacı, kendilerine ulaştırıldığında ona değer verip onu kabul edecek vasıftaki temiz fıtratlara iman nimetini götürmektir. Ancak davetçinin, binlerce insan arasında bu temiz fıtratlı insanları tanıyabilmesi mümkün olmadığından, toplumda mevcut temiz fıtratlı insanlara iman nimetinin ulaşabilmesi için o sürekli kendi tebliğ ve davet çalışmalarını sürdürür. Çünkü bu tip insanlar iman edecek yetenektedirler. İşte davetin asıl amacı bu insanları toplayıp biraraya getirmektir. Davetçi insanların davete kulak verip-vermeyeceklerini, imanı kabul edip-etmeyeceklerini ancak yaptığı bu çalışmalardan sonra anlayabilir. Karşısındaki insanların kalpleri katılaşmış ve iman etmeyecek kimseler olduklarını anladığı andan itibaren davetçi kendi kıymetli vaktini bu insanlara harcayarak ziyan etmemelidir. Çünkü onlar, kendilerine verilen nasihattan ders almazlar. Bu kimseler üzerinde vakit ve enerji sarfedileceğine, davetten istifade etmek isteyen kimselere yönelinmelidir.

53. Yani, "Ben ins ve cinni, başkalarına değil, bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlar bana kendilerini yarattığım için ibadet etmelidirler. Çünkü onları başkaları değil, ben yarattığım için, ibadet edilme hakkı da bana aittir. Onları ben yarattığım halde, nasıl başkalarına ibadet edeblirler?"

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Allah sadece insanları ve cinleri yarattığını belirtmiş. Oysa O tüm kainatı Yaratan değil midir? Ayrıca kainattaki her zerre Allah'a ibadet etmekteyken, niçin sadece insanların ve cinlerin Allah'a ibadet etmeleri için yaratıldıkları söylenmektedir?" Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: Cin ve insanlar kendilerine Allah'a ibadet etme veya yüz çevirme ya da başkalarına ibadette bulunma hürriyeti verilmiş olan yaratıklardır. Kainattaki diğer varlıklar ise, böylesine bir irade hürriyetine sahip değillerdir. Onlar Allah'ın koyduğu yasalara uyarak, Allah'a ibadet etmenin dışında başka bir seçeneğe sahip olmadıklarından sadece insanlara ve cinlere hitap edilmiştir. Onlar dilerlerse kendilerini yaratan Allah'a ibadet ederler, dilerlerse O'ndan yüz çevirip, kendilerini yaratmayan başka varlıklara ibadet ederler. Ancak bu şekilde davrandıkları takdirde fıtratlarının dışına çıkmış olurlar. Bu bakımdan insanlar ve cinler, kendilerini yaratan Allah'ın dışında başka hiçkimseye ibadet etmeleri için yaratılmadıklarını bilmeli ve kendileri için doğru olan, onlara verilen bu hürriyeti yanlış yolda kullanmamak olduğunu anlamalıdırlar. Bu hürriyeti doğru yolda kullanarak, tıpkı vücutlarındaki her zerrenin Allah'ın kanunlarına uyarak, O'na ibadet ettiği gibi, onlar da kendi iradeleriyle Allah'a ibadet etmelidir.

"İbadet" kelimesi burada sadece namaz, oruç vs. ibadetlere atfen kullanılmamıştır. Bu yüzden ayeti, cin ve insanların sadece namaz, oruç, tesbih vs. için yaratılmış oldukları biçiminde anlamak yanlıştır. İbadet kavramı içine, bu saydıklarımız da girmekteyse de hepsi bu değildir. Bu ifadenin tam anlamı, cin ve insanların Allah'tan başkasına tapmamalarını, itaat etmemelerini, hiç kimseye boyun eğmeyip, sadece Allah'ın karşısında eğilmelerini, O'nun emirlerine itaat edip, O'ndan korkmalarını, sadece Allah'ın dininin kurallarına uymalarını, O'nun dışında hiçkimseden birşey beklememelerini ve hiçkimsenin önünde dua etmek için el açmamalarını tazammun eder. (İzah için bkz. Sebe an: 63, Zümer an: 2, Casiye an: 30)

Ayrıca burada, cinlerin insanlardan ayrı bir yaratık oldukları da üstü kapalı bir biçimde açıklanmış olmaktadır. Kur'an'da insanların bir kısmına cin dendiği biçiminde iddialar öne süren kimseler de, bu iddialarını düzeltmelidirler. Nitekim aşağıdaki ayetlerde kimsenin karşı koyamayacağı derecede kuvvetli deliller mevcuttur. En'am: 128, A'raf: 38, 179, Hud: 119, Hicr: 27, 33, İsra: 88, Kehf: 50, Secde: 13, Sebe: 41, Sad: 75-76, Fussilet: 25, Ahkaf: 18, Rahman: 15, 39, 56, Ayrıntılı bilgi için bkz. Enbiya an: 21, Neml an: 23, 45, Sebe an: 24.

57 Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve ben, onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.54

58 Hiç şüphesiz, rızık veren, O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır.55

59 Artık gerçekten, zulmedenler56 için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.57

60 Kendilerine va'dedilen o (azab) günlerinden dolayı vay o küfretmekte olanlara.

AÇIKLAMA

54. Yani, "Benim cin ve insanlara hiçbir ihtiyacım yoktur. Bana ibadet edip etmemeleri Uluhiyetimi etkilemez. Ancak, ibadet etmek insanın fıtratının gereğidir. Çünkü insan Rabbine ibadet etmek için yaratılmıştır ve fıtratının aksine davranması kendi zararınadır."

"Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni beslemelerini de istemiyorum," şeklindeki bu ifadede çok latif bir işaret mevcuttur. Allah'tan yüz çevirenler, başkalarına ibadet etmektedirler, ama kainatta Allah'ın dışındaki tüm sahte ma'budlar kendilerine ibadet edenlere muhtaçtırlar. Bu sahte ma'budlar kullarına rızık veremedikleri gibi, üstelik onlar tarafından korunurlar. Şayet kulları onlara ibadet etmekten vazgeçerlerse, onca şan ve şevketlerinden eser kalmaz. Tek ve gerçek ma'bud Allah'tır. O kendi kuvvetiyle kaimdir. O kullarına muhtaç değildir. Bilakis herşeyi O kullarına ihsan eder.

55. "Metîn", sağlam, sarsılmayan demektir.

56. Buradaki "zulüm" ile doğruyu ve hakikati çiğnemek ve fıtratı bozmak kastedilmektedir. "Zulmedenler" ise, siyak ve sibaktan da anlaşıldığı gibi, Allah'tan başkasına kulluk edenler, ahireti inkar edip dünyada sorumsuzca yaşayarak hiç hesaba çekilmeyeceğini sananlar ve kendilerine hakikatlerden haber vermeye çalışan peygamberleri yalanlayanlardır.

57. Bu ayet, "Kıyamet nerede kalmış, niçin gelmiyor?" diyenlere verilmiş bir cevaptır.