7 Mayıs 2007 Pazartesi

ALİ İMRAN SÜRESİ 2.KISIM(Muhammed ESED)

180 ONLAR, -Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiklerine cimrice sarılanlar- bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar: Aksine, bu onlar için kötüdür.138 [Bu kadar] cimrice sarıldıkları şey, Kıyamet Günü boyunlarına asılacaktır: Zira, göklerin ve yerin mirası [yalnız] Allah'a aittir: Ve Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.
181 “Allah fakirdir, ama biz zenginiz!” diyenlerin139 sözlerini Allah duymuştur. Onların hem söylediklerini, hem de peygamberleri haksız
yere öldürdüklerini140 kaydedeceğiz ve [Hesap Günü onlara] diyeceğiz: “Tadın bakalım ateşin azabını 182 ellerinizle işlediklerinizin karşılığı olarak; zira Allah, kullarına en ufak bir haksızlık yapmaz!”
183 “Allah, yakılarak sunulan bir kurban141 getirmedikçe, hiçbir elçiye inanmamamızı bize emretmiştir” iddiasında bulunanlara gelince, [Ey Peygamber, onlara] de ki: “Benden önce de peygamberler size hakikatin tüm kanıtlarını ve o hakkında konuştuğunuzu getirmişlerdi: Peki, söylediğinizde samimi idiyseniz neden onları katlettiniz?”142
184 Ve şayet seni yalanlıyorlarsa –(bil ki) aynı şekilde, senden önce hakikatin tüm kanıtlarını, ilahî hikmet yüklü kitapları ve aydınlık saçan vahyi getiren [diğer] peygamberler de yalanlanmış bulunuyorlar.
185 Her can ölümü tadacaktır: Böy-
lece Kıyamet Günü [yapıp-ettiklerinizin] kar-şılığı size tam olarak ödenecektir; orada ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulacak olanlar, gerçek bir zafer kazanmış olacaklardır: Zira bu dünya hayatı(na düşkünlük), kendi kendini aldatma zevkinden başka bir şey değildir.
186 Mallarınızla ve canlarınızla mutlaka sınanacaksınız: Ve doğrusu, hem sizden önce vahiy verilenlerden hem de Allah'tan başka varlıklara ilahlık yakıştıranlardan birçok incitici söz işiteceksiniz. Ama eğer zorluklara sabırla katlanır ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız; bilin ki bu, azimle sarılınacak bir iştir.
187 ALLAH, geçmişte kendilerine vahiy verilenlere, “Bunu insanlara açıklayın ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyin!” [buyurduğunda, bunu yapacaklarına] dair onlardan güçlü bir taahhüt almıştı.143
Ama onlar bu taahhütlerini kulak ar-
kasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler: Ne kötü bir alışverişti bu!144
188 Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla övünen ve yapmadıkları145 ile övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabilecekler. Onları [ahirette] şiddetli bir azap beklemektedir.
189 GÖKLERDE ve yeryüzünde hükümranlık Allah'a aittir: ve Allah, her şeyi yapmaya kâdirdir.
190 Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbirini izlemesinde derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır, 191 Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında146 Allah'ı anar, [ve] göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler:
“Ey Rabbimiz! Sen bunları[n hiç birini] anlamsız ve amaçsız147 yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın! Bizi ateşin azabından koru!”
192 “Ey Rabbimiz! Kimi ateşe mahkum edersen, kuşkusuz, onu [bu dünyada] alçaltmış olursun:148 Ve bu zalimler, hiçbir yardımcı da bulamazlar.”
193 “Ey Rabbimiz! [Bizi] imana çağıran bir ses149 duyduk; ‘Rabbinize iman edin!’ Ve böylece imana geldik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızdan ötürü bizi affet ve kötülüklerimizi sil; ve gerçek erdem sahipleri olarak canımızı al!”
194 “Ey Rabbimiz! Elçilerin vasıtasıyla vaad ettiğin şeyi bize bahşet ve Kıyamet Günü bizi mahcup etme! Şüphesiz, sen sözünden asla caymazsın!”
195 Ve Rableri onların dualarını şöyle cevaplar:
“İster erkek, ister kadın olsun, [Benim yolumda] çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım: [çünkü] hepiniz birbirinizin soyundan gelirsiniz.150 Zulüm ve kötülük diyarından kaçanlara,151 yurtlarından sürülenlere, Benim yolumda eziyet çekenlere ve [bu yolda] savaşıp öldürülenlere gelince; onların kötülüklerini mutlaka sileceğim ve onları, Allah'tan bir mükafat olarak, içinden ırmaklar akan hasbahçelere sokacağım: Zira mükafatların en güzeli, Allah katında olanıdır.”
196 HAKİKATİ inkara şartlanmış olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri, seni yanıltmasın: 197 o, gelip geçici bir tatmin[den ibaret]tir, ama sonunda varacakları yer cehennemdir -o, ne kötü bir meskendir!- 198 Ama Rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, içinden ırmaklar akan hasbahçelere kavuşacaklardır: Allah'tan ne güzel bir karşılama! Ve Allah katında olan, gerçek erdem sahipleri için en hayırlı olandır.
199 Doğrusu, geçmiş vahyin mensupları arasında [gerçekten] Allah'a iman edenler ve hem size hem de kendilerine indirilene inananlar vardır. Böyleleri, Allah'tan korkarlar, O'nun mesajlarını ufak bir kazanç için değiştirmezler. Onların mükafatı, Rableri katındadır; çünkü Allah, hesap görmede hızlıdır!
200 Siz ey imana ermiş olanlar! Zorluklara sabırla katlanın ve birbirinizle sabırda yarışın, [doğru olanı yapmaya] her zaman hazır olun ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki mutluluğa erebilesiniz!
DİPNOTLAR
1 Bkz. Ek II.
2 Müfessirlerin çoğu, mâ beyne yedeyhi ibaresiyle -lafzen, “elleri arasındaki”- burada “ondan (yani, Kur’an'dan) önce gelen vahiyler”in kasdedildiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, fazla ikna edici değildir. Her ne kadar mâ zamirinin, bu bağlamda, daha önceki vahiylere ve özellikle Kitâb-ı Mukaddes'e işaret ettiğinde (yukarıdaki ibarenin Kur’an'ın diğer ayetlerindeki paralel kullanımlarından da anlaşılacağı gibi) en küçük bir şüphe yoksa da, mâ beyne yedeyhi deyimi, bizâtihî, “ondan -zaman olarak- önce gelen” değil, tersine, (2. surenin 247. notunda işaret ettiğim gibi,) “onun önüne konulmuş olan” anlamına gelir. Çünkü “o” zamiri burada Kur’an'a yönelik olduğundan, “onun elleri arasında” veya “ondan önce” mecazî ifadesi, “bilgi”ye işaret ediyor olamaz (2:255'de olduğu gibi). Ama Kur’an'ın “karşı karşıya bulunduğu” bir nesnel gerçekliğe, yani Kur’an'ın nazil olduğu dönemde onunla bir arada yaşayan şeylere işaret ettiği açıktır. Şimdi bunu, (a) Kur’an'da sık sık vurgulanan ve objektif bilimsel araştırmaların da tesbit ettiği, Kitâb-ı Mukaddes'in, binlerce yıllık zamanın akışı içinde büyük ve çoğu zaman keyfî değişikliklere maruz kaldığı gerçeği, ve (b) Kur’an'da öngörülen kanunların çoğunun Kitâb-ı Mukaddes'in kanunlarından farklı olduğu gerçeği ile birlikte ele aldığımızda zorunlu olarak şu sonuca varırız: Kitâb-ı Mukaddes'in Kur’an tarafından “tasdik”i, yalnızca, öncekinde geçerliliğini hâlâ sürdüren temel hakikatleri kapsar, yoksa onun zamanla kayıtlı düzenlemelerini yahut şimdiki metnini değil -başka bir deyişle, onun temel hakikatlerinden, Kur’an'ın nazil olduğu dönemde geçerliliği devam edenlerin tasdiki: işte, mâ beyne yedeyhi ibaresinin, bu bağlamda ve 5:46-48 yahut 61:6'da ifade ettiği anlam budur (ki burada Hz. İsa'nın, “Tevrat'tan [kendi yaşadığı dönemde] geçerliliğini hâlâ sürdüren kısımların” doğruluğunu tasdik etmesine işaret edilmektedir).
3 Kur’an vahyinin tedricîliği, burada nezzele gramatik kalıbı ile vurgulanmaktadır.
4 Kur’an'da sık sık zikredilen İncil'in bugün Dört İncil olarak bilinen kitaplar ile aynı olmadığına dikkat edilmelidir. Kur’an'ın atıfta bulunduğu İncil, Hz. İsa'ya indirilen ve çağdaşlarınca, Arapçalaştırılmış şekliyle İncîl kelimesinin de kökeni olan Yunanca Evangelion (Müjdeli Haber) terimi ile adlandırılan, o günden beri kayıp orijinal vahye işaret etmektedir. Bunun, Sinoptik İnciller'in (Synoptic Gospels) çoğu malzemesinin ve Hz. İsa'ya izafe edilen bazı öğretilerin kaynağı olduğu söylenebilir. Onun kaybolmuş ve unutulmuş olduğu gerçeğine Kur’an'ın 5:14. ayetinde değinilmektedir. Yukarıda furkân'ı “doğruyla eğriyi birbirinden ayırd etmeye yarayan gerçeklik bilgisi” olarak çevirmem konusunda ayrıca bkz. 2: 53'deki benzer ifade ile ilgili not 38.
5 Yukarıdaki pasaj, Kur’an'ın anlaşılmasında bir anahtar olarak görülebilir. Taberî, âyâtun muhkemâtun (“açık ve kesin hükümlü mesajlar”) ifadesini, fukahânın ve dilbilimcilerin nass olarak tarif ettikleri şey, yani, ifade tarzları itibariyle açık ve açıklayıcı (zâhir) olan emir ve beyanlar (karş. Lisânu'l-‘Arab, nass maddesi) ile özdeş görür. Sonuçta Taberî, yalnızca Kur’an'ın birden fazla yorumu kabul etmeyen emir ve beyanlarını muhkem ayet sayar (ki bu, tabiatıyla, belli bir muhkem âyet'in anlam ve sonuçları konusundaki görüş farklılıklarını dışlamaz). Ancak bana göre, yukarıdaki tanıma uymayan herhangi bir Kur’an pasajını müteşâbih (allegorical) olarak görmek, çok dogmatik bir düşünce tarzı olur. Çünkü Kur’an'da, birden çok yoruma müsait olduğu halde, müteşâbih olmayan birçok ifade/beyan vardır -tıpkı, müteşâbih ifade tarzlarına rağmen, araştırıcı akla tek bir anlam ilham eden pek çok ibare ve pasaj bulunduğu gibi. Bu sebeple, müteşâbih âyetler, mecazî olarak ifade edilen ve doğrudan birçok kelime ile anlatılma yerine istiâre yoluyla işaret edilen anlamı yansıtan Kur’an pasajları olarak tanımlanabilir. Muhkem âyetler, “ilahî kelâmın özü” (ummu'l-kitâb) olarak tanımlanmıştır. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana ilkeleri ve özellikle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. İşte müteşâbih âyetler, ancak bu açık şekilde ifade edilen ilkeler ışığında doğru olarak yorumlanabilirler. (Kur’an'daki sembolizm ve müteşabihat konusu ile ilgili daha detaylı bir tartışma için bkz. Ek I.)
6 Burada işaret edilen karışıklık, müteşâbih (allegorical) bölümleri “keyfî şekilde yorumlama”nın bir sonucudur (Zemahşerî).
7 Lafzen, “ona”.
8 İlk müfessirlerin çoğuna göre, bu, ğayb kategorisine, yani, insan kavrayışının ve tahayyülünün ötesindeki gerçeklik alanına giren ve bu yüzden müteşâbih (allegorical) terimler dışındaki bir yolla insana anlatılamayan metafizik konulara -mesela, Allah'ın sıfatları, zaman ve sonsuzluğun kesin anlamı, ölünün yeniden dirilmesi, Hesap Günü, cennet ve cehennem, melek olarak tanımlanan varlıkların veya güçlerin mahiyeti vb.- değinen müteşâbih pasajların yorumuna işaret etmektedir. Ancak klasik müfessirlerin bu görüşünün, metafizik konularla ilgili olmadıkları halde maksadı ve ifade tarzı tamamiyle müteşabih olan birçok Kur’an pasajını dikkate almadığı görülür. Bana göre, bu şekildeki müteşabihatın mahiyetine ve fonksiyonuna gerekli dikkat gösterilmeden yukarıdaki pasajın doğru şekilde anlaşılması mümkün olmaz. Gerçek bir müteşabih, doğrudan ve açık terimlerle aynı kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden farklı olarak, karmaşıklığından dolayı doğrudan ve açık terimler yahut önermelerle yeterli biçimde ifade edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir “ifadeler” demeti olarak değil de genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi yoluyla kavranabilen şeyleri mecazî bir şekilde ifade etmeyi kapsar: Ve sanıyorum, “Allah'tan başka kimse onun kesin anlamını bilemez” ibaresinin anlamı budur.
9 Bunun, genellikle, Hicret'ten sonra 2. Ramazan'ın üçüncü haftasında Hz. Peygamber'in yönettiği üçyüz küsur zayıf teçhizatlı Müslümanın hemen hemen bin asker, yediyüz deve ve yüz atlıdan oluşan iyi donatılmış Mekke ordusunu kesin bir bozguna uğrattığı Bedir Savaşı'na bir îma olduğu var sayılır. Bedir Savaşı, putperest Kureyş ile genç Medine Müslüman toplumu arasındaki ilk açık çatışmadır. Bununla birlikte, bazı müfessirlere göre (mesela, Menâr III, 234) yukarıdaki Kur’an pasajı genel bir muhtevaya sahiptir ve tarihte sıkça şahit olunan bir olaya -yani, sayıca az ve zayıf donanımlı olan, ama dâvâlarının haklılığına olan güçlü bir inançla dopdolu bir grup insanın, benzer bir inançtan yoksun, sayıca ve maddî bakımdan üstün düşmana karşı zafer kazanmasına- işaret etmektedir. Bu ayette, müminlerin “kendi sayılarının iki katı” büyüklüğündeki (oysa, Bedir Savaşı'nda, Kureyş müşrikleri Müslümanlardan üç kat fazla idiler) bir düşmanla karşılaştıklarından bahsedilmesi gerçeği, bu yoruma -özellikle, sonraki ayette maddî zenginliğe ve dünyevî güce yapılan atıf gözönüne alındığında- büyük önem kazandırır.
10 Bi'l-eshâr ifadesi, genellikle, “şafaktan önceki vakitte” veya sadece “şafaktan önce” anlamında alınır. Bu, Hz. Peygamber'in, birkaç sahih Hadis'de, müminlere, gecenin son kısmını ve özellikle şafaktan kısa bir müddet önceki vakti yoğun ibadete tahsis etmeleri şeklindeki tavsiyesine uygundur. Ancak eshâr'ın tekili olan seher (sehr veya suhr diye de telaffuz edilir) kelimesi, “şafaktan önceki vakit”i gösterirken, aynı zamanda, -seher ve suhur telaffuzu ile- “kalbin nüvesi/özü”, “kalbin en iç/derunî kesimi” veya sadece “kalp” anlamına da gelir (karş. Lisânu'l-‘Arab, ayrıca Lane IV, 1316). Bence, yukarıdaki Kur’an ayeti -ve aynı zamanda 51:18. ayet- bağlamında, bu sonuncu çevirinin alışılmış anlayış biçimine tercih edilebileceği açıktır. Çünkü, şafaktan önceki ibadetin değeri üzerinde Hz. Peygamber tarafından durulmasına rağmen, Kur’an'ın, affedilmek için ibadete başvurmayı günün belli bir vaktine bağlamış olması pek makul görünmemektedir.
11 Lafzen, “şahitlik yapar” -yani, bilinçli bir planlayıcı, düzenleyici güç tarafından var edildiğini açık şekilde gösteren yaratılmışlar dünyası aracılığıyla.
12 Klasik müfessirlerin çoğu, burada kasdedilen halkın, Kitâb-ı Mukaddes'e veya onun bir bölümüne tâbi olan insanlar -yani, Yahudiler ve Hristiyanlar- olduğu görüşündedirler. Ancak, yukarıdaki pasajın daha geniş bir muhteva taşıması ve (dünya) görüşlerini, bir kısmı tahrif edilmiş, bir kısmı da tamamen ortadan kaybolmuş bulunan bir vahiy üzerine bina eden tüm toplulukları kapsamış olması kuvvetle muhtemeldir.
13 Yani, bütün bu topluluklar, ilk başta Allah'ın birliği akidesini kabul etmişler ve kişinin kendini O'na teslim etmesini (orijinal anlamıyla islâm) sahih dinin özü olarak görmüşlerdi. Onların sonraki ihtilafları, mezhep/fırka saplantısının ve birbirini dışlamanın sonucudur.
14 Râzî'ye göre bu ifade (ümmiyyîn) kendilerine vahyedilmiş belli bir kitabı olmayan toplumlara işaret etmektedir.
15 Bkz. sure 2, not 48.
16 Lafzen, “aralarındaki [tüm ihtilaflar] hakkında hüküm vermesi için” -burada kasdedilen Allah kelâmı, Tevrat'tır.
17 Karş. 2:80 ve ilgili not.
18 Lafzen, “uydurmayı âdet edindikleri [şeyler], onları inançlarından saptırmıştır”.
19 Yani, bu “hakikat inkarcıları”nın çıkarları ile müminlerin çıkarlarının çatıştığı durumlarda (Menâr III, 278). “Dostlar” (evliyâ’) teriminin daha geniş kapsamlı anlam îmaları hk. bkz. 4:139 ve ilgili not.
20 Lafzen, “korkulacak bir şeyden dolayı onlardan korkmanız hali müstesna”. Zemahşerî, bu ibareyi, “sakınılması gereken bazı şeyleri yapabileceklerinden korkmanız için yeterli sebep bulunmadıkça” şeklinde açıklar -bu (ayet), “hakikati inkar edenler”in Müslümanlardan daha güçlü olduğu ve bu nedenle, politik yahut ahlakî anlamda kendilerine “dost” olmadıkça Müslümanlara zarar verebilecek konumda bulundukları durumlara işaret etmektedir.
21 Lafzen, “göğüslerinizdekileri”. Bu, bir Müslüman grubunun veya gücünün, diğer Müslümanlara tercihen veya onların meşru çıkarlarına karşı “hakikati inkara şartlanmış olanlar” ile ittifak oluşturma kararlarının altındaki gerçek sâiklere bir işarettir.
22 Lafzen, “birbirlerinin soyundan” -sadece sözkonusu peygamberlerin fiziksel nesebine değil, ama aynı zamanda, bu peygamberlerin hepsinin birbirlerine manevî açıdan bağlı bulundukları ve aynı biricik temel hakikate inandıkları gerçeğine îma (Taberî). Böylece, yukarıdaki pasaj, Allah'ın rızasını kazanmayı seçilmiş elçilerine itaate bağlayan 31-32. ayetlerin mantıkî bir sonucudur. Bu cümlede yer alan isimler, sonuç olarak Kur’an'da zikredilen bütün peygamberleri içine alır; çünkü onların çoğu, bu atalardan ikisinin veya daha fazlasının soyundan gelir. İmran Ailesi, İmran'ın (Kitâb-ı Mukaddes'deki Amram) çocukları olan Hz. Musa'yı ve Harun'u, İsrailliler arasındaki din adamları zümresinin içinden çıktığı Hz. Harun'un soyunu, dolayısıyla hem annesi hem de babası aynı soydan gelen Hz. Yahya'yı (karş. Hz. Yahya'nın annesi Elizabet'ten “Harun'un kızları”ndan biri olarak söz eden Luka i, 5) ve Hz. İsa'yı -ki Hz. Yahya'nın yakın akrabası olan annesi Hz. Meryem'den Kur’an'ın başka bir yerinde (19:28) “Harun'un kız kardeşi” olarak söz edilmektedir- kapsar: Her iki halde de, bir şahsın veya bir halkın ismini tanınmış bir aileye atfetme şeklindeki eski Sâmî âdeti sergilenmektedir. İmrân ailesine yapılan bu atıf, Hz. Zekeriya, Yahya, Meryem ve İsa'nın kıssalarına başlangıç görevi görmektedir.
23 Bu ibareyi hemen arkasından gelen pasaj ile birleştirmemin gerekçesi, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından ileri sürülen yorum ile uyumludur (bkz. Menâr III, 289).
24 Lafzen, “onu (müennes halde)” -çocuğun kız olduğuna işaret.
25 Lafzen, “ve erkeğin kadın gibi olmadığını” [veya “olamayacağını”]. Zemahşerî, bu sözleri, Allah'ın ilmi ile ilgili cümleciğin bir kısmını teşkil edecek şekilde okur ve şöyle yorumlar: “Kavuşmak için dua ettiği erkek [çocuk], kendisine bağışlanan kız gibi olmayabilirdi” -ki bu ifade, Hz. Meryem'in üstünlüğünün annesinin umduğunun çok ötesinde olduğuna işaret eder.
26 Bu surenin 44. ayetinden açıkça anlaşılacağı gibi, annesinin vaadinden dolayı Mâbed'in hizmetine adanacak olan bu kızın sorumluluğunu hangi din adamının üstleneceğine karar vermek için yapılan kur’a çekimi ile Hz. Meryem'in himayesi, sadece akrabası değil ama aynı zamanda Mâbed'e bağlı bir din adamı olan Hz. Zekeriya'ya tevdî edilmişti (Taberî).
27 Müfessirlerin çoğu tarafından bu çerçevede nakledilmiş olan bütün menkıbelere rağmen, ne Kur’an'da, ne de herhangi bir sahih Hadis'de bu rızkın mucizevî bir kaynaktan geldiğine dair hiçbir işaret yoktur. Diğer taraftan Taberî, Hz. Zekeriya'nın yaşlanıp Hz. Meryem'i kendi imkanlarıyla destekleyemez hale gelmesi üzerine toplumun, üyelerinden biri vasıtasıyla bu sorumluluğu yüklenmeye karar verdiği ve bu kişinin Hz. Meryem'e günlük yiyecek taşıdığı şeklinde bir kıssa nakleder. Bu rivayet doğru olsun ya da olmasın, Hz. Meryem'in Hz. Zekeriya'ya cevabı, onun asıl Rızık Verici olarak Allah'a karşı duyduğu derin sorumluluk bilincini yansıtır.
28 Kelime ifadesinin Kur’an'da çoğunlukla Allah'tan bir tebliğ, yahut Allah'ın iradesinin bir tezahürü veya O'nun vaadi anlamında kullanıldığı (ör. 4:171, 6:34 ve 115, 10:64, 18:27 vb.) gerçeği gözönüne alındığında, yukarıdaki pasajda da, Hz. Yahya'nın (İnciller'de “Vaftizci Yahya” olarak tanımlanır) doğumu ile teyid edilen “Allah'ın Sözü”nün vahiy aracılığıyla yapılan ilahî bir vaad'e işaret ettiği sonucuna varırız: Bu yorum, aslında, H. 2. asırda yaşamış ve çabalarının çoğunu Arap dilindeki emsalsiz ifadeleri incelemeye adamış olan meşhur dil bilgini Ebû ‘Ubeyde Ma‘mer b. el-Müsennâ tarafından benimsenen bir yorumdur. Onun bu bağlamda kelime'yi kitâb (“vahiy” veya “ilahî kelâm”) ile tanımlamasını, Râzî bu ayet ile ilgili yorumunda nakleder. Bu yorum, Hz. İsa'nın doğumu konusunda Hz. Meryem'e iletilen benzer bir tebliğdeki kullanıma da uygundur (bkz. bu surenin 45. ayeti).
29 Ebû Müslim'e göre (Râzî tarafından kabul görerek nakledilmiştir), Hz. Zekeriya'ya sadece üç gün süresince hiç kimse ile konuşmaması emredilmişti. Yoksa, Yeni Ahid'in (Luka i, 20-22) rivayetindeki gibi, dilsiz kılınmış değildi: O halde, kasdedilen “işaret sırf manevî niteliklidir ve Hz. Zekeriya'nın kendini tamamiyle ibadete ve tefekküre adamasında ifadesini bulmaktadır.
30 Hz. Peygamber'e seslenen bu ara pasaj, Kur’an'da anlatılan Hz. Meryem kıssasının vahyin doğrudan bir ürünü olduğu ve bu yüzden, Hristiyanlarca güvenilir sayılan metinlerdeki şekli ile buradaki şekli arasındaki bütün farklılıklara rağmen özünde doğru olduğu gerçeğini vurgulamayı amaçlar (Muhammed Abduh, Menâr III, 301).
31 Bkz. yukarıdaki 26. not. Yukarıda “kur’a ile” diye çevrilen ibare, lafzî olarak “kamışlarını atarak” anlamına gelmektedir -muhtemelen, İslam öncesi Araplarca uygulanan ve Lane III, 1247'de ayrıntılı biçimde izah edilen, kör oklarla fal açmaya benzer eski bir Sâmî âdetine işaret. “Onlar” zamiri, Hz. Zekeriya'nın da içinde bulunduğu din adamları zümresine râcidir.
32 Lafzen, “ismi Mesîh olacak”. Mesih formu, İbranice mâhsîah'dan türetilmiş olan Ârâmîcede'ki meşîhâ'nın Arapçalaştırılmış şeklidir -tahta çıkışları Tapınaktan alınan kutsal bir yağ sürülerek takdis edilen İbrani kralları için Kitâb-ı Mukaddes'de çok sık kullanılan bir terim. Bu yağ ile meshetme âdeti Yahudiler arasında o kadar önemli bir ayin haline gelmişti ki, “mesih” terimi, zaman içinde “kral” ile eş anlamlı olmaya başlamıştı. Bu terimin Hz. İsa için kullanılması, o'nun doğrudan -ve elbette meşru olarak- Hz. Davud soyundan geldiğine dair çağdaşları arasında yaygın olan bir kanaatten (ki bu konudaki atıflara Sinoptik İnciller'in muhtelif yerlerinde rastlanır) ileri gelmiş olabilir. (Ayrıca bunun, Hz. İsa'nın anne tarafı ile bir ilgisi bulunduğu söylenemez. Çünkü Hz. Meryem, Hz. Harun soyundan ve dolayısıyla Levi kabilesinden gelen din adamları sınıfına mensup olduğu halde Hz. Davud, Yuda kabilesine mensup idi.) Tarihî şartlar ne olursa olsun, onurlu bir sıfat olan “Mesih” sıfatının Hz. İsa'ya hayatta olduğu dönemde verildiği aşikardır. Şimdi ortada bulunmayan Ârâmîce aslından kaynaklandıkları şüphesiz olan İnciller'in Yunanca çevirilerinde bu sıfat, doğru olarak, Christos (Yunanca chriein, “meshetmek”, fiilinden türetilmiş bir isim) diye çevrilmiştir. Ve işte bu şekliyle -“the Christ”- Mesih sıfatı bütün Batı dillerinde geçerlilik kazandığı için ben de bu terimi kullanmayı tercih ettim.
33 Hz. İsa'ya çok küçük yaştan itibaren ilham kaynağı olan peygamberce bilgeliğe mecazî bir işaret. Mine'l-mukarrabîn (yani, Allah'ın “en yakınları”) ibaresi ile ilgili olarak cennet ehlinin en mükemmellerinin bu şekilde tanımlandıkları 56:11'e bkz.
34 Bkz. 19:16-22 ve ilgili notlar. Yukarıda Hz. Meryem'e [bir meleğin ağzından] söylenen sözler ve daha önce Hz. Zekeriya'ya söylenen benzer sözler (yukarıdaki 39-40. ayetler) ile, Allah'ın sınırsız yaratma gücü -özellikle, her iki halde, Allah'ın iradesinin bizâtihî tezahür edeceği şartları oluşturma kudreti- ve böylece, konuşmaların yapıldığı sırada ne kadar imkansız ve beklenmez görünse de, herhangi bir olayı meydana getirebilme gücü vurgulanmaktadır.
35 Lafzen, “ona”.
36 Bundan sonraki pasaj -51. ayetin sonuna kadar olan bölüm- iki şekilde anlaşılabilir: Ya, Hz. Meryem'e söylenenlerin bir parçası olarak (o'nun -Hz. İsa'nın- gelecekte böyle konuşacağı anlamında), yahut da daha sonraki bir zamanda İsrailoğulları'na gerçekten söylediği ifadeler şeklinde. 52. ayet ve sonrasında benimsenen tahkiye biçimi gözönüne alındığında, bu iki şıktan ikincisinin daha tercihe şayan olduğu görülür.
37 Lafzen, “kuş (tayr) şeklindeki (bir şey): ve sonra ona üfleyeceğim ... ki bir kuş olsun” (yahut, “... bir kuş olur”). Tayr ismi, tâir'in (“uçan mahluk” veya “uçan kuş”) çoğuludur veya târa (uçtu) fiilinden türetilen bir masdar-isim'dir (“uçuş”). Hem İslam'dan önceki kullanımında hem de Kur’an'daki kullanımıyla tâir ve tayr kelimeleri, çoğunlukla, iyi ya da kötü olmasına bakılmaksızın, genel anlamda “kader”i veya “talih”i ifade eder (mesela, 7:131, 27:47 veya 36:19 ve daha açık şekilde 17:13). Tayr ve tâir'in bu deyimsel kullanımının birçok örneğine bütün muteber Arapça sözlüklerinde rastlanır: ayrıca bkz. Lane V, 1904 vd. Böylece Hz. İsa, kendisinin çok sevdiği teşbih üslubuyla, İsrailoğulları'na, hayatlarının sade balçığından kendileri için yükselen bir kader tasarımı geliştireceğini ve Allah'tan kendisine gelen ilhamla hayata geçirilen bu tasarımın, Allah'ın izniyle ve imanlarının gücü ile (ki buna ayetin sonunda işaret edilmiştir) onların gerçek kaderi olacağını îmâen ifade etmiştir.
38 Hz. İsa'nın “ölüleri yeniden hayata döndürme”si, muhtemelen, ruhen ölmüş olan topluma yeniden hayat verişinin mecazî ifadesidir; karş. 6:122 - “[ruhen] ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse - [o kimse] hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içinde [gömülüp kalmış] biri gibi olur mu?” Eğer -benim de benimsediğim- bu yorum doğruysa, o zaman, “körleri ve cüzamlıları iyileştirme” de benzeri bir anlam kazanır: yani, ruhen hasta ve hakikate karşı kör olan insanların derunî olarak yeniden yaratılmaları.
39 Yani, “hangi güzel şeylerden bu dünyada yararlanabilirsiniz ve hangi güzel davranışları da öteki dünya için bir hazine olarak saklamalısınız”.
40 Lafzen “...elimde kalan her şeyin”: bir açıklama için bkz. bu surenin 3. ayetiyle ilgili not 3.
41 Bu, Hz. İsa'nın, halkının çoğunluğundan ve özellikle Ferisîlerden gelen bir muhalefet ile karşılaştığı daha sonraki döneme aittir.
42 Havâriyyûn (tekili: havârî) Kur’an'da Hz. İsa'nın bağlıları için kullanılan bir ünvandır. Bu terime (“beyazlık” anlamına gelen havar'dan türetilmiştir) birçok müfessir tarafından, “yıkayarak elbisesini beyazlatan kişi”den (çünkü, rivayete göre, Hz. İsa'nın müritlerinden bazısının işi buydu) “beyaz elbiseler giyen kişi”ye veya “kalbi beyaz (yani, temiz) olan kişi”ye (karş. Taberî, Râzî, İbni Kesîr) kadar değişen birçok anlam verilmiştir. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki havârî terimi, Hz. İsa zamanında ve belki o'nun da mensubu bulunduğu Filistin'de yaşayan dinî bir Yahudi grubu olan Essene Kardeşliği'ne mensubiyeti göstermek için kullanılmıştır -ve son zamanlarda keşfedilen Ölü Deniz Kitabeleri'nin sağladığı deliller de bu görüşü desteklemektedir. Essenîler, ahlakî safiyet sahibi olma ve fedakarca davranma gereğini vurgulamaları ile temayüz etmişlerdi ve inançlarının zahirî bir işareti olarak daima beyaz elbiseler giyerlerdi. Bu, onlara neden bu adın verildiğini tatmin edici şekilde açıklamaktadır. Hz. Peygamber'in, bir defasında, “Her peygamberin havârîleri vardır” (Buhârî ve Müslim) demiş olduğu gerçeği, yukarıdaki görüş ile çelişmez. Çünkü o, bu terimi mecazî anlamda, Hz. İsa'nın “Allah yolundaki yardımcıları”nı kasdederek kullanmıştır.
43 Lafzen, “bizi ... ile yaz” veya “... ile kaydet”. Ancak unutulmamalıdır ki ketebe fiili, aynı zamanda, “bir araya getirdi” veya “birbirine çekti” anlamına gelmektedir. Bu yüzden, kâtibeh ismi, bir araya gelmiş “bir insan grubu” olarak anlaşılmalıdır.
44 Lafzen, “entrika çevirdiler” -burada Yahudiler arasında Hz. İsa'yı bir peygamber olarak kabul etmeyi reddeden ve o'nu yok etmeye çalışan kimselere işaret edilmektedir.
45 Bu, Hz. İsa'ya saygı gösterenlere (yani, o'nu “Allah'ın oğlu” olarak gören Hristiyanlar ile bir peygamber olarak kabul eden Müslümanlara) olduğu kadar o'nu tamamen reddedenlere de işaret eder. Allah'ın, Hz. İsa'ya, “Seni katıma yücelteceğim” vaadi ile ilgili olarak bkz. sure 4, not 172.
46 Lafzen, “Bunu sana mesajlardan ve hikmetli haberlerden iletiyoruz”. Bu “mesaj” ifadesi, bana göre, belli bir mesaj -yani, bu cümlenin hemen ardından gelen mesaj- anlamını taşımaktadır.
47 Lafzen, “İsa'nın misali, Âdem'in misali gibidir...” Mesel ifadesi (ki, yukarıda “durum” olarak çevrilmiştir), çoğunlukla, mecazî olarak bir şahsın veya şeyin içinde bulunduğu hali veya şartları göstermek için kullanılır ve bu anlamda -müfessirlerin işaret ettikleri gibi- sıfat (bir şeyin “mahiyet”i veya “tabiat”ı) kelimesi ile eş anlamlıdır. Metnin siyâk ve sibâkından açıkça anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki pasaj, Hz. İsa'nın uluhiyetine dayanan Hristiyanî doktrine karşı itirazın bir parçasıdır. Kur’an burada, diğer birkaç yerde olduğu gibi, Hz. İsa'nın Hz. Âdem -ki, bu bağlamda bütün insan soyunu ifade etmektedir- gibi sadece “topraktan yaratılmış”, yani, toprağın üzerinde ve altında asal şekillerinde bulunan organik ve inorganik maddelerden yaratılmış bir ölümlü olduğu gerçeğini vurgular. Karş. ayrıca Kur’an'ın bütün insanlardan “topraktan yaratılmış” olarak söz ettiği 18:37, 22:5, 30:20, 35:11 ve 40:67. ayetler. “Âdem”in burada insan soyunu temsil etmiş olması, bu cümlenin son kelimesinde geniş zaman kipinin kullanılması ile vurgulanmıştır.
48 Yani, Hz. İsa'nın gerçek kimliği konusunda. Bütün muteber kaynaklara göre bu surenin 59-63. ayetleri, H. 10. yılda, bütün Hristiyanlar gibi, Hz. İsa'nın “Allah'ın oğlu” ve dolayısıyla insan suretindeki Allah olduğunu iddia eden Necrân Hristiyanlarından bir heyet ile Hz. Peygamber arasındaki bir tartışma dolayısıyla nazil olmuştur. Onlar, Hz. Peygamber tarafından kendilerine teklif edilen “namaz yoluyla sınanma”yı (mübâhele) reddettikleri halde Hz. Peygamber, kendileri ile tüm medenî haklarını kullanabilmelerini ve dinlerini serbestçe uygulayabilmelerini garanti eden bir anlaşma yaptı.
49 Lafzen, “sizinle bizim aramızda adil (olan) bir kelimeye”. Esas anlamı “kelime” veya “söz” olan kelimeh terimi, çoğunlukla felsefî olarak “öneri” veya “ilke” anlamında kullanılır.
50 Lafzen, “Allah'ın yanısıra başka birini rabler olarak kabul etmeyeceğiz”. “Biz” şahıs zamiri, burada bariz bir şekilde insanoğlu için kullanıldığından “başka biri” ifadesi, zorunlu olarak aynı anlama gelir. Daha geniş anlamıyla yukarıdaki çağrı, sadece Hz. İsa'ya tam bir uluhiyet ve azîzlerine de o'nun belli bazı özelliklerini atfeden Hristiyanları değil, aynı zamanda Üzeyr'e (Ezra) ve hatta bazı büyük Talmud bilginlerine yarı tanrısal bir otorite izafe eden Yahudileri de kapsar (karş. 9:30-31).
51 Yani, o'nun uyguladığı ilkelerin, Tevrat'ı Allah'ın mutlak kanunu olarak gören Yahudi itikadının mı, yoksa birçok konuda bu itikat ile çelişen Hristiyan itikadının mı ilkeleri olduğu konusunda.
52 Yani, Hz. İbrahim'in gerçek inancının ne olduğu konusunda. “Bilginiz olan şeyler” ibaresi, Tevrat'ın ve İnciller'in halen yaşayan nüshalarına dayanan birçok öğretinin Kur’an'ın öğretileriyle çeliştiği gerçeği konusundaki bilgilerine işarettir (Râzî).
53 Lafzen, “Kendiniz [bizzat] şahitlik yaptığınız halde”: Peygamber Muhammed (s)'in zuhuruna dair Kitâb-ı Mukaddes'in verdiği gaybî müjdeye işaret.
54 Müfessirlerin çoğunluğu, bazı tâbi‘ûn (yani, Hz. Peygamber'in Ashâbı'ndan sonra gelen nesil) arasında revaçta olan görüşlerden hareketle bu pasajı şöyle anlarlar: “Muhammed'e vahyedilene iman ettiğinizi günün başında inananlara ilan edin, [onun/(günün)] geri kalan kısmında ise onu tekrar inkar edin.” Bu yorum, yukarıdaki ayetin atıfta bulunduğu, Müslümanları şaşırtmaya yönelik Yahudi-Hristiyan girişimlerinin Kur’an mesajına önce inanıp ardından inanmadıklarını ilan etmeleri şeklinde ortaya çıktığına işaret eder. Diğer taraftan, benim kabul ettiğim (ve bu ayet ile ilgili yorumunda Râzî'nin naklettiği el-Esam'ın görüşüyle desteklenen) çeviri, Yahudi ve Hristiyanların, Kur’an'ın ilk vahyedilen bölümünde (“günün başında vahyedilen”de) “birazcık hakikat” olduğunu gönülsüz de olsa kabul etmek suretiyle, ama Kitâb-ı Mukaddes'deki bazı öğretilere açıkça ters düştüğü için onun sonraki kısımlarını kesin biçimde reddederek bu amaca ulaşmayı ümit edebileceklerine ve etmekte olduklarına işaret eder.
55 Bu ifade, kendi kitaplarının bazı kısımlarıyla çeliştiği için Kur’an mesajını kabul etmeye yanaşmayan Yahudi ve Hristiyanlara işaret eder.
56 Bu bağlamda fazl (“lütuf”) terimi, ilahî vahyin bahşedilmesi ile eş anlamlıdır.
57 Lafzen, “bu böyledir, çünkü ... derler”. Kâle fiili (lafzen, “dedi”), Arapça'da çoğu zaman “iddia etti” veya “bir görüş belirtti” anlamında kullanılır. Hz. Peygamber'in birçok Hadisi'nden de anlaşıldığı gibi, burada kasdedilen insanlar Yahudilerdir.
58 Yani, kendi kitaplarının böyle bir iddiaya hiçbir temel sağlamadığını çok iyi bildikleri halde, haksız olarak, Allah'ın kendilerini Yahudi-olmayanlara (“kitap ile ilgisi olmayan halk” şeklinde küçümsedikleri insanlara) karşı her türlü ahlakî sorumluluktan muaf tuttuğunu iddia ederler.
59 Bazı müfessirler, ‘ahdihî'deki şahıs zamirini burada sözü edilen kişi veya kişilere ircâ ederler ve bu nedenle de ‘ahd'i “vaad etme” anlamında alırlar -böylece, “vaadini yerine getiren[e gelince]...” şeklinde anlarlar. Ancak bir sonraki ayetten açıkça anlaşılacağı gibi, ‘ahdihî'deki zamir Allah'a râcidir. Sonuçta bu ibare, ya “O'na karşı sorumluluklarını yerine getirenler”, yahut “O'na karşı taahhütlerine sadık olanlar” şeklinde çevrilmelidir -ki, ikincisi bana göre daha tercihe şayandır. (İnsanın “Allah'a karşı taahhüdü”nün anlamı için bkz. sure 2, not 19.)
60 Müfessirlerin çoğu, bunun, özellikle Kur’an'da sık sık Eski Ahid'i kasden tahrif etmekle itham edilen Yahudilere işaret ettiğini var sayarlar. Ancak sonraki iki ayet, bariz şekilde Hz. İsa'ya ve Hristiyanların Hz. İsa'nın tabiatı ve misyonu hakkındaki yanlış inançlarına atıfta bulunduğundan, bu pasajda hem Yahudilerin hem de Hristiyanların kasdedildiği sonucunu çıkarabiliriz. Bundan dolayı, bu cümlede üç defa geçen el-kitâb terimi, burada “Kitâb-ı Mukaddes” olarak çevrilmiştir. Muhammed Abduh'a göre (Menâr III, 345), yukarıda sözü geçen Kitâb-ı Mukaddes'in tahrifi, mutlaka metnin çarpıtılmasını gerektirmez: bu tahrifat, aynı zamanda, “bir ibareye, orijinal olarak kasdedilen anlamdan başka bir anlam yüklemek”le de gerçekleştirilebilir. Abduh, İnciller'de Allah'a atfen “Babam” teriminin mecazî kullanımını örnek olarak verir ki bu terim ile, Rabb'in Duası'ndan açıkça anlaşılacağı gibi, bütün insanlığın “Baba”sı, yani, Yaratıcısı ve Rabbi kasdedilmiştir. Ancak, Hz. İsa'ya tâbi olduklarını iddia edenlerden bazıları, daha sonra bu ibareyi mecazî bağlamından kopardılar ve “onu yalnızca Hz. İsa ile ilgili olan pozitif gerçeklik alanına aktardılar”: ve böylece o'nun, lafzî anlamda “Allah'ın oğlu”, yani, insan şeklinde tecessüm etmiş ilah olduğu düşüncesine geçerlilik kazandırdılar.