11 Haziran 2007 Pazartesi

SAD SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı : Açılış harfi (sad), surenin adı olmuştur.

Nüzul zamanı : İleride de açıklanacağı gibi Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de İslâm'ı açıkça anlatmaya başladığı zaman, daveti Kureyş'in ileri gelenleri arasında bomba etkisi yapmıştı. Bu bakımdan surenin, risaletin 4. yılında nazil olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bazı rivayetlere göre bu sure, Hz. Ömer İslâm'a girdikten sonra nazil olmuştur. Hz. Ömer'in ise, Habeşistan hicretinden sonra müslüman olduğu bilinmektedir. Fakat surenin Ebu Talib'in hastalığı zamanında nazil olduğunu bildiren rivayetlere itibar edilirse, o zaman bu surenin risaletin 10. veya 11. yılında indiğini kabul etmek gerekir.

Tarihsel arka-plan: İmam Ahmed, Nesei, Tirmizî, İbn Cerir, İbn Şeybe, İbn Ebi Hatim ve İbn İshak'dan alınan nakillerin özeti aşağıda verilmiştir:

Ebu Talib hastalandığında, Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelerek aralarında istişare etmişler ve Ebu Talib'in, yeğeni Muhammed'le aralarını düzeltmesi için, kendisine arabuluculuk teklifinde bulunmayı kararlaştırmışlardır. Çünkü, Ebu Talib öldükten sonra Hz. Muhammed'e (s.a) dokunacak olurlarsa, tüm Arap kabilelerinin, kendileri için, "Amcası hayatta iken, ona dokunmaya cesaret edemediler. Ama Ebu Talib öldükten sonra Muhammed'e saldırdılar" diye ta'n edeceklerini düşünmüşlerdir.

İşte bu karar üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden 25 kişilik bir heyet Ebu Talib'in yanına girmiştir. Heyetin içinde, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Umeyye b. Halef, As b. Vail, Esved b. Muttalib, Ukbe b. Muayt, Utbe ve Şeybe gibi ileri gelen kafirler vardı. Bu heyet doğruca Ebu Talib'in yanına giderek, her zaman yaptıkları gibi, Hz. Peygamber'i amcasına şikayet ettiler ve ona şöyle dediler: "Muhammed kendi dini üzerinde kalsın, biz de kendi dinimiz üzerinde kalalım. O bizim dinimize karışmazsa biz de onu kendi dininde serbest bırakır ve kime ibadet ederse etsin ona dokunmayız. Ama o da bizim tanrılarımızı kötülmesin ve halk arasında dinini yaymaya çalışmasın." dediler (müfessirler yukarıdaki tespiti hangi kaynaklara dayandırarak yaptıklarını belirtmemişlerdir. ancak, lay doğruysa bu, kabul edilebilir, makul bir görüştür.) Kureyş müşrikleri İslâm yayılmaya başladığı için oldukça perişandılar. İslâm'ın davetçisi, şerefli, lekesiz bir geçmişe sahip, akıl ve ciddiyet bakımından tüm Kureyş'in en seçkin kimselerindendi. Onun sağ kolu Hz. Ebu Bekir ise, değil sadece Mekke'nin, çevredeki kabilelerin de şerefli, dürüst ve zeki bir insan olarak tanıdıkları bir şahsiyetti. Şimdi de Hz. Ömer gibi cesur ve azimetli kişiliğe sahip birinin de onlarla birleştiğini görünce, tehlikenin boyutlarının büyüdüğünü hissetmişlerdir.

Konu: Yukarıda zikredilen olaylara ve anlatılanlara surenin girişinde değinilmiştir. Kafirlerle Hz. Peygamber (s.a.) arasındaki konuşma hakkında, kafirlerin İslâm'ı, kendisinde bir eksiklik, yanlışlık gördükleri için değil, kin, haset ve körü körüne atalarını taklit ettiklerinden dolayı reddettikleri söylenmiştir. Çünkü onlar kendi içlerinden bir peygambere tabi olmayı hazmedemiyorlardı. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Peygamber'i (s.a) yanına çağırarak ona "Ey yeğenim! Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda âdilane bir anlaşmanın olup, bu çekişmezliğin sona ermesini istiyorlar" dedi ve sonra yeğenine Kureyşlilerin teklifini iletti. Hz. Peygamber (s.a.) ise amcasına şöyle bir cevap verdi: "Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir kelimeyi kabul ettirmeye çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece Araplar değil, tüm dünya tabi olur." Kureyş heyetine Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı iletilince fena halde bozularak, cevap veremediler. Böylesine makul bir teklifi reddedebilecek kelimeleri hemen bulamamışlardı. Fakat kendilerine geldikten sonra, "Biz bir kelime değil, bin kelime bile söylemeye razıyız. Ama o kelime nedir?" dediler. Hz. Rasulüllah (s.a) "O kelime, la ilahe illallah'tır." diye cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, Kureyş heyeti aniden hiddetlenerek ayağa kalktı ve söylenerek (ki ne söylediklerini surenin başında Allah Teâlâ beyan ediyor) çıkıp gittiler. İbn Sa'd "Tabakat" adlı eserinde, bu olayın tümünü sadece "Bu, Ebu Talib'in son hastalığı değildi" şeklindeki farklılıkla, yukarıdaki gibi zikretmiştir. Ona göre bu olay, "filan şahıs müslüman olmuş, filan şahıs İslâm'a girmiş" şeklindeki haberlerin kulaktan kulağa yayıldığı ilk dönemde vuku bulmuştur.

Öyle ki, bu haberler halk arasında yaygınlaşınca, Kureyş'in ileri gelenleri, Ebu Talib'e, Hz. Peygamber'i (s.a.) İslâm'ı anlatmaktan vazgeçirmesi için peşisıra heyetler gönderdiler. İşte bu heyetlerden birisi de yukarıda zikredilen heyettir.

Zemahşerî, Razî, Nisaburî ve bazı müfessirlere göre, bu heyet, Hz. Ömer İslâm'ı kabullendiği zaman Ebu Talib'e gitmiştir. Çünkü Hz.Ömer'in müslüman olması onları oldukça sarsmıştı. Fakat bu iddiayı doğrulayacak nitelikte hiçbir işaret yoktur. Çünkü onlar, sırf cehaletlerinden dolayı, içlerinden sadece bir kimsenin hakikati görmüş olmasının imkansız olduğunu öne sürerek, hakikatı tereddütle karşılıyorlardı. Üstelik bu hakikati, yani Tevhid ve Ahiret düşüncesini sadece inkâr etmekle kalmayıp, alay konusu da yapıyorlardı.

Bundan sonra Allah, "Alay ettiğiniz ve önderliğini kabul etmeye yanaşmadığınız bu şahıs, sizlerin üzerinde galip gelecek ve yine bu şehirde (Mekke'de) onun ayakları altında kalacaksınız." diye kafirleri uyarmıştır.

Ardından arka arkaya 9 peygamber zikredilmiştir. Ancak Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın kıssası, diğerlerinden daha ayrıntılı bir biçimde beyan edilmiştir.

Böylelikle Allah, Kur'an'ı okuyan kimselerin zihinlerine şu hususları yerleştirmek istiyor: "Adalet kesinlikle tarafsızdır. Allah katında ancak dürüst olan, yanlışta ısrar etmeyen, yanlışlık yapsa bile, hemen arkasından tevbe edip, dünyada ahiret hesabını dikkate alarak yaşayan kimseler makbuldur."

Daha sonra, isyan eden ve müslüman kimselerin ahiretteki hayatlarının bir tablosu çizilmiştir. Bu bölümde kafirlerin dikkati iki noktaya çekilmektedir. Birincisi, "Hiç düşünmeden körü körüne önderlerinizin peşinden koşuyor ve dalâlet yolunu takip ediyorsunuz. Fakat yarın onlar takipçilerinden önce kendilerini cehennemde bulacaklar ve birbirlerini suçlayacaklardır."

İkincisi, "Bugün mü'minleri zelil ve hakir görüyorsunuz ama yarın kendiniz azab içindeyken, cehennemde onlardan kimsenin bulunmadığını hayretle göreceksiniz."

Surenin sonunda Adem ile İblis kıssası yer almaktadır. Bu kıssanın beyan edilmesinin amacı, Kureyş'in kafirlerine, Hz. Peygamber'i (s.a.) kabul etmelerine kibirlerinin mani olduğunun hatırlatılmasıdır. Çünkü aynı kibir, İblis'i Adem'e secdeden alıkoymuştu. "Allah'ın Adem'e verdiği mevki ve rütbeye rağmen, İblis sırf hasedinden ötürü Allah'a karşı gelmiş ve lanete müstehak olmuştu. Şimdi de Allah, Hz. Muhammed'e (s.a) bir mevki ve rütbe vermişken sizler sırf hasedinizden dolayı ona karşı çıkıyorsunuz. Allah onu bir peygamber olarak görevlendirmiş olmasına rağmen, Hz. Muhammed'i (s.a) reddediyorsunuz. Bu yüzden sizlerin sonu İblis'in sonu gibi olacaktır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Sâd,1 Zikir2 dolu Kur'an'a andolsun;

2 Hayır; o küfredenler (boş) bir gurur ve bir parçalanma içindedirler.3

3 Biz kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryad ettiler; ancak (artık) kurtulma zamanı değildi.

4 İçlerinden kendilerine bir uyarıcı-korkutucunun gelmiş olmasına şaştılar.4 Kâfirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür."5

5 "İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey."

6 Onlardan önde gelen bir grup: 6"Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) da kararlı olun;7 çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti.8

AÇIKLAMA

1. Tüm huruf-u mukattaa'larda olduğu gibi burada da "sâd" harfinin anlamını belirtmek kolay değildir. Ancak İbn Abbas ve Dahhak'ın verdikleri anlam mantıklıca görülüyor. Onlar "sâd" harfinin "vesadıkfigavlihi" (Sözünde doğru olandır) veya "sadaka Muhammed" (Muhammed ne söylüyorsa doğrudur) anlamına geldiğini öne sürmektedirler. Nitekim bizler de Urduca'da "sâd" harfini aynı anlamda kullanırız. Sözgelimi, bir şahıs bir şey söylediğinde "sâd" deriz. Yani, "Onu tasdik ediyorum, onu doğruluyorum" demektir bu.

2. "Zikir sahibi" iki anlama da gelebilir. Birincisi, şerefli Kur'an, ikincisi nasihat dolu Kur'an, yani unutulanları hatırlatıp, gafletten uyandıran Kur'an.

3. İbn Abbas ve Dahhak'ın "Sad" harfi hakkında yaptıkları tevili kabul edersek eğer, bu cümlenin anlamı şöyle verilebilir. "Şerefli ve nasihat dolu Kur'an'a yemin olsun ki, Muhammed'in söyledikleri doğrudur." Ancak "sad" harfinin diğer huruf-u mukattaa gibi (kimsenin anlamını bilemeyeceğini) kabul edersek, o takdirde yeminin cevabının hazfedilmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Nitekim sonraki cümleler bu hususu izah ediyor. O halde tam karşılığı şöyle vermek mümkündür. "Kafirlerin inkâr etmeleri bu dinin bir eksikliği olduğundan veya Rasulüllah'ın Kur'an'ı anlatışındaki yetersizlikten dolayı değildir. Asıl neden onların içinde bulundukları cahilce kibir ve inatlarıdır. Buna bizzat Kur'an da şahadet etmektedir. Çünkü Kur'an'ı önyargısız okuyan kimse, onda hiçbir çelişkinin olmadığı gerçeğini açıkça teslim edecektir.

4. Bu akılsızlar, kendi içlerinden bir insanın, onları uyarmak için görevlendirilmiş olmasına şaşıyorlar. Oysa, farklı bir yaratık gönderilseydi ya da durup dururken dışarıdan gelen bir yabancı peygamberlik iddiasında bulunsaydı, işte o zaman bu şaşılacak bir şey olurdu ve onlar haklı görülebilirdi. Çünkü insanların duygularına ve problemlerine vakıf olmayan farklı bir yaratığın insanlara örnek olması düşünülebilir mi? Ya da aniden çıkıp gelen bir yabancı peygamberlik iddiasında bulunuyorsa, onun iddiasında haklı olup olmadığı nasıl bilinebilir.

5. Hz. Peygamber (s.a.) hakkında "sihirbaz" ifadesini şunun için kullanıyorlardı: "Bu adam (Hz. Muhammed) o kadar etkileyici biridir ki, peşinden gidenler, ne kadar zarar görürlerse görsünler, yine de ondan kopmuyorlar. Baba oğlunu, oğlu babasını sırf o adam yüzünden terk ediyor. Kadın kocasından, kocası karısından yine onun yüzünden ayrılıyor. Hatta kendi öz vatanlarını bile terk etmeyi göze alıyorlar. İşleri ve ticaretleri zarara uğrasa da, uğramasa da, akrabalarıyla bir ilgileri kalsa da kalmasa da, her türlü işkence de dahil hiçbir şey onları, Muhammed'in kendilerine öğrettiği düşüncelerden vazgeçirmeye yetmiyor." (Bkz. Enbiya an: 5.)

6. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir heyetin Ebu Talib'e gelerek, Hz. Peygamber (s.a) ile yaptıkları görüşmeye işaret etmektedir.

7. Hz. Peygamber'in (s.a) heyete " La ilahe illallah sözünü kabul ettiğniz takdirde tüm dünya sizlerin olur." şeklinde söylediği söze atıfta bulunulmaktadır.

8. Yani, onlar demek istiyorlar ki, "Muhammed'in amacı İslâm değil, asıl o, bizi kendisine tabi kılmak istiyor."

7 "Biz bunu diğer dinde işitmedik,9 bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir."

8 "Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?" Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler.10 Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.

9 Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?

10 Yoksa göklerin yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse, sebepler içinde (bir imkân ve güç bularak göğe) yükselsinler.11

11 Onlar, burada, (çeşitli) fırkalardan olma bozguna uğratılmış bir ordu(durlar).12

12 Onlardan önce de Nuh kavmi, Ad ve kazıklar sahibi13 Firavun da yalanlamıştı,

13 Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar da, (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).

14 Hepsi de peygamberleri yalanladılar, böylece azabla-sonuçlandırmam (onlara) hak oldu.

AÇIKLAMA

9. Yani, "Ne bizim atalarımız, ne civardaki Yahudi ve Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki mecusîler, ne de tüm Arablardan hiçkimse" sadece "Bir olan Allah, alemlerin Rabbidir" dememiştir. Onlar da Allah'ın sevdiği kimselere değer verirler, türbelere yüz sürerler, adak ve kurban keserler. Bazıları evlat sahibi olmak için dua eder, bazıları rızk için yalvarırlar ve hepsi de dualarının kabul edileceğine, bu zatlardan feyz aldıklarına ve bu kimselerin kendilerinin tüm sorunlarını çözdüklerine yürekten inanırlar. Şimdi Muhammed'in, "Onların Allah'ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu" şeklinde, hiç kimsenin söylemediği sözleri sarfettiğini duyuyuyoruz.

l0. Yani, "Onlar seni değil bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim zikir doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ etmeye başlayınca, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı." (Aynı konu En'am: 33'te de zikrolunmuştur. Bkz. En'am an: 21.)

11. Bu, kafirlerin, "Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamberlik göndereceği başka kimse yok muydu?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Cevapta şöyle deniliyor: "Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki, kimi peygamber göndereceğimi onlara sorma ihtiyacı duyayım? Gerçekten yetki sahibi olmak istiyorlarsa eğer, aya çıksınlar ve kainatı ele geçirmek için çabalasınlar. Sonra da dilediklerini peygamber olarak göndersinler." Kureyş'in ileri gelenlerinin ikide bir tekrarlayıp durdukları, "Peygamberlik makamına Kureyş'deki diğer zengin ve güçlü kimseler değil de, niçin Muhammed layık bulunmuş?" şeklindeki iddiaları Kur'an'ın çeşitli yerlerinde zikredilmiştir. Bkz. İsra: 100, Zuhruf: 31-32.

12. Burada Mekke'ye işaret olunmaktadır. Yani, "Bunlar yine aynı şehirde mağlup olacaklardır. Onlar belki Rasulüllah'ı hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır."

13. Firavun hakkında "kazıklar sahibi" şeklinde bir tanımlama yapılmıştır. Çünkü, onun saltanatı yere çakılmış kazıklar gibi sapasağlamdı. Ya da şöyle denilebilir: "Ordusunda fazla asker olduğu için, ordunun konakladığı yerde çok sayıda kazık diktirirdi." Veya "Kim kendisine karşı gelirse, onu kazığa oturturdu." Bu bağlamda, Mısır'daki Ehramları yeryüzüne kazık gibi çakmış olmasının da kastedilmesi mümkündür.

15 Bunlar da, (geldiğinde) bir anlık gecikmesi bile olmayan bir tek çığlıktan14 başkasını gözetlemiyorlar.

16 (Alaylı alaylı) Dediler ki: "Rabbimiz, hesap gününden önce (azabdan bize vadettiğin) payımızı çabuklaştırıver."15

17 Onların söylemekte olduklarına karşı sabret 16ve bizim güç sahibi kulumuz Davud'u 17hatırla;18 çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah'a) yönelip-dönen biriydi.

18 Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah onlar kendisiyle birlikte (Allah'ı) tesbih ederlerdi.

19 Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi de onunla (Allah'ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi.19

20 Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.20

21 Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı.21

AÇIKLAMA

14. Yani, "Tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir." Şöyle bir anlam da verilebilir: "Bundan sonra onlara hiçbir fırsat verilmeyecektir."

15. Yani, "Allah'ın azabının çok dehşetli olmasına rağmen, onlar o kadar akılsız davranıyorlar ki, Hz. Peygamber'le (s.a.), kendisinden azabı hemen getirmesini isteyerek alay ediyorlar."

16. Bu, kafirlerin şu itirazlarına bir cevaptır:

a) O Muhammed, sihirbazın ve yalancının biridir.

b) Allah, Muhammed'den başka peygamber gönderecek kimse bulamadı mı?

c) Muhammed'in amacı, İslam'a tebliğ vs. değildir. O'nun asıl maksadı başkadır.

17. Bu cümle "Kulumuz Davud'u hatırlayın" şeklinde de tercüme edilebilir. İlk şekildeki tercümeye göre bu cümle, "Davut'un kıssasından ibret alın." İkinci tercümeye göre ise, "Bu kıssayı hatırlayın. Çünkü sizlerin sebretmesine yardımcı olacaktır." şeklinde anlaşılabilir. Bu kıssanın beyan edilmesi ile iki husus vurgulanmış ve kelimeler her iki anlama da delâlet edilebilecek şekilde kullanılmıştır. İzah için bkz.. Bakara an: 273, İsra an: 7 ve 63, Enbiya an: 70-73, Neml an: 18-20, Sebe an: 14-16.

18. "Ellerin sahibi" şeklindeki ifade, "kuvvet sahibi" anlamına gelir ve mecazen kullanılmıştır. Hz. Davud'a bu sıfatlar, şu yüzden atfedilmiştir.

1) Cismanî kuvvet: Hz. Davud bu kuvveti Calut karşısında göstermiştir.

2) Askerî ve siyasî kuvvet: Hz. Davud civardaki tüm müşrik toplulukları yendiğinde sağlam bir İslâmi devlet kurmuştur.

3) Ahlâkî kuvvet: Hz. Davud bir yönetici olmasına rağmen, bir fakir gibi yaşamış ve Allah'ın hududları içinde kalmıştır.

4) İbadet kuvveti: Hz. Davud, devlet yönetimi ile ve sürekli cihadla iştiğal etmesine rağmen (sahihayn'in rivayetlerine göre), gün aşırı oruç tutar ve gecelerinin üçte birini Allah'a ibadetle geçirirdi. İmam Buhari'nin Hz. Ebu Derda'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Davud'un zikri geçtiği yerde, "O, Allah'a çok ibadet eden biriydi" derdi.

19. İzah için bkz. Enbiya an: 71.

20. Yani Hz. Davud çok fasih ve beliğ konuşurdu. O konuştuğunda karşısındaki kimseler, ne demek istediğini açıkça anlarlardı. Hüküm verdiğinde de, açıkça hüküm verirdi. Hem ilim, hem de konuşma bakımından faziletli olmak, ancak böyle birine nasip olabilirdi.

21. Asıl maksat, kıssanın beyanı olmasına rağmen, kıssa anlatılmadan önce kıssanın kahramanının (Hz. Davud) şahsiyeti ve ne tür özelliklere sahip olduğu vurgulanmıştır.

22 Davud (un yanın)'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü;22 onlar dediler ki: "Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet."

23 "Bu benim kardeşimdir,23 doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen "Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat" dedi ve bana konuşma (tarzın)da üstün geldi."24

24 (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir.25

Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır." Davud, gerçekten bizim onu denemeden geçirdiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek 26yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü.

25 Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.27

26 "Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından28 dolayı onlar için şiddetli bir azab vardır."

AÇIKLAMA

22. "Korkmuştu"çünkü o iki kişi normal yoldan değil, duvardan atlayarak odasına girmişlerdi.

23. "Kardeş"kelimesiyle nesebî bir kardeşliği değil, din kardeşliğini kasdetmiştir.

24. İlerideki konuyu daha iyi kavrayabilmek için burada biraz durulması gerekiyor. Çünkü mezkur şahıs, davacı olduğu kimse için "Benim koyunumu zorla aldı" demek istememiştir. O şöyle demiştir: "Bu kardeşimin 99 koyunu var, benimse bir tek koyunum." yani kardeşim büyük güce sahip bir zengin, bense fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesaretini kendimde bulamıyorum.

25. Burada Hz. Davud'un, sadece bir tarafı dinleyerek karar verdiği zehabına kapılmak yanlıştır. Çünkü davacının konuşup davalının susmuş olmasından, onun suçunu kabullenmiş olduğu anlamı çıkar. Bunun üzerine de Hz. Davud kararını vermiştir.

26. Burada secdenin gerekli olup olmadığında ihtilaf vardır. İmam Şafî, bu secdenin bir peygamberin tevbesi olduğunu öne sürerek secdenin vacib olmadığını söylemiştir. İmam Ebu Hanife ise, burada secdenin vacib olduğu kanaatindedir. Nitekim bu görüş hakkında İbn Abbas'dan üç rivayet nakledilmiştir. İkrime'nin İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre bu ayet, secdeyi gerekli kılar. Çünkü (İbn Abbas) Hz. Peygamber'i (s.a.) bu ayeti okuduktan sonra secde ederken gördüğünü söylemiştir. (Buhari, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, Müsned-i Ahmed). İkinci rivayet Said b. Cübeyr'den nakledilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a) Sad Suresi'ni okurken secde etti ve şöyle buyurdu: "Davud tevbe ve şükür için secde etmişti. Biz de şükretmek için secde ediyoruz." Yani onun tevbesi bu yüzden kabul olmuştur. (Neseî). Üçüncü rivayeti Mücahid nakletmiştir. "Allah Teâlâ Kur'an'da "Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere uyun" diye emretmiştir. Bu Davud da bir peygamberdi ve secde etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) de ona uyarak secde etmiştir. (Buhari). Bu üç rivayet de İbn Abbas'dan mervidir. Ebu Said el-Hudri şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Rasulüllah bir gün hutbede "Sad" Suresi'ni okudu ve bu ayete geldiği zaman, minberden inerek secde etti. Orada bulunanlar da Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte secde ettiler. Yine, Rasulüllah bir defasında hutbede bu ayeti okudu. Orada bulunanlar ayeti işitince secde etmeye hazırlandılar. Rasulüllah: "Bu, bir peygamberin tevbesi idi. Fakat sizler secde etmeye hazırlanıyorsunuz" diyerek minberden indi ve secde etti. Orada bulunanlar da onunla birlikte secde ettiler." (Ebu Davud). Bu rivayetlerden secde etmenin vucubiyeti anlaşılmıyorsa da, en azından Hz. Peygamber'in (s.a.) bu mevkide secde ettiği açıkça görülmektedir. Dolayısıyla secde etmek herhalde daha efdaldir. Nitekim İbn Abbas'dan yukarıda zikrettiğimiz rivayetler secde etmenin gerekliliğine delâlet etmektedirler.

Bu ayetin şu şekilde anlaşılması da mümkündür. Allah burada "rüku etti" biçiminde bir ifade kullanmıştır. Ancak tüm müfessirler ittifakla bu ifadenin "secde etti" anlamına geldiği görüşündedirler. İfadenin orijinalinden hereketle İmam-ı Ebu Hanife ve arkadaşları, namazda ve namaz dışında bu ayeti işiten bir kimsenin secde yerine rüku edebileceğini söylemişler ve görüşlerine delil olarak Allah'ın "secde" yerine "rüku" kelimesini kullanmış olmasını göstermişlerdir. Bundan anlaşıldığına göre rüku, secdenin yerine geçebilir. Nitekim Şafii mezhebi fakihlerinden İmam Hattabi de aynı görüştedir. Ancak bu düşünce her ne kadar makul ise de, Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabelerinden rükunun secde yerine yapılabileceği şeklinde bir rivayet yoktur. Dolayısıyla secde yapmaya bir engel olduğu takdirde, rüku edilebilir. Aksi halde bunu bir adet haline getirmek doğru değildir. Nitekim Ebu Hanife ve arkadaşlarının kastetmiş oldukları da bu değildir. Onlar sadece secde yerine rüku'nun da olabileceğini söylemişlerdir.

27. Hz. Davud'un hata yaptığı meselenin koyun meselesine benzer olması gerekir. Çünkü karar verdiği esnada aniden imtihan olunduğunu hatırlamıştır. Ancak bu hatası affedilemeyecek kadar önemli değildir. Bu yüzden Allah onu affettiği gibi ayrıca mertebesini de yükseltmiştir. Allah, onu, kendi kendine pişman olması, secde ve tevbe etmesi dolayısıyla affetmiş ve onun ne bu dünyadaki ne de öbür dünyadaki makamına bir halel gelmemiştir.

28. Bu uyarı nedeniyle Hz. Davud tevbe etmiş ve Allah da onun bu tevbesini kabul ederek mertebesini yükseltmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, Hz. Davud'un davranışında nefsanî bir zaafın payı vardı ve ayrıca -muhtemelen- hükümdar oluşu sebebiyle gücünü adil olmayan bir biçimde kullanmıştı. Oysa bu şekilde davranmak bir hükümdara yakışmazdı.

Bu bağlamda aklımıza üç soru geliyor. 1) Hz. Davud ne yapmıştı? 2) Allah Teâlâ, onun bu davranışını niçin açıkça değil de imalı bir şekilde zikretmiştir? 3) Bu olaydan ne gibi bir ders çıkarabiliriz?

Yahudi ve Hıristiyanların mukaddes kitaplarını okumuş olanlar şu hikâyeyi bilirler; (eğer o kitaplara inanırsak) "Hz. Davud Hititli Urya'nın karısıyla zina etmiş ve daha sonra Urya'yı kasten savaşa göndererek öldürmüştür. Sonra da karısını nikahı altına almıştır." Ayrıca bu kitablara göre zina yaptığı bu kadından Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman olmuştur. Bu hikâye Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 11. ve 12. bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde kayıtlıdır. Kur'an'ın nüzulünden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'de kayıtlı olan bu olayı bütün dünyadaki Yahudi ve Hıristiyanlar okuyorlar, işitiyorlar ve ayrıca inanıyorlar da. Bu yüzden tüm dünyada, batı ülkelerinde, İsrailoğulları'nın dini eserlerinde bu ithamın geçmediği hiçbir kitap adeta yoktur.

"Ve Rab Natan'ı, Davud'a gönderdi. Ve yanına gelip ona dedi: Bir şehirde biri zengin ve öbürü fakir iki adam vardı. Zengin adamın pek çok koyunları ve sığırları vardı. Ve fakir adamın satın almış ve beslemiş olduğu küçük bir dişi kuzudan başka bir şeyi yoktu; ve kuzu onun yanında kendisiyle ve çocukları ile beraber büyümüştü; ve lokmasından yer, tasından içer, koynunda yatardı. O kendi kızı gibiydi. Ve zengin adama bir yolcu geldi ve kendisine gelen yolcuya hazırlamak için kendi koyun ve sığırlarından almaya kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve yanına gelen adam için onu hazırladı. Ve o adama karşı Davud'un öfkesi çok alevlenip Natan'a dedi: Hayy olan Rabbin Hakkı için bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir. Ve Natan Davud'a dedi: O adam sensin. İsrail'in Allah'ı Rab şöyle diyor: Ben seni İsrail üzerine kral olarak meshettim ve ben seni Saul'un elinden kurtardım ve efendinin evini sana ve efendinin karılarını koynuna verdim. Ve İsrail'le Yahuda evini sana verdim. Ve eğer bu az gelse idi, sana daha neler verirdim. Niçin Rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hititli Urya'yı kılıçla vurdun ve karısını kendine karı olarak aldın ve Urya'yı Amman Oğulları'nın kılıcı ile vurdun.

Ve şimdi kılıç ebediyyen senin içinden ayrılmayacak; çünkü beni hor gördün ve Hititli Urya'nın karısını kendine karı olarak aldın. Rab böyle ediyor: İşte, kendi evinden sana karşı kötülük çıkaracağım ve senin gözlerinin önünde karılarını alıp komşuna vereceğim ve bu güneşin gözü önünde o, senin karılarınla yatacak. Çünkü sen gizlice yaptın, fakat ben bu şeyi tüm İsrail karşısında ve güneşin karşısında yapacağım." (II. Samuel, 12: 1-2.)Bu kıssa herkes tarafından bilindiği için Kur'an bu olayı ayrıntılarıyla ele almamıştır. Zaten Sünnetullah'da bu tür olaylar ayrıntılarıyla beyan edilmez. İşte bu yüzden ima yoluyla anlatılmıştır. Ayrıca bu olayın hiç de Ehli kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay, Kur'an'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Davud'un Urya'dan (ya da ismi ne olursa) karısıyla evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Davud böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Davud'a belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki salih insan aniden Davud'un huzuruna girmiş ve güya ondan aralarındaki hadise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Davud önce aralarındaki davayı, gerçek bir hadise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, "İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim" şeklinde düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.

Kitab-ı Mukaddes'de bu olay en çirkin şekle büründürülerek anlatılmıştır. Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Davud, o kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının (Urya'nın karısının) üstün özelliklerini duymuş ve -muhtemelen- böyle bir kadının kocasına sözkonusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplum içinde normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına "karını boşa onunla ben evleneyim" diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Davud böyle bir teklifde bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira, Hz. Davud sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.

Yaptığı teklifte bir cebr sözkonusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından, karşısındaki kişi onun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsili bir davaysa, Hz. Davud'un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapanıvermiş oldu. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düşmüştür. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Davud onu kendisine nikâhlamıştır. Ancak yahudilerin habis zihniyeti bu olayı efsane haline sokmuştur. Ayrıca böylesine çirkin bir olayın ortaya atılma nedenlerinden biri de bir grup yahudinin Hz. Süleyman'a cephe alıp düşman kesilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu kimseler olayı abartarak Hz. Süleyman'ı karalamaya çalışmışlardı. (Bkz. Neml an:56) Yahudiler bu yüzden -Maazallah- Hz. Davud'un Urya'nın hanımını kendi sarayının çatısı üzerinde çırılçıplak yıkanırken gördüğü ve kadını sarayına getirterek onunla zina ettiği ve kadının hamile kalması üzerine de kocasını Benu Amum'lularla yapılan bir savaşa gönderdiği şeklinde bir hikâye düzmüşlerdir. Güya komutan Yuab'a "Urya'yı, öldürebileceği bir yere tayin etmesini" emretmiştir. Urya öldürülünce de Hz.Davud onun karısını kendisine nikahlamış ve bu kadından Hz. Süleyman doğmuştur. İşte tüm bu yalan iftira ve zulmü yahudiler Kitab-ı Mukaddes'e kaydetmişlerdir. Ve ne yazık ki hâlâ okunup durmaktadır. Binaenaleyh Hz. Musa'dan sonra İsrailoğulları'na ihsan edilen bu iki büyük insanı bu şekilde zelil etmeye çalışmışlardır.

Müfessirlerden bir grup, bu efsaneyi hemen hemen benimseyerek İsrailoğulları'nın rivayetlerini kabul etmişlerdir. Ancak Hz. Davud'un zina etmesi ve kadının hamile kalması ile ilgili bölümlerini çıkararak diğer kısımları aynen nakletmişlerdir. Başka bir grup müfessir ise, bu olayla o iki kişinin (koyun) davası arasındaki ilgiyi reddederek bu kıssayı anlamsız bir şekilde tevile yeltenmişlerdir. Ama bu tevilin de aslı yoktur. Ve bir kaynağa dayanmamaktadır. Ayrıca ayetlerin siyak ve sibakına da uygun düşmemektedir. Buna rağmen müfessirlerden bir grup bu olayı doğru bir şekilde değerlendirmişler ve bu gerçeğe ulaşmışlardır. Örneğin bazıları şöyle demektedirler.

Mesruk ve Said b.Cübeyr'in İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre "Hz. Davud bir adama karısını boşaması için "karını boşa da onunla ben evleneyim" şeklinde bir teklifte bulunmuştur, o kadar." (İbn Cerir).

Zemahşeri, "Keşşaf" isimli tefsirinde "Allah'ın Hz. Davud kıssasını anlatımından, Hz. Davud'un bir kimseden karısın boşaması için ricada bulunması anlaşılmaktadır. " diyor.

Cessas, "Hz. Davud'un evlenmek istediği kadın o adamın karısı değil nişanlısı idi. Hz. Davud kadına kendisiyle evlenmesi teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine de Allah, kendisini "Bir mü'min kardeşinin nişanlısına evlenme teklifinde bulunuyorsun. Oysa senin birçok hanımın var." diye uyardı." demiştir. (Ahkamu'l-Kur'an), Bazı müfessirler bu görüşün Kur'an ile uyuşmadığını söylemişlerdir.

Çünkü Kur'an'da olay "Benim bir tek koyunum var, onu da bana ver dedi" şeklinde ifade edilmektedir. Ve Hz. Davud "O, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir" şeklinde bir hüküm vermiştir. Dolayısıyla bu örnek, bu kadının Urya'nın karısı olduğu takdirde bir anlam ifade eder. Eğer onun nişanlısı olsaydı, ayetteki ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Ben bir koyun almak istiyorum, ama o 'bırak o koyunu da ben alayım' diyor."

Kadı İbnü'l-Arabi "Ahkamu'l-Kur'an" adlı eserinde, bu olayı oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. "Olayın aslı Hz. Davud'un bir şahsa "hanımını boşa da onu ben alayım" şeklinde ciddi bir teklifinden ibarettir... Kur'an'da o şahsın Hz. Davud'un teklifini kabul etip etmediği belirtilmemiştir. Ayrıca, Hz. Davud'un o kadınla evlendiği ve ondan Hz. Süleyman'ın doğduğu da açıklanmamıştır....Hz. Davud'un uyarıldığı mesele, o kadının kocasına, boşanması için yaptığı tekliften başka bir şey değildi.... Çünkü böyle bir davranış her ne kadar caiz ise de, bir peygambere bu şekilde davranması yakışmazdı. Bu yüzden Allah onu uyardı ve nasihatte bulundu."

Bu yorum, ayetlerin siyak ve sibakıyla uygun düşmektedir. Nitekim bu kıssa ile düşündüğümüzde, Allah'ın bu olayı iki nedenden ötürü beyan ettiği sonucuna varırız. Birincisi, Hz. Muhammed'e, kafirlerin "sihirbaz ve yalancı" şeklindeki ithamlarına sabretmesi ve zalimlerin zina ve cinayet suçuyla itham ettikleri Hz. Davud'u hatırlaması öğütlenerek, ondan, kafirlerin söylediklerine göğüs germesi istenmktedir. İkincisi, kafirler şu şekilde korkutulmaktadır: "Sizler bu dünyada hiç çekinmeden zulüm yapmakta ve yalan, iftira düzmektesiniz. Ama Allah'ın yanında bu yaptıklarınızdan hesaba çekilmeden bırakılmayacaksınız. Çünkü Allah en makbul ve sevgili kullarını bile, yaptıklarından hesaba çekmeden bırakmayacaktır." Sonuç olarak Hz. Peygamber'e, (s.a.) sanki şöyle demesi emredilmiştir: "Davud'un kıssasını anlat ki, ne kadar seçkin özelliklere sahip olursa olsun yine de onu yaptıklarından hesaba çektiğimiz bilinsin."

Bu noktada yanlış bir anlayışı düzeltmekte yarar görüyoruz. Davacı kimse, din kardeşinin 99 koyunu olduğunu ve onun kendisinde bulunan bir koyunu da istediğini söylemektedir. Bundan Hz. Davud'un 99 hanımı olduğu ve onun bir hanım daha alarak eşlerinin sayısını 100'e tamamlamak istediği anlaşılmaktadır. Fakat bu örnekle, Hz. Davud ile Hititli Urya arasındaki olayın kelimesi kelimesine mutabakat arzettiğini düşünmek zorunda değiliz. Çünkü bizler de, günlük hayatımızda 40-50-60 gibi tabirleri çokluk ifade etmek için bir deyim şeklinde kullanırız. Ünlü müfessir Nisaburî, Hasan Basri'den, "Hz. Davud'un hanımlarının sayısının 99 olmadığını, bu ifadenin sadece temsilen kullanıldığını" rivayet eder. (Bu kıssa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. [Tefhimat] adlı eserim, C: 2. sh: 29-44.)

27 Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl29 olarak yaratmadık. Bu, küfredenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azabtan) dolayı vay o küfretmekte olanlara.

28 Yoksa biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi30 (bir) mi tutacağız? Ya da muttakileri facirler gibi (bir) mi tutacağız?

29 (Bu Kur'an,) 31Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.

30 Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik.32 O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.

31 Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu.33

32 O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal34 (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.

33 "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra da (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.35

AÇIKLAMA

29. Yani, "Bu kainat bir hikmete, maksada ve adalete dayanmaksızın, boşuboşuna yaratılmamıştır." Bu cümle önceki konunun bir özeti olduğu kadar, sonraki konuya da bir giriş niteliği taşımaktadır.

Önceki konuda, "Sizler ne yaparsanız yapın hesap sorulmayacak kadar bu hayat sorumluluktan ve adaletten bağımsız değildir. İyilik yapanların iyilik, kötülük yapanların kötülük bulamayacağını mı sanıyorsunuz? Sizler bu dünyayı, onu yaratanın eğlence için yarattığı bir oyuncak mı zannediyorsunuz? Yani, insanı yaratmakla anlamsız bir iş mi yapmıştır?" denilmektedir. Bu konu Kur'an'ın değişik yerlerinde de işlenmiştir.

"Bizim sizi boş yere, bir oyun, eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun: 115)

"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeble yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür." (Duhan: 38-40)

30. "Yani, sizler iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Şayet ahirette ceza ve mükafat olmayacaksa, bunun Allah'ın adaletine aykırı düşeceği açıkça ortadadır. Aksi takdirde iyilik ve kötülük kavramları diye bir şey olmazdı. Yine böyle olmasaydı salih ve iyi insanlar her türlü musibet ve belayı göze alarak iyilik etmeye çalıştıkları için aptal kabul edilirlerdi. Çıkarcılar, fâcir ve fâsıklar ise zulüm yaparak her türlü ahlâksızlığı işledikleri için -Maazallah- akıllı sayılırlardı.

31. "Mübarek" yani, hayır ve saadeti bollaştıran. "Kur'an mübarek bir kitabtır." Çünkü eşsiz bir kitabtır: Bu eşsiz kitabtan hidayet alan, her türlü yararı elde eder ve bu kitap onu zarardan korur.

32. Hz. Süleyman'ın (a.s) bahsi daha önce geçmişti. Bkz. Bakara an: 104. İsra an: 7, Enbiya an: 70-75, Neml an: 18-56, Sebe an: 12-14.

33. "Essatinatülciyad", dururken sakin, fakat koşarken de hızlı koşan atlar için kullanılır.

34. "Hayr" bolluk anlamına gelir. Ancak burada mecazen, atlara atfen kullanılmıştır. Hz. Süleyman bu atları Allah yolunda cihad için beslediğinden, burada "hayr" ifadesi geçmiştir.

35. Bu ayetlerin tercüme ve tefsiri hakkında, müfessirler arasında ihtilaf vardır.

Bir grup müfessir, bu ayetlerden, Hz. Süleyman'ın atları muayene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı unuttuğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları ise, Hz. Süleyman'ın ikindi ve akşam namazı sırasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başka bir deyişle atları Allah'a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zira atlar onu Allah'ı anmaktan alıkoymuştur. Bu yorumu kabul edersek, ayetlerin anlamı şöyle olur: "Ben" dedi, "Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allah'ı anmayı (ikindi namazı veya virdi) unuttum.

Öyle ki güneş battı." "Onları (atları) getirin" diye emretti ve onların bacaklarını ve boyunlarını kesti. "Bu yorumu büyük müfessirler yapmış olmasına rağmen, tercih edilemez. Çünkü üç konuda kendiliklerinden tevil yapmışlardır. 1) Onlar, Hz. Süleyman'ın ikindi namazını veya virdlerini unuttuğunu söylemişlerdir. Oysa Kur'an'daki ayetten en çok, "Ben" dedi, "Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allah'ı anmayı unuttum." anlamı çıkabilir. İkindi namazından veya virdden bahsedilmemektedir. İkincisi, onlar "güneş battı" diyorlar, fakat metinde, "güneş" lafzı yoktur. Burada "Hatta tevârat bil-hicab" (perdenin arkasına gizlendiler) denilerek "es-safinatu'l-ciyad" (yağız atlar) ifadesi ile ilişki kurulmaktadır. Yani, "Perdenin arkasına gizlenenlerin", "yağız atlar" olduğu hemen anlaşılıyor. Ayrıca onlar, Hz. Süleyman'ın atların bacaklarına ve boyunlarına elleriyle değil kılıçlarıyla dokunduğunu (kestiğini) varsayıyorlar. Oysa Kur'an'da "kılıçla dokunmak" şeklinde bir kullanım varit değildir. Dolayısıyla "dokunma" ifadesinin kılıçla olduğu şeklinde bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Ben şahsen bu tür tefsirlere prensip olarak karşıyım. Bana göre Kur'an'da olmayan ifade biçimleriyle, ayetlere anlam vermek, ancak şu dört şarta bağlıdır:

1) Ayetlerin siyak ve sibakı, böyle bir anlamın çıkarılmasına müsaitse,

2) Kur'an'ın başka bir yerinde, çıkarılan anlamı destekleyici başka bir karine (veya karineler) varsa.

3) Eğer ayeti sahih bir hadis izah ediyorsa.

4) Güvenilir bir kaynakla bildirilmişse. Sözgelimi tarihi bir bilgi varsa ve onu arkeolojik tespitler, ilmi belgeler destekliyorsa. Şayet şer'î bir hüküm sözkonusu ise, muteber fıkıh eserleri dikkate alınabilir.

Tüm bunların dışında, kendiliğinden bir kıssa icad ederek Kur'an'ı anlamaya çalışmak, bence sakıncalı bir davranış olur.

Yukarıdaki, "tercüme-tefsir"den biraz farklı olarak, bazı müfessirler, "hatta tevârat bil-Hicab" (perdenin arkasına gizlendiler) ve "Ruddûhâ aleyye" (onu bana getirin) şeklindeki ifadelerde geçen zamirlerin, güneşe işaret ettiğini söylemektedirler. Yani, ikindi vakti geçmiş ve güneş batmıştı. Hz. Süleyman bunun üzerine kainatı idare eden meleklere, güya, "güneşi geri getirin de, ikindi namazını eda edebileyim" demiştir. Böylece güneş geri gelmiş ve Hz. Süleyman namazını eda etmiştir. Fakat bu tefsir, önceki tefsirden daha da mantıksızdır. Gerçi bu itirazımızla, Allah'ın güneşi geri getirmeye gücü olmadığını söylemek istemiyoruz ama yine de bunun konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Hz. Süleyman'dan bu kadar büyük mucizeler südûr etmiş olsaydı eğer, o zaman bunu kendisi zaten zikretmiş olurdu. Ayrıca gerçekten de, güneş battıktan sonra tekrar geri gelmiş olsaydı, bu kadar büyük bir hadisenin dünya tarihine geçmiş olması gerekirdi.

Bu tefsiri desteklemek için bazı zevat, birtakım hadisleri öne sürerek, güneşin battıktan sonra geri gelme olayının birkaç kez vuku bulduğunu iddia etmişlerdir. Bu yüzden miraç mücizesini, güneşin geri gelmesi olarak zikrederler. Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.), battıktan sonra güneşi geri getirdiğini, yine Hz. Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.) kucağında uyuduğu için ikindi namazını kılamadığından dolayı, Hz.Peygamber'in dua ederek güneşi geri getirdiğini söylerler. Bu rivayetler yukarıdaki yorumu desteklemek için zikredilmelerine rağmen, yukarıdaki yorumdan daha da anlamsızdırlar. Hz. Ali ile ilgili hadisi İmam İbn Teymiyye, her yönüyle ele aldıktan sonra uydurma olduğunu ispatlamıştır. İmam Ahmed b.Hanbel, "Bu hadis asılsızdır", İbn Cevzi ise "Kuşkusuz bu hadis uydurmadır" demişlerdir. Hendek Savaşı ile ilgili hadis, bazılarına göre zayıf, bazılarına göreyse uydurmadır. Miraç hadisesine gelince bu olayın hakikati şöyledir: "Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'den Mirac'ı ispatlamasını isteyince o; "Kudüs yolunda falan kafilede filan hadise vuku buldu" demiştir. Mekkeli müşrikler o kafilenin Mekke'ye ne zaman varacağını sorduklarında Hz. Peygamber (s.a.), "şu gün gelecektir" diye cevap vermiştir. O gün geldiğinde, Kureyş kafirleri bütün gün o kafileyi beklemiş ve akşam olmuştur. Bunun üzerine Rasulüllah kafile gelmeden önce güneş batmasın diye dua etmiş ve gerçekten de kafile güneş batmadan önce gelmiştir. Bazı raviler bu hadiseyi rivayet ederlerken, o gün güneşin bir saat geç battığını söylemişlerdir. Böylesine önemli bir hadis için, bu kadar zayıf şahitliklerin kabul edilmesi mümkün mü? Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güneşin geri gelmesi ve günün bir saat uzaması büyük bir olay olduğu için, tüm dünyanın bu olayları bilmiş olması gerekirdi ve sadece birkaç insanla sınırlı kalmazdı.

Müfessirlerden bir başka grup da bu ayetlerin anlamını, önyargısız bir kimsenin okuyup anladığı gibi anlamışlardır. Bu müfessirlerin yorumuna göre bu hadise şöyledir: "Hz. Süleyman bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, "Bu atları sadece Allah rızası için seviyorum. Öyle ki onlarla cihad edilerek Allah'ın kelimesi yükselsin" demiştir. Sonra atları koşturdu. Atlar o kadar hızlı koşmuşlardır ki gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri getirmiştir." İbn Abbas'a göre Hz. Süleyman onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır. Bana göre doğru tefsir budur. Çünkü bu yorum, ayetlerin siyak ve sibakına uygundur. Burada dışarıdan kelimeler ithal etmeye gerek yoktur. Çünkü bu fazladan kelimeler, ne hadislerde, ne de İsrailî haberlerde bulunmaktadır.

Burada, Allah'ın Hz. Süleyman için, "Benim en iy kulumdur. Beni çokça zikrederdi." şeklinde buyurması dikkate değerdir. Hz. Süleyman hakkında söylenen bu sözlerden, şöyle denilmek istendiği anlaşılıyor: "Bu kulum herşeyi benim için sever, mütekebbirler gibi sahip olduğu mal-mülkten dolayı gurura kapılmaz ve beni çokça hatırlar."

34 Andolsun, biz Süleyman'ı denemeden geçirdik. Tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü.

35 "Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin."36

AÇIKLAMA

36. Önceki ayetler, gelecek konunun bir başlangıcı idi. Yani, Allah önce Hz. Davud'u övmüş, sonra da imtihan ettiğini beyan ederek, "Ben onu uyardım, Davud da tevbe ve secde etti demiştir." Aynı şekilde Allah, Hz. Süleyman hakkında "Beni çokça zikreden bir kuldu" dedikten sonra, "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üzerine bir ceset bıraktık, sonra bize (tevbe ederek) yöneldi, demiştir." Diğer bir deyişle, Allah Teâlâ her iki kıssada da iki hususu anlatmak istiyor. Birincisi, "Peygamber hata yaptığında, onlar bile sorgulanmadan bırakılmazken, diğerlerinin özelliği ne ola ki?" İkincisi, "Bir kul bir hata yaptıktan sonra, asla inat etmemeli ve hatasının farkına varır varmaz tevbe etmelidir." Bu davranışları sonucunda Allah bu kullarını (Hz. Davud ve Hz. Süleyman) affetmiş ve ayrıca onların derecelerini yükseltmiştir.

a) Hz. Süleyman'ın içine düştüğü fitne acaba nedir?

b) Onun tahtı üzerine ceset bırakılmasının anlamı nedir?

c) Bu cesedin oraya bırakılmasıyla, nasıl bir uyarı oldu da, Hz. Süleyman hemen tevbe etti?

Bu soruların cevaplanmasında müfessirler 4 ayrı yol takip etmişlerdir.

Bir grup müfessir, çok uzun bir efsane rivayet etmiştir. Ancak bu efsanenin ayrıntılarında birçok ihtilaf vardır.

Bu efsane şu şekilde özetlenebilir: Onlara göre karısı 40 gün putlara tapmış olmasına rağmen, Hz. Süleyman'ın bundan haberi olmamıştır. Diğer bir rivayete göre, Hz. Süleyman birkaç gün evden çıkmamış ve mazlumların şikayetlerini (dinleyip), dertlerini halletmemiştir. Bunun üzerine şu şekilde cezalandırılmıştır: Güya şeytan, onun ins, cinn ve rüzgarlara hükmettiği yüzüğünü çalmıştır. Yüzüğü çalınınca bu güçten mahrum kalan Hz. Süleyman 40 gün sersem sersem dolaşmıştır. Fakat onun yerine şeytan hüküm sürmüştür. Tahtının üzerine atılan cesed ile de Hz. Süleyman'ın tahtına oturan şeytan kastedilmektedir. Hatta bazı kimseler daha da ileri giderek, Hz. Süleyman'ın hanımlarının bile o şeytandan korunamadıklarını ileri sürmüşlerdir. En sonunda devlet büyükleri ve alimler, şeytandan şüphelenmiş ve onun Hz. Süleyman olmadığını anlamışlardır. Şeytan'a Tevrat'ı göstermişler ve o Tevrat'ı görünce hemen kaçmıştır. Kaçarken yüzüğü denize düşürmüş veya kendisi atmıştır. Yüzüğü bir balık yutmuş, tesadüfen (!) balığı da Hz. Süleyman yakalamıştır. Balığın karnını temizlemek için yardığında kendi yüzüğünü bulmuş ve bulur bulmaz da tüm ins ve cinn emrine hazır olmuştur. Bu hikâyenin tümü baştan sona kadar hurafedir. Bu hikâyeyi Ehl-i Kitab'dan gelerek müslüman olan mübtedirler (yani müslümanlar), İsrailiyat'tan nakletmiş ve zamanla müslümanlar arasında yayılarak revaç bulmuştur. Ne tuhaftır ki, bazı büyüklerimiz (!) Kur'an'ın tafsilatı olarak bu hurafeleri nakletmişlerdir. Oysa Hz. Süleyman'ın gücü yüzüğe dayanmıyordu. Ayrıca Allah, şeytana, peygamberlerin suretine girme gücünü ve insanları bu şekilde saptırma izni vermiş değildir. Allah hakkında böyle bir sûizanda bulunmak da mümkün değildir, ki O, peygamberini hataları dolayısıyla cezalandırmak için, şeytanı onun suretine soksun ve böylece ümmetinin mahvolmasına göz yumsun. Bu mümkün değildir. Yine en önemlisi, bizzat Kur'an bu yalanları reddetmektedir. Kur'an'da, Hz. Süleyman'ın bu imtihandan sonra af dilemesi üzerine, onun hatasının affedildiğinden ve sonra da şeytanlarla rüzgarın emrine verildiğinden bahsedilir. Tefsirlerde ise, tam aksine, şeytanın bu yüzük dolayısıyla Hz. Süleyman'a tabi olduğu söylenir. Büyüklerimizin(!) sözkonusu ayetleri hiç dikkate almamalarına hayret ediyorum.

Diğer bir grup müfessire göre, Allah, Hz. Süleyman'a 20 sene sonra bir evlad verince, şeytanlar, Hz. Süleyman'dan sonra onun hükümdar olup kendilerinin yine esir kalacağını düşünerek korkmuşlar ve bu yüzden çocuğu öldürmeye karar vermişlerdir.

Hz. Süleyman bunu öğrenince çocuğunu büyümesi için bulutlarda saklamış. Allah Teâlâ da Hz. Süleyman'ın kendisine tevekkül etmeyerek bulutlara güvenmesine öfkelenmiş ve çocuğun cesedini tahtına bırakmıştır. Bu hikâye de Kur'an'a aykırıdır ve hiçbir kaynağa dayanmaz. Çünkü burada da, rüzgarın ve şeytanların bu hadiseden önce Hz. Süleyman'ın emrinde olduğu varsayılmıştır. Oysa Kur'an, tam aksine şeytanların ve rüzgarın bu hadiseden sonra Hz. Süleyman'ın emrine verildiğini belirtir.

Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleyman, "Bu gece, 70 hanımımla birden yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini yaparken "inşaallah" demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bırakmıştır." Bu hadisi Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği nakledilir. Bu hadisi Buhari, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Buhari'de bile muhtelif yerlerde ve muhtelif senetlerle bu hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde Hz. Süleyman'ın hanımlarının sayısı bazen 60, bazen 70 bazen 90 veya 99, bazılarına göre 100'e kadar varmıştır. Çoğunluğunun rivayet senetleri kuvvetli hadislerdir. Bu yüzden hadisin sıhhat bakımından reddedilmesi (tenkit edilmesi) mümkün değildir. Fakat hadisin aklen kabul edilmesi ise imkan haricidir. Çünkü bizzat hadisin muhtevası, Rasulüllah'ın (s.a) böyle bir şey söylemediğini adeta haykırıyor. Çok kuvvetli bir ihtimale göre Hz. Peygamber (s.a.) bu olayı yahudilere istinaden ve başka birine misal olarak anlatmıştır. Dinleyenler de yanlış anlamışlar ve Hz. Peygamber'den (s.a.) bu olayı gerçek bir hadiseymiş gibi rivayet etmişlerdir. Böylesine akla aykırı hadisleri, sırf kuvvetli senet dolayısıyla kabul ettirmeye çalışırsak din bir eğlence haline gelir. Herkes bizzat kış mevsiminde gecelerin, 10-11 saatten fazla olmayacağını hesaplayabilir. Hz. Süleyman'ın en az 60 hanımı olduğunu kabul eder, bir saatte de hiç nefes almadan 6 hanımına uğradığını ve 10-11 saat sürekli onlarla birlikte olduğunu düşünecek olursak bunun fiilen mümkün olmadığı sonucuna varırız. Sanıyorum Hz. Peygamber (s.a.) bu kadar mantıksız bir hikâyeyi gerçek bir olay olarak anlatmamıştır. Ayrıca hadislerin hiçbir bölümünde Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılmış olan ceset ile yarı ceset çocuğun bir ilgisi olduğuna dair bir ima bile yoktur.

Dolayısıyla bu olayı, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu ayetin tefsiri olması münasebetiyle anlattığını iddia etmek mümkün değildir. Belki bu çocuğun doğuşundan sonra Hz. Süleyman'ın tevbe-istiğfar etmesini makul karşılayabiliriz, ama, "Ey Allah'ım! Bana senden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat ver." şeklindeki duasını makul karşılamak mümkün değildir.

Diğer bir yorum ise İmam Razi tarafından yapılmıştır. "Hz. Süleyman bir hastalığa yakalanmış veya başka bir tehlike dolayısıyla sıkıntı ve üzüntü içinde zayıflayarak bir deri bir kemik kalmıştı. Yani, öyle bir hale gelmiş ki, cansız ceset denecek kadar zayıflamıştır." Fakat bu yorum Kur'an'a uymaz. Çünkü Kur'an'daki ifade aynen şöyledir: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra bize yöneldi." Bu ayeti okuyan herhangi bir kimse, söz konusu cesedin Hz. Süleyman'ın cesedi olmadığını hemen anlar. Anlaşılan odur ki, Hz. Süleyman bir hata yapmış ve bunun üzerine Allah kendisini uyarmıştır. Sonuçta ise hatasını idrak eden Hz. Süleyman, Allah'a yönelmiştir.

Bu bir gerçektir ki, bu bölüm Kur'an'ın en müşkül yeridir ve kesinlikle sarih bir şekilde tefsir edilemez. Hz. Süleyman'ın "Rabbim beni affet ve bana benden sonra hiçkimseye nasip olmayan bir saltanat ver" şeklindeki duasını İsrailoğulları'nın tarihi ışığında değerlendirirsek şayet, Hz. Süleyman'ın, kalbinde oğlunun tahta geçmesi arzusunu taşıdığını ve bu muhteşem saltanatın zürriyyeti boyunca devam etmesini istediğini anlarız. Bu arzu ve istek kendisi için bir fitne (imtihan) olduğu için Allah onu uyarmıştır. Nitekim Hz. Süleyman'ın veliahtının, büyüdüğünde kıymetsiz biri olduğu ortaya çıktı ve babasının saltanatını devam ettiremedi. Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bir cesedin bırakılması muhtemelen şu şekildedir: Hz. Süleyman önce mirasını (saltanatını) bu ehliyetsiz, kabiliyetsiz ve hiçbir özelliğe sahip olmayan oğluna bırakmak istiyordu. Dolayısıyla Hz. Süleyman bu isteğinden vazgeçti ve bu saltanatın kendisi ile birlikte son bulmasını, nesiller boyunca devam etmemesini Allah'a dua ederek taleb etti. İsrailoğulları tarihinden de, Hz. Süleyman'ın kendi yerine geçmesi için kimseye vasiyette bulunmadığı ve herhangi bir tavsiye de yapmadığı anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Süleyman'dan sonra devletin ileri gelenleri Hz. Süleyman'ın oğlunu tahta çıkarmışlar ve kısa bir süre içinde İsrailoğulları'na bağlı 10 kabile Kuzey Filistin'de ayrı bir devlet kurmuştur. Beytü'l-Mukaddes'de ise sadece Yahuda kabilesi kalmıştır.

36 Böylece biz, rüzgârı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi.37

37 Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.

38 Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış38 diğerlerini.

39 "İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da tut."39

AÇIKLAMA

37. Bu hususun izahı daha önce Enbiya Suresi'nde yapılmıştı. Enbiya Suresi'nde rüzgarlarla ilgili olarak "Er-Rîhe âsifeten" (sert düzgar) ifadesi kullanılırken, burada, "tecrîbi emrihi ruhaen" (Onun emriyle yumuşak bir şekilde akıp gider) denilmektedir. Yani, "Hz. Süleyman'ın ticarî gemi filosu, emriyle duruma göre yumuşak bir şekilde akıp gider."

38. İzah için bkz. Enbiya an: 75, Neml an: 23-28, 45-47.

"Şeyatîn" ifadesi ile Hz. Süleyman'ın azgınlıkları dolayısıyla bağladığı cinnler kastedilmektedir. Fakat bu ifade onların zincirlerle bağlandığı anlamına gelmez. Onları, keyfiyetini bilemediğimiz bir şekilde, kaçamayacakları ve azgınlık yapamayacakları bir hale getirmiştir.

39. Bu ayet üç anlama da gelebilir: 1) Sana sayısız nimetler bağışladık, dilediğine verir, dilediğine vermezsin. 2) Sana ihsan ettiklerimizi dilediğine verebilirsin, senden bir hesap istemeyeceğiz. 3) Cinler senin tasarrufun altına verilmiştir. İster serbest bırak, ister bırakma, bir hesap sormayacağız.

40 Şüphesiz, onun bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.40

41 Kulumuz Eyyub'u da hatırla.41 Hani o: "Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu"42 diye Rabbine seslenmişti.

42 "Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk43 (su, diye vahyettik).

43 Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt 44olmak üzere kendi ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık.45

44 "Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma."46 Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.47

AÇIKLAMA

40. Burada, Allah'ın gururlu kimselerden nefret ettiği kadar, kendisinden korkan kimseleri de sevdiği anlatılmak isteniyor. Hata yapan bir kul hatasında inat eder ve tüm uyarılara rağmen, tavrını değiştirmezse, onun sonu tıpkı Adem ve İblis kıssasında anlatıldığı gibi, İblis'inkine benzer.

Tam aksine hata yapan bir kul, Allah'dan korkarak af dilerse, Allah kendisini bağışlar. Tıpkı Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı bağışladığı gibi. Nitekim Hz. Süleyman'ın tevbesini kabul ettikten sonra Allah, onun duasına icabet etti ve ona hiçkimseye nasip olmayan bir saltanat bağışladı. Hiçbir kuluna vermediği yetkiyi, cinleri ve rüzgarları emrine tahsis ederek ona verdi.

41. Bu kısım, Hz. Eyyub'un zikrinin geçtiği 4. yerdir. Daha önce En'am: 84 ve Enbiya: 83-84'de zikredilmişti. Ayrıntı için bkz. Enbiya an: 76-79.

42. "Şeytan bana bir musibet dokundurdu" ifadesiyle Hz. Eyyub, şeytan'ın hastalık ve musîbet verme gibi bir güce sahip olduğunu söylemek istememiştir. O, şiddetli bir hastalığa yakalanmış olması, mal ve servetini kaybetmesi ve tüm yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden ziyade, şeytanın kendisine vesvese yoluyla eziyet etmesinden yakınıyordu: "O şeytan bana vesvese vererek, meyus olmamı istiyor, beni nankör olmaya itiyor ve sabretmemem için elinden geleni yapıyor" demek istiyordu. Hz. Eyyub'un yakarışını bu şekilde anlamayı iki nedenden ötürü tercih ettim: 1) Kur'an'a göre Allah şeytana sadece vesvese yoluyla tesir etme özelliği vermiştir. Ona, Allah'ın kullarına hastalık ve maddi eziyetler vermek suretiyle, onları Allah yolundan saptırma şeklinde bir yetki tanımamıştır. 2) Enbiya Suresi'nde Hz. Eyyub'un Allah'a yalvardığı yerde şeytanın adı bile geçmemektedir.

43. Yani, Allah'ın emriyle ayağını yere vurduğunda oradan su fışkırmış ve Hz. Eyyub, o sudan içtikten ve banyo yaptıktan sonra hastalığı geçmiştir. Muhtemelen Hz. Eyyub bir cilt hastalığına yakalanmış olmalıdır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'de Hz. Eyyub'un vücudunun baştan başa sivilcelerle kaplı olduğu zikredilir.

44. Burada her akıl sahibi için bir ibret ve ders vardır. Yani insanoğlu ne halde olursa olsun, Allah'a isyan etmemeli ve O'ndan ümidini kesmemelidir. İyilikde, kötülükde kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın elindedir. O, dilediğini iyi bir durumdan çok kötü bir duruma uğratır, çok kötü bir durumdan da iyi bir duruma yükseltir. Dolayısıyla akıl sahibi her insan ümit ettiğini sadece Allah'dan beklemelidir.

45. Rivayetlere göre, Hz. Eyyub'un dışında herkes, hatta çocukları bile kendisinden uzaklaşmışlardır. Bu yüzden "Biz ona şifa verdiğimizde ailesi ona döndü. Ondan sonra biz kendisine eskisinden daha fazla mal ve evlat verdik." denilmiştir.

46. Bu cümle üzerinde biraz durmak gerekir. Hz. Eyyub hasta iken, hanımını bir miktar sopa vurarak döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını döveceği için ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için günaha girecektir, dövse masum ve vefakâr eşine boşuna haksızlık edecektir. Allah bu sorunu şöyle halletmiştir: "Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap, sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin boş yere eziyet görmez."

Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyub'a mahsus olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn Asakir, İbn Abbas'dan, el-Cassas ise Mücahid'den nakletmişlerdir. İbn Malik de aynı görüştedir.

Diğer görüş ise İmam Ebu Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şafiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre sözgelimi bir kimse hizmetçisine 10 sopa vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak 10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Nitekim. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadisde, o, hasta bir zaniye böyle ceza vermiştir. Çünkü zina eden şahıs o derece hasta idi ki 100 sopaya dayanması mümkün değildi. El-Cassas'ın Hz. Sa'd b. Ubade'den rivayet ettiğine göre, "Beni Sa'd kabilesinden bir şahıs zina etmişti. Ancak o kadar hastaydı ki bu şahıs, bir deri bir kemik kalmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) bu zaniye "100 çöpü olan bir hurma dalıyla bir kez vurulmasını" emretmişti. (Ahkamu'l-Kur'an, ayrıca bu hadis, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Neseî, İbn Mace, Taberânî, Abdurrezzak ve daha birçok hadis kitaplarında kayıtlıdır.) Hz. Peygamber (s.a.) hasta ve zayıf olan biri üzerinde hadd cezasını bu şekilde tatbik etmiştir. Ayrıca fukaha, bu tür bir ceza için çeşitli şartlar öne sürmüştür. Örneğin her çöpün suçlunun vücuduna dokunması ve ayrıca da eziyet vermesi gibi.

Bu bağlamda "Yemin eden bir kimsenin, ettiği yemin sahih bir sebebe dayanmıyorsa, ne yapılmalıdır?" şeklinde bir soruyla karşılaşıyoruz. Hz. Peygamber (s.a.) "Böyle bir durumda kişi en iyi olanı yapmalıdır. Çünkü yeminin kaffareti budur" demiştir. Diğer bir rivayete göre ise, "Bu yanlış iş yerine iyi bir iş yapmalıdır ki, böylece yeminine keffaret olsun" diye buyurmuştur. Ayet-i Kerime bu ikinci rivayeti teyid etmektedir.

Çünkü sadece yanlış bir iş yapmamak, yeminin keffareti olsaydı Allah, Hz. Eyyub'a yemini yerine getirmesi için, eline bir demet sopa (çöp) alıp hanımına onunla vurmasını söylemezdi. O takdirde şöyle denilebilirdi: "Sen yanlış bir iş yapma ki böylece bu senin keffaretin olsun." İzah için bkz. Nur an: 60.

Ayrıca bu ayetten yemin eden bir kimsenin, yemini hemen yerine getirmesinin gerekmediği anlaşılıyor. Çünkü Hz. Eyyub (a.s) hastayken yemin etmiş ve sıhhatine kavuştuktan sonra da yeminini hemen yerine getirmemiştir.

Bazı alimler, bu ayeti "hile-i şer'iyye"ye delil kabul etmişlerdir. Bunun Allah Teâlâ'nın Hz. Eyyub'a gösterdiği bir çözüm olduğundan da bir şüphe yoktur. Fakat bu, sorumluluktan (farzdan) kurtulmak için gösterilen bir yol değil, sadece bir kötülükten kaçınmak içindi. Dolayısıyla İslâm hukukunda bile, ancak kişinin kendisine veya bir başkasına yapacağı zulüm, günah ve kötülüğü bertaraf etmesi şartıyla caizdir. Aksi takdirde haramı helal kılmak, farzdan kaçınmak ve iyiliği terk etmek için yapılan hile günah üstüne günahtır, hatta son tahlilde küfre bile girebilir insan. Çünkü art niyetle hile yapmaya çalışan bir kimse, güya Allah'ı kandırmaya çalışıyordur. Sözgelimi bir kimse zekat vermemek için, yılın bitiminden önce malını başkasına devrederse, sadece farzı terk etmiş olmaz, aynı zamanda farzdan kurtulduğunu da sanarak Allah'ı aldatmaya çalışmış olur. Bazı fakihlerin bu gibi hilelere eserlerinde yer vermiş olmaları, şer'i hükümlerden nasıl kaçınılacağını göstermek için değildir. Bilakis hile-i şer'iyeye başvuran bir adamın davasına bakarken hakimin zahire göre hükmedip, sonucu Allah'a bırakması için yapılan hileyi bilmesini sağlamaktır.

47. Hz. Eyyub'un (a.s) kıssasının beyan edilmesinin amacı, siyak ve sibaktan anlaşıldığına göre, müslümanlara ne kadar büyük olursa olsun bir musibete uğradıklarında sabretmeleri ve sadece Allah'tan yardım istemeleri gerektiğini öğretmektir. Çünkü uğradığı musibetin (imtihanın) süresi uzamış olsa da, bir kul Allah'tan ümidini keserek, başkalarına sığınmamalı ve bunun Allah'tan olduğunu bilmelidir. Hz. Eyyub da sabretmiş ve sonunda Allah Teâlâ kendisine mal ve sıhhatini yeniden iade etmiştir. Bu şekilde musibete duçar olan kimse, vesveseye düşmesine rağmen, sabrettiği takdirde, Allah, Hz. Eyyub'a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu gösterir.

45 Güç ve basiret sahibi48 olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla.

46 Gerçekten biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu49 düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık.

47 Ve gerçekten onlar, bizim katımızda seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır.

48 İsmail'i, Elyesa'ı50 ve Zülkifl'i51 de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır.

AÇIKLAMA

48. "El" ve "Basiret" kelimeleriyle kuvvet ve kudret kastolunmaktadır. Peygamberlerin kuvvet sahibi olarak nitelenmelerinin nedeni, onların amel sahibi ve itaat ve günahlardan korunma hususunda güçlü olmalarıdır. Onlar, Allah'ın kelimesini yükseltmek için çok mücadele eden kimselerdir. Basiret sahibi olmalarına gelince, kastedilen sadece gözlerin görmesi değil, hakkı görerek tanımalarıdır. Onlar dünyada kör gibi yaşamazlardı. Sahip oldukları ilim ve basiret dolayısıyla doğru yolu görürlerdi. Bu çok latif bir ifade biçimidir. Böylelikle hidayet içinde olan kimselerin, bu iki haslete (kuvvet ve basiret) sahip oldukları anlatılmak istenmektedir. Çünkü kuvvet ve basiret sahibi olmak için hidayet üzere olmak gerekir. Ancak onlar, aydınlık ile karanlık arasındaki farkı ayırdedebilirler.

49. Onların başarılı olmaları, kalblerinde dünyaya meyletmekten eser olmayıp, tüm çabalarının ahirete yönelik olması dolayısıyladır. Onlar, ahireti hem kendileri hatırlarlar hem de başkalarına hatırlatırlardı. Allah bu yüzden mertebelerini yükseltmiş ve onlara dünyaya meyleden kimselerin ulaşmalarının mümkün olmadığı mekanlar vermiştir.

Buradaki diğer bir incelik ise, Allah Teâlâ'nın ahiret için "ed-Dar" tabirini kullanmış olmasıdır. Bu ifadeyle dünyanın insanoğlu için geçici olduğu, insanın sonunda buradan göçeceği ve fakat asıl yurdun ahiret olduğu anlatılmak isteniyor. Ancak ahiret yurdunu kurmak için çaba harcayanlar basiret sahibidirler. Allah katında makbul kullar bu kimselerdir. Geçici yurdu (dünyayı) güzelleştirmek için çırpınırken, ahiret yurdunu unutan kimseler, sadece akılsızlık etmiş olurlar. Allah ise bu tür insanları sevmez.

50. Kur'an'da "Elyesâ" ismi, biri En'am 86'da, diğeri de burada olmak üzere iki kez geçmektedir. Bu iki yerde de herhangi bir açıklama yapılmamış ve sadece diğer peygamberlerle birlikte isminin zikredilmesiyle yetinilmiştir. Hz. Elyesâ, İsrailoğulları'nın büyük peygamberlerinden birinin adıdır. Ürdün nehrinin sahil kenarında, "Abel meholah" denilen bir beldenin sakinlerindendi. Yahudiler kendisini "Elisha" adıyla anarlar. İlyas (a.s) tebliğde bulunmak üzere Şam ve Filistin'e gittiğinde, yerine Hz. Elyesâ'yı bırakmıştır. Bu olay şu şekilde cereyan etmiştir; Hz. İlyas (a.s) bir gün Hz. Elyesâ'nın köyünden geçerken onu 12 çift öküzle arazisini sürerken görmüş ve üzerine abasını atmıştır. Bunun üzerine Hz. Elyesâ tarlasını bırakarak, Hz. İlyas'ın yanında kalır. Allah Hz. İlyas'ı göğe alınca da, onun görevini Hz. Elyesâ sürdürür. (II. Krallar. 2. bölüm) Bu olayla ilgili Kitab-ı Mukaddes'in, II. Krallar 2. bölümden 13. bölüme kadar oldukça ayrıntılı bilgi verilmektedir. Bu bilgilerden anladığımıza göre, Kuzey Filistin'deki İsrailî yönetim, şirk, putperestlik ve ahlâksızlık çukuruna battığında, Hz. Elyesâ, Yehu bin Yausefet bin Nemsi sülalesinden gelen o dönem krallarına başkaldırmıştır. Çünkü İsrailoğulları arasında kötülük bu kralların davranışlarından dolayı yayılmıştı. O (a.s), bu sülalenin Baal putuna tapma eylemlerine son vererek, bu sülaleyi tamamen ortadan kaldırdı. Fakat yine de yapılan bu devrime rağmen, İsrailoğulları arasında kök salmış kötülükleri tamamen kazımak mümkün olmadı. Hz. Elyasa'nın vefatından sonra kötülükler tekrar filizlendi ve daha sonra Asurlular arka arkaya İsrail devletine saldırılar düzenlediler. (Ayrıntılı bilgi için bkz. İsra an: 7, Saffat an: 70-71.)

51. Kur'an'da "Zülkifl" ismi, yine biri Enbiya Suresi'nde diğeri burada olmak üzere iki kez geçmiştir. Hz. Zülkifl hakkında Enbiya Suresi'nde ayrıntılı bilgi verilmiştir. (Bkz. Enbiya an: 81.)

49 Bu, bir zikr'dir. Şüphesiz muttakiler için, elbette varılacak güzel bir yer vardır.

50 Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır.52

51 İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler.

52 Ve yanlarında da bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar53 vardır.

53 İşte, hesap günü size va'dedilen budur.

54 Hiç şüphesiz bu, bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok.

55 Bu (böyle işte); gerçekten azgınlar için de muhakkak varılacak kötü bir yer vardır.

56 Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o.

57 İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin.54

58 Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azablar) vardır.

59 (Müşrik olan hakim güçlere:) "İşte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve zulümde) göğüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe gireceklerdir." (denilir).

60 (Onlara uyanlar) Derler ki: "Hayır, sizler; asıl size merhaba yok. Bunu (azabı) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak."

61 Derler ki: "Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, onun ateşteki azabını kat kat arttır."

62 Ve derler ki: "Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü) lerden saydığımız adamları göremiyoruz."55

63 Biz onları bir alay konusu edinmiştik; yoksa gözler mi onlardan kaydı?"

64 Bu, cehennem halkının birbiriyle çekişip-tartışması kesin olan bir gerçektir.

AÇIKLAMA

52. "Kapıları kendilerine açılmış Adn Cennetleri" yani, onlar cennetin her yerinde bir engel olmaksızın dolaşabilecekler. Diğer bir anlamıyla da, onlar bir kapının açılmasını istediklerinde, kapılar kendiliğinden açılacaktır. Üçüncü bir anlamı da Kur'an'ın aşağıda zikrettiğimiz ayetinde anlatıldığı gibi olabilir.

"Oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: "Selam size, ne hoşsunuz, ebedi kalmak üzere girin buraya" dediler. (Zümer: 73)

53. "Yaşıt dilberler" ifadesiyle kocası ile hanımının aynı yaşta olacağı anlatılmak isteniyor.

54. "gassak", lugatta irin, cerahat, kan ve gözyaşı anlamına gelmekle birlikte, ayrıca çok soğuk ve tiksindirici bir şekilde kokan nesneler için de kullanılır. Diğer anlamları da ihtiva ediyorsa da burada ilk anlamda kullanılmıştır.

55. Burada kastedilen, kâfirlerin dünyada iken hor gördükleri mü'minlerdir. Yani, kâfirler kendilerini ve liderlerini cehenneme götürdükleri halde, "Dünyada iken Allah, peygamber ve ahiret'ten bahsettikleri için kendileriyle alay ettiğimiz ve küçümsediğimiz müslümanları burada göremiyoruz" diyeceklerdir.

65 De ki:56 "Ben, yalnızca bir uyarıcı-korkutucuyum.57 Ve bir olan, kahreden Allah'tan başka ilah da yoktur."

66 "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır."

67 De ki: "Bu (Kur'an), büyük bir haberdir."

68 Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz.58

69 "Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur."

70 "Bana ancak, benim yalnızca apaçık bir uyarıcı korkutucuyum diye vahyolunmaktadır."

71 Hani Rabbin meleklere:59 "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım"60 demişti.

72 "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim61zaman da siz onun için hemen secdeye kapanın."62

73 Meleklerin hepsi topluca secde etti;

74 Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve (böylece) kafirlerden oldu.63

AÇIKLAMA

56. Bu bölümde, surenin tekrar başındaki konuya dönülüyor. Bu bölümü okurken, surenin başlangıcındaki ayetleri hatırda tutarak okursanız, anlatılanları daha iyi kavrarsınız.

57. 4. ayette Allah, içlerinden birinin çıkıp, haber verdiği şeye Mekkeli müşriklerin hayret ettiklerini bildirmişti. Şimdi ise, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) onlara, "Benim vazifem sizleri sadece uyarmaktır" demesini emrediyor. Yani, "Benim görevim bir bekçi gibi, sizlerin yanlış yola gitmenizi engellemek değildir. Eğer benim uyarıma kulak asmazsanız, zararda olan sizler olursunuz. Cahil kalmak istiyorsanız şayet, gaflet içinde yüzmeye devam edin. Nasıl olsa eninde sonunda gerçeği göreceksiniz."

58. Bu, kâfirlerin "İlâhları tek bir ilâh yaptı, bu ne acaip bir şeydir" şeklindeki sözlerine verilmiş bir cevaptır. Bu yüzden, "Siz ne kadar karşı çıkarsanız çıkın, bu bir gerçektir ve değişmez" denilmektedir.

Bu cevap sadece gerçeği beyan etmekle kalmıyor, yanısıra beraberinde deliller de getiriyor. Müşrikler birçok ilâha kulluk etmelerine rağmen, Allah'a inanıyorlardı. Burada şöyle denilmek isteniyor adeta: "Gerçek ve tek ma'bud Allah'dır. Çünkü O, herşeye galip olandır. Gök, yer ve kâinat O'nun egemenliğindedir. Kâinatta O'nun dışında taptıklarınız da Allah'ın yarattıklarındandır. Bu mahlukları hâlık olan Allah'a nasıl olur da ortak koşarsınız? Hangi mantıkla bu mahlukların O'nun ortağı olduğunu söyleyebiliyorsunuz?"

59. Bu tartışma, ayette de zikredildiği gibi Allah ile İblis arasında geçmektedir. Burada dikkate değer nokta, "mele-i â'lâ"nın (yüce topluluk) melekler olmasıdır. Yani Allah, İblis ile doğrudan muhatap olmayıp, melekler aracılığıyla konuşmuştur. Ancak Allah'ı, mele-i â'lâ'nın içinde farzetmek yanlış bir anlayış olur. Bu kıssa daha önce de Kur'an'ın diğer bölümlerinde beyan edilmişti. (Bkz. Bakara an: 35-53, A'raf an: 10-15, Hicr an: 17-19, İsra an: 71-82, Kaf an: 46-48, Taha an:92-106).

60. "Beşer"lugatta, üstünü başka bir şeyin örtmediği cisim anlamına gelir. İnsanın yaratılışından sonra, bu ifade ona atfen kullanılmıştır. Ancak bu kullanım, insanın topraktan (yapılmış) çırılçıplak bir model oluşuyla ilgilidir.

61. (Bkz. Hicr an: 17-19, Secde an: 16)

62. (Bkz. Bakara an: 45, A'raf an: 10)

63. (Bkz. Bakara an: 47, Kehf an: 48)

75 (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma64 seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?"

76 Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım, sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

77 (Allah) Dedi ki: "Öyleyse ordan (cennetten) çık,65 artık sen kovulmuş66 bulunmaktasın."

78 "Ve şüphesiz, din (kıymetteki hesap) gününe kadar benim lanetim senin üzerindedir."67

79 Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların dirilip-kaldırılacakları güne kadar bana süre tanı."

80 Dedi ki: "O halde sen, (kendilerine) süre tanınanlardansın."

81 "Bilinen vaktin gününe kadar."

82 Dedi ki: "Senin izzetin adına andolsun, ben, onların tümünü mutlaka azdırıp-kışkırtacağım."

83 "Ancak onlardan, muhlis68 olan kulların hariç."

84 (Allah) "İşte bu haktır ve ben hakkı söylerim" dedi.

85 "Andolsan, senden69 ve içlerinde sana tabi olacak olanlardan70 tümüyle cehennemi dolduracağım."

86 (Ey Peygamber) De ki: "Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum71 ve (kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim."72

87 "O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir."

88 "Gerçekten onun haberini bir zaman sonra73 öğreneceksiniz."

AÇIKLAMA

64. Bu, insanın faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkarlarına yaptırır. Oysa burada Allah, insanı kendi elleriyle yarattığını buyurmaktadır.

"İki elimle yarattım" ifadesine gelince, bununla insanların hem ruhlarının, hem de bedenlerinin yaratılmış olmaları kastolunuyor. İşte insan bu ruhu dolayısıyla eşref-i mahlukat olmuştur.

65. Yani, bu yer, Allah'ın Adem'i yarattığı; İblis'e, Adem'e secde etmesini emrettiği, İblis'in de karşı gelerek âsi olduğu yerdir.

66. "Recm" taşlamak (taş atmak) ve öldürmek anlamına gelir. Burada mecazen bir kimsenin (şeytanın) şerefli bir makamdan aşağı indirilerek zelil edilmesi anlamında kullanılmıştır. Nitekim A'raf Suresi'nde de, bu şekilde ifade edilmiştir. "Defol, çık buradan. Sen artık zelil olanlardansın."

67. Burada, İblis'in lanetlenmesinden sonra cezaya çarptırılmayacağı anlatılmak istenmiyor. Aksine İblis'in kıyamet gününe kadar lanetli olarak yaşayacağı, sonra da işlediği cürümlerden dolayı cezalandırılacağı kastolunuyor.

68. İblis'in bu sözü, "Ben Allah'ın salih kullarını (saptırmaya) çalışmayacağım" anlamına gelmez. Burada İblis, salih kimseleri saptırmak için uğraşacağını, ancak yoldan çıkarmayı başaramayacağını söylemektedir.

69. "Sen" denilmekle sadece İblis değil, tüm şeytanlar ve insanları dalâlete sürükleyenler kastedilmektedir.

70. Tüm kıssa, Kureyş'in ileri gelenlerinin, "Kur'an'ın indirileceği insan tek sen mi kalmıştın?" şeklindeki alaylarına bir cevaptır. Daha önce onlara 9. ve 10. ayetlerde şöyle cevap verilmişti:

"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı? Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse sebebler üzerinde yükselsinler."

Kureyş'in ileri gelenlerine verilen diğer bir cevap ise, şu şekildedir: "Sizlerin Muhammed'e gösterdiğiniz kibir ve hased, tıpkı İblis'in Adem'e gösterdiği kibir ve hased gibidir. İblis de Allah'ın emirlerine karşı gelmiş ve Allah, Adem'i halife tayin ettiği için secde etmekten kaçınmıştı. Şimdi sizler de Allah'ın emrine karşı geliyor ve Allah onu peygamber olarak tayin ettiği halde, Muhammed'e tabi olmuyor ve ona karşı çıkıyorsunuz." Bu müteselsil teşbih şu şekilde son bulmaktadır: "Yaptıklarınızda devam ederseniz, sizler de dünyada lanetlenir, ahirette cehenneme girersiniz."

Ayrıca bu kıssada iki husus vurgulanmıştır:

1) Dünya hayatında Allah'a isyan eden kimse, aslında İblis'in tuzağına düşmüştür. Zaten o da, " insanoğlunu tuzağıma düşüreceğim" diye bu niyetini açıkça ilan etmişti. 2) Allah'a karşı büyüklenen kimse Allah'ın büyük nefretini kazanır ve böyle bir kul için af sözkonusu değildir.

71. Yani, benim hiçbir şahsi çıkarım yoktur ve ben çıkarlarım için size tebliğde bulunuyor değilim.

72. Yani, "Ben liderlik hırsı için sahte iddialar peşine düşen kimselerden değilim" Bu sözler, Hz. Peygamber'in (s.a) ağzından sadece Mekke müşriklerine haber vermek için söylettirilmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in (s.a) onların arasında geçirdiği 40 senelik hayatın kendisi de buna şahittir. Çünkü Mekke'deki herkes Hz. Muhammed'in (s.a.) sahtekârın biri olmadığını bilirdi. Tüm Mekkeliler, Hz. Muhammed'in (s.a) önderlik hevesini tatmin etmek için sahte iddialar peşinde koşmayacağına şahittirler.

73. Yani, "Sizlerden ömrü vefa edenler, birkaç sene sonra, verdiğim haberlerin gerçekleştiğini bizzat göreceklerdir."