7 Mayıs 2007 Pazartesi

ALİ İMRAN SÜRESİ 3.KISIM(Muhammed ESED)

61 Açıkça Hz. İsa'ya atıfta bulunan bu ibare lafzen şöyledir: “Bir insan için Allah'ın ... bağışlaması ve daha sonra o'nun ... demesi [mümkün] değildir”. Zemahşerî, yukarıdaki cümlede geçen hükm terimini (“muhakeme” veya “sağlam muhakeme”) bu bağlamda hikmeh (“hikmet”) ile eş anlamlı görür.
62 Sîbeveyh'e göre (Râzî tarafından nakledildiği üzere) rabbânî, “kendisini, özellikle Rabbini (er-rabb) tanımaya ve O'na itaat etmeye adayan kişidir”: İngilizcedeki “a man of God” (Allah adamı) ifadesine çok yakın bir anlam.
63 Yani, onlara ilahî veya yarı ilahî vasıflar atfetmenizi: azîzlerin/velîlerin ve meleklerin kutsanmasının kesin bir dille reddi.
64 Lafzen, “peygamberlerin sağlam taahhüdünü”. Zemahşerî, burada kasdedilenin bir bütün olarak toplumdan alınan taahhüt olduğu görüşündedir: peygamberler aracılığıyla iletilen mesajların kabulüyle somutlaşan bir taahhüt.
65 Lafzen, “ve ben şahitler arasında sizinle birlikte olacağım”.
66 Lafzen, “Allah'ın dininden başka [herhangi] birini mi?”
67 Lafzen, “döneceği halde”. Bu cümlenin bir açıklaması için bkz. 13: 15 ve ilgili notlar.
68 Bkz. 2:136 ve ilgili not 112.
69 Burada kasdedilen halk, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Peygamber Muhammed (s)'in gelişini önceden haber veren Kitâb-ı Mukaddes'i kabul etmeleri, onları, Muhammed (s)'in peygamberliğinin “şahid”i yapar. Ayrıca bkz. yukarıdaki 70 ve 81. ayetler.
70 Parantez içinde eklediğim “diğer günahlardan dolayı” açıklaması, Taberî'nin bu pasaj ile ilgili ikna edici yorumuna dayanmaktadır.
71 Lafzen, “onlardan fidye olarak yeryüzü dolusu altın bile kabul edilmeyecektir”. Bu cümle, açıkça mecazî anlamda kullanılmıştır; ancak “fidye”den bahsedilmesi nedeniyle bazı müfessirler, burada, bu dünyada aslında iyi sayılan fiillerin (ve özellikle, sadece başka bir insana yardım amacıyla harcanan çaba ve servetlerin) bu tür “hakikat inkarcıları” tarafından Hesap Günü Allah'ın affını dilemek için kullanılacak olmasının kasdedildiği görüşündedirler -ancak temel hakikatleri bilinçli olarak reddetmelerinden dolayı bu yakarışlar hiçbir kabul görmeyecektir.
72 Kur’an, hakikati bilinçli bir şekilde inkar edenlere, yaşarken cömertçe harcadıkları çabaların ve malların Hesap Günü kendilerine yararı olmayacağını söyledikten sonra müminlere de, Allah'a imanlarının, kendilerini kardeşlerinin maddî ihtiyaçlarına karşı duyarlı hale getirmedikçe kamil bir iman sayılamayacağını hatırlatmaktadır (karş. 2:177).
73 Buraya kadar surenin büyük bölümü Kur’an'ın ilahî kaynağı üzerinde durmuş ve Hz. Peygamber'e emanet edilen görevin -yani, insanları Allah'ın birliğini ve eşsizliğini kabul etmeye çağırmasının- doğru şekilde tanımlanmasını ve oluşturulmasını amaçlamıştı. Bu defa, 93-97. ayetler, bu vahyin önceki peygamberlerin öğretilerinin içerdiği hakikati tasdik ettiğine dair Kur’an'da sıkça tekrarlanan iddiaya rağmen, Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes'in umdelerinin Kur’an tarafından yürürlükten kaldırılması olarak değerlendirdikleri tutuma karşı yönelttikleri iki itirazın reddine tahsis edilmiştir. Bu iki itiraz, (a) Tevrat'ta vaz‘edilen belirli perhiz kuralları ve yasaklarının Kur’an tarafından iptal edilmesi, (b) Mekke'nin Kudüs yerine kıble olarak “ikamesi” -bkz. sure 2, not 116- ile ilgili olmuştur. Kur’an, Yahudilerin gıda düzeni ile ilgili itirazını cevaplarken, başlangıçta bütün yararlı gıdaların İsrailoğulları için helal kılındığını, ancak daha sonra Tevrat aracılığıyla getirilen katı sınırlamaların, günahlarından dolayı onlara verilen bir cezadan ibaret olduğunu (karş. 6:146) ve bu yüzden, bu kısıtlamaların, kendini Allah'a gerçekten teslim eden bir toplum için sözkonusu olmadığını hatırlatır. İkinci itiraza verilen cevap için bkz. ayet 96.
74 Bu ibare, Musevilikteki gıda kısıtlamalarının Allah tarafından emredilen mutlak bir kanunun gereği olduğuna dair mesnetsiz Yahudi inancına işaret etmektedir. Bu iddiaya karşılık Kur’an, Hz. Musa zamanından önce hiçbir gıda kısıtlamasının olmadığını; ikinci olarak da, Hz. Musa Şeriatı'ndan kaynaklanan kısıtlamaların yalnızca İsrailoğulları'na yüklendiğini vurgular. Onların mutlak ilahî şeriatı temsil ettiği iddiası ise, burada “Allah hakkında yalan uydurmak” olarak tanımlanmıştır.
75 Bütün otoriteler, bu ismin Mekke ile (ki doğru yazım Mekkeh şeklindedir) eş anlamlı olduğunda hemfikirdirler. Bu çok eski isim için muhtelif etimolojiler öne sürülmektedir; ama bu konudaki en dikkate değer açıklama Zemahşerî tarafından yapılmıştır (ve Râzî de bunu desteklemiştir): Bazı eski Arapça lehçelerinde dudaktan çıkan b ve m sessiz harfleri, fonetik olarak birbirlerine yakın olduğundan bazan yer değiştirebilirler. Bu bağlamda Mekke'deki Mâbed'den -yani, Kâbe- söz edilmesi, onun Kur’an'da tayin edilen namaz yönü (kıble) oluşu gerçeğinden kaynaklanır. Kâbe'nin prototipi Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edildiğinden (bkz. 2:125 vd.) -ve bu sebeple, Kudüs'deki Hz. Süleyman tapınağından daha eski olduğundan- onun Kur’an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin edilmesi, nihaî tahlilde, bütün bir Kitâb-ı Mukaddes'in temeli olan İbrahimî gelenekten bir kopuş anlamına gelmez; tersine, o Ata ile doğrudan irtibatın yeniden kurulmasını sağlamış olur: Yukarıdaki 73. notta bahsedilen iki Yahudi itirazının ikincisinin cevabı burada yatmaktadır.
76 Lafzen, “içinde açık işaretler(in olduğu)” -Kâbe tarafından sembolize edilen Allah'ın birliği ve benzersizliğine, insanlığın dinî tecrübesinin devamlılığına (“insanlık için kurulmuş ilk Mâbed”) ve son olarak, nerede olurlarsa olsunlar, ibadet sırasında yüzlerini bu tek odak noktasına çeviren bütün müminlerin kardeşliğine ilişkin işaretler gibi.
77 Yahut: “emin olur” -“zihinsel dinginlik ve korkudan uzak olma”yı ifade eden emn'in orijinal anlamıyla (karş. Lane I, 100 vd.).
78 Yani, “kendi kutsal metinleriniz kanalıyla” (bkz. yukarıdaki not 69 ve 2:42 ile ilgili not 33). Bu ibare, Yahudi ve Hristiyanların, Muhammed (s)'in Kur’an'ın ana fikirlerini Kitâb-ı Mukaddes'den “ödünç aldığı”nı ve onları asıl bağlamlarından kopartarak kendi sözde “ihtiraslar”ına uygun hale getirdiğini “isbatlamak” için çırpınmalarına işarettir.
79 Lafzen, “bir ateş çukurunun” -manevî körlüğün kaçınılmaz sonucu olan ızdırapları anlatan bir mecaz. Bir zamanların karşılıklı düşmanlıklarının hatırlatılması, insanın, elinden yalnızca Allah'ın rehberliği sayesinde kurtulabileceği (bkz. 2:37-38) yeryüzündeki akibetine (karş. 2:36 ve 7:24) bir işarettir.
80 Yani, aynı ortak inanç kaynağına sahip oldukları ve aynı manevî hakikatler temeline dayandıkları halde “Yahudi” ve “Hristiyan” olarak bölünen Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri gibi (bkz. ayrıca 6:159 ve ilgili not).
81 Lafzen, “âlemlerin”. Bu cümlenin bir açıklaması için bkz. 6:131-132 ve not 117.
82 Yukarıdaki 110. ayetin başlangıç cümlesinden anlaşıldığı gibi, Kur’an'ın izleyicilerine yapılan bu vaad, onların, “doğru olanı emreden, eğri olandan alıkoyan ve [gerçekten] Allah'a iman eden” bir topluluk olmalarına veya bu vasıflarını sürdürmelerine bağlıdır ve tarihin gösterdiği gibi Müslümanlar, her ne zaman inançları doğrultusunda yaşamayı terk ederlerse bu vaad geçerliliğini ister istemez kaybedecektir.
83 Yani, onlar, tüm insanlığın Rabbi ve Efendisi olarak Allah kavramına/itikadına geri dönmedikleri ve kendileri ile Tek Allah'a inanan bütün diğer insanlar arasında bir engel oluşturan “Allah'ın seçkin halkı” oldukları fikrinden vazgeçmedikleri sürece.
84 Bu bölüm, bir bütün olarak (110-115. ayetler) genelde Kitâb-ı Mukaddes'in takipçilerine, yani, hem Hristiyanlara hem de Yahudilere atıfta bulunduğu halde yukarıdaki ayet -2:61'deki benzeri gibi- özelde İsrailoğulları ile ilgilidir.
85 Lafzen, “dosdoğru bir topluluk”: Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri arasında gerçekten iman edenlere (karş. yukarıdaki 110. ayetin son cümlesi) ve “Allah'a ve insanlara karşı taahhütleri”ne sadık olanlara (ayet 112) atıf.
86 Zemahşerî, bu ayet hakkındaki yorumu ile ilgili bir tesbitinde bu kıssayı şöyle açıklar: “Eğer hakikati inkar edenlerin ‘ürün’ü [yani, kazandıkları başarılar] kaybolursa, bu dünyada ve öteki dünyada hiçbir şey bırakmamacasına tümüyle kaybolur; halbuki bir müminin ‘ürün’ü hiçbir zaman tümüyle kaybolmaz; çünkü görünüşte kaybolmuş olsa bile, onun, zorluklara karşı gösterdiği sabırdan dolayı öteki dünyadaki mükafat beklentisi devam eder.” Başka bir ifadeyle, yukarıdaki Kur’ânî ibare, hakikati inkara şartlanmış olanların şahsında bütün çabaların tamamiyle boşa gideceğini vurgulamaktadır.
87 Lafzen, “sizin dışınızdakileri”. Bazı müfessirler, bu ifadenin bütün gayrimüslimleri kapsadığı görüşüne yakınlık duyarlar. Ama bu görüş, müminlerin kendilerine ve inançlarına düşmanlık beslemeyen inançsızlar ile dostluk kurmalarına açıkça izin veren 60:8-9 ile çelişmektedir. Dahası, ayetin siyâkı ve sibâkı, “sizden olmayan kişiler” ile sadece, sözleri ve davranışlarıyla İslam'a ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını belli eden kişilerin kasdedildiğini göstermektedir (Taberî). Benim tercih ettiğim “sizden olmayan kişiler” çevirisi şunu ifade eder: Onların hayat görüşü, Müslümanlarınkine öylesine temelden karşıdır ki aralarında gerçek bir dostluk sözkonusu olamaz.
88 Lafzen, “sizi sıkıntıya sokan her şeyden hoşlanırlar”.
89 Yani, Kitâb-ı Mukaddes de dahil.
90 Bu surenin birçok ayetinin konusunu oluşturan Uhud Savaşı'na yapılan bu atıf, bir önceki ayette işaret edilen öğüt ile bağlantılıdır: “Eğer zorluklara karşı sabreder ve Allah'a karşı sorumluluklarınızın bilincinde olursanız onların hileleri size hiçbir zarar veremez”. Bu ve bundan sonraki atıflar tarihsel arka plan bilgisi olmadan tam olarak anlaşılamayacağı için savaşın kısa bir tasvirini yapmak gerekir.
H. 2. yılda Bedir'de uğradıkları korkunç bozgunun intikamını almak için Mekkeli putperestler, Müslümanlara düşmanlık besleyen birçok kabilenin de desteğini alarak bir sonraki yıl Ebû Süfyân kumandasında onbin kişilik bir ordu hazırladılar ve Medine üzerine yürüdüler. Onların Medine'ye yaklaştıklarını duyan Hz. Peygamber, H. 3. yılın Şevvâl ayında, savaşta benimsenecek stratejilerin tartışılacağı bir Savaş Konseyi topladı. Düşmanın emrindeki güçlü süvari kuvvetlerini dikkate alan Hz. Peygamber, Müslümanların Medine istihkamları gerisinde ve hatta gerekirse Medine'nin dar yol ve sokak içlerinde kalarak savaşmaları gerektiği görüşündeydi ve bu plan, Ashâb'ın bazı ileri gelenleri tarafından da desteklenmişti. Ancak, Konseye katılan Müslüman önderlerin çoğunluğu, ileri çıkıp düşmanı açık alanda karşılama görüşünde ısrar ettiler. Tüm toplumsal meselelerin karşılıklı mutabakat ile alınmış kararlara göre sonuçlandırılması gerektiğine dair Kur’an prensibine (bkz. 42:38 ve bu surenin 159. ayeti) uymak için Hz. Peygamber, çoğunluğun iradesine gönülsüzce boyun eğdi ve kendisini izleyenlerle birlikte Medine'nin yaklaşık üç mil uzağındaki Uhud Dağı'nın eteğindeki düzlüğe doğru yola çıktı.
İslam ordusu binden daha az sayıda savaşçıdan oluşuyordu. Fakat Uhud yolunda Müslümanların gerçekten savaşmaya niyetli olmadıklarına inanmış görünen münafık Abdullah b. Ubeyy'in öncülük ettiği üçyüz kişinin firarıyla bu sayı daha da azaldı. Harbin başlamasından az önce Hz. Peygamber'in kuvvetleri arasında yer alan diğer iki grup -yani Evs kabilesinden Benû Seleme ve Hazrec kabilesinden Benû Hârise oymakları- sayıca az olmalarından dolayı Müslümanların savaştan uzak durmaları gerektiği mazeretine sığınarak cesaretlerini yitirip firarilere katılmak üzereydiler ki (3:122) son anda vazgeçip Hz. Peygamber'i takip etmeye karar verdiler.
Yediyüz kişiden daha az savaşçıya sahip olan Hz. Peygamber, çekirdek gücünü dağı arkalarına alacak şekilde savaş düzenine soktu ve bütün okçularını -elli adet- düşman süvarisinin bir çevirme harekatına karşı kalkan oluşturması için yakındaki bir tepenin zirvesine yerleştirdi. Bu okçulara mevzilerini hiçbir şekilde terketmemeleri emredilmişti.
Ardından Müslümanlar, Kureyş müşriklerinin çok üstün güçlerine karşı ölümü hiçe sayan bir saldırı başlatarak kesin bir üstünlük kazandılar ve onları bozguna uğrama noktasına getirdiler. Ancak tam o sırada savaşın kazanıldığına inanan ve ganimetlerdeki hisselerinin kaybolmasından korkan okçuların çoğu, koruyucu mevzilerini terk ederek Kureyş karargahının etrafındaki kalabalığa karıştılar.
Bu fırsatı yakalayan Hâlid b. Velîd (bu savaştan az bir zaman sonra İslam'a girdi ve bütün zamanların en büyük Müslüman komutanlarından biri oldu) kumandasındaki Mekke süvarilerinin büyük bölümü geniş bir kavisle onları çevirdiler ve Müslüman kuvvetlerine arkadan saldırıya geçtiler. Okçuların korumasından yoksun olan ve iki ateş arasında kalan Müslümanlar çok sayıda kayıp vererek düzensiz bir şekilde geri çekildiler. Hz. Peygamber ve Ashâbı'ndan en sadık birkaçı, kendilerini ümitsizce savunmaya çalıştılar ve Hz. Peygamber ciddî şekilde yaralanarak yere düştü. Bunun üzerine bir nâra yükseldi: “Allah'ın Elçisi öldürüldü!” Müslümanların birçoğu koşuşturmaya başladı, hatta bazıları düşmandan eman dilemeye hazırlandılar. Ama Ömer b. Hattâb ve Talha'nın da aralarında bulunduğu Ashâb'dan birkaçı: “Ey müminler! Onsuz sizin hayatınızın ne anlamı var? O ölmüşse bırakın biz de ölelim!” diye bağırarak ümitsizliğin verdiği güçle Mekkelilere doğru fırladılar. Onların bu hareketi, aynı zamanda Hz. Peygamber'in yaşamakta olduğunu öğrenen diğer Müslümanlar arasında derhal bir yankı buldu: Toparlanarak düşmana karşı saldırıya geçtiler ve böylece günü kurtardılar. Ancak Müslümanlar bu şansı kullanamayacak kadar bitkin olduklarından düşmanın Mekke yönünde geri çekilmesiyle savaş bir galibi olmadan bitti.
Ertesi gün Hz. Peygamber, Ashâbından yetmiş kişinin başında onları takibe başladı. Ancak Müslümanlar Medine'nin takriben sekiz mil güneyinde Hamrâ’ el-Esed adı verilen yere vardıklarında Mekkeliler'in diğer bir karşılaşmayı göze alamayacak hâlet-i rûhiyede oldukları ve hızla evlerine yöneldikleri görüldüğünden küçük Müslüman ordusu Medine'ye geri döndü.
91 Yani neredeyse Abdullah b. Ubeyy'in öncülüğünde firarilere katılmaya hazırlanan Benû Seleme ve Benû Hârise oymaklarının (bkz. bir önceki not).
92 Sekizinci surede detaylı olarak ele alınan H. 2. yıldaki Bedir Savaşına bir atıf.
93 Bir sonraki ayetten anlaşılacağı gibi, Allah'ın inananlara binlerce melek ile yardımda bulunmasının Hz. Peygamber tarafından vurgulanması, mecazî olarak, inananların kalplerinin Allah'tan gelen manevî güçler aracılığıyla takviyesi anlamına gelir (Menâr IV, 112 vd. ve IX, 612 vd.). Bedir Savaşı ile ilgili benzer bir ifade de, “bin” melekten bahsedilen 8:9-10'da geçer. Bu değişen rakamlar (bin, üçbin ve beşbin) ise, muhtemelen, “zorluklara karşı sabreden ve O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar”a Allah'ın yardımının sınırsızlığını gösterir. Hz. Peygamber'in, Uhud Savaşı'ndan hemen önce, yani, Abdullah b. Ubeyy önderliğindeki üçyüz kişinin kendisini terk etmesinden ve bir kısmının da çok üstün düşman güçleri karşısında paniğe kapılır gibi olmasından sonra, kendisine tâbi olanları bu şekilde teşcî‘ ettiğini varsaymamız mantıklı olur.
94 Birçok müfessire göre (bkz. Menâr IV, 112) bu parantez içi açıklama, Hz. Peygamber'in bu vaadi kendisine tâbi olanlara ilahî ilham sonucu yaptığını gösteren önceki iki ayet ile teyid edilmektedir. Ayrıca bkz. Bedir Savaşı vesilesiyle benzer bir vaadin telaffuz edildiği 8:9.
95 Lafzen, “… bazısını mahvetsin yahut onları [öyle] alçaltsın ki”. Ev (“yahut”) edatının bu bağlamda bir alternatifi değil, tersine bir çeşitlemeyi (tenvî‘) gösterdiği açıktır -tıpkı “on kişi öldürüldü veya yaralandı” ibaresinde olduğu gibi: ki, bazısının öldürüldüğü, bazısının da yaralandığı anlamına gelmektedir.
96 Bazı sahih Hadisler'de kaydedildiği gibi, Hz. Peygamber, Uhud Savaşı sırasında Putperest Kureyş'in önderlerine beddua etti (Buhârî, Tirmizî, Neseî ve Ahmed b. Hanbel); ve yerde yaralanmış şekilde yatarken, “Sadece kendilerini Rablerini [tanımaya] çağıran Peygamberleri'ne bunu yaptıktan sonra bu kişiler nasıl rahat edebilirler?” diye bağırdı -bunun üzerine yukarıdaki iki ayet vahyedildi (Müslim ve İbni Hanbel).
97 Ribâ'nın (“faiz”)'in tanımı için bu terimin Kur’an'da ilk defa geçtiği 30:39 ile ilgili 35. nota bkz. Yukarıdaki ayetin bir önceki ayette değinilen konu ile bağlantısı hakkında bana göre en iyi açıklama (Râzî'nin naklettiği gibi) Keffâl tarafından yapılmıştır: Putperest Mekkeliler'in güçlü ordularını teçhiz etmelerini ve zayıf bir teçhizata sahip Müslümanları Uhud'da neredeyse yenebilmelerini sağlayan servet esas olarak tefecilik yoluyla kazanıldığından, Müslümanlar bu konuda düşmanlarını örnek almaya yönelebilirlerdi. Tefeciliğin yasak olduğunun vahiy yoluyla bir kez daha vurgulanması, bu eğilimi -hem onlardan hem de daha sonra gelecek müminler kuşağından- silip atmak içindir.
98 Sünnet kelimesi (çoğulu sünen'dir) bir “hayat tarzı”nı veya “davranış biçimi”ni gösterir (bu nedenle, İslam terminolojisinde, kendisine tâbi olanlara bir örnek olan Hz. Peygamber'in hayat tarzı için kullanılmaktadır). Yukarıdaki pasajda sünen terimi, sürekli değişmeye rağmen her zaman aynı kalan bir temel modeli içinde barındıran “geçmiş yüzyıllara özgü şartları” (ahvâl) ifade eder (Râzî): İnsanın geçmişin tecrübelerinden ders çıkarma zorunluluğuna ve imkanına Kur’an'daki tipik atıflardan biri.
99 Uhud'daki felakete ve Müslümanların uğradıkları ağır can kaybına (takriben yetmiş kişi) bir atıf.
100 Lafzen, “bir yaralanma” (karh) veya, bazı dilbilimcilere göre, “yaralanmanın sebep olduğu ızdırap”.
101 Yani, “Bazılarınızın kendi yolunda şehit olarak ölmesine izin vermesi, size karşı çıkan günahkar düşmanlara sevgisinden değil, tersine size olan sevgisinden” dolayıdır. Şühedâ’ (şehîd'in çoğulu) terimi, “şehit düşenler” kadar “şahit olanlar”ı da ifade eder. Benim tercih ettiğim çeviri, hem “hakikate şahitlik yapmak” hem de Allah yolunda “şehit düşmek” kavramlarını bir araya getirmektedir.
102 Lafzen, “Allah, aranızdan ... cihad edenleri ve zorluklara karşı sabır gösterenleri görmeden ...”. Allah, her şeyi bilen olduğundan, O'nun bir şeyi “görmemesi”, elbette, atıfta bulunulan olayın veya şeyin henüz meydana gelmediğini veya hâl-i hazırda mevcut olmadığını gösterir (Zemahşerî).
103 Zemahşerî'nin görüşüne göre bu, Uhud Savaşı'na katılan Ashâb'ın büyük kısmına hitab eden iki yönlü bir serzeniştir: Birincisi, Hz. Peygamber'in tavsiyesine rağmen açık alanda düşmana savaş açmakta ısrar ederek bu yüzden ölümcül bir tehlikeyi davet etmelerinden dolayı; ikincisi, savaşın ilk safhası boyunca inançlarına uygun davranmadaki zaaflarından dolayıdır (bkz. yukarıdaki 90. not). Bu pasajın daha müsbet bir anlamı da olabilir: Neredeyse bozguna uğrayacakları bir durumdan müminlerin çıkarmaları gereken derse bir işaret ve geleceklerinin, kendilerini feda etmeye yönelik gelip geçici bir arzuya değil, Allah'a imanlarının gücüne bağlı olduğu (karş. yukarıdaki 139. ayet) gerçeğini hatırlatma.
104 Hz. Peygamber'in -ve o'ndan önce gelip geçmiş olan öteki bütün peygamberlerin- fanîliğine yapılan bu vurgu, ilk bakışta, Uhud Savaşı ile ve o savaşta birçok Müslümanın savaşı terk etmesine ve hatta bazılarını teslim olmaya kadar götüren Hz. Peygamber'in vefat ettiği söylentisi ile bağlantılıdır (Taberî; ayrıca bkz. yukarıdaki 90. not). Ancak, daha geniş anlamda, yukarıdaki ayet, tapınmanın yalnız Allah'a özgü olduğu, hiçbir insanın -peygamber bile olsa- ondan pay alamayacağı şeklindeki temel İslamî akîdeyi yeniden dile getirmektedir. Birçok korkak Müslümanın İslam'ın sona erdiğini düşündüğü Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından ilk halife Hz. Ebû Bekir'in okuduğu Kur’an pasajı işte budur. Ama Hz. Ebû Bekir'in hemen, “Bakın, her kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü, ama her kim Allah'a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah sonsuza kadar yaşayan ve asla ölmeyecek olandır” şeklinde konuşması (Buhârî) ile tüm kargaşa duruldu. -“Bir kimsenin topukları üzerinde gerisin geri dönmesi” ifadesi, şartlara göre, ya gerçek bir irtidadı veya Allah yolunda çaba göstermekten bilinçli bir geri çekilişi anlatır.
105 Lafzen, “O, yardım edenlerin en iyisidir”.
106 Yani, O'nun hiçbir zaman müsaade etmeyeceği. Benim çevirimde “hiçbir zaman” zarfının kullanılması, zamanda sürekliliğe işaret eden lem yunezzil (lafzen, “indirmemektedir” veya “göndermemektedir”) gramatik kalıbına dayanmaktadır.
107 Lafzen, “onları yok ediyordunuz”: Burada Uhud Savaşı'nın ilk safhasına işaret edilmektedir. Kasdedilen vaad hakkında bkz. bu surenin 124-125. ayetleri.
108 Lafzen, “[Peygamber'in] emri konusunda birbirinizle anlaşamadınız” -zafer kazanıldığının sanıldığı anda okçuların çoğunun mevzilerini terk etmelerine bir işaret (bkz. yukarıdaki 90. not).
109 Elli Müslüman okçudan on tanesi, hatta daha da azı mevzilerini terk etmediler ve Hâlid'in süvarileri tarafından öldürüldüler. Yukarıdaki cümlenin ikinci kısmı, hem onlara hem de Müslümanların büyük çoğunluğu kaçtıktan sonra savaşa devam eden birkaç sahâbîye işaret etmektedir.
110 Lafzen, “O, sizi onlardan vazgeçirdi”.
111 Yani, Uhud'da o kadar utanç verici şekilde davrandıklarının anlaşılması [ve yüzlerine vurulması] (bkz. yukarıdaki 90. not), sonunda, onlara savaşın kaybından ve birçok kardeşlerinin ölümünden daha acı verici olmuştu: bir önceki ayette değinilen “sınav”ın anlamı da budur.
112 Yani, savaş boyunca sebatkar davrananlara. Bazı müfessirlere -özellikle Râğıb'a- göre, nu‘âs terimi (lafzen, “uykudan önce gelen uyuşukluk”) burada mecazî anlamda kullanılmıştır ve “iç sükûneti” anlamına gelmektedir.
113 Yani, zafer veya yenilgi konusunda. “Putperest cahiliyye düşünceleri”, açıkça, korkak yürekli kişilerin olup bitenler konusundaki manevî sorumluluklarını kabul etmedeki isteksizliklerine ve inançları doğrultusunda davranmaktaki zaaflarının “önceden takdir edilmiş olduğu”nu söyleyerek kendi kendilerine mazeret aramalarına işarettir. Bkz. ayrıca sure 5, not 71.
114 Yani, meydana gelen başarıyı veya başarısızlığı dilediğine pay etmek yalnızca Allah'a mahsus iken, “insana uğrunda çaba gösterdiği [veya “göstermekte”] olduğu dışında başka hiçbir şey verilmeyecektir” (53:39).
115 Lafzen, “burada öldürülmüş olmazdık”.
116 Lafzen, “kalplerinizdeki her şeyi”.
117 Bu, şöyle özetlenebilecek olan önemli bir Kur’ânî ilkenin tasviridir: Şeytan'ın insan üzerindeki “etkinliği”, günahın ana nedeni değildir, ama onun ilk sonucudur: Yani, kişinin, ahlakî bunalım anlarında önündeki alternatiflerden daha kolay ve görünüşte daha rahat olanını seçmesine ve böylece bir şeyi yaparak veya yapmayı ihmal ederek günah işlemesine yol açan kendi zihinsel tavrının bir sonucu. Böylece, Allah'ın bir kimsenin günah işlemesine “neden olması”, onda böyle bir günah işlemeye yatkınlık oluşturan zihinsel tavrın mevcudiyetine bağlıdır: ki bu da, insanın irade serbestisine -yani, iki veya daha fazla muhtemel davranış tarzı arasında, belli sınırlar içinde bilinçli bir seçim yapma yeteneğine- sahip olduğunu varsayar.
118 Lafzen, “yeryüzünde seyahat ettikleri zaman”.
119 Lafzen, “Allah onu ... yapsın diye”: Ancak li-yec‘al deyimindeki li takısı, bariz olarak bir lâmu'l-‘âkibeh (yani, nedensel bir açıklamayı gösteren lâm harfi) olduğundan, bu bağlamda, gelecek zaman kipi ile birleşmiş şekilde “zira” bağlacı ile çevrilmesi en doğrusudur.
120 Lafzen, “onların”.
121 Lafzen, “onlara”; yani, Uhud felaketi öncesinde ve felaket esnasında görevlerinde başarısız olan izleyicilerine. Eldeki bütün kaynaklara göre Hz. Peygamber, yaptıklarından dolayı onları kınamadı bile.
122 Uzlaşma ve danışma yoluyla hükümet etmeye işaret eden bu emir, devlet idaresi ile ilgili bütün Kur’ânî düzenlemelerin en temel hükümlerinden biridir. “Onlar” zamiri, müminlere, yani, bütün bir topluma işaret eder; bu bağlamda kullanılan emr deyimi -ve aynı zamanda çok daha önce vahyedilmiş olan 42:38'deki emruhum şûra beynehum ibaresi- ise devlet idaresi de dahil toplumsal hayat ile ilgili bütün işleri ifade eder. Bütün otoriteler, yukarıdaki buyruğun, ilk bakışta Hz. Peygamber'e hitab ediyor görünmesine rağmen aslında bütün Müslümanlara yönelik ve her dönem için bağlayıcı olduğunda hemfikirdirler. (Bu hükmün daha geniş bir analizi için bkz. State and Government in Islam, 44 vd.) Bazı İslam bilginleri, bu emrin ifade tarzından, toplumun önderinin, danışmak zorunda olmasına rağmen yine de ortaya çıkan görüşü kabul veya reddetmede özgür olduğu sonucuna varırlar. Ama Hz. Peygamber'in bile kendisini şûrasının kararlarına bağlı saydığını hatırlayınca (bkz. yukarıdaki not 90) bu sonucun mesnetsizliği açıkça ortaya çıkar. Ayrıca, Ali b. Ebî Talîb'den rivayet edilen bir Hadis'e göre, yukarıda geçen ‘azm (“bir davranış şekline karar verme”) kelimesinin neyi ifade ettiğini açıklaması istendiğinde Hz. Peygamber, “[O], bilgili insanlar (ehlu'r-re’y ) ile müşavere yapmak ve [o konuda] onlara uymak [anlamına gelir]” diye cevap vermiştir (bkz. İbni Kesîr'in bu ayet ile ilgili yorumu).
123 Yani, kendi görüşlerini Allah'a isnad edip sonra inananlardan yalnız O'na inanıp güvenmelerini istemesi. Böylesine bir yanıltma (iddiası) son derece akıl-dışı olsa da, Hz. Peygamber'in kendisinin Kur’an'ı “tertib ettiği” ve onu sonra haksız şekilde ilahî vahye izafe ettiği görüşü, inkarcılar arasındaki ortak görüştür.
124 Burada Peygamber Muhammed (s)'e ve genelde peygamberlerin tümüne bir işaret.
125 Yani, kendi görüşlerini sahtekarlıkla Allah'a isnad etmek veya bir vahyin ifade tarzında keyfî ilaveler ve kasıtlı değişiklikler yaparak O'nun mesajlarını çarpıtmak suretiyle -önceki vahyin mensuplarına karşı Kur’an'da sıkça ileri sürülen bir suçlama (ör. 2:79 ve 3:78).
126 Yani, H. 2. yılda Bedir Savaşı'nda.
127 Hz. Peygamber'e tâbi olanlardan çoğu, şartlar ne olursa olsun sırf inançları nedeniyle Allah'ın onlara zafer bahşedeceğine inanıyorlardı. Uhud'daki acı tecrübe, onları derin ve şiddetli bir sarsıntıya uğratmıştı; ve böylece Kur’an, onlara, bu felaketin kendi yaptıklarının bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.
128 Terimin en geniş anlamıyla sadece nefsi müdafaa için savaş, “Allah yolunda savaş” sayılabilir (bkz. 2:190-194 ve ilgili notlar); ve bu nedenle, bu iki ibare arasındaki “yahut” edatı, “başka bir deyişle”/“yani” ifadesi ile hemen hemen eş anlamlıdır.
129 Bu, Medine'den Uhud Dağı'na giderken, Hz. Peygamber'in aslında savaşmaya niyetli olmadığı şeklindeki sahte mazerete dayanarak o'nu terk eden üçyüz kişiye işarettir (bkz. yukarıdaki not 90). Ancak, bir savaş çıkacağına kalben inandıkları halde Allah'ın dâvâsını terk etmeleri, neredeyse O'nu inkar etme anlamına gelmekteydi (küfr burada “irtidad” olarak çevrilmiştir).
130 Lafzen, “onlara yara isabet ettikten sonra”. Müfessirlerin çoğu, bu ifadenin, Müslümanların Uhud Savaşı'nda uğradığı kayıplara bir işaret olduğu görüşündedirler. Ancak, kasdedilen sonuçların daha geniş kapsamlı olması da muhtemeldir. Çünkü bu pasaj, Allah yolunda can veren şehitlerin genel terimlerle sözkonusu edildiği önceki ayetler ile doğrudan bağlantılıdır. Klasik müfessirlerin çoğunda, daha kapsamlı fikirler ihtiva eden ve bütün insanî durumlar için geçerli olan birçok Kur’an pasajına, kasdedildiğinden daha ayrıntılı tarihsel atıflar isnad etme eğilimi vardır. 172-175. ayetler bunun en iyi örnekleridir. Bazı müfessirler, bu ayetlerin, Uhud Savaşı'nın ertesi günü Hamrâ’ el-Esed'e yapılan neticesiz sefere işaret ettiği görüşünde iken diğerleri, onların, ertesi yıl Hz. Peygamber'in tarihte “Küçük Bedir” (Bedru's-Suğrâ) olarak bilinen seferini kasdettiğini iddia ederler. Başka bir grup ise, 172. ayetin birinci olaya, 173-174. ayetlerin ise ötekine işaret ettiği görüşündedirler. Bu bariz görüş farklılıkları karşısında -çünkü, ne Kur’an'da ne de sahih Hadisler'de bu sırf tahmine dayalı varsayımları destekleyen gerçekten ikna edici bir delil yoktur- sözkonusu pasajın bütününün, Uhud Savaşı'na yapılan tarihî atıfların ve o olaydan çıkarılması gereken derslerin genel ahlakî çerçevesini çizdiği sonucuna varabiliriz.
131 Lafzen, “ki onlara insanlar ... demişti”.
132 Yani, cesaret kaybından ve iman zayıflığından kaynaklanan ahlakî sapkınlığa kapılmadan: Uhud'da birçok Müslümanın başına gelenlere işaret.
133 Yani, kasden zulüm işleyerek “şeytan ile ittifak kuran” kimselerden.
134 Lafzen, “Allah'ın onlara bir pay vermemesi”.
135 Bu ayet, insanın eğilimlerinin ve eylemlerinin -ve evrendeki diğer bütün olayların- tâbi olduğu tabiat kanunu (Kur’an terminolojisinde sünnetullâh: “Allah'ın yolu”) öğretisine işaret etmektedir. Yukarıdaki ayet sanki şöyle demektedir: “Bu insanlar hakikati inkara şartlanmış olduklarından, onlara serbestlik vermemiz (yani, seçme özgürlüğü vermemiz ve davranışlarını gözden geçirmek için mühlet tanımamız) kendilerinin yararına olmayacak, ama tersine, sahte öz-güvenlerinin ve böylece günahkarlıklarının artmasını sağlayacaktır”. Kur’an'daki benzer birçok pasajda olduğu gibi, Allah, burada da, onların “günahkarlıklarının artması”nı kendi iradesine izafe etmektedir, çünkü sebep-sonuç tabii kanununu bütün mahlukatı için geçerli kılan O'dur. (Ayrıca bkz. 14:4, not 4.)
136 Bazı müfessirler (mesela Râzî), mâ entum ‘aleyhi (lafzen, “üzerinde olduğunuz”) ibaresinin burada “içinde bulunduğunuz şartlar”ı -yani, Uhud Savaşı'ndan sonra Müslüman toplumun içine düştüğü zayıflık ve şaşkınlık halini- gösterdiği ve bu nedenle yukarıdaki pasajın müminlere hitab ettiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, pek makul değildir. Müminlere burada üçüncü şahıs zamiri ile işaret edilmesinin yanısıra, mâ entum ‘aleyhi ibaresinin ikinci çoğul şahıs halinde kullanılması, bununla hem Kur’an'da hem de sahih Hadisler'de her zaman insanların hayat tarzının ve inançlarının kasdedildiğini göstermektedir. Ayrıca, İbni ‘Abbâs, Katâde, Dehhâk, Mukâtil ve Kelbî'nin, burada hitab edilen insanların, önceki pasajların işaret ettiği “hakikati inkar edenler” olduğunu tereddütsüz olarak açıkladıklarına dair elimizde güvenilir bilgiler bulunmaktadır (bkz. Taberî ve Beğavî'nin bu ayet ile ilgili yorumları). Bu anlamda okununca yukarıdaki pasaj, müminlerin, zaman içinde, yalnız inançlarında değil, sosyal hedefleri ve hayat tarzları açısından da inkarcılardan farklılaşacaklarına işaret eder.
137 Yani, Allah, insana, sadece kendisinin tüm bilgisine sahip olduğu hakikat hakkında kısmî bir görüş sahibi olmayı bu elçiler aracılığıyla sağlar.
138 Bu, yukarıda 179. ayette değinilen inkarcıların hayat tarzına bir işarettir: bu dünyanın maddî unsurlarına aşırı bir bağlanma ile tanımlanan bir hayat tarzı -hayatın pratik sorunlarının dışındaki hiçbir şeye inanmamaya dayanan bir maddecilik.
139 Birçok sahih Hadis'e göre Medine Yahudileri, Kur’an'ın ifade biçimini ve özellikle de, 2:245'deki “Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği güzel bir borcu O'na verecek olan kimdir?” ayetini hicvederlerdi.
140 Yahudilere yöneltilen bu itham hakkında bkz. sure 2, not 48.
141 Lafzen, “ateşin bitirdiği bir kurban” -başka bir deyişle, yanık kurbanları kutsal ayinlerin temel bir unsuru kılan Hz. Musa Şeriatı'na uymadıkça. Hz. Musa Şeriatı'nın bu yönü, Kudüs'deki İkinci Mâbed'in yıkılmasından beri uygulanamaz durumda olduğundan, Talmud sonrası Yahudileri, kendilerine vaad edilen Mesîh'in Musevî ayinlerini eski bütünlüğü içinde yeniden hayata geçireceğine kaniydiler; ve bu yüzden Tevrat'a dayalı Hukuk'a her açıdan uymayan birini peygamber olarak kabul etmeyi reddettiler.
142 Hz. Yahya ve Zekeriya'nın şehid edildikleri dönemde ve Hz. İsa'nın “Kudüs, ey Kudüs, peygamberleri sen öldürdün” (Matta xxiii, 37) diye haykırdığı ve Tarsuslu Paul'ün Yahudileri “kendi peygamberlerini öldürenler” (I Selanikliler ii, 15) şeklinde andığı dönemde İkinci Mâbed hâlâ mevcuttu ve yanık kurbanlar gündelik uygulamalar arasında bulunmaktaydı: Dolayısıyla bahsi geçen, Yahudilerin peygamberleri öldürmek suretiyle reddetmeleri, bu peygamberlerin Hz. Musa Şeriatı ile uyum içinde olmamalarına izafe edilemez.
143 Bu, Yahudilerden, Kur’an'ın mesajını reddedenler olarak söz eden 183-184. ayetler ile bağlantılıdır. Yukarıdaki 187. ayetin anlamı şudur: Peygamber Muhammed (s)'in gelişi, hem Eski Ahid'de, hem de Yeni Ahid'de önceden haber verilmişti ve Kitâb-ı Mukaddes'e tâbi olanlardan, bu haberi, fiilen yaptıkları gibi örtbas etmeleri değil, onu etrafa yaymaları istenmişti.
144 Lafzen, “satın aldıkları ne kötü bir şeydi” -Yahudilerin kendilerini “Allah'ın seçilmiş toplumu” olarak görmelerine ve Hristiyanların, Hz. İsa'nın “vekaleten kefaret”ine inanmalarının kendilerini otomatik olarak kurtaracağı inancına işaret: Her iki halde de “alışveriş”, öteki dünyada azabın kendilerine dokunmayacağı hayalidir.
145 Yani, bütün iddialarının aksine, Kitâb-ı Mukaddes'in ve Hz. İbrahim itikadının safiyetini muhafaza etmemeleri (Râzî).
146 Lafzen, “ve yanları üzerine [uzanarak]”.
147 Lafzen, “boşuna” (bâtılen); bkz. 10:5, not 11.
148 Yani, bir günahkarın öteki dünyada çekeceği azap, bu dünyada davranışları ile başına açtığı ruhsal alçalışın bir sonucu olacaktır.
149 Lafzen, “bir davetçi”.
150 Yani, “siz hepiniz, tek ve aynı insan ırkının mensuplarısınız ve bu yüzden birbirinize eşitsiniz”.
151 Bkz. sure 2, not 203 ve sure 4, not 124.