9 Mayıs 2007 Çarşamba

MAİDE SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Maide Sûresi, Akitler/Sözleşmeler Sûresi olarak da isimlendirilir. Bu sonuncu isimlendirme, sûrenin geniş ve kapsamlı konusuna daha fazla işaret eder. Birinci isimlendirme olan Mâide ismi ise, Havarilerin Hz. İsâ (a.s.)'dan, kendilerinin yiyebilecekleri ve insanları müjdeleyebilecekleri gökten bir sofra indirme teklifine işaret etmektedir. Aslında bu, insanı dehşete düşüren bir tekliftir. Ancak Yüce Allah (c.c), elçisini desteklemek ve O (a.s.)'nun peygamberliğinin doğruluğunu bildirmek için bu teklifi kabul etmiştir. Mâide/Sofra kıssası, sûrenin sadece dört âyetinde geçmesine rağmen, Akitler/Sözleşmelerle ilgili hükümler sûrenin büyük bir bölümünü işgal etmektedir.

Bu güzel sûrede nidaların çokluğu dikkat çekmektedir. Öncelikle "iman edenler'^ yapılan tam onaltı nidanın bulunduğunu görüyoruz. Şöyle ki;

"Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getiriniz " (Mâide, 5/1)

"Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu) işaretlere (...) saygısızlık etmeyiniz..." (Mâide, 5/2)

"Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi (...) yıkayınız..." (Mâide, 5/6)

"Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenlerden olunuz..." (Mâide, 5/8)

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız..." (Mâide, 5/11)

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya yol/vesile arayın..." (Mâide, 5/35)

"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar/veliler edinmeyin..." (Mâide, 5/51)

Mâide Sûresi • 85

Kuı'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, hem kendisinin onları sevdiği hem de onların kendisini sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı ise onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir..." (Mâide, 5/54)

"Ey iman edenler! Sizden Önce Kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri dostlar edinmeyin..." (Mâide, 5/57)

"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve haddi aşmayın..." (Mâide, 5/87)

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar/putlar, fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz," (Mâide, 5/90}

"Ey iman edenler! Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin..." (Mâide, 5/94)

"Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin..." (Mâide, 5/95)

"Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın..." (Mâide, 5/101)

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz sürece sapan kimse size zarar veremez..." (Mâide, 5/105)

"Ey iman edenler! Birinize ölüm gelince, vasiyet sırasında, içinizden iki adil kişi aranızda şahitlik etsin..." (Mâide, 5/106)

Yine bu sûrede, risâletİn niteliği ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.v.)'e özgü iki nida vardır:

"Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "inandık" diyen kimseler
den ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin " (Mâide, 5/41)

"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır....." (Mâide, 5/67)

Bazıları doğrudan doğruya, bazıları da Hz. Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla olmak üzere tam beş çağrı da Ehl-i Kitab'a vardır;

"Ey Ehl-i Kitap! Resulümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçoğundan da vazgeçiyor..." (Mâide, 5/15)

"Ey Ehl-i Kitap! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki, "Bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi" demeye-siniz. İşte size müjdeci ve uyarıcı gelmiştir...." (Mâide, 5/19)

86 • Mâide Sûresi

Munammea oazaiı

"De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Yalnızca Allah'a, bize indirilene ve daha önce indi
rilene inandığımız için mî bizden hoşlanmıyorsunuz? " (Mâide, 5/59)

"De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın " (Mâide,

5/77)

"De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size indirileni
hakkıyla uygulamadıkça doğru bir yol Üzere değilsiniz " (Mâide, 5/68)

Bu nidaları öyle bilgiler, ışık parıltıları, talimatlar ve yönlendirmeler takip etmektedir ki, Allah (c.c.)'ın emrini yerine getirebilmesi ve O (c.c.)'nun yolu üzere dosdoğru yürüyebilmesi için tüm toplumların bunlara ihtiyacı vardır.

Kanun koyucu Allah (c.c), kendi emirlerini yerine getirmeyi ve yolu üzere dosdoğru yürümeyi, mutlaka yerine getirilmesi gereken gerçek akitler arasında saymaktadır. Baksanıza şu âyete; cihat, Allah (c.c.) ile kullar arasında yapılan bir sözleşme olarak nitelendirilmektedir: "Allah mü'mirilerden, canlarım ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır..." (Tevbe, 9/111)

Bu sûrede ise, namaz kılmadan önce, abdest almaları İçin mü'minlere bir çağrı vardır. Biraz ilerde göreceğimiz gibi, bizzat namaz İsrâiloğullan'ndan alınan sözün ilk maddesini oluşturmaktadır.

İslâm toplumunun oluşması için koyduğu öğretileri tek tek saydıktan sonra Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;

"Allah'ın size olan nimetini ve O'na verdiğiniz sözü hatırlayın. Hani 'İşittik ve itaat ettik* demiştiniz. Allah'tan korkun; çünkü Allah, kalplerin içindekini bilmektedir." (Mâide, 5/7)

Sıkı ilişkiler; tavizsiz yöntemler ve sağlam davranışlar gerektirir. Şairin kendi kendine söylediği şu sözleri bir düşünün;

Hayır, o benden Öyle sözler aldı ki, Sır olan bu sevgiyi, asla ifşa edemem!!

Artık sevgililer arasındaki bu sevgi bağı, bozulması asla düşünülemeyecek sağlam bir antlaşmaya dönüşmüştür! Öyleyse köle ile efendisi, kişi ile her nefsin ne kazandığını bilen yaratıcısı arasındaki ilişkinin nasıl olacağını varın siz düşünün.

£s\ £ .c ^ m çmrâft ^te\Vms&, toksmsv NaAvgjna. 4e\SVet eto tansıdan birisidir. İşte bu sûreninv MAt\er|Söz\eşme\«* sûresV o\ataV. ls\mYsnd\û\mesYmn «Varanında tüm bu hususiyetler mevcuttur.

Allah Teâlâ İslâm ümmetinden; sadece O (c.c.)'na iman etmeleri, O (c.c.)'nun

Mâide Sûresi • 87

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

için çalışmaları, O (c.c.)'nun dinine davet etmeleri ve insanların kendilerinden güzel örnekler edinebilecekleri ve dünya ve âhiret mutluluğunu öğrenebilecekleri örnek şahsiyetler olmaları hususunda sağlam söz almıştır. Aslında Müslümanlar bu konuda yeni bir şey icat etmiş bid'atçı kimseler değildirler. Zira Allah Teâlâ, İslâm ümmetinden de Önceki ümmetlerden de, kendi koyduğu doğru yolda gitmeleri ve emrettiği gibi yaşamaları hususunda sağlam sözler almıştır. İşte yüce Allah (c.c.)'m sözleri:

"Allah, İsrâiloğullan'ndan söz almıştı. İçlerinden oniki tane de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: 'Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, elçilerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin günahlarınızı bağışlarım ve sîzi zeminlerinden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu seçer ve nankörlük ederse doğru yoldan sapmış olur." (Mâide, 5/12)

İsrâiloğulları bu antlaşmanın şartlarını yerine getirmediler, aksine bu antlaşmayı bozdular ve sonradan gelenler de bu antlaşma bozma adetini öncekilerden devraldılar. İşte bu sebeple Yüce Allah (c.c.) onlara lanet etti ve kalplerim katılaştırdı. Katılaşmış bir kalp, Allah (c.c.)'tan en uzak olan şeydir. Tecrübelerim neticesinde gördüm ki, şeklî dindarlık ile gerçek dindarlık arasındaki fark; kalbin katılığı veya yumuşaklığıdır.

Karakter ve kişilikleri gereği bazı insanlar kaba ve katı kalpli oluyorlar. Eda etmeye çalıştıkları ibadetlerin şekli dahi onların bu kaba ve katı kalpliliklerini gizleyemiyor. İşte böyle insanlardan birisi bir gün benim yanımda bir hata işledi. Sonra doğrusunu öğrenmesine rağmen özür dilemeyi kendine yediremedi ve "keşke doğrusunu öğrenmeseydim" diye temennide bulundu.

İşte bu karakter ve kişilik bazı Haricilerde de vardı ki, onlar iman sahibi kimseleri kötü görürlerken kâfirlere karşı olağanüstü bir hoşgörü ve kolaylık gösteriyorlardı. Din ve dünyanın kurtuluşunun ancak AH b. Ebî Tâlab'i öldürmekle gerçekleşeceğini düşünen, bu sebeple onun kanını akıtmayı helal görerek öldüren ve böylece Allah (c.c.)'a yakınlaşacağını zanneden bir kimse hakkında, başka ne denilebilir ki?

Haricilerden bir grupla karşılaşıp da, kendilerinin hangi dinden olduklarını sorduklarında Vâsıl b. Ata ve arkadaşlarının, müşrik olduklarını (!) söylemek zorunda kaldıklarını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Zira Hariciler, şayet onların gerçek kimliklerini, yani Müslüman olduklarını bilselerdi, onları öldüreceklerdi. İşte bu sebeple dediler ki; "Bizler eman dileyen müşrikleriz." Böyle söylemelerinin sebebi ise, şu Ayet-i Kerîm'e gereğince kendilerine muamele edilmesi içindir: " Eğer müşriklerden biri senden eman/güvence dilerse, Allah'ın kelâmım işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır..." (Te.vbe, 9/6) Katı kalplilik, kendisinden yine O (c.c.)'na sığınabileceğimiz Allah (c.c.)'ın bir lanetidir.

88 ■ Mâide Sûresi

Muhammed Gazali

Yahudiler, insanların en çok katı kalpli olanlarıdır. Diğer topluluklarla geçirdikleri hayatları, kabalık ve insanlardan tecrit olma bakımından onların karakterlerinin bozukluğuna dair bir kanıttır. Bizler Müslümanları, onların ahlâklarından sakındırıyor ve onlara benzemenin yani Yahudileşmenin tehlikesini, korkunçluğunu şimdiden haber veriyoruz. Zira onların dindarlıklarının hiçbir faydası yoktur,

"Onlardan daima bir hainlik görürsün." (Mâide, 5/13) İşin ilginç yanı Allah (c.c.)'m bu Öğüdü şu şekilde bitirmesidir;

"Yine de sen onlan affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever." (Mâİde, 5/13)

Bu hususta varit olan tabir her ne kadar araştırmaya ve üzerinde düşünmeye sevk ediyorsa da Allah (c.c), Yahudilerden söz aldığı gibi Hıristİyanlardan da söz almıştır. Zira âyetlerin bağlamı, son dönemlerdeki Hıristiyanlarla, Hak Dîn sahibi Hz. İsâ (a.s.) ve havarileri arasındaki uçurumun büyüklüğüne işaret ediyor. Bu hususta Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

" 'Biz Hıristiyanlarız' diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine öğütlenen şeyden önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir." (Mâide, 5/14)

Hıristiyanlık tarihi, birçok kilise arasındaki süregelen ayrılıkların en doğru ve en gerçekçi şahididir. Avrupa, meydanlarını kanla dolduran birçok dinsel savaşı kesinlikle unutmayacaktır. Şimdilerde bu savaşlar sona ermiş gibi gözüküyor. Fakat tüm Avrupa'nın, dini, toplumsal hayattan uzaklaştıran ve devlete hakim olan laiklikle meşgul olmaları, her ne kadar hoşgörüsüzlüğün ve birbirlerinden nefret etmenin üzerini Örtmüş ve küllendirmiş gibi gözükse de, onların kalplerinin derinliklerindeki hoşgörüsüzlük ve birbirlerinden nefret etme hali hâlâ mevcuttur.

Bu ateşkesin ve sakinliğin geçici olduğu kanaatindeyiz. Aradaki düşmanlık bir gün mutlaka gün yüzüne çıkacaktır, çünkü bu düşmanlığın sebepleri hâlâ mevcuttur. Bu var olan düşmanlığın sebebi ise biraz önceki âyetin teyid ettiği hususlardır.

Gerçek şu ki, İslâm'dan başka hiçbir barış ve güvenlik yoktur ve kalpler hak din olan tek bir ilah düşüncesinde tekrar yapılanmadıkça insanların elleri kandan temiz-lenmeyecektir. O günkü muhatap topluma gerekli olan öğütleri bildiren şu âyetin anlamı işte bu barış ortamını ifâde etmektedir;

"...Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 5/15-16)

HSlde Süresi • 89

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Batıl yolda olan topluluklar paramparça oldukları zaman onları, Hak'tan başka hiçbir şey bir araya getiremez.

Allah (c.c.)'ın birliği, tüm insanlardan alınan en büyük sözdür. Bu sebeple hiçbir beşerin bu sözleşmeyi bozması veya buna karşı çıkması düşünülemez bile.

Buna rağmen bazı insanlar, tıpkı babası kendisinden uzaklarda yaşadığı halde onu bilmeyen ya da yanlış bir bilgiyle bilen ve bu sebeple de onun hakkında kötü zan besleyen ve kötü anlayış sahibi olan buluntu bir sokak çocuğu gibidirler. İşte Allah (c.c.)'tan başka ilahların olduğunu zannedenler de bu buluntu çocuğun haline benzerler.

Tüm semavi dinlerin sahipleri kendilerinin muvahhid olduklarını ısrarla bildiriyorlar. Gerçekte ise Hz. İsa (a.s.) ve O (a.s.)'nun getirdiği öğretilere göre Hıristiyanların konumunu, yoğun bir sis kaplamıştır. Onlar, tıpkı söyledikleri gibi tek olan Allah (c.c.)'a ibadet ediyorlarsa eğer, bu ibadette Hz. İsa (a.s.)'nm konumu nedir acaba?

Gerçekçi bir araştırma sonucunda şu açığa çıkıyor; Ya sanki Hz. İsa (a.s.), bu ibadet edilen tek ilahın arasına zorla ve izinsiz olarak girmiştir, ya da sanki O (a.s.), zap-tedilmesi mümkün olmayan büyük bir konuma sahip şahsiyettir.

Bu günlerde Kilise papazlarından, Allah (c.c.)'ın birliğine dair sözler işitiyoruz. Şayet doğru söylüyorlarsa o zaman Hz. İsâ (a.s.), hiçbir şüphe olmaksızın Allah (c.c.)'ın kuludur.

İşte bu husus beni, Muhammed Mâruf ed-Devâlîbî'nin açıkladığı belgeye daha ciddi ve sağlam bakmaya sevk etti. Zira ed-Devâlîbî elinde, Mesih'in Allah (c.c.)'ın kullarından bir kul olduğunu ve ulûhiyetle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını onaylayan Vatikan kaynaklı bir belge olduğunu açıklamıştır.

Kilisede yapılan bazı çalışmalardan sonra, yaklaşık olarak dört yıl önce, güvenilir insanlardan bazılarının da iştirakiyle Vatikan bu belgeyi yayınladı. Ve şunları da ekledi: Bu belge, Mesih'in ilah olarak amlmamasınm açık talimatlarını içermektedir. Ayrıca bu belgenin içinde Allah (c.c), yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve Hz. İbrahim (a.s.)'İn Rabbi olarak zikredilmektedir.

İşin daha da ilginç olan yanı bu belgede, Kilise, Haçlı seferlerinin, daha sonra da İslâm devletlerine karşı girişilen yeni evrensel sömürgenin ardından gerçekleşen olaylarla ilgili üzüntüsünü açıkça dile getirdiği gibi, Kilise'nin İslâm ve Müslümanlara karşı birçok zulümler işlediğini ve bu günlerde İslâm'a kapıları açmanın ve onu anlamanın gerekliliğini itiraf etmektedir.

Bu belge ve itiraflar, Arapları ve İslâm'ı yok etmek İçin İsrail devletinin kurulmasının ardından yapılmaktadır. Bu sebeple Hıristiyanların Araplarla ve Müslümanlar-

90 • Mâide Sûresi

Muhammed Gazali

la, geçmişte yaşanan kötü olayları silmek için ilişki içerisine girmesi kaçınılmazdır.

Prof. Dr. ed-Devâlîbî şöyle demektedir: Yahudiler bu belgeyi geri çektirmek için bir çok koldan çalıştılar. Dönemin Îngüiz-Amerikan İstihbarat örgütleri başkanı "Chih", Yahudilerin yapmak istedikleri şeyi bir yazı yazarak İfşa etti. Bunun için onun eşini ve çocuklarını kaçırmaya kalkıştılar,..vs.

Bizler burada okuyuculara şunu hatırlatmak istiyoruz; Hz. İsa b. Meryem'e oranla Hıristiyanların konumu fazlasıyla muğlaktır, tıpkı Nisa Sûresi'ndekİ şu âyetin işaret ettiği gibi; "...Bu hususta kesin bilgilen yoktur, sadece zarına uyuyorlar. O'nu kesin olarak öldürmediler." (Nisa, 4/157)

Tek olan Allah (c.c.) apaçık bir Hak'tır. O (c.c.)'nun şu şekilde seslenirken şiddetli öfkesinin sebebi da budur:

"Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir!..." (Mâide, 5/17)

Teslis inancını inkâr etmelerine rağmen Yahudiler, Allah (c.c.)'ı kötü, iğrenç, adî sıfatlarla niteliyor ve O (c.c.)'na dil uzatıyorlar. Ayrıca onların kalplerinde hiçbir huşu ve ihlas da bulunmamaktadır. Tüm bunlara rağmen, kendilerinin seçilmiş halk olduklarını ve Allah (c.c.)'ın tüm evreni kendileri için ve onlara hizmet etmek için yarattığını iddia etmektedirler.

Kitap Ehli'nden hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, kendilerinin Allah (c.c.)Ta özel bir bağlarının olduğunu ve O (c.c.)'nun katında eşsiz bir konuma sahip olduklarım iddia ediyorlar!

"Herkes Leyla'ya kavuştuğunu iddia ediyor, Oysa ki Leyla, onların hiçbirisini sevmiyor..."

Bizler biliyoruz ki, gerçek iman ve salih amel; yüce kabulün temelleridir ve bu ikisi sayesinde fertler ve toplumlar İlerler. İşte bu sebeple, Busîrî'nin, İslâm ümmetini diğer topluluklara üstün tuttuğunu ifâde eden şu sözleri beni hiç şaşırtmamıştır;

"Ne zaman ki Allah (c.c.) bizi yaratılmışların en şereflisine itaat etmeye çağırdı, İşte bizler o zaman, ümmetlerin en şereflisi olduk."

Müslümanları şerefli kılan şey, sadece Allah (c.c.) yolunda ihlaslı ve samimi olmak, O (c.c.)'na İtaat ederek ömür sürmek, O (c.c.)'nun dinine yardım ederken cesaretli ve düşmanlarına karşı gözü pek olmaktır.

Yaratılmışların en faziletlisi olmasına rağmen, salt Hz. Muhammed (s.a.v.)'e bağ-

Mâide Sûresi *9I

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

lılık, tembel ve haylaz kimselere hiçbir fayda sağlamaz.

Mâide Sûresi iki olay anlatmaktadır kİ, bu olaylar iddia sahibi kimselerin, iddialarını apaçık kanıtlarla desteklemedikleri sürece hiçbir değerlerinin olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu olaylardan ilki îsrâiloğulları kıssasıdır. İsrâiloğullan zalim ve zorbalarla savaşmakla ve onların topraklarına girmekle sorumlu tutulunca Hz. Mû~ sâ (a.s.) onları düşmanlara karşı harekete geçirdi ve onlara Allah (c.c.)'ın nimetlerini hatırlattı:

"Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın sîze (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi." (Mâİde, 5/20)

Bu âyet ve bu âyetle ilgili söylenenler biraz açıklamaya ihtiyaç duymaktadır. îsrâiloğulları, putlara ibadetle uykuya dalmış insanlık İçerisinden, tevhid çağrısını yüklenen kimselerdi. Bu yüklendikleri davetleri sebebiyle de güç ve kuvvet bakımından diğerlerinden daha üstün idiler. Allah (c.c.)'ın Araplara gönderdiği peygamberler parmakla sayılacak kadar az iken, îsrâiloğulları'na onlarca, yüzlerce peygamberler göndermiştir.

Allah (c.c.)'ın onlara hükümdarlar göndermesi ise onların kendilerini herkesten müstağni görmeleri ve kendi kendilerine yettiklerini düşünmeleri sebebiyledir. Tıpkı şu hadiste ifâde edildiği gibi; "Güçlü olduğu günde, kimin gönlü mutmain ve bedeni sağlıklı ise, sanki dünya ona her şeyini vermiş gibidir."

Öyle anlaşılıyor ki, îsrâiloğulları kendilerinin bu yüklendikleri davet sebebiyle şerefli ve üstün kılındıklarını anlamadılar, aksine davetin kendileri sebebiyle şerefli ve üstün kılındığını zannettiler. Pİs cesetlerin üzerine dini giydirseler bile, kendilerinin Allah (c.c.) katında makbul kimseler olduklarım iddia ettiler.

Hiç böyle bir düşünce olabilir mi? Adil güç onları denemeye tabi tuttu, ne zaman ki onların korkaklığı açığa çıktı, işte o zaman onların kovulması gerçekleşmiş oldu. Hz. Mûsâ (a.s.) onlara şöyle seslendi;

"Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz." (Mâide, 5/21)

Buna rağmen Allah (c.c.)'ın emrine boyun eğmeyi reddettiler. Onların bu arsızlık ve yüzsüzlükleri o dereceye vardı ki, Hz. Mûsâ (a.s.)'ya şöyle dediler;

"Sen ve Rabbİn gidin savaşın; biz burada oturacağız. (Mâide, 5/24)

Bunun üzerine Yüce Allah (c.c), Sina Çölü'nü onların tutsak olacakları bir hapishane haline getirdi ki, onlardan bir çoğunluğu helak oluncaya kadar oradan çıkabile-

92 ■ Mâİde Sûresi

Muhammed Gazali

çekleri bir yol bulamayarak yaklaşık kırk yıl boyunca o çöldeavare avare dolaştılar. Geriye ise sadece Allah (c.c.)'m rızasını ve O (c.c.)'nun risâletîni taşıyabilecek ahlâkî olgunluğa erişenler kaldı.

Dinin ve dindarlığın insanlık, cesaret, sadâkat ve iman olduğunu açıklayan ilk kıssa işte budur.

İkinci kıssa ise, Kabil'in Hâbil'i öldürdüğü Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlunun kıssa-sıdır. Bunlardan Kabil ahmak ve başarısız bir kimse idi. İşte bu sebeple de kendisinden daha üstün ve başarılı olan kardeşinden intikam almıştı.

Kabil'in hayatındaki tezat ve çelişkiler ortadaydı. Zira o öncelikle kardeşinin kendisinden daha üstün bir kimse olduğunu çok iyi anlamıştı, fakat onu öldürdükten sonra nasıl gömeceğini ise hiç bilmiyordu. Bu sebeple ilkinde çok zeki bir anlayışa sahip iken, ikinci olayda ise çok ahmak ve kaim kafalı idi.

"Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil) 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım

,. mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim' dedi ve yaptığına pişman oldu." (Mâİde,

' 5/31)

Başarısız bir kimse, başarılı bir kimseyi ortadan kaldırdıktan sonra, kendisinin yeni bir güç kazanacağım zanneder. Bu ise imkânsız ve saçma bir şeydir. Zira sen, senin dışındaki birisini yok etmekle, kendini yeniden inşa edemezsin ki! Aksine olduğun gibi kalmaya devam edersin!

Oysa gerçek kurtuluş ve mutluluk, nefsi sağlamlaştırmak ve temizlemek için olumlu çabalarla gerçekleşir, yoksa düşmanlık üzere güç gösterisi yapmakla değil.

"...Allah ancak, takva sahiplerinden kabul eder." (Mâide, 5/27)

Kur'ân-ı Kerim, geçmiş dönemlerde gerçekleşen olaylar ışığında Müslümanları terbiye etmekte ve önceki toplumların ayağını kaydıran şeylerden de korumak için onlara kanun ve yasalar koymaktadır. İşte bu sebepten dolayı Kur'ân, bu kıssadan hemen sonra mal ve canlara karşı düşmanlık yaparak yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlarla ilgili hükümleri zikretmiştir. Örneğin yol kesme ve hırsızlık suçlarının cezasını getirmiş, bu iki kanun arasında da Allah (c.c.)'tan gereği gibi korkma ve sakınmanın zaruretine dikkat çekmiştir.

Hz. Adem (a.s.)'in başarısız oğlu, kalbinin Allah (c.c.) korkusunu kaybetmesi sebebiyle, kaybedenlerden olmuştur. İşte bu sebeple iman sahibi kimselerin bu kötü sonuçtan sakınmaları ve korunmaları gerekir.

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın

MSİde Sûresi • 93

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

(haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün İnsanları kurtarmış gibi olur." (Mâide, 5/32)

Arzu edilen vesile, sâlih ameldir. Zira sâlih amel işlemek; zorlukları aşacak bir azîm, çaba, istek, arzu ve kıymetli şeylerden fedâkârlık etmeyi gerektirir. İşte kurtuluşa götüren gerçek cihad budur.

İlâhî bilgi; ibâdetler, miras, haddler ve kısas hükümlerini koymada tek kaynaktır

ve bu bilginin olduğu yerde hiçbir görüş, kıyas veya maslahata yer yoktur. Peşpeşe gelen bütün dinlerin mensupları da bu hakikati sürekli birbirlerinden miras olarak almışlardır. Fakat bazen bu kimselerin heva ve arzularının galebe çalması ve işitme ve itaat etme ilkesinin zayıflaması sebebiyle, bu hakikatten saptıkları da olmuştur.

Can, mal ve namus üzerine işlenen suçların geride bıraktığı izler, çok tehlikeli olmaktadır. İşte bu sebeple, bu tür suçların cezalarını bizzat Allah (c.c.) koymakta ve hiçbir kimsenin görüş ve içtihadına yer bırakmamaktadır. Eğer Allah Teâlâ bu tür suçların cezalarını insanlara biraksaydi, onlar kendilerine farz olan bir hükmün tatbiki hususunda bile gevşeklik gösterecekler ve hiçbir faydası olmayan başka hükümler uydurarak ilâhî hükümlerin yerine geçireceklerdir.

İnsanoğlu bir kanun koyarken, suçlunun yerine kendisim koyuyor, dolayısıyla suçun şiddetini hafifletme yoluna gidiyor, sonuçta da kendi istek ve arzusu, Hakkın önüne geçiyor. Şayet suçlunun yerine kendilerini koymasalar bile, kendi çocuklarını ve akrabalarını koyuyorlar. Sonuçta da cezanın hafifletilmesine ve suçlulara merhamet etmeye meylediyorlar. Belki de sosyal çevrelerde, zayıf ve güçsüzü azarlama ve güçlü kimselere karşı da hoşgörülü olmanın bu hususta büyük etkisi vardır. Zira önceki semavi dinlere mensup kişiler arasında böylesi bir durum yaygın hale gelmişti. Bu hususta Resûlullah (a.s.) şöyle buyuruyor; "Sizden Önceki toplumlardan bazılarının helak olmasının sebebi şuydu; Şayet onlardan ileri gelen şerefli birisi hırsızlık yaparsa onu bırakıyorlar ve had cezası uygulamıyorlardı, ama zayıf ve güçsüz bir ki§i hırsızlık yaptığında İse hemen ona had cezası uyguluyorlardı. Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, Muhammed'in kızı Fâtıma da hırsızlık yapmış olsaydı, onun da elini keserdim."

Ehl-i Kitap arasında öyle gelişmeler oldu ki, hırsızlığa karşı verilen el kesme cezasını uygulamadılar ve kasıtlı olarak unuttular. Bunun yerine değişik miktarlarda hapis cezası koydular ki, bu cezalar da hırsızlık suçunun önü alınamaz hale getirdi. Üstelik bu yeni ceza yasaları, Allah (c.c.)'m koyduğu yasalardan daha üstün ve daha adil kabul edildi. Aynı şekilde diğer bir çok suçun cezaları da değiştirildi ve sonuçta iş, tüm had cezalarını ortadan kaldırmaya kadar vardı.

Toplumların durumlarını ve o toplumlarda suç işleyenlere karşı verilen cezaları

94 • MSide Süresi

Muhammed Gazali

tek tek incelediğimde, bir çok maddî ve manevî kayıplar gördüm; O toplumların emniyeti bozulmuş, malları ve namusları kaybolmuş ve bir çok felaketlere maruz kalmışlardı. Bu araştırmalarım sonucunda Hz. Peygamber (a.s.)'in şu sözlerini daha iyi anladım: "Yeryüzünde Allah (c.c.)'ın hadlerinden birisinin uygulanması, İnsanların üzerine otuz gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır." "Uzakta ve yakında Allah (c.c.)'ın hadlerini uygulayınız ve bunları uygularken de hiçbir ktnayıcının kınamasından korkmayınız."

Uzun geçmişleri boyunca Müslümanlar, hadleri uygulamakta ve can, mal ve namusları korumaklaydılar. Bu ilahî hükümleri, Tatarlar saldırıp da, onlann yerine kendi liderlerinin "Bâsık=Yüksek" isimli kitapta yazdıkları kanunlarla değiştirene kadar, hiç terk etmediler. Bu musibet, Batılıların İslâm dünyasını işgal ederek ilahî yasaların yerine beşerî hukuku getirmeleri esnasında tekerrür etti. Sonuçta da dünyanın her köşesinde geniş kapsamlı çürüme ve bozulma başladı ve kötülükler yayıldı.

Avrupalılar, koydukları kanunlarında, hür ve karşılıklı rızaya dayandığı sürece, zinayı serbest bıraktılar ve en gelişmiş ülkeleri homoseksüelliğe izin verdi. Allah (c.c.)'ın koyduğu had ve kısasla ilgili hükümleri toprağa gömdüler; artık, sadece azarlama ve kınamaya göğüs gerebilecek kadar gözüpek, cesur ve kendisini öne atan kimseden başkası da, o kanunlar hakkında konuşamamaktadır bile.

Avrupalılar bu alanda geçmişteki atalarının yolundan gitmektedirler. Onların ahlâksızlıkları hadleri ve sınırları aşsa da, Hz. Peygamber (a.s.) Medine'ye hicret ettiğinde, Yahudiler kendi içlerinden zina eden iki kişi hakkında hüküm vermek için Hz. Peygamber (a.s.)'in görüşüne başvurmuşlardır. Hz. Peygamber (a.s.) ise onlara, kendi kitaplarındaki hükmü sorduğunda onlar, "celde vurmak ve yüzleri siyaha boyamaktır" diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); "Hayır, sizin kitabınıza göre zina eden kişilerin cezası ölünceye kadar recm etmektir." diye karşılık vermiştir. Tabi Yahudiler, Tevrat getirilene kadar buna direnmişler, Tevrat geldiğinde ise Hz. Peygamber (a.s.), onların ortadan kaldırmak istedikleri recm hükmünü çıkarıp göstermiştir. İşte bu hususta Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü nazil olmuştur:

"Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla 'inandık' diyen kimselerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Yahudiler arasından da yalana kulak veren ve sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: 'Eğer size bu verilirse hemen alın, bu verilmezse sakının!'derler..." (Mâide, 5/41)

Ayette kastedilen şey, münafıklarla Yahudiler arasındaki aynîlik ve benzerliktir. Zira her iki grup da kalbi harap etmiş ve ilâhî yasalara karşı savaş açmışlardır.

Görünen o ki, recm cezası, Yahudilerin uygulamadan kaldırmak İstedikleri, Tev-

MSİde Süresi • 95

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

rat'tan sahih olarak kalan parçalardan birisidir. İlâhî yasalan kaldırdıktan sonra, o toplumun, Allah (c.c.)'ı ve elçilerini, onlara yakışmayacak şekilde nitelendirmelerinden başka ne beklenebilir ki?

Her ne kadar bu topluluk uzun bir süre büyüklense de Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara karşı alçakgönüllü olmaktan vazgeçti. Zira,

"Allah (c.c.) bir kimseyi şaşkınlığa/fitneye düşürmek isterse, sen onun için Allah (c.c.)'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah (c.c.)'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünya da bir rezillik ve âhirette de büyük bir azap vardır." (Mâide, 5/41)

Bu âyet cebri Öngörmemektedir, aksine âyetin anlatmak istediği şudur: Kim kötülük kervanına katılırsa, kötülüğe gider ve yine kim de diken ekerse, asla meyve alamaz. Bu âyetin anlamı, tıpkı Meryem Sûresi'ndeki Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü gibidir:

"De ki: 'Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona süre versin (ama ne çıkar?).' " (Meryem, 19/75)

Aslında can, mal ve namusla ilgili hükümler, bir devletin bayrağı altında yaşayan her vatandaşa, bu vatandaşlar farklı dinlerden dahi olsalar, hiçbir fark gözetmeksizin uygulanması gerekir. Fakat bizim bildiğimize göre, Yahudilerin kendilerine has özel bir konumu vardır. Hicretin ilk yıllarında onlarla yapılan antlaşmalar da bu özerkliği ortadan kaldırmamıştır. İşte bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.) koymuş olduğu kanunlara onların uymasını zorlamamiş, aksine onlara şöyle denmiştir:

"... Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir; eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hüküm ver..." (Mâide, 5/42)

Oysa Müslümanlar Allah (c.c.)'ın hükümlerini, hakimiyetleri altında bulunan her yerde uygulamakla yükümlüdürler, fakat bu kanunlar] her yerde tatbik etmeye de güç yetiremezler. Diğer dinlere mensup olan kimselere hiç dokunul m aksızın, kendi inanç ve yasalarıyla başbaşa bırakılırlar. Ama bunun dışındaki genel kanunlar toplumun her kesimini kapsar.

Tevrat'ın Tesniye bölümünde recm cezası şöyle anlatılmaktadır: "Bir kimse bakire bir bayanla evlenir de onu dul bulursa, o bayan babasının evinin kapısının önünde recm edilir. Yine evli bir kadınla yatan bir erkek bulunursa, her ikisi de recm edilir." Yine aynı bölümde şöyle denmektedir: "Bir erkekle nişanlı bakire bir genç kız, şehirde başka bir erkek bulur da onunla yatarsa, her ikisini de şehrin dışına çıkarın ve ölünceye kadar onları taşlayın. Zira bakire genç kız, çığlık atıp yardım istememiştir. Onunla zina eden erkek ise, zina ettiği bayanın nişanlısını küçük, zelîl ve hakir düşürmüştür, işte ancak bu şekilde içinizden kötülükler temizlenebilir..."

96 • Mâide Sûresi

Mulıammed Gazali

Daha sonra Kur'ân-ı Kerim, Ehl-i Kitab'ın can ve namusla ilgili hükümlere karşı konumunu bildiren Özet bir tarih sunmakta ve Tevrat'ın, Yahudilerin uygulamaları için indirildiğini açıklamaktadır. Ardından İncil'de, Hıristiyanların bu hükümleri uygulamaları gerektiğini vurgulamaktadır. Her kim inkâr eder veya zalimce ya da fasık-ça bu ilâhî hükümleri terk ederse, kâfir ya da zalim ve fasıklar grubuna dahil olmuş olur.

Tarih, geçmişte yaşanmış olan bir gerçeği hatırlatmaktadır: Tevrat bakî kaldıkça, kendisine tabi olanlara hükmetmekteydi. Ardından İncil geldiğinde ise, hükmetme yetkisi İncil'e geçmiş oldu, böylece ona tabi olanlar da İncil'de gelen hükümleri uygulamakla yükümlüydü. Nihâyetinde Kur'ân-ı Kerim geldi. Bu durumda Yahudi ve Hristiy anların, bu yeni vahye yönelmeleri ve onu uygulamaları gerekirdi; özellikle de bu yeni kitap, yanlışları düzelttiği, tahriften uzak olduğu ve hakikati anlattığı için.

"Sana da, daha Önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Hakk olarak Kitab'ı indirdik. Artık onların aralannda Allah'ın İndirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik..." (Mâide, 5/48)

Bu âyetin kapsamı içinde bulunan iki önemli husus vardır: Birincisi, inanç ve hukuk yönünden ed-Dîn'in, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletinde kemale eriştiği hususudur. Ed-Dîn'in inanç yönünden kemale erişmesi şu şekilde ifâde edilebilir: Tevhid, amellerin âhİretteki karşılığı ve ibadetlerin anlamı en iyi şekilde Kur'ân'da açıklanmıştır. Resul (a.s.) ise, bu hususta kendisinden önce geçen tüm ilâhî emir ve yasakları teyit edici ve onların tabilerinin yanlışlarını düzeltici mahiyettedir;

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, 'Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin!' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 21/25)

Hukuk yönünden kemale ermesi ise şöyle olmuştur;: Tüm ilâhi dinlerin temelleri Allah (c.c.) katından inmiş, sonra da insanların faydalarını gözetecek şekilde arae-lî-fıkhî kaideler olan 'kıyas', 'ıstıslah', 'istihsan' v.b. hususlara delâlet eden farklılaşmalar olmuştur,

Ed-dîn tektir ve fakat hükümler değişebilir. İşte tam da burada ikinci Özellik gelmektedir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâleti, kıyametin kopuşuna kadar devam edecek tüm sebepleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu risâlet genel olarak tüm insanlığın fıtratına uygun, bozulmamış fıtratın isteklerine cevap verebilecek ve diğer öğretilerinde de, açıkça tüm insanların karakterini yansıtan bir özelliğe sahiptir.

Ama önceki kitap ehlinin kültürü ve bilgi birikimi, belirli bir müddet kullanılması gereken ilaca benzer. Belirlenen dönemden sonra bu ilaç artık hastalığı iyileştirmeye uygun değildir. Aksine kullanma tarihi bittikten sonra onu kullanmak, ağrıları da-

MSİde Süresi • 97

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

ha da arttırıcı bir özelliğe sahiptir. Menar Sahibi'nin söylediğine göre: Yahudilik; köleliğe ve zelil hayata alışmış, istiklâlini ve özgür düşünceyi kaybetmiş bir toplumun terbiyesinde, şiddete dayanmaktadır. Bu haliyle o, inatçı, dik kafalı ve katı karakterli toplumu iyileştirmek için fizikî ve tavizsiz bir yapıya sahiptir. Tevrat'ın beş bölümünü de okuyan kimse, sanki bedevî ve sığ bir ortamda yaşadığım hisseder.

Hıristiyanlık ise, ilk silkinişini sürdüremedi. Aksine, duygusal sezgi ve hoşgörüyü, Roma hakimine karşı koymayı yasaklamayı ve bu azgın yönetimi şu temel üzerine kabul etmeyi benimsedi: "Şayet sağ yanağına bir tokat atarlarsa, sol yanağını da çevir." Kısa bir süre sonra ise, Hıristiyanlar yenilgiye uğrayarak hiçbir kimseden barış kabul etmeyen, cesaret ve düşmanlığıyla meşhur Haçlılar oluverdiler.

Oysa İslâm, ruhla bedeni, akıl ile kalbi ve dünya ile ahireti birleştiren başka bir menzile doğru yol aldı. Bu din, insanı ve onun risâletini yüceltti ve hem Allah (c.c.)'la hem de insanlarla olan ilişkisini köklü aklî temeller üzerine oturttu. Uzun bir araştırmadan sonra Reşit Rıza şunları söylemektedir. "Bizim bu araştırmalarımızı iyi bir şekilde anlayan kimse, bu Kur'ân'la ed-Dîn'i kemale erdiren, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile peygamberliği sona erdiren ve onun getirdiği hükümleri evrensel kılan Allah (c.c.)'ın, delil ve hüccetlerini öğrenmiş olur. Allah (c.c.)'ın bu hüccet ve delili, ancak ed-Dîn'i akıl temeline oturtmakla, bu ilahî kanunları İctihad temelinin üzerinde yükseltmekle ve gerçek emir sahiplerine itaat- ki bunlar da Ehli'1-Hâl ve'1-Akd'den oluşan bir topluluktur- etmekle gerçekleşir. Kim içtihadı yasaklarsa, Allah (c.c.)'ın hüccetini yasaklamış, İslâm'ın hükümlerinin diğer hükümlere olan üstünlüğünü yok etmiş ve bu dinin, tüm zamanlarda yaşayan bütün insanlar için uygun olmadığını göstermiş olur. Böylesi cahillerin, İslâm'a karşı işledikleri cinayetten daha büyük bir cinayet olamaz.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanlar! dost edinmeyin..." (Mâide, 5/51)

Kendileri ile dostluk kurmamız yasaklanan Yahudi ve Hıristiyanlar kimlerdir? Sadece âyetlerin bulunduğu ortam bile, bu kimselerin niteliklerini tespit ediyor ve sınırlandırıyor. Bu âyetten önce ve sonra gelen âyetler, o kimselerin gerçek yüzlerini açıklıyor. Biraz düşünürsek önümüze üç grubun çıktığını göreceğiz:

Birinci grup; İslâm dinini kötü gören ve ona karşı kinini, nefretini en uç noktaya taşıyan inatçı ve azgın kimselerdir. Bunlar tüm câhiliyye Örf ve âdetlerini, kanun ve yasalarını İslâm'dan üstün tutarlar. Arap bir Hıristiyan'a şöyle bir soru sorulduğunu hatırlıyorum: "Madem sizler; Kayser'in hakkını Kayser'e bırakıyorsunuz ve sizi ilgilendiren herhangi bir dini hukukunuza itaat ediyorsunuz, öyleyse niçin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği kurallara- ki O da sizin gibi bir Araptır- uymuyorsunuz da,

98 • Mâide Sûresi

Muhammed Gazalî

Haçlı sömürülerinin ellerinden almış olduğu kendi semavî kurallarına tekrar dönmeye çalışan Müslümanları terk ediyorsunuz?" O kimsenin cevabı aynen şu olmuştu: "Bizler Avustralya veya Amerikan kanunlarım kabul edebiliriz ve fakat Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği kanunları asla kabul etmeyiz."

Müslümanlar, ancak kendi dinlerinin kurallarının gölgesi altında uzun süre yaşayabilirler ve zaten bundan da hiçbir kaçış yoktur. Geçmiş ve günümüzdeki Ehl-i Ki-tab'm konumu gayet açıktır ve şu âyetler bunlar için inmiştir:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar ca-hiliye hükmünü mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Mâide, 5/49-50)

İşte bunlar bilinçlerinde kin ve nefret dolu, hakkı ve adaleti yasaklamış bir grup insandır. Bu sebeple onlarla dostluk kurmanın yasaklanmasında en ufak bir kusur yoktur. Senden nefret eden bir kimseye karşı, sen adil olabilirsin; fakat onun sevgisini kazanmaya gücün yetmez.

Bu sınıfın ikinci grubu ise, kalpleriyle düşmanlarımıza meyleden ve fırsatını bulunca da ihanet edeceklerinden korkulan kimselerdir. Müslümanlar, düşmanlarıyla savaşırken, birbirlerine adeta kenetlenirler. Kendi iç cephelerinde boşluk kabul etmez bir bağlılık içerisinde olmaları gerekir. İçlerinden kendilerine ihanet etmeyi düşünen bir kimse bulunursa, Müslümanları yenilgi ve hezimet bekliyor demektir. İşte bu sebeple, durum gayet ciddidir. Bu durum geçmişte vâkî olmuştu. İşte şu âyette bu olayı anlatmaktadır.

"Kalplerinde hastalık bulunanların: başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz, diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut katından bir emir getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır." (Mâide, 5/52)

İlk İslâm devletinin içinde, zimmet ehli vatandaşlar vardı ve Roma sömürgesine karşı savaşa tutuştuklarında kendi askerî sırlarının dışarı çıkmaması için bu zimmet ehli vatandaşları askere almayı düşünmemişlerdi bile. Bu zimmet ehli vatandaşlara, inançta kardeş oldukları kişilerle savaşıp onları öldürmeleri veya bu yolda Ölmeleri, belki de onlara acı ve ızdırap verebilirdi.

İslâm, onların devlet harcamalarına malî yardımda bulunmalarıyla yetindi. Kuzeyden saldıran sömürgeci Bizans ordularına karşı savaşırken İslâm'ın, bu vatandaşlardan beklediği asgarî talep; savaştıkları kimselere sevgi beslememeleri ve Müslü-

Mâide Sûresi • 99

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

manların yenilgiye uğramasını ümit etmemeleriydi.

Kendileri ile dostluk kurmamızın yasaklandığı üçüncü grup, İslâm'ın düsturlarını alay konusu yapan, namaz ve ezanı alaya alarak küçümseyen kimselerdir. Âyet onların durumlarını şu şekilde nitelemektedir.

"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlence konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer mü'minler iseniz. Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır." (Mâide, 5/57-58)

Gerçek şu ki, düzenli ibadetleri ve ezanı alay konusu yapan kimse, gerçekten kendisiyle alay edilecek sefih ve aptal birisidir. Dinin şiarlarıyla böylesine alay eden kimse, hangi sadakati bekleyebilir ki? Ancak Rabbini bilmeyen ve O (c.c.)'nun cezasını beklemeyen ahlâksız ve sefih kimsenin sadakati olabilir! Öyle kimseler vardır ki, ezanı dinlerken öfkelenirler ve o anda ezam okuyan kimsenin susmasını isterler. İslâm, kin, nefret ve zorlamadan en uzak olan dindir. Şayet kendileri rahat ve hayatları da temiz ise, bu dinin müntesipleri de, diğer insanları zorlamaktan en uzak olan kimselerdir. "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?" (Rahman, 55/60)

Bir Müslümanla gayr-i müslimin, temeli emanet ve doğruluğa dayanan ticarî bir şirket kurmaları mümkündür. Bir müslüman erkekle Ehl-İ Kitap'tan olan bir kadının karşılıklı sevgi ve merhamet temeline dayalı bir aile kurmaları da mümkündür. Aynı şekilde farklı dinlere mensup kişiler arasında, zulüm, ihanet ve düşmanlıktan uzak, sıcak insanî ilişkiler kurulması da mümkündür.

İslâm, Müslümanlara, kızabilecekleri ve ilişkilerini kesebilecekleri yerleri sınırlandırmıştır. Tabii ki farklı dinler olacaktır. Zira bu Allah (c.c.)'ın bir isteğidir, "...zaten Rabbin onları bunun için yarattı." (Hûd, 11/119)

Fakat bizler, kendilerine saygısı olan bir ümmetiz. Başkalarına da saygı göstermek ve onlarla adalet ve edep üzere ilişki kurmak bu ümmetin hem hakkı hem de görevidir. Bütün bunlar zor şeyler midir ki? Bu ancak, kendisi dışındaki tüm insanları yaratılış bakımından, kendisinden daha düşük seviyede zanneden bir Yahudi için zor olabilir. Yine bu ancak, serbestçe, hatalara boyun eğmiş ve kendisi dışındaki diğer insanların doğrulan bulmalarını ve barış içinde yaşamalarına engel olan mutaassıp ve fanatik birisine zor gelebilir. İşte şu âyetin anlatmak istediği de budur:

"De ki: Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize İndirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz." (Mâide, 5/59)

Gerçek şu ki, dostluk, iyi niyet ve masumluğun temeli, bu hakikat üzerine kaim-

100* Mâide Sûresi



Muhammed Gazalî

dir ve bu temel üzerine kurulan dostluk ve korunmuşlukta da ne bir zalimin zulmü, ne de çirkince bir taassubun eseri olabilir. İman sahibi kimselerin, bu dünyada insanlar tarafından terk edilip yalnızlığa itilen duruma düşmemeleri gerekir. Hatta insanlarla sıcak ilişkiler kurmaları ve kendileriyle aynı inancı paylaşan insanlarla yakın münasebette olmaları gerekir:

"Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar ve zekâtı verirler. Kim Allah'ı ResûlÜ'nü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır." (Mâİde, 5/55-56)

Allah (c.c.) için sevmek ve Allah (c.c.) için buğzetmek, İslâm'ın şiarlarından birisidir. Ancak bu sevgi; içinde bencillik olmayan bir sevgi, buğz ise, beraberinde zulüm ve haksızlık olmayan bir buğz olmalıdır. Hak dinin başta gelen özelliklerinden birisi de; karşı karşıya kalınan hatadan sakınmak, rezil ve kötü eylemlere karşı da tavizsiz davranmaktır.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Maiz'e karşı tutumunu düşündüğümüzde, onu şöyle bir tavır içinde görürüz: Hz. Peygamber (s.a.v.), Maiz'in kendi itirafını hakim karşısında reddetmesi ve tevbe ettiği sürece kendisine karşı işlemiş olduğu zulme müsamahakâr davranması için gayret göstermiştir. Ne var ki Maiz, ölmek suretiyle kendisini temizlemek istiyordu, sonuçta istediği de oldu.

Daha önce Hz. İsâ (a.s.) da recm edilmesi için Yahudilerin tutup getirdiği kadının aynı şekilde suçunu itiraf ederek recm edilmemesi için çaba sarf etmişti.

Kader, suç işleyen kişiyi yok etmek isteyen, bir tuzak değildir. Peygamberler de toplumun iyiliği ve ıslahı için çalışan kimselerdir; boyunlarım vurmak için bekleyen cellatlar değil. Ne var ki, ansızın meydana gelen bir hata ile topluma kötülük ve çirkeflik saçan suçlar arasında dağlar kadar fark vardır. Aynı şekilde tökezleme ile sürekli taklitçilik arasında da büyük bir fark vardır. Hatta bu fark bir kimsenin hatası ile yürürlükte olan yanlış bir yasanın arasındaki fark kadar büyüktür. Eğer suçlar genel bir adet ve uygulanan bir yasa haline gelmişlerse, işte tüm peygamberler bu tip suçların karşına durmuşlardır.

İşin garibi hem geçmişteki hem de günümüzdeki Ehl-i Kitab'ın, günahlar karşısında şaşılacak şekilde soğukkanlılıklarım korumalarıdır. Hatta Batı medeniyeti, pis işlerle uğraşan sınıfların ve bunları de gören din adamlarının tam bir sükût içerisinde oldukları bir raddeye geldi, tşte böylesi insanların İslâm'dan nefret ederek ateizme yöneldiklerini görmek için uzun uzun düşünmek gerekmez mi? Ayrıca AİDS hastalığı sebebiyle açıkça namaz kılmaya başlayanlar üzerinde uzun uzun düşünmek gerekmez mi? Siyonizm ve sömürge kurbanlarına da en az bunlar kadar özen göstermek gerekir.

MSide Süresi • 101

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Mâide Sûresi yaklaşık dört sayfa boyunca, bu toplumların çelişkilerini ve yaptıkları şeyleri kabullenmemenin gerekliliğini anlatmaktadır.

"Onlardan bir çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür! Din adamları ve alimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etselerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür!" (Mâide, 5/62-63)

Bu toplumlar, belirgin bir şekilde ilahî öğretilerle bağlarını devam ettirdikleri, İncil ve Tevrat'tan ellerinde bulunan öğretilere saygı gösterdikleri ve şu âyetin muhtevasına uygun olarak son peygamberin getirdiği şeyleri de kabullendikleri sürece, ancak dindar toplumlar olabilirler:

"İman edenler ile Yahudiler, Sabiler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir." (Mâide, 5/69)

Allah (c.c.)'ın yasakladığı şeylerde kıskançlık tüm dinlerde benimsenen bir şeydir. Zira kıskançlık; heyecandır, konum ve tavır belirlemedir ve mesafe ayarlaması yapmaktır. Müslümanlar, din felsefecilerini tutarlı ve aklı selim davranmaya, ateist felsefecilerden daha yakın bulmaktadırlar. Aynı şekilde, ahlâklı kimseleri de şeref ve haysiyete, eğlence tutkunu kimselerden daha yakın görmektedirler.

"Hiçbir tanrı yoktur ve hayat sadece bu dünyadan ibarettir." çığlıklarına kulak veren insanlara karşı şaşkınlığımız bitmiyor. Onlar, donuk, cansız ve soğuk insanlardır. Zira, müezzin; "Allah-ü Ekber" diyerek ezan okumaya başladığı zaman, bunların yüz ifâdeleri değişir ve suratları asılır. Çünkü güzel bir ezan, gerçekte İslâm'ın emarelerinden birisidir ve bize göre arkada kalacak olan salih amellerdendir.

Kur'ân-ı Kerim, haham ve kardinallerin benliklerindeki doğru, iyi, şefkat, sevgi ve duygunun ölmesini şu şekilde kınamaktadır. İsrâiloğulları'ndan kâfir olanlar, Dâ-vûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunu sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.

"Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlar. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!" (Mâide, 5/78-79)

Bu hususta günahkâr kimselerle dostluk kurmayı ve onların yaptıkları şeylere rıza göstermeyi yasaklayan âyet gelmiştir:

"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve O'na İndirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır." (Mâide, 5/81)

Bu tür durumlarla ilgili sınırsız nebevi sünnetler vardır.

102- Mâide Sûresi

Muhammed Gazalî

Ehl-i Kitab'm, kötülüklere karşı yumuşak davranma ve kötü kimselere karşı da dalkavukluk yapmalanyla, temel inanç ve o inanca sımsıkı sarılmalarıyla ilgili olarak birkaç söz söylemek gerekir. Genelde İnsanlar, nasihat etmenin sonucundan kaçarak kötülüklere karşı sükût ederler, dünya hırsı ve menfaatleri sebebiyle, zalimlere karşı susarlar ve belki de o zalimlerin sırtını sıvazlarlar.

Hak ve doğru söz, nice zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşmıştır, ancak önemli olan sonuçta elde edilen kazançtır. Hakka ihanet, bazen çabuk bir menfaat sağlayabilir. Ancak o menfaatin bitip tükenmesi çok yakındır. Geriye ise, ihanetin bedeli olan alçaklık ve taşkınlığın günahı kalır.

İyi bir yaşamı, ferdî ve İlahî rızayı ancak Allah (c.c.) için seven ve Allah (c.c.) için nefret eden kimse elde edebilir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Eğer Ehl-i Kitap iman edip (kötülüklerden) sakınsalardı, herhalde (geçmiş) kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur'ân'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden ve hem de altlarından yerlerdi (yeraltı ve yerüslü servetlerinden istifâde ederek bolluk içinde yaşarlardı)..." (Mâide, 5/65-66)

Bu nasihatin sadece Yahudi ve Hıristi yani ara ait olduğunu sanmayın. Yüklenmiş oldukları emanetlerin büyüklüğü sebebi ile, herkesten önce İslâm alimleri, bu âyette ifâde edilen hususları yerine getirmekle yükümlüdürler. Şüphesiz ki doğru davranış ve müspet tavır, sahih bir imandan doğar. İşte bu sebeple, söz dönüp dolaştı ve tekrar tevhid inancına ve bu inancı şüphelerden kurtarmanın gerekliliğine geldi.

Yahudiler, tek olan Allah (c.c.)'a İman ettiklerini söylüyorlar; oysa bu iman ettiklerini söyledikleri ilah hakkındaki düşünceleri ne kadar doğrudur acaba? O (c.c.) ilahı, her türlü noksanlıklardan tenzih edip, tüm kemal sıfatları O (c.c.)'na nispet edebiliyorlar mı acaba? Kendilerini iyilik ve itaatte önde giden ve kötülük ve günahta ise geri kalan bir kısım insanlar olarak görüyorlar mı?

Hayır, sadece kendi ırkları hesabına çalışan bir ulûhiyyet inancı oluşturdular. Artık o tanrı, Yahudilerin zanlarını ve menfaatlerini koruyan bir ilah haline geldi ve o tanrı başkalarından razı olmaktan daha çok, Yahudilerden hoşnut olan özel bir tanrı oluverdi. Bundan dolayı Allah (c.c.)'la aralarında geçen sözleşmelerle oynadılar ve dünyada halkların sırtında bir yük olarak yaşamaya başladılar.

"Andolsun ki İsrâiloğullan'nın sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu elmediğİnİ getirdi ise, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler." (Mâide, 5/70)

Hıristiyanlara gelince, onların inançlarındaki belirsizlik ve kapalılık had safhadadır, çelişki ve tutarsızlıklar ise apaçıktır. Onlar diyorlar ki: Bizim Rabbimiz İsa Me-

Mâide Sûresi • 103

Kur'ân-ı Kerîm ' in Konulu Tefsiri

sih'tir. O'nun annesi hakkında da; o tanrının annesidir diyorlar. Yine aynı şekilde diyorlar ki: Baba ise ezelî ilahtır ve O oğlunu insanlara elçi olarak göndermiştir.

Rûhu'l Kudüs Hz. Cebrail (a.s.) hakkında da şöyle diyorlar: O, ilâhtır. Sonra da; bunların hepsi tek bir ilâhtır, diyorlar.

"Andolsun 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir." (Mâide, 5/73)

Günümüz dünyasını saran sürekli çatışma, İslâm ile Hıristiyanlık arasındadır; bu savaş Allah (c.c.)'ı mutlak bir vahdaniyetle niteleyen, yer ve göklerde O (c.c.)'nun dışındaki her şeyi O (c.c.)'nun mülkü olarak sayan, O(c.c.)'nun celâl ve cemâlinin yüceliği önünde boyun eğen, melekleri, peygamberleri ve tüm insanları, kendisine karşı konulamaz tek bir ilahın önünde diz çökerek boyun eğen varlıklar olarak kabul eden İslâm ile, taşkınlıklar türeten ve üç ilaha kulluk eden, daha sonra da bu Üç ilahın tek bir ilah olduğunu iddia eden Hıristiyanlık arasında geçmektedir. İşte bu sebeple ilahî hitap Hz. Muhammed (s.a.vs.)'e yöneliyor:

"De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusunda uzaklaşan bir topluma uymayın." (Mâide, 5/77)

Öyle gözüküyor ki, bu savaş kıyametin kopmasından kısa bir süre öncesine kadar devam edecektir. Çünkü Allah (c.c.) kulu İsa'yı, kendisinin Allah (c.c.)'a kulluk ettiğini bildirmek ve kendisini Allah (c.c.)'a ortak koşanlarla savaşmak için yeryüzüne gönderecektir.

Hıristiyanlık düşüncesi bizzat kendi içerisinde birçok gruplara ayrılmıştır. Dünya, din savaşlarını bu ayrılıklar esnasında öğrenmiştir. Bu din savaşları Öyle savaşlardır ki, yüzyıllar boyu devam etmiş ve oluk oluk kanlar akıtılmıştır. Sonuçta insanlar bu ayrılıkların ve din savaşlarının tahribatlarından, ancak kiliseyi devlet idaresinden uzaklaştırdıktan sonra kurtulabilmişlerdir. Tüm bu olup bitenlere rağmen, toplumdan soyutlanmış mezhepler, İslâm'a tuzak kurmak için bu yüzyılda anlaşmaya varmışlar ve birleşmişlerdir.

Örneğin Yahudiler Filistinlileri öldürüyorlar, Hintliler ve Budistler de Güney Asya'daki Müslümanları öldürüyorlar. Yeni sömürgeciler ise, diğer Müslüman halklarla savaşıyorlar ya da kültürel ve iktisadî saldırılar düzenliyorlar. Sonuçta bizler de şu âyet-i kerimenin ifâde ettiği anlamları düşünüyoruz.

"İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar İçinde iman edenlere sevgi olarak en yakın olarak da, 'biz Hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın, çünkü onların içinde

104 • MSİde Sûresi

Muhammet! Gazali

keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Resûl'e indirilenleri duydukları zaman tanış çıktıkları gerçekten dolayı, gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki; Rabbİmİz! İman ettik, bizi şahit olanlarla beraber yaz."

(Mâide, 5/82-83)

Risâlet asrında olan olayları tarih bizlere aktarmaktadır; Müslümanlar, Bizans ve Habeşistan Hıristiyanlarından iyilik umarlarken, Mekke müşrikleri ve Medine Yahudileri İslâm düşmanlığı konusunda insanların en ileri gidenleriydi. Müslümanlar, ateşperest İranlıların, Hıristiyan Rumları yenmesinin geçici olduğunu ve Ehl-İ Kitap olan Hıristiyan Rum kardeşlerinin, kaybettikleri bu savaşı çok yakın bir zamanda kazanacaklarım ve o gün Müslümanların, Allah (c.c.)'ın yardım ve zaferi sayesinde sevineceklerini haykırmışlardı.

Sonra Hıristiyan elçiler grubu Mekke ve Medine'ye gelerek Allah (c.c.)'ın kitabını okuyan Hz. Peygamber (s.a.v.)'i dinlediler. Ardından da iman etiklerini açıklayarak şöyle dediler.

"O'na iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş bir hakikattir. Esasen biz daha önce de Müslüman idik." (Kasas, 28/53)

Gerçekten İslâm, Roma devleti parçalandıktan sonra, tüm Ön Asya'yı ve Kuzey Afrika'yı ele geçirdi ve bu bölgelerin halkları Müslüman olarak İslâm'ı savunmak ve sancağını yüceltmek için, canlarını bu yolda feda ettiler. Bu toplumlar kendi istek ve arzularıyla ve ikna olarak Önceki Hıristiyanlıklarını bıraktılar. İman ettiklerini açıklayan topluluk hakkında bahseden biraz Önce aktardığımız âyet, o topluluğun şöyle dediğini bizlere aktarmaktadır:

"Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken, niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?" (Mâide, 5/84)

Ancak, geçmişte olan bu ilişkilere rağmen, ne olduysa oldu ve bu ilişkiler ve sıcak münasebetler durdu. Bin yıldan beridir ezici Haçlı seferlerinden bu yana Hıristiyanlar, Müslümanlara saldırmakta, topraklarını parçalamakta ve varlıklarını sarsmaktadırlar. Müslümanlara, insanların en yakını olanlar, bunlar olamazlar; bu âyetler geçmişte yaşanan sahneleri anlatmaktadır. Artık sahneler değişmiştir.

Belki de, halâ Avrupa ve Amerika'daki büyük kitleler, hakkı ve gerçeği aramaktadırlar, miras olarak aldıkları din ve kültürden endişe içerisindedirler. İşte böylesi insanları İslâm'a girmekten uzaklaştıran tek şey, Müslümanların içinde bulundukları şu anki kötü ve zavallı durumlarıdır. Gerçekte günümüz Müslümanlarının kendi dinlerinden nefret ettirecek kötü bir surette olduklarından hiç şüphe yoktur.

İslâm ile Ehl-i Kitap arasındaki ilişkileri bu şekilde sunduktan sonra, İslâm toplumunu oluşturmak için âyetler gelmektedir ve bu âyetler, Müslümanlara, materya-

MSlde Sûresi* I0S

Kıır'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

lizm ve ruhbanlıktan örnek almayı yasaklamaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah, haddi aşanları sevmez." (Mâide, 5/87)

Sanki âyet Müslümanları, geçmişte olan şeylerden sakındırmayı İstemektedir.

Ardından içki içmeyi yasaklayan açık ve net âyetler gelmiştir. Avrupa ve Amerikalılar ise, her sofraya içkiyi koymaktadırlar ve artık içki, su gibi veya suya eşdeğer bir içecek olmuştur. Mukaddes düsturları koruma, dini tartışmayı ve dindarlar arasında süregelen tartışmayı bırakma, kitap ve sünnete sarılmanın gerekliliğini bildirme hususunda hükümler gelmektedir. Zira bazı insanlara;

"Allah'ın indirdiğine ve resule gelin, denildiği zaman, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Atalan hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" (Mâîde, 5/104)

Önceden de bildirdiğimiz gibi sûrenin, Akitler/Sözleşmeler Sûresi olarak isİmlen-dirilmesinde garipsenecek bir durum yoktur. Zira bu sûre birçok yükümlülük ve bağlayıcılıkları bünyesinde barındırmaktadır. Bununla birlikte sûre, şu iki emirle sona ermektedir: Birincisi, Hıristiyanların dinlerinde samimi olmalarını ve saf tevhid inancını, kendisine karıştırılan kuruntu ve zanlardan temizlemelerini bildiren hitaptır. Bu hitap Hz. İsa b. Meryem hakkında bir sorguyu da barındırmaktadır:

"Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, 'beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı edinin' diye sen mî dedin, buyurduğu zaman o 'Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz'...." (Mâide, 5/116)

Kendisinden sonra halkının kendisi hakkında uydurduğu şeylerden uzak olduğunu bildirmesi çok tabiidir.

"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: 'Benim de Rabbim sisin de Rab-biniz olan Allah'a kulluk edin' dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şahit idim. Beni vefat ettirince arlık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin" (Mâide, 5/117)

Gerçek şu ki, Allah (c.c.)'tan başka hiçbir ilah yoktur ve O (c.c.)'nun dışındaki her şey O (c.c.)'nun kuludur. Fakat çeşitli kiliseler bu duruma halâ şiddetle karşı çıkmakta ve direnmektedirler. Bunun da ötesinde bu kiliseler, apaçık hakkı yok etmek için Müslümanların zayıf yanlarını gözetlemekte ve fırsat kollamaktadırlar.

Sûrenin kendisiyle sona erdiği ikinci ve son emir ise, içinde bulundurduğu tüm akit ve sözleşmeleri okuyuculara hatırlatmaktadır; acaba okuyucular bu akit ve sözleşmeleri ezberleyip hakkını tam olarak verebilecek ve onlarla amel edebilecekler mi?

106- Mâide Sûresi

Muhammed Gazali

Hiçbir beşerle Allah (c.c.) arasında özel bir münasebet yoktur. Bir gün gelecek ve tüm insanlar hassas ve tam bir hesap için tekrar diriltilip bir araya toplanacaklardır. İşte o gün şöyle denilecektir:

"Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür. Onlara, içinde ebe-dhi kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur." (Mâide, 5/119)

Allah (c.c.)'Ia birlikte herhangi bir kimsenin mülkü, salâhiyeti, yetkisi var mıdır? Hayır, kesinlikle hayır.

"Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla kadirdir." (Mâide, 5/120)

İşte Mâide ya da Akitler/Sözleşmeler Sûresi...

Bu sûre, Kur'an-ı Kerim'de, hükümlerle ilgili en son inen sûrelerden birisidir...

Mâide Sûresi ■ 107