3 Ağustos 2007 Cuma

ŞEMS SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin birinci ayetindeki "Şems" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Üslubtan, bu surenin Mekke döneminin başlangıcında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu surenin nüzul zamanı, Mekke'de Rasulullah'a muhalefetin şiddetlendiği dönemdedir.

Konu: Sure, iyilik ve kötülük arasındaki farkı anlatmaktadır. İyilik ve kötülük arasındaki farkı anlamamakta ısrar eden insanlar ise kötülüğün sonu ile korkutulmaktadırlar.

Sure konu bakımından ikiye ayrılmıştır. Birinci kısım başlangıçtan 10. ayete kadar devam eder. İkinci kısım da 11. ayetten surenin sonuna kadar sürer. Birinci kısımda üç şey anlatılmıştır: Birincisi, güneş ve ay, gece ve gündüz, yeryüzü ve gökyüzü ve gökyüzünün birbirinden farklı ve birbirine zıt olması gibi iyilik ile kötülük de birbirinden farklıdır. Netice olarak da birbirine zıttır. Bunlar şekil olarak aynı olmadıkları gibi netice itibariyle de aynı olamazlar. İkincisi, Allah (c.c.) insana hisler ve zihnî yetenekler vererek onu bu dünyada tamamen habersiz bırakmamıştır. Fıtrî bir ilham aracılığıyla, şuuraltında bile olsa iyi ile kötü arasındaki farkı anlayabilecek, doğru ve yanlışı, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilecek hissi vermiştir. Üçüncüsü, insanın geleceği Allah'ın ona verdiği irade ve kararı kullanarak iyi ya da kötü eğilimlerden hangisini güçlendirip hangisini bastıracağına bağlıdır.

Eğer iyilik eğilimlerini güçlendirir, takviye ederse ve kötü eğilimlerden de nefsini temizlerse o zaman felah bulacaktır. Bunun tersine eğer nefsinin iyilik eğilimlerini bastırırsa, kötülük eğilimlerini ise serbest bırakır ve güçlendirirse başarısızlığa, hüsrana uğrayacaktır.

İkinci kısımda tarihten bir örnek olarak Semud kavmi verilmiş ve risaletin önemi vurgulanmıştır. Allah (c.c.) her insana ilim ilhamı vermişse de, bu, hidayeti için yeterli olmadığından dünyaya peygamberler gönderilmiştir. İnsan hayır ve şerri yanlış felsefe ve ölçülere göre tayin ederek sapıklığa düştüğü için, Allah (c.c.) onların fıtrî ilhamına destek olmak üzere peygamberler aracılığıyla vahiy göndermiştir. Bunun nedeni, peygamberler insanlara, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açıkça göstersinler diyedir. Bunun bir örneği Hz. Salih (a.s)'dir. O, Semud kavmi için gönderilmiştir. Ama Semud kavmi kötülüğe o kadar batmıştı ki Hz. Salih'e karşı koyup O'nu yalanlamışlardı. İspat için Hz. Salih'ten bir mucize istemişlerdi. Onların bu taleplerine karşı Allah (c.c.) bir deveyi mucize olarak göndermişti. Ama buna rağmen onlar kötülüklerinden vazgeçmediler ve içlerinden en kötüleri olan birisi bu deveyi öldürdü. Bunun sonucunda da bütün kavim helak edildi.

Semud kıssası anlatılırken hiçbir yerde Kureyş'e hitap edilmemiştir. Yani bu surede Kureyş'e hitaben, "eğer siz Semud kavmi gibi Nebi'yi yalanlarsanız onların sonuna uğrarsınız" denmemiştir. O dönemde Mekke'deki şartlar tıpkı Hz. Salih ve Semud kavminin içinde bulunduğu kötü şartlar gibiydi. Onun için bu şartlarda Semud kavmini kısaca açıklamak yeterliydi. Çünkü Mekke'deki vaziyet, tıpkı tarihteki Semud kavminin işaret edilen şartlarına uyuyordu.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Güneşe ve onun parıltısına1 andolsun.

2 Onu izlediği zaman aya,

3 Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze,

4 Onu sarıp-örttüğü zaman geceye,2

5 Göğe ve onu bina edene,3

AÇIKLAMA

1. Burada "duha" kelimesi kullanılmıştır. Kelime, aydınlık ve ısıya da delalet etmektedir. Arapça'da bunun genel anlamı, güneşin epeyce yükselmesini ifade eden kuşluk vaktidir. Ama güneş yükseldiği zaman sadece aydınlık değil ısı da verir. Onun için "duha" kelimesi güneş'e nispet edildiği zaman, "aydınlık" ve dolayısıyla gündüzün güneşli olması tam olarak ifade edilmiş olur.

2. Yani, gece geldiğinde güneş örtülmüş olur. Gündüzün aydınlığı gece olunca kararır. Bu durum şöyle açıklanmıştır: Gece güneş'e ortaktır. Çünkü gece olduğu zaman güneş ufuktan aşağı batar. Dolayısıyla unun aydınlığı dünyanın gece olan kısmına ulaşmaz.

3. Yani, tavan gibi onu yeryüzüne astık. Bu ayette ve sonraki iki ayette "ma" kelimesi kullanılmıştır. Yani, "ma bennahâ", "ma tahahâ", "ma sevvaha" şeklinde kullanılmıştır. Müfessirler bu "ma"yı mastar olarak anlamışlardır. Buna göre ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir: "Gökyüzünü kaim etmeye yemin olsun", "yeryüzünü beşik yapmaya yemin olsun", "nefsin düzenlenmesine yemin olsun". Bu üç cümleden sonraki ifade olan "nefse takva ve fücuru ilham etti" sözü, yukarıdaki tefsirlere uymamaktadır. Diğer müfessirler "ma"yı, "men" veya "ellezi" manasında anlamışlar ve bu cümlelerin anlamını şöyle vermişlerdir: "gökyüzüne asan", "yeryüzünü döşeyen" ve "nefsi düzenleyen". Bize göre bu ikinci şekil doğrudur. "ma"nın Arapça'da cansız ve aklı olmayan mahluklar için kullanıldığına itiraz edilmez. Kur'an-ı Kerim'in pek çok örneğinde mevcut olduğu gibi, "ma" "men" yerine kullanılmıştır. Mesela "ve la entum abidune ma a'bud" (Kafirun-3), "Fenkihu ma tabe lekum min en-nisa" (Nisa 3), "ve la tenkihu ma nekaha âbâ ukum minen-nisâ" (Nisan-22).

6 Yere ve onu yayıp döşeyene,

7 Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene,'4

8 Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).5

AÇIKLAMA

4. Düzenlemekten kasıt, insana doğru ve dik bir cisim verilmesi; el, ayak ve beyin itibariyle insanın uygun bir hayat yaşayabilmesi için bunların hepsinin uyumlu olmasıdır. İnsana görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama hisleri verilmiştir. Bunların aracılığıyla en iyi şekilde ilim elde edebilir. Ona akıl, düşünce ve mantık, hayal gücü, hafıza, temyiz gücü, karar verme gücü, irade kuvveti ve diğer pek çok kuvvetler bağışlanmıştır. Bunlar dolayısıyla dünyada iş yapmaya muktedirdir. "Düzenleme" ifadesi, insanların kötü yaratılmadığı, iyi fıtrat üzere yaratıldığına da şamildir. Yapısında hiçbir eğrilik ve eksiklik bırakılmamıştır ki doğru yola gitmesine engel olsun. Aynı konu Rum suresinde şöyle belirtilmiştir: "Sen yüzünü Allah'a birleyici olarak doğruca din'e çevir. Allah'ın fıtrat kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rum 30). Rasulullah (s.a) da şöyle açıklamıştır: "Her çocuk fıtrat üzere yaratılmıştır. Ancak ana ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. Hayvan ana karnından sağlam olarak doğar. Onu, kulağı kesik olarak doğmuş gördün mü?" (Buharî, Müslim). Yani müşrikler cahiliye hurafeleri dolayısıyla sonradan hayvanların kulaklarını keserler. Yoksa Allah (c.c.) hiçbir hayvanı ana karnından, kulağı kesik olarak dünyaya göndermez. Diğer bir hadiste Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları hanif (salim fıtrat) olarak dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar gelerek onu din (onun fıtrî dini)'den saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler. İnsanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müsned-i Ahmed) Müslim'de de bunun benzeri bir rivayet vardır.

5. "İlham", "lehm" kelimesinden türemiştir. "Yutmak" anlamına gelir. "Lahama şey'un ve tehemehû" yani, "filan şahıs o şeyi yuttu" ve "elhemtuhu eş-şey" yani "ona yutturduk". Bu anlam esas alınarak, anlam itibariyle "ilham", ıstılah olarak Allah (c.c.) tarafından insanlara şuur dışında, zihinlerinde yerleştirilmiş manasında kullanılmıştır.

İnsanın nefsine iyi ve kötü'yü ilham etmenin iki anlamı vardır. Birincisi, yaratıcısı ona iyi ve kötü eğilimi yerleştirmiştir ve bu his herkeste mevcuttur. ikincisi, herkeste şuursuz olarak şu tasavvurlar oluşmuştur: Ahlâk bakımından hangi şey iyi, hangi şey kötüdür ve iyi ahlâk ve amel ile kötü ahlâk ve amel birbirine eşit değildir, fücur (kötü ahlâk) çirkin bir şeydir, takva (kötülükten sakınmak) iyi bir şeydir. Bu düşünceler insan için yabancı değildir. İnsanın fıtratı buna aşinadır. Yaratıcısı ona doğuştan iyi ve kötüyü temyiz etme yeteneği vermiştir. Aynı nokta Beled suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (Beled 10). Dehr suresinde ise "Biz ona yolu gösterdik. Ya şükredici veya nankör olur" (Dehr 3) denmiştir. Kıyamet suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Kendini kınayan (nedamet çeken) nefse yemin ederim ki..." (Kıyamet 2) ve "Doğrusu insan kendisini kurtarmak gayesiyle delil gösterse bile (kendini kurtaramaz). Çünkü gözü, dili ve ayağı gibi bütün uzuvları kendi aleyhinde şahitlik eder" (Kıyamet 14-15)

Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, Allah (c.c.) fıtrî ilhamı her mahlukatın mahiyetine göre vermiştir. Tâhâ suresinde şöyle ifade edilmiştir. "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir, dedi." (Tâhâ 50). Örneğin hayvanların her çeşidine kendi ihtiyacına göre ilim ilhamı verilmiştir. Sözgelimi balık kendi kendine yüzmeye başlar, kuşlar uçar, arılar kendi kendine petek yapar. İnsanlara da çeşitli mahiyetlerine göre ilham yoluyla ilim verilmiştir. İnsanın bir yönü, hayvanî varlığa sahip olmasıdır. Bu açıdan ilham yoluyla ilme en iyi örnek, doğumdan hemen sonra çocuğun annesinden süt emmeye başlamasıdır. Eğer Allah (c.c.) fıtrî olarak ona bu ilmi vermeseydi dünyadaki hiçbir teknik bunu öğretemezdi. İnsanın diğer yönü, kendisine akıl verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan insanlar ilham yoluyla verilen ilim işinde peş peşe keşif ve icatlarda bulunarak medeniyeti ileri götürmüşlerdir. İcat ve keşiflerin tarihine bakılırsa görülecektir ki, icat kişinin kafa yormasının sonucu değildir. Her icat, başlangıçta insanın zihninde birdenbire oluşan ilhama dayanarak gerçekleşmiş, sonra da yeni bir icat olmuştur. Bu iki mahiyet dışında kişinin bir de ahlâkî varlığı sözkonusudur. Bu bakımdan Allah (c.c.) ona hayır ve şerrin farkını; hayrın iyi, şerrin ise kötü bir şey olduğunu ilham olarak vermiştir. Bütün insan toplumlarının hayır ve şer tasavvurundan yoksun olmaması evrensel bir gerçektir. Bu nedenle tarihteki her nizamda iyiliğe mükafaat ve kötülüğe ceza tasavvuru vardır. Değişik şekilde de olsa bu vardır. Her devirde ve medeniyetin her seviyesinde bu tasavvurun mevcut olması, bunun insanın fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. Diğer bir delil de, bu tasavvuru insanın fıtratında Hakim yaratıcısının varetmesidir. Çünkü bu tasavvurun, insanın meydana geldiği maddi unsurlardan ve bu dünyanın maddî nizamını işleten kanunlardan kaynaklandığına dair bir iz yoktur.

9 Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

10 Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.6

11 Semûd 7(halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı;8

12 En 'zorlu bedbahtları' ayaklandığında,

13 Allah'ın elçisi onlara dedi ki: "Allah'ın (deneme için size gönderdiği) devesine ve onun su içme-sırasına dikkat edin."9

14 Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler:10 Rableri de günahları dolayısıyla 'onları yerle bir etti, kırıp geçirdi'; orasını da dümdüz etti.

15 (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.

AÇIKLAMA

6. Burada, yukarıdaki ayetlerde zikredilen şey üzerine yemin edilmiştir. Şimdi bu şeylerin nasıl delil olduğunu düşünelim. Kur'ân-ı Kerim'in üslubunda, insanın zihnine yerleştirilmek istenen gerçekler için, görülen şeyleri delil olarak ileri sürmek vardır. İnsan bu şeyleri ya görmekte ya da bu şeyler kendi içinde mevcut bulunmaktadır. Bu üsluba uyularak burada da birbirine zıt iki şey, alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin tersi olduğu şeklinde ileri sürülmüştür. Bir tarafta güneş çok parlak ve aynı zamanda sıcaktır. Onun karşısında ay'ın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken o gökte olmasına rağmen görünmez. Ancak güneş battıktan sonra parlar. O zaman da geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık olmaz. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısı ile meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Ama ay'ın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur. Aynı şekilde bir tarafta gündüz diğer tarafta gece olması birbirinin zıttıdır.

İkisinin tesir ve sonuçları da aynı değildir. hatta en ahmak insan bile gece ve gündüzün aynı olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyemez. Diğer taraftan, Allah (c.c.) göğü yükseğe asmış ve yeryüzünü gökyüzü altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kainata ve nizamına hizmet etmektedirler. Ama ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır. Bu deliller ileri sürüldükten sonra insanın nefsine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur. İnsanın parçalarını, hislerini, zihnî kuvvetlerini tam bir uygunluk içinde düzenleyerek; yaratıcısı onun içine, birbirine zıt olan iyilik ve kötülüğü iki eğilim olarak yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilham yoluyla ikisi arasındaki fark da anlatılmıştır. Buna göre birisi fücurdur ve kötü bir şeydir, öbürü ise takvadır ve iyi bir şeydir. Şimdiye dek güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey olmadıysa, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takva da birbirine zıttır. Buna rağmen ikisinin sonucu nasıl aynı olabilir? İnsan bu dünyada iyilik ve kötülüğü bir tutmaz. Hayır ve şer, iyi ve kötünün ölçüsü ne olursa olsun onun iyi kabul ettiği şey değerlidir, onu övmelidir. Karşılığında ayrıca mükafaat da vermelidir. Bunun tersine onlara göre kötü olan şey de kötülenmelidir ve onu işleyene ceza verilmelidir. Ama asıl karar insanın elinde değildir. Bu, insana fücur ve takvayı ilham eden yaratıcıya aittir. Aslında fücur, yaratıcı indinde fücurdur. Takva da O'nun kabul ettiği takvadır. Allah'ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Birisi kendini tezkiye edenlerin kurtuluşa ve başarıya erişeceği sonuçtur. Diğeri ise, kendini nefsanî isteklere bağlayanların sonucudur. Onlar başırısızlığa ve hüsrana uğrayacaklardır.

"Tezkiye"nin manası temizlemek, yetişmektir. Siyak ve sibaktan da anlaşılıyor ki, kim nefsini fücurdan temizler, takvaya yükselir ve içinde iyilik geliştirirse o kişi kurtuluşa ulaşır. Bunun karşısında "dessâhâ" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin mastarı "tedessiye"dir. Manası bastırmak, örtmek, kaçırmak ve saptırmaktır. Siyak ve sibakına göre anlamı şöyle olur: Nefsinin iyilik eğilimlerini bastıran ve nefsini kötülük eğilimlerine çeken kişi. Fücura o kadar destek verir ki, takvayı bastırır ve tıpkı toprağın ölüyü saklaması gibi takvayı saklar. Bu kişi hüsrana uğrayacaktır. Bazı müfessirler bu ayetin manasını şöyle vermişlerdir, "Hüsrana düşmüş o kişi ki, Allah (c.c.) onun nefsini bastırmıştır." Ancak bu tefsir dil bakımından yanlıştır. Çünkü Kur'an'ın beyan şekline aykırıdır. Burada failin Allah (c.c.) olduğu söylenmek istenseydi o zaman ayet şöyle olurdu: "Kurtulmuş o kimse ki Allah (c.c.) onun nefsini bastırmış". İkincisi, bu tefsir aynı konuyla ilgili olarak Kur'an'ın diğer yerlerinde geçen ifadeye terstir.

A'lâ suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ 14) Allah (c.c.) Abese suresinde Rasululüllah'ı muhatab alarak şöyle buyurmuştur: "Onun tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese7). Bu iki ayette kendini temizlemek kulun fiili olarak zikredilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de yer yer bu dünyanın insan tipi için imtihan yeri olduğu belirtilmiştir. Mesela Dehr suresinde, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık. İmtihan için onu işitici, görücü yaptık" (Dehr 2) denmiştir. Mülk suresinde de şöyle buyurulmuştur: "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk 2). Buradan anlaşılıyor ki, eğer imtihan eden imtihan edilenleri önceden temizlemişse imtihanın bir anlamı yoktur. Onun için sahih tefsir, Katade, İkrime ve Said b. Cübeyr'den rivayet edilen tefsirdir. Buna göre "zekkâha" ve "dessâha"nın faili Allah (c.c.) değil, kuldur. İbn Abbas'tan Dahhak, ondan Cüveybir b. Said, ondan İbn Ebî Hatim'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) bu ayetin anlamını şöyle açıklamıştır: "Kurtuluşa ulaşmış o nefs ki Allah (c.c.) onu temizlemiş". Bu Hadis Rasulullah'tan sabit değildir. Çünkü Hadis'in senedindeki Cüveybir, metruk-u hadis'tir. Dahhak ise İbn Abbas'ı görmemiştir. Fakat İmam Ahmed, Müslim, Neseî ve İbn Ebi Şeybe'nin Hz. Zeyd b. Erkam'dan rivayet ettiği hadis sahihtir. Rasulullah bu hadiste şöyle dua etmiştir: "Allah'ım nefsime takva bağışla ve onu temizle. Sen temizleyenlerin en iyisisin, velimsin, mevlamsın." Benzeri kelimelerle İmam Ahmed, Taberânî, İbn Merduye ve İbn Münzir; Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Anlamı şudur: Kul tezkiye için istekte bulunabilir. Onu nasip ve tevfik etmek her hâlükârda Allah'a bağlıdır. Aynı şey "tedessiye" için de geçerlidir. Allah (c.c.) kimsenin nefsini zorla kötülüğe sevketmez. Ama bir insan kötülükte ısrar ederse Allah (c.c.) onu takva ve tezkiyeden mahrum eder. Onun nefsini bırakır ki pisliğe batarsa batsın.

7. Yukarıdaki ayetlerde "kaide" izah edilmiştir. Şimdi tarihten örnek verilerek konu açıklanmıştır. Önceki açıklamalarla bu tarihi örnek arasında nasıl bir bağ olduğunu anlamak için, Kur'an'ın diğer izahlarının ışığında, 7. ayet ile 10. ayet arasında beyan edilen iki temel gerçek üzerinde düşünülmelidir.

Birincisi, "insanın nefsini düzenleyip doğru fıtrat üzere yarattık." Allah (c.c.) ona fücur ve takvayı ilham etmiştir. Kur'an bu gerçeği beyan ederek demektedir ki: Fücur ve takvanın ilham ile bilinmesi, herkesin kendisine ayrıntısı ile bir yol bulması için yeterli değildir. Bu maksat için Allah (c.c.) Peygamberlere vahy ile ayrıntılı hidayet vererek, fücurun ne olduğu ve ondan nasıl sakınılacağını, takvanın da ne olduğu ve nasıl elde edileceğini açıkça bildirmiştir.

Eğer insan vahiy aracılığıyla gönderilen bu açık hidayeti kabul etmezse o zaman fücurdan kurtulamaz ve takvaya yol da bulamaz.

İkincisi bu ayetlerde de görüldüğü gibi ceza ve mükafaat, fücur ve takva yolunu istemenin muhakkak bir sonucudur. Nefsi fücurdan temizleyerek takva yolunda ilerlemenin doğal sonucu kurtuluştur. İyi eğilimleri bastırarak kendini fücur içinde bırakmanın doğal sonucu da hüsran ve helâktır.

Bu konuyu anlatmak için tarihten Semud kavmi bir örnek olarak verilmiştir. Çünkü önceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim bunlardı. Hicaz'ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler ticaret için Şam'a gittiklerinde buradan geçerlerdi. Cahiliyet şiirlerinde Semud kavminden çokça bahsedilmesinden anlaşılıyor ki, Araplar bu kavim ve onun akıbeti hakkında çok bilgiye sahiptiler.

8. Yani, hidayetleri için gönderilen Hz. Salih'in nübüvvetini yalanlamışlardı. Onların Hz. Salih'i yalanlamaları ve O'na isyan etmelerinin sebebi, izledikleri fücur ve fıskı terketmeye hazır olmamalarıydı. Takvayı da kabul etmek istemiyorlardı. (Bkz. A'raf 73-76, Hud 61-62, Şuara 141-153, Neml 45-49, Kamer 23-25).

9. Kur'an'ın diğer yerlerinde bunun tafsilatı şöyle beyan edilmiştir: Semud kavmi Hz. Salih'e, "eğer doğruysan bir mucize göster" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Salih mucize olarak bir dişi deve getirmişti. Bu devenin, yeryüzünde ne isterse yiyeceğini, suların, bir gün onların hayvanlarına bir gün de bu deveye ait olacağını söylemişti. Eğer bu deveye dokunurlarsa kendilerine şiddetli bir azabın dokunacağını bildirmişti. Bunun üzerine onlar korkudan bir müddet deveye dokunmamışlardı. Ancak daha sonra Semud kavmi, asi ve kötü reislerini deveyi öldürmek için teşvik ettiler ve o da deveyi öldürdü. (A'raf 73, Şuara 154-156, Kamer 29).

10. A'raf suresinde bildirildiğine göre, Semud halkı deveyi öldürdükten sonra Hz. Salih'e, "bizi korkuttuğun azabı getir" dediler (A'raf 77). Hud suresinde şöyle denir: Hz. Salih onlara, "üç gün evlerinizde rahatça yaşayın, sonra azab gelecek. Bu öyle bir uyarıdır ki yalan çıkmayacak" dedi (Hud 65). Yani Allah'ın, dünyadaki padişahlar ve hükümdarlar gibi, harekete geçmeden önce sonucunun ne olacağını düşünmeye ihtiyacı yoktur. O'nun iktidarı herşeyin üstündedir. Allah, Semud kavminin taraftarlarının intikam alabileceğini düşünmekten de münezzehtir.