10 Mayıs 2007 Perşembe

ENAM SÜRESİ(Muhammed ESED)

Muhtemelen iki veya üç ayetinin dışında bu surenin tamamı, Mekke döneminin bitimine doğru -büyük bir ihtimalle, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önceki son yılda- bir defada nazil olmuştur. En‘âm (“Sığırlar”) başlığı, 136. ayette ve devamında, Araplar'ın vaktiyle çeşitli putlarına adadıkları hayvanlarla ilgili İslam öncesi bazı bâtıl inançlara yapılan atıflardan alınmıştır. Bu putperestçe inanç ve uygulamalar, daha sonraki Arap tarihi gözönüne alındığında kısa ömürlü görünseler de, Kur’an'da, insanın yaratılmış varlıklara veya hayalî güçlere ilahî veya yarı-ilahî vasıflar izafe etme eğilimini tasvir etmek için kullanılırlar. Aslında bu surenin büyük kısmı, hiçbir şekilde sadece bilinen çok tanrılı inançlarla sınırlanamayacak olan bu eğilime karşı çok yönlü bir reddiye olarak tanımlanabilir. Bu reddiyenin özü, Allah'ın birliğinin ve benzersizliğinin ortaya konulmasıdır. O bütün mahlukatın Ana Sebebidir, ama ne fiziksel ne de kavramsal olarak “hiçbir beşerî görüş ve tasavvur O'nu kuşatamaz” (ayet 103), ve bundan dolayı, “O, insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir” (ayet 100). Sonuç olarak, beşerî düşünce kategorileri içinde kalarak Allah'ı “tanımlama” yahut O'nu bir “kişi” kavramına indirgeme çabaları, O'nun sonsuz varoluşunu sınırlamaya yönelik yıkıcı girişimlerdir. (Kur’an, Allah'ın bir “kişi” olarak kavramsallaştırılmasını önlemek için O'nunla ilgili şahıs zamirlerinde sürekli değişiklik yapar: Allah'tan -çoğunlukla tek ve aynı cümlede- “O”, “Ben” ve “Biz” olarak bahsedilir; aynı şekilde, Allah'a işaret eden aidiyet zamirleri, her zaman, “O'nun”, “Benim” ve “Bizim” arasında değişip durur.)
Bu surenin en göze çarpan pasajlarından biri, Hz. Peygamber'in, diğer bütün insanlar gibi, hiçbir olağanüstü güce sahip olmayan bir fâni olduğunu ve “sadece kendisine vahyedileni yerine getirdiği”ni vurgulayan ifadedir (ayet 50). Ve son olarak, o'na (ayet 162-163): “Bakın, benim namazım, bütün ibadetlerim, ölümüm ve hayatım yalnız Allah içindir ... ki O'nun uluhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir.” demesi emrolunmuştur.
1 HER TÜRLÜ övgü, gökleri ve yeri yaratan, derin karanlığı ve (parlak) aydınlığı var eden Allah'a özgüdür:1 Ama hakikati inkara şartlanmış olanlar, başka güçleri Rableri ile eş tutarlar!
2 O'dur sizi balçıktan yaratan ve sonra [sizin için] bir ömür tayin eden, [yalnızca] O'nun bildiği bir ömür.2 Ama hâlâ şüphe edip durursunuz, 3 oysa O, göklerin ve yerin Allah'ı, gizlediğiniz ve açıktan yaptığınız her şeyi ve hak ettiklerinizi bilir.
4 Ama ne zaman onlara Rablerinden bir mesaj gelse, o [hakikati inkar ede]nler ona sırt çevirirler:3 5 ve böylece şimdi kendilerine gelmiş olan bu hakikati yalanlarlar. Ama, zaman içinde, o alay ettikleri şeyi anlayacaklardır.4
6 Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? Yeryüzünde benzerini görmediğiniz [verimli] topraklardan bir toprak verdiğimiz ve üstlerine bolca semavî nimetler yağdırdığımız ve ayaklarının altından ırmaklar akıttığımız [o toplumları]? Biz onları günahlarından dolayı yok etmiş ve yerlerine başka insanlar geçirmiştik.5
7 Ama Biz, sana, [ey peygamber,] yazılı bir metin göndermiş olsaydık ve ona kendi elleriyle dokunmuş olsalardı bile hakikati inkara şartlanmış olanlar, kesinlikle, “Bu açıkça, aldatmacadan başka bir şey değil!” derlerdi.
8 Onlar, ayrıca, “Neden o'na [alenen] bir melek gönderilmiş değil?” derler. Ama bir melek göndermiş olsaydık, muhakkak ki, her şeyin hükmü verilip bitmiş olurdu6 ve onlara [pişmanlık için] başka bir fırsat tanınmazdı. 9 Ve Biz, bir meleği elçimiz olarak tayin etmiş olsaydık [bile],7 onun kesinlikle bir insan olarak [görünmesini] sağlardık ve böylece onları, şimdi içinde bulundukları şaşkınlığa yine düşürürdük.8
10 Gerçekte, senden önce [de] peygamberler alaya alındılar, ama onları küçümseyip alay edenler, [sonunda] alay ettikleri şey tarafından kuşatılıp mahvedildiler.9
11 De ki: “Yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonlarının ne olduğunu görün!”
12 De ki: “Kime aittir göklerde ve yerde olan her şey?” De ki: “Rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen Allah'a”.10
O, [varlığı] her türlü şüphenin üstünde olan Kıyamet Günü hepinizi bir araya mutlaka toplayacaktır: ama kendilerine yazık edenler (var ya), işte [O'na] inanmayı reddedenler onlardır; 13 halbuki, gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O'nundur; ve yalnızca O'dur her şeyi duyan, her şeyi bilen.
14 De ki: “Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan O dururken11 göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'tan başka birini mi dost edineceğim?”
De ki: “Ben, Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasında bulunmakla değil”.12
15 De ki: “Bakın, [bu şekilde] Rabbime isyan etseydim, o çetin [Hesap] Gün[ün]de [başıma gelecek olan] azaptan korkardım”.
16 O Gün kim esirgenirse Allah ona rahmetini bağışlamış olur: bu da apaçık bir kurtuluş olacaktır.
17 Ve eğer Allah sana bir zarar vermek isterse Kendisinden başka kimse onu gideremez; ve eğer sana iyilikte bulunursa da unutma ki O, dilediğini yapmaya kâdirdir: 18 Zira yalnız O, yarattıkları üzerinde otorite sahibidir ve yalnız O'dur gerçekten hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan.
19 De ki: “Hakikatin en güvenilir şahidi kimdir?” De ki: “Allah benim ile sizin aranızda şahittir; ve bu Kur’an bana vahyedildi ki ona dayanarak sizi ve onun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim”.
Siz, Allah'tan başka ilahların olduğuna gerçekten şahitlik yapabilir misiniz? De ki: “Ben [böyle] bir şahitlik yapmam!” De ki: “O, tek Allah'tır; ve bakın, sizin yaptığınız gibi, Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!”13
20 Daha önce vahiy verdiklerimiz, bunu,14 kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; ama [onlar arasından] kendilerine yazık edenler (var ya), işte onlardır inanmayı reddedenler. 21 Kendi uydurduğu yalanları Allah'a yakıştırandan veya O'nun mesajlarını yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Şüphe yok ki, böyle zalimler mutluluğa asla ulaşamazlar: 22 Bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız ve o zaman, Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştıranlara: “Allah'ın uluhiyetine ortak olduklarını tahayyül ettiğiniz o varlıklar15 neredeler şimdi?” diye soracağız.
23 Bunun üzerine, çaresiz bir şaşkınlık içinde, ancak, “Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki O'ndan başka bir şeye ilahlık izafe et[mek iste]medik!”16 diye(bile)ceklerdir.
24 Bakın, onlar kendi kendilerine nasıl yalan söylemişler17 ve mesnedsiz hayalleri onları nasıl yüzüstü bırakmış!
25 Onlar arasında öyleleri var ki [ey Peygamber] seni dinler [görünür]ler: Ama kalplerinin üstüne, onları hakikati kavramaktan alıkoyan perdeler yerleştirdik, kulaklarına da sağırlık.18 Ve [hakikatin] bütün işaretleri[ni] görselerdi yine de ona inanmazlardı; o kadar ki, onlar tartışmak için sana geldiklerinde, hakikati inkara şartlanmış olanlar, “Bu, eski zamanların masallarından başka bir şey değil!” derler. 26 Diğerlerini ondan alıkoyar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar: Ama [bu şekilde] yalnız kendilerini mahvederler ve (üstelik) bunu da idrak etmezler.
27 Ateşin önünde bekletilecekleri ve “Ah, keşke [hayata] geri döndürülseydik: O zaman Rabbimizin mesajlarını yalanlamaz ve müminler arasında olurduk!” diyecekleri zaman [onları] görseydin.
28 Ama hayır -[böyle demeleri] geçmişte [kendilerinden] gizlemiş oldukları hakikat onlara açık şekilde görünecek [olmasındandır]; ve eğer [hayata] geri döndürülmüş olsalardı kendilerine yasaklanmış olan şeye yine dönerlerdi: Unutma ki onlar gerçek yalancılardır!19
29 Ve bazı [inançsız]lar, “Bu dünyadaki hayatımızın ötesinde başka bir şey yoktur ve öldükten sonra dirilmeyeceğiz!” derler.
30 Ama sen [onları] Rablerinin huzuruna çıkarılacakları [ve] O'nun, “Bu, hakikat değil mi?” diye soracağı zaman görsen.
Onlar, “Evet, Rabbimiz hakkı için öyle!” diye cevap verecekler.
[Bunun üzerine,] Allah, “Tadın öyleyse” diyecek, “hakikati reddetmenizden doğan bu azabı!”20
31 Kıyamet Saati ansızın gelip çatıncaya [ve] “Yazıklar olsun bize ki onu gözardı etmişiz!” diye ağlayıp dövününceye kadar Allah'a varacaklarını inkar edenler gerçekten hüsrana uğrayanlardır, çünkü omuzlarında günahlarının yükünü21 taşıyacaklardır: Ah, o yüklenecekleri [ağırlık] ne kötüdür!
32 Bu dünya hayatı, bir oyundan-eğlenceden ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir; ama ahiret hayatı Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?
33 Bu insanların söylediklerinin22 seni gerçekten üzdüğünü pekala biliyoruz: Ama, unutma ki, onların yalanladığı sen değilsin; bu zalimlerin inkar ettiği, aslında Allah'ın mesajlarıdır. 34 Gerçek şu ki, senden önce [de] peygamberler yalanlanmıştır; ama onlar, Bizden yardım gelinceye kadar bütün düzmece ithamlara ve kendilerine yapılan bütün eziyetlere sabırla katlandılar: Çünkü hiçbir güç Allah'ın vaadlerini[n sonucunu] değiştiremez. Ve o peygamberlerin tarihleri hakkında şu anda sen de bilgi sahibisin.23
35 Eğer hakikati inkar edenlerin24 sana sırtlarını dönmeleri seni sıkıntıya sokuyorsa ve o nedenle onlara [daha ikna edici] bir mesaj getirmek için yerin dibine inebilecek yahut merdivenle göğe yükselebilecek durumda isen,25 [durma yap;] ama [unutma ki] eğer Allah dileseydi onların tümünü [Kendi] rehberliği altında toplardı. O halde, sakın [Allah'ın yollarını] görmezden gelmeye çalışma.26 36 Unutma ki, yalnızca [bütün kalpleriyle] kulak verenler, bir çağrıya cevap verebilirler; [kalben] ölmüş olanlara gelince, [yalnız] Allah onları diriltebilir, sonra da hepsi O'na döneceklerdir.27
37 Ve onlar: “Neden o'na28 Rabbi tarafından hiçbir mucizevî işaret bahşedilmedi?” diye sorarlar. De ki: “Allah, katından her türlü işareti indirmeye kâdirdir”.
Ama insanların çoğu bundan habersizdir,29 38 halbuki yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi [Allah'ın] mahluku30 olmasın: Biz, buyruğumuzda tek bir şeyi bile ihmal etmedik.
Ve bir kez daha (belirtelim):31 onlar[ın tümü] Rableri huzurunda toplanacaklardır.
39 Mesajlarımızı yalanlayanlar, zifiri karanlığa gömülmüş sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu saptırır; ve dilediğini de dosdoğru yola yöneltir.32
40 De ki: “[Bu dünyada] Allah'ın azabına çarptırıldığınız zaman yahut Son Saat gelip çattığında Allah'tan başkasına yalvardığınızı düşünebilir misiniz? [Söyleyin bana,] eğer doğru sözlü insanlar iseniz! 41 Hayır, aksine yalvarışınız yalnız O'nadır, bu durumda O, eğer dilerse sizi Kendisine yalvarmaya yönelten o [bela]yı giderir; ve [o zaman] Allah'tan başka ilahlık yakıştırdığınız her şeyi unutmuş olursunuz”.
42 Biz, senden önceki toplumlara da mesajlarımızı gönderdik [ey Peygamber,] ve onları sıkıntı ve zorluklara uğrattık ki tevazu ile boyun eğsinler. 43 Ama tarafımızdan takdir edilen bir sıkıntıya uğratıldıkları zaman tevazu göstermediler, tersine kalplerinin katılığı arttı, çünkü Şeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi. 44 Sonra, kendilerine yapılan uyarıları gözardı ettiklerinde bütün [güzel] şeylerin kapılarını onlara ardına kadar açtık33 ve kendilerine bağışlanan şeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansız yakaladık: işte o anda bütün ümitlerini kaybettiler;34 45 ve [sonunda], zulüm işlemeye şartlanmış olan o toplumların son kalıntıları da yok olup gitti.35
Bütün övgüler yalnız Allah'a mahsustur, bütün âlemlerin Rabbine.
46 De ki: “Ne sanıyorsunuz? Eğer Allah işitme ve görme duyularınızı elinizden alır ve kalplerinizi mühürlerse onları size Allah'tan başka hangi ilah geri verebilir?”
Bakın mesajlarımızı nasıl çok yönlü dile getiriyoruz, ama hâlâ küçümseyerek yüz çeviriyorlar!
47 De ki: “Allah'ın azabı âniden veya [yavaşça] hissedilir şekilde başınıza gelse durumunuz ne olur, söyler misiniz?36 [O zaman hiç] zalim halktan başkası yok edilir mi?37
48 Biz, elçileri[mizi] yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz: bu nedenle, iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir; 49 mesajlarımızı yalanlayanlara gelince, onlar işledikleri bütün günahkarca fiillerden dolayı azaba çarptırılacaklardır.
50 De ki [ey Peygamber:] “Ben size ‘Allah'ın hazineleri bendedir!’ demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size ‘Ben bir meleğim!’ diyorum: Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum”.38
De ki: “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?39 Siz düşünmez misiniz?”
51 Kendilerini Allah'a karşı koruyacak veya O'nun nezdinde şefaat edecek birisi olmadan Allah'ın huzurunda toplanmaktan korkanları böylece uyar ki O'na karşı sorumluluklarının bilincine [tam olarak] varabilsinler.40
52 O halde, Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları[n hiç birini] yanından kovma.41 Sen onlardan hiçbir şekilde sorumlu değilsin -tıpkı onların da hiçbir şekilde senden sorumlu olmadıkları gibi-42 bu nedenle onları kovma hakkına sahip değilsin: yoksa zalimlerden olurdun.43
53 İşte bu şekilde44 insanları birbirleri aracılığıyla sınarız, ki sonunda, “Acaba Allah bizim yerimize onlara mı lütufta bulundu?”45 diye sorsunlar. Kimin [kendisine] şükrettiğini en iyi bilen Allah değil mi?
54 Mesajlarımıza inananlar sana geldiklerinde de ki: “Size selâm olsun! Rabbiniz rahmet ve merhameti kendisine ilke edinmiştir,46 böylece sizden biri bilgisizlikten dolayı kötü bir fiil işler ve sonra tevbe edip dürüst ve erdemlice bir hayat yaşarsa O[nun] çok affedici ve rahmet kaynağı [olduğunu görecek]tir”.
55 Böylece mesajlarımızı açık şekilde anlatıyoruz ki günaha batmış olanların yolu [dürüst ve erdemlilerinkinden] ayırd edilebilsin.
56 [HAKİKATİ inkar edenlere] de ki: “Allah'ı bırakıp yalvardığınız [varlıklar]a tapmaktan men olundum”.
De ki: “Ben sizin mesnedsiz görüşlerinize uymam, yoksa sapkınlığa düşerdim ve doğru yolu bulanlar arasında olmazdım”.
57 De ki: “Bakın, ben Rabbimden gelen açık bir kanıta dayanmaktayım; ve [bu şekilde] siz O'nu yalanlamış oluyorsunuz! [Bilgisizliğiniz yüzünden] bu kadar şiddetle arzuladığınız şey benim elimde değil:47 Hüküm ancak Allah'a aittir. O hakikati ilan edecektir, çünkü [hak ile bâtıl arasında] en iyi hüküm veren O'dur”.
58 De ki: “Eğer bu kadar şiddetle arzuladığınız şey benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızda (verilmesi beklenen) hüküm verilmiş olurdu.48 Ama kimin zulüm işlediğini en iyi Allah bilir”.
59 Çünkü, yaratılmış varlıkların idrakini aşan şeylerin anahtarları O'nun katındadır: onları Allah'tan başka kimse bilemez.
O, karada ve denizde olan her şeyi bilir; bir yaprak düşmez ki O bundan haberdar olmasın; ve ne yeryüzünün derin karanlığında bir habbe, ne de canlı veya ölü49 hiçbir şey yoktur ki [O'nun] apaçık fermanında kaydedilmiş olmasın.
60 O'dur sizi geceleyin ölü [gibi] yapan50 ve gündüzün ne yaptığınızı bilen. O, sizi [Kendisi tarafından] tesbit edilen ömrü tamamlamak üzere her gün51 hayata geri döndürür. En sonunda O'na döndürüleceksiniz: ve o zaman [hayatta] yaptığınız bütün şeyleri size gösterecektir.
61 Yalnız O'dur kulları üzerinde hüküm sahibi olan. Ve O, birinize ölüm yaklaştığında elçilerimiz onun canını alıncaya kadar sizi gözetlemek için semavî güçler gönderir:52 ve bu güçler [hiç kimseyi] atlamazlar. 62 O [ölmüş ola]nlar, bunun üzerine Allah'ın, gerçek Yüce Efendilerinin huzuruna getirilirler.53 Doğrusu, nihai hüküm yalnız O'nundur: ve O, hesap görenlerin en hızlısıdır!
63 De ki: “Siz, boynunuzu bükerek ve içinizden, ‘Eğer O bizi bu [sıkıntı]dan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız!’ diye Allah'a yalvardığınızda karanın ve denizin kapkara tehlikelerinden54 sizi koruyacak olan kimdir?” 64 De ki: “[Yalnızca] Allah, sizi bundan ve başka her türlü sıkıntıdan kurtarabilir, ama siz hâlâ O'nun yanısıra başka güçlere ilahlık yakıştırıyorsunuz!”
65 De ki: “Yalnız O'dur sizi tepenizden ve ayaklarınızın altından55 azapla kuşatma kudretinde olan; sizi birbirine muhalif topluluklar haline getirip birbirinizin üzerine salan”.56
Bak, iyice anlasınlar diye, mesajları nasıl her yönüyle açıklıyoruz! 66 Oysa senin hitab ettiğin toplum,57 bütün bunların hakikat olduğu ortadayken, yine de bunları yalanlıyor.
[O zaman] de ki, “Ben sizin davranışınızdan sorumlu değilim. 67 [Allah'tan gelen] her haber belli bir süreç içinde gerçekleşir: ve siz zaman içinde [hakikati] anlayacaksınız”.
68 İMDİ, mesajlarımız hakkında ileri geri konuşan kimselere rastladığın zaman, bu kimseler başka konulara geçinceye kadar58 onlardan uzak dur; ve eğer Şeytan sana [yapman gerekeni] unutturursa, hiç değilse, hatırladıktan sonra, artık açıkça zulmeden böyle bir topluluğun içinde yer alma; 69 çünkü Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar onlardan hiçbir şekilde mesul değildirler. Böyleleri sadece [günahkarlara] nasihatte bulunmakla yükümlüdürler,59 belki böylece berikiler Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine varırlar.
70 Bu dünya hayatının rahatına dalarak eğlenceyi ve geçici zevkleri din haline getiren kimseleri kendi haline bırak;60 ama bu durumda [onlara] hatırlat ki [ahirette] her insan yaptığı yanlışlardan (ve haksızlıklardan) dolayı rehin tutulacak ve kendisini ne Allah'a karşı koruyacak, ne de kayırıp kollayacak bir kimse bulamayacaktır. Ve düşünülebilecek her türlü fidyeyi vermek istese bile61 bu kendisinden kabul edilmeyecektir. İşte yaptıkları yanlışlardan dolayı rehin tutulacak olanlar bu [gibi insan]lardır; onlar için [ahirette] yakıcı bir ümitsizlik iksiri vardır62 ve onları, hakikati inatla inkar ettikleri için şiddetli bir azap beklemektedir.
71 DE Kİ: “Biz, Allah'ın yerine bize ne faydası dokunan ne de zarar verebilen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları [uzaktan] “Bizimle gel!” diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevî zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse63 gibi (mi olalım?)”
De ki: “Şüphe yok ki Allah'ın rehberliği, yegâne rehberliktir; ve biz, kendimizi bütün âlemlerin Rabbine teslim etmekle emrolunduk, 72 namazlarımızda dikkatli ve devamlı olmakla ve kendimizi O'na karşı sorumluluk bilinci içinde tutmakla: Çünkü hepimiz sonunda O'nun huzurunda toplanacağız”.
73 O'dur gökleri ve yeri [derunî] bir hakikate64 göre yaratmış olan. O ne zaman “Ol!” dese emri derhal yerine gelir; ve [mahşer] borusu çalındığı Gün hükümranlık yine O'nun olacaktır.
O, yaratılmışların idraklerini aşan şeyleri de, onların duyuları veya akılları ile kavrayabileceklerini de65 bilir: yalnızca O'dur gerçek hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan.
74 VE BİR ZAMAN İbrahim babası Âzer'e [şöyle] demişti:66 “Sen putları ilah mı ediniyorsun? Görüyorum ki sen ve halkın açık bir sapıklık içindesiniz!”
75 Böylece Biz İbrahim'e, [Allah'ın] gökler ve yer üzerindeki güçlü hükümranlığı ile ilgili [ilk] kavrayışı kazandırdık, ki kalben mutmain olan kimselerden olsun.
76 Sonra, gecenin karanlığı bastırdığı zaman [gökte] bir yıldız gördü [ve] haykırdı: “İşte bu (mu) benim Rabbim!” Ama yıldız kaybolunca, “Ben batan şeyleri sevmem!” diye söylendi.
77 Sonra, ayın doğduğunu görünce, “Benim Rabbim bu!” dedi. Ama ay da batınca, “Gerçekten, eğer Rabbim beni doğru yola iletmezse ben kesinlikle sapıklığa düşmüş kimselerden olurum!” dedi.
78 Sonra, güneşin doğduğunu görünce, “İşte benim Rabbim bu! Bu [hepsinin] en büyüğü!” diye haykırdı. Ama o [da] kaybolunca: “Ey halkım!” diye seslendi, “Bakın, sizin yaptığınız gibi, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun! 79 Bakın, ben bâtıl olan her şeyden uzak durarak yüzümü gökleri ve yeri var eden Allah'a çevirmekteyim; ve ben O'ndan başkasına ilahlık yakıştıranlardan değilim!”
80 Ve [sonra] halkı o'nunla tartışmaya girdi. [Bunun üzerine] onlara: “Beni doğru yola ileten O iken benimle Allah hakkında hâlâ tartışıyor musunuz? Ama O'ndan başka ilahlık yakıştırdığınız hiçbir şeyden korkmuyorum, [zira hiçbir kötülük bana dokunmaz] Rabbim dilemedikçe.67 Rabbim her şeyi bilgisi ile kuşatır; peki bunu hiç düşünmüyor musunuz? 81 Allah'tan başka taptıklarınızdan neden korkayım, Allah size yüce katından hakkında hiçbir şey indirmemişken O'ndan başka varlıklara ilahlık yakıştırmaktan korkmuyorsanız? O halde [söyleyin bana,] eğer [cevabını] biliyorsanız: İki taraftan hangisi kendini daha emin hissedebilir? 82 İmana ermiş olan ve zulüm işleyerek imanlarını karartmayanlar, işte onlardır güven içinde olacak olanlar, çünkü doğru yolu bulanlar onlardır!” dedi.
83 İşte bu, halkına karşı [kullanmak üzere] İbrahim'e verdiğimiz muhakeme tarzımızdı:68 [çünkü] dilediğimiz kimseyi derecelerle yüceltiriz.69 Şüphe yok ki Rabbiniz hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
84 Biz o'na İshâk'ı ve Yakub'u bağışladık; ve her birini, daha önce Nûh'u ilettiğimiz gibi doğru yola ilettik. Onun neslinden Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musa'ya ve Harun[a peygamberlik bağışladık]: işte iyilik yapanları böyle ödüllendiririz; 85 ve Zekeriya'ya, Yahya'ya, İsa'ya ve İlyas[a da]: onların hepsi dürüst ve erdemli kimselerdi; 86 ve İsmail'e, Elyesa'ya, Yunus'a ve Lût[a da].70 Ve Biz onlardan her birini diğer insanlara üstün kıldık; 87 onların atalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazısı[nı da aynı şekilde yücelttik]: onları[n hepsini] seçtik ve dosdoğru bir yola yönelttik.
88 Bu, Allah'ın rehberliğidir: O, bununla kullarından kimi dilerse onu doğru yola ulaştırır. Onlar, Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştırmış olsalardı, o âna kadar yaptıkları bütün [iyi] şeyler gerçekten boşa gitmiş olurdu: 89 [Ama] Biz, onlara vahyi, sağlam muhakemeyi ve peygamberliği bahşettik.
Ve şimdi inançsızlar bu hakikatleri inkar etmeyi tercih edebilirler,71 [ama bilin ki] Biz onları, asla reddetmeyecek olan insanlara bahşetmekteyiz; 90 Allah'ın doğru yola ulaştırdığı insanlara. Öyleyse onların rehberliğine uy [ve] de ki: “Sizden bu [hakikat bilgisi] için hiçbir karşılık istemiyorum: Unutmayın ki o bütün insanlığa bir öğütten ibarettir!”
91 Nitekim onlar, “Allah insana hiçbir şey vahyetmemiştir!” derken Allah'ı gereği gibi kavramadıklarını göstermişlerdir. De ki: “Kim indirdi Musa'nın insanlara bir ışık ve rehber olarak getirdiği ve sizin [sırf] kağıt parçaları olarak gördüğünüzü,72 [o kadar] çok gizlediğiniz halde bir gösteri aracı yaptığınız o ilahî kelâmı? Halbuki [onunla] size ne sizin ne de atalarınızın bilmediği şeyler öğretilmişti.”73 “Allah [o ilahî kelâmı vahyetmiştir]!” de; ve sonra da bırak, onlar boş laflarla oyalanıp dursunlar.
92 [Ve] bu da, bütün kentlerin atasını ve çevresinde oturan herkesi74 uyarman için yücelerden indirdiğimiz bir ilahî kelâmdır, kutlu, [geçmiş vahiylerden] bugüne kalmış (doğru adına) ne varsa tümünü doğrulayan.75 Öteki dünyanın varlığına inananlar bu [uyarıya] da inanırlar; namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar da işte onlardır.
93 Allah hakkında yalan uyduran,76 yahut kendisine hiçbir şey indirilmediği halde “Bu bana indirilmiştir!” diyenden daha çarpık zihniyetli kim vardır? Yahut, “Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indirebilirim!” diyenden?77
Keşke görseydin [onların halini], bu zalimler kendilerini ölüm sancıları içinde bulduklarında ve melekler ellerini uzatarak, “Ruhlarınızı teslim edin! Allah'a doğru olmayan şeyler izafe ettiğiniz ve kibre kapılarak O'nun mesajlarını inatla küçümsediğiniz için bugün aşağılanma cezası ile cezalandırılacaksınız!” diye seslendiklerinde
94 [Ve Allah şöyle diyecektir]: “İşte şimdi Bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi; ve [hayatta iken] size bahşettiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız. Kendinizle ilgili olarak Allah'a ortak koştuğunuz78 o şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz! Gerçek şu ki, sizin [dünyadaki hayatınız ile] aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir ve bütün eski dostlarınız sizi terk etmiştir!”79
95 KUŞKUSUZ Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah: ve akıllarınız hâlâ nasıl da tersyüz oluyor!80
96 Tan yerini ağartan[dır O]; geceyi sükûnet[in kaynağı] yapan ve güneş ile ayı tesbit edilen yörüngelerinde hareket ettiren81 [O'dur]: Bu[nların tümü] Her şeyi Bilen Sonsuz Kudret Sahibinin iradesi ile tayin edilmiştir.
97 Karanın ve denizin zifiri karanlığında onlara bakıp yolunuzu bulabilesiniz diye yıldızları sizin için var eden O'dur: Gerçek şu ki, Biz bu mesajları kavrama yeteneği olan insanlara açık ve anlaşılır kılıyoruz!
98 Bir canlıdan sizi[n hepinizi] var eden82 O'dur, ve O [sizin her biriniz için yeryüzünde] bir vade ve [ölümden sonra] bir dinlenme yeri [tayin etmiştir]:83 Biz bu mesajları hakikati kavrayabilecek insanlar için açık ve anlaşılır kılmaktayız!
99 O, gökten suları yağdırandır; işte Biz bu yolla her türlü canlı bitkiyi yetiştirdik ve bundan çimenleri yeşerttik.84 Yine bundan birbirine yapışık büyüyen tahıl tanelerini yetiştiririz; ve hurma ağacının tomurcuğundan sık salkımlı hurmalar; asma bahçeleri ve zeytin ağacı ve nar: [hepsi] birbirine çok benzeyen ve (hepsi) birbirinden çok farklı!85 Mahsul verdiği ve olgunlaştığı zaman onların meyvesine bakın! Şüphesiz bütün bunlarda inanacak insanlar için mesajlar vardır!
100 Ama bazıları bütün görünmez varlık türlerine86 Allah'ın yanında (O'na denk) bir yer yakıştırmaya başladılar, halbuki onları[n tümünü] yaratan O'dur; ve cehaletleri yüzünden O'na oğullar ve kızlar isnad ettiler!87
O, sonsuz ihtişam sahibidir ve insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir:88 101 Göklerin ve yerin yaratıcısı[dır]! O'nun hiçbir zaman bir eşi olmadığı halde nasıl olur da çocuk sahibi olabilir, ki her şeyi yaratan O iken ve yalnız O her şeyi bilirken?
102 İşte Rabbiniz Allah budur: O'ndan başka ilah yoktur, O her şeyin Yaratıcısı[dır]: Öyleyse yalnız O'na kulluk edin, zira O'dur her şeyi görüp gözeten. 103 Hiçbir beşerî görüş ve tasavvur O'nu kuşatamaz, halbuki O her türlü beşerî görüş ve tasavvuru çevreleyip kuşatır: zira yalnız O'dur (hikmetine) tam nüfûz edilemez olan, her şeyden haberdar bulunan.89
104 Şimdi Rabbinizden size [bu ilahî kelâm yoluyla] anlama ve kavrama araçları verilmiştir. O halde, kim görmek isterse kendi lehine, ve kim de körlüğü tercih ederse kendi aleyhine davranmış olur. Ve [kalbi katılaşmış olanlara de ki]: “Ben sizin bekçiniz değilim!”
105 Böylece Biz mesajlarımızı çok yönlü olarak dile getiriyoruz ki “Sen [bütün bunlardan] iyi ders almışsın!”90 diyebilsinler ve mesajları, onları kavrama yeteneğine sahip insanlara açıklayabilelim. 106 Sen Rabbinden sana vahyedilmiş olana uy -ki O'ndan başka ilah yoktur- ve O'nunla birlikte başkasına ilahlık yakıştıranların tümüne sırtını dön.
107 Eğer Allah dilemiş olsaydı onlar başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmazlardı;91 Biz seni onların bekçisi yapmadık ve sen onların yaptıklarından da sorumlu değilsin.
108 Onların Allah'tan başka yalvarıp sığındıkları [varlıklar]a sövmeyin92 ki onlar da kin ve cehaletten dolayı Allah'a sövmesinler: zira Biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik.93 [Ama] zamanı geldiğinde onlar Rablerine döneceklerdir: O zaman Allah onlara bütün yaptıklarını [en doğru şekilde] anlatacaktır.
109 Şimdi en emin ve kararlı şekilde Allah'a yemin ediyorlar ki eğer kendilerine bir mucize gösterilmiş olsaydı bu [ilahî kelâm]a gerçekten inanmış olacaklardı. De ki: “Mucizeler yalnız Allah'ın elindedir!”94
Ve hepinizin bildiği gibi, onlara bir mucize gösterilmiş olsaydı bile ona inanmazlardı 110 kalplerini ve gözlerini [hakikatten] ayırdığımız sürece,95 tıpkı ona ilk başta inanmadıkları gibi: ve [böylece] Biz, körce ileri geri yalpalayıp dursunlar diye onları küstahça kibirleri ile başbaşa bırakırız.
111 Biz onlara melekler göndermiş olsaydık ve ölüler kendileriyle konuşmuş olsaydı,96 ve [hakikati kanıtlayabilecek] her şeyi karşılarına çıkarıp önlerinde bir araya toplamış olsaydık [bile], Allah dilemediği sürece yine inanmazlardı.97 Ama onların çoğu [bundan] tamamen habersizdir.
112 VE İŞTE böylece, Biz, hem insanlar hem de görünmez varlıklar içinden zihin çelmeyi amaçlayan yaldızlı/parlak yarı-hakikatleri98 birbirlerine fısıldayan şeytanî güçleri her peygambere düşman kıldık. Ama Rabbin dilemedikçe onlar bunu yapamazlardı: o halde, onlardan ve onların mesnedsiz hayallerinden uzak durun!
113 Yine de, ahirete inanmayanların kalpleri O'na yönelebilsin ve O'nda tatmin bulabilsinler diye, ayrıca ulaşabilecekleri [fazilet derecesi]ne ulaşabilsinler diye, 114 sen onlara [de ki:] “Hakikati apaçık ortaya koyan99 bu ilahî kelâmı size indiren O iken, [neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki] hüküm için O'ndan başkasını mı arayacağım?”100
Ve kendilerine daha önce vahiy bahşettiklerimiz bilirler ki bu [vahiy] de Rabbin tarafından safha safha indirilmiştir.101 Öyleyse şüphe edenlerden olmayın, 115 zira, Rabbinin vaadi doğruluk ve adaletle yerine getirilmiştir.102 O'nun vaadlerini[n gerçekleşmesini] engelleyebilecek hiçbir güç yoktur: ve yalnızca O'dur her şeyi duyan, her şeyi bilen.
116 Şimdi, eğer yeryüzünde [yaşamakta] olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar: onlar ancak [başkalarının] zanlarına tâbi olurlar ve kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece tahmin yürütürler.103
117 Şüphe yok ki Allah, kimin O'nun yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.
118 ÖYLEYSE, üzerinde Allah'ın adının anıldığı şeylerden yiyin, eğer O'nun mesajlarına gerçekten inanıyorsanız.104 119 Ve Allah mecbur kaldığınız durumlar dışında (yemenizi) yasakladığı şeyleri size ayrıntılı olarak açıklamışken üzerinde O'nun adının anıldığı şeyleri neden yemiyorsunuz? Ama bakın, [bu tür konularda] birçok insan diğerlerini [hiçbir gerçek] bilgiye dayanmaksızın, kendi temelsiz görüşleriyle saptırmaktadır. Şüphe yok ki senin Rabbin hak ve adalet sınırlarını aşanlardan tam olarak haberdardır.
120 Ama, ister açık ister gizli, günah işlemekten kaçının.105 Zira unutmayın ki, günah işleyenler kazandıkları yüzünden ceza göreceklerdir. 121 Bu nedenle, üzerinde Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin, zira bu gerçekten günahkarca bir davranış olur.
Ve [insanların kalplerindeki] şeytanî dürtüler, sahiplerine,106 sizi [neyin günah olduğu ve neyin olmadığı konusunda] tartışmaya çekmelerini fısıldarlar; ve eğer onlara uyarsan bil ki sen, Allah'tan başka varlıklara veya güçlere ilahlık yakıştıranlar [gibi] olursun.107
122 [RUHEN] ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için108 kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içine [gömülüp kalmış] biri gibi olur mu?
[Ama] böyle: hakikati inkar edenlere yaptıkları güzel görünür. 123 Ve işte böylece her ülkenin önde gelenlerini, hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız:109 ama çevirdikleri entrikalar yalnız kendi aleyhlerine olur; ve onu da anlamazlar.
124 Ne zaman onlara bir [ilahî] mesaj gelse, “Allah'ın peygamberlerine verdiklerinin benzeri110 bize verilmedikçe inanmayız!” derler. [Ama] mesajını kime tevdî edeceğini en iyi Allah bilir.
Suç işleyenler, Allah katında aşağılanmaya ve entrikacı eğilimlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğratılacaklardır.
125 Allah kimi doğru yola ulaştırmak isterse, kalbini [O'na] teslim olma arzusuyla genişletir; kimin de sapmasına izin verirse onun kalbini daraltır ve sıkıştırır, adeta göklere tırmanıyormuş gibi: böylece Allah, inanmayanları dehşete düşürür. 126 İşte bu şaşmaz [çizgi], Rabbinin yoludur.111
Gerçekten bu mesajlarımızı, onlardan ders al[mak istey]en insanlara açık şekilde anlatıyoruz! 127 Rableri katında barış ve esenlik yurdu onların olacak; ve yapmakta olduklarından dolayı Allah onlara yakın bulunacak.
128 ALLAH, onları[n tümünü] bir araya topladığı o Gün, “Ey görünmez [şeytanî] varlıklar ile yakınlık içinde olanlar! Siz [diğer] birçok insanı tuzağa düşürdünüz!” [diyecektir].112
Onlara yakın olan113 insanlar [ise,] “Ey Rabbimiz! Biz [hayatta] birbirimizin arkadaşlığından yararlandık; ama [artık] süremizin sonuna geldik -Senin bizim için tayin ettiğin sürenin- [ve artık yolumuzun yanlışlığını görüyoruz!]” diyecekler.
[Ama] O, “Sizin kalıcı-yurdunuz ateş olacak, Allah aksini dilemedikçe!”114 diyecektir. Şüphe yok ki Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
129 Ve bu şekilde, zalimlerin, [kötü] fiilleri ile birbirlerini ayartıp baştan çıkarmalarını115 sağlarız.
130 [Ve Allah şöyle devam edecek:] “Ey görünmez [şeytanî] varlıklar ve [benzer zihniyetteki] insanlar ile yakınlık içinde bulunan sizler! İçinizden mesajlarımı size ileten ve bu [Hesap] Günü'nün geleceği konusunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?”
Onlar: “Biz kendi aleyhimize şahitlik yaparız!” diyecekler. Zira bu dünya hayatı onları ayartmıştır: ve böylece onlar, hakikati inkar ettiklerine dair kendi aleyhlerine şahitlik yapacaklardır.
131 Gerçek şu ki, bir toplumun fertleri [doğru ile eğrinin anlamından] habersiz olduğu sürece Rabbin o toplumu116 yaptığı yanlışlıklardan dolayı asla yok etmez: 132 zira herkes, ancak [kasıtlı] eylemlerinden dolayı yargılanacaktır;117 ve Rabbin, onların yaptıklarından habersiz değildir.
133 Ve yalnızca Rabbindir Kendi kendine yeterli, sınırsız merhamet sahibi. O, dilerse siz[in varlığınız]a son verebilir ve daha sonra dilediğini sizin yerinize geçirebilir, tıpkı sizi başka insanların soyundan var ettiği gibi.
134 Şüphe yok ki size vaad edilen o [hesaplaşma] mutlaka gelecektir ve siz ondan kaçamayacaksınız!
135 De ki: “Ey [inanmayan] halkım! Gücünüz içinde olan her şeyi yapın [ki] ben de [Allah yolunda] gayret göstereyim; ve zamanla anlayacaksınız gelecek kimindir.118 Şüphe yok ki zalimler asla mutluluğa erişemeyecekler!”
136 ONLAR, Allah'ın yarattığı tarlalar ile hayvanların mahsullerinden O'na bir pay ayırırlar ve “Bu Allah'a aittir!” derler; yahut [haksız şekilde],119 “Ve bu [da], eminiz ki, Allah'ın uluhiyetinde pay sahibi olan varlıklar içindir!”120 diye iddia ederler. Ama zihinlerinde Allah'a ortak saydıkları varlıklar için ayırdıkları şey, [onları] Allah'a yakınlaştırmaz, Allah için ayırdıkları da [onları ancak] Allah'ın uluhiyetine ortak koştukları o varlıklara yakınlaştırır.121 Gerçekten de ne kötüdür onların yargıları!
137 Ve aynı şekilde Allah'a ortak koştukları varlıklara veya güçlere olan inançları, Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştıranların çoğuna çocuklarını öldürmelerini [bile] güzel gösterir122 ve böylece onları yok olmaya ve inançlarında şaşkınlığa götürür.123
Ama yine de Allah dilemeseydi bütün bunları yapmazlardı:124 o halde onlardan ve onların bütün mesnedsiz hayallerinden uzak dur!
138 Onlar, [haksız] bir iddia ile, “Şu hayvanlar ve tarla mahsulleri kutsaldır; bizim izin verdiklerimiz dışında hiç kimse onlardan yiyemez!” derler125 ve bazı tür hayvanların sırtına yük vurulmasının yasak [olduğunu ilan eder]ler; öyle hayvanlar var ki onlar üzerinde Allah'ın ismini telaffuz etmezler;126 [ve bu âdetlerin kaynağını] haksız yere O'na isnad ederler. [Ama] Allah, onları bütün bu mesnedsiz hayallerinden dolayı cezalandıracaktır.
139 Ve onlar, “Şu hayvanların karnında olan her şey bizim erkeklerimize tahsis edilmiş, kadınlarımıza ise yasaklanmıştır: ama eğer ölü doğarsa o zaman her iki taraf da ondan paylarını alabilir” derler. [Allah,] onları [Kendisine haksız yere] isnad ettiklerinden dolayı cezalandıracaktır: Unutmayın ki O, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
140 Gerçekten ziyana uğrayanlar o kimselerdir ki dar kafalı cahillikleriyle çocuklarını öldürürler, Allah'ın onlara rızık olarak sağladığı şeyleri yasaklarlar ve [bu tür yasakları da] haksız yere Allah'a yakıştırırlar: Onlar sapkınlığa düşmüşler ve doğru yolu bulamamışlardır.
141 Zira O'dur [hem] ekilip biçilen ve [hem de] kendi başına yetişen bahçeleri,127 (var eden,) hurma ağaçlarını, çeşit çeşit mahsuller veren tarlaları, zeytin ağacını ve narı meydana getiren: [hepsi] birbirine benzer ve hepsi birbirinden çok farklıdır!128 Olgunlaştığında onların meyvelerinden yiyin ve [yoksullara] mahsulün toplandığı gün haklarını verin. Ve [Allah'ın nimetlerini] israf etmeyin: kuşkusuz O müsrifleri sevmez!
142 Yük taşımaya mahsus olan ve etleri için beslenen hayvanlardan, Allah'ın size rızık olarak verdiklerini yiyin ve Şeytan'ın izinden gitmeyin:129 unutmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır!
143 [Ona uyanlar iddia ederler ki bazı hallerde] her iki cinsten dört çeşit hayvan [insana yasaktır]: iki cins koyun ve keçiden her biri.130 [Onlara] sor: “O'nun yasakladığı, iki erkek mi, yoksa iki dişi mi, yahut iki dişinin rahminde taşıdıkları mı? Bu konuda ne biliyorsanız bana söyleyin,131 eğer söylediğinizde haklı iseniz!”
144 Onlar, her iki cins deveyi ve büyükbaş hayvanı132 [da aynı şekilde haram sayarlar]. [Kendilerine] sor: “O neyi yasakladı? İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi, yahut iki dişinin rahminde taşıdığını mı? Yoksa Allah (bütün) bunları yasaklarken siz şahit miydiniz?”
Hiçbir [gerçek] bilgiye dayanmadan kendi uydurduğu yalanları Allah'a isnad eden, böylece insanları saptırandan133 daha hain kim olabilir? Unutmayın ki Allah, [böyle] zalim bir halka doğru yolu göstermez.
145 De ki [ey Peygamber]: “Bana vahyedilenlerde leş veya akan kan veya iğrenç bir şey olan domuz eti, veya üzerinde Allah'tan başka bir ismin anıldığı günahkarca bir kurban134 dışında yenmesi yasak olan hiçbir şey135 görmüyorum. Ama kişi zaruret içindeyse -aç gözlüce saldırmadan ve zaruri ihtiyacını da aşmadan [yemiş] ise- [bilin ki] Rabbiniz çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır”.136
146 Biz [yalnızca] yahudi itikadını benimseyenlere bütün tırnaklı hayvanları yasakladık;137 ve onlara koyun ve ineğin iç yağlarını da yasakladık, (hayvanların) sırt tarafındaki veya bağırsaklarındaki yağlar ile kemiğin içindekiler hariç:138 böylece işledikleri zulümler yüzünden onları cezalandırdık; zira, unutmayın, Biz sözümüzde dururuz!139
147 Ve eğer senin yalan söylediğini iddia ederlerse140 onlara de ki: “Rabbinizin rahmeti sonsuzdur; ama günaha batmış insanları cezalandırması da kaçınılmazdır”.
148 ALLAH'TAN başka şeylere ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar, “Eğer Allah dileseydi O'ndan başkasına ilahlık yakıştırmazdık; atalarımız da [öyle yapmazdı]; ve [O'nun izin verdiği] hiçbir şeyi de yasaklamazdık” derler. Onlardan önce yaşamış olanlar da böyle yaparak hakikati yalanladılar,141 tâ ki azabımızı tadıncaya kadar!
De ki: “Bize sunabileceğiniz [kesin] herhangi bir bilgiye sahip misiniz?142 Siz sadece [başka insanların] zanlarına uyuyorsunuz ve kendiniz tahminde bulunmaktan başka birşey yapmıyorsunuz.” 149 De ki: “Öyleyse [bilin ki] yalnız Allah katındadır [her hakikatin] kesin delili; O eğer dileseydi tümünüzü doğru yola yöneltirdi”.143
150 De ki: “Allah'ın [bütün] bunları yasakladığına dair şahitlik yapacak şahitlerinizi getirin!”144 Eğer onlar [çekinmeden yalan] şahitlik yaparlarsa sakın onların bu düzmece şahitliklerine katılmayın; ve mesajlarımızı yalanlayanların, öteki dünyaya inanmayanların ve başka güçleri Rablerine denk görenlerin145 hatalı görüşlerine uymayın!
151 De ki: “Gelin, Allah'ın [gerçekten] neyi yasakladığını size anlatayım:
O'ndan başka şeylere asla ilahlık yakıştırmayın; anne-babanıza iyilik yapın [ve onlara karşı saygısızlıkta bulunmayın];146 ve çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin;147 [çünkü] sizin de onların da rızıklarını sağlayacak olan Biziz; açık veya gizli hiçbir utanç verici fiil işlemeyin; ve adalet[i ifa etmek] dışında Allah'ın kutsal saydığı insan hayatına kıymayın: Allah bunu size emretti ki aklınızı kullanabilesiniz;148 152 ve rüşd yaşına erişmeden önce yetimin mal varlığına -onun iyiliği için olmadıkça- dokunmayın”.149
[Bütün alış verişlerinizde] ölçü ve tartıya tam olarak, adaletle uyun;150 [Biz] hiçbir insana taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz;151 ve bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza [karşı] olsa da, adil olun.152
Allah'a karşı taahhütlerinize [daima] riayet edin:153 bunu Allah size emretti ki ders alabilesiniz. 153 Ve [bilin ki] bu, dosdoğru Bana yönelen bir yoldur: Öyleyse bunu izleyin ve diğer yollardan gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasınlar.154
Allah [bütün] bunları size emretti ki O'na karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.
154 VE BİR KEZ DAHA:155 İyilik yapmada sebat edenlere [nimetlerimizin] devamı olarak Musa'ya, her şeyi156 tafsilatıyla bildiren, ve [böylece insanları] rahmet ve hidayet[e erdiren] bu ilahî kelâmı bağışladık ki Rableri ile [nihaî] buluşmaya inansınlar.
155 Ve bu da yücelerden indirdiğimiz bereketli bir ilahî kelâmdır: Öyleyse ona tâbi olun ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın ki O'nun rahmetine layık olabilesiniz. 156 [Bu kitap, size verildi] ki, “Yalnızca bizden önce yaşamış iki grup insana157 ilahî kelâm bahşedilmişti ve biz onların öğretilerinden habersizdik!” demeyesiniz; 157 yahut da, “Eğer bize de bir ilahî kelâm indirilmiş olsaydı onun rehberliğine kesinlikle onlardan daha sıkı uyardık”158 (demeyesiniz).
İşte, şimdi size Rabbinizden hakikatin açık bir kanıtı ve bir rehberlik, bir rahmet geldi. Öyleyse, Allah'ın mesajlarını yalanlayandan ve onlardan küçümseyerek yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?
Mesajlarımızdan küçümseyerek yüz çevirenleri bundan dolayı şiddetli bir azapla cezalandıracağız!
158 Yoksa onlar, meleklerin kendilerine görünmesini mi bekliyorlar yahut [bizzat] Rabbinin veya O'ndan bazı [kesin] işaretlerin?159 [Ama] Rabbinin [kesin] işaretlerinin ortaya çıkacağı Gün iman etmenin, daha önce inanmamış yahut inandığı halde bir hayır yapmamış olan160 kimseye hiçbir yararı olmaz.
De ki: “Bekleyin [öyleyse Ahiret Gününü, ey inançsızlar:] bakın, biz [mümin]ler de bekliyoruz!”
159 İNANÇLARININ bütünlüğünü bozarak gruplara, fırkalara ayrılanlara gelince: onlar için yapabileceğin bir şey yoktur.161 Unutma, onların işi Allah'a kalmıştır: ve zamanı geldiğinde Allah onlara vaktiyle yaptıklarını gösterecektir.
160 Kim [Allah'ın huzuruna] iyi bir iş ve davranışla çıkarsa bu yaptığının on katını kazanacaktır; ama kim de kötü bir fiil ile çıkarsa onun aynı-sıyla cezalandırılacaktır; ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.162
161 DE Kİ: “Bakın, Rabbim beni düzgün ve saf bir itikad aracılığıyla dosdoğru bir yola yöneltti; her türlü bâtıldan uzak durarak Allah'tan başka şeye ilahlık yakıştıranlardan olmayan İbrahim'in yoluna”.
162 De ki: “Bakın, benim namazım, [bütün] ibadetlerim, hayatım ve ölümüm [yalnızca] bütün âlemlerin Rabbi olan Allah içindir, 163 ki O'nun uluhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir: Ben böyle emrolundum; ve ben benliklerini Allah'a teslim edenlerin [daima] öncüsü olacağım”.
164 De ki: “Öyleyse, O her şeyin Rabbi iken Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?”
İnsanların işlediği [kötü] fiiller yalnızca kendilerini ilgilendirir; ve sorumluluk taşıyan hiç kimseye başkasının sorumluluğu yüklenmez.163 Zamanı geldiğinde hepiniz Rabbinize döneceksiniz: ve o zaman üzerinde ihtilafa düştüğünüz her şeyi size [gerçek haliyle] gösterecektir.164
165 Zira O sizi dünyaya mirasçı yapmış,165 ve bazınızı diğerlerinize derecelerle üstün kılmıştır ki bahşettiği şeyler aracılığıyla sizi sınayabilsin.166
Şüphe yok ki Rabbiniz karşılık vermede hızlıdır: ama, unutmayın ki, O gerçekten çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
DİPNOTLAR
1 Hem “karanlık” hem de “aydınlık”, burada ruhî anlamda kullanılmıştır. “Karanlık”, taşıdığı şiddeti vurgulamak için Kur’an'da, her zaman çoğul şekliyle (zulumât) kullanılmaktadır ve en uygun karşılığı, “derin karanlık” veya “karanlığın derinlikleri” olabilir.
2 Lafzen, “ve O'nun katında bulunan bir ömür” -yani, yalnız O'nun bildiği (Menâr VII, 298). Bazı otoriteler, buradaki “ömür”ün dünyanın bitimine ve sonraki yeniden dirilişe işaret ettiği görüşünde oldukları halde diğerleri onu bireysel insan hayatı ile ilişkilendirirler. Diğer bazısı da, kelimenin ilk kullanımında münferit insan hayatına bir atıf görürken ikincisinin Kıyamet Günü'ne atıfta bulunduğunu iddia ederler. Bu son yoruma göre cümlenin bitiş ifadesi, “ve (başka) bir ömür daha vardır...” şeklinde çevrilebilir. Ancak Kur’an'da ecelun musemmâ ibaresinin başka yerlerde de sıkça kullanılması karşısında, burada en doğru çeviri, “[O'nun tarafından] tesbit edilen” veya “[O'nun tarafından] bilinen bir ömür” şeklinde olabilir, yani, hem münferit insan hayatına, hem de bir bütün olarak dünyaya ilişkin bir ömür.
3 Lafzen, “onlara Rablerinden hiçbir mesaj gelmemiştir ki sırtlarını ona dönmemiş olsunlar”.
4 Lafzen, “alaya aldıkları” yahut “küçümsedikleri şey hakkında onlara bilgi gelecektir”. Yani, ölümden sonraki hayatın varlığı ve genel olarak Kur’an mesajı hakkında.
5 Lafzen, “onlardan sonra başka bir nesil”. Ancak karn terimi, Kur’an'da her zaman “nesil” anlamında kullanılmamakta, ama -daha çok- “bir tarih dilimi”ni veya “belli bir tarih dilimine ait bir nesil”i ve aynı zamanda kelimenin tarihsel anlamıyla “bir medeniyet”i ifade etmektedir.
6 Yani, Hesap Günü gelmiş olurdu -çünkü, yalnızca o zaman, melek olarak tanımlanan güçler kendilerini insana gerçek şekilleriyle gösterecekler ve onun kavrayış alanı içine gireceklerdir. (Karş. 2:210'daki benzer pasaj.)
7 Lafzen, “onu bir melek yapmış olsaydık” -buradaki zamir, açıkça, Allah'ın mesajını tebliğ edenlere delalet etmektedir (Zemahşerî).
8 Lafzen, “şaşırdıkları şeyi onlar için daha şaşırtıcı yapardık”. İnsanın melekleri gerçek şekilleriyle kavraması imkansız olduğundan buradaki mutasavver semavî elçi, bir insan şeklinde olmak zorundadır -böylece, onların, mesajın doğrudan “teyidi”ne yönelik talepleri yerine getirilmemiş ve kendi kendilerini uğrattıkları şaşkınlık giderilememiş olacaktır.
9 Lafzen, “alaya aldıkları şey, onları (yani, peygamberleri) küçümseyenleri perişan etti”. Bunun anlamı şudur: Manevî hakikatlerin istihza ile reddedilmeleri onlarla alay edenleri kaçınılmaz şekilde çarpacak ve onların ölümden sonraki hayatları üzerinde yıkıcı bir etki yapmakla kalmayıp -toplum içindeki bir çoğunluk tarafından inatla sürdürüldüğü takdirde- toplumların manevî/ahlakî temellerini ve bu suretle dünyevî mutluluklarını ve hatta bazan fiziksel varlıklarını da tahrip edecektir.
10 “Allah, kendisine ilke edinmiştir” (ketebe ‘alâ nefsihî) ibaresi Kur’an'da yalnızca iki yerde geçmektedir -burada ve bu surenin 54. ayetinde. Her iki örnekte de sözkonusu ibare Allah'ın rahmeti ile bağlantılı olarak kullanılmıştır; ve diğer ilahî vasıflardan hiç biri bu şekilde tanımlanmamıştır. Bu istisnaî ilahî rahmet vasfı ayrıca 7:156'da vurgulanmış -“Benim rahmetim her şeyi kuşatır”- ve Hz. Peygamber'in bir Hadis'inde de ifadesini bulmuştur: Hz. Peygamber'e göre Allah kendisi hakkında “Benim rahmetim gazabımı aşar” buyurmuştur (Buhârî ve Müslim).
11 Lafzen, “[Başkalarını] besleyen ve kendisi beslenmeyen O iken”.
12 Lafzen, “sen ... olma” -bu buyruğu ifade eden sözlere dolaylı bir gönderme.
13 Lafzen, “Ben, [O'na] ortak koştuğunuz şeylerden uzağım”.
14 Yani, bütün sahih kitaplarda vurgulanmış olan, Allah'ın aşkın benzersizliği ve birliği hakikatini.
15 Lafzen, “[Var olduğunu] zannettiğiniz o [Allah'a] ortak [koştuk]larınız”. Şürekâ’ terimi (şerîk'in çoğulu), Kur’an'da inançlar ile bağlantılı olarak kullanıldığı yerlerde, her zaman, uluhiyete ortak oldukları varsayılan gerçek veya hayalî varlıkları veya güçleri gösterir: Sonuç olarak bu kavram -ve onun İslam'da kesin bir dille kınanması- yalnızca sahte ilahlara tapınmayı değil, aynı zamanda hem azîzlere (kelimenin ayinsel anlamında) yarı-ilahî vasıfların veya güçlerin izafesini, hem de servet, sosyal statü, iktidar, milliyet, vb. gibi, insanların çoğunlukla insanlığın kaderi üzerinde objektif bir belirleyicilik izafe ettiği soyut kavramları kapsar.
16 Bu, tartışmasız olarak, kavramın objektif anlamıyla şirk'i (“Allah'tan başka varlıklara veya güçlere uluhiyet veya ilahî vasıflar izafe etmeyi”) ifade eden inançlara, ama bu suçu işleyen kişinin sübjektif olarak Allah'ın birliğini inkar ettiğinin düşünülemeyeceği iddiasına işaret eder (Râzî): mesela, Hristiyanlıkta Tek Tanrı'nın “üç cepheli yönü”nü ifade ettiği için Allah'ın birliği prensibi ile çelişmediği iddia edilen “teslis” mistik dogması yahut insan ile Allah arasında “aracı” oldukları varsayılan azîzlere ilahî veya yarı-ilahî vasıfların izafe edilmesi ve benzerleri gibi. Bütün bu tür inançlar, elbette Kur’an'da ısrarla reddedilmiştir.
17 Yani, hayatta iken, sahip oldukları inançların Allah'ın birliği prensibini ihlal etmediğini düşünmek suretiyle (Râzî). Ayrıca bkz. 10:28 ve ilgili notlar 45 ve 46.
18 Allah'ın bu manevî körlüğe ve sağırlığa “sebep olma”sı konusunda bkz. 2:7 ve ilgili not, ayrıca 14:4 ile ilgili not 4.
19 Yani, onların kendilerine ikinci bir şans verilmesini arzulamaları, bizâtihî hakikate olan sevgilerinden ileri geliyor değildir; tersine, daha çok, yaptıklarının fecî sonuçlarından duydukları endişe ile ilgilidir; ama “inanç, bizâtihî kendisi için istenmedikçe hiçbir yarar sağlamaz” (Râzî).
20 Lafzen, ... “nedeniyle doğan azabı [veya “cezayı”]” ya da “sonucu olarak”. Bi-mâ edatı, burada hakikatin inkarı ile ardından gelen azap arasındaki nedensel bağlantıyı ifade eder ve en doğru olarak yukarıdaki şekilde çevrilebilir.
21 Lafzen, “yükleri”. “Günahlarının yükü” karşılığını tercih etmem, Râzî'nin naklettiği İbni ‘Abbâs'ın yorumuna dayanmaktadır.
22 Lafzen, “onların söylediklerinin” -yani, genel olarak Kur’an mesajı, özel olarak ölümden sonraki hayat (ki onu bir “masal” olarak görürler) hakkında.
23 Lafzen, “peygamberleri ilgilendiren bazı bilgiler sana daha önce gelmişti”: ilk peygamberlerin ve onların tarihlerinin yalnızca çok az bir kısmının Kur’an'da özel olarak zikredildiği (ki daima belli bir ahlakî ders çerçevesinde zikredilmişlerdir); onların büyük kısmının ise, hiçbir toplumun veya medeniyetin peygamberlerin rehberliğinden yoksun bırakılmamış olduğu ilahî gerçeğini desteklemek için genel bir üslup içinde sözkonusu edildiği gerçeğine atıf.
24 Lafzen, “onların”.
25 Lafzen, “yeryüzünde bir geçit yahut gökyüzüne bir merdiven arayacak...”.
26 Lafzen, “o halde cahillerden olma”.
27 Lafzen, “döndürüleceklerdir”. Klasik müfessirlerin büyük kısmı (mesela Taberî, Zemahşerî, Râzî ve onların dayandıkları daha eski otoriteler) bu ayeti, benim çevirimin de dayandığı mecazî bir anlam çerçevesinde yorumlamışlardır. Kur’an dilinde çok sık görüldüğü gibi, onun dolaylı anlamı ancak parantez içi eklemeler ile yansıtılabilir.
28 Yani, Muhammed (s)'e, o'nun gerçekten Allah'ın mesajının tebliğcisi olduğunu göstermek için.
29 Lafzen, “onların çoğu bilmezler”, yani, Allah'ın kendisini -bir sonraki ayetin işaret ettiği gibi- sürekli tekrarlanan kendi mahlukat âlemi aracılığıyla tezahür ettirdiğini.
30 Lafzen, “... (onlar) yalnızca (Allah'ın) mahlukatıdır (ümem)”. Ümmet kelimesi (çoğulu ümem) öncelikle bazı ortak vasıflara veya özelliklere sahip bir canlı varlıklar topluluğunu gösterir. Bu durumda, çoğunlukla “topluluk”, “toplum”, “millet”, “cins”, “nesil” vb. ile eş anlamlı görülür. Böyle her topluluk, onu meydana getiren elemanlara (ister hayvan, isterse insan olsun) hayat bahşedilmiş olduğu temel gerçeği ile tavsif edildiğinden, ümmet terimi bazan “(Allah'ın) mahlukat”ı anlamına gelir (Lisânu'l-‘Arab, bilhassa bu Kur’an ayetine atıfta bulunarak; ayrıca Lane I, 90). Böylece, yukarıdaki pasajın anlamı şöyle olmaktadır: İnsan, kendisini çevreleyen hayat gerçeğinin tümünde Allah'ın “işaret”lerini veya “mucize”lerini arayabilir ve dolayısıyla, “Allah'ın metodu”nu (sünnetullâh) -ki, “tabiat kanunları” olarak adlandırdığımız şeyin Kur’an terminolojisindeki karşılığıdır- daha iyi anlamak amacıyla onları gözlemlemeye çalışmalıdır.
31 Sümme edatı, çoğunlukla, zaman veya tertipteki akışı/dizilişi gösteren bir bağlaç (“sonra”, “sonradan” veya “bunun üzerine”) olarak, bazan da “ve” ile aynı anlamda basit bağlaç olarak kullanılır. Ama daha başka bir kullanımda -ki, Kur’an'da ve İslam öncesi Arap şiirinde örneklerine çok sık rastlanır- sümme, belli bir şeyin daha önce ifade edildiğine ve şimdi yeniden vurgulandığına işaret eden bir tekrar vurgusu anlamı taşır. Sümme'nin bu özel kullanımı, en doğru şekilde “ve bir kez daha” sözleriyle çevrilebilir.
32 Bkz. 14:4, not 4.
33 Yani, sefalet ile sınandıktan sonra bu kez onları mutlulukla sınamak için.
34 Eblese fiili, “o, bütün ümitlerini yitirdi” yahut “ruhen çöktü” anlamlarına gelir. (Bu kelimenin Kovulan Melek İblîs ismi ile dilbilimsel bağlantısı için bkz. sure 7, not 10.)
35 Lafzen, “kesilip atıldı”. Yukarıdaki pasaj, tarihte çok iyi bilinen bir olguyu tasvir eder: ruhî hakikatleri kavrama yeteneklerini kaybeden toplumların düştüğü kaçınılmaz sosyal ve moral çöküntüyü.
36 Lafzen, “... kendinizi görebilir misiniz?”
37 Yani, dürüst ve erdemliler gerçekte hiçbir zaman “yok edilmeyecekler”dir -zira, onlar maddî yıkıma uğrasalar bile sonunda ruhî mutluluğa ereceklerdir ve bu nedenle, kendi eylemleri yüzünden hem bu dünya hem de öteki dünya mutluluğunu kaybeden zalimler gibi “yok edilecekleri” söylenemez (Râzî).
38 Peygamber adına tabiatüstü güçlere sahiplik iddiasının bu şekilde reddedilmesi, öncelikle, inanmayanların (37. ayette zikredildiği gibi) Hz. Peygamber'den kendisine “mucizevî bir işaret”in verilmesini sağlayarak peygamberlik görevini isbat etmesini talep etmelerine işaret etmektedir. Ancak, bu özel atfın ötesinde yukarıdaki pasaj, Hz. Peygamber'in herhangi bir şekilde ilahlaştırılmasını önlemeyi ve o'nun -kendisinden önceki bütün peygamberler gibi- yalnızca bir insan, Allah'ın mesajını insanlığa iletmek için seçtiği bir kul olduğunu açıklığa kavuşturmayı amaçlar. Ayrıca bkz. 7:188.
39 Yani, “Allah'ın mesajlarına karşı kör ve sağır olanlar, Allah'ın vahyi aracılığıyla manevî bir görüş zenginliğine ve yol gösterici rehberliğe ulaşmış olanlar kadar iyi ve düzgün bir hayat kurabilirler mi?”
40 Kullanıldığı bağlamdan açıkça anlaşıldığı gibi, bu ayet, Kur’an'a uyanlar gibi ölümden sonraki hayat inancını benimseyen geçmiş vahiylerin mensuplarına -mesela, Yahudilere ve Hristiyanlara- (Zemahşerî) ve bu konuda kesin bir inanca sahip olmaksızın ölümden sonraki hayatın imkanını kabul eden bilinmezcilere (agnostics) işaret eder.
41 Rivayetlere göre bu ve bundan sonraki ayet, Müslümanların Medine'ye hicretlerinden yıllar önce, Mekke'deki bazı müşrik liderlerin, Hz. Peygamber'in eski kölelerden ve takipçileri arasında bulunan diğer “alt tabaka”ya mensup kimselerden uzak durması şartıyla İslam'ı kabul etmeyi düşünebileceklerini bildirmeleri vesilesiyle nazil olmuştur (ki Hz. Peygamber, bu talebi anında reddetmiştir). Ancak bu tarihî atıflar, yukarıdaki pasajın tam bir açıklamasını yapamaz. Kur’ânî metoda göre tarihî olaylara atıflar -ister çağdaş vakalara isterse eski zamanlara ait olsun- her zaman, değişmez tabiattaki ahlakî öğretileri göstermek amacıyla kullanılır: ve sözkonusu pasaj da bu açıdan bir istisna değildir. Tertip tarzının da gösterdiği gibi, bu pasaj, İslam'ın “alt tabaka” mensupları ile değil, ama kelimenin o günkü anlamıyla Müslüman olmadıkları halde Allah'a iman eden ve daima (“sabah ve akşam”) “O'nun rızasını (yani, O'nun rahmetini ve kabulünü) arayan” insanlar ile bağlantılıdır: ve böylece, 52-53. ayetler 51. ayet ile mantıkî bir ilişki içindedir. Öncelikle Hz. Peygamber'e hitab etmesine rağmen bu pasajda seslendirilen öğüt, Kur’an'ın bütün takipçilerine yöneliktir: Onlar, -inançları Kur’an'ın taleplerine tam olarak cevap veremese bile- Allah'a inanan hiçbir kimseyi kovmamak, ama tersine, Kur’an öğretilerini sabırla açıklayarak onlara yardım etmeye çalışmakla emrolunmuşlardır.
42 Yani, onların inanç ve eylemlerinde Kur’an'ın öğretileri ile uyuşmayan veya ona ters düşen her unsurdan dolayı. Başka bir deyişle, onların tümü yalnızca Allah'a karşı sorumludur.
43 Lafzen, “ki onları kovup da zalimlerden olmayasın”.
44 Yani, insanı muhakeme yeteneği ile donatarak ve böylece, dolaylı şekilde inançların çeşitliliğine yol açarak.
45 Lafzen, “Onlar, aramızdan (min beyninâ) Allah'ın lütufta bulunduğu kimseler midir?” Zemahşerî'nin zikrettiği gibi, min beyninâ ibaresi, burada min dûninâ ile aynı anlamda kullanılmıştır ki onun da bu bağlamda en doğru çevirisi “bizim yerimize” şeklinde olabilir. Bu, Kur’an'ın Allah'ın insana mesajının nihaî ifadesi olduğu şeklindeki İslamî yaklaşıma karşı gayrimüslimlerin takındıkları tahkir edici inkarcılığa bir işaret olarak görülmektedir. Yukarıda işaret edilen “sınama”, diğer inançlara mensup insanların bu yaklaşımı benimsemelerindeki ve kendi kültür ve tarih çevrelerinin onları bilinçli olarak veya bilinç altından yakınlaştırdığı İslam'a karşı önyargılarını terk etmelerindeki isteksizlikleri ile ilgilidir.
46 Bkz. yukarıda not 10. Burada “barış” anlamına gelen selâm kelimesi için bkz. sure 5, not 29. Yukarıdaki ifadede atıfta bulunulan “selâm” -ki Kur’an'da birçok yerde kullanılmış ve Müslümanlar arasındaki selamlaşmanın temel biçimi haline gelmiştir- değer yargılarındaki sağlamlık, her türlü kötülükten emin olma ve dolayısıyla, bütün ahlakî/manevî çatışma ve huzursuzluklardan kurtulma kavramlarını kapsayan ruhî bir muhtevaya sahiptir.
47 Lafzen, “o çok acele ettiğiniz benim elimde değildir”: 8:32'de zikredilmiş olan, münkirlerin, Hz. Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğu iddiasının isbatı için kendilerinin Allah tarafından derhal cezalandırılmaları gerektiği şeklindeki alaycı taleplerine bir işaret.
48 Yani, “Benim Allah'ın elçisi olduğuma gerçekten kani olurdunuz” -bunun anlamı, yalnızca “mucizevî” isbata dayalı bir kanaatin hiçbir ruhî/manevî değer taşımadığıdır.
49 Lafzen, “taze veya kurutulmuş”.
50 Teveffâ -lafzen, “o, [herhangi bir şeyi] tamamen aldı”- fiilinin tam bir açıklaması için bkz. sözkonusu terimin Kur’an'da ilk defa kullanıldığı 39:42 ile ilgili not 44.
51 Lafzen, “o anda” -gündüz vaktine işaret. Uyku ve uyanıklık kutuplaşması, ölüm ve hayata bir işaret taşır (karş. 78:9-11).
52 Lafzen, “sizin üzerinize muhafızlar gönderir”.
53 Lafzen, “Allah'a geri getirilirler” [yahut, “gönderilirler”] -yani, hüküm için O'nun önüne konulurlar.
54 Lafzen, “karanlıklarından” yahut “derin karanlığından”.
55 Yani, herhangi bir yönden yahut herhangi bir şekilde.
56 Yahut: “birbirinize karşı şiddete” -iç parçalanma, korku, şiddet ve zorbalığın, bir toplumun ruhî hakikatlerden uzaklaşmasının kaçınılmaz sonuçları olması.
57 Yani, Hz. Peygamber'in kendi inançsız kavmi ve dolayısıyla, hakikati inkar eden herkes.
58 Lafzen, “onlar bunun dışındaki bir konuşmaya dalıncaya kadar”.
59 Bu, ve lâkin zikrâ [“ama bir nasihat”] eksiltili (mahzûf/elliptic) ifadesinin bir başka anlatımıdır.
60 İttehazû dînehum le‘iben ve lehven ibaresi, şu iki şekilde de anlaşılabilir: (1) “onlar dinlerini bir oyun ve eğlence [nesnesi] yaptılar”, yahut (2) “onlar oyunu ve eğlenceyi [yahut, “geçici zevkleri”] dinleri yaptılar” -yani, hayatlarının biricik hedefi yaptılar. Bana göre bu ikinci okuma kesinlikle daha tercihe şayandır, çünkü “bu dünya hayatının rahatına dalanlar”ın büyük çoğunluğunun, Kur’an'ın “geçici zevkler” olarak tanımladığı -para ve gücün getirebileceği zevkler dahil- dinî coşkuyu andıran şeylerin ardından koşmaya kendilerini adadıkları gerçeğini ortaya koyar. Bu, onların bütün ruhî ve ahlakî değerleri gözden kaçırmalarına yol açan bir zihin durumunun sonucudur.
61 Lafzen, “kendisi için bütün fidyeleri ver[meye gayret et]se bile”, yani yeniden dirildikten sonra, geçmiş her türlü günahı için ne türlü kefaret sunarsa sunsun.
62 Hamîm kelimesine yüklenebilecek çeşitli anlamlar arasında, aşırı sıcaklık ve şiddetli soğuk kavramları yer alır (Kâmûs, Tâcu'l-‘Arûs). Kur’an'ın ahirete ilişkin kavramları arasında yer alan bu deyim, her zaman günahkarların öteki dünyada görecekleri azaba işaret eder; ve ölümden sonraki hayat ile ilgili bütün Kur’ânî atıflar mecazî olmak zorunda bulunduklarından hamîm terimi “yakıcı ümitsizlik” olarak çevrilebilir.
63 Lafzen, “kendisini doğru yola çağıracak arkadaşları olduğu [halde] şeytanların yeryüzünde şaşkın [halde] zevklerle ayarttığı kimse”. Bkz. bu bağlamda 2:14, not 10, ayrıca 14:22, not 31 ve 15:17, not 16.
64 Bkz. sure 10, not 11.
65 Şehâdet terimi (lafzî anlamı, “şehadet edilen [veya, “edilebilen”] şey”), bu ve benzeri bağlamlarda ğayb'ın (yaratılmış varlıkların idraklerini aşan şey) tam karşıtı olarak kullanılmıştır. Böylece, yaratılmışların kavramsal veya duyusal olarak kavrayabilecekleri gerçeklik tezahürlerini kapsar.
66 Bundan sonraki pasaj (74. ayet ve devamı), tahkiye yoluyla Allah'ın birliğini ve benzersizliğini ortaya koymaya devam eder. Kitâb-ı Mukaddes'de Hz. İbrahim'in babasının adı Âzer değil, Têrah olarak (ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh) verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla (veya lakaplarla) anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikayesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili (Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi) onun adını Aser (Athar) olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemiyecekleri halde, Âzer lakabının (Kur’an'da yalnızca bir defa geçmektedir) İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür.
67 Lafzen, “Rabbim bir şey dilemedikçe”.
68 Hz. İbrahim'in tartışma ve değerlendirme tarzının Allah'ın kendi muhakeme tarzı olarak sunulması, onun ilahî bir ilhamdan kaynaklandığını ve bu nedenle Kur’an'ın takipçileri için de geçerli olduğunu gösterir.
69 Bu, Hz. İbrahim'in, semavî varlıkları -yıldızları, ayı ve güneşi- kutsamaktan Allah'ın aşkın, kapsayıcı varlığını tam olarak kavramaya sezgi yoluyla tekamül etmesi ile sembolize edilmiş bulunan hakikati tedricî olarak kavramasına bir işarettir. “Derecelerle” ifadesi, aynı zamanda, uzun bir peygamberler kuşağının bu öncü isminin nihaî olarak yükseldiği büyük ruhî mertebeyi gösteren “birçok derecelerle” şeklinde de alınabilir (bkz. 4:125).
70 Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu olması nedeniyle onun “soyundan” gelmemesine rağmen Lût ismi burada iki sebepten dolayı zikredilmiştir: birincisi, ilk gençlik çağından itibaren Hz. İbrahim'i babasının ardından giden bir çocuk gibi izlemesidir; ikincisi, eski Arapça kullanımında amcanın çoğunlukla “baba” olarak ve yeğenin de “oğul” olarak tanımlanmasıdır. -İbrani peygamberleri Hz. İlyas ve Elyesa için bkz. 37:123, not 48.
71 Lafzen, “eğer onları inkar ederlerse” -yani, Allah'ın birliğinin ve peygamberleri aracılığıyla vahyettiği iradesinin tezahürlerini.
72 Lafzen, “... haline getirdiğiniz”: Ancak unutulmamalıdır ki ce‘alehû fiili, aynı zamanda, “onu ... olarak gördü” yahut “... olarak nitelendirdi” veya “... olarak değerlendirdi” soyut anlamlarına da sahiptir (Cevherî, Râğıb, vd.): Kur’an'da çok sık karşılaşılan bir anlam.
73 Bu pasaj, Kitâb-ı Mukaddes'in vahyedilmiş bir metin olarak kutsal niteliğini dil ucu ile itiraf eden, ama aslında onu “sadece bir kağıt parçası” -yani, kendi hayatları açısından fazla önemi olmayan bir nesne- olarak değerlendiren Kitâb-ı Mukaddes izleyicilerine seslenmektedir: Zira, onun ihtiva ettiği manevî/ahlakî hakikatleri takdir eder görünmelerine rağmen bizzat kendi hayatlarının bu hakikatlerden uzak olduğu gerçeğini kendi kendilerinden gizlerler.
74 “Bütün kentlerin atası” (lafzen, “bütün kasabaların anası”), Kur’an'da Mekke için kullanılan bir sıfattır, çünkü Tek Allah'a adanan ilk mâbed orada inşa edilmiş (karş. 3:96) ve daha sonra bütün müminlerin kıblesi olarak tayin edilmişti. “Onun çevresinde oturanlar” ifadesi, bütün insanlığı gösterir (Taberî, İbni ‘Abbâs'dan naklen ve Râzî).
75 Bkz. sure 3, not 3.
76 Bu bağlamda “yalan”, 91. ayette sözü edilen ilahî vahiy gerçeğinin inkarına işaret etmektedir.
77 Sözkonusu edilen vahyin aslında bir insan tarafından kaleme alındığı ve bu nedenle benzerinin de başka insanlar tarafından üretilebileceği iddiasına alaycı bir şekilde işaret.
78 Lafzen, “sizinle ilgili olarak [Allah'ın] ortakları saydığınız” -yani, onları sözde “uluhiyetteki payları” sebebiyle sizi korumaya veya yardım etmeye muktedir gördüğünüz. Bkz. bu surenin 22. ayeti ile ilgili not 15.
79 Lafzen, “(Dostunuz olduklarını) iddia ettiğiniz [veya “farzettiğiniz”] herkes sizden uzaklaşmıştır” -yani, insan ile Allah arasındaki bütün muhayyel aracılar veya şefaatçiler.
80 Bkz. sure 5, not 90.
81 Lafzen, “... belli bir hesaba tâbi tutan”.
82 Bkz. sure 4, not 1.
83 Müfessirler, mustekarr ve müstevde‘ terimlerinin bu bağlamdaki anlamları konusunda büyük ölçüde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak, mustekarr'ın “bir gidişin/yolun sonu” -yani, bir şeyin amacına veya nihayete erdiği nokta- ve müstevde‘ın “havale/gönderme yeri” veya “ambar” şeklindeki birincil anlamlarını dikkate aldığımızda yukarıda benim verdiğim karşılığa ulaşmış oluruz. Bu karşılığı, ayrıca, 11:6 ve bu surenin 67. ayeti de güçlü bir şekilde teyid etmektedir: ilk ayette Allah, her canlının rızkını sağlayan ve “onun [yeryüzündeki] ömrünü ve [ölümden sonraki] istirahat yerini” (mustekarrahâ ve müstevde‘ahâ) bilen biri olarak anılmış; ikincisinde ise mustekarr, “[Allah'ın ihbarlarının] ifası için konulan süre” anlamında kullanılmıştır.
84 Yukarıdaki cümlenin tamamı geniş zaman kipinde ifade edilen siyâk ve sibâkının tersine, geçmiş zaman kipi ile ifade edilmiştir -böylece, Allah'ın hayatı “sudan” yaratmasının orijinal, aslî yönünü üstü kapalı şekilde anlatmaktadır (karş. 21:30 ve ilgili not 39).
85 Yani, temel yaşama ve gelişme ilkelerinde birbirlerine çok benzer, ama yapı, görüntü ve tad olarak da çok farklı.
86 Cinn çoğul ismi (yaygın ama yanlış bir şekilde “cinler”i veya “kötü ruhlar”ı gösterdiği varsayılır) cenne fiilinden türetilmiştir: “o gizli idi” [veya “gizlendi”], yahut “gözlerden saklandı”; bu nedenle, gecenin görmeyi engelleyen karanlığı cinn olarak adlandırılır (Cevherî). Arap filologlarına göre cinn terimi, öncelikle, “[insan] duyularının dışındaki varlıklar”ı gösterir (Kâmûs, Lisânu'l-‘Arab, Râğıb) ve bu nedenle görünmeyen varlıkların veya güçlerin her türüne teşmil edilebilir. Bu terimin ve daha geniş sonuçlarının tartışılması için bkz. Ek III.
87 Lafzen, “hiç bilgi (sahibi) olmadan O'nun için oğullar ve kızlar uydurdular” [yahut, “haksız şekilde atfettiler”]: melekleri “Allah'ın kızları” (bazı tanrıçaları için de kullandıkları bir sıfat) olarak gören İslam öncesi Arapların inançlarına ve Hz. İsa'yı “Allah'ın oğlu” olarak gören Hristiyanlık doktrinine bir atıf. Ayrıca bkz. 19:92 ve ilgili not 77.
88 Yani O, bütün kusurlardan ve çocuk sahibi olma kavramının îma ettiği her türlü yetersizlikten kesinlikle münezzehtir. “Tasavvur” kavramının kendisi, bir nesnenin başka nesnelerle karşılaştırılması veya arada paralellikler kurulması ihtimalini ifade eder: Ancak Allah benzersizdir, “hiçbir şey O'na benzemez” (42:11) ve bu nedenle, “hiçbir şey O'na denk tutulamaz” (112:4). Bunun sonucu olarak, O'nu veya O'nun “vasıflarını” tanımlamaya yönelik bütün teşebbüsler mantıkî bir imkansızlık ile karşı karşıya bulunurlar ve ahlaken/manen ise günah sayılırlar. O'nun tanımlanamazlığı gerçeği, Kur’an'da zikredilen Allah'ın “sıfatları”nın O'nun gerçekliğini sınırlamadığını, ama tersine, O'nun faaliyetinin Kendi yarattığı evren üzerindeki kavranabilir/görülebilir etkilerini gösterdiğini açıkça ortaya koyar.
89 Latîf terimi, nitelik olarak son derece ince olan ve bu nedenle de fark edilemez ve nüfûz edilemez bulunan şeyleri gösterir. Bu terimin, Kur’an'da Allah ile ilgili olarak ve habîr (“her şeyden haberdar”) sıfatı ile birlikte geçtiği her yerde Allah'ın, kendisinin her şeyden haberdar oluşuna karşılık insanın tasavvuru, tahayyülü ve idrakinin erişemediği bir konumda bulunduğu düşüncesini ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir (yukarıdaki ayetin dışında ayrıca bkz. 22:63, 31:16, 33:34 ve 67:14). Latîf ve Habîr'in birlikte el harf-i tarifi ile kullanıldığı iki örnekte (6:103 ve 67:14) huve'l-latîf ifadesi, “yalnız O'dur nüfûz edilemez olan” anlamına gelir -Allah'ın bu vasfının benzersiz ve mutlak oluşuna işaret.
90 Lafzen, “sen [onu iyi] öğrenmişsin” -yani, Allah'ın mesajını.
91 Yani, hiç kimse, başka birini, Allah ona rehberliğini lütfetmedikçe inandırma gücüne sahip değildir.
92 Başka insanların kutsal saydığı herhangi bir şeye -bu, Allah'ın birliği prensibini ihlal ediyor olsa bile- sövmenin yasaklanması çoğul olarak ifade edilmiştir ve bu nedenle bütün müminlere hitab etmektedir. Böylece Müslümanların, başkalarının yanlış inançlarına karşı çıkmaları istendiği halde, bu inançların temel unsurlarını tezyif etmelerine ve böylece hata yapan insanların duygularını incitmelerine izin verilmemiştir.
93 Lafzen, “böylece ... güzel yaptık”. Bu, kendisine çocukluğundan itibaren benimsetilen ve yetişkinliğinde sosyal çevresiyle paylaştığı inançları tek mümkün ve doğru inançlar olarak görmenin insanın tabiatından doğduğuna işarettir -sonuçta, bu inançlara yönelik bir eleştiri, çoğu zaman düşmanca bir psikolojik tepki doğurur.
94 Lafzen, “Mucizeler yalnız Allah katındadır”. Kur’an'daki âyet terimi, yalnızca “mucize”yi (olağan -yani, herkes tarafından gözlemlenebilen tabii işleyişin ötesindeki bir olay) değil, aynı zamanda bir “işaret”i veya “mesaj”ı da ifade eder: Bu sonuncu karşılık, Kur’an'da en sık karşılaşılanıdır. Böylece, herkes tarafından “mucize” olarak tanımlanan şey, gerçekte Allah'tan gelen bir olağan-dışı mesajı anlatır ve normal olarak insan aklının ulaşamayacağı ruhî/manevî bir hakikati -bazan sembolik biçimde de olsa- gösterir. Ama böyle olağanüstü, “mucizevi” mesajlar bile “tabiatüstü” olarak nitelendirilemezler: Çünkü, “tabiat kanunları” denilen şey, yalnızca, Allah'ın yaratma konusundaki “sünneti”nin (sünnetullâh) kavranabilir tezahürleridir -ve sonuç olarak, hadiselerin olağan akışına uygun olsun ya da olmasın, var olan ve meydana gelen yahut var olması veya meydana gelmesi beklenebilir olan her şey, kelimenin en derunî anlamıyla “tabii”dir. Şimdi işaret edilen olağanüstü mesajlar, kural olarak, “peygamber” olarak adlandırılan, özel yeteneklerle donatılmış ve ilahî olarak seçilmiş şahıslar aracılığıyla kendilerini ortaya koyduklarından, onlardan bazan “mucize gösterici” olarak söz edilmektedir -Kur’an'ın “mucizeler yalnız Allah'ın elindedir” sözleriyle dışladığı bir yanılgı. (Bkz. ayrıca 17:59 ve ilgili not 71.)
95 Yani, hakikati kabul etmekteki isteksizlikleri sonucunda ona karşı kör kaldıkları sürece -bu, Allah'ın mahlukatı üzerine koyduğu sebep-sonuç kanunu ile uyumlu bir durumdur (bkz. sure 2, not 7).
96 Zımnen, ölümden sonra hayat olduğu gerçeği hakkında.
97 Bkz. yukarıda not 95.
98 Lafzen, “akıl çelici süslü konuşmaları” yahut “cilalı yalanları” (Lane III, 1223) -yani, aldatıcı çekicilikleriyle insanı baştan çıkaran ve onu bütün gerçek ruhsal değerleri gözardı etmeye yönelten yarı hakikatleri (bkz. ayrıca 25:30-31). Cinn kelimesini “görünmez varlıklar” olarak çevirmem konusunda bkz. yukarıdaki not 86 ve Ek III. Diğer taraftan şeyâtîn terimi (lafzen, “şeytanlar”) Kur’an'da çoğunlukla hem insanda hemde ruhsal dünyada mevcut olan şeytanî güçler anlamında kullanılır (karş. 2:14 ve ilgili not). Taberî tarafından nakledilen birçok sahih Hadis'e göre Hz. Peygamber'e, “İnsanlar arasında şeytanlar var mı?” diye sorulduğunda, “Evet, üstelik onlar görünmez varlıklar (cinn) arasındaki şeytanlardan daha kötüdürler”. şeklinde cevap verdi. Böylece, yukarıdaki ayetin anlamı şöyle olmaktadır: her peygamber, her ne sebeple olursa olsun, hakikatin sesine kulak vermeyi reddeden ve başka insanları saptırmaya çalışan şeytanî kimselerin manevî -ve çoğu zaman da maddî- düşmanlığına karşı koymak zorunda kalmıştır.
99 Mufassalan ifadesi, aynı zamanda, “hak ile bâtıl arasındaki farkı (fasl) ortaya koyacak şekilde” olarak da çevrilebilir (Zemahşerî). Çoğul “siz” zamirinin kullanılması, ilahî kelâmın onu bilecek durumda olan herkese hitab ettiğini gösterir.
100 Lafzen, “Allah'tan başka bir hakim mi arayacağım?”
101 Bkz. 2:146 ve ilgili not. “Bu” zamiri, ya önceki ilahî kelâma -Kitâb-ı Mukaddes- ve onun Hz. İbrahim soyundan bir peygamberin geleceği şeklindeki haberine, yahut daha büyük ihtimalle Kur’an'a işaret ediyor gibidir: ki doğruysa, çevirinin “bu da” şeklinde olması gerekir. Her iki durumda da yukarıdaki ibarenin, Kitâb-ı Mukaddes'in bazı takipçilerinin Kur’an'ın gerçekten ilahî vahyin bir mahsulü olduğu şeklindeki içgüdüsel (belki de yalnızca bilinçaltındaki) uyanıklıklarına işaret ettiği söylenebilir.
102 Allah ile bağlantılı olduğunda kelime (“söz”) terimi Kur’an'da çoğunlukla “vaad” anlamında kullanılır. Bu örnekte, açıkça, Allah'ın Araplar arasından “Musa gibi” bir peygamber göndereceği şeklindeki Kitâb-ı Mukaddes'in haberine (Tesniye xviii, 15 ve 18) işaret etmektedir (bkz. sure 2, not 33).
103 Yani, insan hayatının gerçek mahiyeti ve onun nihaî kaderi, vahiy meselesi, Allah ile insan arasındaki ilişki, iyi ile kötünün anlamı vb. konularda. Böyle zan ve tahminler, insanın manevî hakikatlerden sapmasına yol açmak dışında, ayrıca, Kur’an'ın 118 ve 119. ayetlerde örneklerle atıfta bulunduğu keyfî davranış kurallarına ve uydurulmuş yasaklara sebebiyet verirler.
104 Bu ve bundan sonraki ayetin maksadı, ilk bakışta görüldüğü gibi, o ana kadar ilan edilmiş beslenme kurallarını tekrar etmek değil, daha çok, böyle kurallara uymanın kendi başına bir amaç ve bir törensel malzeme yapılmamasını hatırlatmaktır: Bu, yukarıdaki iki ayetin neden Allah'ın aşkın birliği ve insanın akidevî yolları ile ilgili bir söylemin ortasına yerleştirildiğini açıklar. 119. ayette sözü edilen “temelsiz görüşler”, ruhî değerlerden çok sun‘î törenlere ve tabulara önem veren görüşlerdir.
105 Bu emir, 118. ayet ile bağlantılıdır ve böylece, “üzerinde Allah'ın adının anıldığı şeylerden yiyin ... ama günah işlemekten kaçının” -yani, “Allah'ın size helal kıldığının ötesine geçmeyin” denmek isteniyor.
106 Lafzen, “şeytanlar, kendilerine yakın olanlara/dostlarına (ilâ evliyâihim) fısıldarlar”. Şeyâtîn'i yukarıda “şeytanî dürtüler” olarak çevirmem konusunda bkz. 2:14 ile ilgili not 10 ve 14:22 ile ilgili not 31.
107 Yani, “senin şeytanî dürtülerin, Allah'ın bu konudaki açık buyruklarını gözden kaçırmanı sağlamak için neyin günah olduğu ve neyin olmadığı konusunda seni tartışmaya çekmeye çalışırlar; ve eğer onların keyfî, saptırıcı muhakeme tarzlarına uyarsan onları adeta ahlakî kanun koyucular pozisyonuna çıkarmış ve böylece yalnızca Allah'a mahsus olan bir hakkı onlara izafe etmiş olursun”.
108 Lafzen, “insanlar arasında yürümesi için”. Bütün müfessirler, “ölü”nün mecazî olduğunda ve bu ifadenin, iman ile ruhen hayat bulan ve bundan dolayı hayat tarzlarını sağlıklı bir şekilde düzenleyebilen insanlara işaret ettiğinde hemfikirdirler.
109 Önemli kimseler olduklarına inanmaları onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, “önde gelenler”, kural olarak, kendi davranışlarının ahlakî yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar; ve bunun sonucu olarak kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder.
110 Yani, doğrudan vahiy.
111 Lafzen, “ve bu Rabbinin yolu dosdoğrudur” -yani, sebep-sonuç kanununun insanın derunî hayatındaki uygulaması da değişmezdir. Önceki cümlede geçen ve benim tarafımdan “dehşet” olarak çevrilen rics terimi, tabiat itibariyle iğrenç, berbat yahut korkunç olan herhangi bir şeyi gösterir; bu durumda, hayatın bir anlamı ve amacı olduğuna inanmayan herkesi er veya geç kuşatacak olan korkunç boşluk/hiçlik duygusunu ifade eder.
112 Müfessirlerin büyük kısmına göre, burada işaret edilen görünmez varlıklar (cinn), bu surenin 112. ayetinde sözü edilen, onlar arasındaki “şeytanî güçler”dir (şeyâtîn). Genel olarak kabul edilen görüş, burada hitab edilenlerin bu tür varlıklar veya güçler olduğudur; ama bu bağlamda kullanılan ma‘şer teriminin öncelikli anlamı, bana göre, farklı bir sonuca yol açar. Bu terimin, çoğunlukla bazı ortak temel niteliklere sahip olan bir gurubu, topluluğu veya akıllı/duygulu varlık türlerini göstermek için kullanıldığı doğrudur: “onunla uyum içinde (veya “aynı durumda”) bulundu” yahut “onunla çok yakın yaşadı” anlamındaki ‘aşerahû fiiline dayalı geleneksel -ve şüphesiz doğru- bir kullanım. Ama burada kasdedilenin gerçekte ne olduğu hakkında bize ipucu veren, işte tam da ma‘şer teriminin bu fiil köküdür. Bir kimsenin ma‘şer'i, birincil anlamıyla, onunla aynı şartlarda yaşayan veya ona çok yakın bulunan insanları (çevresini) gösterdiğinden (karş. Lisânu'l-‘Arab: “Bir kimsenin ma‘şer'i onun ailesidir”), yukarıdaki Kur’ânî ibarede de benzer bir anlama sahip olduğunu kabul edebiliriz. Böylece, bana göre, yâ ma‘şera'l-cinn hitabı, “Ey görünmez [şeytanî] varlıklar topluluğu” demek değil, ama daha çok, “Ey görünmez [şeytanî] varlıklara yakın olan [yahut, “onlarla “bir arada yaşamış bulunan”] sizler” demektir: başka bir deyişle, bu ayet, “zihinleri çelmeyi amaçlayan yaldızılı/parlak yarı-hakikatler” (ayet 112) ile baştan çıkarılmış bulunan yanlış/eğri yoldaki insanlara hitab etmektedir. Bu yorum, aşağıda 130. ayette geçen, “size sizin kendi aranızdan peygamberler gelmedi mi?” sözleri ile desteklenmektedir: zira Kur’an her zaman insan türüne mensup olan peygamberlerden söz eder, yoksa cinler arasından çıkan peygamberlerden değil. (Bu sonuncu terimin daha geniş anlamı konusunda bkz. Ek III.)
113 Yani, görünmez şeytanî varlıklara yakın bulunan. Unutulmaması gerekir ki velî'nin (çoğulu evliyâ’) birincil anlamı, “[başka birine] yakın olan kimse”dir.
114 Yani, Allah, onlara rahmetiyle lütufda bulunmadıkça (bkz. bu surenin 12. ayeti ve ilgili not). Bazı büyük Müslüman kelamcıların, yukarıdaki ibareden ve 11:107'de geçen benzerinden (ayrıca Hz. Peygamber'in birçok sahih Hadisi'nden) çıkardıkları sonuca göre, sonsuza kadar sürecek olan cennet nimetlerinin tersine, günahkarların öteki dünyadaki azabı Allah'ın rahmetinden dolayı sınırlı kalacaktır. (Bkz. bu bağlamda 40:12 ile ilgili not 10'da nakledilen Hadis.)
115 Lafzen, “birbirlerine yakın olmalarını” yahut “birbirlerini tutmalarını”. Yukarıdaki cümlenin başındaki “bu şekilde” (kezâlike) ibaresi, kötülerin, “zihinleri çelmeyi amaçlayan yaldızlı/parlak yarı-hakikatleri birbirlerine fısıldama” (bu surenin 112. ayeti) şekillerine açık bir işarettir.
116 Lafzen, “toplumları”. Karye terimi (lafzî karşılığı, “kasaba”, “köy” yahut “ülke”), bir kasabanın veya ülkenin halkını -kısacası, bir “topluluğu”- gösterir ve bu terim, Kur’an'da, her zaman olmasa bile çoğunlukla bu anlamda kullanılmıştır.
117 Lafzen, “herkes yaptıklarının (yani, bilinçli olarak yaptıkları) karşılığında bir derece sahibi olacaktır” -Allah, insanları, önceden peygamberler tarafından kendilerine bildirilmiş olan ahlakî bir kurala bilinçli olarak ters düşmedikleri sürece, işlemiş olabilecekleri hatalardan dolayı sorumlu tutmaz.
118 Lafzen, “yurdun (mutlu) sonunun kime ait olacağını”. “Yurt” (dâr) terimi, Kur’an'da, hem bu dünya (dâru'd-dünyâ), hem de öteki dünya (dâru'l-âhire) ile ilgili kullanılmıştır. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, burada öteki dünyaya işaret edildiği görüşündedirler: Ancak Zemahşerî, onu yeryüzündeki hayata bağlamaktadır. Bu yorumların her ikisi de metin ile uyumlu olduğundan, ikisini de kapsayan yukarıdaki çeviriyi tercih ettim.
119 Haksız şekilde -çünkü var olan her şey son tahlilde yalnız Allah'a aittir.
120 Lafzen, “bizim [Allah'a] koştuğumuz ortaklarımız için” -yani, “Allah ile ortak olduklarını düşündüklerimiz”. Şerîk teriminin bir açıklaması için bkz. bu surenin 22. ayeti ile ilgili not 15. İslam öncesi Araplar, tarım mahsullerinin ve hayvanlarının bir kısmını bazı putlarına, bir kısmını da onlardan biri -ve en büyüğü- olarak gördükleri Allah'a adarlardı. Ancak Kur’an'ın metodu ile uyumlu olarak yukarıdaki ayet, yalnızca İslam öncesi Arap hayatının tarihsel yönüne atıfta bulunmamakta, daha geniş ve daha genel bir muhteva da taşımaktadır: yani, yalnızca dinî “mükellefiyetler”in Allah ile muhayyel tanrılar arasında paylaşılmasına değil, ama aynı zamanda O'nun yaratıcı güçlerinden bir bölümünün O'nun yanısıra başka bir şeye veya kimseye izafe edilmesine de işaret etmektedir.
121 Yani, onların dinî görevlerinden bir “kısmı”nı Allah'a yöneltmeleri gerçeği, imanlarını güçlendirmez; ama daha çok, O'nun aşkın benzersizliğinin inkar edilmesine işaret eder ve böylece onları muhayyel ilahî veya yarı-ilahî “aracılar”a daha fazla bağımlı hale getirir.
122 Lafzen, “onların (Allah'a koştukları) ortakları ... gösterir.” Râzî'nin işaret ettiği gibi, bazı ilk dönem müfessirleri, şurekâuhum (lafzen, “onların ortakları”) ifadesinin burada bu surenin 112, 121, 128 ve 130. ayetlerinde işaret edilen cinler ve insanlar arasındaki “şeytanî güçler”i (şeyâtîn) veya “varlıklar”ı gösterdiği görüşündedirler. Ancak bana öyle geliyor ki, burada -ve önceki ayette- kasdedilen, Allah'a “ortak” koşulabilecek herhangi bir şeyin varlığına inançtır. Yukarıdaki ibareyi, “... var sayılan varlıklara veya güçlere inançları” şeklinde çevirmemin sebebi budur.
123 Bu, İslam öncesi Araplar arasında yaygın olan, istemedikleri bazı çocuklarını, özellikle de kız çocuklarını diri diri gömme adetine ve ayrıca, zaman zaman erkek çocuklarını putlarından biri için kurban etmelerine bir atıftır (Zemahşerî). Bu tarihî atfın ötesinde, yukarıdaki Kur’an ayeti, Allah'tan başka bir şeye veya kimseye ilahlık yakıştırılmasının, mahiyet itibariyle, şeklî ve çoğu zaman saçma olduğu ve ilkel ayinlerle “hoşnut edilmesi” beklenen her türlü muhayyel güce sürekli artan bir bağımlılığa yol açtığı psikolojik gerçeğine işaret eder: Bu da, ruhsal özgürlüğün kaybını ve ahlakî çöküntüyü getirir.
124 Yani, Allah onların istedikleri gibi davranmalarına izin verir, çünkü onlardan, insanlara bahşettiği serbest iradelerini ve akıllarını kullanmalarını ister.
125 İslam öncesi Araplar, bu ayetin son bölümünde açıklandığı gibi, bu tabuların Allah tarafından emredildiğini haksız şekilde iddia ettiler. Bu farazî, keyfî “emirler”den biri, yalnız belli bir puta tapan ruhanî şahsiyetlerin ve belli bir kabileye mensup bazı kimselerin böyle adanmış hayvanların etlerini yiyebileceklerini, kadınların ise bunu yapamayacaklarını öngörmekteydi (Zemahşerî).
126 Yani, onları putlarına kurban ederlerken (bkz. ayrıca 5:103 ve ilgili not). Bu işaretten anlaşılmaktadır ki, putperest Araplar, kural olarak, kestikleri hayvanlar üzerinde Allah'ın -ki O'nu yüce ilâh olarak görmekteydiler- ismini anıyorlardı; ancak yukarıdaki istisnaî durumda onlar, Allah'ın yasaklamış olduğunu düşünerek onu yapmaktan kaçınmışlardı.
127 Bu, ma‘rûşât ve ğayru ma‘rûşât (lafzen, “çardaklı olan ve olmayanlar”) terimlerinin genel kabul gören açıklamasıdır. “Bahçeler”den söz edilmesi, burada, yaşayan ve büyüyen her şeyin -evrendeki başka şeyler gibi- varlığını yalnız Allah'a borçlu olduğu ve bu nedenle, onu gerçek veya muhayyel başka bir güce tesadüfî veya bilinçli olarak atfetmenin sapkınlık olduğu inancını tasvir etme amacı güder.
128 Bkz. bu surenin 99. ayeti ile ilgili not 85.
129 Yani, Allah'ın insana helal kıldığını bâtıl inançlara dayanarak yasaklamak suretiyle. Hem 138-140. ayetlerde, hem de 142-144. ayetlerde anlatılan İslam öncesi tabulara bütün atıflar, Allah'ın vahiy yoluyla açıkça yasaklamadığı her türlü yiyeceğin (ve dolayısıyla, başka bedenî zevklerin) helal olduğunu vurgulamayı amaçlar.
130 Lafzen, “sekiz çift [halinde] -iki çift koyun ve iki çift keçi” (diğer iki çift bir sonraki ayette zikredilmiştir). Bu, Kur’an'da çok sık kullanılan dolaylı anlatımın en gözalıcı örneklerinden biri ve açıklayıcı parantezler kullanılmadıkça başka herhangi bir dile doğru şekilde çevrilemeyen bir ifade tarzıdır. Zevc terimi, hem bir eşya çiftini hem de bu çiftin her iki elemanını gösterir: Bu sebeple, semâniye ezvâc (lafzen, “sekiz çift [halinde]”) ifadesini “her iki cinsden dört tür hayvan” olarak çevirdim. Bu ve bundan sonraki ayetin işaret ettiği bâtıl inanç, muhtemelen 5:103'de zikredilen ile aynıdır.
131 Lafzen, “bana bilerek söyleyin” -yani, zanna dayanarak değil, ama gerçek vahiy yoluyla kazanılan bilgiye dayanarak. Önceki ve sonraki iğneleyici sorular, kendi koydukları bütün bu bâtıl inanç ve hurafelere dayanan yasakları karakterize eden belirsizlik ve tutarsızlığı sergilemeyi amaçlar.
132 Lafzen, “ve develerden bir çift ve büyükbaş hayvandan bir çift” -böylece toplam “sekiz tür [yani dört çift] hayvan”ın sayısı tamamlanmış olmaktadır.
133 Lafzen, “[böylece] insanları saptırmak için...”. Ancak yudill (“o saptırır”) fiilinin başına getirilen li bağlacı, burada -genellikle olduğu gibi- bir niyeti (“... için”) göstermez, ama daha çok mantıkî bir tertibi (“ve böylece ...”) anlatır: Nahivciler tarafından lâmu'l-‘âkıbe (“nedensel bir tertibi gösteren lâm harfi”) olarak tanımlanan bir kullanım.
134 Lafzen, “günahkarca bir fiil” (fısk) -burada putperestçe bir kurban kasdedilmek-tedir.
135 Lafzen, “yiyene ondan yemesi yasak olan bir şey”.
136 Karş. 2:173 ve 5:3.
137 Yukarıdaki cümlenin kuruluş tarzı, bu yasağın daha sonraki müminleri hariç tutarak özellikle Yahudiler üzerine konulduğunu açıklığa kavuşturur (Râzî).
138 Karş. Levililer vii, 23 (ki, orada öküz, koyun veya keçi yağlarının “her çeşidi” yasaklanmıştır).
139 Bkz. 3:93.
140 Yani, Allah'ın yalnızca açıkça tanımlanmış birkaç yiyecek cinsini yasakladığı şeklindeki Kur’an ifadesi (145. ayette) konusunda. “Onlar” zamiri, hem Yahudilere hem de önceki ayetlerde bahsedilen putperest Araplara işaret eder -her iki grup da, Allah'ın yiyecek konusunda insana çok çeşitli karmaşık kısıtlamalar koyduğunu iddia ederler. Kur’an'a göre, Yahudiler iddialarında haksızdırlar. Çünkü onlar, Hz. Musa Şeriatı'nın yiyecek ile ilgili katı/sıkı kurallarının onların geçmiş kötülüklerinin bir cezası olduğu ve bu nedenle yalnız kendileri için geçerli bulunduğu gerçeğini (bkz. 3:93) gözardı ederler. Putperest Araplar da yanılıyorlar, çünkü onların tabuları hiçbir ilahî temele dayanmayıp sadece bâtıl inanç ve hurafelerin eseridir.
141 Yani, Allah'ın insanı doğru ile yanlış arasında seçimde bulunma yeteneği ile donattığı gerçeğini. Yukarıdaki ayet, terimin genel kabul gören anlamıyla “cebriyye” doktrininin kesin olarak reddedildiğini ortaya koyar.
142 Yani, “cebriyye” ile ilgili bilgiye.
143 Başka bir deyişle, bir taraftan Allah'ın geleceği bilmesi (ve bu nedenle gelecekte olacakların kaçınılmazlığı) ile diğer taraftan insanın serbest iradesi -görünüşte birbirleriyle çelişen iki önerme- arasındaki gerçek ilişki, insan kavrayışının ötesinde, onu aşan bir konudur; ama ikisi de Allah tarafından konulduğuna göre mutlaka doğrudur. Şöyle ki, bizâtihî “Allah” kavramı, O'nun sonsuz ilim sahibi olmasını öngörür; ahlak ve ahlakî sorumluluk kavramları ise insanın serbest iradesini varsayarlar. Eğer Allah dileseydi her insan dürüst ve erdemlice bir hayat sürdürmek zorunda kalırdı; ama bu, insanı serbest iradesinden yoksun bırakmış olur ve ahlakı asıl anlamından koparırdı.
144 Önceki pasajlarda zikredilen keyfî yasaklara bir atıf.
145 Lafzen, “[başkalarını] Rablerine eşit sayanların”: yani, bazı çarpıtılmış tabii güçlere ilahî veya yarı-ilahî vasıflar yakıştıranların -mesela, “kendiliğinden” yaratıcı evrime, yahut “kendi-kendine yaratılmış” evrene, yahut bütün varoluşun temelinde bulunduğu varsayılan esrarengiz, gayrişahsî hayat hamlesine (élan vital) inanmak gibi.
146 Benim parantez içinde verdiğim ibare, bütün müfessirlerin ittifakla belirttiklerine göre, yukarıdaki emirde açıkça murad edilmiştir; çünkü anne-babaya saygısızlık, Allah'ın yasakladığı şeyler arasında sayılmaktadır ve bir kimsenin anne-babasına karşı iyi olması Kur’an'da defalarca emredilmiştir.
147 Bu, muhtemelen ekonomik endişelerin zorladığı kürtaja bir işarettir.
148 Zımnen, “ve özel çıkarlarınız sözkonusu olduğunda kaba kuvvete başvurmayasınız”. “Adalet[i ifa etmek] dışında” ifadesi, kanunî bir cezanın yerine getirilmesine veya adil -yani, savunmaya yönelik- bir savaşta öldürmeye veya meşru bireysel savunmaya işaret eder.
149 Yani, bir kimsenin vesayeti altındaki yetim rüşd çağına geldiğinde, önceki vasî, ondan borçlanmak veya sahibinin rızası ile ondan yararlanmak suretiyle kanunî yollardan yetimin malına “dokunabilir”. “Onun iyiliği için olmadıkça” şeklinde çevirdiğim ibarenin lafzî karşılığı, “en iyi olan şekilden başka bir tarzda” şeklindedir ve yetimin malını iyileştirme niyetine işaret eder.
150 Bu, mecazî olarak, insanlar arasındaki bütün muamelelere işaret etmektedir, yoksa yalnızca ticarî alış verişlere değil: parantez-içi “bütün alış verişlerinizde” ifadesini eklememin sebebi budur.
151 Bunun anlamı, Allah'ın insanlardan “matematiksel” bir adaletle -ki, birçok manevî faktör açısından bakıldığında, insan ilişkilerinde nadiren ulaşılabilen bir durumdur- davranmalarını istemediği, tersine onlardan bu ideali başarma yolunda ellerinden gelen gayreti göstermelerini beklediğidir.
152 Râzî'ye göre, “bir görüş belirttiğinizde” (lafzen, “konuştuğunuzda”) ibaresi, kişinin, kendisini kişisel olarak ilgilendirsin veya ilgilendirmesin, herhangi bir konu üzerinde fikrini beyan etmesini ifade eder; ancak daha sonra “yakın akraba”ya yapılan atıf, yukarıdaki emrin özellikle burada tartışılan konuda delil getirme ile ilgili olduğu ihtimalini akla getirir.
153 Bkz. sure 2, not 19.
154 Lafzen, “dağılıp parçalanmanıza yol açmasın”.
155 Bkz. bu surenin 38. ayetinin son paragrafı ile ilgili not 31. Bu örnekte, sümme'nin kullanılışıyla îma edilen vurgu, bu surenin 91. ayetine işaret ediyor gibidir.
156 Yani, kendi zamanları ve gelişme safhaları için uygun olan kanunlar ve emirler yoluyla ihtiyaç duydukları her şeyi (Râzî). Bu bağlamda bkz. 5:48'de geçen, “sizden her biriniz için [farklı] bir sistem ve [farklı] bir hayat tarzı belirledik” ibaresi ve ilgili not 66.
157 Yani, Yahudiler ve Hristiyanlara; ki bunlar, Arapların vahyedilmiş metinlere sahip gördükleri yegane iki topluluk idi.
158 Bu pasaj, ilk bakışta, Hz. Peygamber'in çağdaşı Araplara işaret ediyor göründüğü halde mesajı sadece onlarla sınırlı değildir; tersine, kendileri bizzat onun doğrudan muhatabı olmadıkça vahye inanmayı reddeden bütün zamanların insanları ile ilgilidir.
159 Yani, Hesap Günü'nü bildiren işaretlerin.
160 Lafzen, “imanıyla bir iyilik kazanmamış olan”: böylece, iyi işler yapmaya yol açmayan iman burada hiç iman sahibi olmamakla eş değerde tutulmaktadır (Zemahşerî).
161 Bu atıf, öncelikle, başlangıçta bir bütün olarak paylaştıkları temel dinî prensiplerden uzaklaşıp akîde ve değer sistemi (ethics) olarak farklı yollara sapmış bulunan Yahudiler ile Hristiyanlara yöneliktir (karş. 3:105). Ancak bu öncelikli atfın dışında yukarıdaki ayet, daha önceki 153. ayet ile -“bu dosdoğru Bana yönelen bir yoldur: öyleyse onu izleyin ve diğer yollardan gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasınlar”- mantıkî bir ilişki içindedir ve böylece Kur’an'ın takipçileriyle de gaybî bir bağlantı oluşturmaktadır: Başka bir deyişle bu, insanların, karşılıklı olarak yalnız kendilerinin Kur’an öğretisinin “tek gerçek temsilcileri” oldukları şeklindeki hoşgörüsüz iddialarından doğan bütün guruplaşmaların kınanmasını ifade eder. Nitekim, bu ayetin anlamı hakkındaki bir soruya Hz. Peygamber'in Ashâbı'ndan Ebû Hureyre'nin şu cevabı verdiği rivayet edilir: “Bu ayet, [bizim] bu toplumumuzla ilgili olarak nazil olmuştur” (Taberî).
162 Lafzen, “ve onlara haksızlık yapılmayacaktır”. Bu bağlamda bkz. bu surenin 12. ayetinde geçen Allah'ın “rahmeti kendisine ilke edindiği” ifadesi ve ilgili not 10.
163 Bu ifade -ki ayrıca 17:15, 35:18, 39:7 ve 53:38'de de geçer- “ilk günah” ve “vekaleten kefaret” şeklindeki Hristiyan doktrinlerinin kesin olarak reddedildiğini gösterir. Bu ifadenin ahlak ve değer sistemindeki (ethical) daha geniş sonuçları için bkz. nüzul sırasına göre ilk defa geçtiği yer olan 53:38.
164 Bkz. sure 2, not 94.
165 Bkz. 2:30 ve ilgili not 22.
166 Yani, karakter, güç, bilgi, sosyal statü, servet, vb. aracılığıyla.