9 Mayıs 2007 Çarşamba

MAİDE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü verir.

2- Ey müminler Allah 'ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı

ile Kâbe yi ziyaret etmeğe gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe ye sokmadılar diye bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı ağırdır.

3- Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinede kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.

Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.

Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.

Kurban edilecek hayvanların cinsleri, kurban yerleri ve zamanları konusundaki tüm bu helâl ve haramlar "sözleşmeler" kapsamına girmekte ve tümü "İman anlaşması"na bağlanmaktadır. Bu "İman anlaşması", müslümanların helâl ve haramları, sadece Allah'tan almalarını, bu hususta başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli kılmaktadır. Bu yüzden, sözün başında onlara "Ey müminler" diye seslenilmiş ve peşi sıra helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir. "İlerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı." Başkaca bir kaynağa veya başkaca bir temele dayanmaksızın, sadece Allah'ın helâl kılmaya ilişkin hükmü ve izni gereğince "haram kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar" dışında kalan ve "bütün hayvanlar" ifadesinin kapsamına giren av ve kurban hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve mubah olmuştur.

"Haram kılınanlar"dan hemen aşağıda bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak, kimi de her yer ve her zamanda haram kılınmıştır. "Behimet'ül en'am", deve, inek ve koyunu içermekte ve bunların -vahşi, inek, yabani eşek ve ceylanlar gibi- vahşilerini de kapsamaktadır.

Sonra bu genel ifadeden bazı istisnalar yapılıyor. İlk istisna, ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: "...İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile..."

Burada haram, ilkin bizzat avcının durumu ile çakışmaktadır. Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın sıradanlığından ve alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah'ın emin yurt kıldığı, harem beytinde O'na yönelinmektedir. Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan vazgeçilmelidir. Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir fıtrattır. Orada, hayatı bağışlayan karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ hissedilir. Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların ve diğer hayvanların avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma sebebi olan geçim zorlukları orada hafifler. Amaç o zaman diliminde hayatın alışkanlık ve bayağılıklarından soyunup bu parlak ve engin ufka doğru yükselmektir.

Surenin akışı, genel helâl hükmünün istisnalarını açıklamaya geçmeden önce bu "sözleşme"yi en büyük "sözleşmeye" bağlıyor ve iman edenlere bu "söz"ün kaynağını hatırlatıyor: "Allah, dilediği hükmü verir" dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği ile hükmetme yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak biri yoktur. O'ndan başka hükmedecek de, hükmünü iptal edecek de yoktur. Bu O'nun dilediğini helal, dilediğini de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.

Ardından, iman edenleri, Allah'ın haramlarını helal kılmaktan sakındıran bir sesleniş geliyor: "Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sebeblerine, yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kâbe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz..."

Burada "Allah'ın ibadet amaçlı sembolleri" ifadesinin hemen akla gelen en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac ya da Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü'l Haram'a getirdiği kurbanlığı kesene değin, haram olan şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi içinde bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada onları ihlal etmek, bu "sembolleri" koyan Allah'ın haram kılmasını küçümsemektir. Çünkü Kur'an'ın konusal sıralanışı, bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu kuralların tümünü Allah'a bağlıyor.

Haram aylar, Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem'dir. Allah bu aylarda savaşmayı haram kılmıştır. Araplar İslâm öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman kimi kahinlerinin ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin isteği üzerine bu ayları başka bir yıla ertelerlerdiler.

İslâm gelince, Allah bunların haramlığına hükmetti ve bu haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:

"Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır. İşte bu, dosdoğru dindir." (Tevbe Suresi, 36)

Ardından İslâm, ayların ertelenmesinin küfürde ileri gitme olduğunu ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki hüküm, Allah'ın emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların haramlığını gözetmeyen düşmanların, bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve onları müslümanlara karşı kolayca zafer kazanacağı uygun bir ortam elde etmemeleri için, o aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında, müslümanların da karşı koyma hakları vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda savaşın hükmünü Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır. "Kurbanlık"; Kâbe'yi ziyaret edenlerin Hacc ve Umresini bitirdiğinde kesmek üzere yanında getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı kesmekle sona erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir. Helâl sayılmamasının anlamı, henüz vakti gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık "Hacc"da kurban günü, "Umre"de ise, Umrenin bitiminde kesilebilir. Kurban eden, derisinden, yününden ve diğer uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz, tamamını fakirlere dağıtır.

"Gerdanlıkları (kelaid), sahipleri tarafından Allah'a adandıklarının bir belirtisi olarak, boyunlarına işaretler takılan hayvanlardır. Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları vakitte kesilene kadar otlağa salınır. Allah'a sunulduklarının belirtisini taşıyan ve kesilecekleri vakte kadar serbest bırakılan hediye kurbanlıklar bu sınıfa girer.

Bu işaretli adakları belirlendikten sonra, amacı dışında kullanmak haramdır. Adandıkları amaç dışında kesilemezler. Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve herhangi bir tehlikeden korunmak isteyen kişinin kendisine taktığı işaretlere denir. Bu işaretler, haram bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu kişiler hiçbir düşman saldırısının olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar. Bu görüşün taraftarları bunun, daha sonra gelen "Başka birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine baş aşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir." (Nisa Suresi, 91)

"Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 28) ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.

"Gerdanlıklar" Allah'a adak olarak işaretlenen hayvanlardır" şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve Umrede kesmek için belirlenen armağan kurbanlardan bahsedildikten sonra söz konusu edilmektedir. Böylece yüce Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret ve Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek Beytü'l Haram'a yönelen, Rablerinin nimetini ve hoşnutluğunu arayarak Haram'ın güvenliği altına almış ve Beytü'l Haram'da onlara "Eman" vermiştir. Daha sonra, ihramdan çıkıldığında ve haram bölgesi dışında avlanma helal kılınıyor. Beytü'l Haram'da avlanma ise yasaktır. "İhram'dan çıkınca avlanabilirsiniz" Allah haram ayları "Güvenlik süresi" yaptığı gibi, Beytü'l Haram'ı da "Güvenli yer" kılmıştır. Orası, insanların, hayvanların, kuşların ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir güven olan bu eman, bu ümmetin babası Hz. İbrahim'in duasının karşılığı olarak, Beytullah'ın etrafını kuşatır. Her yılın tam dört ayı, insanların tadım, doygunluğunu ve güvenliğini hissettiği bir barış dönemi olarak İslâm'ın gölgesindeki tüm yeryüzünü bu "mutlak güven ortamı" kaplar. Bu; güven ortamını gerçekleştiren şartların sağlanmasına istekli olunsun, Allah'ın söz ve anlaşması her yıl periyodik olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu haremde ve güvenlik bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma yapanları anlaşmalarını yerine getirmeye ve onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin kişisel duygu ve düşünceler ile tereddütlerin etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları, daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların ruhlarında derin yara ve acılar bırakmış ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış olmasına rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman ümmetin görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi, kendi büyüklüğüne yaraşır bir görevdir.

İSLAM VE CAHİLİYYET

"Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapın, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."

Çünkü bu ümmete Rabbi tarafından, kendisinin tırmanması yanısıra insanlığı da çıkarması ve bu aydınlık ufku oluşturması görevi de yüklenmişti.

İşte bu, insanlara önderliğinin, otoritenin ve şahitlik görevinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm'ın uygun gördüğü ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle, insanlara birer örnek olma uğrundaki mü'minlerin karşılaşacakları güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri gerekir.

Böylece insanların ilgi duyacakları ve sevecekleri İslam'ın güzel bir- tanıklığı yapılmış olur. Bu zor bir yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle insanların nefsine ağır gelmez. Zaten onlara güçlerinin üzerinde bir şey yüklememiştir.

İslam insanın kızma ve gazaplanma hakkına sahip olduğunu kabul eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık sebebiyle saldırıya geçme hakkını tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve sakınmada yardımlaşılmasını emrediyor. Allah'ın azabı ile korkutuluyor ve sadece O'ndan sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi baskı ve denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı bu duygular ile -Allah'tan sakınıp, hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.

Allah'ın koyduğu yöntemi isteyen İslâm terbiyesi Arapların gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır. Halbuki onlar bu seviyeden ve onu başarmaktan çok uzak idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve edindiği prensip "Zalim de olsa mazlum da kardeşine yardım et" cümlesinde özetlenebilirdi. Araplar, kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve sakınmadakinden daha üstün idi. Yardım anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık üzerine yapılırdı. Cahiliye devrinde hak üzere yeminleşme pek azdır.

Bu Allah'a bağlı olmayan ve gelenekleri ve ahlâkları Allah'ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan bir durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye prensibinde özetlenmiştir:

"Zulmeden de, zulmedilen de olsa

Zalimde, mazlumda kardeşine yardım et."

Bu prensibi bir cahiliye şairi bir başka şekilde şöyle dile getirmektedir:

"Ben cahiliye kabilesinin bir ferdiyim,

Kabilem isyan ederse ben de isyan ederim.

O doğru davranırsa ben de doğru davranırım."

Daha sonra müslümanlara "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız, Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." (Maide Suresi, 7) diye seslenmek ve onları eğitmek için Allah'ın belirlediği bir sistem olan "İslâm" geldi.

Bu ilahi sistem, kalpleri Allah'a bağlamak, ahlâk ve değer ölçülerini O'nun ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap olmayan tüm insanlığı cahiliyye kabileciliği ve tarafgirliğinden kurtarıp, dost ve düşmanlar karşısındaki davranışları düzenlerken ortaya çıkacak kişisel reaksiyonları, ailevî ve kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak için geldi. Böylece "insan" Arap yarımadasında yeniden doğmuş oldu. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanan "insan" doğdu. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında "insan"ın yeniden doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni dirilişidir. İslâm öncesi Arap yarımadasında yalnızca "Zulmeden de olsa, zulmedilen de, kardeşine yardımcı ol" şeklindeki fanatik cahiliyye taraftarlığı vardı. Yeryüzünün geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından başkaca bir şey yoktu.

Bu cahiliyye çizgisi ile İslâmî ufuk arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin "yerleşik" zulmeden de olsa zulmedilen de, kardeşinin tarafını tut" prensibi ile Allah'ın "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne büyük bir farktır!

DİNİNİZİ BÜTÜNLEDİM

Ayetlerin akış sırası karşımıza, surenin başındaki "Behimetü'l en'am"ın helal oluşundan istisna edilenlerin dökümünü çıkarıyor.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar, son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinde kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.

Bugün kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim.

Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkır da günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."

Leş, kan ve domuz etinin hükmü ve bu hükmü insan ilminin ulaşabildiği sınırlar içinde Allah'ın hüküm koymadaki hikmeti ve sebeplerinin belirlenmesi yukarıdaki bu haramlara ait Bakara suresinin 173. ayeti tefsirinde geçmişti. Şimdi insan ilminin bu haramların hikmetini anlayıp, anlayamamasını bir yana koyarsak ilahi ilim bu yiyeceklerin temiz olmadığını tesbit etmiştir. Bu tek başına yeterlidir. Allah ancak pis (habis) olanları ve insan hayatının herhangi bir yönüne zarar veren şeyleri haram kılar. İnsan bilgisinin bu zararı keşfetmiş olmaması ise ayrı bir olaydır. Zaten insan bilgisi, bütün zararlı ve faydalı şeyleri kapsamakta mıdır acaba?

Allah'tan başkası için kesilenler ise, öncelikle, imanın gereklerine temelden aykırı oldukları için haramdırlar. İman, Allah'ı bir sayma, ilahlıkta tek kabul etme ve imanın gereklerini bu tevhid anlayışı ile temellendirmedir.

İmanın bu gereklerinin ilki şudur: Niyet ve fiillerin hepsinin sadece Allah'a bağlanması, bütün iş ve hareketlerin sadece O'nun adıyla yapılması ve bunlarda yalnızca O'nun adının anılmasıdır. Allah'tan başkası adına kesilen ve Allah'tan başkasının adı anılan şeyler haram olduğu gibi, başkalarının adı anılmasa da Allah'ın adı anılmayan kurbanlar da haramdır. Çünkü bu, imanı temelinden sarsar. Böylece yapılanlar da imandan kaynaklanmamıştır. Bu yüzden o da pistir, leş, kan ve domuz eti gibi pislikler arasına dahil edilir.

Boğulmuş, vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, süzülmüş ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar da -canlı iken yetişilip kesilmedikleri taktirde leş sınıfına girerler ve onun hükmünü alırlar. Bunların ayrı bir hükmü olabileceği şeklindeki bir şüpheye fırsat tanımamak için, ayette açıklanmışlardır. Bu konudaki ayrıntılı bilgi fıkıh kitaplarındadır. Kesme, hayvanın ne zaman "kesilmiş" sayılacağı gibi problemler öne sürülmüştür. Kimi hemen ölümüne neden olacak veya hükmen ölü sayılmasını gerektirecek şekilde yaralanan hayvanın "kesim"ini bu hükümün dışına çıkarmıştır. Bunun anlamı bu tür hayvanların ölmeden önce "kesilseler" bile "arındırılmış" sayılmamalarıdır.

Kimi de, yarasının şekline bakmadan can taşırken yetişilip kesildiğinde hayvanı "arındırılmış" sayar. Geniş bilgi için, fıkıh kitaplarının ilgili konularına bakılabilir.

Dikili taşlarda (Bunlar, müşriklerin cahiliyye döneminde Kabe'de yanlarında kurban kestikleri ve kurbanın kanına buladıkları putlar ve benzeri taşlardır.) kesilen hayvanlar, putlara kurban edilmeleri sebebiyle, kesilirken Allah'ın adı anılsa bile haramdırlar. Çünkü bu durum, .Allah'a şirk koşma kapsamına girmektedir.

Son olarak (fal okları) oklarla fal bakma meselesine gelince; müşriklerin bir işe başlarken veya bitirirken danıştıkları oklardır. Üç veya yedi tane oldukları söylenir. Bunlar, Arapların yaygın adeti olan kumar oynama işlevini de görürlerdi. Deve üzerinde kumar oynarlardı. Ortada kumarbazlardan her biri için bir ok bulunur, bu oklardan birini o, okun temsil ettiği budur der ve deveye sahip olurdu. Allah oklarla fal bakmayı haram kılmıştır, bu yolla hayvan kesimini de -bu tür kumar olduğu için- yasaklamıştır.

"Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir."

Ölesiye aç kalan kimse, günah işlemeyi ve harama girmeyi amaçlamadığı taktirde, haram kılman bu yiyeceklerden yiyebilir. Yenilecek miktar, fıkıh bilginleri arasında ihtilâflıdır. Bu miktar, ölümden korunacak kadar mıdır? Yoksa doyasıya yenilebilir mi? Yine yiyeceksiz kalınacağından korkulduğunda başka öğünler için de saklanabilir mi?

Bunların ayrıntısına girmiyoruz. Bu noktada, bu dinin sağladığı bir kolaylığı daha bilmemiz bize yeter. O, zor durumlarda, günaha veya çaresizliğe düşülmemesi için ayrıntılı hükümler koymuştur. Ayrıca her emrini, kalpteki niyete ve Allah'tan tam sakınmaya bağlamıştır. Zor durumda kalana, harama dalmayı amaçlamadıktan sonra ne günah ne de ceza vardır. "Şüphesiz ki yüce Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir". Haram olan yiyecekleri incelemeyi burada noktalıyor ve bu konudaki ayetlerin arasına yerleştirilen şu cümlenin üzerinde özellikle durmak istiyoruz: "Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Bu ayet, yüce Kur'an'ın indirilen son ayetidir. Çünkü risaletin olgunlaştığı ve nimetin tamamlandığını ilan etmektedir. Hz. Ömer uzak görüşlülüğü ve açık kalpliliği ile Hz. Peygamberin yeryüzündeki son günlerini geçirdiğini hissetmiştir. Hz. Peygamber emaneti yerine getirmiş ve risaleti tebliğ etmiştir. Artık geriye sadece Allah'a hesap verme kalmıştır. Ve Hz. Ömer'in kalbi ayrılık gününün yaklaştığını hissederek ağlamaktadır.

Konusu kesimlik hayvanların helal ve haram olanları bildirmek olan ayetlerin arasını ayıran yukarıda da açıkladığımız amaçları içeren surenin genel akışındaki bu sözler neyi göstermektedir?

Bu sözler önce, yüce Allah'ın şeriatının hiçbir şekilde bölünemiyeceğini gösterir. İster düşünce ve inanca ister ibadetlere, helâl ve harama ya da toplum ve devletlerarası hukuka ilişkin olsun tamamı mükemmeldir. İşte tüm bunlar, yüce Allah'ın bu ayette mükemmel kıldığını bildirdiği "din"dir. Ve iman edenlere tamamladığını bildirdiği "nimeti"dir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin olanlar ile ibadete, helâl ve haramlara ilişkin olanlar ya da toplum devletlerarası hukuka ait hükümler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Bunların tamamı, Allah'ın müslümanlara seçtiği İlâhî sistemi oluşturmaktadır. Bu sistemin bir kısmından sapma, tamamını terk anlamına gelir. Bu "din"e karşı gelme, dolayısıyla bu "din"den çıkma anlamını taşır.

Mesele, belirttiğimiz şekildedir. Allah'ın müslümanlara seçtiği bu sistemden bir şeyi atmak ve onun yerine insan yapısı bir şey eklemek açıkça Allah'ın ilahlığını kabul etmemektir. Bu özelliklerden bazısını bir insana yakıştırmak Allah'ın yeryüzündeki otoritesine isyan ve böylece ilahlık özelliklerinin en büyüğü olan "hakimiyet" iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir. Bu da, açıkça bu dine isyan ve doğal olarak, bu dinden çıkmaktır. "Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir.."

Kafirler onu iptal etmekten, ortadan kaldırmaktan ya da tahrif etmekten ümitlerini kestiler. Çünkü Allah, onu mükemmel kıldı ve kıyamete değin sürmesine hükmetti. Onlar, harpte zor durumdaki müslümanları yenebilirler, fakat bu dine üstünlük sağlayamazlar. Onu tahrife kalkışanların çok olmasına tuzak kuranların kuvvetine ve bu dönemlerde mensuplarının kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve tahrif edilemiyen -kıyamete değin korunmuş tek dindir. Allah, yeryüzünde bu dini, bilen ve onu gelecek nesle teslim edene değin, tamamen anlayıp koruyan bir topluluktan yoksun bırakmayacaktır. Kafirlerin bu dinden ümitlerini kestikleri şeklindeki Allah'ın vaadi gerçektir.

"O halde onlardan korkmayın, benden korkunuz."

Kafirler bu dine hiçbir şekilde el uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin canlı bir tercümanı oldukları, yükümlülük ve sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında hükümlerini ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz çevirmedikleri sürece hiçbir zarar veremezler.

Yüce Allah'ın, Medine'deki İslâm toplumuna yönelik bu teklifi o kuşağa has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve yerdeki tüm iman edenlere seslenmektedir. "İman edenlere" diyoruz. Çünkü Allah'ın kendilerine seçtiği bu dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya görüşleri olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar- "müminler"dir. "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."

Bugün yani bu ayetin indiği "Veda haccı günü" Allah bu dini noksansız kılmıştır. Ona birşey eklemek isteyen, artık ne ilave edebilir ki? Müminlere olan en büyük nimeti, bu mükemmel ve kapsamlı sistemle yerine gelmiş ve onlara din olarak "İslâm"ı seçmiştir. Dünya görüşü olarak bu sistemi benimsemeyen ise, Allah'ın müminlere seçtiği şeyi tepmiş olur.

Müslüman, bu sarsıcı sözler karşısında duruyor. İçerdiği bu büyük köklü yönlendirmeler, yükümlülük ve görevler peşi sıra gözü önünden geçiyor.

Müslüman önce, bu dinin tamamlanması noktasında duruyor. İlk insanın doğuşundan, ilk Peygamber'den bu son risalet olan tüm insanlara gönderilen Ümmî Peygamber'in risaletine değin aynen iman kervanı, geçit resmi yapıyor. Ne görüyor? Birbirine bağlı bir şekilde uzayıp giden, bu hidayet ve nur kervanını görüyor. Uzun yol üzerindeki işaretlerini görüyor. Fakat son Peygamber'in önceki tüm peygamberlerin, sadece belirli bir zaman periyodu için, özel bir görevle ve sadece belirli bir topluma gönderildiklerini görüyor. Bu yüzden tüm bu peygamberler bu çerçeve ile sınırlanmış ve bu zaman parçasına -mahkum olmuşlardır. Onların tümü, tek bir ilaha -ki bu tevhittir- çağırmışlar, sadece bu tek ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir -bu da dindir-. Hepsi herşeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilaha boyun eğmeye çağırmışlardır -bu da İslâm'dır-. Fakat her biri, toplumun, çevrenin, zaman ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine ilişkin farklı bir şeriat getirmiştir.

Ve nihayet Allah, insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekan ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün "insan"ları muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i gönderdi. Mekan, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı muhatap alan bir risalet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez "insan fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur." (Rum Suresi, 30)

Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat herşeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekan değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekan faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların herbiri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel prensipleri ve ayrıntılı bölümleri sayesinde bu din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve bu çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve yenilenmesi için "insan hayatı"nın ihtiyaç duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve nizamnameler içermektedir. Yüce Allah müminlere şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Onlara hem inanç hem de şeriatın eksiksiz tamamlandığını ilan etmiştir. İşte din budur.

Bir müminin, bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması zaman ve mekana uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah'ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz.

Kur'an'ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah'ın da tanıklığı ile "insan"a her zaman ve mekan için gelmiş olan dinin "şeriati"dir. Daha önceki peygamberler gibi, sadece belirli bir topluma, belirli bir nesle ya da mekana özel değildir.

Ayrıntılı hükümler, olduğu gibi kalsınlar diye gelmişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin insan hayatına, izinde geliştiği bir çerçeve çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak, imanın çerçevesi dışına taşmaktır.

"İnsan"ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü şeriat, bu günkü şeriat değildir" denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur.

Müslüman, ikinci olarak "Allah'ın bu dini mükemmel kılarak, müminlere olan nimetini tamamlaması" olayı karşısında duruyor. Bu nimet, insanın yetişip olgunlaştığını gösterdiği gibi, gerçek "insan"ın duygusunu gösteren müthiş bir nimettir. Bu "insan", ilahını bu dinin kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce Rabbinin hoşnut olduğu bu dinin bütünün tanıttığı şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan önce mevcut değildi. Bu "insan", sırf Allah'a kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce, herhangi birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah'ın yapısı olan ve O'nun otoritesinin oluşturduğu şeriat sayesinde "eşitliğe" ulaşmadan önce, mevcud değildi.

İnsan bilgisi, bu dinin ortaya koyduğu büyük gerçekler sayesinde, bu "insan"ın doğuşunu gerçekleştirdi. Eğer insan bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun oluş sırasında "hayvan" ya da "robot insan" olması mümkündür.

Fakat o, ancak Kur'an'ın ortaya koyduğu şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde tam anlamıyla bir "insan" olabilmiştir. Bu şekil ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı diğer şekiller arasında büyük fark vardır.

Eğer insanoğlunun hayatında bu şekil gerçekleştirilirse "insan"ın insanlığı tam olarak ortaya konmuş olur. Böylece Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki itikadî düşünce sayesinde, duyu organları ile algılanan dışında bir şey idrak etmeyen "hayvanî hisler"den çıkıp, hem algılananları, hem de algılanamıyanları, görünür ve görünmez alemi, madde ve madde ötesini idrak edebilen "insanî düşünce" dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı "hayvanî duyu organları"nın dar çerçevesinden kurtarır.

Tevhid sayesinde, kullara kulluktan sırf Allah'a kulluğa yönelerek bütün düşmanları karşısında eşitlik, bağımsızlık ve üstünlük sağlar. O, kullukta sadece Allah'a yönelir, dünya görüşünü, şeriat ve düzeni sırf Allah'tan alır ve yalnız O'na dayanıp, yalnız O'ndan korkar.

İlgilerini geliştirip, eğilimlerini paklaştırır; gücünü, hayvanî içgüdülerini ve aşağı arzularını dizginleyip, hayra ve yüceliğe yöneltmek için toplar ve ilahi sistemi gerçekleştirmiş olur.

Cahiliyye gerçeğini tanımayan ve felaketlerini tatmayan kimse, Allah'ın bu din ile gönderdiği nimetin gerçeğine eremez. Cahiliye her dönem ve mekanda Allah'ın uygun bulmadığı şekilde hayat sürmektir. Cahiliyeyi tanıyan ve inançdaki, düşüncedeki, yaşamdaki belalarına uğrayan kimse, Allah'ın bu dinle gönderdiği nimetin gerçeğini bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve mekanlardaki cahiliyyetin, inanış ve düşüncedeki sapıklık ve körlük felaketlerini, hayret ve şaşkınlık belalarını, boşluk ve kirli musibetlerini tanıyıp anlayanlar, yalnızca, İslâm düzeni sayesinde imanın gölgesinde sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan kimselerdir.

Cahiliyenin hayatı düzenleyen sistemlerin bütün disiplinlerinde varolan isyan ve arzuların felaketlerini, anarşi ve karışıklıkların belalarını, ifrat ve tefritin musibetlerini bilip, anlayanlar, yalnızca İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen hayat nimetini tanıyıp, tadan kimselerdir.

Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olan Araplar, bu sözleri anlıyor, tanıyor ve gerçeğini idrak ediyorlardı. Çünkü bu sözlerin içeriği, bu Kitab'a muhatap olan neslin bizzat yaşamında somutlaşıyordu.

Cahiliyeyi ve onun inanca ilişkin düşünce sistemini ve toplumsal yapısını, kişisel ve toplumsal ahlâkını, tatmışlardı. Yanısıra onlar Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini, Allah'ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm'la verdiği nimetin gerçeğini anlayarak cahiliyenin bütün unsurlarından yüz çevirmişlerdir.

İslam onları, cahiliyye bataklığında bulmuş, zirveye giden dosdoğru yola çıkarmıştır. ( Bu mesele Nisa Suresinin giriş kısmında açıklanmıştır.) Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden yeryüzünde çevrelerinde bulunan diğer milletlere, şimdi kendi cahiliye dönemlerindeki geçmiş yaşamlarına baktıkları gözle baktılar.

İslâm onları, putları, melekleri, cinleri, yıldızları ve ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş hurafe inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş cahiliyenin bataklığında buldu. Onları buradan kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha... herşeye güç yetiren, merhametli, her şeyi gören, bilen ve haberdar olan, adaletli, mükemmel, kendisine yakın ve yardımına koşan kimsenin aracılığına yer vermeyen herkesin kendisine kul olduğu ve kulluk ettiği tek ilaha iman ufkuna çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden kurtardığı gün, aynı zamanda kahin ve reislerinin sultasından da özgürlüğe kavuşturdu.

İslâm onları, kimilerinin iddia ettiği gibi cahiliye demokrasisinden değil, cahiliyenin ana çerçevesi, sınıf farkları, çirkin gelenekler ve otoriteyi ele geçiren herkesin kalkıştığı despotluklardan ibaret olan "aşağılık toplumsal düzeni"nden kurtardı.

"Zulmetme kudreti", ta kuzeyden güneye kadar tüm Arap yarımadasının önderleri, kabile reisleri ve idarecilerinin yerleşik geleneğine göre güç ve etkinlikle aynı anlamı taşıyordu. Necaşi'nin şairi, saldırdığı kişiyi küçük düşünmek için şöyle hicvederek kötülüyordu: "Onun kabilesi, ne zimmetini (anlaşmasını) bozar, ne de kalben zerre kadar zulmeder". "Bir Arap meliki olan, Hacer b. Haris, Beni Esed'i sopa ile kendisine itaate zorladığı zaman Şairleri Ubeyde b. Ebras şu şiiri ile ona yakardı:

"Sen onların içinde hükümdarsın,

Onlar ise kıyamete değin köledir,

Onlar senin kamçına boyun eğmişlerdir.

Huzae'nin uysal yarış atı gibi..."

"Ömer b. Hind, halkı kendisiyle perde arkasından konuşmaya zorlayan, kabile reislerinin annelerini, sarayında hizmetçi olmaları için zorlayan bir Arap hükümdarı idi." Yine bir Arap meliki olan Numan b. Menzir, terörde o kadar ileri gitti ki, kendisine iki gün belirledi: kendisini ziyârete gelen herkesi hesapsız nimete boğduğu hoşnutluk günü ve sabahtan akşama değin kim gelirse öldürdüğü "öfke günü".

Kuleyb Vail'in otoritesi hakkında anlatılır ki O bu ismi, avdan başladığı yerde, nara attığı için almıştır. Narasını işiten hiç kimse ona yaklaşmaya cesaret edemezdi.

Yine anlatılır ki: "Avf vadisinde hiç özgür yoktur". Çünkü onun otoritesinin delili olarak oraya ve çevresine hiçbir hür yaklaşamazdı. Oradaki hürlerin tamamı, köle konumunda idi."

İslam onları, âdetler, gelenekler, toplumsal ilişkiler ve ahlâk konusunda da cahiliye bataklığı içinde buldu... Onları, kız çocuklarını diri diri gömme, perişan haldeki kadınlar, içki, kumar, serbest cinsel ilişki, hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla karışım ve ihtilaf, dışardan gelecek ciddi bir saldırı karşısında ne ittifakları ne de güçleri bulunmadığı gibi kan davaları, baskınlar, yağmalamalar ve soygunlar sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir toplum yapısına sahip halde iken buldu. (Bakınız, Fil Suresi tefsiri) Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin Kabe'ye saldırısı gerçekleşmiş kendi aralarında müthiş sert olan kabilelerin tümü bu saldırı karşısında aciz ve perişan olmuşlardı.

Onlar bu durumda iken, İslâm onları bir ümmet yaptı. İnsanlığın tamamı yaşamın her alanında düşük bir halde iken, onları zirveye ulaştırdı. Tek bir nesilde, hem en çukuru hem en zirveyi, hem cahiliyyeyi hem de İslâm'ı tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, yüce Allah'ın şu ayetini idrak ediyor, tadına varıyorlardı: "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."

Müslüman bu kez Allah'ın müminlere İslam'ı din seçmesi karşısında duruyor. Yüce Allah bu ümmeti kavraması ve gözetmesi karşısında... Öyle ki onun için İslam dinini seçmiş ve beğenmiştir. Bu Allah'ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu da ifade etmektedir. Öyle ki onun için bir dünya görüşü ve sistemi seçmiştir.

Bu müthiş sözler bu ümmetin omuzlarına pek ağır bir yük bindirmektedir. O yüce gözetime denk gelecek bir yükü Allah affetsin! Bu ümmetin, peşi sıra gelecek bütün nesillerinin sahip olacağı nesneler, yüce Allah'ın bu şerefli korumasına tabii ki denk gelmez.

O'nun yayabileceği tek şey, gücü nisbetinde nimete şükretmeye ve nimet vereni tanımaya ilişkin ayrıca gerekli olanı anlayıp, gücü nisbetinde onu yerine getirmek ve kusur ve hatalardan dolayı da avf ve bağışlama dilemekten ibarettir.

Allah'ın bu ümmete İslâm'ı din belirlemesi ilkin, bu seçimin kıymetini bilmesini, sonra da gücü nisbetinde bu din doğrultusunda olmak için çabalamasını gerektirmektedir. Aksi takdirde, kendisine Allah'ın seçtiğinden başkasını tercih ederek Allah'ın hoşnut olduğunu ihmal eden kimse ne kadar zavallı ne kadar aptaldır.

O halde cezasız bırakılmaması gereken büyük bir suçtur. Allah'ın kendisi için seçtiğini terk eden serbest bırakılmamalıdır. Fakat Allah İslâm dinini tercih etmeyerek dilediklerini işleyenleri bırakıyor ve onlara süre veriyor. Bu dini tanıyıp, sonra terk eden veya ondan ayrılanların kendilerine Allah'ın onlara seçtiği dünya görüşünden başka bir dünya görüşü edineni Allah asla cezasız bırakmıyor ve ona asla süre tanımıyor. Sonuçta onlara hakkettikleri cezayı veriyor.

Bu müthiş sözler önündeki bu duruşlardan daha çoğuna gücümüz yetmiyor. Daha fazla uzatmadan, "Fî zılâl"de bu kadarla yetiniyor, surenin akışıyla birlikte gelen yeni bölüme geçiyoruz:



4- Sana kendilerine nelerin helal kılındığını soruyorlar. onlara de ki "Size temiz yiyecekler helal kılındı. Allah'ın size sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli ev hayvanları sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerlerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur. "

5- Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. İffetli ve hür mümin kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir. Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir, o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.

Bu seçkin toplumun psikolojik durumunu tasvir ediyor: İlkin yüce Allah'ın hitabıyla karşılaşmanın mutluluğuyla şereflenmeleri, sonra da, haram kılınmasından korkarak kendilerine şüpheli görünen cahiliye dönemindeki tüm davranışlardan kaçınıp, uzaklaşma titizlikleri. Onlar bu yüzden bu yeni sistemin kabul ettiği herşeyi öğrenebilmek için sorulara gerek duyuyorlar. Bu dönemin tarihini inceleyenler, İslâm'ın Arapların psikolojisinde gerçekleştirdiği bu büyük değişikliği göreceklerdir. İslâm onları şiddetle sarsıyor ve bütün cahili pisliklerden arındırıyor.

Cahiliyye bataklığında bulup zirvelere ulaştırdığı müslümanlara yeniden doğduklarını bildiriyor. Bunun yanısıra bu dini yaymanın güçlüğünü, dirilişin büyüklüğünü, kaydedilen aşamanın şahaneliğini ve nimetin bolluğunu hissettiriyor. Böylece amaçları, kendilerine bu bol lütufları veren ilahî sisteme uygun olsun ve ona aykırı davranmaktan kaçınsınlar. Bütün cahiliye dönemindeki alışkanlıklarına yönelik bu duyarlılık ve çekingenlik, bu derin bilincin ve bu güçlü sarsıntının ürünüdür. Bu yüzden, (haramları bildiren) ayeti işittikten hemen sonra, Allah Rasulüne "... kendilerine neyin haram kılındığını" soruyorlar.

Bunu henüz işlemeden önce, helal olduklarını kesin olarak bilsinler diye soruyorlar. Onlara şu cevap geliyor: "De ki; size temiz olan yiyecekler helal kılındı."

Bu üzerinde düşünmeyi hakeden bir cevap. Bu cevap, onların duygularına şu gerçeği nakşediyor: Onlara temiz şeyler haram kılınmaz ve temiz şeylerden alıkoymazlar. Çünkü tüm temiz şeyler onlara helaldir. Kendilerine yalnızca pis şeyler haram kılınmıştır.

Gerçekten, Allah'ın haram kıldığı herşey, bozulmamış fıtratın psikolojik olarak iğrendiği leş, kan, domuz eti gibi şeyler yada mümin kalbin nefret ettiği, Allah'tan başkası adına veya putlara kesilen adaklar veya onların yanında bir çeşit kumar olan ok ve çekme gibi şeylerdir.

Bu genellemenin ardından gelen bir ifade olan; "temiz yiyecekler"e, özellikle bambaşka temiz türleri daha eklenmektedir. Bunlar için eğitilip-yetiştirilmiş, sahipleri tarafından avı nasıl yakalıyacağı öğretilmiş, yırtıcılardan doğan, şahin, pars, arslan ve köpek benzeri av hayvanlarının tuttukları avlardır:

"Allah'ın size söylediği bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli av hayvanlarının sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."

Bu av için eğitilip-yetiştirilmiş avcı hayvanların yakaladıkları avların helal olabilmesi; avcı hayvanların, avlarını, sahipleri için tutmaları yani -açken ve sahipleri yanlarında yokken kendileri için tuttukları dışında- avlandığı sırada tuttuğu avını iyice koruyup, ondan yememeleri şarttır. Eğer av sırasında tuttuğu avın etinden yerse, eğitilmemiş demektir. Bu durumda yakaladıkları av, sahiplerinin değil kendilerinindir, dolayısıyla bu avları, sahiplerine helal olmaz. Eğer yakaladığı ve yediği avın büyük bir kısmını bırakıp, henüz canlı iken sahibine getirse -söz konusu av, kesilmesi ile helal olan bir hayvan bile olsa kesim ile temiz olmaz.

Allah, müminlere, av hayvanlar ile onlara olan nimetini hatırlatıyor. Onları, Allah'ın kendilerine sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirmişlerdir. Allah, bu hayvanları, onlara boyun eğdirmiş, kendilerine onları eğitme gücü vermiştir. Ve nasıl eğiteceklerini de öğretmiştir.

Bu, Kur'an'ın eğitim yöntemini örnek alan; bahsetmedik bir nokta, ortaya koymadık bir ayrıntı bırakmayan hikmetli metodun özelliğini ifade eden bir bölümdür.

Hatta insanın gönlünde şu gerçeğin hissini uyandırıyor. Bu, Allah'ın, herşeyi; evreni yaratan, öğreten, onları insanlara boyun eğdiren olduğu ve bütün erdemli davranışların, kazançların nerede olursa olsun O'na döneceği gerçeğidir. Mümin Allah'tan geldiğini, O'na döneceğini bir an bile unutmaz. Herşey O'nun varlığı sebebiyle vardır. Bütün nesneler ve olaylar O'nun gücündedir.

Mümin biran bile her güç durumunda, her ruhi bunalımında ve kalkıştığı her işte Allah'ın, ihsan ve yardımını göreceğinden şüpheye düşmez. Bunların tümü, aslında Allah'ın "terbiyeci" oluşu gerçeğine dayanır.

Allah, müminlere, avcı hayvanların yakaladıkları avlar üzerine Allah'ın ismini anmalarını, avcı hayvanları salarken bunu söylemelerini, bu hayvanların avını pençeleri veya dişleri ile öldürdüklerinde, onun kesilmiş gibi olacağını, Allah'ın ismini, av keserken veya avcı hayvanı avın üzerine salarken anmanın yeterli olduğunu öğretiyor.

Sonra ayetin bitiminde onlara, Allah'tan ve çabuk hesaplaşmasından korkmaları uyarısı yapıyor. Haram ve helalın tümünü, mümini hayatındaki tüm niyet ve amellerinin ekseni olan bu bilince bağlıyor. Hayatın tümünü, Allah'ın, yüceliğini idrak etmeye, gizli ve açıkta O'nun gözetiminde olduğunu bilmeye dayandırıyor. "Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."

Helal olan yiyecekler açıklanırken, araya evlenilmesi helal olan kadınlar konusu da ekleniyor.

"Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. İffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir..."

Böylece helal yiyecek çeşitlerine, bir kez daha, ayet ile de değiniliyor:

"Bugün size temiz olan yiyecekler helâl kılındı..."

İşaret ettiğimiz anlam teyit ediliyor ve öncekiler ile yeni bahsedilen helal yiyecekler, temiz olmaları noktasında birbirine bağlanıyor.

Burada, "İslâm yurdunda", müslüman toplum arasında yaşıyan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan Kitap Ehli'nden olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında, İslâm hoşgörüsünün aşamalarından biriyle daha karşılaşmaktayız.

İslâm onlara, "dini hürriyet" verip, (izale etmiyor) bırakmıyor.

İslâm onlara, "dini hürriyet" vermekle yetinmiyor, İslâm toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini müslümanlara, aynı şekilde müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini ziyaret edip konukları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi ve musamaha gölgesi altında gölgelenmesi için.) İffetli kadınlarını müslümanlara helal (temiz) kılıyor. Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile birlikte anıyor.

Bu, diğer din ve millet mensupları arasında, sadece İslâm'ın mensuplarının hissettiği musamahadır. Hristiyan katolikler, yine hristiyan olan ortodoks protestan yada Maruni'lerle nikahlanmada güçlük çıkarırlar. Onlara göre inancı gevşek olanlardan başkası buna yeltenmez.

Böylece, İslâm'ın evrensel bir toplum oluşturma yolunda müsamahakar davranan tek sistem olduğu, müslümanlar ile kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride başvurulmadığı, İslâm toplumunun bayrağı altında yaşayan değişik inanç mensupları arasına -özellikle ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya çıkmaktadır. (Dostluk ve yardımlaşma meselesinin hükmü ise, -sûrenin akışı içerisinde geleceği gibi- ayrıdır.) Ehl-i Kitab'ın iffetli kadınların helal olma şartı, iffetli mümin kadınlarla evlenme şartıyla aynıdır.

"Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helaldir."

Bu şart ise, -kocanın karısını o sayede koruyup, gözettiği- dini nikah yapma amacıyla mehir verilmesinden ibarettir. Bu mal (mehir), fuhuş ve metres tutma yolunda verilmiş değildir.

Fuhuş, kadının her erkeğin olması, metres tutma ise, özel bir erkeğin kadından nikahsız faydalanmasıdır. Bu her iki yol da (İslâm, onları temizleyip-paklamadan, bataklıklardan zirvelere ulaştırmadan önce) cahiliye araplarında yaygın olup, cahili toplumun benimsediği şeylerdi.

Bu hükümleri şiddetli bir tehdit izlemektedir: "... Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir. O kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."

Tüm bu hükümler, iman ile ilişkilendirilmekte, imanın kendisi veya delili oldukları sonucuna varılmaktadır.

Onlardan döneklik edenler, imanı inkar etmiş, `perdelemiş', örtmüş olur. İmanı inkar edenin ise, ameli, boşa gider ve kabul edilmeyerek geri çevrilir. Ayetteki "boşa gider" (Habate) kelimesi, hayvanın zehirli otlakta otlayıp ölmesini ifade eder. O, batıl amelin gerçeklerini somutlaştırmaktadır. Zehirlenip şişerek telef olan hayvan gibi, amel de, telef olur, izi bile kalmaz. Dünyadaki amelinin boşa gitmesi ve batıl olması ötesinde ahirette de perişan olur.

Bu şiddetli ve korkunç tehdit, yiyecekler ve nikah konusundaki helal ve haramlara ilişkin şer'î hükmün peşi sıra gelmektedir. Bu da, bu sistemin parçalarının birbirine bağlılığına ve her parçasının kendisine aykırı davranmasının hoş görülmediği ve küçük-büyük hiçbir muhalefetinin kabul edilmediği "din" olduğunu göstermektedir.

Yiyecek ve kadınların temiz olanlarından söz edildikten hemen sonra, namaz ve namaz için temizlenme hükümleri gelmektedir.



TEMİZLENME HÜKÜMLÉRİ

6- Ey müminler, namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.

Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri heladan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.

Allah'ın istediği siz zor koşmak değildir. Fâkat O, sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye. "

Temiz yiyeceklerden ve pak kadınlardan bahseden ayetlerin yanısıra; namaz ve temizlenmeden bahsedilmesi, av, ihram ve Mescid-i Haram'da müslümanların yaptığı işlerin hükümlerinin yanısıra; temizliğin hükmünden bahseden ayetin gelmesi, sırf tesadüf eseri yada söz akışının genel havasından uzak birşey değildir. Bu ancak, konu bütünlüğünün ve Kur'an düzeninin hikmeti gereği olarak gelmiştir.

Ayetler; İlk olarak temizliğin farklı bir türünden bahsediyor:

Pak ruh temizliğinin yanısıra, yiyecek ve kadınların temiz olanlarından. Mümin kalp burada, diğer nimetlerde bulamadığı bütünü bulmaktadır. Bu, temiz pak ve huşu içerisinde Allah'a ulaşma nimetidir. Yiyecek ve kadınlardan söz edilmesi biter bitmez temizlik ve namaz nimetine geçiliyor. (İnsan hayatındaki tüm temiz nimet türleri tamamlansın diye, "insan"ın varlığını tekamül etti.

İkincisi ise, temizlik ve namaza ilişkin hükümler; yiyecek ve evlenme hükümleri, haremin içinde ve dışında avlanma hükümleri, savaş ve barışta insanlara karşı olan tavırlara ilişkin hükümler ve sûrenin geri kalanında bahsedilen tüm hükümler; Allah'a kulluktur, tamamı Allah'ın dinidir. Bu "din" de; fıkıhta, "ibadet hükümleri" ismini alanlar ile, "muamelat hükümleri" ismini alanların birbiriyle bağlantısı koparılamaz.

Meseleleri konularına göre ve bir düzen içerisinde incelemek zorunluluğundan doğan bu ayrımın; Rabbani sistemin temelinde ve İslâm şeriatının aslında hiçbir yeri yoktur. Bu sistem, hem ona, hem de buna eşit olarak birleştirmektedir. Her ikisi hakkındaki hüküm aynıdır: Onlar Allah'ın dinini, şeriatını ve sistemini oluşturmaktadır. İtaat ve bağlılık noktasında, birbirinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Her iki parça da, ancak diğeri ile ayakta durabilir. Din ancak müslüman toplumun hayatında, her ikisi de aynı seviyede gerçekleştirildiğinde ayakta durabilir.

Tümü, Allah'ın, müminlere yerine getirmelerini emrettiği "sözleşme"lerdir. Hepsi, müslümanın, Allah'a yakınlık niyeti ile gerçekleştirdiği `ibadetler'dir.

Tamamı, müslümanın, Allah'ın kulluğa tek layık olan merci olduğunun ilanıdır. Ortada "ibadetler" ve "muameleler" şeklinde iki ayrı kategori yoktur. Bu ayrım, yalnızca bir "ıstılah" sorunudur ve ancak fıkıh ilminde kullanıla gelen bir sıralama sorunudur. Yoksa bunların tümü, hem "ibadet", hem "farzlar" hem de, Allah ile yapılan `sözleşmelerdir. Onlardan herhangi birini ihlâl etmek, Allah ile yapılan `iman' sözleşmesini ihlâl etmek demektir.

Tüm bunlar, Kur'an'ın değindiği inceliklerdir. Konuların akışı içerisinde gelen bu değişik hükümleri anlatmayı sürdürüyoruz...

"Ey müminler namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız, başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.

Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz."

Namaz, Allah ile buluşma, huzurunda durma, gizlice ve fısıltı ile O'na dua etmektir. Şüphesiz bu duruş için hazırlık gereklidir. Ruhun hazırlanması yanısıra vücudun da temiz olması gereklidir. Sanırım bu yüzden abdest alınır. Doğrusunu Allah bilir. İşte ayette sözü edilen abdestin farzları şunlardır:

1- Yüzü yıkamak

2- Dirseklere kadar kolları yıkamak,

3- Başı meshetmek,

4- Bileklere kadar ayakları yıkamak.

Bu farzlar çerçevesinde önemsiz kimi fikir ayrılıkları söz konusudur. Bunların en önemlisi, "Sözü edilen sıralama farz mıdır? Yoksa bu sıralamaya uymamak caiz midir?" şeklindeki tartışmadır. Bu konuda iki farklı görüş vardır...

Bu, abdest almanın şeklidir. Cünüblükte -ister cinsel ilişki, isterse ihtilam sebebiyle olsun- tüm vücudu yıkamak farzdır.

Ayet, abdest ve guslün farzlarını açıkladıktan sonra, teyemmümün hükmünü izaha geçiyor. Teyemmüm, aşağıdaki durumlarda söz konusu olur:

1- Abdestsiz kişinin su bulamayacağı durumda.

2- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin sudan zarar görecek şekilde hasta olması durumunda.

3- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin yolculukta olması durumunda.

Ayet, abdestin gerektiği duruma "biriniz helâdan geldiğinde" ifadesi ile işaret ediyor. Helâ, insanların tabii ihtiyaçlarını giderdikleri mekandır. "Helâdan gelmek" sözü, büyük veya küçük ihtiyacı gidermekten kinayedir.

Ayet, guslün gerektiği duruma ise, "veya kadınlara dokunduğunda" ifadesi ile, işaret ediyor. Çünkü bu ince ifade, "cinsel ilişkiyi" kinaye yoluyla anlatmada yeterlidir.

Bu durumlarda abdestsiz veya gusülsüz kişi, -teyemmüm yapmadan- namaz kılamaz. Teyemmümü ise, -hayvanın sırtında veya duvarda bulunan tozlar bile olsa- temiz toprak adı verilebilen şeyler ile yapılır. Eller toprağa vurulur, sonra silkelenir, sonra eller yüze sürülür ve kollar dirseklere kadar sıvazlanır. Yüz ve eller için bir veya iki vuruş gerekir. Bu konu ihtilaflıdır.

Burada "kadınlara dokunduğunuzda" ayetinin kastettiği anlam çevresinde, fıkhî ihtilaflar söz konusudur. Bu mutlak olarak "dokunma" mıdır yoksa, "cinsel ilişki" midir?

Şehvetle veya şehvet duymadan yapılan bütün dokunmalar buna dahil midir? Bu sorularda fikir ayrılığına düşülmüştür. Her hasta teyemmüm eder mi yoksa, sudan zarar görecek hasta mı teyemmüm eder? sorusu da ihtilaflıdır. Soğuk su varsa hastalık ve eziyet korkusu ile teyemmüm olur mu? Tercih edilen görüşe göre "evet".

Ayetin sonunda şu ifade yer alıyor:

"Allah'ın istediği sizi zora koşmak değildir. Fakat O sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye.."

Temizlenmek -daha önce de belirttiğimiz gibi- Allah ile buluşmada gerekli bir durumdur. Bu ruh ve beden düzeyinde, abdest ve gusül gerçekleşir. Teyemmüm ise, sadece bu temizliği sağlar. Su bulunmaması veya suyun kullanılmasında zarara uğranılması durumlarında, teyemmüm ile temizlenme caizdir. Görüldüğü gibi, Allah, insanları günaha sürüklemek onlara, zorluk yüklemek ve güç gelen şeyleri teklif etmek istemez. O ancak, onları temizlemek, bu temizlik ile üzerlerindeki nimetini tamamlamak onları, nimetine şükretmeye -daha çok arttırması için- yöneltmek diler. Bunlar, bu sağlam ve kolay sistemdeki fayda, üstünlük, kolaylık ve gerçekliktir, pratikliktir.

Ardından, ayetin önümüze serdiği abdest, gusül ve teyemmümün hikmeti ile karşılaşıyoruz:

"Size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye..."

Ayet bizi, İslâm'ın duygular ve konularda aynı derecede gerçekleştirdiği bütünlüğe götürüyor. Abdest ve gusül, sırf vücudun temizlenmesi değildir. Çünkü böyle olsaydı; "Bedevi arapları gibi bizim de bu işlemleri yapmamıza gerek yoktur. Çünkü biz medeniyetin gereği olarak, banyoya giriyor ve organlarımızı temizliyoruz" diyenler haklı olurdu.

Bu işlemler, müslümanın Rabbine yöneldiği tek bir ibadetde ve amelde (ruh ve beden temizliğini) birleştirmek amacıyla, hizmet etmektedir. Ruh temizliği daha ağır basmaktadır. Çünkü su kullanılması mahzurlu olduğunda, sadece daha ağır basan -yani ruh temizliği için- bu yanının gerçekleştiği teyemmüm yapılır. Bütün bunlardan öte bu din, her durumu, tasvir ve şartlarda sağlam bir sisteme yönelten ve hikmetini bütün bu durumlarda gerçekleştiren genel yöntemi sebebiyle böyledir. Bu hikmeti, (herhangi bir durumda) ortadan kalkar ve de değişikliğe uğrar.

Biz ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık bir kitap olmaksızın fetva vermeden önce, bu inancın gizliliklerini anlamaya ve Allah'a karşı bildiklerimiz ve bilmediklerimizde aynı derecede edebli olmaya yönelelim. (Bu durum, zekat ve mali vergilerde de böyledir. Mesele uzundur, doyurucu tafsilat veremiyoruz. Bu konu ilerde yine gelecektir.)

Abdest veya gusül ile temizlenmek mahsurlu olduğu, yada diğer zararlar söz konusu olduğu zaman, namaz kılmak için teyemmüm almak olayı, bizi, İslâm sisteminin namazın önündeki tüm engelleri kaldırarak onun ikamesine ne kadar istekli olduğunu göstermektedir.

Bu yargımız, korku halinde kılınan namaz, hastalık halinde imkan nisbetinde oturarak veya yatarak kılınan namaz gibi, diğer hükümler de bağlantılıdır. Tüm bu hükümler, namazın kılınmasına yönelik isteğin derecesini ve sistemin insan üzerindeki eğitsel amaçlarını gerçekleştirmek için, bu ibadete yüklediği görevin sınırlarını ortaya koymaktadır. Çünkü, Allah ile buluşmak ve huzurunda durmak; derin tesirler yapmakta, en zor şartlarda. bile ihmal edilmemekte ve müslüman bu duruşu, bu buluşması sonucu, Rabbi ile olan buluşması arasına hiçbir engel sokulmamaktadır. Hiçbir sebeple ertelenmemektedir. Çünkü namaz, kalbin yakarışı, gölgelikte istirahat ve buluşma sevincidir.

ADALETİN DAYANDIĞI TEMEL NOKTA

Temizlenme hükümleri ve daha önce geçen hükümlerin ardından iman edenler; Allah'ın kendilerine olan iman nimeti ve onlarla yaptığı dinleyip itaat etmek -İslâm'a bu `sözleşme' ile girilir- sözleşmesi hatırlatılmakta. Yanısıra Allah'tan korkmaları ve O'nun gönüllerde olanı bildiği belirtilmekte:



7- Allah'ın size yönelik nimeti ile "Duyduk ve uyduk " dediğiniz zaman, O'na verdiğiniz bağlayıcı sözü hatırlayınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, kalplerinizin özünü bilir.

Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olanlar, -yukarda da belirttiğimiz gibi Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin değerini anlıyorlardı. Çünkü onlar,nimetin gerçeğini; varlıklarına, hayatlarına, toplumlarına ve tüm insanlar arasındaki konumlarına sevk ediyorlardı.

Bu yüzden bu nimete değinmek ve sadece işaret etmek, yeterli oluyordu. Çünkü kalplerinin yönelişleri ve hayatlarındaki yüce gerçeğe bakışları somut tu.

Yanısıra, dinleyip itaat etmek üzere söz verdikleri konusunda, Allah'ın sözüne değiniliyor ve onlara tanıdıkları bildikleri gerçekle hatırlatılıyor.

Bir taraftan da, Allah ile yaptıkları `sözleşmeleri' karşısında Allah'ın huzurunda durmanın, duyguda uyandıracağı yüce hislerin tesirinde bırakıyor.

Bu konum, gerçeğine sarılıp, tam anlamıyla düşünüldüğünde anlaşılacağı gibi, müminin duygularında büyük etkiler yapan bir durumdur. Bu yüzden AI!ah aynı ayette onları, takvaya ve kalplerinde ve ortaya dökülmemiş düşüncelerinde bile O'nun gözetimini hissetmeye yöneltiyor.

"...Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah kalplerinizin özünü bilir."

"Kalplerin özünü bilir" ifadesi Kur'an'da karşılaştığımız canlı ve duygulandırıcı bir ifadedir. Taşıdığı incelik, güzellik ve ibretlere değinmek yerinde olacaktır.

"Kalplerin özünü bilir" gönüllerin sahibi, arkadaşı, ayrılmaz yoldaşı anlamında olup; gizli hisler, düşünceler ve sırlardan kinayedir. Kalbin, sürekli ve devamlı yanında olma özelliğini taşıdığını ifadelendiren bu sözler, gizlilik ve sırlarının Allah'ın ilminde apaçık ortada olduğunu ve Allah'ın "Kalplerin özünü" bilmekte olduğunu ortaya koymaktadır.

Allah'ın müslüman ümmetten aldığı söz; "insanlara adaletle davranma"yı da içermektedir. Dengesi, sevgi veya düşmanlık sebebiyle bozulmayan hısımlık, çıkar veya şahsi arzular gibi herhangi bir olgunun etkisinde kalmayan "katıksız adalet". Diğer tüm sebeplerden öte, yalnızca Allah için ayakta tutulan, Allah'ın gözetimi ve kalplerin gizlediklerini bildiğinin şuuruna varılmasından kaynaklanan adalet.. Bundan dolayı şöyle sesleniliyor:



8- Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum budur. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram'a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, sağlam ilahî eğitim metodu sayesinde kendilerini Allah'a yükselten, nefis hakimiyeti ve hoşgörünün ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar, kinleri yüzünden adaletten sapmaları men edilen kimselerdir.

Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır. Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zaptetmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir. Ardından bu husustaki yardımları sıralıyor:

"Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı gözetin.."

Bunu başka bir yardım izliyor:

"Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."

İnsan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah'ın dışındaki herşeyden uzaklaşıp ve herşeyi yalnızca O'nun için yerine getirmeden, O'ndan sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O'nun gözetiminde olduğunu duymadan, kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah'a adamak ve O'nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını, bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca yukarda bahsettiklerimiz, bu vicdanı, o zirveye ulaştırmaya yeteneklidir.

Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, "katıksız adalet" ile davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O'nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.

Benimsesin benimsemesin, tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir.

Bu, güç ve gayret isteyen bir iş olmasına rağmen, bu ümmetin insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.

Bu ümmet, İslâm'a göre yaşadığı günlerde, prensipleri yerine getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut bir tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük hayatta uygulanan bir realite, insanlığın gerek daha önce ve gerek daha sonra benzerini göremediği bir gerçektir. Bu aydınlık İslâm devirleri dışında, böylesi bir seviyeye ulaşılmamıştır.

Bu konudaki pek çok örnek, tarih sayfalarında yer almaktadır. Bu örnekler şuna tanıklık etmektedir:

Bu ilahî öğütler ve farzlar; bu ümmetin hayatında ve gerçeklik dünyasında rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu ümmetin günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür. O, ne ulaşılmaz hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir misaldir. Bu noktada o, insanların ona denk başkaca bir yol bulamadıkları hayat realitesidir.

Bu yüce zirvenin, her yerde ve her dönemde -Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye türlerine olan üstünlüğü göz önüne alınca; Allah'ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile, insanın insan için icad ettiği sistem arasındaki büyük farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin sonuçları ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem de, zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.

İnsanlar bu prensipleri biliyorlar ve onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında yürürlüğe koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu insanlarla, öğütlediği bu prensiplerin gerçeklik aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli olan, insanları, bu prensiplere çağırmak değildir. Fakat asıl önemli olan, kimin onları bu prensiplere çağırdığı ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve zihnin üzerindeki otoritesi önemlidir. Yine önemli olan, insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.

Bu prensiplere yönelik dini çağrının önemi; otoritesinin Allah'a dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde bir otoritesi var mı? İnsanlar bu prensipleri kabul edip onları gerçekleştirmek uğrunda tüm gayretlerini ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne karşılık verebilecektir. Binlerce davetçi adalete, temizliğe, hürriyete, hoşgörüye, onura, sevgiye ve fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların bu çağrılarının, insanların vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana getirmiyor ve gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları, Allah, hiçbir delille desteklememiştir.. Söz önemli değildir. Önemli olan, bu sözlerin arkasında kimin olduğudur. İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan davetçiden, Allah'ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin, örneklerin ve kuralların benzerlerini duymaktadır. Fakat bunların etkisi nedir? Onların fıtratı, bu direktiflerin kendileri gibi insandan kaynaklandığını idrak ediyor ve insanın damgasını taşıyan herşeyi; cahillik, acizlik, arzu ve kusur ile damgalıyorlar. İnsan fıtratı bu direktifleri temelde böyle algılamaktadır. Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi, varlıklarında bir coşkusu ve yaşamlarında -bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur. Sonra, dindeki bu "tavsiyeler"in değeri; hayatın şeklini "icraatlar" ile birlikte tekamül ettirmesindedir.

Bunlar boş yere tavsiye edilmemişlerdir. Din sırf tavsiyeler ve prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne uygulanır, ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu sıralarda bu durumu, her yerde görmekteyiz.

Hayatın tamamı için dinin yöntemine uygun bir sistem gereklidir. Ancak bu sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri uygulanabilir. Gerçekliğin ışığında uygulandığında, tavsiyeler ve "icraatlar" bütünleşir. İşte -başkasında değil ancak İslâmî anlayışta "din" budur. Yaşamın her alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din. Bu anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında uygulandığı zaman, tüm insanlık bu yüce zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer cahiliyelerin de bataklığından kurtulacak ve bu yüce zirveye tırmanacaktır. Din, minberlerdeki tavsiyeler ve camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı düzenlemekten uzaklaştırıldığında, dinin realitede asıl şekliyle var olduğu iddia edilemez.

Allah'ın, davranışlarında sırf kendisini gözeten müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik sorumluluğunu üstlenmeye ve "sözleşmeyi" yerine getirmeye teşvik etmesi zorunlu idi. Gerçekten de, Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman edip, salih amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark olacaktır:



9- Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri bağışlayacağını ve kendilerine büyük mükafat vereceğini vaad etmiştir.

10- Küfre sapıp ayetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktirler.

Bu, yüce sorumlulukları yüklenen iyilik taraftarlarına, dünya hayatından mahrumiyetine karşılık verilen bir ödüldür. Bunlar ile karşılaştırılan -yeryüzündeki insanların inad arzu ve ısrarlarına rağmen- önderlik sorumluluğunu üstlenmek, çok basit bir iş olmaktadır.

Bu böyle bir ilahî adalettir ki, iyilik taraftarlarının ödülü ile, kötülük taraftarlarının ezası denk kılınmamıştır. Bu adalete ve bu cezaya, müminlerin kalplerini ve bakışlarını çevirmek gereklidir. Bu, hayatın olumsuz şartlarından soyutlanıp, sırf Allah'a bağlanmak için şarttır. Bu konuda kalplerin, Allah'ın rızasını duyması ve bu hoşnutluğun tadını tatması yeterlidir. Nitekim sözleşmeyi yerine getirmenin tadına varmak da böyledir. Fakat sistem, bütün insanları insanın doğasıyla birlikte değerlendiriyor. Allah, böylelerinin,bağışlanmaya ve büyük ödüle olan arzusunu bilmekte ayrıca, yalanlayan kafirlerin de cezasını bilmeye, ihtiyaç duyduklarını bilmektedir.

Bu iki bilgi, insanın tabiatını hoşnut eder; akıbetine ve cezasına karşı tatmin eder ve kötülerin tavırları karşısında öfkesini yatıştırır. Özellikle hile ve tuzaklarını gördükten sonra bile, bunlara karşı tüm nefretine rağmen, adaleti uygulanmakla yükümlü olduğu hesaba katılırsa! İlahî sistem, insan tabiatını, onu her yönüyle bilen Allah'ın bilgisi ile ele alıyor, duygularına nüfuz edecek ve varlığıyla bu davete uyacak şekilde ona sesleniyor.

Bu, Allah'ın hoşnutluğunu gösteren, büyük ödül ve bağışlanmanın ötesinde bir şeydir. Allah'ın ödül ve bağışlamasındaki hoşnutluğunun tadı, nimetlerinin tadından daha üstündür.

Sûrenin akışı, İslâm toplumunda adalet, dürüstlük ve hoşgörü ruhunu (ortamını) kuvvetlendirmeyi ve düşmanlık, adaletsizlik ve öç almak duygularını zayıflatmaya geçiyor. Müslümanlara, Hudeybiye yılında olduğu gibi, müşriklerin düşmanlıkla kendilerine uzanan elleri engellendiği zaman, Allah'ın üzerlerindeki nimeti hatırlatılıyor:



11- Ey müminler, Allah'ın size yönelik nimetini hatırlayınız. Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu. Allah'tan korkunuz. Müminler Allah'a dayansınlar.

Bu ayetin kimin hakkında indiğini belirlenmesinde farklı görüşler vardır. Fakat tercih edilen görüşe göre bu ayet, Hudeybiye günü Hz. Peygambere ve müslümanlara olan sözlerini bozmaya ve onları ani boşlukta yakalamaya niyetlenen yahudi topluluğuna işaret etmektedir.

Fetih sûresinde ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, Allah, "onları müslümanların eline esir düşürmüştür."

Olay ne olursa olsun, bu eşsiz eğitim metodunda vurgulanan ve özendirilen şey; bunun taşıdığı ibret dersidir ki, o da, müslümanların gönüllerinde bu topluma karşı yerleşmiş bulunan kin ve nefreti dindirmektir. Müslümanlar, Allah'ın kendilerinin koruyucusu ve gözeticisi olduğunu bilerek, huzur ve güven ortamında yaşamışlardır. Bu huzur ve güven ortamında, nefislerine hakim olmaları; kalplerinin yumuşaması ve adaleti kolaylıkla yerine getirmeleri amaçlanmaktadır. Böylece müslümanlar, Allah'ın kendilerini koruyup gözetmesini ve onlara uzanan elleri engellemesini düşünüp, O'na olan ahidlerini yerine getirmemekten çekinsinler.

Kur'an'ın resmettiği ifadeler karşısında biran durmayı da unutmayalım:

"Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu..."

Ellerin uzatılması ve engellenmesi hareketinin tasviri, diğer soyut ifadelerden daha canlıdır. Kur'an'ın açıklaması, tasvir ve hareket metodunu izliyor. çünkü bu yöntem, açıklamalara mükemmellik ve duruluk vermekte.

Sanki bu ifade, ifadelendirdiği soyut gerçeği ortaya koymak, onun hareketli ve canlı bir resmini apaçık ortaya koymak için, ilk kez kullanılıyor.. İşte kur'an yolu...

Yukardaki dersimizin son bölümünde, Allah müslümanlara, onlarla yaptığı sözleşmeyi ve bu sözleşme ile kendilerine verdiği nimeti hatırlatmıştı.

Bu, Allah ile yaptıkları sözleşmeyi korumaları ve onu bozmaktan kaçınmaları içindi.

KİTAP EHLİNİN ANLAŞMAYI BOZMASI

Şimdi, Kitap Ehli'nin `antlaşmalarına' karşı durumu ve bu `sözleşmelerini' bozmaları sonucu hakkettikleri azabtan söz ederek, derse başlıyor. Bu da müslüman topluma tarihi bir örneği hatırlatmak ve Allah'ın değişmeyen ve kimsenin aykırı hareket edemiyeceği sünnetini ortaya çıkarmak, bunun yanısıra üçüncü bir neden olarak da Kitap Ehli'nin ve kanunlarının gerçek durumunu açıklamak, hedeflerini gütmektedir. Bu ise, Kitap Ehli'nin müslümanların saflarında kurdukları tuzakları bozmak ve gerçekte, daha önce bu dini tahrif etmiş olmalarına ve Allah'ın ahdini bozmalarına rağmen, sanki dinlerine sımsıkı bağlılarmış gibi göstererek gizledikleri tavsiye ve danışmalarını boşa çıkarmak içindir. Bu ders, Allah'ın onları Mısır'da ezilmiş halden kurtardığı sırada, Musa'nın toplumuyla yaptığı antlaşmayı sonra, bu antlaşmayı bozmalarını, dolayısıyla hidayet ve nimet ortamından lanetli ve kovulmuş durumuna düşmeleri konularını içermekte. Bunun yanında Allah'ın, "Biz hristiyanız" diyenlerle yaptığı antlaşma, onların bunu bozmaları sonucu, ayrıldıkları mezhepler arasındaki düşmanlığın kıyamete değin süreceği anlatılmakta. Daha sonra yahudilerin, o mukaddes beldeye girmek konusunda, Allah'a verdikleri söze rağmen geri dönmeleri ve Allah'ın kendileri ile yaptığı "sözleşmenin" sorumluluğundan kaçınmaları ve Hz. Musa'ya, "Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz işte burada bekliyoruz." demelerinden söz edilmekte.

Yahudi ve hristiyanların antlaşmalarına ve bu antlaşma karşısındaki konumlarına ilişkin bu değinilere ara veriliyor, kendilerine verilen nimet ve iktidar karşılığında Allah ile olan antlaşmaları uyarınca, O'nu bir saymak ve müslümanlardan olmak üzere yaptıkları antlaşmayı bozmaları ve tüm bunlardan yüz çevirmeleri sonucunda lanetlenmişlik, bölünmüşlük ve perişanlık ile karşılaşmalarının adından da yahudi ve hristiyanların inançlarındaki sapmalar ortaya konmakta.

Böylece ayet, onların yeniden hidayete -son dinin getirdiği ve son peygamberin ilettiği hidayete- çağrılmasını da içeriyor. Daha önce çağrıldıkları "hüccet" üzerinden uzun süre geçmesi, en son gelen peygamberlerinden bu yana uzun bir ara geçmesi nedeniyle kavram kargaşalığına düştüler. İşte onlara korkutucu ve müjdeci geldi. Eski "hüccet"in hükmü kalktı ve "delil" ortaya kondu.

Bu çağrı esnasında, Allah'ın dininin temelde bir olduğu ve tüm kulları ile yaptığı, O'na iman edeceklerine, O'nu bir bileceklerine, ayrım yapmaksızın peygamberlerine iman edip destekleyeceklerine, namaz kılıp, zekat vereceklerine ve Allah yolunda Allah'ın verdiği nimetlerden infak edeceklerine ilişkin ahdin de aynı olduğu belirtilmekte, bu ahde olan sağlam inanç ve doğru bir şekilde yapılan kulluğu ve doğru toplumsal sistemin esaslarını belirlediği ortaya konmaktadır.



12- Allah, İsrailoğullarından kesin söz almış başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah onlara demişti ki; "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberime inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını beklemeksizin Allah'a borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler, sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden sonra içinizden kim kâfir olursa doğru yoldan sapmış olur.

13- Verdikleri sözlerden caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar. Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün. Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme. Hiç şüphesiz Allah iyi davrananları sever.

14- "Biz hristiyanız" diyenlerden de kesin söz almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin .saldık. Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek bildirecektir.

Allah'ın yahudilerle yaptığı sözleşme, şartı ve sonucu olan iki taraflı bir antlaşma idi. Bu ayet, antlaşmanın bağlanması ve hangi şartlar altında yapıldığını anlattıktan sonra, bu antlaşmanın maddelerini, şartını ve sonucunu tesbit ediyor. Antlaşma, İsrail denilen Hz. Yakub'un oğullarından türeyen tüm kabileleri temsil eden 12 yahudi reisle yapılmıştır. Antlaşmanın metni şöyledir:

"Allah, İsrailoğullarından kesin söz almış başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah onlara demişti ki; "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberime inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını beklemeksizin Allah'a borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler, sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden sonra içinizden kim kafir olursa doğru yoldan sapmış olur."

"Ben sizinle beraberim". Bu büyük bir söz. Allah'ın beraber olduğu kimseye -bu halde- kim karışabilir. Biri ona karşı koymaya bile, o gerçekte ne bir varlığa, ne de bir olan toz zerresinden ibarettir. Allah'ın yanında olduğu kişi, yolunu şaşırmaz.

Allah'ın birlikteliği yeterli olduğu gibi doğru yolu da kılavuzlar. Allah'ın yanında olduğu kimse, asla üzülmez ve hiçbir sorunu olmaz. Çünkü Allah'ın yakınlığı gönlünü rahatlatır ve onu mutlu kılar. Özetle Allah'ın beraber olduğu kişi, garantidedir ve amacına da ulaşmıştır.

Artık bu yüce konumunu yükseltmesine gerek kalmamıştır. Fakat yüce Allah, bu birlikteliği sebep ve şartlardan kopuk bırakmadığı gibi, bir onur bahşetme olayı da kılmamıştır. O yalnızca, şartları ve sonuçları olan bir antlaşmadır. '

1- Bu antlaşma ilkin, "namaz kılmak" yükümlülüğünü getiriyor. Bunu sıradan bir şekilde kılmak değil, kul ile ilahı arasında gerçek irtibatı sağlayan usulüne uyarak kılmak. Sağlam ilahi sisteme uygun eğitim ve arındırma unsuru olması ve kötülük ve aşırılıktan uzaklaştıran bir özellik taşıması sebebiyle Allah'ın huzurunda verdiği bir utanma duygusu ile kötülük ve günahtan uzaklaşmayı unutmamalıdır.

2- Zekat vermek... Böylece Allah'ın rızıktaki nimetine, malın ilk sahibi olduğu ve o gerçek -hükümdar ve insanlar O'nun vekilleri olduğu için- şartlarına uygun tasarruflarda bulunarak O'na itaati kabullenmek müslüman toplumun hayatını temellendirdiği esaslara dayanan toplumsal yükümlülükleri yerine getirmek ve ekonomik hayatı ise, malın küçük bir azınlık arasında el değiştiren bir imtiyaz olmaması büyük bir çoğunluğun yeteri kadar alım satıma ve tüketimden acizlikleri yüzünden genel bir durgunluk olmaması ve üretim tüketim dengesinin bozulmaması ve işlemez hale gelmemesini üstlenen sisteme göre düzenlenmesi sağlanır. Aksi halde bir yanda bolluk, diğer yanda ise sefalet olması ve toplumda her türlü bozulma ve karışıklıklara sürüklenmesi demektir. Tüm bu kötülükler ekonomik düzenin ve malın paylaşımının Allah'ın sistemine göre yapılması ile ve ayrıca zekat sayesinde önlenir.

3- Allah'ın peygamberlerine ayırım yapmaksızın inanmaktır. Hepsi Allah katından gönderilmiş, tümü Allah'ın dinini getirmiştir. Bunlardan birine bile inanmamak tümünü reddetmek , tümünü reddetmek ise Allah'ı inkardır...

İslâm sadece pasif-kuru bir imandan ibaret değildir. O, peygamberleri destekleyen, Allah'ın görevlendirdiği ve onları gerçekleştirmek için bütün hayatları adadıkları hususlarda onlara arka çıkarak yerine getirilen aktif bir davranıştır.

Allah'ın dinine iman; müslümanın inandığının muzaffer olması, yeryüzünde değerlenmesi ve insan hayatında uygulanması için çalışmayı gerektirmektedir. Allah'ın dini sırf inanca dayalı düşünce ne de sadece ibadetlerden ibarettir. O, hayatta uygulanan bir dünya görüşü ve hayatı tüm yönleriyle düzenleyen bir sistemdir.

Tatbiki için desteklenmeye, omuz verilmeye, gayret ve cihada ve tatbike konulduktan sonra da korunmaya gerek duyan dünya görüşü ve sistemidir. Aksi halde mümin sözünü yerine getirmemiş olur.

4- Zekattan başka genel infak yükümlülüğü, yüce Allah bu konuda -O herşeyin sahibi olduğu halde- `Bağışlayıcı olan Allah'a borç vermek' deyimini kullanıyor. O'nu ihsan ettiği şeylerden Allah için infak etmeyi, "Allah'a borç vermek" olarak isimlendirmek, O'nun katmerli bir lütfudur.

İşte bunlar şartlar ve yükümlülüklerdir. Sonuçları ile şunlardır:

1- Günahları bağışlamak... İnsan hata eder. Ne kadar iyilikte yapsa, günaha düşmekten kurtulamaz. Buna göre, onun günahlarını bağışlamak; onun zayıflığını, acizliğini ve kusurlarını gideren geniş bir nimettir.

2- Altından ırmaklar akan cennet!... Bu, Allah'ın büyük bir lütfudur. İnsanın ameli ile ulaşamıyacağı, ancak insanın malından infak etmesi ve gücü yettiğince çaba sarf etmesi üzerine, Allah'ın fazlı ile ulaşabileceği şeydir...

Yapılan antlaşmanın bir de zorunlu karşılığı olan bir şartı vardır:

"... Bu sözleşmeden sonra içinden kim kafir olursa doğru yoldan sapmış olur."

Hidayet kendisine belirtildikten, ahdinin sınırları gösterildikten, yol apaçık ortaya konduktan ve karşılığı kesinleştikten sonra ne küfreden kimse artık hidayete ulaştırılır ne de sapıklıktan kurtarılır.

Bu Allah'ın yahudilerin -tümü adına- reisleri ile yaptığı antlaşmadır. Hepsi bunu kabul etmişler, böylece ahid de herbiri ile yapılmış ve ümmetin tümüne mal olmuştur. Peki yahudiler ne yaptı? Allah ile yaptıkları antlaşmayı bozdular, sebepsiz yere peygamberlerini öldürdüler. Yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek ve çarmıha germek için tuzaklar kurdular. Kitapları Tevrat'ı değiştirdiler ve hükümlerini yerine getirmeyip unuttular. Peygamberlerin sonuncusuna da inadla ve alçakça karşı durdular. O'na ve aralarındaki antlaşmalara ihanet ettiler. Allah'ın hidayetinden kovulmayı hakkettiler ve kalpleri -artık bir daha bu hidayete yönelmemecesine- kaskatı oldu.

"Verdikleri sözlerden caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar..."

Allah doğru söylemiştir... Bu, yahudinin değişmez karakteridir. Lanet yüzlerinden okunmakta. Çünkü hidayetten kovulmuşluk ve lanetlenmişlik cibilliyetlerine sinmiştir.

Katılık, rahmet ve sevecenlikten uzak karanlık bakışlarında ve insanı duygulardan uzak ilişkilerinde belirmektedir. Korktuklarında ve bir çıkar gördüklerinde yada bir meydan okuma ve direnç ile karşılaştıklarında ise, -riyakarca- yumuşak sözler etmeye başlarlar. Görünüşleri ve bakışlarındaki kabalık yayılmış ve kalpleri ile gönüllerinin sertliğini yansıtan bir gösterge olmuştur. Onların asıl tabiatı, sözlerin anlamını bozmak ve Musa'ya indirilen kitabın ilk şeklini tahrif etmektir. Bunu da; ya kitaba, kaypakça hedefleri doğrultusunda çok şey eklemeleri ve bunları -Allah'a iftira ile- kitabın ayetleri kabul ederek yada, geri kalan temel ayetleri de çıkar ve pis amaçları doğrultusunda tevil ederek yaparlar.

Dini emir ve hükümleri özel hayatlarında ve toplumlarında uygulamayarak ihmal ederler ve unuturlar. Çünkü bunları uygulamak onlara, Allah'ın sağlam ve temiz sistemi doğrultusunda olma sorumluluğu yüklüyor:

"... Pek azı dışında onlardan sürekli ihanet görürsün..."

Medine'de, İslâm toplumundaki yahudilerin durumunu tasvir eden bu ayet, peygambere seslenmektedir. Onlar öteden beri bilinen taraflarına uygun olarak, peygamberlere tuzak kurmaktan geri durmuyorlardı.

Bu durumları, Medine'de, daha sonra Arap yarımadasında kaldıkları sürece devam etti. Dahası, İslâm toplumu; onları barındıran, açlarını doyuran, güzellikle muamele eden ve refahlandıran, onları faydalandıran tek toplum olmasına rağmen, bu tavırları sürüp gitti.

Her zaman, -Peygamber döneminde olduğu şekilde- hile ve hiyanetliklerini sürdürerek akrepler, yılanlar, tilkiler ve kurtlar gibi, hile ve hiyanetlerine devam ettiler ve antlaşmalarına uymadılar. Müslümanların başına açıkça bela açmaya güç yetirdikleri nadir zamanlarda, tuzaklarını kurdular ve ağlarını yaydılar. Her fırsatta müslümanların üstün düşmanlarıyla güç birliği yaptılar, antlaşmalarını bozdular, ne sözlerine uydular ne de zulmettikleri müslümanlara acıdılar. Yahudilerin çoğunluğu böyledir. Nitekim yüce Allah da Kitap'da onları böyle vasıflandırmış ve öteden beri, Allah'ın sözleşmesini bozan, tevarüs ettikleri cibilliyetlerinden haber vermiştir.

Kur'an'ın, yahudilerin Medine'de peygambere karşı konumlarına dair özel ifadeleri çok nüktelidir:

"Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün..."

Her ince bir davranışın altından alçakça bir niyet, melûn sözler ve namert bakışlar. Ayet, ihanetlerini tek başına tebarüz ettirmek, ihanet havasını oluşturmak ve bütün toplumu bu sıfatın kapladığını belirtmek için, nitelenenden söz etmeyip yalnızca "ihanet" sıfatından bahsediyor, işte bu, cibilliyetlerinin ve Hz. Peygamber ile İslâm toplumuna karşı konumlarının özünü oluşturmaktadır. Şüphe yok ki, bu Kur'an, bu ümmetin öğreticisi, mürşidi, gözeticisi ve tüm yol boyunca kılavuzudur... O, düşmanlarının konumları ile Allah'ın hidayeti karşısında atalarının ve tarihlerinin durumunu ortaya koyar. Eğer bu ümmet, Kur'an'a danışırsa, direktiflerini dinlerse, kanunlarını ve hükümlerini hayatında uygularsa, düşmanları hiçbir zaman kendisine bir zarar veremez. Fakat Allah ile olan sözleşmelerini bozarsalar, Kur'an'ı yürürlükten kaldırıp onu, vaaz, nasihat ve dualarda kullanırsalar, onu güzel sesle okumalarının yanında hayattan uzaklaştırsalar hep bilinen belalar başlarına gelir. Geldide.

Yüce Allah, yahudilerin kendisi ile yaptıkları antlaşmayı bozmaları üzerine, Allah ile yapılan antlaşmayı bozmaktan kaçındırmak için, onların melûn kovulmuş ve katı kalpli oluşlarını ve kelimelerin anlamlarını tahrif edişlerini anlatıyor ve sözünde durmayan herkesin başına gelenlerin onların da başına gelmesinden sakındırıyor. Bu uyarıya aldırış etmedikleri ve diğer yollara saptıkları takdirde Allah, onlardan insanlığa önderlik yetkisini aldı ve onları şu andaki aşağılık durumlarıyla baş başa bıraktı. Eğer onlar, Allah'a döner, sözlerine sarılır ve antlaşmalarını yerine getirirlerse, Allah ta, onları yeryüzünde egemenlik,insanlara önderlik ve şahidlik konumuna tekrar getireceğine ilişkin vaadini tutar.. Yoksa, İnsanlar arasındaki bu ezilmişlikleri devam edip gider. Bu Allah'ın bir sözüdür. Allah ise sözünden dönmez.

Ayetin indiği sırada Allah'ın peygambere bu konudaki tenbihi şöyledir: "...

Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme.."

Yahudilerin kötülüklerinin bağışlanması, iyiliktir. İhanetlerinin affedilmesi, iyiliktir. Fakat bir daha affedilip bağışlanmıyacakları bir zaman geldi. Ve Allah, peygamberine onlar: Medine'den çıkarmasını emretti. Sonra bütün Arap yarımadasından çıkarılmaları emredildi. Bu da yerine getirildi.

Bunun yanısıra Allah, peygamberine ve İslâm toplumuna, "Biz hristiyanız" diyen Kitap Ehli'nden de "söz" aldığını, fakat onların da sözlerini bozduklarını ve sözlerini bozmalarının cezasını çektiklerini anlatıyor:

"Biz hristiyanız" diyenlerden de kesin söz almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek bildirecektir."

Burada özel bir anlama gelen hususi bir tanımlama kullanılıyor:

"Biz hristiyanız" diyenlerden de..."

Bu tanımlama, "onların, hayatlarında gerçekliği olmayan bir iddia" ileri sürdüklerini göstermektedir. Ayette geçen sözün anlamı, Allah'ın "bir" kabul edilmesidir. Bu ise, hristiyanların tarihlerindeki köklü sapma noktasıdır. Bu kendilerine hatırlatıldığı halde unuttukları hisseleridir. Bu unutkanlıkları, daha sonraki bütün sapmalarına da sebep olmuştur. Nitekim -az ileride genel olarak açıklayacağımız gibi- tarihte ve günümüzde sürüp giden gruplara, menkıbeler ve fırkalar arasındaki ayrılıklar ve Allah'ın kendisi ile olan sözleşmelerini bozmaları ve onlara hatırlatılmış olan hisselerini unutmalarının cezası olarak, kıyamete değin aralarında sürüp gideceğini bildirdiği düşmanlık ve kinleri; bu unutkanlıktan doğmuştur.

Allah'ın yaptıklarının karşılığı olarak bildirdiği ve yaptıklarına uygun düşen cezalarını içeren ahiret cezası ise bunlardan ayrıdır.

"Biz hristiyanız" diyenler arasında gerek eski, gerekse modern tarihleri boyunca, Allah'ın Kitab'ında anlattığını doğrular şekilde; ayrılık kin ve düşmanlık sürüp gitmiştir. Bütün tarihleri boyunca başkaları ile yaptıkları savaşlarda akıttıklarından daha fazla kanı, birbirlerinin eliyle akıtılmışlardır. Bu, onların ister inanç çevresindeki dini tartışmaları sonucunda isterse dini liderlik çevresindeki ayrılıklardan kaynaklansın yada siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmalar nedeniyle olsun, aynıdır. Uzun yıllar boyunca bu düşmanlık ve ayrılıklar dinmemiş, bu savaşlar ve karşılıklı saldırılar son bulmamıştır. Bu durum, en doğru sözlü olan yüce Allah'ın buyurduğu gibi, sözleşmelerini bozmaları ve kendilerine hatırlatılan Allah'ın ahdinin gereğini yerine getirmeyi unutmalarının cezası olarak kıyamete değin sürecektir.

İlk madde Hz. İsa'nın ölümünün ardından, bir müddet geçtikten sonra saptıkları; Allah'ın `Bir bilinmesi' maddesidir. Diğer sebepleri burada uzunca saymaya yerimiz müsait değildir.

VE SON ÇAĞRIYA KİTAP EHLİNİN TUTUMU

Ayetlerin akışı, yahudi ve hristiyanların Allah ile yaptıkları "sözleşmeleri" karşısında konumlarını ortaya koyduktan sonra hitabı, peygamberlerin sonuncusunun risaletini ve O'nun ümmi (okuma-yazmasız) Araplara geldiği gibi, tüm insanlara da geldiğini kendilerine bildirmek için hem yahudileri hem de hristiyanları içerecek şekilde bütün Kitap Ehli'ne yöneltiyor. Onlar buna muhataptırlar ve son peygambere uymakla emr olunmuşlardır. Daha önce söylediğimiz gibi bu da Allah ile yaptıkları sözleşmenin bir maddesidir. Son peygamber, bu konudaki Allah ile olan sözleşmelerini bozarak ellerindeki Kitap'tan gizlediklerinden pek çoğunu onlara açıklamak, onların kimini de şeriatte zorunlulukları kılmadığı için ortadan kaldırmak üzere gelmiştir. Şimdi, hristiyanların, "İsa-Mesih, Allah'tır" sözleri ile yahudilerin "Bir Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerle saldırıldığı gibi son peygamberin düzeltmek için geldiği sapık inançlarına da saldırılıyor. Bu hitab, herşeyi apaçık ortaya koyan risalet sonrasında, Allah katında bir delillerinin kalmadığını ve "peygamberlerin ardından uzun süre, unuttular ve işi karıştırdılar" asla hakları olmadığı belirtilerek son buluyor:



15- Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber, elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.

16- Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları, kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.

17 Allah Meryemoğlu Mesih'dir diyen/er kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa'yı annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O'na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter.

18- Yahudiler ve hristiyan/ar "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; o halde O, niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah'ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O'nadır.

19- Ey Kitap Ehli, "Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi " demeyesiniz diye peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter.

Kitap Ehli, kendilerinden olmayan ve daha önce onlara karşı üstünlük ve bilgiçlik tasladıkları ümmî (okuma-yazma bilmez) toplumdan olan bir peygamberin kendilerini İslâm'a çağırmasını çok gördüler. Çünkü onlar Kitap Ehli, diğerleri ise ümmî idi. Allah bu ümmileri onurlandırmak istediği zaman son peygamberi içlerinden gönderdi. Tüm insanları kuşatan son risaleti onlara sundu. Ve kendilerine ilim verdi. Böylece onlar, yeryüzündekilerin en bilgilisi, düşünce ve inancı en sağlam yol, şeriat ve sistemi en üstünü, toplum ve ahlâkı en olgunu oldular. Tüm bunlar, Allah'ın onlara karşı lütfu, bu din ile nimetlendirmesi ve onlardan hoşnut olmasıdır. Diğer bu nimet olmasaydı, ümitlerin tüm insanlara "vasi" olmaları ve bu din olmasaydı, insanların "önder" olmaları mümkün olmazdı. Kitap Ehli'ne yönelik bu ilahî seslenişte kendilerinden söz alındığı gibi onların İslâm'a, bu peygambere ve O'na yardıma, desteklemeye çağrıldıkları tescil ediliyor. Yüce Allah, ümmi peygamberlerin araplara ve tüm insanlara gönderildiği gibi onlara da gönderildiğine şahitlik ederek, tescil ediyor. Onların, O'nun risaletini Allah katında inkara güçleri olmadığı gibi, peygamberliğinin araplara has olduğu yada Kitap Ehli'ne yönelik olmadığını iddaya da güçleri yoktur.

"Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor.."

O, görevi Allah'ın yanınızda bulunan Kitab'ından gizlediklerinize uygun gerçekleri açıklamak; ortaya koymak ve izah etmek olan sizlere gönderilmiş bir peygamberdir. Bu hususta yahudi ve hristiyanlar aynı durumdadır. (Hristiyanlar dinin en temel prensibi olan "tevhid"i gizlediler. (Yahudiler ise zina edenin recm edilmesi, bütünüyle haramlığı gibi pek çok şer'i hükümleri gizlediler.) Ayrıca hem yahudiler hem de hristiyanlar ellerinde bulunan Tevrat ve İncil'de buldukları "ümmî peygamberin gönderileceği" haberini gizlediler.

Nitekim Hz. Peygamber, onların gizledikleri yada tahrif ettikleri şeylerin kendi şeriatinde bulunmayan pek çoğunu bağışladı. Allah, sürekli ve kapsayıcı risalet gelmeden önce, geçmiş kitapların ve şeriatlerin içerdiği, peygamber gönderilen küçük toplumlarda sınırlı işlevleri olan ve Allah'ın ilminde de bir zaman parçasıyla kayıdlanmış bulunan hükümlerden, insan toplumlarında uygulanmaz hale gelenleri neshetti. Böylece Allah'ın bütünlediği, nimetini tamamladığı ve insanlara din seçtiği İslâm, son şeklini almış oldu.

Artık onda ne nesih, ne değiştirme ne de düzeltme söz konusu olamaz. onlara, bu peygamberin getirdiği şeyin tabiatını, insanların yaşamındaki fonksiyonunu, Allah'ın insan yaşamında görevini yapmasını takdir ettiği etkilerini, açıklamaktadır.

"Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.

"Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir."

Bu kitabın -Kur'an'ın- tabiatına ve bu sistemin -İslâm'ın- tabiatına, onun "nur" olmasından daha ince, daha doğru bir delil yoktur.

Mümin bu gerçeği kalbinde tüm varlığında, yaşamında ve zihninde hisseder ve nesneleri, olayları ve kişileri onunla değerlendirir. Onu sırf imanın hakikatını kalbinde duyması sebebiyle hisseder. Bu "nur", müminin varlığını aydınlatan, hafifleştiren, parlatan bir nurdur. Önündeki herşeyi aydınlatır, açıklar, ortaya koyar ve ona doğru yola iletir.

Varlığında, çamurun değeri, toprağın karanlığı, et ve kanın yoğunluğu, istek ve arzuların coşkunluğu vardır. Tüm bunlar, aydınlatır, ışıklandırır ve parlatır. Ağırlığını hafifletiyor, karanlığını aydınlatıyor, yoğunluğunu inceltiyor ve coşkunluğunu dizginliyor.

Bakış açısındaki kapalılık ve karanlık, adımlarındaki yavaşlık ve tereddüt, prensipleri bulunmayan aşağılık yol ve hedefteki şaşkınlık... İşte tüm bunlar aydınlanıyor, ışıklanıyor ve yol üzerindeki nefis doğru yola iletiliyor..

"...Bir ışık ve bir aydınlatıcı kitap..."

Yüce peygamberin getirdiği, tek bir kitabın iki ayrı özelliği.

"Allah rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir."

Allah İslâm'ı din seçmiştir. O, bu hoşnutluğuna uyan ve Allah'ın ona seçtiği gibi onu kendisine seçen kimseyi hidayete ulaştırır, "selamet yollarına" iletir.

Bu tanımlamadan daha ince ve daha doğru ne olabilir? "Selamet" (barış) bu dinin, hayatın tümüne yaydığı, ferdin, toplumun ve herşeyin; kurtuluşun ve barışın, vicdan, akıl ve organların kurtuluşu, toplumun, ümmetin insanın ve insanlığın kurtuluşu... Hayatla, varlıkla, hayat ve varlığın Rabbi Allah ile birliktelik kurtuluşu. İnsanlığın sadece bu dinde vé ancak onun yönetiminde, sisteminde, hukukunda ve inanç kanunlarına göre düzenlenmiş toplumunda bulabildiği bir "kurtuluş".

Gerçek şu ki, Allah hoşnut olduğu bu din ile, Allah'ın hoşnutluğuna uyanları "selamet yolları"na iletir... Tüm bu alanlardaki bütün "selamet yolları"na... Bu gerçeği, eski veya çağdaş cahiliyede harb yollarının acısını tatmış olanlar gibi hiç kimse idrak edemez. Bu gerçeği, vicdanların derinliklerindeki cahiliye inançlarından kaynaklanan dur-durak bilmez harbin ve cahiliyenin kanunlarından ve düzenlerinden kaynaklanan, hayatı tümüyle perişan eden anarşik çatışmaların acı neticelerini görmüş kimseler gibi anlayamaz.

Bu sözler ile ilk kez muhatap olanlar, cahiliye tecrübeleri sebebiyle bu kurtuluşun ve barışın anlamını biliyorlardı. Çünkü onlar, bunu bizzat tatmışlar ve bundan büyük bir haz duymuşlardı.

Bizi kuşatan ve içimize işleyen cahiliye, asırlar boyu vicdanlarda ve toplumlarda çatışmanın her türlüsünü insanlara şimdi bu gerçeği idrake ne kadar muhtacız.

Tarihimizin bir aralığında bu "kurtuluş ve barış" içerisinde yaşamış olan sonra, bu "selamet"den çıkıp ruhlarımızı ve kalplerimizi ahlâkımızı ve gidişatımızı, toplumumuzu ve halklarımızı, parça parça eden bir çatışmaya dalan bizler, şimdi ona ne kadar ihtiyaç duyuyoruz! Allah'ın bizim için seçtiğini, kendimize seçtiğimiz ve O'nun hoşnutluğuna uyduğumuzda, Allah'ın bize bağışladığı "selamet"e girmeye yetkin olacağız.

Bu cahiliyetin belalarına esir olmuşuz. İslam ise bize yakındır. İslam barışı, eğer istersek elimizi uzatabileceğimiz kadar yakın iken, cahiliye anarşisine dalmışız. Değersiz şeye karşılık değerliyi veren bu alış-veriş ne zararlı bir ticaret! Hidayete karşılık sapıklığı satın alıyoruz? Savaşı barışa tercih ediyoruz.

Biz insanlığı cahiliyenin her türlü renk ve şekildeki bu musibetlerinden kurtarabiliriz. Fakat kendimizi kurtarmadan, "selamet" gölgesine önce kendimiz girmeden ve Allah'ın hoşnutluğuna sığınıp, olduğuna uymadan önce, insanlığı kurtaramayız. Ancak bunları yaptığında, Allah'ın "selamet yollarına" erdirdiğini buyurduğu kimselerden oluruz.

"... Onları kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır.."

Şüphe, hurafe, hikayeler ve masallar karanlığı... Arzular, tartışmalar ve uçsuz bucaksız çöllerde kalmak karanlığı... Sempatik ve emin yerlerden, vahşet endişe ve şaşkınlık üzüntü ve hidayetsizlik karanlığına.

Diğer ölçülerinin, hükümlerin ve dengelerin bozukluğundan kaynaklanan karanlık... Nur ise aydınlıktır. Önce sözünü ettiğimiz vicdan, akıl, varlık, hayat ve her işteki aydınlık nurdur.

"...Doğru yola iletir.."

Ruhun fıtratına ve ona hükmeden yasalara uygun olan "dosdoğru" yaratılış fıtratı ve onu yönlendiren evrensel yasalara uyan, "dosdoğru" öyle ki, şaşırıp gerçekleri, prensipleri ve hedefleri karıştırmadan Allah'a yönelik olan "dosdoğru".

Allah insanı ve fıtratını, evreni ve yasalarını yarattı. İnsana bu sistemi gönderdi. Müminlere bu dini seçti. Aciz, cahil ve fani insanın yapısı olan başka bir sistemin onlara hidayet etmiyeceği ve ancak bu sistemin onları dosdoğru yola ileteceği apaçık ve tabiidir. Yüce Allah doğru söylemiştir. Alemlere muhtaç değildir. Onların hidayet veya sapıklıkları, O'na fayda vermez; fakat O, onlara çok merhametlidir. İşte bu, dosdoğru yoldur. Meryem oğlu İsa'nın Allah olduğu sözü küfürdür. Yahudi ve hristiyanların Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduğu sözü de küfürdür. Bunlar hiçbir delile dayandırılmayan iftiralardır.

Tüm bunlar, son peygamberin gerçekliliğini açıklamak için getirdiği "tevhid"in sadeliğini gizleyen ve hakikati tahrif eden yahudi ve hristiyanların palavralarıdır.

"Allah, Meryemoğlu Mesih'dir diyenler, kesinlikle kafir olmuşlardır. Onlara de ki; "Eğer Meryemoğlu İsa'yı, annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O'na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelin-dedir. O dilediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter."

Hz. İsa'nın Rabbi katından getirdiği de bütün peygamberlerin getirmiş olduğu "Tevhid" idi.

HRİSTİYANLARIN HZ. İSA HAKKINDAKİ SAPIK GÖRÜŞLERİ

Allah'ın katıksız, tek kulluk sunmaya layık olduğunun kabulü, bütün peygamberlerin tavrıydı. Fakat putperestlerin hristiyanlığa girmeleri ve onların beraberinde getirdiği tevhid inancıyla karıştırdıkları putperestlik tortularına isteklilikleri sebebiyle, bu pak inanca bozukluklar girdi. Öyle ki, artık onu bu bozukluklardan ayıklamak ve temizlemek, bu inancın özünü ortaya koymak imkansız hale geldi.

Bu sapmaların tümü bir defada meydana gelmedi. Ardından gelen toplumlar da belirli zaman aralıkları ile bu imana girdiler. Sonunda akılların hatta o dine inanan bozuk inancı şerh eden alimlerin akıllarının bile şaşa kaldığı efsane ve masallarla örülü bir acayip karışım meydana çıktı.

Tevhid inancı, Mesih İsa'dan sonra da öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok İncil'den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa'dan Allah'ın gönderdiği bir peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa'nın izleyicileri arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Kimi; "Mesih, diğer peygamberler gibi Allah'ın gönderdiği bir peygamberdir" dedi. Kimi "O evet peygamberdir. Fakat Allah ile özel bir bağı vardır" dedi. Kimi "O, Allah'ın oğludur. Çünkü babasız yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah'ın yaratığıdır." dedi. Kimi de: "O, Allah'ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi "kadim" sıfatını taşır." dedi.

Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S. 325 yılında İznik'de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla "İznik Konsülü" toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:

"Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı idi. Kimi, "İsa ve annesi Allah'ın dışında iki ilahtır." diyordu. Bunlar "Raymatiler" diye isimlendirilen berberiler idi.

Kimi: "İsa, babasından ateşten ayrılan alev gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma olmaz" diyordu. Bunlar "Sabliyus" ve taraftarları idi. Kimi: "Hz. Meryem, Hz. İsa'yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti. Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de çıktı" diyordu. Bu da, "İlyan" ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: "Hz. İsa özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir insandır. Öncelikle Meryem'in oğludur. O'nu insanı özünün katıksız olması sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O'nda sevgi ve iradeyi birleştirmiştir.

Bu yüzden "Allah'ın oğlu" denilmiştir. Kimi de: "Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle isimlendirilir" derler ve ne "kelime"ye ne de "Ruhu'l Kudüs"e inanırlar. Bu, Antakya patriği "Paulus" ve taraftarlarının görüşüdür.

Kimi de: "Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik, diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar" demiştir. Bu, lânetli "markyun"un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler ve "Petrus"u inkar ettiler.

Kimi ise, Hz. İsa'nın ilah olduğunu söyledi. Bu da "Aziz Paulus" ve 318 delegenin görüşü idi.

Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru "Kostantin" bu son görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.

Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle de sadece Baba'nın ilah ve Mesih'in insan olduğu görüşünde olanları- ise kovdu.

"Kıptî Ulus Tarihi" adlı kitap bu karardan şöyle bahsetmektedir:

Kutsal cemaat ve elçiler kilisesi, "Allah'ın oğlunun bulunmadığı bir zamanın mevcut olduğunu, O'nun doğmadan önce mevcut olmadığını ve O'nun yoktan var olduğunu" söyleyen herkesi veya "oğul, baba Allah'ın cevheri dışında bir usul veya cevherden meydana gelmiştir" diyeni yada "Onun yaratılmış olduğuna" inanan herkesi yahut ta "Değişmesinin, zamanın geçmesi ile bozulmasının mümkün olduğunu" söyleyen herkesi aforoz eder.

Fakat bu konsülün kararları, Aryusün izleyicilerinin Allah'ı birleyen inançlarını bozamamış ve fakat İstanbul, Antakya, Babil, İskenderiye ve Mısır'da egemen haline gelmiştir.

Sonra "Ruhul Kudüs" kavramı çevresinde yeni bir tartışma başladı. Kimileri "O ilahtır" dedi, diğerleri ise "İlah değildir" görüşünü ileri sürdü. Bu konudaki fikir ayrılığını gidermek için M.S. 381 yılında I. İstanbul Konsülü toplandı.

Hristiyan tarihçisi İbni Patrik, İskenderiye'yi delegelerinin sözlerine dayanarak bu konsülde alınan kararları şöyle nakletmektedir:

İskenderiye patriği "şöyle demiştir: "Bizce `Ruhu'l Kudüs' Allah'ın ruhu dışında bir anlama gelmemektedir. Allah'ın ruhu ise, O'nun hayatından ayrı bir şey değildir. Biz, `Ruhu'l Kudüs', yaratılmıştır dediğimiz zaman, "Allah'ın nuru yaratılmıştır" demiş oluruz. `Allah'ın ruhu mahluktur' dediğimiz de ise, `O'nun hayatı mahluktur' demiş oluyoruz. `Hayatı mahluktur' demek ise, O'nun diri olmadığını ileri sürmektir. Biz O'nun diri olmadığını ileri sürersek, O'na küfretmiş oluruz. O'nu inkar eden ise, laneti hak eder!

Böylece İznik Konsülü'nde Mesih'in ilahlığı karar altına alındığı gibi, bu konsülde `Ruhu'l Kudüs'ün ilahlığı da karara bağlandı. Baba, oğul ve Ruhul Kudüs şeklindeki "üçleme" tamamlanmış oldu.

Sonra, Mesih'in hem insanı hem de ilahî tabiatı bir arada bulundurduğu çevresinde ve onların deyimi ile ilahlığı ve insanlığı konusunda, başka bir tartışma meydana çıktı. (Kostantiniyye) İstanbul patriği "Nastur"un görüşü Uknum ve tabiatın bir arada bulunduğu şeklinde idi. İlahlık uknumu, babaya nisbetinden dolayı, insan tabiatı ise, Meryem'den doğmuş olmasından kaynaklanıyordu. Meryem, ilahın annesi değil, insanın annesi idi! İbni Patrik'in naklettiği gibi, O, insanlar arasında ortaya çıkan ve onlara seslenen Mesih hakkında şöyle demiştir:

"Ona Mesih" diyenler, bunu oğul kavramına bağımlı bir sevgi ile ileri sürüyorlar. Başkaları ise ona, Allah veya Allah'ın oğlu diyorlar. Bu da gerçek anlamda değil, Allah'ın lütfu anlamındadır. Sonra şöyle demiştir:

Nastur; "Rabbimiz, Mesihi aslında ilah olarak değil, hareket ve nimetle yada Allah'tan ilham alan bir insan olarak yeryüzüne bıraktı. Hata işlemez ve kötü birşey yapmaz görüşünü ileri sürdü.

Rum delegeleri, İskenderiye patriği ve Antakya delegeleri bu görüşe karşı çıktılar ve 4. Konsülü toplamayı kararlaştırdılar. M.S. 431 yılında "Efes Konsülü" toplandı. Bu konsül de İbni Patrik'in de söylediği gibi "Bakire Meryem, Allah'ın anasıdır. Mesih gerçekte hem ilah hem de insandır. İki tabiatlı olduğu bilinmektedir. Uknumda ise birdir" kararına vardılar. Nastur'u lanetlediler.

Sonra İskenderiye Kilisesi yeni bir görüş ortaya attı ve bunun için 2. Efes Konsülü" toplandı. Bu konsülde:

"Mesih tek tabiatlıdır. O'nda ilahlık, insanlık ile birleşmiştir" kararına varıldı .

Fakat bu görüş kabul edilmedi, tartışmalar sürüp gitti. Bunun üzerine M.S. 451 yılında "Kadıköy Konsülü" toplandı ve "Mesih'in bir değil iki tabiatı vardır. ilahlık bir tabiatı, insanlık ise diğer tabiatıdır. Her ikisi de Mesih'de birleşmiştir" kararına vardılar ve 2. Efes Konsülünü lanetlediler. Mısırlılar bu konsülün kararlarını kabul etmediler. Mısırlılar arasında "Menafis" mezhebi ile Roma İmparatorluğunun kurduğu mezhebi arasında Al-i İmran sûresinin tefsirinin girişinde Sör. T.V. Arnold'un, "İntişar-ı İslâm Tarihi" adlı kitabındaki sözlerine dayanarak naklettiğimiz sürekli görüş ayrılığı ortaya çıktı.

Mesih'in ilahlığı çevresindeki sapıklık düşüncelerini, sürekli ihtilaflarını, düşmanlıklarını ve kinlerini (bu sebeple gruplar arasında meydana gelen ve şu güne kadar devam eden kinlerini) bu kadarlık bir özetle tasvir etmekle yetiniyoruz..

Bu konudaki gerçeği ortaya koymak ve ayırd edici sözü söylemek için, bu son risalet geldi. Ve sahih inancın gerçeğini Kitap Ehli'ne açıklamak için son peygamber geldi:

"Allah Meryemoğlu Mesih'tir diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."

"Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."

"Onlara de ki: Eğer Meryemoğlu İsa'yı, annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O'na, kim engel olabilir?"

Böylece yüce Allah'ın zatı, aslı, iradesi ve otoritesi ile, İsa'nın annesinin ve diğer tüm varlıkların zatları arasındaki tartışmayı ortadan kaldıracak kesinlikle mutlak ayrım ortaya kondu. Yüce Allah'ın zatı tektir, dileği bağımsızdır ve hakimiyeti biriciktir. Hiç kimse dilediğinden birşeyi geri çevirmeye (Eğer Mesih e Meryem'i veya annesini yada yeryüzündekilerin tümünü yok etmeyi dilerse) ve otoritesini geçersiz kılmaya güç yetiremez.

O, herşeyin hükümdarı ve herşeyin yaratıcısıdır. O, yaratılmışlardan ayrı ve her mahlûkun var edenidir:

"Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. O, dilediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter."

Böylece İslâm inancının netliği, açıklığı ve yalınlığı ortaya çıkmaktadır. Kitap Ehli gruplarının inançları ile karışan putperestlik, hikayeler, hayaller ve sapmalar yığını karşısında İslâm inancının parlaklığı artmakta ve orjinalliği belirginleşmektedir. İlahlığı gerçeği ile, kulluk sunmaya layık oluş gerçeği ve bu iki gerçek arasındaki keskin ve tam ayırım hiçbir şüphe, tereddüt ve karışıklığa yol açmayacak şekilde ortaya konmaktadır.

Yahudi ve hristiyanlar kendilerinin, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarını söylüyorlar:

"Yahudiler ve hristiyanlar, "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler."

Onlar, kendi düşüncelerine dayanarak yüce Allah'a, babalık yakıştırıyorlar, cesed babalığı değil, ruh babalığı iddia ediyorlardı. Bu tevhid inancına ve ilahlık ile kulluk arasındaki kesin ayrıma gölge düşürmektedir. Bu ayrım kabullenilmeden ne düşünce doğru yolu bulur, ne de hayat doğru yöne yönelir. Böylece bütün kulların kulluk ile kendisine yöneldiği bir olsun. İnsanlara yasalar koyan, onlara değerler, ölçüler, kanunlar, hükümler, sistem ve prensipler var eden merciin bir olması sonucu; özellikler birbirine karıştırılmasın sıfatlar ile özellikler birleştirilmesin ve ilahlık ile kulluk alanları karıştırılmasını.

Burada temel sorun, sadece inançtaki sapma değildir. Sorun aynı zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzı yozlaşmasıdır. Yahudi ve hristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının peşi sıra, "Allah'ın onlara günahları yüzünden asla affetmeyeceğini" "onları asla cehenneme sokmayacağına, girseler bile orada, sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylüyorlar. Bu ise; Allah'ın adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kullarından bir grubu kayırdığı, onları yeryüzünde bozgunculuk yapmaya bıraktığı sonra da, diğer bozgunculara vereceği azabı onlara vermeyeceği anlamına gelir. Hayattaki hangi şey, bu düşünceler kadar fesat kaynağı olabilir? Hayattaki hangi şey bu sapma kadar kargaşalık ve ızdırap kaynağı olabilir?

Bu noktada İslâm, düşüncedeki bu bozukluğa ve hayatta fesat çıkarması mümkün olan herşeye kesin bir darbe vuruyor. Bu iddianın asılsız olduğunu ilan ettiği gibi, Allah'ın kimseyi kayırmayan adaletini de ortaya koyuyor:

"Onlara de ki; "O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır."

Böylece, inancın kesin gerçeği ilan ediliyor, oğulluk iddiasının asılsız olduğu ve Kitap Ehli'nin de yaratılmış insanlar oldukları ortaya konuyor. Allah'ın adaleti; bağışlama ve azabının katında aynı temele dayandığı ilan ediliyor. Bağışlaması ve azab etmesinin her birinin kendine has sebepleri kabul edilerek bunlar O'nun yüce dileğine (oğulluk veya şahsi ilişkiye değil) dayandırılıyor.

Sadece Allah'ın herşeyin hükümdarı olduğu ve herşeyin kendisine döneceği tekrar ediliyor:

"Yahudiler ve hristiyanlar "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; "O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O'nadır."

O, teba değil, hükümdardır. Zatı da biriciktir, dilemesi de biriciktir. Her şey kendisine döner.

Bu açıklama, Kitap Ehline yönelik bu sesleniş ile son buluyor; bu sesleniş ise, onların bütün bahanelerini özürlerini ortadan kaldırıyor ve kapalılık, mazeret ve gizlilik bulunmaksızın bir yol ayrımı ile bir akıbetle karşı karşıya bırakıyor.

"Ey Kitap Ehli, ilerde, "Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi" demeyesiniz diye, peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter."

Bu keskin karşılama ile, bütün Kitap Ehli'ne hiçbir bahane kılınıyor. Bu ümmi peygamberin kendilerine gönderilmediğine dair hiçbir delilleri kalmıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey kitap Ehli, size peygamberimiz geldi..."

Onların uzun süre uyarılmadıkları, müjdelenip, korkutulmadıklarına (ve bu yüzden de unutup saptıklarına) dair hiçbir özürleri kalmıyor.

Şimdi onlara müjdeleyici ve korkutucu gelmiştir...

Sonra onlara, Allah için hiçbir şeyin imkansız olmadığı, ümmi bir peygamber göndermesinin engellenemeyeceği bunun yanısıra O'nun, Kitap Ehli'ni yaptıklarından dolayı hesaba çekmeye de muktedir olduğu ifade ediliyor:

"...Allah'ın gücü herşeye yeter."

Kitap Ehli ile olan bu hesaplaşma son buluyor. Daha önce kendilerine peygamberlerinin getirdikleri Allah'ın dosdoğru dininden saptıkları ortaya konuyor. Allah'ın müminlere seçtiği inancın gerçeği açıkça ortaya konuyor. Ümmi peygamber karşısındaki konumlarına ilişkin bahaneleri, asılsız olduğu için reddediliyor ve kıyamet günü ileri sürebilecekleri tüm yolları kapatılıyor.

YAHUDİI,ERİN DÖNEKLİĞİ

Bütün bunlarla, bir yandan hidayete çağrılırken, diğer yandan müslümanlara karşı kurdukları tuzakların etkisi azaltılıyor. Müslüman toplum ile hidayet isteklileri için, sırat-ı müstakime giden yol aydınlatılıyor.

Dersin sonunda, yahudilerin peygamberleri ve Allah'ın vaadettiği kutsal toprakların kapılarını kendilerine açan Hz. Musa'ya karşı konumları, Rableriyle yaptıkları "sözleşme"ye karşı tutumları, onu nasıl bozdukları ve verdikleri sözlerini bozmaları üzerine hak ettikleri cezanın ne olduğu meselesine değiniliyor.



20- Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.

21- Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

22- Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.

23- Allah'tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıda içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz sırf Allah'a dayanınız.

24- Dediler ki, "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlïkle girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.

25- Musa dedi ki; "Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.

26- Allah dedi ki; "Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.

Bu ayetler, Kur'an'ın ayrıntılı biçimde açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.

Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.

İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.

Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.

Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'la yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.

Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Allah'ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır. Burada, bu kısa değinilerin ötesinde, daha fazlasını gösteremeyeceğimiz pek çok yönleri vardır. Bu sûrede, bu derste, bahsettiğimiz bu meseleye tekrar dönelim.

"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt. olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz."

Hz. Musa'nın bu sözlerine göz attığımızda, Hz. Musa'nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır'dan çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında, Allah'ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış bir topluluğa rastlayınca, "Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah yap" dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, "Hz. Musa'nın buluşmaya gittiği ilah budur", iddiasını ileri sürdüler.

Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise aşağılandıkları ülke Mısır'ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler; baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa'nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!

Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti. Onlar, Allah'ın emri karşısında duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.

"İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!"

Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, "Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları" şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar "söz" vermediler.

Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu... Uğrunda Mısır'dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar... Allah'ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah'ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar...

Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:

"Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi."

"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz." Allah'ın nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah'ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah'ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.

Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir hüsrandır.

Fakat yahudiler... Şu yahudiler... Korkak, sahtekar dönek ve sözde durmaz yahudiler.

"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.'

Yahudinin cahiliyeti, burada gerçek şekliyle beliriyor ve apaçık ortaya çıkıyor. Nezaketle karışık bir inceliğin arkasına saklanmış olsa bile... Çünkü onlar bir tehlike ile karşı karşıyalar. Şu anda onlarda, incelikten de bir eser kalmamıştır. Bu durumda ne cesaretlendirmeye kalkışmanın, ne de teşvik etmenin bir anlamı kalmamıştır. Çünkü tehlike, çok yakındır. Bu yüzden bu topraklara sahip olmalarına dair, Allah'ın onlara verdiği söz bile onları kurtaramaz. Allah, bu toprakları onlara yazmıştı. Ama onlar ucuz ve değersiz ve emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı, üzerlerine bıldırcın ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer!

"Orada zorba bir kavim var... Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.

Fakat zafere ulaşma yolunda katlanacak zorluklar; kalpleri imandan yoksun yahudilerin sanıldığı gibi az değildi.

"Allah'tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah'a dayanınız."

Burada, Allah'a iman ve O'ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah'tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, "Allah'tan korkma ile insanlardan korkmayı" birleştirmez. Allah'tan korkan kimse, O'ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.

" ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir."

Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)... Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.

"... Eğer mümin iseniz, sırf Allah'a dayanınız."

Mümin, yalnızca Allah'a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.

Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?

"Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz."

Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.

"... Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz."

İşte böyledir acizin küstahlığı... Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.

"Git sen Rabbin ile birlikte..."

Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.

"... Biz burada kalıyoruz."

Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.

Bu Hz. Musa'nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah'ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?

"Musa dedi ki; "Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır."

Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!

O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah'ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah'tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah'a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah'ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa'yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah'a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah'ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah'ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.

İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.

"Allah dedi ki; "Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme."

Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..

Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.

Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur'an'ın ifade üslubuna uygundur.

Müslümanlar -Allah'ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:

"Şu halde "Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, "Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz" demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız" diyoruz.

İşte bunlar, Kur'an'ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah'ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.

Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer'i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah'ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah'ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah'ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah'ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.

Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan "Adem'in iki oğlu" ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.

Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur'an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.

Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah'ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah'ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder... Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.

Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm'ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:

Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.

Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta'zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece "daru'l İslâm"da kurulan "İslam toplumu"nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın "daru'l-İslâm" kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:

1- İslam yurdu (dar'ul-İslâm):

İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, "Dar'ul-İslâm" olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.

2- "Dar'ul-Harb" (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin "Savaş Yurdu" olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından "Savaş Yurdu" sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu "İslâm Yurdu"nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah'ın sistemine göre düzenlemiştir ve O'nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları "İslâm Yurdu"nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. "Daru'l-Harb"e gelince... Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm'ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar'ul-İslâm'da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm'a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar'ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar'ul-harp'ten gelip eman ahdi ile dar'ul İslâm'a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki "daru'l İslâm" sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.



27- Ey Muhammed, onlara Adem'in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeşine "yemin ederim ki seni öldüreceğim" deyince öbür kardeş şöyle dedi; "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetlerini kabul eder.

28- Eğer sen öldürmek amacı ile elini bana doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana doğru uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.

29- İstiyorum ki,hem kendi günahını hem de benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası budur.

30- Buna rağmen öbür kardeş ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

31- Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. "Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu. "

Bu kıssa düşmanlık ve kötülüğün fıtratını ve yardım bekleyen düşmanın durumunu örnek olarak bize bildiriyor. Çünkü iyilik ve hoşgörü fıtratın ve gönülden dostluğun en güzel örneğidir. Şu bir gerçek ki bunlar daima yüz yüzedir. İyi veya kötü kendi yapısına uygun davranışta bulunurlar. Suç tiksindiricidir, kötü insan tarafından ilgi uyandırır. Yardım isteyen insanın çığlıkları diğer insanların vicdanlarında büyük çapta etkili ve tesirli olur. Şuur adil bir kısası emreden kanunun varlığına büyük ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kötü insan bu yaptırımdan dolayı suçu işlemeye korkar. Buna rağmen suçu işlerse, işlediği suç oranında cezaya çarptırılır. İyi insan daima masumdur ve yaşaması gerekir. Adil bir nizamın gölgesi altında huzur içinde korunması gerekir.

Hz. Adem (selâm üzerine olsun) oğullarının kıssası ne zamanla ne mekanla ne de o iki insanla sınırlıdır. Bu örnek hakkında birçok rivayetler vardır. Fakat biz ayet-i kerimenin bildirdiği sınırlar çerçevesinde kalmayı benimsiyoruz. Çünkü ileri sürülen tüm rivayetler şüphelidir. Kıssa Tevrat'ta geçmektedir ve isimleri, zamanı, mekanı sabittir. Sahih hadislerde ise fazla bilgi verilmemiştir. İbn-i Mesut Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Zulme uğrayıp bir insan öldürülürse, onun kanında Adem'in.-ilk oğluna bir pay düşmemesi imkansızdır. Çünkü adam öldürmeyi ilk icad eden odur."

Bu hususta söyleyebileceğimiz yegane söz şudur: Bu olay insanlığın ilk çağında meydana gelmiştir ve kasten adam öldürmenin ilk örneğidir. Katil cesetlerin nasıl gömüleceğini bile bilmiyordu. Kapsamlı öğütlere, yer verilmiş, fakat bu temel hedeflere fazla bir şey ilan edilmemiştir... Bu yüzden, bu genel ayet karşısında duruyor ve onu ne özelleştiriyor ne de fazla izaha kalkışıyoruz..

"Ey Muhammed onlara Adem'in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinin kurbanı kabul edilmiş, öbürünün ki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeşine, "Yemin ederim ki, seni öldüreceğim" deyince öbür kardeşi şöyle dedi: "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."

Yahudilerin Hz. Musa ile başlarından geçen kıssayı okuduktan sonra, insanlığa birer numune olan şu iki kişinin hikayesini anlat; Onlara gerçeği anlat. Bu hikayenin, rivayeti gerçek ve doğrudur. O insan fıtratını gerçek şekliyle bildirmekte ve caydırıcı adil şeriatın zorunluluğunu doğru bir şekilde ortaya koymaktadır. Adem'in bu iki oğlu, temiz bir ruhun saldırganlık hissine kapılmak için bahane bulamayacağı bir konumdalar. Çünkü onlar, Allah'ın huzurunda itaat etmek ve kendisiyle Allah'a yaklaşacakları kurban sunmak üzereler:

"Hani ikisi birer kurban sunmuştu.."

"Birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki kabul edilmemişti."

Ayetteki fiil, kabul edilme ve edilmeme işinin gizli bir kuvvete dayandığı ve gizli bir şekilde olduğuna işaret etmek için edilgen çatı kurmuştur. Bu sorgu ile bize iki durum hatırlatılıyor:

1- Bu kabul edişin nasıl olduğundan bahsetmememiz ve Tevrat'ın hikayelerinden alındığı görüşünde olduğumuz, rivayetlere tefsir kitaplarının daldığı gibi dalmamamız hatırlatılıyor.

2- Kurbanı kabul edilenin, kin duyulmasını gerektiren ve öldürülmesine gerekçe olacak bir suçu olmadığı hatırlatılıyor. Çünkü kurban kabulünde, onun bir rolü yok. Onu ancak meçhul bir kuvvet, bilinmeyen bir şekilde kabul etmiş ve olay her ikisinin de kavrayış alanı ve iradesi dışında gerçekleşmiştir. Burada bir kardeşin kardeşini öldürmesi ve kişinin ruhunda adam öldürecek derecede kin oluşması için hiçbir neden yoktur. Öldürme fikri bu noktada... İbadet ve Allah'a yakınlık noktasında, kardeşinin iradesinin hiçbir müdahalede bulunmadığı gizli-meçhul bir kudret karşısında böylesi bir sahada dosdoğru birinin düşünebileceği en uzak şeydir.

"... Yemin ederim seni öldüreceğim.." dedi.

Böylece -kararlılığını gösteren- bu sözler, nefreti körükleyen bir davranışı ortaya çıkarıyor. Çünkü bu sözler, yere söylenmiştir. Yalnız şu ne pis ve inkarcı duygu, kör bir kıskançlık duygusu. Onun hiçbir vicdanda yeri yoktur. Böylece sözün akışı henüz tamamlanmadığı halde, ayetin sayesinde, kendimizi daha ilk andan itibaren bir saldırganlığın karşısında buluyoruz. Fakat sözün akışı, ikinci bir örnek olan diğer kardeşin cevabını, duasını ve temiz kalbini tasvir ederek saldırganlığı daha bir iğrenç ve daha bir korkunç hale sokarak devam ediyor.

" ..Öbür kardeşi şöyle dedi: Allah sadece takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."

Böylece, bu adağın kabulünün sebeplerini anlayabilecek bir iman ve bağışlanma ortamında ve saldırıya kalkışan kardeşini Allah'tan korkmaya ve ibadetlerini kalbe götüren yola girmeye teşvik eden direktifler arasında işin aslı ortaya konuyor. Üstelik ayet bunları ince bir sanatla ve kulakları tırmalayan bir sesleniş ile ifade ediyor:

"Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce `Yazık bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu."

Sonra imanlı, takva sahibi müslüman kardeş, kötü kardeşinin ruhundaki kini ve kötü niyetleri yumuşatıp gidermeye çalışıyor:

"..Eğer sen öldürmek amacı ile elini bana doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana doğru uzatacak değilim. çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."

İnsanın vicdanını etkileyen çok güç bir durumda bile saldırının karşısında saldırıya uğrayanın yiğitliği, saldırganın korkutması karşısında şaşılacak şekilde güven ve huzur içinde olması, kalbinin sadece alemlerin Rabbi Allah'tan korkup sakınması... İşte tüm bunlar, huzur, güven ve takva örneğinin vasıfları olarak tasvir ediliyor..

Bu pek yumuşak sözler, kinleri dağıtmakta, kıskançlığı kaldırmakta, kötülüğe direnmekte, kabarmış sinirleri teskin etmekte muhatabına kardeşlik bağını, iman neşesine ve takva duyarlılığına yöneltmektedir.

Evet bu sözler yeterli idi. Fakat salih kardeş, yanı sıra korkutup, sakındırmayı da unutmuyor:

"İstiyorum ki, hem kendi günahını hem de benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası budur."

Sen öldürmek amacı ile elini bana uzattığın zaman, benim de senin yaptığın bu fiili işlemem ne durumuna ne de tabiatına uygundur. Bu fikir -öldürmek fikri- kesinlikle aklına gelmemiş, fikrimi hiçbir şekilde çelmemiştir. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Yoksa bu cinayeti işleyemem. Ben seni, Allah'ın kurbanını kabul etmemesine sebep olan günahına ek olarak beni öldürme günahını da yüklenmiş halde bırakıyorum. Böylece günahın da azabın da kat kat artar. "Zalimlerin cezası budur..."

Buna rağmen müslüman kardeş kendine karşı aklına gelen bu fikirden utanç duyması ve yeltendiği şeyden vazgeçmesi için, cinayet suçunu işlemeye kalkışan kardeşine acıyor.

Nefret etmesi için bu günahını ona gösteriyor ve alemlerin Rabbi Allah korkusuyla katmerli günahtan kurtulmasını göstermeye çalışıyor. Böylece bir insanın kalbini kötülükten çevirip, engelleyebilmek için harcanacak bütün çabayı sarf ediyor. "Buna rağmen öbür kardeş ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu."

Fakat kötü kardeş -onun nasıl bir tepki gösterdiğini öğrenmemizi de sağlayacak şekilde- kötü örnekliğinin tablosunu tamamlıyor.

Tüm bunlardan sonra... Bu hatırlatma, nasihat, barışma teklifleri ve sakındırmalardan sonra... Tüm bunlardan sonra bile, bu kötü nefis saldırdı ve suçu işledi, işledi ve nefsi onu bütün neticeleri ile rezil etti. Bütün engelleri aşmasını teşvik etti.. Cinayeti kendisine güzel gösterip onu özendirdi. Kimi öldürdü? Kardeşini öldürdü... Ve cezayı hakketti..

"... Ve hüsrana uğrayanlardan oldu."

Hüsrana uğradı ve kendini perişanlık yollarına saldı. Kardeşini kaybetti ve bir yardımcı, bir dosttan oldu. Dünyası perişan oldu. Çünkü katillik hakkı yoktur. ahireti de perişan oldu. Çünkü önceki günahı ve son günahını taşıyarak geçip gitti.

İşlediği suçun cesedi, onu somut bir biçimde hayattan ayrılmış, bozulmaya başlayan bir et ve kemik yığını haline gelmiş ve hiç kimsenin tahammül edemeyeceği şekilde kokmaya başlamış bir ceset olarak gösterildi. Allah'ın takdiri onun kardeşinin cesetini gözlerden saklamaktan acziyeti karşısında saldırgan bir katil olarak kala kalmasını diledi. Kuşların en değersiz sayılan bir karga gibi olamamanın acziyet içerisinde:

Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık bana, şu karga kadar olup, kardeşimin cesedini gömemiyor muyum? dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu."

Kimi rivayetlerde: "Karga, başka bir kargayı öldürdü, veya bir karga ölüsü buldu ya da bir karga ölüsü getirdi. Yere bir çukur açtı. Sonra kargayı oraya gömdü. Bunun üzerine katil yukarıdaki sözü söyledi ve kargadan gördüklerinin aynısını yaptı" denilmektedir.

Açıktır ki, katil daha önce bir cesedin gömülüşünü görmemişti. Görseydi bunu yapabilirdi. Bu cesedin yeryüzünde Adem oğullarından ölen ilk kişi olması veya bu katilin daha önce bir ölünün gömülmesini hiç görmemesi şeklinde iki ihtimalin birinden kaynaklanmaktadır. Açıktır ki, katilin pişmanlığı tevbe pişmanlığı değildir. Öyle olsaydı Allah tevbesini kabul ederdi. Pişmanlığı ancak işlediği cinayetin gerekçesiz oluşundan ve karşılaşacağı eziyet, yorgunluk ve üzüntüden kaynaklanmaktaydı. Karganın kendi cinsi kargayı gömmesine gelince... Kimi bunun kargalar arasında bir adet olduğunu kimi de Allah'ın icra ettiği fevkalade bir olay olduğunu söylemiştir. Her iki şekilde de durum değişmez. Canlılara tabiatlarını veren Allah, onlara istediğini yaptırabilir. Bu O'nun gücü dahilindedir. Burada ayetlerin dizilişi, ruhlarda yaptığı derinlemesine etkileri bırakarak, bir haberin ardarda nakline geçiyor. Bizde, bu zincirleme içinde olayı nakletmenin ve vicdanlarda bıraktığı izleri birleştirerek duygusal bir gerekçe oluşturuyor. Bu sayede de, kendisini bekleyen kısasın acılarının suçu onu işlediğinden dolayı, suçlunun ruhunda bilinçte, suçun karşılığını bulması ve adilce bir kısasın yapılması için gerekli gördüğü hükümleri duygusal bir ağırlık noktası oluşturmayı amaçlıyor.



32- İşte bu olaydan dolayı İsrailoğullarına şu yazılı direktifî gönderdik. kim öldürülmüş bir insana ya da yeryüzünde çıkarılmış kargaşaya, bozguncuya eyleme karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanı ölümden kurtaran ise bütün insanlara hayat sunmuş gibïdir.

Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık belgeler getirdiler. Fàkat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa ve kargaşaya çıkarmaya devam ediyorlar.

Bunun için... Bu örnek insanlar arasında bulunduğu için... Şerefli, hayırlı, temiz ne kötülük ne de düşmanlık amaç güden müslümanlara saldırdığı için... Öğüt ve nasihatlerin,cibilliyeti kötülükle damgalanmış kimi insanlara hiçbir etki yapmadığı şeref ve sulhun kötülük, ruhun en derinliklerine işlemiş olduğunda şeref ve barış ortamı teklifi saldırıya engel olmadığı için... Bunun için, bu bir cana kıyma suçunu bütün insanları öldürme suçuna denk olan çok büyük bir suç saydık. Cinayete engel olma ve bir canı ölümden kurtarmayı ise, tüm insanları kurtarmaya denk olan büyük bir iş saydık... Kendilerine şeriat kıldığımız hukukta bunları yahudilere de yönelik (Surede az ilerde gelecek olan derste bu özel emri, geniş olarak incelenecektir) Öldürülmüş bir insan yada yeryüzünde çıkarılmış bir kargaşaya karşılık olmadığı halde bir cana kıymak, bütün insanları öldürmeye denktir. Çünkü her bir can bütün canlar gibidir. Her bir can aynı derecede hayat hakkına sahiptir. Bu canlardan birini öldürmek, hayat hakkının özüne saldırmaktır. Bir cinayete engel olmak ve bu sayede bir hayatına devamını sağlamak da böyledir. Bu durum hayatta iken ona yapılan saldırıyı engellemek veya başka birinin daha öldürülmesini önlemek için bir cana yapılan saldırıyı kısasla cezalandırmak şeklinde bile olsa, tüm canlıların hayatını kurtarmak gibidir. Çünkü o, tüm canlıların ortak olduğu "hayat hakkı"nı koruma altına almalıdır. Bu hükümlerle ilgili olarak yukardaki açıklamamıza bakılırsa, bunların -yalnızca- İslâm yurdunda bulunan müslüman. Zımmî ve eman ehline uygulandığı görülecektir. "Savaş Yurdu"nda bulunanların kanı ise "İslâm yurdun"dakiler ile aralarındaki bir anlaşma yapılmamışsa -mubahtır- malları da böyledir. Bu şer'î kuralı daima akılda tutmamız iyi olacaktır. Onu burada tekrar hatırlatıyoruz: "İslâm yurdu" İslâm hukukunun uygulanan ve bu şeriate göre hüküm verilen bölgedir. "Savaş Yurdu" ise Allah'ın hukuku uygulanmayan ve bu hukuk ile hüküm verilmeyen bölgedir. Allah, bu prensibi yahudilere de yazmıştı. Çünkü onlar -o sırada- kitab ehli idiler. Aralarında değiştirilip bozulmamış Tevrat şeriatını uyguladıkları sürece "İslâm yurdu"nu temsil ediyorlardı. Fakat bu kendilerine peygamberler apaçık deliller getirdikleri halde şeriatlerinin kurallarını çiğnemişlerdi. Peygamberimiz zamanında, aralarından şeriatlarının kurallarını çiğnemeyi sürdürüyorlardı. Kur'an'ın onların gerekçesiz olarak yaptıkları bu aşırılık, tecavüz ve saldırganlıklarını belgeliyor. Yanı sıra, kendilerine peygamberler gelmesini ve şeriatlerini kendilerine açıklamaları sebebiyle Allah'a karşı hiçbir bahanelerinin kalmadığı da belgeleniyor:

Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık belgeler getirdiler. Fakat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa ve kargaşa çıkarmaya devam ediyorlar.

Allah'ın şeriatını ihmal ederek veya değiştirerek saldırmak ve sınırlarını çiğnemekten daha büyük bir aşırılık düşünülebilirmi? Yukarıdaki ayet de Allah, insan öldürme ile yeryüzünde bozgunculuk yapmayı birlikte anıyor. Her ikisinin de öldürülme (kısas) nedeni olduğunu bunların yaşama hakkını dışında yer aldıklarını ve cana kıymanın kötülüğünü belirtiyor... Böylece, "İslam yurdu"ndaki müslüman toplumu güvencede olur, emniyet içerisinde gelişen kamu düzeni korunur ve güvenlik içerisinde iyilikler yapılmaya devam eder. Tüm bunlar da fertlerin güvenliği gibi gereklidir. Hatta daha zaruridir. Çünkü fertlerin güvenliği ancak bunlarla sağlanabilir. Erdemli örneği korunmasından öte, bu fertlerin toplumda hayırlar işlemesi ve insan hayatının onun gölgesinde gelişip ürünler oluşturması ve o ortamda iyiliğin erdemliliğin gelişme ve verimliliğin filizlerinin oluşması için onu her türlü yerleşik garantilerle donatır. Özellikle bu toplumun tüm insanlarına, hayatın her alanında garantiler verir ve onları hayır tohumlarını yeşertecek ve şer tohumlarını yok edecek bir ortam ile kuşatır. İlaçlar tedavi öncesinde, koruyucu hakimliği uygular. Buna rağmen koruma tedbirleri yetersizse ilâca başvurulur. Normal bir insana, kötülüğe ve saldırıya kalkışması için ne bir gerekçe ne de bir bahane bırakır... Tüm bunlardan sonra, toplumun güvenliğini tehdit eden kişi, doğru yola dönüp, islah olmadığı takdirde yok edilmesi gereken habis bir mikroptur. Şimdi bu habis unsurun akıbeti belirleniyor. Bu ceza İslâm hukukunda "terörist, anarşistin" cezası olarak bilinmektedir.



TERÖR VE ANARŞİ

33- Allah'a ve peygambere savaş açanların ve yeryüzünde kargaşa çıkaranları onlara ya öldürmeleri ya idam etmeleri ya sağlı-sollu birer el ve ayaklarının kesilmesi ya da yaşadıkları yerlerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki perişanlıklarıdır. Ahirette ise, kendilerini ağır bir azap beklemektedir.

34- Yalnız bunların içinde tarafınızdan yakalanmadan önce tevbe edenler olursa biliniz ki Allah affedicidir ve merhametlidir.

Ayette sözü edilen bu suç müslüman hükümdara karşı ayaklanma, bu hükümdarın otoritesine karşı çıkma "İslâm yurdu" halkını yıldırmak, mallarına ve namuslarına saldırmak için örgüt oluşturmaktadır. Kimi fıkıh bilginleri, bunun hükümdarın otoritesinin dışında gerek merkezde gerekse taşrada olsun bu tür bir örgütün "İslam yurdu" halkına karşı kuvvet kullanarak saldırıya geçmesini yeterli bulur ve ayetin bu eylemlerle uyum içerisinde olduğu fikrini ileri sürerler.

Allah'ın şeriatı ile hükmeden hükümdara karşı ayaklanan ve şeriatın uygulandığı İslâm yurdunun müslüman zımmî veya anlaşmalı olan halkına saldıran bu kişilere, sadece hükümdara veya yalnızca halka karşı ayaklanıyorlar. Onlar aynı zamanda Allah ve peygamberi ile savaşıyorlar. Çünkü onlar, O'nun şeriatıyla savaşıyorlar, bu şeriatı uygulayan ümmete saldırıyorlar ve bu şeriat ile hükmedilen İslâm yurdunu tehdit ediyorlar. Allah peygamberi ile savaştıkları ve Allah'ın şeriatı, onu uygulayan toplum ve uygulandığı yurda karşı savaştıkları gibi, yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışıyorlar. Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmaya kalkışma ve bu şeriatın uygulandığı yurda saldırmaktan daha büyük bir bozgunculuk olamaz. Sadece müslüman toplum ve müslüman hükümdara karşı savaşmış olsalar bile, aslında Allah ve peygamberi ile savaşmaktadırlar. Gerçi onlar Allah ile kılıçla savaşmazlar. -Vefat ettikten sonra peygamberine şahsı ile de savaşmaktan Allah ve peygamberi ile savaşları Allah'ın peygamberinin şeriatine Allah ve peygamberinin emirlerini uygulayan bir topluma karşı ve Allah peygamberinin şeriatı uygulanan yurda karşı savaşmalar ile gerçekleşmektedir.

Bu şekliyle ayet bu anlama geldiği gibi, başka bir anlamı daha içermektedir.

Hükümdar, kendisine karşı ayaklanmalara, suçlarına karşılık belirlenen bu cezaları verme yetkisini taşır. Fakat bu hükümdar, Allah'ın ve peygamberinin kanunlarını uygulayan ve Allah'ın ve peygamberinin şeriatı uygulanan İslâm yurdunda yerleşen bir hükümdar olması gerekmektedir. Yoksa bu özellikleri barındırmayan herhangi bir hükümdar, bu yetkiyi de taşımaz. Bu gerçeği açıkça vurgulamamız zorunludur. Çünkü her dönemde müslüman olduklarını iddia etseler bile otoriteleri Allah'ın şeriatına dayanmayan, otoriteleri bu şeriatı uygulamayan ve yurtlarında İslâm yurdunun varlığını gerçekleştirmeyen kimi sultanların zalim efendilerinin de bu yetkiye sahip olduklarına dair fetvalar verirler. Ayaklananlar Allah ve peygamberi ile savaşmadığı, aksine Allah ve peygamberinden kaynaklanmayan bir otorite ile savaşa giriştikleri halde kendilerine karşı ayaklananlar -Allah'ın şeriatı adına- bu cezaları uygularlar. İslâm yurdunda Allah'ın şeriatını uygulamayan bir otoritenin kendisine karşı ayaklananlara Allah'ın şeriatı adına bu cezaları uygulama yetkisi kesinlikle yoktur. Böyle bir otoritenin Allah'ın şeriatına sığınması boşunadır. O ancak ilahlık hakkını gasba kalkışana ve onu iddia eden bir otoritedir. Bunların Allah'ın kanununa uygulamaya ve bu iddiada bulunmaya ne hakları var?

Allah'ın şeriatını uygulayan müslüman hükümdarın otoritesine karşı ayaklanan Allah'ın İslâm yurdunda yaşayan kullarına korku salan ve mallarına, canlarına ve ırzlarına saldıran bu silahlı örgüt mensuplarının cezası:

1- Ya normal bir şekilde öldürülmeli.

2- Veya asılarak öldürülmelidir.

(Kimi fıkıh bilginleri ayeti ibret olması ve korku salması için öldürdükten sonra asılmalı şeklinde yorumlamışlardır.)

3- Ya da sağlı-sollu el ve ayaklarının kesilmesidir. Fıkıh bilginleri bu ayet çevresindeki hükümdar, bu cezalardan birini tercihe yetkilimidir yoksa ayaklananlar belirli suçlarına karşılık buradaki cezaların herhangi birinin mi uygulayacaktır? Sorununda geniş çaplı fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. İmam Ebu Hanife,İmam Şafii ve İmam Ahmed'in (Allah onlardan razı olsun) mezhebindeki fıkıh bilginleri işlenilen cinayete göre bir yol izlemektedir. Ve adam öldüren fakat hırsızlık yapmayan öldürülür. Mal çalan fakat cinayet işlemeyen sağlı-sollu el ve ayakları kesilir, hem cinayet işleyen hem de hırsızlık yapan öldürülür ve asılır. Yollarda terör yapan fakat cinayet işlemiyen ve de hırsızlık yapan ise sürülür.

"İmam Malik ise asi, cinayet işlediğinde öldürülmesi gerekir. Hükümdarın kesme veya sürgüne gönderme cezalarını tercih yetkisi yoktur. Tercih etme hakkı, öldürme veya asma arasındadır. Hırsızlık yapması fakat cinayet işlemez ise, sürgün cezasını tercih yetkisi yoktur. Öldürme, asma veya sağlı-sollu el ayak kesme cezaları arasında tercih etme yetkisine sahiptir.

Eğer anarşist sadece yollarda terör estirirken hükümdar öldürme, asma, el ve ayak kesme ve sürgün etme cezalarından herhangi birini uygulama yetkisine sahiptir.

İmam Malike göre cezalardan birini tercih etme hakkı, bu işin hükümdarın içtihadına bırakılması anlamına gelmektedir. Eğer anarşist akıllı ve tecrübeli biri ise, içtihadı onu öldürmek veya asmak şeklinde olur. Çünkü el ayak kesme onun zararını engellemez. Eğer akıllı biri değilse de yalnızca kuvvetli ve çevik biri ise, el ayak kesme cezasını uygular. Eğer bu iki özelliği de taşımıyorsa, o zaman sürgün ya da ta'zir cezasını uygular.

Biz, İmam Malik'in son paragrafta yer alan görüşünü tercih ediyoruz. Daha sonra cezalar, uygulananlar ve ayaklanmaya uygulananlar yollar terör salmaya olmak üzere iki kısma ayrılır. Çünkü ceza öncelikle, suçun meydana gelmesini önlemek amacı güden korunmaya yönelik bir uygulamadır. Bu yüzden, İslâm yurdunda dehşet saçan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar şiddetle cezalandırılır ve yurda yerleşip Allah'ın şeriatını uygulayan müslüman topluma korku salamaz. çünkü bu toplum ve bu yurt, huzur ve emniyete en layık toplum ve yurttur. Fıkıh bilginleri, sürgün cezasının anlamında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bu suçu işlediği yerden sürülmesi midir? Yoksa hapse atılmak anlamında mıdır? Hürriyetini elinden almak (hapsedilmesi) demek midir? Ya da bütün yeryüzünden sürülmek, yani öldürülmek anlamına mı gelmektedir? Biz bunlardan, suç işlediği yerden gurbet, ayrılık, perişanlık duygularını tadacağı bir yere sürülmesini görüşünü tercih ediyoruz. Bu, insanlara yaptığı kötülük, saldığı korku ve gösterdiği zorbalığın cezasıdır. O sürüldüğü yerlerde psikolojik durumun zayıf olması veya taraftarlarından ayrı düşmesi sebebiyle aynı suçu tekrar işleyecek yeterli gücü bulamaz.

"Bu onların dünyadaki perişanlıklarıdır. Ahirette ise kendilerini ağır bir azap beklemektedir."

Dünyada başlarına gelen bu ceza, ahiretteki azap kendilerinden uzaklaştırmıyor, diğer bazı hadlerde olduğu gibi suçun birini temizlemiyor. Bu cezanın büyüklüğü ve suçun şiddeti sebebiyle böyledir. Çünkü, müslüman toplumun İslâm yurdunda güvenlik içerisinde yaşaması gerekmektedir. Allah'ın şeriatını uygulayan müslüman hükümdarda itaat etmek gereklidir. Gelişmesi için bütün güvencelerini sağlanması gereken, yüce ve hayırlı bir çözümdür. Onu kemirecek şeylerden korunması gereken olgun adil bir sistemdir. Bu terörist, anarşistlerin, suçlarının kötülüğünün bilincine varmaları ve doğru yola dönerek henüz güçlerini korudukları ve hükümdarın eline esir düşmedikleri bir durumda iken, Allah'a tevbe etmeleri sonucunda vazgeçerlerse hem suçları, hem de cezaları düşer. Artık hükümdarların onları cezalandırma yetkisi yoktur. Allah ahirette de onlara karşı affedici ve merhametlidir.

"Yalnız bunların içinde tarafınızdan yakalanmadan önce tevbe edenler olursa biliniz ki Allah affedici ve merhametlidir."

Bu durumda iken, onlardan suç ve cezasının kalkmasının iki açık gerekçesi (hikmeti) vardır.

1- Saldırılarını sürdürebilecekleri halde, tevbe etmeleri ve bunun islah olup, doğru yola girdikleri delil kabul edilmesi.

2- Tevbeye teşvik edilmeleri, böylece onlarla savaşmak için gereken yardımın en kolay yoldan sağlanması.

İslâm sistemi, insan tabiatını, bütün duyguları, bütün gizliliklerini ve bütün ihtimallerini göz önünde bulundurarak değerlendirir. Bu sistemi müslümanlara seçen Allah, bu tabiatı yaratan ondan haberdar olan ve onu düzelten ve bilendir. Herşeyden haberdar olan, yarattığı şeyi bilmez mi?

İlahi sistem, insanları sadece kanun karşısında sorumlu tutmaktadır. O, kanun kılıcını yalnızca, kılıcını başkasının kendilerine engel olamayan kimselere karşı kullanmaktadır. Gerçekte ise, bu sistemin temel dayanağı, gönül eğitimi, huy güzelliği ve ruhlara doğru yolu iletmektir. Yanısıra hayır toplumlarının gelişip sapık bileceği şer tohumlarının ise koruyup çürüyebileceği bir toplumu kurmaktadır.

Kur'an üslubu bu cezalarla korkutmayı bitirir bitirmez, gönüllerde, vicdanlarda ve ruhlarda takva duygularını coşturuyor.

Kurtuluş umuduyla Allah'a ulaştıran vesileler aramaya ve yolunda cihada teşvik ediyor. Kafirlerin ahiretteki durumlarını ibret ve korku duygularını güzel bir şekilde tasvir ediyor.



35- Ey müminler, Allah'tan korkunuz, sizi ona yakınlaştırabilecek her yolu arayınız, onun yolunda cihad ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.

36- Kafirlere gelince eğer yeryüzünün tüm varlıkları bir kat fazlası ile birlikte kendilerinin olsa da bu servetlerini kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler bu fidyelere kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir.

37- Onlar cehennemden çıkmak isteyecekler, fakat kesinlikle dışarı çıkamayacaklardır. Onlar için sürekli azap vardır.

Bu mükemmel sistem, insan ruhunu, her yönden ele alıp, onun beşeri varlığına bütün yönlerden seslenmekte ve onu günahtan alıkoyup, itaate yöneltecek, duyarlı noktalarını aramaktadır. Sistemin ilk hedefi, insan nefsini doğrultarak, saptırmaktan kurtarmaktır. Ceza bu yollardan sadece biridir. O, ne temel hedef ne de yegane yöntemdir.

Burada da, Adem'in iki oğlunun kıssası -çıkarılması gereken derslerle başlamaktadır. Daha sonra gönülleri hoplatacak bir cezalandırmadan söz edilmekte ve bunu Allah'tan sakınmaya, çekinmeye ve azabından korkmaya çağrı, cezayla korkutmayı içeren bir davet izlemektedir.

Ey müminler Allah'tan korkunuz. Korku sadece Allah'tan olmalıdır. İşte insanlık onuruna yakışan korku budur. Kılıçta, kırbaçtan korkmak ise düşüklüktür. Düşüklük ise, ancak aşağılık kimselere yaraşır. Allah'tan korkmak, daha öncelikle, daha onurlu ve daha arındırıcıdır. Zira, gizlide ve açıkta vicdana eşlik eden,insanların bilmedikleri durumlarla bile kötülük yapmaya engel olan Allah korkusudur. Halbuki bunun kuvveti, bu durumlarda işlemez. Gerekli olmasına rağmen, tek başına uygulanamaz. Çünkü kanun kuvvetinin ulaşamadığı durumlar vardır. Vicdanlarının sakınacağı ilahî bir otorite ve görünmez bir gözetim olmaksızın yalnızca kanun gücünün etkin olduğu bir toplumun veya ferdin kurtuluşu söz konusu olamaz.

"... Sizi ona yakınlaştırabilecek her yolu arayınız."

Allah'tan korkun, sizi O'na yakınlaştıracak her yolu deneyin ve o doğrultuya yöneltecek her nedene sarılın. Bir rivayette İbn-i Abbas şöyle demiştir:

"O'na yaklaştıracak bir yol arayın" ayeti "ihtiyaçlarınızı ondan isteyin" anlamındadır. Gerçekten insan, Allah'a muhtaç olduğunu hissettiği anda ihtiyacını istediği, ne zaman onun ilahlığı karşısında kuluna yaraşır bir konumda bulunur. Böylece kurtuluşa en yakın olan doğru bir konumda olur. Her iki yorum da, ayetteki ibareyi uygundur. Ayet, kalbin kurtuluşunu ve vicdanın canlanışını ifade etmekte ve beklenilen kurtuluş ile son bulmaktadır:

"... Ki kurtuluşa eresiniz."

Diğer tarafta ise Allah'tan sakınıp O'na yakınlaştıracak yol ve kurtuluşa eremeyen kafirlerin tablosu yer almaktadır. Bu canlı ve somut bir gerçektir. Nitelikler ve detaylı bilgiler verme yoluna gidilmekte, fakat, kıyamet sahnelerini ve diğer büyük amaçlarını ortaya koyarken işlediği yönteme uygunu olarak hareketleri ve heyecan verici olayları anlatmaktadır:

"Kafirlere gelince eğer yeryüzünün tüm varlıkları bir kat fazlası ile birlikte kendilerinin olsa da bu servetlerini kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler bu fidyeleri kabul edilmez. onları acıklı bir azap beklemektedir."

İnsan hayalinin tasavvur edebileceği en uç nokta kâfirlerin dünyada bulunan her şeye sahip olmaları varsayımıdır. Fakat, Kur'an'ın üslubu, varsayımlar dünyasında ulaşılabilecek bu hayalden daha fazlasını var saymaktadır. Evet onlara, dünyadakilerin tümünün bir kat fazlası ile onların olduğunu varsaymakta ve kıyamet günü azaptan kurtuluş fidyesi olarak bunları vermeyi dileyeceklerini tasvir etmektedir. Onlar ateşten çıkmak için çabalamalarını bu hedefe ulaşmamalarını ve sürekli eziyet veren bir azap içinde kala kalışlarının manzarasını çizmektedir. Gerçekten bu somut ve hareketli bir manzaradır. Bu manzaradan onlar yanlarında dünyadaki herşeyi ve bir o kadarı daha bulunur haldedirler. Allah'a kurtuluş akçesi vermek isterken ki o halleri... Umduklarını bulamamış istekleri reddedilmiş durumdayken cehenneme girişleri sırasındaki halleri... Ve oradan çıkmak isterlerken orada kalmaya zorlanırken ki manzaraları...



SOSYAL ADALET

38- Erkek ve kadın hırsızların ellerini kesiniz. Bu onların suçlarına karşılık Allah tarafından belirlenmiş caydırıcı bir cezadır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

39- Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir.

40- Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'ın tekelinde olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba çarptırır ve dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.

İslâm toplumu, İslâm yurdunda yaşayan normal insanların -farklı inançlarına göre- her ferdi hırsızlık illetini uzak tutacak tedbirleri alır. onlara yaşama ve korunma güvenliğini eğitim ve doğru yapma güvenliğini ve adaletin eşit dağıtımı güvencesini sağlar. Her türlü özel mülkiyetin helal yoldan kazanılmasını sağlar ve bunun topluma zarar veren değil, yarar sağlayan toplumsal bir hak olduğunu belirtir. Tüm bunlar sayesinde, bütün normal insanlar, hırsızlık illetinden kurtarılır. Bu durumda İslâm hırsızlar ve özel mülkiyet ile toplum güvenliğine saldıranlara şiddetli bir ceza vermek hakkına sahiptir.

Tüm bunların yanısıra, şüphe halinde haddi kaldırmakta ve -kuvvetli bir delil olmadıkça- sanığı cezalandırmadığı gibi ona tam bir güvenlik de sağlamaktadır.

Herhalde bu özet bilgiyi, biraz daha açmamız uygun olacaktır. İslâm sistemi, eksiksiz bir bütündür. Kanunları teker teker ele alındığında -sistemin yapısı, dayanakları, kalkış noktaları, amaçları incelenmedikçe- gerektiği şekilde anlaşılamaz. Bu sistemdeki parçalar bir bütün olarak uygulanmadığı takdirde işlevlerini tam olarak yerine getiremez. İslâm'ın hükümlerinden veya prensiplerinden herhangi birini, tamamı İslâm'dan kaynaklanmayan bir sistemde uygulanmaya kalkışılırsa boş yere çaba harcanmış olur. Bütündür, koparılmış tek bir parçanın uygulanması, İslâm'ın yürürlüğe konması demek değildir. Çünkü İslâm, parçalar ve bölümler değildir ve bölünemez. İslâm, hayatın her yönüne ilişkin uygulamaları içeren, eksiksiz bir sistemdir.

Bu söylediklerimiz, genel bir özelliğidir bir niteliktir. Hırsızlık konusuyla ilgisi de, bundan farklı olmayacaktır.

İslâm yurdunda yerleşen İslâm toplumundaki her bireyin hayat hakkını ve hayatını koruması için gereken tüm ihtiyaçlarını sağlama hakkını tanımakla işe başlar. Yemesi, içmesi, giyinmesi, oturacağı rahat ve huzur bulacağı bir ev edinmesi, her bireyin hakkıdır.

Her bireyin söz konusu zaruri ihtiyaçlarının temini, toplumun -veya onu temsil eden devletin- üzerindeki bir hakkıdır. Bu ferdin, -çalışmaya gücü olduğu sürece- kendisine öncelikle çalışma imkanı sağlanması, (ferde nasıl çalışacağının öğretilmesi, çalışma şartlarının kolay hale getirilmesi ve ona iş ve araç gereçlerinin sağlanması) toplumdan -ve onu temsilen devletten- beklediği bir haktır.

Ferdin geçici bir süre veya ölene değin, kısmen veya tamamen çalışmaya güç yetiremediği ya da iş veya araç ve gereçlerini bulamadığı ya da çalışması zaruri ihtiyaçlarını karşılamadığı zaman, bireyin bu zaruri ihtiyaçlarının herhangi bir yoldan karşılaması da hakkıdır. Onun bu ihtiyacı şu yollarla giderilebilir:

1- Ailesinde maddi imkanı iyi olan kimselerin şer'an helal olan nafakayı sağlamaları.

2- Mahalle halkından maddi imkanı olan kimselerin şer'an helal olan imkanlar sağlamaları.

3- Müslümanların hazinesinden (beytu'l mal) zekattaki payını alması.

Eğer zekat yeterli değilse, İslâm yurdunda İslâm hukukunu bütünüyle uygulayan İslâm devletinin muhtaçların ihtiyaçlarını zenginlerin mallarından giderme haklarını yerine getirmesi farz olur. Bunu yapanlar da, bu sınırları taşmamalı zaruret dışına taşmamalı ve helal yoldan sağlanan özel mülkün haklarını mülkiyet çiğnenmemelidir.

İslâm, böylece kazanç belirlemeye özen göstermekte yollarını sınırlandırmada şiddetli özel mülkiyet sadece helal yoldan sağlanabilmektedir. Daha önemlisi bu yüzden, İslâm toplumundaki özel mülkiyet ona sahip olmayanların duygularını tahrik etmemekte ve başkalarının elinde bulunan şeyleri almak için ihtiraslarını kabartmamaktadır. Sistem, özellikle, onların ihtiyaçlarını garanti altına almakta ve onları mahrum etmemektedir. İslâm insanların vicdanlarını ve ahlâklarını terbiye eder. Fikirlerini çalışmaya ve bu yolla kazanmaya yöneltir. Haram yoldan çalmaya ve bu yoldan kazanca değil. Fertler iş bulamaz ve kazancı zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez ise, haklarını temiz ve onurlu yollarla kendilerine verir.

O halde bu sistemin gölgesinde yaşayan biri niçin hırsızlık yapsın? Halbuki hırsız ihtiyaçlarını gidermek için çalmamaktadır.

Halbuki zenginlik İslâm yurdunda müslüman toplumun caydırıldığı böyle bir yoldan sağlanamaz. Hırsızlık ise hem toplumun hakkı olan güvenlik ortamını yok eder hem de helal yoldan zengin olanları, helal mal(arının güvenliğinden mahrum eder.

Böyle bir toplum da, her bireyin ne faizden, ne hile yoldan ne stokculuktan ne işçilerin ücretleri sırtından kazanç sağlama hakkı yoktur. Sadece helal yoldan mal kazanma hakkına sahiptir. Daha sonra malından zekatını ve zekattan ayrı olarak da toplumun ihtiyaç duyduğu miktarı verecektir. Yine, böyle bir sistemde her bireyin özel mülkünün güvende olması ve gerek hırsızların, gerekse başkalarının bu malı almasının önlenmesi hakkıdır. Tüm bunlara rağmen, biri hırsızlık yaparsa.. ihtiyacını giderdiği, bu suçun haram olduğunu bildiği ve başkalarının (ki onlar bu mallarını ne çalmışlar ne de haram yoldan biriktirmişlerdir) sahip olduğu mala muhtaç olmadığı halde çalarsa...

Bu durumda iken, hırsızlık yaparsa, onun hiçbir özrü kalmamıştır ve suçu isbat edildiği zaman ona kimsenin acımaması gerekir.

İhtiyaç ve benzeri bir şüphe bulunması durumuna gelince; İslam'da genel kural haddin şüphe durumunda kaldırılmasıdır. Bu yüzden Hz. Ömer bir kıtlık döneminde, hırsızlık suçu toplumda yaygınlaşmasına rağmen el kesme cezasını uygulamamıştır. Yine özel bir olayda, İbnu Hatib b. Ebu Deltea'nın köleleri birinden bir deve çaldığında da el kesme cezasını uygulamamıştır. Önce onların ellerinin kesilmesini emretmiş daha sonra efendilerinin onları aç bıraktığı ortaya çıkınca, onlara had uygulamaktan vazgeçmiş ve efendilerini bedel olarak bir kaç deve değerini paylaştırarak ödeme cezasına çarptırmıştır.

İslâm'ın had cezalarını ancak toplumun bir kesiminin bir diğer kesimden üstün olduğu mantığına dayandırmayan koruma yöntemlerini onurlandırma yöntemlerine başvurmaktan daha öncelikli kabul eden, sadece hiçbir gerekçesi bulunmayan saldırganları cezalandıran eksiksiz sistemin gölgesinde anlamaya çalışmalıyız.

Bu genel gerçeği açıkladıktan sonra, hırsızlığın cezası ile ilgili konuya devam edebiliriz.

Hırsızlık başkasının saklı malını gizlice almaktır. Çalınan malın bir sahip olması gerekir. Müslüman fıkıh bilginleri başkasının saklanmış ve gizlice çalınan malının, en az çeyrek dinar değerinde olması gerektiğinde fikir birliğine varmışlardır. Şu anki paramızla bu, yirmi beş Mısır (Bu değer Mısır parasına göre) etmektedir. Bu malın, gizlenmiş olması ve hırsızın onu gizlendiği yerden çalması Örneğin kendisine mal teslim edilen emanetçinin eli kesilmez. Eve girmeye izinli olan hizmetçi, evden bir şey çalsa yine eli kesilmez. Çünkü bu mal saklanmış değildir. Emanetçinin, emanet malı inkar etmesi tarladaki ürünün ambara götürülmeden çalınması ve ev veya sandık dışındaki bir malın çalınması durumlarında da el kesme cezası uygulanmaz. Malın, başkasından saklanmış olması gereklidir. Ortaklardan biri, diğer ortağının malını çaldığında, da el kesilmez. Çünkü bu malda payı vardır, başkasına ait değildir. Müslümanların hazinesinden (beytü'l mal) çalan kimsenin de eli kesilmez. Çünkü bunda onun da bir payı vardır. Bu da tamamen başkasına ait bir mal değildir. Bu gibi durumlarda uygulanacak, el kesme cezası olmayıp, yalnızca ta'zir cezasıdır. (Tazir, had cezasından daha hafif olan ve hakimin görüş veya toplumun geleneklerine göre değişik durumlarda dövme, hapsetme azarlama ve nasihat etme şeklindeki cezalardır.)

El kesme cezası sağ bilekten kesilerek uygulanır. Tekrar hırsızlık yaparsa, sol ayağı bilekten kesilir. Bunlar el kesme cezasında fikir birliğine varılan ölçülerdir. Fıkıh bilginleri, üçüncü ve dördüncü ne yapılacağını fikir ayrılığına düşmüşlerdir.

Kuşku hadleri düşürür...Açlık ve ihtiyaç bulunduğu şüphesi, hadleri düşürür. Malda ortaklık bulunduğu kuşkusu da haddi kaldırır. Suçunu itiraf eden kimsenin, ifadesinden vazgeçmesi eğer şahid yoksa yine haddi kaldıran bir şüphe sayılır.

Fıkıh bilginleri, neyin şüphe kabul edileceğinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Örneğin İmam Ebu hanife, aslında mubah olan şeylerin -saklanmış olsalar bile- çalınmasında haddi kaldırmıştır. Saklanmış ve yakalanmış avın çalınması gibi. Çünkü bunların her ikisi de aslen mubahtır ve aslı mubah olan şeyin saklandıktan sonra bile mubahlığını sürdürdüğü şüphesi vardır. imamı Malik, İmamı Şafii ve İmamı Ahmed ise, bu gibi durumlarda haddi kaldırmazlar. İmam Ebu Hanife yiyecek, meyva, sebze, et, ekmek vb. gibi bütün çabuk bozulan şeyleri çalmada el kesme haddini kaldırır. İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife'den farklı olarak üç imamın görüşünü kabul etmiştir.

Fıkıh bilginlerinin bu konudaki farklı görüşlerini uzun boylu anlatmaya girişecek değiliz. Ayrıntılı bilgi için fıkıh kitaplarına bakılsın.

İslâm'ın insanların kuşkuları sebebiyle cezalandırılmamalarına yönelik istekliliğine ve hoş görüşüne dair bir gösterge alması için bu örnekleri verdik. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Şüpheler sebebiyle (cezaları) kaldırın."

Hz. Ömer de şöyle buyurmuştur: Şüphe sebebiyle cezaları kaldırmam bana hayır yönünden onu uygulamaktan daha hoş geliyor.

Bununla beraber, İslâm yurdunda yerleşen bir müslüman toplumda tüm korunma yolları ve adalet garantilerinin sağlanmasına rağmen, hırsızlık yapana, hadle sert cezalar vermesinin gerekçeleri açıklandıktan sonra, hırsızlığa verilen el kesme cezasının uygunluğu hakkında bir kaç söz söylememiz yerinde olacaktır:

"Hırsızlık cezasının" el kesme olarak belirlenmesinin sebebi şudur: Hırsız, hırsızlığa niyetlendiği zaman, kazancını başkasının kazancıyla arttırmayı düşünür. O, helal yoldan kazanç küçümsemektedir. Haram yoldan malını arttırmayı ister. Çalışmasının karşılığı ile yetinmez, başkasının çalışmasının karşılığına da göz diker.

Bunu da ya harcamalarını arttırmak ve üstünlük sağlamak için veya çalışmanın ve inek peşinde koşmanın yoruculuğundan kurtulmak; ya da geleceğini güvenceye almak niyetiyle yapar. Onu hırsızlığa yönelten ve bu yola sürükleyen temel neden, kazancını artırma veya servetini çoğaltma düşüncesidir. İslâm hukuku el kesme cezasını ilan ederek, insan ruhundaki bu iç güdülerine engel olmaya çalışmıştır. Çünkü el veya ayak kesme cezası kanunun anlaşılmasına, azalmasına neden olur. Nitekim el ve ayak her halükârda çalışma vasıtalarıdır. Kanunun unutulması ise, servetin azalmasına neden olur. Bu da, harcama gücünden ve üstünlüğün azalması sonucunu doğurur. Böylece de kişiyi daha çok çalışıp, çabalamaya ve gelecekten daha fazla endişelenmeye sürükler.

İslam hukuku, el kesme cezasını kabul ederek insanı suç işlemeye sürükleyen psikolojik faktörleri ortadan kaldırmış ve yerlerine hırsızlık suçundan alıkoyan faktörleri yerleştirmiştir.

Suça sürükleyen faktörlerin ağır bastığı ve insanı suç işleyip cezasını bir defa gördüğü zaman, artık insanı suçtan alıkoyan psikolojik faktörler ağır basar ve bundan böyle ikinci kez bu suçu işlemeye kalkışmaz.

İşte bu, İslâm hukukunun hırsızlık cezasının üzerine yerleştirildiği temeli oluşturmaktadır. Gerçekten bu ceza kainatın yaratılışından günümüze değin hırsızlık cezasının oturtulduğu en hayırlı temeldir.

"Beşeri kanunlar hırsızlık cezası olarak hapsi öngörmektedirler. Bu ceza, genelde suçlarla, özelde de hırsızlık suçu ile mücadele de etkisiz kalan bir cezadır. Bu etkisizliğin sebebi, hapis cezasının hırsızın ruhunda onu, hırsızlık suçunu işlemekten alıkoyacak güdüleri harekete geçirememesidir. Çünkü hâpis cezasında, hırsızla eylemi arasına sadece hapis süresince engel konulmaktadır. Hapiste iken ihtiyaçları karşılanıp istekleri yerine getirildiği halde korunmaya ne ihtiyacı vardır?

Hapisten çıktığında ise, çalışmaya ve kazanmaya kudretli durumdadır. Ona göre tüm yollar açıktır, servetini arttırmak ve geçimini sağlamak için gerek helal, gerekse haram tüm yollar aynıdır. İnsanları kandırmaya ve şerefli biri gibi çıkmaya yetenekli durumdadır. Onlar da onu severler ve kendisiyle işbirliği yaparlar.

Eğer sonuçta emeline ulaşırsa, zaten bu istediği şeydir. Emeline ulaşamazsa da, hiçbir şey kaybetmemekte ve hiçbir önemli çıkarı zedelenmemektedir.

El kesme cezası ise, hırsız ile eylemi arasına engel olarak girer veya çalışma ve kazanma gücü büyük oranda azalır. Daha çok kazanma fırsatı ise artık elden gidecektir. Kazancı pek çok durumda, hiç yoktan iyi olmasına rağmen, çok azalmış ve yok sınırına kadar düşmüştür Artık o insanları bir daha ne kandırabilecek ne de güvenlerini ve işbirliklerini istismar edebilecek bir yeteneği elde edemeyecek şekilde, işlediği suçun izini vücudunda taşıyan bir adamdır. Kesik eli onun kirli geçmişini haykıracaktır. Hatası kesin olarak şudur: El kesme cezası uygulandığında, tahribat o kadar azalmakta, hapis cezası uygulandığında ise, hırsızlığın kazancı tercih edilmektedir. Yalnızca hırsızın değil tüm insanların doğasında çıkar sağlayan işleri tercih etme ve tahribat doğuran eylemlerden ise kaçınma eğilimi vardır.

Tüm bunlardan sonra "el kesme cezası, asrımızda çağdaş medeniyetin ve insanlığın ulaştığı seviye ile uygun düşmemektedir." diyenlere hayret doğrusu. Sanki insanlık ve medeniyet hırsız suçuna karşılık ödüllendirmek, yaptığı eylemleri cesaretlendirmek, korku ve ızdırab içerisinde yaşamak ve tüm çalışmamızın kazancı aylak ve soygunculara peşkeş çekerek güçlük ve zorluklar içerisinde kalmamız anlamına gelmektedir.

Tüm bunlara rağmen, tekrar "El kesme cezası, insanlık ve medeniyetin ulaştığı seviye ile uyuşmaz" lafını ileri sürenlere hayret doğrusu! Sanki medeniyet ve insanlık; sözlerine sapıklıktan başka hiçbir delili bulunmayan (bu adamın sözlerini kabul ederek) çağdaş ilmi ve sağlam mantığı inkar etmemiz, insan doğasını unutmamız -geçmiş milletlerin tecrübelerinden bihaber kalmamız ve aklımızı bir kenara koyarak, düşüncemizin ulaştığı sonuçları yok saymamız anlamına gelmektedir. Uygun ceza gerçekte medeniyet ve insanlıkla uyum içerisinde olan cezadır. Hapis cezası, kaldırılmayı, el kesme cezası ise ebediyen yürürlüğe konmayı haketmiştir. Çünkü, ceza, psikolojinin sağlam temellerine dayanmaktadır. Hapis cezası ise, ne ilmi bir temele ne de tecrübeye dayanmakta ve ne akıl ve mantıkla ne de nesnelerin tabiatı ile uyuşmaktadır.

El kesme cezası, insanın gerek ruhu gerekse aklı ile uyum içerisindedir. Şu halde o, bireylere uygun gelen ve toplumu islaha yönelten bir cezadır. Çünkü o, suçların azalmasına ve toplumun güvencede olmasına neden olur. Ceza bireylerin ve toplumun yararına olduğu sürece, cezaların en üstünü ve en adilidir.

Ne var ki, bütün bu gerekçeler, bazılarına göre el kesme cezasını haklı göstermeye yetmemektedir. çünkü onları, el kesme cezasının çağdaş medeniyetin ulaştığı seviye ile uyuşmayacağı görüşündedirler.

Bu onların ilk ve son gerekçeleridir. Ne var ki, hiç de sağlam bir delil değildir. Çünkü o, adı üzerinde "misliyle mukabele" anlamındaki "ikub" dan türemektedir. Etkisiz ve zayıf olduğundan ceza olmaz. aksine oyun ve eğlence türü birşey olur. Bu isimle isimlenmesinin doğru olabilmesi için cezanın sertlik içermesi gerekir.

Merhametlilerin en merhametlisi olan ve hırsızlığa sert bir ceza veren yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Suçlarına karşılık Allah tarafından belirlenmiş caydırıcı bir ceza olarak onların ellerini kesiniz."

Bu Allah tarafından belirlenmiş caydırıcı bir cezadır. Bir suçun işlenmesini önlemek onu işleyecek olan kişiye karşı bir acımadır. Çünkü bu ceza, o şahsın suç işlemesini önleyecektir. Kalbi kararmış ve ruhu körlenmiş kimseden başkası, insanları yaratan Allah'tan daha çok insanlara karşı merhamet hissi beslediğini ileri sürmez. Uygulamalar, el kesme cezasını, İslâm'ın ilk bir asırlık döneminde sadece bir kaç kişiye verildiğini göstermektedir. Çünkü topluma düzenli cezalar sert ve güvenceler yeterli olduğu için sadece birkaç kişiye uygulamak ihtiyacı doğmuştur. Sonra Allah tevbe etmek isteyen, pişman olup, dönen ve vazgeçen daha sonra da bu olumsuz sınırları aşmayan, aksine salih amel işleyen ve olumlu hayırlara yönelen kimseye tevbe kapısını açar.

"Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip, ıslah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir."

Zulüm ne kötü bir fiildir ve zalimi zulümden sakındırıp oturmak yeterli değildir. Aksine, onun yeri, iyi ve uygun bir fiil ile doldurulmalıdır. ilahi sistemde durum, bundan daha hassastır. İnsanın ruhu, harekete geçirilmelidir. O kötülük ve bozgunculuktan alıkonulduğu halde iyi ve salih amele yöneltilmez ise, yerinde bir boşluk kalacak ve bu boşluk tekrar kötülük ve bozgunculukla doldurabilecektir.

İyilik ve ıslaha yöneltildiğinde ise, bu olumlu hareket ve bu faaliyet sayesinde tekrar kötülük ve bozgunculuğa dönmeyeceğinden güvencede olunur. Bu yöntem ile insanları terbiye eden Allah'dır. Yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allah'tır.

Suç ve cezadan tevbe ve bağıştan söz edildikten sonra Kur'an ayetleri dünya ve ahiretteki ceza kanunlarının temellendiği şu genel prensibe geçmektedir. Bu evrenin yaratanı ve sahibi aynı zamanda oradaki en yüksek iradenin sahibi ve evren hakkında tam bir yetki sahibidir. Gerek evrenin gerekse içindeki varlıkların (ne olacağına) o karar verir. Buna bağlı olarak insanlara hayatlarında uygulayacakları kanunları koyan, sonra dünya ve ahirette onları amellerine göre mükafatlandıran ve cezalandıran da O'dur.

"Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'ın tekelinde olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba çarptırır ve dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü her şeye yeter."

O biricik egemendir. Tüm mülkün hükümdarıdır. O, dünyada yaşamının kaynağı, ahirette ise ceza ve mükafatın belirleyicisidir. O ne ortak ne bölünme ne de ayrılık kabul eder. İnsanların işleri ancak dünyada ve ahirette yasama yetkisi ve ceza yetkisinin aynı buyruktan alınması ile bir düzene girer.

"... Eğer yerde ve gökte birden çok ilah olsaydı, bunlar kargaşaya koyulurdu." (Enbiya Suresi, 22)

"Gökte de ilah, yerde de ilah O'dur." (Zuhruf Suresi, 84)

ULUHİYET GERÇEĞİ

Burada, İslâm inancı, İslâmî metod, İslâm'ın yönetim ve yaşam sistemine ilişkin en önemli meselelerden biri ele alınıyor. Bu meseleye daha önce, Al-i İmran ve Nisa surelerinde de değinilmişti. Ancak söz konusu mesele, buradaki ayetlerde, çok daha net ve kesin bir biçimde kazanıyor. Buradaki nasslar, mefhum ve çağrışım olarak değil, bizzat lafız ve anlam bakımından bu temel meseleye dikkat çekiyor.

Bu da, yasama, yürütme ve yargı -ardından, ilahlık, tevhid ve iman meselesidir. Meselenin özü, şu sorulara verilecek cevaplarla özetlenebilir: Yasama, yürütme ve yargı, peş peşe gelen semavi dinlerce muhafaza edilen, peygamberlere ve onların yolundan yürüyebilmeleri için daha sonraki yöneticilere farz kılınan Allah'ın misaklarına, akitlerine ve koyduğu kurallara göre mi olacak? Yoksa, değişken arzulara, Allah'ın koyduğu kurallardan hiç biriyle teyellendirilemeyen çıkarlara, bir nesil ya da değişik kuşaklarca benimsenen geleneğe göre mi olacak? Bir başka deyişle, yeryüzünde ve insanların yaşamlarında, ilahlık, Rablik ve hakimiyet, Allah'a mı ait olacak? Yoksa tüm bu saydıklarımız ya da bunlardan biri, insanlardan, Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan birine mi ait olacak?

Yüce Allah, "O Allah ki O'ndan başka ilah yoktur" buyuruyor. Allah'ın insanlar için koyduğu kurallar, O'nun insanların ilahı, insanların da O'nun kulu olmasını gerektirmektedir. Allah, insanları, söz konusu kurallarla, bunları uygulamakla yükümlü kılınıştır. Yeryüzünde egemen olması gereken kurallar bunlardır. İnsanların aralarında hüküm verecekleri kurallar bunlardır. Peygamberlerin ve onlardan sonra iş başına geçecek yöneticilerin uymaları gereken kurallar bunlardır.

Yüce Allah, bu noktada savsaklamaya yer yoktur buyuruyor. Bu noktada ödün verilemez. Küçük çapta da olsa herhangi bir açıdan sapmaya yer verilemez. Allah'ın izin vermediği bir meselede, şu veya bu biçimde bir kuşağın benimsediklerine yada bir toplumun kabullendiklerine itibar edilemez.

Yüce Allah, -tüm bu hususlarda- meselenin, iman yada küfür, İslâm yada cahiliyye, şeriat yada beşerî kökenli sistemler meselesi olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda, bir uzlaşma söz konusu olamaz! Mü'minler, Allah'ın indirdiklerini, tek bir harf bile eksiltmeksizin, herhangi bir değişikliğe yeltenmeksizin, aynen yürürlüğe koyanlardır.

Kafirlere, zalimlere, fasıklara gelince onlar, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir. Dolayısıyla yöneticiler, ya Allah'ın şeriatını bütünüyle uygulayarak iman çerçevesinin içerisinde kalacaklar ya da Allah'ın izin vermediği başka bir şeriatı tatbik ederek, kafirler, zalimler, fasıklar sınıfına dahil olacaklardır. İnsanlar da yöneticilerden ve yargıçlardan, kendilerine ilişkin meselelerde, Allah'ın hükmünün uygulanmasını kabul etmek suretiyle mü'min olacaklardır. Aksi taktirde, mümin olamayacaklardır. Bu iki uç arasında, bir orta yol yoktur. Bu bağlamda, bir akıl yürütme, bir mazeret, ya da çıkar gözeticiliği diye bir şey ileri sürülemez. Zira Allah, insanların Rabbidir. İnsanlar için neyin uygun olduğunu bilendir. İnsanlar için en uygun olanların gerçekleşmesi için de onlar için bir şeriat belirlemektedir. Allah'ın kullarından hiç kimse, "Ben Allah'ın şeriatını kabul etmiyorum" ya da "İnsanların menfaatlerini ben, Allah'tan daha iyi bilirim" diyemez. Diliyle ya da davranışlarıyla böyle birşey diyecek olursa, o kimse iman çerçevesinin dışına çıkmıştır.

İşte burada, son derece açık ve net nasslarla, çok ama çok önemli olan bu meseleye temas ediliyor. Bir yandan da, Medine'deki yahudilerin durumları, münafıklarla birlikte gerçekleştirdikleri manevralar ve hazırladıkları komplolar, ayrıca, İslâm'ın Medine'de devlet oluşundan itibaren sürekli kurdukları tuzaklara karşı peygamberimizin nasıl bir tavır takındığı dile getiriliyor.

Burada ayetlerin akışı içerisinde önce şu tesbit yapılıyor: Allah katından gelen tüm dinler, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin mutlak gerekliliğinin, tüm yaşamın Allah'ın şeriatına göre düzenlenmesinin, bu meselenin iman ile küfür, İslâm ile cahiliyye, şeriat ile beşerî sistemler arasında bir yol ayrımı olarak algılanmasının zorunluluğunu ifade eder... Tevrat'ı Allah, bir yol gösterici, bir aydınlatıcı olarak indirmiştir: "Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler."

"Onların yanlarında, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat vardır"

"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak bildirdik ki canın karşılığı candır."

"Allah Meryem oğlu İsa'ya da, "kendinden önceki Tevrat'ı onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan" İncil'i indirmiştir. "İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre büküm versin". Yine Allah peygamberimize de "daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitab" Kur'an'ı indirmiş ve ona "Onlar arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!" buyurmuştur. "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin ta kendileridir." "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridir".. "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler fasıkların ta kendileridir." "Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre, Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?" Görüldüğü gibi tüm dinler, bu meseleye dikkat çekmekte,dolayısıyla gerek yöneticiler gerekse yönetilenler için, imanın tanımının ve İslâm'ın şartının ne olduğu tespit edilmektedir. Bu da yönetenlerin Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi, yönetilenlerin bu hükmü kabul etmesi ya da Allah'ın şeriatı dışındaki şeriatların ve hükümlerin istenilmemesidir.

Meseleyi bu şekilde ortaya koymak, son derece önemlidir. Bu çerçeve içerisinde, söz konusu meselede titizlenmenin temelinde, son derece önemli nedenler vardır. Bu nedenler nelerdir acaba? İşte bizler, gerek buradaki nasslarda, gerekse Kur'an'ın genel akışı içerisinde, bu sorunun cevabını aradığımızda, söz konusu nedenlerin son derece açık ve net bir biçimde ortada olduğunu görüyoruz.

Bu meselede karşımıza çıkan en önemli noktalardan ilki, Allah'ın İlahlığını, Rabbliğini ve insanlar üzerinde -hiçbir ortağı olmaksızın- egemenliğini kabul emek ya da bunu reddetmektedir. İşte bu bağlamda, mesele iman ya da küfür, İslâm ya da cahiliyye meselesidir.

Kur'an'ın her yerinde bu gerçek vurgulanmaktadır...

Allah, yaratandır... Bu evrenin yaratıcısıdır. Bu insanın yaratıcısıdır. Yerlerde ve göklerde ne varsa tümünü, bu insanın hizmetine vermiştir. Allah, yaratmada tektir. Bu konuda, öyle ya da böyle, hiç bir ortağı söz konusu değildir.

Allah, yaratıcı olduğu gibi, aynı zamanda rızık verendir. Hiç kimse, ne kendi si ne de bir başkası için, rızık noktasında, öyle ya da böyle, hiç bir güce sahip değildir.

Evren ve insanlar üzerinde egemen olan biricik güç, Allah'tır. O, yaratandır,her şeyin sahibidir, rızık verendir. Gücün gerçek sahibi O'dur. O'nun gücü olmaksızın, ne yaratmaktan söz edilebilir, ne rızıktan, ne yarardan, ne de zarardan... Bu varlık aleminde salt egemen olan Allah'tır.

İman, Allah'ı tüm bu nitelikleriyle birlikte kabul etmektir. İlahlık, egemenlik konularında O'na, -kesinlikle hiçbir ortak koşmaksızın- boyun eğmektir. İslam, teslim olmak ve söz konusu niteliklerin gerektirdiklerine itaat etmektir. İlahlık, Rabblik, -insanların yaşamı da dahil olmak üzere- tüm varlıklara egemenlik noktalarında, Allah'ı birlemek demektir. O'nun, gerek yazgıda, gerekse şeriatında son derece belirgin olan egemenliğini tanımak demektir. Allah'ın şeriatına teslim olmanın anlamı, -herşeyden önce- O'nun İlahlığını, Rabbliğini ve egemenliğini kabullenmek demektir. Söz konusu şeriata teslim olmayıp, yaşamın hangi alanında olursa olsun başka bir şeriatı benimsemenin anlamı ise, -herşeyden önce- Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve egemenliğini kabullenmeyi reddetmek demektir. Teslimiyetin ya da inkârın, sözle ya da davranışla olması birşey değiştirmez. Bu, küfür ya da iman, cahiliyye ya da İslâm meselesidir. Bu nedenle de Allah şöyle buyuruyor: "kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar, kâfirlerin ta kendileridir.", "zalimlerin ta kendileridir", "fasıkların ta kendileridir."

Bu meselede ikinci önemli nokta ise, Allah'ın şeriatının, insanların koyduğu şeriatlar karşısında kaçınılmaz bir biçimde ve kesinkes üstün olduğunu kabul emektir. Burada ele aldığımız ayetlerin sonuncusunda, bu üstünlük şöyle dile getiriliyor: "Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Her türlü sosyal davranışta, her türlü sosyal durumda, Allah'ın şeriatının üstünlüğünü, mutlak biçimde kabul etmek de yine küfür ve iman meselesine girmektedir. İnsanların sosyal davranışları ve durumları ne olursa olsun hiç kimse, herhangi bir insan tarafından belirlenmiş bir şeriatın üstünlüğünü ya da onun Allah'ın şeriatına eşdeğerliğini öne süremez. Buna yeltenen bir kimsenin, aynı zamanda mümin ya da müslüman olduğunu öne sürmesi ise asla olası değildir. Çünkü bu görüşü ileri süren kimse, insanların durumlarını Allah'tan daha iyi bilebileceği, onların sorunlarını çözümlemede Allah'tan daha iyi hükümler koyabileceği iddiasındadır. Söz konusu kişi bu tutumuyla, insanların yaşamları süresince karşılaşabilecekleri durumları ve onların gereksinimlerini Allah'ın bilemediğini, bu nedenle de şeriatında bir hüküm belirlemediğini ya da bilmesine karşın herhangi bir hüküm belirlemediğini savlamaktadır. Böylesi bir iddiada bulunan kişi her ne kadar müminim dese de onun bu tutumu, iman ve İslâm ile asla bağdaştırılamaz.

Allah'ın şeriatının diğer şeriatlar karşısındaki üstünlüğünün tezahürlerine gelince, bunları tümüyle kavrayabilmek güçtür. Zira, Allah'ın şeriatının hikmeti, herhangi bir nesil için bütünüyle ortaya çıkmış değildir. Allah'ın şeriatının ortaya çıkmış olan kimi hikmetlerini ise burada ayrıntılarıyla verebilmemiz güçtür. Bu nedenle, konuya çok kısa değinmekle yetineceğiz:

Allah'ın şeriatı, insanların yaşamına ilişkin kapsamlı, bütüncül bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Bu şeriatta, yaşam biçimleri nasıl ve hangi düzeyde olursa olsun insanların yaşamlarının her yönünü geliştirme, yönlendirme ve düzenleme söz konusudur.

Bu sistem, insanın varlığı, insanlığın gereksinimleri ve insanın üzerinde yaşadığı evrene ilişkin gerçekliğe, ayrıca evrende ve insanlığın oluşumunda egemen olan doğa yasalarının yapısına ilişkin mutlak bilgiye dayanmaktadır. Bu sistem, yaşama ilişkin hiç bir meseleyi es geçmemiştir. Dolayısıyla bu sistem, insanların etkinlik biçimleri arasında yıkıcı bir çatışmaya yol açmadığı gibi, söz konusu etkinlikler ile doğa yasaları arasında da yıkıcı bir çatışmaya yol açmamaktadır. Tam tersine bu sistem, bir denge, bir uyum ve bir bütünlük sağlamaktadır. Salt dış tezahürlere ve salt belirli bir zaman diliminde ortaya çıkmış şeylere göre bilgilenmiş bir insanın ürünü olan bir sistem ise, yukarıda söylediğimiz mükemmelliği sağlayamayacaktır. İnsan tarafından belirlenmiş bir sistem, beşerî bilgisizliğin olumsuz etkilerinden kurtulamayacaktır. Dolayısıyla böyle bir sistemin, insanların etkinlik biçimleri arasında yıkıcı bir çatışmaya yol açması ve bunun da şiddetli sarsıntıları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.

Allah'ın şeriatı, mutlak adalet üzerine kurulmuş bir sistemdir. Zira Allah, mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini herkesten iyi bilmektedir. Yine O, tüm varlıkların rabbi olması dolayısıyla, varlıklar arasında adaleti sağlama, geçici arzu, eğilim, zayıflık, bilgisizlik, eksiklik, aşırılık ve ihmalkarlık gibi olumsuz niteliklerden uzak bir biçimde, kendi sistemini ve şeriatını belirleme gücüne sahiptir. Oysa, şehvetlerle, tutkularla, zaafla, geçici arzularla donatılan, üstüne üstlük bilgisizlik ve eksiklikten kurtulamayan insanın üreteceği bir sistem mükemmel olamayacaktır. Bu bağlamda söz konusu beşerî sistemin, bir birey, bir sınıf, bir ulus ya da bir kuşak tarafından üretilmiş olması gerçeği değiştirmez. Her ne olursa olsun beşerî bir sistem, geçici arzular, değişken istemler, tutkular ve bunlara ek olarak bilgisizlik, eksiklik, tek bir kuşakta bile olsa belirli bir meseleye bütüncül bir çözüm sunmadaki acizlik nedeniyle, kendini yetersizlikten kurtaramayacaktır.

Allah'ın şeriatı, tüm doğa yasalarıyla uyum içerisindedir. Çünkü bu şeriatın sahibi, evrenin de sahibidir. Evreni de insanı da yaratan O'dur. Dolayısıyla insana ilişkin bir şeriat belirlerken, onu evrendeki öğelerden biri olarak görmektedir. İnsan, Allah tarafından, doğru yolda yürümek ve evrendeki yasaları bilmek koşuluyla, kendi hizmetine sunulan bu evrene belirli oranda da olsa yön verebilme gücüyle donatılmıştır. Dolayısıyla bu noktada, insanın hareketi ile içinde yaşamakta olduğu evrenin hareketi arasında, bir uyum sağlanabilmektedir. Bu şeriatta insan yaşamına, evrenle uyum içinde en doğal düzen sağlanmaktadır. Ve insan, salt kendisine ve hemcinslerine karşı değil, aynı zamanda evrendeki canlı cansız tüm varlıklara karşı nasıl davranacağını bu şeriata göre belirlemek durumundadır. İnsanın bu evrenden soyutlanabilmesi mümkün olmayacağına göre, onunla olan ilişkisini sağlam ve doğru bir yönteme uygun biçimde belirlemesi de kaçınılmazdır.

Yine, insanı insana kölelikten kurtaran biricik sistem de Allah'ın şeriatıdır. İslâm sistemi dışındaki tüm sistemlerde, insan insanın kölesi kılınmakta ve insan insana tapmaktadır. İnsanı, kullara kölelikten kurtararak, hiç bir ortağı söz konusu olmayan Allah'a ibadet eder hale getirmek, sadece ve sadece İslâm sistemine ait bir özelliktir.

Daha önce de açıkladığımız üzere, ilahlık konusundaki niteliklerin en önemlisi, egemenliktir. Bu durumda, bir grup insan için kanun koyan bir kişi kendisini, o insanlar nezdinde ilahlık mertebesine yükseltmekte ve ilahlığa ilişkin nitelikleri kullanmış olmaktadır. Böyle bir durumda söz konusu insanlar, o kanun koyucunun kuludurlar, Allah'ın kulu değil. Yine söz konusu insanlar bu durumda, Allah'ın dinine değil, o kanun koyucunun dinine mensup olmuş demektirler.

İslâm, şeriat belirleme hakkını sadece Allah'a vermekle insanı, kula kulluktan kurtarmış, onun sadece Allah'a ibadet eder hale gelmesini sağlamıştır. Bu nedenle İslâm, insanın özgürlüğünü, insanın yeniden doğuşunu muştulayan bir dindir... Zira insanın, kendisini bir başka insanın hegemonyasından kurtaramadıkça, bu noktada tüm insanlarla Allah önünde eşit bir konumda olmadıkça, kendisini yenileyebilmesi ya da varlığını koruyabilmesi olası değildir.

Buradaki ayetlerde üzerinde durulan mesele gerçekten, İslâm inancındaki en önemli meselelerden biridir. Bu, ilahlık ve kulluk, adalet ve doğruluk, özgürlük ve eşitlik, ayrıca insanın özgürlüğü -hatta yeniden doğuşu- ile doğrudan ilintili olması sebebiyle, küfür ya da iman, cahiliyye ya da İslâm meselesidir.

Cahiliyye, belirli bir tarihsel süreçten ibaret değildir. Herhangi bir sistemde cahiliyye prensipleri mevcutsa, bu olgu halâ yaşanıyor demektir. Cahiliyye, en özlü tanımıyla, Allah'ın sistemini ve insanlara gönderdiği şeriatını değil de, insanlarca geçici arzular doğrultusunda belirlenmiş bir şeriatı benimsemektir. Bu geçici ve değişken arzuların, bir bireyin, bir sınıfın, bir ulusun ya da belirli bir kuşaktaki tüm insanların ürünü olması hiç birşeyi değiştirmez. Bu arzular ve istemler Allah'ın şeriatından kaynaklanmadıkça, değişken ve geçici arzular olmaktan öteye geçemeyecektir.

Bir insan, insanlar için kanun koyucu durumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda yasaların kaynağında, o insanın arzuları ve görüşleri bulunmaktadır. Dolayısıyla farklılık sadece sözcüklerdedir.

Bir sınıf, diğer sınıflar için kanun koyucu durumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda yasalar, söz konusu sınıfın çıkarları ya da parlamenter çoğunluğun görüşü doğrultusunda belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık yine, sadece sözcüklerdedir.

Bir ulustaki tüm sınıfların, tüm sektörlerin temsilcileri kendileri için kanun koyucu konumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda kanun, yanıltıcı tutkulardan kesinlikle kurtulamayan, bilgisizlikten kesinlikle soyutlanamayan insanların arzularına ya da halkın görüşlerine göre belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık yine sadece sözcüklerdedir.

Bir grup ulus, insanlık adına kanun koyucu durumundaysa, bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda kanun, söz konusu ulusların ulusal amaçları ya da devletler topluluğunun görüşü doğrultusunda belirlenmektedir. Dolayısıyla burada da farklılık sadece sözcüklerdedir.

Ancak, kanun koyucu, insanların yaratıcısı, toplumların yaratıcısı, ulusların ve kuşakların yaratıcısı ise, bu durumda söz konusu olan, Allah'ın şeriatıdır. Bu şeriatta, hiç kimse bir başkasına karşı kayırılmamaktadır.. Hiç bir birey, hiçbir toplum, hiçbir devlet, hiçbir nesil, bir diğerine karşı kollanıp kayırılmamaktadır. Zira Allah, herkesin Rabbidir. O'nun önünde herkes eşittir. Zira Allah, herkesin gerçek durumunu ve herkes için neyin uygun olduğunu çok iyi bilmektedir. Hiçbir aşırılığa ya da savsaklamaya düşmeksizin insanların yararını gözetme ve gereksinimlerine yanıt verme noktasında, hiç kimse Allah'tan daha üstün bir konumda olamaz.

Kanun koyucu Allah'ın dışında biriyse insanlar, söz konusu kanun koyucunun kulu durumundadır. Bu bağlamda kanun koyucunun, bir birey, bir sınıf, bir ulus ya da bir devletler topluluğu olması hiç bir şeyi değiştirmez.

Ancak, kanun koyucu Allah ise, herkes özgür ve eşit demektir. Herkes sadece Allah'a boyun eğecek, sadece Allah'a ibadet edecek demektir. İnsanoğlunun yaşamında ve evrenin mevcut düzeninde söz konusu meselenin bu denli önemli oluşunun nedeni, burada yatmaktadır: "Eğer gerçek, onların değişken istemlerine ve arzularına göre belirlenseydi, gökler ve yeryüzü ve oralarda bulunanlar bozulup giderlerdi." (Müminun Suresi, 71)

Allah'ın indirdikleri dışında yasalarla hükmetmenin sonucu, kötülük, bozgun ve nihayet iman çerçevesinin dışına çıkmaktır.



YAHUDİLER VE MÜNAFİKLAR

41- Ey peygamber, kalpleri iman etmediği halde ağızdan "inandık" diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve "size şöyle bir fetva verilerse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın " diyen kimselerdir. Eğer Allah birini saptırmayı dilerse sen Allah'a karşı onun için hiç bir şey yapamazsın. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini arıtmayı dilememiştir. Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir.

42- Onlar körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse istersen aralarında hüküm ver, istersen kendilerine yüz çevir. Eğer onlara yüz çevirirsen sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever.

43- Onlar Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar? Onlar kesinlikle imansızdırlar.

Bu ayetlerin, hicretin ilk yıllarında indiği daha ilk bakışta anlaşılıyor. (Bu ayetler en azından, Ahzab Savaşı ve Benî Kurayza yahudilerinin sürülmesinden önce inmiş olmalıdır. Daha önce Medine'de Benî Nadir ve Benî Kaynuka yahudileri de bulunuyordu. Ancak bunlardan önce Benî Nadir, ardından da Benî Kaynuka, Medine'den sürülmüşlerdi.) O dönemde yahudiler birtakım entrikalar peşindeydiler. Münafıklar da, tıpkı yılanın deliğine sığınması gibi, yahudilere sığınmaktaydılar. Her ne kadar münafıklar, dillerinin ucu la "biz iman ettik" deseler de, münafığı da yahudisi de küfür kulvarında adeta birbiriyle yarış içindeydiler. Onların bu durumları peygamberimizin, üzülmesine ve acı çekmesine yol açıyordu.

Allah bu noktada, peygamberi teselli ediyor. Onun yüreğini ferahlatıyor. İnsanların tutumlarındaki arka-planı, onun gözleri önüne seriyor. Gerek münafıklardan gerek yahudilerden küfürde birbiriyle yarışanlara ilişkin gerçeği, müslümanlar için açıkça ortaya koyuyor. Peygambere, onların kendisine gelmezden önce planladıkları entrikaları, çevirdikleri dolapları bildirmesinin ardından, söz konusu kişiler kendisine aralarında hüküm vermesi için başvurduklarında, nasıl bir yöntem izleyeceğini gösteriyor:

"Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızdan, `inandık' diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve `size şöyle bir fetva verilirse uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın' diyen kimselerdir."

Bu ayetlerin, zina, hırsızlık vb. türden -niteliklerine ilişkin farklı rivayetler bulunan- birtakım suçlar işlemiş olan kimi yahudiler hakkında indiği söylenmektedir. Bu suçların cezası, Tevrat'ta bellidir. Ancak yahudiler başlangıçta, bu cezaları aralarındaki aristokratlara uygulamak istemedikleri için, Tevrat'ın hükümlerini değil de, kafalarına göre kimi hükümler belirlemişlerdi. Yahudiler bir süre sonra, çemberi daha da genişleterek tüm yahudileri bu uygulama kapsamına aldılar ve Tevrat'taki tazir cezalarının yerine kendilerinin belirledikleri birtakım cezalar ikame ettiler. (Aslında çağımızda, kendilerini müslüman olarak yaftalayan kimi insanların bu bağlamda yaptıkları da, söz konusu yahudilerin tutumlarından farksızdır.) İşte o dönemde yahudiler bu tür suçları işlediklerinde, içlerindeki art niyetleriyle birlikte, fetva almak için peygamberimize gelirlerdi. Eğer peygamberimiz fazla ağır bir ceza vermezse, uygulamayı düşünüyorlardı. Hem böylece Allah katında kendilerine bir gerekçe de hazırlamış olacaklardı! Bu karar bir peygamber tarafından verilmiştir diyeceklerdi! Ancak peygamberimiz, Tevrat'takine benzer bir hüküm verecek olursa, bunu uygulamayacaklardı. Onlardan kimileri bu düşünceler içinde fetva arıyorlardı. Bunun içindir ki şöyle diyorlardı:

"Size şöyle bir fetva verilirse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın."

Saçmalık, anlamsızlık, ayrıca Allah'a ve peygamberine karşı yükümlülüklerinde umursamazlık konusunda bu denli ileri gitmişlerdi. Aslında bu, belirli bir zaman sonra yürekleri taşlaşan, yüreklerinde imanın sıcaklığı kaybolan, yüreklerindeki iman ışığı sönen her "kitap ehli"ne genellenebilecek bir tablodur. Bu duruma gelenler için, inançlarından, şeriatlarından ve getirilen yükümlülüklerden kurtulabilmek, bir amaç haline dönüşür. Söz konusu kimseler artık, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için çeşitli yollara başvururlar. Kendileri için bir çıkış yolu, bir hile bulabilme umuduyla, fetva aramaya koyulurlar. Nitekim günümüzde de, "dudaklarının ucuyla inandık diyen, ama yürekleri iman etmemiş olan"müslüman yaftalı kişilerin tutumlarında da aynı durum göze çarpmıyor mu? Dini uygulamak değil de, sadece bir kılıf bulabilmek için fetva peşine düşmüyor mu onlar da? Yine onlar da, kendi istemlerini sabitleştirebilmek, onları onaylayabilmek için, gerektiğinde dini bir kalemde silip bir kenara atmıyorlar mı? Dinin, gerçeği dile getirmesi, en doğru hükmü vermiş olması, aslında bu tür insanlar için bir anlam ifade etmektedir.

Bugün de yaşanan, aynı olgudur. Yüce Allah'ın, İsrailoğulları'nın durumunu bu denli geniş, bu denli ayrıntılı bir biçimde anlatmasının nedeni de bu olmalıdır. Yüce Allah, tüm bu anlattıklarıyla "müslüman" kuşakları uyarmak istemektedir. Uyanık müslümanların, doğru yoldan sapmalarına neden olabilecek tutumlar konusunda gözlerini dört açmaları için, özenle dikkat çekmektedir.

Yüce Allah, küfürde birbirleriyle yarışan, binbir türlü entrika ve komplo peşinde olan söz konusu kimseler hakkında, peygamberimize şöyle buyuruyor: Onların küfürde yarışmaları, seni üzmesin. Onlar bozgunculuk peşindedirler. Aslında içinde bulundukları durum, bozgunun ta kendisidir. Bu durumda, senin yapabileceğin bir şey yoktur. Onlar bozgunculuk peşinde koştukları ve bu doğrultuda hareket etmekte direttikleri sürece senin, onları bu durumdan alıkoyman imkansızdır:

"Eğer Allah, birini saptırmayı dilerse sen, Allah'a karşı, onun için hiçbir şey yapamazsın."

Onların yürekleri kir bağlamıştır. Ve Allah onların yüreklerini, bu pislikten arıtmak istememektedir. Onların yardakçıları da, bu pisliğe batmayı yeğlemiştir:

"Allah, bunların kalplerini arıtmayı dilememiştir."

Allah onları, dünyada rezil olmakla, ahirette de çetin bir azapla cezalandıracaktır:

"Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir."

Sen onlardan sorumlu değilsin. Onların küfrü yeğlemeleri seni üzmesin. Onların bu durumlarına, aldırma sen. Bu meselenin, defteri kapatılmıştır artık.

Yüce Allah daha sonra peygamberimize, söz konusu kimseler aralarında hüküm vermesi için kendisine başvurduklarında onlara karşı nasıl davranacağını açıklıyor. Yalnız, bu açıklamadan önce, söz konusu insanların durumları, ahlâk ve davranışları bakımından sonuçta düşmüş oldukları aşağılık düzey dile getiriliyor:

"Onlar, körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver, istersen kendilerinden yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever."

Yüce Allah onların, körü körüne yalana kandıklarını vurguluyor. Bunu öylesine çok yapmaktadırlar ki söz konusu olgu, onların değişmez niteliği haline gelmiştir. Yalan ve batıl söz konusu olduğunda kulaklarını dört açmakta, gerçek ve doğrular söz konusu olduğunda ise kulaklarını ısrarla tıkamaktadırlar... Bozulan yüreklerin durumu, parlaklığını yitirmiş ruhların hâli budur işte... Sapıtmış toplumlarda, yalan ve batıl sözler ne kadar da ilgi görmektedir. Yine bu toplumlarda, gerçek ve doğru sözler ne kadar da dayanılmaz bir şeydir. Bu çağda, ne kadar da revaçta batıl! Yaşadığımız şu iğrenç dönemde, hakkın destekçileri ne kadar da kesat!

Bunlar; körü körüne yalana kanarlar... Israrla haram yerler...Buradaki haram; faiz, rüşvet, ısmarlama konuşmalar ve fetvalar için alınan karşılık da dahil olmak üzere, her türlü haram malı kapsamaktadır. Bunlar, onların ve de her dönemde Allah'ın çizdiği yolun dışına çıkmış toplumların, yemekte oldukları haramların belli başlılarıdır. Bu ayette haram için "suht" sözcüğü kullanıldı. Çünkü bu, bereketin kökünü kurutmaktadır. Sapıtmış toplumlarda betin bereketin kalmadığı ne kadar da belirgindir. Bugün bunu, Allah'ın sisteminden, şeriatından uzaklaşmış olan her toplumda, kendi gözlerimizle de görmüyor muyuz?

Yüce Allah, söz konusu kişiler arasında hüküm verip vermeme konusunda peygamberimizi serbest bırakıyor. Ona gelip hüküm vermesini istediklerinde peygamberimiz dilerse, onlardan yüz çevirecektir. Böyle yaptığında onlar, peygamberimize hiçbir zarar dokunduramayacaklardır. Peygamberimiz isterse, onlar arasında hüküm verecektir. Ancak, hüküm vermeyi yeğlerse, -onların arzularına kapılmaksızın, yarışırcasına küfre koşmalarından, çevirdikleri dolaplardan, entrikalardan etkilenmeksizin- adalet uyarınca hüküm verecektir.

"Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever."

Bu meselede, peygamber de, müslüman devlet başkanı da, müslüman yargıç da, Allah'ın buyruğu doğrultusunda hareket etmekle, adaletin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever. İnsanlar zulmetmiş, ihanet etmiş, sapıtmış olsalar bile adalet, onların bu yaptıklarından doğabilecek her türlü etkilerine kapalı tutulmalıdır. Çünkü buradaki adalet, insanların durumlarına göre değil, Allah'ın buyruğu doğrultusunda belirlenmiştir... İşte bu, her yerde ve her çağda geçerli olan İslâm şeriatı ve İslâm'ın yargı sistemindeki kesin güvencenin göstergesidir.

Burada, peygamberimizin yahudiler arasında hüküm verme konusunda serbest bırakılmış olması bizlere, bu hükmün ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu gösteriyor. Zira daha sonraları, İslâm şeriatına göre hüküm verme ve yargılama zorunlu kılınmıştır. "Daru'l-İslâm"da sadece Allah'ın şeriatı uygulanır. Orada yaşayan herkes, Allah'ın şeriatına göre yargılanmak durumundadır. Bununla birlikte, İslâm devletinde, İslâm toplumu arasında yaşayan "Kitap Ehli" için İslâm'ın özel bir prensibi vardır. Bu prensibe göre "Kitap Ehli", kendi şeriatlarında bulunan hükümler ve kamu düzenine ilişkin esaslar dışında, hiçbir konuda zorlanamaz. Onlar için, kendi şeriatlarında serbest bırakılmış herşey, serbesttir. Domuz beslemek, domuz eti yemek, -müslümanlara. satmamak koşuluyla- içki imal etmek ve içmek, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ancak faiz, onlar için de yasaktır. Zira bu, onların kitabında da haram kılınmıştır. Yine, zina ve hırsızlık suçlarına ilişkin cezalar, -onların kitabında da bulunmasından ötürü- onlara da uygulanır. Ayrıca, devlete baş kaldırmak ve ülkede bozgunculuk yapmak gibi suçlar işleyecek olurlarsa, -tıpkı müslüman yurttaşlar gibi, onlar da- gereken cezaya çarptırılırlar. Çünkü bu, İslâm devletinin ve onun sınırları dahilinde yaşayan, müslüman olsun ya da olmasın her yurttaşın güvenliğini sağlama bakımından bir zorunluluktur. Zaten bu noktada, İslâm devletinin sınırları dahilindeki hiçbir yurttaşa, hiçbir şekilde göz yumulamaz.

Peygamberin, hüküm verip vermeme konusunda serbest bırakılmış olduğu dönemde yahudiler, kimi davalarını, halletmesi için peygamberimize getirirlerdi. Mâlik'in, Nâfi' ve Abdullah bin Ömer'den naklen bizlere aktarmış olduğu bir olay, bu konuda bir örnek olarak gösterilebilir: "Yahudiler, peygamberimize gelerek, kendilerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini söylediler. Bunun üzerine peygamberimiz onlara:"Recm konusunda Tevrat'tan nasıl bir hüküm çıkarıyorsunuz?" diye sordu. Onlar: "Kendilerini teşhir ederiz ve de kırbaçlanırlar" şeklinde yanıtladılar. Bu yanıt üzerine Abdullah bin Selâm: "yalan söylediniz! Tevrat'ta recm cezası var!" dedi. Buna karşılık yahudiler, Tevrat'ı getirip açtılar. Aralarından biri, parmağıyla recm ayetini kapatarak, söz konusu ayetin öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah bin Selâm: "Parmağını kaldır oradan" dedi. Adam parmağını kaldırınca, recm ortaya çıktı.. Bunun üzerine yahudiler: "Muhammed doğru söylemiş! Tevrat'ta gerçekten recm ayeti varmış!" dediler. Peygamberimiz, ilgili hükmün uygulanmasına karar verdi ve ikisi de recm edildiler. Ben adamın, taşlardan koruyabilmek için kadının üstüne kapandığını görmüştüm." (Buhari ve Müslim)

Yine aynı konuda bir başka örnek olarak, İmam Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas'tan aktardığı bir rivayeti görelim: "Bu ayet, yahudilerden iki grup hakkında indirilmiştir. Bu iki gruptan biri, cahiliyye döneminde, diğerini yenilgiye uğratmıştı. Sonunda iki grup, oturup anlaşmaya varmışlardı. Anlaşma gereğince, yenen grup yenilen gruptan öldürdüğü her kişi için elli ve yenilen grup da yenen gruptan öldürdüğü her kişi için yüz vesak fidye ödemeye razı olmuştu. Bu arlaşma peygamberimiz Medine'ye geldiğinde de halen yürürlükteydi. Derken yine, yenilen gruptan biri, yenen gruptan birini öldürmüştü. Bunun üzerine yenenler, yenilmiş olanlar bir elçi göndererek, kendilerine yüz vesak fidye ödenmesini istediler. Ancak yenilenler, kendilerine gönderilen elçiye şu karşılığı verdiler: "İki tarafın da, dinleri, soyları ve yurtları aynı olmasına karşın, taraflardan birinin ödeyeceği diyet tutarının, diğer tarafın ödeyeceği diyet tutarının tam iki katı olması doğru mu? Sizlere daha önceleri fidye ödemiştik ama bu durum aslında, bizlere açıkça zulmettiğinizi ve ayrımcılık yaptığınızı gösteriyor. Artık, Muhammed geldi. Bundan böyle size fidye falan ödemeyeceğiz!" Bu tartışma, iki grup arasında neredeyse yeniden bir savaşın patlamasına neden olacaktı. Sonuçta her iki grup da peygamberimizi aralarında hakem tayin etme noktasında görüş birliğine vardılar. Bu kararın alınmasının ardından, yenen grubun içinden birisi, çevresindekilere: "Yemin ederim ki Muhammed onların bizlere, bizim onlara ödediğimiz tutarda fidye vermelerine karar verecek. Aslında onlar doğru söylediler. Bugüne kadar bizlere fazla fidye vermelerinin nedeni, bizim karşımızda ezilmeleri ve yenilgiye uğramalarıydı. İyisi mi siz, bir adam gönderip Muhammed'in kararını önceden öğrenmeye çalışın. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar verecek o zaman, gider onun hakemliğine başvurursunuz. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar vermeyecek,bu durumda, aldığınız karardan cayar ve onun hakemliğine başvurmazsınız." Bu sözler üzerine yenen grup, kimi münafıkları, peygamberimize gidip, onun bu konuda vereceği kararı önceden öğrenmekle görevlendirdiler. Söz konusu münafıklar peygamberimizin yanına geldiklerinde Allah, peygamberimize onların gerçek niyetlerini ve neyin peşinde olduklarını haber verdi. Bu olay üzerine Allah, "Ey peygamber! Küfürde yarışanlar seni üzmesin..." diye başlayan ve "...fasıktırlar" diye son bulan ayetleri indirdi. Söz konusu ayetler, yukarıdaki kimseler hakkında inmiştir. Allah, burada o kimseleri kastetmektedir." (Ebu Davud) İbn Cerîr'den aktarılan bir başka rivayette ise, yenen grubun Benî Nadir, yenilen grubun da Benî Kurayza olduğu belirtilmektedir. Buda, -daha önce de belirttiğimiz gibi- bu ayetlerin, yahudiler Medine'den sürülmezden önce, ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu doğrulamaktadır.

Yahudilerin asla onaylanamayacak bu tutumları, artık genelleşmiş bir tavır haline gelmişti. Ve söz konusu ayetlerin akışı içerisinde, yahudilerin bu bağlamdaki tutumlarına karşılık olarak, kınayıcı bir soru yöneltiliyor:

"Onlar, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar.?"

Yahudilerin, Allah'ın şeriatını ve hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, -Allah'ın şeriatına göre hükmetmekte olan- peygamberimizin hakemliğine başvurmaları, gerçekten kınanacak bir tutumdur. Üstelik, peygamberimizin vereceği hüküm, onların elinde bulunan Tevrat'taki hükümden farkı olacak değildir. Zira Kur'an, Tevrat'ı onaylayıcı ve onun içeriğini koruyucu olarak indirilmiştir. Üstelik yahudiler, peygamberimizi hakem tayin etmeye yeltenmeleri yetmiyor gibi, onun verdiği hükmü benimsemeyerek, onun verdiği hükme razı olmayarak, tam tersine onun verdiği hükme yan çizmektedirler.

Bunun için de Kur'an onlara kınayıcı bir soru yöneltmekle yetinmiyor. Bunun da ötesine geçerek, onların söz konusu tutumlarına ilişkin İslâm'ın hükmünün ne olduğunu kesin bir dille ifade ediyor:

"Onlar, kesinlikle imansızdırlar."

Hem iman etmek, hem de Allah'ın şeriatındaki hükmü terk etmek ya da söz konusu hükmü kabul etmemek...Bu iki olgunun bir arada olabileceğini düşünmek, kesinlikle olası değildir. Kendilerinin ya da başkalarının "mümin" olduklarını ileri süren, ancak yaşamlarında Allah'ın şeriatına göre hüküm vermeyen ya da kendilerine söz konusu şeriatın hükümlerinin uygulanmasını kabul etmeyen insanlar vardır. Bu tür insanların yaptığı, sadece bir aldatmacadır. İşte böylesi aldatmacılara yeltenenler, sonuçta Kur'an'ın şu ayetine toslamaktadırlar: "Onlar, kesinlikle imansızdırlar." Bu mesele, sadece, yöneticilerin Allah'ın şeriatına göre hükmetmemeleri ile değil, aynı zamanda yönetilenlerin, Allah'ın hükümlerine rıza göstermemeleri ile de doğrudan ilintilidir. Çünkü böyle bir durumda yönetilenler de, her ne kadar dilleriyle inanmış olduklarını söyleseler de sonuçta, iman çerçevesinin dışına çıkacaklardır.

Buradaki ayet, Nisâ suresindeki bir başka ayetle de paralellik arz ediyor:

"Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." (Nisa Suresi, 65) Her iki ayet de, yöneticilere değil, yönetilenlere ilişkindir. Her iki ayette de, Allah'ın ve peygamberin hükmünü kabul etmeyen, peygamberden yüz çeviren, onun verdiği hükme yan çizen kimselerin iman çerçevesinin dışına çıkmış olacakları vurgulanıyor.

Konunun başında da söylediğimiz gibi, görülüyor ki mesele temelde, Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve insanlar üzerïndeki egemenliğini kabul edip etmemekle ilgilidir. Allah'ın şeriatına boyun eğmek ve söz konusu şeriatın hükümlerine razı olmak, O'nun ilahlığına, Rabliğine ve egemenliğine ilişkin kabulün yaşama yansımasıdır. Allah'ın şeriatını reddetmek ve ondan yüz çevirmek ise, O'nun ilahlığının, Rabliğinin ve egemenliğinin kabul edilmediğinin göstergesidir.

KUR'AN'LA HÜKMETMEYEN KAFİRLER

Yönetilenlerden, yaşamlarında Allah'ın şeriatındaki hükümleri kabule yanaşmayan kimseler hakkında, Allah'ın vermiş olduğu hüküm budur... Şimdi ise sıra Allah'ın, Allah katından gönderilmiş tüm semavî dinlerde mevcut olan hükümler ile, "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen" yöneticilere ilişkin verdiği hükme geliyor:



44- Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. buna göre insanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridir.

45- Tevrat'ta, yahudilere yazılı olarak bildirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralamalarda da karşılıklılık (kısas) ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler ise zalimlerin ta kendileridirler.

Allah katından gönderilmiş her dinle amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik, gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemekdir. Allah'ın dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına almaktır. Dinler insanların, heykellerin, ikonların ya da mihrapların karşısına geçerek tapınmalarını sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik olarak indirilmemiştir. İnsanların yaşamlarında ve onların iç dünyalarının eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz. Ancak bunlar, insanların yaşam biçimlerini belirleme, düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma konularında tek başına yeterli olamaz. İnsanların yaşamlarında pratik bir karşılığı olması gereken bir şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar üzerine ikame edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar ve otorite çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters bir davranışta bulunduklarında bundan sorumlu tutulurlar ve belirli cezalara çarptırılırlar.

İnsanların yaşamlarını en düzgün bir biçimde sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insanların hareketlerine ve davranışlarına egemen olduğu gibi, onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insanların davranışlarının ve tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği şeriata göre, ahiret hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir.

Ancak otorite parçalanacak olursa... Anlayışlar farklı kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına indirgenerek, rejim ve yasalar konusundaki otorite Allah'ın dışında birine verilecek olursa... Ahiretteki ceza ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul edilirse... İşte o zaman, insanlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insanların yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim, Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir: "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" (Enbiya Suresi, 22) "Eğer gerçek, onların keyfi arzularına göre belirlenseydi, gökler, yer ve oralarda bulunanlar bozulup giderdi." (Müminun Suresi, 71) "(Ey Muhammed!) Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma."(Casiye Suresi, 18)

Bu nedenledir ki her din, insanlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insanlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez. Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları ve bunların yanısıra, yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur. Bu üç açı, Allah'ın dininin temel direkleri konumundadır. Allah katından gelen her dinde bu saydıklarımız mevcuttur. Zira, insanlığın yaşamının sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre belirlenmesi durumunda mümkündür.

Kur'an-ı Kerim'de ilk dinlerin içeriklerine ilişkin çeşitli göstergeler vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut düzeyiyle uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü tam anlamıyla sağlamıştır. Buradaki ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik, hristiyanlık ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla mevcut olduğu dile getiriliyor.

Ayetlerde önce, bu bölümde ele almakta olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor:

"Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir."

Tevrat, -Allah'ın indirdiği biçimiyle- yahudileri doğru yola iletmek, Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince izlenmesi gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere indirilmiş bir ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet sistemi içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir:

"Gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler."

Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat'ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah'ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar ona, kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle Allah'a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın özgün anlamı da budur zaten- O peygamberler, yahudilere Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı. -Tevrat, sadece yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı- onların din adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm verïyorlardı. Zira onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna tanıklık etmekle yükümlüydüler. Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları arasında Allah'ın şeriatını hakim kılarak, söz konusu tanıklıklarının gereğini de yerine getirmekteydiler.

Burada, Tevrat'a ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah'ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen davrananlara gelince:

"İnsanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler."

Yüce Allah, -her zaman ve her ulustan- kimi insanların, Allah'ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar, tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait olacaktır. Böylece, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzene kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki Allah'ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır. Çünkü Allah'ın şeriatı, onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yarmaladıkları malların esiri olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Çünkü Allah'ın dini, onları bu niteliklerinden arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda ise onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için çabalayacaklardır.

Allah, indirdiği hükümler yürürlüğe konmak istendiğinde, her cephede bu tür direnişlerle karşılaşılacağını biliyordu. Bu durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin doğruluğuna tanıklık edenlerin yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı direnmek, onları göğüslemek, mal ve can pahasına da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki:

"İnsanlardan değil, benden korkunuz!"

Onların, Allah'ın şeriatını uygulamaları dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu insanlar ister, Allah'ın şeriatına boyun eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama sadece Allah'a ait olduğunu kabullenmeye yanaşmayan tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan içerisinde olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi kişisel çıkarlarını korumak için kullanmakta olan kimseler olsun... İster, Allah'ın şeriatındaki hükümleri ağırlaştıran ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda, durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap edilenlerin, sözünü ettiğimiz kimselerden ve onların dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın şeriatını hakim kılmak için didinme dışında korkmaları söz konusu olamaz. Asıl korkulması gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Allah dışında hiç kimseden korkulmamalıdır.

Yine Allah, kitabının koruyucuları ve kitabının doğruluğunun tanıkları durumundaki din bilginlerinden kimilerinin, dünya hayatının çekiciliğine kapılıp baştan çıkabileceklerini de biliyordu. Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini istemeyen devlet yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri ile diyalog içinde bulunanlar ve de dünya hayatının cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç ses çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır. Zaten bu tür yoldan çıkmış din adamlarına her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu tür din adamları yahudiler arasında da vardı. İşte Allah, böylesi bir tutum içerisine girmiş din bilginlerine diyor ki:

"Ayetlerimi birkaç paralık çıkarlarınız uğruna satmayınız."

Burada suskun kalanlara, ayetleri çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için çaba harcayanlara sesleniliyor!

Gerçekten de bu tür kimselerin, yaptıklarına karşılık olarak alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne olursa olsun, neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev, makam, unvan, titır ya da birtakım çıkarlar uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın aldıkları düşünülürse, kazançları gerçekten de bir hiç değil midir?

Bir emanet yüklenmiş kişinin, tutup ihanet etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez. koruyucu konumundaki birinin, vurdumduymazlaşmasından daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki birinin, gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir şey olamaz. Ne var ki "din adamı" kisvesi altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, suskun kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş görünmeyi Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar...

"Allah'ın indirdikleri ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler."

Bu son derece kesin ve su götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak "men"in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür...

Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah'ın :ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu savlamanın anlamı nedir?

Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez.

KISAS

Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler diye indirmişti:

"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da kârşılıklı (kısas) ilkesi geçerlidir."

Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür.

Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor:

"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur."

Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz konusu değildi.

Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var.

Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir şeriatta söz konusu değildir.

Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır. Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde, herkes eşittir.

Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar.

Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı.

Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı: "Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Ali İmran Suresi, 75) diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı.

Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa, aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması sırasında da açıklamıştık.

Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler.

Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya özendirir:

"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur.."

Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, (Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir.) isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder.

Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde dindiremez...

İmam Ahmed'in rivayetine göre: "Vekî' ve Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi: "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi. Muaviye de: `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun üzerine: `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim: `Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun üzerine Ensardan olan kişi de: `Öyleyse bağışladım' dedi."

İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu.

İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi biçimde sağlamaktadır.

Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm belirtiliyor:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler."

Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor.

Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.

Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı "men (kim ki...)" kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır.



46- Bu peygamberlerin ardından kendisinden önce gelen Tevrat'ı onaylayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik; O'na doğru yol bilgisi ile ışık içeren, önündeki Tevrat'ı onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik.

47- İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar fasıkların, doğru yoldan çıkmışların ta kendileridir.

Meryemoğlu İsa, İncil'i bir yaşam düzeni, hüküm verilecek bir şeriat olsun diye getirmişti. İncil'de, Tevrat şeriatındaki bazı meselelerde küçük değişiklikler dışında yasamaya ilişkin yeni esaslar bulunmuyordu. Ama İncil, önündeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirilmişti. Söz konusu meselelerdeki küçük değişiklikler arasında, Tevrat şeriatını da yine kabul ediyordu. İncil de, bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, bir öğüt olarak indirilmişti. Ama kimlere? Elbette ki takvalı insanlara... Takvalılar, Allah'ın kitaplarının birer doğru yol kılavuzu, birer ışık, birer öğüt olduğunu kavrayanlardır. Onlar, yürekleri Allah'ın kitabı sayesinde doğru yolu bulmuş, aydınlanmış kimselerdir. Onlar, yürekleri bu kitaptaki doğru yolu ve ışığı algılayabilmiş kimselerdir. Ancak, yürekleri taşlaşmış, körelmiş ve algılama gücünü yitirmiş kişilere gelince... Onlar öğütten anlamazlar. Ayetlerin anlamını kavrayamazlar. Ayetlerdeki buyrukların esprisini kavrayamazlar. İnancın ne denli güzel olduğunu bilemezler. Kitabın doğru yol kılavuzu oluşundan, aydınlatıcılığından faydalanamazlar. Doğru yolu bulamazlar. Gerçek bilgiye kavuşamazlar. Kitab'ın çağrısına olumlu yanıt vermezler. Gerçi ışık, önlerindedir. Ama, ışığı görebilmek için açık bir göz gerekir. Doğru yol, önlerindedir. Ama onu kavrayabilmek için aydınlanmış bir ruh gerekir. Öğüt, önlerindedir. Ama ondan yararlanabilmek için bilinçli bir kalp gerekir.

Allah, İncil'i bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, takvalılar için bir öğüt, İncil ümmeti için bir yaşam düzeni, hüküm verebilecekleri bir şeriat olsun diye indirmiştir. Bir başka deyişle bu kitap sadece İncil ümmetine özgüdür. Tüm insanlığa gönderilmiş bir kitap değildir. İslâm dininden önceki, her kitap, her peygamber için aynı olgu söz konusudur. Ancak İncil'de -ki bu bir bakıma Tevrat'ta demektir- Kur'an'ın hükmüne uyan şeriat esasları, yine İslâm şeriatı demektir. Nitekim, bunu kısas cezasına ilişkin hükümlerde görmüştük.

Dolayısıyla İncil'e inananların, Allah'ın İncil'de belirlediği ve Tevrat'taki şeriattan da onayladığı esaslar doğrultusunda hüküm vermeleri gerekiyordu:

"İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin."

Bu konuda kural, sadece Allah'ın indirdiklerine göre hüküm vermektir.

Hristiyanlar ve yahudiler -İslâm öncesinde- Tevrat ve İncil'in gereklerini yerine getirmemişlerse ve -İslâm sonrasında- Allah katından gönderilen Kur'an doğrultusunda harekât etmemişlerse, neticede bir hiçtirler. Tüm bu kitaplarda tek bir şeriat söz konusudur. Onlar bu şeriata uymakla yükümlüdürler. Allah'ın, tek bir harfi bile olmaksızın korunmuş son şeriatı da İslâm'dır:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, fasıkların, doğru yoldan çıkanların ta kendileridirler."

Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki "kâfirler" ve "zalimler" biçimindeki niteliklere, "fasıklar" diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak, yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir.

Küfür, Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah'ın belirlediği şeriat dışında bir şeriata uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya, bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah'ın sistemini bırakıp başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de -aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın- bütünüyle haketmektedir.

NİHAİ MESAJ

Nihayet sıra, Allah'ın insanlığa gönderdiği son mesaja, son şeriata gelmiştir. Bu şeriat insanlığa "İslâm"ı nihaî biçimiyle sunmaktadır. İslâm, kendi şemsiyesi altında toplayan bir nihâî kaynak olmak üzere gönderilmiştir. İnsanların yaşamında Allah'ın sistemini egemen kılmak üzere indirilmiştir. Yaşamın her alanı bu sistem üzerine oturtulacaktır. Yaşamda bu şeriat eksen kabul edilecek, onun buyrukları doğrultusunda hareket edilecektir. İnanç esasları, sosyal düzen, bireysel ya da toplumsal davranışların nasıl olacağı, bu şeriata göre belirlenecektir. İslâm, sadece okunsun öğrenilsin ve sonuçta defterler ve kitaplar arasına sıkışıp kalmış bir kültür olsun diye değil, tam tersine Kur'an'ın ayetlerine göre hüküm verilsin diye gönderilmiştir. İslâm her şeyi dikkatle inceleyen, kılı kırk yaran bir dindir. Yaşama ilişkin hiç bir meselede boşluk bırakmamıştır. Yaşama ilişkin hiçbir meselede onun koyduğu hükümler, şu ya da bu şekilde kesinlikle değiştirilemez... Bu konuda ya İslâm'ın hükmü vardır, ya da keyfï arzular doğrultusunda belirlenen cahiliyye hükmü... İnsanları uzlaştırabilmek, biraraya getirebilmek için dini kolaylaştırmak yaftası altında da olsa hiç kimsenin İslâm'a aykırı davranmaya hakkı yoktur. Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ancak Allah, şeriatının egemen olmasını istemektedir. Gerisi insanlara kalmış bir iştir:



48- Sana da daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma.

Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir.

49- O halde onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır.

50- Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?

Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler karşısında bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez duraksatıyor... Bu ayetler karşısında insan elinde olmaksızın oturup düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar bunu gerektiriyor diyerek Allah'ın şeriatını tümüyle inkar etmelerine karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde değil!.. Kişi, Allah'ın şeriatını tümüyle terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ müslüman olduğunu iddia edebiliyor? Bu tür insanlar kendilerini, nasıl oluyor da hâlâ "müslüman" olarak niteleyebiliyor? İslâm'la hiçbir bağları kalmamasına karşın, Allah'ın şeriatını tamamen terk etmelerine karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her koşulda her durumda uygulanmak zorunda olan Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkar etmiş olmalarına karşın, hâlâ nasıl "müslümanlık" iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara, şaşırmamak, hayret etmemek elde değil..

"Sana da bu hak kitab (Kur'an)'ı indirdik"..

Ayetteki "bak" kelimesine, ilahlık açısından yani şeriat belirleme, kanunlar koyma yetkisinin Allah'a ait olacağının belirtilmesi açısından bakmamız gerek. "Hak", Kur'an'ın içeriğinde, ondaki inanç ve şeriat esaslarında, orada anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta somut bir biçimde ortadadır.

Kur'an, "daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu" olarak indirilmiştir.

Kur'an, Allah'ın dininin, nihâî biçimidir. Allah'ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve sistem noktasında nihai kaynak, Kur'an'dır. Artık Allah'ın dininde hiç bir değişikliğe gidilmeyecektir.

Semavi dinlere mensup insanlar arasında, ister inanç esasları, isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık baş gösterdiğinde, bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken kitap Kur'an'dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa başvurulacak kitap Kur'an'dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede görüş ayrılıkları olduğunda, müracaat edilmesi gereken kitap, Kur'an'dır. Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin hiçbir "kıymet-i harbiye"si yoktur.

Ayette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar ekleniyor:

"Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!".

Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize yöneliktir. Ancak, ayeti salt bu olaya özgü kılmak doğru değildir. Madem ki artık nihai kaynak olan Kur'an'ı değiştirmek üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu ayetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.

Allah'ın dini Kur'an'la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah'ın bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur'an'la son bulmuştur. Allah, Kur'an'ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını uygun görmüş bulunmaktadır. Kur'an'ı değiştirmek, onun hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını, kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan, değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm'a ilişkin bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkara götürür. Buna yeltenen bir kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış demektir.

Allah, bazı insanların, Allah'ın indirdiklerinden ödün vermeye götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu ayetlerde peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor...

İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama noktasında insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi kolaylaştırma yoluna başvururlar.

Rivayete göre yahudiler peygamberimize gelerek, recm hükmü başta olmak üzere belirli hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah'a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten birleşmezler:

"Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir."

Allah'ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir. Onun bir bölümünü de olsa, Allah'ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir yol vardır. İnsanlar, Allah'ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta Allah'a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.

Öyleyse bir kimsenin, Allah'ın şeriatını gözetme adına, bir başka deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa kürek çekmek demektir. Allah'ın şeriatından ödün vermek yada onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların yaşamında adaleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına, Allah'ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah'ın hikmeti gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları yaratan Allah'tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi bilmektedir. Sonuçta herkes O'na dönecektir.

Böylesi bir amaçla, Allah'ın şeriatındaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya kalkışmak -bu ayetten anlaşıldığı ve de yaşamın her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah'ın iradesine de uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah'ın isteklerini gerçekleştirmek için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini "müslüman" olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: "Turistleri kaybetmek istemiyorsak,şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz" Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!

Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha çiziliyor. Bu konudaki ilk ayette: "Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!" denilmiştir. Kısacası, Allah'ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınması için uyarılıyor:

"O halde onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah'ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!"

Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki olay söz konusudur: Ya Allah'ın indirdiği hükmü aynen vermek ya da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.

Ayette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek, peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa, İslâm'ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah'ın şeriatıyla yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra, "daru'l-İslâm"da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı):

"Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır."

Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu tutumları seni, Allah'ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah'ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara... İnsanın yapısı böyledir:

"İnsanların çoğu, fasıktır"..

Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün değildir.

Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.

Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk ediliyor. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Bu ikisinin ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya, yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında Allah'ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah'ın sistemine göre yönlenecek... Ya da, cahiliyye hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini istiyorlar?

"Yoksa istedikleri, cahiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Cahiliyyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliyye -Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah'a kulluğun bırakılması, Allah'ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah'a değil- onlara tapılmasıdır.

Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda, cahiliyyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliyye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm`a karşı olmadır.

Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah'ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah'ın dinini değil! Allah'ın hükmünü istemeyen, cahiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah'ın şeriatını reddeden, cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.

Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.

Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah'ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:

"Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Evet! Allah'tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?

İnsanlar için Allah'ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?

Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir?

Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun olanı, onların yararını Allah'tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen, onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah'ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından kavranmıştır diyebilir mi?

Allah'ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah'ın şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?

Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi?

İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur'an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?

Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah'ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifade ' kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?

Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilirmi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslâm'la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm'ın en ufak bir izi görülebilir mi?

Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur.

Ya İslâm, ya cahiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya cahiliyye düzeni.

Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mümin değildirler.

Bu meseleyi müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah'ın hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah'ın şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine katlanmalıdır.

Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile, "müslüman" olmayı isteyen, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir...

Buradaki ayetlerin tümü, surenin başında belirttiklerimizi doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu suredeki ayetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye'de indirilen Fetih suresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu surenin pek çok bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının ardından da Benî Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce indirilmemişse de- Fetih suresinden -en azından- Ahzab savaşının meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza yahudilerinin Medine'den sürülmelerinden önce indirilmiş olmalıdır.

Buradaki ayetlerde, birtakım olaylara, Medine'deki İslâm toplumunun tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün kırılmasıyla bertaraf edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza sorunuydu.

Bu ayet, yahudilerin ve hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir. Ayetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren, kalpleri hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine ayette müslümanların, dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını hafife alan ve alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu olumsuzluklar, Medine'de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkanlara sahip oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların olması, böylesi olayların yaşanması, ayrıca ayetlerde böylesine sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları, bu bağlamdaki binbir komplolarının, entrikalarının, manevralarının, her türlü kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi son derece olağandır.

Buradaki ayetlerin iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bunların kimisinde bu ayetlerin, Bedir savaşından sonra ortaya çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl'un tavrı ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, "Doğrusu ben başımı belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla dostluğumu kesemem" diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği belirtilir.

Aslında, bu rivayetler olmaksızın da, ayetlerin yapısını ve içeriğini nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu ayetleri peygamberimizin Medine'deki yaşamında tanık olduğu olayların kronolojik sırasına göre ele almak bile, söz konusu ayetlerin iniş zamanına ilişkin bu surenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.

İSLÂM TOPLUMUNUN ANA İLKELERİ

Buradaki ayetlerde, İslâm toplumunun eğitimine ve bu toplumun, kendilerine Allah tarafından belirlenmiş misyonu yerine getirmeye hazırlanmasına ilişkin Kur'an'ın öngördüğü metod dile getiriliyor. Ayrıca söz konusu metodun, müslüman bireyin ve İslâm toplumunun kimliğinde her zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve prensipleri belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sabittir. Bunlar, sadece tek bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü değildir. Tam tersine bu ana ilkeler ve prensipler, her kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun oluşumunun temeli niteliğindedir.

Kur'an'da müslüman bireyin eğitimine ilişkin belirlenen metot temelde şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır. İçinde yer aldığı saftaki insanlar ile Allah'ın sancağını taşımayan, peygamberimizi önder kabul etmeyen, Allah'ın taraftarları konumundaki gruba katılmayan saftaki insanlar arasında mutlaka kesinkes bir ayrım yapmalıdır. Müslüman, Allah'ın gücüne bir örtü, ayrıca insanlığın yaşamı ve tarihsel olaylara ilişkin Allah tarafından belirlenmiş yazgının gerçekleştirilmesi için bir araç olmak üzere, Allah'ın seçtiği bir kimse konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona böylesi bir konum belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte- Allah'ın dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir bağışıdır. Müslüman olmayan kimselerle dost olmak, Allah'ın dininden dönüş, o yüce konumdan kaçış ve Allah'ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış demektir..

Müslüman bireyin, yukarıda anlattığımız doğrultuda yönlendirildiği, buradaki ayetlerin çoğunda açıkça görülüyor:

"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost .edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."

"Ey müminler! İçinizden kim dinden dönerse bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler. bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir."

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rükua varan müminlerdir."

"Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur."

Sonra Kur'an, düşmanlara ilişkin gerçek, kendisinin onlara ve onların da ona karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek konusunda müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu savaş, bir inanç, bir öğreti savaşıdır. Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen sorun, inançtır. Karşısındakiler ona, her şeyden önce inancından ve dininden ötürü düşmandır. Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları, fasıklıklarından, Allah'ın dininden sapmalarından, Allah'ın dinine uyup doğru yol üzere yürüyenlerden hoşlanmamalarından kaynaklanıyor.

"De ki; Ey kitap ehli! Bizden hoşlanmamanızın tek sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız değil mi? Gerçekten çoğunuz fasık, yoldan çıkmış kimselersiniz."

İşte, meselenin düğüm noktası budur. İşte, temel faktörler bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri gerçekten büyüktür. Bu doğrultuda Allah'a, dinine, peygamberine ve İslâm toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de savaşın, ayrıca düşmanların niteliğini kavramak, imanın gereğini yerine getirme, müslüman bireyin eğitme ve İslâmcı grubun örgütsel etkinlikleri açılarından son derece önemlidir. İslâm sancağını taşıyan kimseler, kendileri ile kendilerinin taşıdıkları sancağı taşımayan karşıt komplolar arasında kesinkes bir ayrımı benliklerine yerleştiremedikleri, sadece Allah'a, peygamberine ve kendi mümin liderlerine bağlı kalamadıkları, düşmanlarının, bu düşmanlığı doğuran nedenlerin, onlarla aralarındaki savaşın niteliğini kavrayamadıkları, onların tümünün müslümanlara düşman, müslümanlara ve İslâm inancına karşı mücadele konusunda ise birbirlerine dost olduklarını anlayamadıkları sürece, gerçekte iman etmiş olamayacak, müslümanlıkları hiçbir değer ifade etmeyecek ve yeryüzünde hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.

Buradaki ayetlerde, İslâm düşmanlarını müslümanlarla savaşa iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna ek olarak, müslümanın savaştığı kimseyi gerçek yüzüyle tanıması, gireceği savaşta vicdanının rahat olması, vicdanında bu savaşın zorunluluğuna ve kaçınılmazlığına ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için, söz konusu düşmanların nitelikleri ve sapıklıklarının boyutları da dile getiriliyor:

"Ey müminler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.." "Ey müminler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile kâfirlerden dininizi alaya alanları eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan korkunuz. Birbirinizi namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı alaya alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların aklı başında olmayan kimseler olmalarından kaynaklanıyor."

"Onlar yanınıza geldiklerinde, "inandık" dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve yine kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi bilir. Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!".. "Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun! Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır."

İşte, söz konusu niteliklerinden, İslâm toplumuna karşı takındıkları tavırlardan, müslümanlara karşı oluşlarından, onların dinleriyle, namazlarıyla alay etmelerinden ötürü müslümana düşen, vicdanı rahat bir biçimde onları kesinkes başından defetmektir...

Yine ayetlerde, müminler ile karşıt güçler arasındaki savaşın sonucunun ne olacağı ve de -ahirette herkesin yaptığının karşılığını görmesinden önceki bu dünya hayatında toplumların akıbetleri açısından da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: "Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların ruhudur." "Eğer kitap ehli, iman edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık."... "Eğer onlar Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından kendilerine indirilen Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi..."

Buradaki ayetlerde, Allah'ın, kendi dini için seçtiği, böylece yüce bir misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu müslümanın niteliği de dile getiriliyor: "Ey müminler, içinizden kim dinden dönerse bilsin ki yakında Allah böyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."



51- Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.

52- Kalpleri hasta olanların "Başımıza bela gelir diye korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.

53- O zaman müminler onlara "Bütün güçleri ile sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?" derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.

Öncelikle müminler ile yahudi ve hristiyanlar arasında, Allah'ın yasaklamayı uygun gördüğü dostluğun neyi ifade ettiğine değinmemiz yerinde olacaktır.

Bu dostluk, onların dinine tabi olmayı değil, onlarla işbirliği ve dayanışmayı ifade etmektedir. Zaten, din konusunda müslümanların, yahudilere ve hristiyanlara tabi olmaya eğilim duymaları gerçekten çok uzak bir olasılıktır. Buradaki dostluktan kast olunan, karışık bir meseleydi. Müslümanlar, çıkarların ve güçlüklerin giriftliği, gerek İslâm öncesinde, gerekse Medine'de İslâm devletinin kuruluşunun ilk yıllarında kimi yahudi gruplarla dostluk kurmuş olmaları gibi olgulardan yola çıkarak, bu tür ilişkilerin kendileri için bir sakıncası olmayacağını düşünüyorlardı. Ancak, Medine'de müslümanlar ile yahudiler arasında herhangi bir dayanışma, işbirliği ve dostluğun olamayacağı apaçık ortaya çıkınca Allah, müslümanları onlarla dostluktan men etti ve kendilerinden onlarla dostluklarını kesmelerini istedi...

Kur'an'ın ifadelerinde bu anlam, son derece belirgin ve net olarak ortadadır. Allah, Kur'an'da, Medine'deki müslümanlar ile "daru'l-İslâm"a hicret etmemiş müslümanlar arasındaki ilişkiden söz ederken şöyle buyuruyor: "(Ey müminler!) İnanıp hicret etmeyenlerle, kendileri hicret edene dek hiçbir dostluğunuz olmaz." (Enfal Suresi, 72) Doğal olarak burada kast olunan, din konusunda dostluk değildir. Zira müslüman, din konusunda müslümanın her halûkarda dostudur. Burada kast olunan dostluk, işbirliği ve yardımlaşma konusundadır. Buna göre, "dâru'l-İslâm"daki müslümanlar ile "dâru'l-İslâm"a hicret etmeyen müslümanlar arasında bu bağlamda bir dostluk kurulamaz. İşte burada ele almakta olduğumuz ayetlerde, müslümanlar ile yahudi ve hristiyanlar arasında -Medine'deki İslâm devletinin ilk yıllarında var olan, ancak sonradan- yasaklanan dostluk da bu bağlamda, yani işbirliği ve dayanışma bağlamındadır.

İslâm'ın kitap ehline karşı hoşgörüsü ayrı bir şeydir. onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Ancak kimi müslümanlar bu iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Bu da onların, metodolojik ve gerçekçi bir yapıya sahip olan dinin özünü ve misyonunu net olarak kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu din, insanlığın tanık olduğu tüm öğretilerden farklı bir yapıya sahip olan İslâmî anlayış doğrultusunda, yeryüzünde yeni bir yapılanmanın sağlanması, insanların keyfî arzularının, Allah'ın sisteminden sapmalarının, ayrıca dîne aykırı öğretiler ve tutumların karşısında bir engel oluşturması, öngörülen bu yeni yapılanmanın gerçekleştirilmesi için de hiç bir kıvırmaya yeltenilmeksizin, kaçınılmaz olarak mücadele verilmesi, bu bağlamda insanların olumlu, etkin ve yapıcı eylemlere girişebilmesi için gönderilmiştir.

Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin sağduyudan ve de savaşın bu kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır. Onlar, Kur'an'ın bu konudaki son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm'ın, tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline karşı hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını isteyen buyrukları ile dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara özgü kılınmasını isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar Kur'an'da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar. Onlar Kur'an'da belirtildiği üzere, onlar İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm'dan. Müslümandan, kendi dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan sözlerdekinden çok daha büyüktür... Burada ele aldığımız ayetlerin bitimine dek, onların nitelikleri dile getirilmektedir.

Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincindedir. Onun yapacağı, dinini pratize etmek ve İslâm'ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir. Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı değildir. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına, onların ona karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir.

Kafirler ve ateistlere karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir sanıya kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir budalalıktır. Kitap ehlinin, müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda kafirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile, böylesi bir sanıya nasıl kapılabiliriz?

Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur'an'ın buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle -hepimiz dine inanıyoruz diyerek- elele tutup materyalizme ve ateizme karşı birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa, kâfir olan müşrikleri göstererek "Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur." (Nisa Suresi, 51) diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi. Medinedeki müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine ikiyüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs'te yaşanan korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir? Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak, Filistin'deki müslüman arapları perişan edenler, onların yurdunu yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir'de kısacası her yerde müslümanların perişan olmalarının nedeni onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan'da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle de işbirliği yaparak müslümanların başına binbir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değilmidir?

Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri kalkıp, -Kur'an'daki kesin buyrukların tamamen tersine- müslümanlarla kitap ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor! Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı dini korumuş olacakmışız!

Bunları söyleyenler, Kur'an'ı okumamış olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm'ın özündeki hoşgörü çağrısını, Kur'an'ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış anlamış olmalıdırlar.

Bu tür kimseler İslâm'ın Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm'ın, yeryüzünde yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı bir hareket niteliği taşıdığını anlayamamışlardır. Kur'an'da kitap ehline karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.

Biz, Kur'an'ın buyruklarını yanlış anlamış ve kavrayamamış ve söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp, Kur'an'a kulak verelim:

"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."

Bu çağrı Medine'deki İslam toplumuna yöneliktir. Ama aynı zamanda bu, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun, kıyamete dek gelip geçecek olan tüm müslümanlara yönelik bir çağrıdır. "Ey müminler!" hitabının muhatabı durumunda olan herkese yönelik bir çağrıdır.

Yeri gelmişken bu çağrının "iman eden kimseler"e yönelik oluşunun nedenine de değinelim. Bu ayet indiği sırada, Medine'deki kimi müslümanlar ile kitap ehline -özellikle de yahudilere- mensup kimi insanlar arasındaki ilişkiler bütünüyle kopmuş değildi. Bu iki kesim arasında, birtakım dostlu:. ve dayanışma ilişkileri, kimi ekonomik ve karşılıklı ilişkiler, kimi de komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri söz konusuydu. Medine'de araplar ile özellikle yahudiler arasında bu tür ilişkilerin bulunması, kentin İslâm öncesindeki tarihsel, ekonomik ve sosyal durumu göz önüne alınacak olursa son derece doğaldı. Bu durum, yahudilerin İslâm'a ve müslümanlara karşı komplolar hazırlayabilmelerini kolaylaştırıyordu. Onların hazırladıkları bu komploların her biri Kur'an'daki bir çok ayette (ki biz bunların kimisini bu kitabımızın daha önceki bölümlerinde açıkladık) ortaya konulup sıralandığı gibi, buradaki ayetlerde de bunlardan bir bölümü dile getirilmektedir.

Kur'an, yaşamda yeni bir düzeni gerçekleştirebilmek için inancı uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli bilinci kazandırmak, müslümanlar ile İslâm toplumundan olmayan, İslâm sancağının altında toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir ayrım gözetmeyi müslümanın benliğine yerleştirmek üzere indirilmiştir. Buradaki ayrım gözetme, insanlara karşı hoşgörülü davranmayı engellemek anlamında değildir. Hoşgörü, müslümanın sürekli sahip olacağı bir niteliktir. Buradaki ayrım gözetme meselesi dostluk, bağlamındadır. Müslümanın yüreğindeki dostluk duygusu, Allah'a, peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir. Sözünü ettiğimiz bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi, her yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir gerekliliktir.

"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."

Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar.. Bu, çağlar üstü bir gerçektir. Çünkü bu, eşyanın doğasından kaynaklanan bir gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmayacaklardır. Nitekim geride kalan bunca yüzyıllarda, Allah'ın bu şaşmaz sözündeki doğruluğu perçinlemiştir. Onlar Medine'de peygamberimiz ve müslümanlara karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu kural, tarih boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde meydana gelen olayların tümü, Kur'an'ı Kerim'in tek bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde ortaya koyduğu tespitler doğrultusundadır. Ayette, "Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" biçiminde bir isim cümlesi kullanılması, sadece bir ifade tarzı olarak görülmemelidir. İsim cümlesi kullanılmasının nedeni, ayetin değişmez ve sürekli bir niteliği vurguladığını belirtmek içindir.

Bu temel gerçeğin ardından, bunun sonuçları anlatılıyor... Yahudiler ve hıristiyanlar birbirlerinin dostları olduklarına göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost edinirler. Müslümanların safları arasındaki bir kimse yahudi ve hristiyanları dost edindiğinde, müslümanların safını bırakmış, kendini "İslâm" niteliğinden soyutlamış ve karşıt safa katılmış demektir. Böylesi bir davranışın, gerçek ve doğal sonucu da budur:

"Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur."

O bu tutumuyla, kendine, Allah'ın dinine ve müslüman topluma zulmetmiştir. Bu zulümden ötürü de Allah onu, kendisine dost bildiği yahudiler ve hristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu, artık doğru yola iletmeyecek, yeniden müslümanların safına döndürmeyecektir:

"Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."

Bu Medine'deki İslâm toplumuna sert bir uyarıydı. Ancak, abartılı bir uyarı değildi. Sert bir uyarıydı. Ancak bütünüyle gerçeği dile getiren bir uyarıydı. Müslümanın, hem -birbirlerinin dostları olan- yahudiler ve hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman ve mümin kalabilmesi, ayrıca -sadece Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost bilen- müslümanlar safındaki yerini kaybetmemesi mümkün değildir... Bu mesele tam bir yol ayrımıdır...

Müslüman, kendisi ile İslâmî sistem dışında başka bir sistem benimsemiş insanlar ya da kendisi ile İslâm sancağı dışında başka bir sancak taşıyan insanlar arasında tam bir ayrım gözetme noktasında gevşeklik gösterdiği sürece, -herşeyden öce yeryüzünde diğer tüm sistemlerden farklı, eşsiz ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi amaçlamış ve de diğer tüm görüşlerden, farklı, eşsiz bir anlayışı temel almış olan- görkemli İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem ortaya koyamaz...

Müslüman, -hiçbir kuşkuya, en küçük bir tereddüte yer kalmayacak biçimde- şunlara kesinkes ve mutlak surette kafasına yerleştirmek durumundadır: Allah'ın, Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak gönderdikten sonra, insanlar için kabul edeceği tek din İslâm'dır. Allah'ın yaşamınızı kendisine göre belirlememizi istediği İslâm sistemi, eşsiz bir sistemdir. Diğer sistemlerin hiçbiri onunla eş düzey değildir. Başka bir sistemi alıp, onsuz yapabilmek mümkün değildir. Onun yerine, başka bir sistemi ikame etmek olası değildir. İnsanlığın yaşamı, sadece ve sadece İslâm'ın sistemi üzerine oturtulmadıkça, bir türlü düzelmeyecek ve kesinlikle yola girmeyecektir. Müslüman tüm çabasını, gerek öğretisel, gerek sosyal açılardan, kısacası tüm yönleriyle İslâm sistemini yerleştirebilmek için harcamadıkça, Allah katında, affedilmeyecek, bağışlanmayacak ve kabul görmeyecektir. Müslüman, bu uğurda çaba harcama konusunda hiçbir gevşeklik göstermemelidir. En ufak bir noktada bile olsa Allah'ın sistemi dışında hiçbir alternatif kabul etmemelidir. Ne inanç esasları, ne sosyal düzen, ne de yaşamaya ilişkin hükümler konusunda -Allah'ın kitap ehlinin bizden önceki şeriatlarından bizler için de geçerli olmasını uygun gördüğü hükümler hariç- İslâm sistemi ile diğer sistemleri birbirin;. karıştırmamalıdır.

Müslümanın tüm bunları kesinkes ve mutlak biçimde kafasına yerleştirmesi sonuçta, her türlü amansız engellere, ağır yükümlülüklere, ısrarlı bir direnişe, hazırlanan komplolara, çoğu kez dayanılmaz bir noktaya varacak binbir acıya karşı onu, Allah'ın insanlara uygun gördüğü sistemi gerçekleştirmek üzere gereken hazırlıkları yapmak için harekete geçmeye itecektir. Ayetlerde, gerek şirk koşanların paganizmi, gerek kitap ehlinin sapkınlığı, gerekse apaçık ateizm biçiminde olsun cahiliyyenin, yeryüzünde halen varlığını koruyan türlerinden herhangi birine mensup olan kimselerden hiç birinin gereksinim duymayacağı bir meseleden söz edilmesinin anlamı ne olabilir ki? Yine, İslâm sistemi ile kitap ehlinin ya da daha başka grupların sistemleri arasındaki farklar eğer gerçekten fazla değilse ve de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve uzlaşma yoluyla belirli noktalarda anlaşmaya varabilecekse, İslâm'ın sistemini yerleştirmek için didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?

Semavi dinlere mensup insanlar arasında yakınlaşma ve hoşgörü adına, Kur'an'ın belirlediği üzere, onlarla ilişkilerin bütünüyle kesilmesi ilkesini yumuşatıp sulandırmaya kalkışanlar, dinlerin anlamını kavrayamadıkları gibi, hoşgörünün anlamını da bilmemektedirler. Zira Allah katında nihaî din sadece İslâm'dır. Kitap ehline karşı hoşgörülü davranmak, inanç sistemi ve sosyal düzen bağlamlarında değil, sadece günlük insanî ilişkiler bağlamındadır. Onlar, müslümanın benliğine tamamen yerleştirdiği kimi gerçeklere ilişkin kesin bilgiyi zayıflatmaya çalışıyorlar. Ancak müslüman bilir ki Allah din olarak sadece İslâm'ı kabul edecektir. Kendisine düşen, Allah'ın İslam'la belirlemiş olduğu sistemi yürürlüğe koymaktır. Allah'ın sisteminin hiç bir alternatifi olamaz. Allah'ın sisteminde en küçük bir değişiklik bile söz konusu olmayacaktır. Tüm bu kesin bilgiler Kur'an'dan kaynaklanmaktadır: "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran Suresi, 19) "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez." (Al-i İmran Suresi, 85) "Ey müminler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Bu konularda Kur'an, sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Dolayısıyla müslümana düşen, kendisinde bu kesin bilgiye ilişkin kuşku uyandırmak isteyenlerin bu bağlamdaki sözlerine kapılmamaktır.

Ayetlerin akışı içerisinde ayrıca, o gün yaşanmakta olan bir olguya değiniliyor. Zaten bu ayetler de bu bağlamda bir uyarı olmak üzere indirilmişti:

"Kalpleri hasta olanların, `Başımıza bela gelir diye korkuyoruz' diyerek onlara koştuklarını görürsün"

Bu konuda İbn Cerîr'in rivayetine bakıyoruz: "bizlere Ebû Kureyb ile İdris'in aktardıkları bir hadise göre, İdris şöyle dedi: Babamın bana aktardığına göre Atıyye bin Said şu olayı anlatmıştır: Hâris bin Hazrec oğullarından Ubade bin Sâmit peygamberimizin yanına gelerek; "Ey Allah'ın Rasulü" dedi, "Benim çok sayıda yahudi dostum var. Ama ben yahudilerle dost olmaktan Allah'a ve peygamberine sığınır ve de kendime sadece Allah'ı ve peygamberini dost bilirim". (Münafıkların başını çeken) Abdullah bin Ubeyy ise şöyle dedi: "Ben başıma bir bela gelmesinden korkan bir kişiyim. Bu nedenle arkadaşlarımla mevcut dostluğumu bozamam." Bunun üzerine peygamberimiz ise şöyle buyurdu: "Ey Abdullah bin Ubey! Ubade bin Sâmit'e karşı cimrilik edip, yahudilerle dost olmayı tercih ediyorsun. Oysa onların dostluğu senin için daha önemsizdir." Abdullah bin Ubey ise peygamberimizin bu sözünü "Kabulümdür" diyerek yanıtladı. Allah da bu olay üzerine, "Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz" ayetini indirdi."

İbn Cerîr dedi ki: "Hannâd, Yunus bin Bukeyr ve Osman bin Abdurrahman, el-Zuhrî'nin şöyle dediğini rivayet ettiler: Bedir savaşına katılan müşrikler yenilgiye uğrayınca müslümanlar, yahudi dostlarına; `'Bedir'in benzeri bir günü Allah size de tattırmazdan önce müslüman olunuz.'" dediler. Bunun üzerine Malik bin Sayf şöyle dedi: "Savaşmasını bilmeyen Kureyş topluluğunu yendik diye mi gururlanıyorsunuz? Şu var ki, eğer bizler kesinkes karar vererek sizlere karşı kuvvet toplayacak olursak, bizimle çarpışmaya gücünüz yetmez".. Ubade bin Samit de dedi ki: "Ey Allâh'ın Resûlü! Gerçekten de yahudilerden olan dostlarım kuvvet ve silah bakımından oldukça güçlüdürler. Ama ben yahudilerle dost olmaktan uzaklaşıp Allah'a ve Resulüne sığınıyorum. Benim, Allah ve Resulünden başka dostum olamaz" Abdullah bin Ubey ise; "Ama ben, yahudilerle dost olmaktan uzak kalamam. Çünkü onlara ihtiyacım var" dedi. Bunun üzerine peygamberimiz şöyle buyurdu: "Ey Abdullah bin Ubey! Yahudilerle olan dostluğunu, Ubade bin Samit'e yeğlemekte olduğunu görüyor musun? Oysa onların dostluğu senin için daha önemsizdir:" Buna karşılık Abdullah bin Ubey de; "Öyleyse dediğini kabul ediyorum" dedi."

İbn İshak dedi ki: "Peygamberle yapmış oldukları antlaşmayı ihlal eden ilk yahudi kabilesi Benî Kaynuka'dır. Asim Bin Ömer Bin Katâde bana şunu rivayet etti: Rasulüllah onları kuşatma altına aldı. Sonunda Resulullah'ın vereceği hükme razı oldular. Abdullah bin Ubey bin Selûl ayağa kalkarak, -Allah kendisine, olar için imkan tanıyınca- dedi ki: "Ey Muhammed! Dostlarına karşı iyi davran. Onlar Hazreç'le dayanışma içindeydiler." Rasulullah onu, duymazlıktan geldi. O yine, "Ey Muhammed! Dostlarıma karşı iyi davran!" dedi. Rasulüllah ondan yüz çevirdi. O da gelip elini, Resulullah'ın zırhının yenine soktu. Bunun üzerine Resulullah: "Bırak beni!" dedi ve öfkelendi. Çevresindekiler peygamberin öfkesinin yüzüne yansıdığını gördüler. Ardından Rasulullah: "Yazıklar olsun sana! Bırak beni!" dedi. Buna karşılık Abdullah bin Ubey şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki dostlarıma iyi davranana dek seni bırakmam. Beni, arabıyla acemiyle herkese karşı korumuş olan dörtyüz zırhsız ve üçyüz zırhlı kişiyi, sen bir gün doğumluk süre içinde biçip atıyorsun. Ben onların bana düşman kesilınelerinden korkuyorum." Bunun üzerine Rasulullah da: "Onlar senindir" buyurdu.

Muhammed bin İshak dedi ki: "Babam İshak bin Yesar'ın Ubade'den naklen anlattığına göre Velid bin Ubade bin Samit şöyle dedi: Beni Kaynuka, Rasulullah'a karşı savaş açınca Abdullah bin Ubey, onların işleriyle ilgilenmek için girişimlere başladı. Ubade bin Samit ise Rasulullah'ın yanına gitti. Avf bin Hazrec oğullarından olan Ubade'nin de tıpkı Abdullah bin Ubey gibi yahudilerle antlaşması vardı. Ancak o, yahudilerle olan antlaşmasına, Allah'ı ve Resulünü yeğleyerek: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah'ı ve seni, onlarla olan antlaşmama tercih ederim. Kendime dost olarak Allah'ı, seni ve müminleri bilir. Kafilerle uzlaşmaktan, onları dost edinmekten uzak dururum" dedi. İşte bu olay üzerine Ubade ile Abdullah bin Ubey hakkında şu ayet indirildi: "Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar." Bu olay üzerine inen ayetler, "kim Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, zafer Allah'tan yana olanlarındır" ayetiyle noktalanmaktadır."

İmam Ahmed dedi ki: "Bize Kuteybe bin Said, ona Yahya bin Zekeriyya bin Ebi Ziyade, ona Muhammed bin İshak, ona Zührî, ona da Avde'nin naklettiğine göre Üsame bin Zeyd şöyle buyurdu: "Rasulullah'la birlikte Abdullah bin Ubey'in yanına gittik. Peygamber ona; "Seni yahudilerle olan dostluktan men etmiştim" dedi. Abdullah bin Ubey de: "Esad bin Zurare onları kızdırmıştı ama, ölüverdi!" şeklinde karşılık verdi." (Ebu Davud)

Bu belgelerin tümü, müslüman toplumdaki reel duruma ve Medine'de İslâm öncesinde mevcut olan çeşitli koşullara işaret etmekte ve aynı zamanda, müslümanlar ile yahudiler arasında belirli ilişkilerin olup olamayacağı meselesine ilişkin kesin bir görüş bulunmadığını göstermektedir. Buradaki ayetlerde tamamen yahudilerden bahsedildiği, hristiyanlarla ilgili olaylardan ise söz edilmediği dikkat çekiyor. Ancak buradaki nasslar, hem yahudileri hem de hristiyanları kapsar. Zira burada, müslümanlar ile kitap ehli ve (ilerde geleceği üzere) müşrikler de dahil olmak üzere diğer cemaatler arasında, sürekli bir anlayış, sürekli bir ilişki ve sürekli bir davranış biçimi tesis edilmektedir. Gerçi peygamber döneminde, hristiyanların müslümanlara karşı tutumları, yahudilerin tutumlarından farklıydı. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bir başka ayette bu farklılık şöyle dile getiriliyor: "İnsanlar arasında müminlerin en yaman düşmanı olarak yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulacaksın. İnananlara sevgice ve en yakın olanları ise, `Biz hristiyanız' diyenleri bulacaksın." (Maide Suresi, 82) O günlerdeki bu tutum farklılığına karşın buradaki ayette, yahudiler ile hristiyanlar aynı kategoriye sokulmaktadır. Nitekim bir sonraki ayette de onlar ile kafirler yine aynı kategoriye sokulacaktır. Bu durum, dostluk ve anlaşma bağlamındadır. Zira bu meselede, temel bir prensip söz konusudur. Bu da, müslümanın ancak müslümanla dost olabileceği, müslümanla anlaşabileceğidir. Müslüman sadece ve sadece Allah'ı, peygamberi ve müslüman cemaati dost bilmelidir. Bu konuda, diğer gruplar, müslümanlara karşı takındıkları tutumlarda farklılık olsa da neticede tümü aynı kategoridedir.

Müslüman toplum için bu konuda böylesine kesinkes ve son derece net bir kural koyan Allah'ın ilmi, sadece Resulullah'ın yaşadığı dönemi ve o dönemdeki konjonktürel durumları değil, tüm zamanları kuşatır niteliktedir. Tarihte, daha sonra yeryüzünün pek çok yerinde yaşanan olaylar, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık konusunda hristiyanların da, yahudilerden aşağı kalmadıklarını göstermiştir. İslâm'ı hoşgörüyle karşılayan Arap ve Mısır hristiyanlarını bir yana bırakırsak, batıdaki hristiyan camiasının, tarih boyunca bu dine karşı kin ve düşmanlık güttüklerini, -yahudilerin her zaman kurdukları komplolardan, açtıkları savaşlardan hiç de farklılık arz etmeyecek biçimde onların da İslâm'a karşı savaştıklarını, komplolar hazırladıklarını görüyoruz. Kralları müslüman muhacirlere ve İslâm'a kucak açan Habeşistan'lıların bile, çok geçmeden, yahudileri hiç de aratmayacak biçimde, İslâm'a ve müslümanlara karşı amansız bir savaş başlattıklarını görüyoruz.

Yüce Allah, tüm bunları biliyordu. Bu nedenle de, Kur'an'ın indiği dönemdeki olgulara ve o dönemin geçici konjonktürlerine bakmaksızın, kıyamete dek şurada ya da burada yaşanabilecek muhtemel olgulara önem vermeksizin, bu meselede müminler için genel bir kural koyuyordu.

İslâm'ın ve -gerçekte pek ilintileri olmasa bile- kendilerinden müslüman diye bahsedilen insanların bugün hâlâ, yeryüzünün her yanında yahudiler ve hristiyanlarca tutuşturulan savaş ateşine maruz kalmaya devam etmeleri, Allah'ın "Onlar birbirlerinin dostudurlar" biçimindeki sözünün doğruluğunu perçinlemektedir. Bilinçli müslümanlara düşen, rabblerinin bu öğüdünü iyice özümsemektir. Bunun da ötesinde, emirdeki bağlayıcılığın ve yasaklamadaki kesinliğin gereği olarak, Allah ve peygamberin dostları ile Allah ve resulünün sancağına sarılmayan diğer kamplara mensup insanlar arasında dostluk, konusunda tam bir ayrım gözetmektir.

İslâm, müslümanı, tüm insanlarla ilişkisini inanç temeli üzerine oturtmakla yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek düşüncesinde gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına göre belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman ile müslüman olmayan bir kimse arasında herhangi bir dostluk yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri olası değildir. Bu iki insanın, -kimi ahmakların ve Kur'an'ı okumayanların ileri sürdükleri alternatifin tam tersine- ateistlere karşı bile işbirliğine gidebilecekleri düşünülemez. Bu iki insan arasında, ortak inanç esasları bulunmadığına göre, böylesi bir işbirliğinin gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?

Kur'an'ı okumamış, İslâm gerçeğini kavrayamamış bazı insanlar ve kimi kandırılmış saf insanlar, şu türden düşünceler üretiyorlar: "Din, dindir. Yani tüm dinler aynı kefededir. Dinsizlikte, hangi ad altında olursa olsun dinsizliktir. Öyleyse dindarlar dinsizliğe karşı birlikte mücadele verebilirler. Çünkü ateizm, tüm dinleri reddetmekte ve tüm dindarlara savaş açmış bulunmaktadır!"

Oysa, İslâm düşüncesine ve de İslâm gerçeğini özümsemiş bir müslümanın düşüncesine göre, kazın ayağı hiç de böyle değildir. Bir kimse, İslâm'ı inanç olarak benimsemedikçe ve İslâm düzenini kurmak için bu inanç doğrultusunda çabalamadıkça, İslâm'ın özünü kavrayamaz.

Bu mesele, gerek İslâm'da ve gerekse İslâm'ı özümsemiş müslümanların kafasında, son derece net olarak ortadadır. Din, sadece İslâm'dır. İslâm'ın tanıdığı başka bir din daha bulunmamaktadır. Çünkü Allah: "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran Suresi, 19) buyuruyor. "kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez." (Al-i İmran Suresi, 85) buyuruyor. Peygamberimizin gönderilmesinin ardından artık, Allah'ın İslâm dışında kabul edeceği, razı olacağı hiç bir din yoktur. Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm üzere gönderilmişti. Peygamber olduğu bildirilmezden önce hristiyanlığı kabul etmediği gibi, peygamberliğini öğrendikten sonra da kabul edecek değildi. Nitekim Hz. İsa'da da aynı olgu söz konusudur. O da, peygamber olduğunu öğrendikten sonra yahudiliği kabul etmemiştir.

Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra da, -ehl-i kitap olarak- yahudilerin ve hristiyanların hâlâ var olmaları, bu onların dinlerinin Allah katında kabul göreceği ya da onların dinlerinin de bir ilahî din olarak tanınması anlamına gelmez. Bunlar sadece Hz. Muhammed'in peygamberlik öncesi dönemi için doğrudur. Ama, -İslâm düşüncesi ve müslümanların anlayışına göre- Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilmesinin ardından, artık sadece bir tek din söz konusudur: İslâm. Ayette, tevil götürmez bir biçimde bu gerçek ifade edilmektedir.

Kuşkusuz İslâm onları, inançlarını bırakıp ille de İslâm'a gelmeleri için zorlamıyor. Çünkü "Dinde zorlama yoktur" (Bakara Suresi, 256) Ancak bu, onların gittikleri yolun da bir "din" olarak görülmesi, "din" olarak tanınması anlamında değildir.

Dolayısıyla, ateizme karşı İslâm'ın söz konusu kimselerle din bağlamında ortak bir cephesi olamaz. Çünkü burada, İslâm'ın dışında olanlar, "dine mensup olmayanlar" söz konusudur. Onların din dedikleri, İslâm nazarında din değildir. Bu dinsizlik, ister kökeni semavî olan saptırılmış bir inanç, ister putçuluk üzerine kurulmuş paganizm, isterse dinleri yadsıyan ateizm biçiminde olsun hiçbir şey değişmemektedir. Bu saydıklarımızın kendi aralarında birtakım görüş ayrılıklarının, anlaşmazlıklarının olduğu doğrudur. Ancak aynı zamanda bunların tümü İslâm'a terstir. Bu nedenle bunlar ile İslâm arasında ne bir dayanışma söz konusu olabilir, ne de bir dostluk...

Müslüman, kendisine din konusunda eziyet etmedikleri sürece, -daha önce geçtiği üzere- onlara iyi muamele etmesi istendiği için ehl-i kitap olanlara karşı iyi davranır. Onlardan namuslu kadınlarla evlenebilir. -Gerçi Hz. İsa'nın ilahlığına ve Allah'ın oğlu olduğuna ya da teslise inanan bir kimsenin ehl-i kitabını yoksa müşrik mi olduğu fıkıh bilginleri arasında tartışılır ama- genel hükme göre namuslu ehl-i kitap kadınlarla nikahlanabilir. Onlara iyi muamele etme gereği ve onlarla nikahlanmanın mümkün oluşu, din konusunda onlarla yardımlaşılacağı ya da dostluk kurulacağı anlamına gelmez. Bu durum, müslümanlar nezdinde Allah'ın -Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderdikten sonra- Hristiyanlığı da bir din olarak onayladığının ve hristiyanlarla ortak bir cephe oluşturarak ateizme karşı mücadele vermelerinin, mümkün olacağının göstergesi olarak algılanamaz.

Kuşkusuz ki İslâm, gerek ehl-i kitabın, gerek müşriklerin ve paganistlerin, putperestlerin inançlarını düzeltmek için gelmiş ve onların tümünü müslüman olmaya çağırmıştır. Çünkü Allah katında kabul görecek biricik ve tek "din", İslâm'dır. Yahudiler, İslâm'a, çağrılmadıkları sanısına kapılacaklardır. Bu çağrı, onlara ağır gelecektir. Bunun içindir ki Kur'an, onları çok açık bir biçimde İslâm'a çağırıyor. Bu çağrıya kulak asmadıkları takdirde kafir durumundadırlar.

Müslüman ateistleri ve paganistleri İslâm'a çağırmakla görevlendirilmiş olduğu gibi, aynı zamanda ehl-i kitabı da İslâm'a davet etmekle yükümlüdür. Ama, ne ateistleri ve paganistleri, ne de ehl-i kitabı İslâm'a girmeleri için zorlama yetkisi yoktur. Çünkü, insanların kalplerinde inanç,zor kullanılarak oluşturulamaz. Din konusunda zor kullanmak, -bırakınız yasaklanmış olmasını- hiç bir olumlu sonuç da doğurmaz.

Müslümanın, ehl-i kitabın dininin -Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra- Allah katında yine kabul görecek bir din olduğunu iddia etmesi ile ardından onları İslâm'a çağırması kesinlikle bağdaştırılamaz. Onları İslâm'a çağırmakla yükümlü oluşu ancak, onların benimsediği yolun din olmadığını ve de bu nedenle onları dine-İslam'a çağırdığını düşünmesiyle mümkündür.

Bu gözle görülür gerçek tesbit edilirse, müslümanın, yeryüzünde dini yaygınlaştırma adına İslâm'ı din olarak benimsememiş kişilerle bir dostluk, bir dayanışma ilişkisine girmesinin İslâm inancıyla mantıken de bağdaşamayacağı daha kolay anlaşılacaktır.

İslâm'da bu mesele, bir örgütlenme, organizasyon meselesi olmasının yanısıra, bir iman, bir inanç meselesidir.

Bunun bir iman ve inanç meselesi olduğunu, müslümanlar ile ehl-i kitap arasında dostluk olduğu da son derece açıktır. Çünkü mümin tüm çabasını, -İslâm'ın belirlediği ve peygamberimizin aracılığıyla bizlere iletilen- Allah'ın nizamını, tüm ayrıntılarıyla ve de insanların her türlü davranışlarını kapsayacak biçimde yaşama aktarmak, uygulamak için yoğunlaştırmalıdır. Bu durumda, bu konuda müslümanın, İslâm, din, yöntem, sistem ve düzen olarak inanmamış bir kimseyle dayanışma içerisine girip yardımlaşabileceği nasıl düşünülebilir? Bunun mümkün olabileceğini söyleyenlerin amaçları başkadır. -Bu tür kimselerin amaçlarının İslâm'a ve İslâm'ın hedeflerine zarar vermediklerini varsaysak bile, onların bu düşünceleri İslâm'ın hedefleri arasında kesinlikle yerleştirilemez.- Çünkü İslâm, inanç esasıyla temellendirilmemiş hiç bir hedefi, hiçbir eylemi -başlangıç itibarıyla olumluymuş gibi bir izlenim yaratsa da kesinlikle onaylamamaktadır. "Rabblerini inkar edenlerin iyi işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer." (İbrahim Suresi, 18)

İslâm, müslümanı tüm çabasını İslâm için harcamakla yükümlü tutmuştur. Müslümanın yaşamında, günlük faaliyetlerinde en küçük bir noktada bile İslâm'dan kopukluk düşünülemez. Bunu ancak, İslâm'ın özünü ve İslâm düzeninin esprisini kavrayamamış olanlar düşünebilir. Müslümanın, hayatta İslâm nizamının dışında kalan (!) bazı noktalarda İslâm düşmanlarıyla yardımlaşabileceği ya da İslâm düşmanlarının müslümandan -dinini terk etmediği halde- hoşnut olabilecekleri düşünülemez. Nitekim, yahudilerin ve hristiyanların müslümandan hoşnut olabilmeleri için ondan ne isteyecekleri Kur'an'da da açıkça belirtilmiştir. Görülüyor ki böylesi bir yardımlaşma ve işbirliği düşüncesi, gerek inanç bakımından, gerekse pratik bakımından kesinlikle imkansızdır.

Kalplerinde hastalık bulunan kişilerden biri olan Abdullah bin Ubey bin Selûl, yahudilerle dost kalma çabasına ve sevgisine, ayrıca onlarla dayanışmasına mazeret olarak; "Bir insan olarak ben başımı belaya sokmak istemekten korkarım" diyordu. Bunlar, kalpteki hastalığın, imandaki zayıflığın göstergesidir. Dost, Allah'tır. Yardım edecek olan Allah'tır. O'ndan başkasının yardımına bel bağlamak sapıklıktır, boşa kürek çekmektir. Ne var ki İbn Selûl'ün ileriye sürdüğü mazeretler, tarih boyunca pek çok kimse tarafından yinelenecektir. Kalplerinde hastalık bulunan her münafığın düşüncesi, İbn Ubey'in düşüncesiyle aynı olacaktır. Hiçbir münafık, iman gerçeğini kavrayamayacaktır. Ama öte yandan Ubade bin Samit, yahudilerin yapıp ettiklerini görünce onlara dostluktan nefret ediyor. Çünkü kalbinde iman vardır. Bunun için yahudilerle dostluğu tamamen bıraktı. O kalbini Allah'ın' buyruklarına açarken Abdullah bin Ubey bin Selul ise onun bu tutumuna tepki olarak öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu.

İşte iki farklı anlayıştan, iki farklı duygudan kaynaklanan iki faklı tutum. İman eden kalpler ile imanı bilmeyen kalpler arasında, bu iki olgu tarih boyunca sürgit yaşanacaktır.

Kur'an, dinlerine düşman olan kişilerle yardımlaşanları, onlarla sıkı fıkı olanları, Allah'a içtenlikle inanıp, bağlanıp güvenmeyen münafıkları tehdit ediyor. Onları fethin yaklaşmasıyla, Allah'ın, onların tutumlarını ortaya koyacak, gizledikleri nifak tohumlarını açığa vuracak buyruğuyla tehdit ediyor.

"Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından sürpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler, kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar."

İşte o zaman (yani ister Mekke'nin fethi, ister konumların açığa vurulması, isterse Allah katından gelen bir buyruk anlamında olsun, "fetih" gerçekleştiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanlar, yahudilerle ve hristiyanlarla yarışırcasına dostluk kurabilmek için çabalamalarından ve de bozgunculuklarının açığa çıkmasından ötürü pişman olacaklardır. Müslümanların durumuna imrenecekler, yaptıkları bozgunculuktan ve sonuçta içine düştükleri utanç verici durumdan ötürü kendilerini kınayacaklardır!

"O zaman müminler onlara, `Bütün güçleriyle sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?' derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır."

Nitekim Allah sonunda, fethi nasip etmiştir. Onların niyetleri açığa çıkmış, amelleri boşa gitmiştir. Kaybedenler onlar olmuştur. Allah'ın vaadi hâlâ geçerlidir. Sadece Allah'ın ipine sarılırsak, sadece Allah'ı dost bilirsek, Allah'ın sistemini gözetir ve düşüncelerimizi, tavırlarımızı ona göre belirlersek, Allah tarafından gösterilen doğru yol üzere mücadeleye devam edersek Allah, bizlere de zaferi nasib edecektir. Yeter ki Allah ve Rasulü ile iman eden kimseler dışında hiç kimseyi dost bilmeyelim.

Ayetlerde iman edenlere yönelik ilk çağrı, yahudiler ve hristiyanlarla dostluğun kesilmesi, bu dostluğu sürdürerek -farkına varıp anlayamadan İslâm'dan çıkıp onlardan biri haline gelmekten kaçınılması isteniyor. İkinci çağrıda ise, Allah'ın dininden -Bu tür bir dostluk ya da başka bir nedenle dönenler, tüm amellerinin boşa çıkarılacağı gerçeği ile tehdit ediliyor. Onların bu tutumlarıyla, Allah'ı aciz bırakamayacakları, O'nun dinine bir zarar veremeyecekleri, çünkü Allah'ın dini için -O'nun ezelî ilminde mahfuz- dostların ve yardımcıların bulunacağı, dolayısıyla insanların dinden dönmeleri durumunda, onların yerine başkalarının getirileceği belirtiliyor. Ardından, -Allah'ın ezelî ilminde mahfuz- bu seçkin insanların, özelliklerinden söz ediliyor. Onlar, sevimli, iyi ve pırıl pırıl özelliklere sahiptirler. Sonra, müslümanların dostluklarını yöneltecekleri yegane yön açıklanıyor. Ve bu ikinci çağrının sonunda, Allah'ın taraftarları ile karşıt güçler arasındaki savaşın kaçınılmaz sonucu dile getiriliyor. Söz konusu savaşı kazananlar, Allah'ı, Rasulünü ve müminleri içtenlikle dost bilenler olacaktır.



54- Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.

55- Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rükua varan müminlerdir.

56- kim Allah'ı, Peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur.

İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.

"Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."

Allah'ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.

Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.

" ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."

Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,

Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.

Seninle aramız iyi olduktan sonra

Alemler bozuk olsa ne çıkar.

Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.

Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.

"İman edip salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)

"...Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir." (Hud Suresi, 90) "

O, bağışlayandır, sevendir" (Buruç Suresi, 14)

"Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim." (Bakara Suresi, 186)

"...Müminler en çok Allah'ı severler." (Bakara Suresi, 165)

"De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin." (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.

Bütün bunları gördükleri halde, "İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor, azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir. İsa-Mesih'i Allah'ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir" diyenlere şaşmamak elde değildir.

Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir, soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah'ı tenzih etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.

İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb'iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.

Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!

"Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."

Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mümin nimetleri veren yüce Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine yaklaştırıldığını anlıyor.

Ardından ayetin akışı, müminlerin, karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:

"...Bunlar müminlere karşı alçak gönüllüdürler."

Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.

Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer kalmamıştır.

Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?

Allah için kardeş olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da Allah'ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış, onu paylaşmışlardır.

"...Kafirlere karşı onurlu davranırlar."

Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı, altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek değildir. Sonra bu üstünlük; Allah'ın dininin ihtirasların dinine, Allah'ın gücünün onların gücüne ve Allah'ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.

"...Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler."

Allah'ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah'ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk ve gelişme sağlamak için, O'nun şeriatını hayata egemen kılmak uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek için, yüce Allah'ın seçtiği mümin topluluğun sıfatıdır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O'nun sistemini gerçekleştirmek, O'nun otoritesini yerleştirmek, O'nun şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için... Bu işte kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'nun yolunda yapılmaktadır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir. Allah'ın kanununa uydukları ve O'nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç? Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah'ın terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah'ın gücünden ve O'nun verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa olsun, durum değişmeyecektir.

Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah'ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır, boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.

Sırf şu anda mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah'ın sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.

Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin karakteristik özellikleridir.

Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O'nunla seçkin müminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer eden Allah'a güven duygusu, cihada girişirken O'nun yol göstericiliğine göre hareket etmeleri... Evet tüm bunlar Allah'ın lütfudur.

"Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir."

Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir. Yüce Allah'ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha bol ne olabilir ki?

Yüce Allah, iman sıfatına uygun düşen tek dostluk yönünü de müminlere göstererek, dost olacakları kimseleri açıklamaktadır:

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminlerdir."

Ayet bu şekilde kesin ifadelidir. Bir demogojiye ve tevile imkan bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm düşüncesinin cıvıklaştırılmasına fırsat vermemektedir.

Gerçekte işin böyle olması zorunludur da. Çünkü sorun -dediğimiz gibi özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket etme sorunudur. Dostluğun bütünüyle Allah'a özgü olması için, mutlak anlamda O'na güvenilmesi için, "din" olarak İslâm'ın benimsenmesi için, sorunun müslüman saf ile İslâm'ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak benimsemeyen, diğer sıfatların ayrılığı sorunu olarak algılanması için ve İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için. Biricik önderlikten ve yegane sancaktan başka kimsenin dostluğu söz konusu değildir. Mümin topluluktan başkasıyla yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm'ın hayat düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.

İslâm'ın sırf isimden ibaret olmaması, bir arma ve sembol olarak kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden nesile geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede oturanlara özgü bir sıfattan ibaret olmaması için, ayetin akışı müminlerin belli başlı karakteristik özelliklerini açıklamaktadır: v

"...Namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminler.."

Onların belirgin sıfatlarından biri namaz kılmaktır. -Sırf eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah'ın şu ayette belirlediği sonuçlar doğmaktadır:

"Kuşkusuz namaz, insanı kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar." (Ankebut Suresi, 45)

Kıldığı namaz kişiyi kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru kılınmamış demektir. Çünkü şayet Allah'ın söylediği şekilde kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu bunlardan alıkoyardı.

Bir diğer sıfatları da zekat vermektir. Yani gönül hoşnutluğu ve isteğiyle Allah'ın emrine itaat etmek ve O'na yaklaşmak amacıyla malın hakkını vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi değildir. O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir tarzda değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin belirgin bir özelliğidir. Bir hedefi gerçekleştirirken, birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin hiçbiri böyle değildir.

Toplumun durumunu düzeltmek için, uygar anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet adına, ya da halk adına yahut herhangi bir yeryüzü mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek yeterli değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş olur; ihtiyaç sahiplerine mal ulaştırmak.

Zekat ise; ismi ve anlamı, amacını belirlemektir. Herşeyden önce zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah'a yönelik bir kulluk şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine karşı insana güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan temizliğini sağlamaktadır. Allah için açılan bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştirende ahirette güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır. Bereketle ve bereketli ekonomik düzenle, malının dünya hayatında artacağını ummasını sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan fakirlerin gönüllerinde güzel duygular uyandırır. Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle yüce Allah'ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar. Artık zengin kardeşlerine karşı kin ve çekemezlik duygularına kapılamazlar. -Bununla beraber İslâm düzeninde zenginlerin helal yollarla mal kazandığını, maldan paylarına düşeni toplarken hiç kimseye haksızlık etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme atmosferinde malî bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.

Zekat vermek, müminlerin hayatî işlerde Allah'ın şeriatına uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden biridir. Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah'ın otoritesini kabul ettiklerini de göstermektedir. İşte İslâm budur.

"...Rukua varan müminler.."

Bu onların karakteristik durumudur. Sanki sürekli olarak asıl durumları budur. Bu nedenle, "namaz kılanlar" sıfatıyla yekinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha genel ve daha kapsayıcı bir özelliktir. Çünkü bu gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve onunla tanındıkları bu özelliktir.

Bu tür münasebetlerle, Kur'an'ın ifade tarzının uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da etkileyicidir.

Yüce Allah, kendisine güvenmelerine, O'na sığınmalarına, sırasıyla yalnızca O'na, peygamberine ve müminlere dost olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş saffın dışında tüm saflardan bütünüyle ayrılmalarına karşılık, müminlere yardım ve galibiyet vaad etmektedir.

"Kim Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur."

Bu galibiyet sözü, imandan kaynaklanan bir kuralın açıklanmasından sonra yer almaktadır. Bu kural Allah'a, peygamberine ve müminlere yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hristiyanları dost edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi ve hristiyanların safına katılmak olduğuna, aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine ilişkin bir uyarıdır.

Burada Kur'an'ın genel bir yaklaşımı göze çarpmaktadır. Yüce Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını istemektedir müslümanlardan. İleride galip geleceği, yeryüzüne egemen olacağı için değil. Bunlar zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece yüce Allah'ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin takdirini gerçekleştirmek için meydana gelirler, insanları bu dine girmeye teşvik etmek için değil. Müslümanların galip gelmelerinde kendileri için herhangi birşey söz konusu değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için bir pay çıkarmazlar. Bu, sadece onların eliyle gerçekleşen Allah'ın kaderidir. Bunu, akideleri için bahşetmiştir yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette bu uğurda sarf ettikleri çabanın mükafatını alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin ve bu yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah olmasının doğurduğu sonuçların sevabını alacaklardır.

Aynı şekilde yüce Allah, kalplerini sağlamlaştırmak, onları karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için, müslümanlara galibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman son derece çürük engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları aşma ve zorlukları atlama konusunda kalpleri daha bir güçlenir. Allah'ın müslüman ümmete vaadettiği galibiyetin, kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda yaptıkları cihadın, Allah'ın dinini yeryüzüne yerleştirmenin ve bu yerleştirmenin doğurduğu sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.

Bu ayetin burada yer alması, o günkü müslüman kitlenin durumunu ve Allah'ın taraftarlarının oluşturduğu grubun galip geleceğine ilişkin kuralın hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün indiriliş tarihine ilişkin tercih ettiğimiz görüşten anlıyoruz.

Sonuçta zaman ve mekanla bir ilişkisi bulunmayan şu kuralı öğrenmiş oluyoruz. Bu kuralın, Allah'ın değişmez yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda ve bazı konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış olsa da, durum değişmeyecektir. Hiçbir zaman değişmeyen yasa; Allah'ın hizbini (taraftarlarını) oluşturanların galip olacaklarıdır. Kuşkusuz Allah'ın kesin vaadi, yolun kimi aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur. Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinmek, yolun sonunda Allah'ın vaadinin yerine gelmesine bir araç konumundadır.

Sonra... Kur'an'ın sunuş tarzı, müminleri inançlarına karşı çıkan Kitap Ehli ve müşriklerin dostluğundan alıkoymak ve bu imana dayalı kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına yerleştirmek için, İslâm düşüncesinde ve İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden çeşitli yöntemlere başvurmuştu.

Birinci çağrıda; doğrudan yasaklama ve yüce Allah'ın katından bir fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu. İkinci çağrıda; Allah'ın, peygamberinin ve müminlerin düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden dönmekten (irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve Allah'ı sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan olmalarını teşvik etmek ve Allah'ın her zaman galip hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.

Şimdi ise; Kur'an-ı Kerim'in bu derste yeralan, müminlere yönelik üçüncü çağrıyla; gönüllerine, düşmanlarının eğlence ve alaya aldıkları dinlerini, ibadetlerini ve namazlarını koruma duygusunu serptiğini görüyoruz. Dostluklarından alıkoyma noktasında Ehli Kitap ile diğer kafirleri de bir tuttuğunu, bunu Allah'tan korkmaya bağladığını görüyoruz. Bu arada bu çağrıya kulak vermeyi, iman sıfatıyla irtibatlandırdığını, kafirlerin ve Ehli Kitab'ın marifetlerini kınadığını, onları akıl etmezler olarak nitelediğini görüyoruz:



57- Ey müminler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kafirlerden dininizi alaya alanları, eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan korkunuz.

58- Birbirinizi namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman, onlar bu çağrınızı alaya alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu davranış onların aklı başında olmayan kimseler olmalarından kaynaklanıyor.

Bu, kendisinde müminin hamiyeti bulunan herkesi etkileyen bir durumdur. Dini alaya alındığında ibadet ve namazı eğlence konusu yapıldığında, Rabbinin huzurunda durduğu an, oyun ve eğlence konusu yapıldığında, tüm onurunun kırıldığını gören müminin... Müminlerle, bu tür çirkin bir davranışı yapanlarla, akılsızlıklarından ötürü böyle bir suçu işleyenlerle dostluk yapmak mümkün müdür? Allah'ın dinini ve müminlerin Allah'a yönelik ibadetlerini, aklı başında bir insan alaya alamaz. Çünkü akıl, -sağlıklı ve doğru olduğu zaman- çevresindeki her şeyde Allah'a inanmanın işaretlerini görür. Ancak bozulup sapıttığı an, bu işaretleri göremez olur. Çünkü böyle bir durumda, onunla varlıklar arasındaki ilişki bozulmuştur. Oysa tüm varlıklar, kulluk ve ululanmayı hakkeden bir ilahın varlığına işaret etmektedir. Aynı zamanda akıl, sağlıklı, doğru olduğu zaman, evrenin ilahına yönelik kulluğun güzelliğini ve üstünlüğünü algılayacaktır. Eğer sağlıklı ve tutarlı ise, Allah'a yönelik kulluğu oyun ve eğlence konusu yapmayacaktır.

Bu alaya alma ve eğlence konusu yapma, Kur'an-ı Kerim'in peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kalbine o günkü müslüman kitle için indiği dönemde, kafirlerden, Ehli Kitap'tan da özellikle yahudilerden kaynaklanıyordu. Peygamberimizin hayatında hristiyanlardan böyle bir davranışın meydana geldiğine ilişkin bir belgeye rastlamıyoruz. Ancak, yüce Allah, müslüman kitle için düşünce ve hayat sistemini dayandıracağı sürekli bir kural belirliyor. Kuşkusuz yüce Allah, tarih boyunca, müslüman nesillerin karşılaşacakları durumları biliyordu. İşte biz, sayıca tüm kafirlerden, yahudilerden daha fazla olan ve kendilerine hristiyan diyenlerden oluşan, bu dinin ve müslüman cemaatin düşmanlarını gördük, görüyoruz. Bunlar da -onlar gibi- İslâm'a düşmanlıkta paylarını almışlardır. Ardarda geçen asırlar boyu İslâm'a, tuzaklar kurmuşlardır. Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) döneminde İslâm'ın Roma Devleti ile çarpışmasından beri kesintisiz bir savaşa tutuşmuşlardır, İslâm'a karşı. Bir süre "Haçlı seferleri, ardından hilafeti ortadan kaldırmak için Haçlı devletlerinin yeryüzünün her tarafından saldırıya geçtikleri "Doğu sorunu" şeklinde sürdü bu savaş. Bir ara, Haçlıların içlerinde gizledikleri ancak, kimi zaman ağızlarından kaçırdıkları sömürgeciliğe zemin hazırlayan ve ona dayanan "Misyonerlik" şeklinde sürdü. Sonra bu kızgın savaş, yeryüzünün hangi bölgesinde olursa olsun ortaya çıkan İslâmî diriliş hareketlerine karşı sürmektedir. Bu saldırıların tümünde yahudiler, hristiyanlar, kafir ve putperestler birlikte hareket etmişlerdir.

Bu Kur'an, kıyamete kadar müslümanların yol gösterici kitabı olması için gelmiştir. İtikadî düşüncelerini kurduğu gibi, toplumsal düzenlerini de kurmaktadır bu kitap. Aynı zamanda hareket stratejilerini de belirlemektedir. İşte bakın, Allah'tan, O'nun peygamberinden ve müminlerden başkasını dost edinmemelerini öğretmektedir. Yahudi, hristiyan ve kafirlerle dostluk kurmalarını yasaklamaktadır. Bu sorun karşısında, en kesin tavrı takınmaktadır. Çeşitli yöntemlere başvurarak, bu derece genişçe ele almaktadır.

Kuşkusuz bu din, taraftarlarına hoşgörülü olmayı, Ehli Kitap'la, özellikle kendilerine hristiyan diyenlerle ilişkilerinde, iyi davranmalarını emretmektedir. Ancak bunlarla dostluk kurmalarını yasaklar. Çünkü hoşgörü ve iyi ilişkiler, ahlâk ve yaşam tarzı sorunudur. Dostluk, yardım demektir. iki grubun yardımlaşması demektir. Müslümanlarla Kitap Ehli -diğer tüm kafirlerde olduğu gibi- arasında işbirliğinin bulunmasıdır. Daha önce de değindiğimiz gibi, müslümanın hayatında yardımlaşma, din için ve onun sisteminin ve düzeninin insanların hayatında kurulmasını sağlamak amacıyla yapılan cihad için geçerlidir. Bu konuda, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında bir işbirliği olabilir mi? Nasıl olabilsin ki?

Bu, kesin ve net bir sorundur, cıvıklığı kabul etmez. Bu konuda yüce Allah, kesin bir ciddiyetten, müslümanın dini konusunda takınması gereken tavra yakışır bir ciddiyetten başkasını kabul etmez.

Müminlere yönelik üç çağrı bitince hitap, Ehli Kitab'a karşı şu soruları sorması için peygamberimize yönelmektedir: Niçin müslümanları yadırgıyorlar? Allah'a inanmalarından, Ehli Kitab'a indirilmiş olana ve Ehli Kitap'tan sonra müslümanlara indirilene inanmalarından başka bir nedenden dolayı mı onlardan hoşlanmıyorlar? Müslümanlar inandıklarından, onlar da -Ehli Kitap olarak- yoldan çıkmış olmalarından başka bir nedenle mi nefret ediyorlar? Bu, utandırıcı bir karşılamadır. Aynı zamanda düşmanlığın asıl nedenini ve yol ayırımını da ortaya çıkarmakta, herşeyi açıklayıp kestirip atmaktadır:



59- De ki; "Ey Kitap Ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış kimseler olmanız değil midir?

60- De ki; "Allah katında bundan daha kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lanet ettiği, gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak maymuna ve domuza dönüştürdüğü kimseler ile tağuta (şeytan) tapan kimselerdir. Bunlar konumları en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır.

Yüce Allah'ın, peygamberinden Ehli Kitab'a yöneltmesini istediği bu soru; bir yönden onların pratik durumunun tespiti amacına yönelik açıklayıcı ve müslüman topluma, onların dinlerine ve namazlarına karşı alaya alıcı bir tutum içinde olmalarına neden olan etkenlerin gerçekliğini ortaya çıkarıcı bir sorudur. Diğer yönden; realitelerini ve bunu işlemeye yönelten etkenleri kötülemek amacına yönelik kınayıcı bir sorudur. Aynı zamanda bu müslümanları güçlendirmek, o kavmin dostluğundan nefret ettirmek ve bu dostluktan alıkoymaya ve sakındırmaya ilişkin geçen üç çağrıda yeralan gerçekleri bildirmek amacına yöneliktir.

Ehli Kitab'ın, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) döneminde müslümanlardan, günümüzde de ortaya çıkan İslâmi diriliş hareketlerinden nefret etmelerinin nedeni, müslümanların Allah'a ve O'nun kendilerine indirdiği Kur'an'a ve Kur'an'ın doğruladığı, daha önce Allah tarafından Kitap Ehli'ne indirilen kitaplara inanmalıdır.

Onlar, müslüman oldukları, yahudi ya da hristiyan olmadıkları için, müslümanlara düşmanlık ediyorlar. Ehli Kitap, Allah'ın indirdiklerinden sapmış fasıklar oldukları için, müslümanlara düşmanlık besliyorlardı. Fasıklık ve sapıklıklarının kanıtı da, ellerinde bulunanı -uydurup bozduklarını değil doğruladığı halde son mesaja ve Allah'ın gönderdiği tüm peygamberleri doğrulayan ve onlara gereken saygıyı gösteren son peygambere inanmamalarıdır.

Medine'de müslümanlara ait bir organik yapı oluştuğundan, kişilikleri belirginleştikten, artık Allah'ın eşsiz sisteminin gölgesinde bağımsız dinlerinden düşünce ve hayat düzenlerinden kaynaklanan bağımsız bir varlığa sahip oldukları günden beri, 1400 sene boyunca silahlarının susmadığı, kızgınlığın dinmediği bu sürekli savaşı başlatmışlar müslümanlara karşı.

Onlar, -herşeyden önce- müslüman oldukları için, müslümanlara karşı bu kızgın savaşa tutuşmuşlar. Müslümanlar dinlerinden dönmedikçe, başka bir dine girmedikçe bu kızgın savaşı durdurmaları mümkün değildir. Bunun nedeni, Ehli Kitap'tan çoğunun yoldan çıkmış fasıklar olmasıdır. Bu yüzden doğru yolda hareket eden ve dinlerinin gereklerini yerine getiren müslümanları sevmezler.

Yüce Allah, bu gerçeği kesin bir şekilde yerleştirmektedir. Nitekim diğer bir sûrede, peygamberine şöyle buyurmaktadır: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır." (Bakara Suresi, 120) Bu sûrede de O'na, Ehli Kitab'ı gerçek psikolojik etkenleri ve konumlarının özüyle yüzyüze getirmesini buyurmaktadır.

"De ki; "Ey Kitab Ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış kimseler olmanız değil mi?"

Yüce Allah'ın doğru ve apaçık kitabında çeşitli yerlerde belirttiği bu gerçeği; günümüzde Ehli Kitap'tan ve kendilerini "müslüman" olarak isimlendirenlerden birçoğu, iddia ettikleri gibi materyalizm ve dinsizliğe karşı "dindarların" dayanışması adına sulandırmak, karıştırmak, örtmek ve inkar etmek istemektedirler.

Günümüzde Ehl-i Kitap, bu gerçeğin sulandırılmasını hatta çarptırılmasını, örtbas edilmesini ve perdelenmesini istemektedir. Çünkü onlar İslâm ülkesinde (daha doğru bir ifadeyle bir zamanlar İslâm ülkesi olan beldelerde) yaşayanları aldatmak istemektedirler. İslâm'ın tutarlı ilahi sistemiyle içlerine yerleştirdiği sağ duyuyu köreltmek istemektedirler. Çünkü bu duyu, sağlıklı olduğu sürece haçlı sömürgeciliğinin, İslâm yurdunu sömürmesi bir yana, İslâm karşısında tutunması bile mümkün değildir. Açıktan açığa yapılan haçlı savaşlarındaki ve misyoner faaliyetlerindeki yenilgilerden sonra, aldatma ve uyutma yöntemine başvurmaları kaçınılmazdı. Çeşitli gösterişler yapıp, müslümanların varislerinin arasında, din ve din adına yapılan savaşlar sorununun bittiği düşüncesini yaymaya çalışıyorlar. Bunun yalnızca, tüm ulusların yaşadığı karanlık bir tarihsel dönem olduğunu, şimdi ise dünyanın aydınlandığını ve artık ilerlediğini söylüyorlar. İnanç esasına dayalı bir çarpışmaya girişmenin doğru olmadığını, günümüz insanına yakışmadığını ve uygun bir davranış olmadığını, günümüzde savaşın madde için yapıldığını, sadece hammadde kaynaklarını ve pazarları elde edip sömürmek için savaşıldığını söylüyorlar. O halde onlara göre müslümanların -ya da müslümanların varislerinin- dini ve din uğruna savaşmayı düşünmeleri doğru değildir.

İslâm ülkelerini sömüren Ehli Kitap, onların bu uyuşturucuyla uyuduklarından emin olduklarında, bu sorun, vicdanlarında gereken ciddiyetten uzak bir şekil aldığında, artık sömürgeciler müslümanların Allah ve inanç uğruna taşıdıkları öfkeden güvencededirler. O öfke ki, bir gün bile karşısında tutunamamışlardı. Bu uyutma ve uyuşturmadan. sonra artık iş kolaylaşmıştır. Yalnızca inanç savaşını kazanmakla kalmayıp, onun ötesinde soyacakları, çalıp çarpacakları, ganimetler, koloniler ve hammadde kaynaklarını da kazanırlar. İnanç savaşında galip geldikten sonra, madde savaşında da galip gelirler. Bunlar ise birbirlerine çok yakındırlar.

Sömürgecilerin gizli, apaçık şuraya buraya yerleştirdikleri İslâm ülkesindeki Ehli Kitab'ın işbirlikçileri de, aynı sözü tekrarlıyorlar. Çünkü onlar, sınırların içinde görevlerini yerine getirmek üzere sömürgecilerle işbirliği yapan kimselerdir. Bu adamlar, "Haçlı savaşları"nın bile "Haçlı" olmadığından söz ediyorlar. İnanç sancağı altında onlara karşı koyan müslümanlar için de, "müslüman" değil "milliyetçi" idiler diyorlar.

Uyuşturulmuş, aldatılmış bir üçüncü grup daha vardır. Emperyalist batıda, "Haçlılar"ın torunları bunlara seslenerek: "Bize gelin, gelin, dost olup birleşelim. `Dinsizlik' hareketine karşı, `din'i savunalım"diyorlar. Bu uyutulmuş aldatılmış grup da, bu Haçlıların torunlarının her defasında müslümanlara karşı, dinsizlerle tek saf olduklarını, asırlar boyu böyle yaptıkları gibi, hâlâ da böyle olduklarını unutarak çağrılarına uyuyorlar. Aslında dinsiz materyalistlerle savaşmak, müslümanlarla savaşmak kadar zor gelmez onlara. Onlar materyalist dinsizliğin geçici bir akım, süreli bir düşman olduğunu çok iyi biliyorlar. İslâm'ın da sağlam bir temel, kalıcı bir düşman olduğundan kuşku duymazlar. Bu yaldızlı çağrı, İslâmî diriliş hareketinïn şaşmaz uyanıklığını etkisiz hale getirmek, aynı zamanda, politik sömürülerinin düşmanı olan dinsizlerle tutuştukları savaşta, bu uyutulmuş, aldatılmışların emeğinden yararlanmak, onları bir yem olarak kullanmak amacına yöneliktir. Bunlar da onlar gibi, İslâm ve müslümanlara karşı bir savaşa tutuşmuşlardır. Bu savaşta, müslümanların tutarlı, ilahî hayat metodunun eğittiği sağduyudan başka bir hazırlığı da yoktur.

Oyuna kamp doğruluk gösterilerine aldanan bu adamlar, "din" adına "dinsizler"le savaşmak için, güven ve dostluğa çağrılırlarken Ehli Kitab'ın samimi olduğunu sanıyorlar. Oysa, -istisnasız- ondört asırlık realiteyi unutuyorlar, bu konuda bizzat Rabblerinin direktifini unuttukları gibi. kişi de Allah'a karşı güven ve O'nun söylediklerine inanma duygusu varsa, bu direktiften kaçmak ve kayıtsız kalmak mümkün değildir.

Bu adamlar, sözlerinde kurnazca davranıyorlar ve müslümanlara Ehli Kitap'la iyi ilişkiler kurmayı ve yaşayış ve davranışta hoş görülü olmalarını emreden Kur'an ayetlerini, peygamber sözlerini yazarlarken onlarla, dostluk kurmaya ilişkin kesin sakındırmaları, onların etkenlerine karşı uyanık olmaya ilişkin hükümleri, İslâmî hareketin yardımlaşma ve dostluğu yasaklayan İslâm düzeninin stratejisine ilişkin açık direktifleri unutuyorlar. Çünkü yardımlaşma ve dostluk müslümanlar için din konusunda ve onun sisteminin ve düzeninin pratik hayatta kurulması uğrunda yapılabilir sadece. Her ne kadar bu dinlerin bozulmasından önce, bazı temellerde birleşmeleri söz konusu olsa da, müslümanla Ehli kitab'ın din konusunda, üzerinde birleştikleri ortak bir ilkeleri mevcut değildir. Çünkü Ehli Kitap bu dine, inanmalarından dolayı onlardan nefret etmektedir ve yüce Allah'ın dediği gibi, bu dinden dönmedikçe de onlardan hoşlanmazlar.

Kur'an'ı ikiye ayıran bu adamlar, onu bölüp parçalamakta, ondan onay almak amacıyla dilediklerini ve şaşkın, saçma iddialarına uyan kısmını almakta, şaşkın ve bozuk düşüncelerine uymayanı ise, bir kenara atmaktadırlar.

Biz de, bu soruna ilişkin, aldatılmışların ya da aldatıcıların sözlerine kulak vermektense, yüce Allah'ın sözünü dinlemeyi tercih ediyoruz. Kuşkusuz bu konuda, yüce Allah'ın sözü son derece kesin, net, belirgin ve açıktır.

Hoşlanmayışlarının sebebinin Allah'a, bize ve bizden önce indirilene inanmak olduğu belirtildikten sonra, geriye kalan sebebe ilişkin yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde bu noktada kısaca duralım:

"...ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış kimseler olmanız."

Fasıklar bu nedenin yarasını oluşturmaktadır. Çünkü fasıklık, kişiyi doğruluktan hoşlanmamaya sürükler. İşte bu olağanüstü Kur'anî yaklaşımın tespit ettiği realiteye uygun psikolojik bir kuraldır. Çünkü yoldan çıkıp sapıtan biri, benimsenmiş bir sistem uyarınca dosdoğru hareket eden birine tahammül edemez. Onun varlığı sürekli yoldan çıkmışlığını, sapıklığını hatırlatmaktadır. Sapıklığına ve yoldan çıkmışlığına somut bir kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden ondan nefret etmekte, hoşlanmamaktadır. Onun doğruluğundan nefret etmekte, sorumluluğundan hoşlanmamaktadır. Bu yüzden onu kendi yoluna çekmek için, büyük çaba sarf eder. Ya da kendisine karşı çıktığında, ortadan kaldırmaya uğraşır.

Bu sürekli bir kuraldır. Ehli Kitab'ın Medine'deki müslüman cemaate karşı tutumlarını aşar. Her zamanki Ehli Kitab'ın, her zamanki müslümanlara karşı tutumlarını yansıtır. Hatta samimi ve doğru yolda hareket eden her topluluğa karşı, yoldan çıkmış hareket edenlere karşı, yoldan çıkmışların toplumlarında samimilere karşı, sapıkların toplumlarında başlatılmış şiddetli bir savaştır bu.

Bu savaş, şu olağanüstü Kur'an ayetinin tasvir ettiği bu kurala dayanan doğal bir durumdur.

Kuşkusuz yüce Allah, iyiliğin, kötülüğün nefretini çekmesinin kaçınılmaz olduğunu, hakkın, batılın düşmanlığıyla karşılaşmasının zorunlu olduğunu, doğruluğun, mutlaka yoldan çıkmışlığın öfkesini üzerine çekeceğini, samimiyetin, zorunlu olarak sapıklığın kinini artıracağını biliyordu.

Aynı şekilde yüce Allah, iyiliğin, hakkın, doğruluğun ve samimiyetin kendini savunmasının, kötülük, batıl, yoldan çıkmışlık ve sapıklıkla zorunlu bir savaşa tutuşmasının kaçınılmaz olduğunu da biliyordu. Bu isteğe bağlı bir savaş değildir. Hak, batıla karşı koymama yetkisine sahip değildir. Çünkü batıl, mutlaka ona saldıracaktır. iyilik bir kenara çekilmez. Çünkü kötülük, onu ortadan kaldırmaya çalışacaktır.

Hak, iyilik doğruluk ve samimiyet taraftarlarının batıl, kötülük, yoldan çıkmışlık ve sapıklığın kendilerinden vazgeçtiğini, bu yüzden savaştan uzak kalacaklarını ve bir barış ve anlaşmanın mümkün olduğunu sanmaları gaflettir, hem de korkunç bir gaflet. Oysa bu uyutmalara ve aldatmacalara konacaklarına tedbir ve kuvvet bulundurmakla, zorunlu savaşa hazırlanmaları çok daha iyi olurdu. Yoksa onlar yenilmeye ve yok olmaya mahkum olacaklardır.

Daha sonra, Kur'an'ın akışıyla birlikte, Ehli Kitab'ın müslümanlardan hoşlanmayışlarının nedenleri belirtilip bunlar kınandıktan sonra, Ehli Kitap karşısında yüce Allah'ın, peygamberine yönelik direktifiyle yolumuza devam ediyoruz. Yüce Allah, eski tarihleri, Rabbleri ile olan durumları ve hazırlanan acı azapla cevap vermektedir onlara:

"De ki; "Allah katında bundan daha kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lanet ettiği, gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak maymuna ve domuza dönüştürdüğü kimseler ile Tağut'a (şeytana) tapan kimselerdir. Bunlar konumları en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."

Burada yahudilerin durumunu ve tarihlerini öğreniyoruz.

Onlar, yüce Allah'ın lanetlediği, gazabına uğrattığı, içlerinde kendisini maymuna ve domuza dönüştürdüğü kimselerdir. Tağuta kulluk eden de onlardır.

Allah'ın, onları lanetlemesi ve gazabına uğratması, aynı şekilde içlerinden kimisini maymuna ve domuza dönüştürmesi konuları, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde geçmektedir. Ancak Tağut'a kulluk yapmaları sorununa gelince; burada açıklamayı gerektirmektedir. Çünkü sûrenin akışı içinde özel bir anlamı olan bir yaklaşımdır bu.

Tağut; otoritesini Allah'tan almayan her türlü yönetim, uygulamasını O'nun şeriatına dayandırmayan her iktidar, hakka tecavüz eden her türlü düşmanlıktır. Allah'ın otoritesine, ilalılığına ve hakimiyetine, tecavüz ise; düşmanlığın en iğrenci, azgınlığın en şiddetlisi, anlam ve söz olarak da Tağut'un kapsamına en çok girenidir.

Ehli Kitab'a gelince; onlar, hahamlara ve papazlara tapmazlardı. Ancak, Allah'ın şeriatını bırakıp, onların kanununa uyarlardı. Yüce Allah da onları, Haham ve papazların kulları ve müşrikleri olarak isimlendirdi. işte bu yaklaşımda şu ince anlam yatmaktadır. Evet onlar Tağut'a kulluk yapıyorlardı. Yani azgın ve gerçeğe tecavüz eden otoritelere uyarlardı. Kuşkusuz onlar, secde etmek, rükua varmak anlamında kulluk yapmıyorlardı onlara. Fakat onlara uymak ve itaat etmek anlamında ibadet ediyorlardı. İşte bu, kişiyi Allah'a kulluk dairesinden ve O'nun dininden çıkaran bir kulluk şeklidir.

Yüce Allah, peygamberine, Ehli Kitab'ı bu tarih ve bu tarihten dolayı hakkettikleri bu cezayla yüzyüze getirmesini emrediyor. Sanki onlar, karakterleri değişmez tek bir nesildirler. Onlara bunun en kötü bir ceza olduğunu bildirmesini buyuruyor:

"...De ki; Allah katında bundan daha kötü konumda olanları size bildireyim mi?"

Yani, Ehli Kitab'ın müslümanlara yönelik nefretlerinden, onlara kurdukları tuzaklardan ve imanlarından dolayı çektirdikleri eziyetlerden daha kötüsünü... Zayıf insanların hoşlanmaması nerede, Allah'ın hoşnutsuzluğu, azabı, bir de Ehli Kitab için kötülük ve doğru yoldan çıkmış hükmünü vermesi nerede?

"Bunlar konumları en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."

EHLİ KİTABIN KARAKTERİ

Ayetin akışı tarihlerini ve buna karşılık hakkettikleri cezayı gözler önüne serdikten sonra, dostluklarından nefret ettirmek için niteliklerini ve karakteristik özelliklerini sunmaya devam ediyor. Geceleri tasarladıkları komploları ortaya çıkarmakla,. müminlere yönelik bir sakındırma ve dikkat çekme yer alıyor. Aynı şekilde çizilen tabloda, yahudinin tipi iyice belirginleşiyor. Çünkü yaşanan olgudan söz ediliyordu ve en çok da yahudilerden kaynaklanıyordu bu kötülük.



61- Bunlar yanınıza geldiklerinde, "inandık " dediler. Oysa yanınıza, kafir olarak girmiş ve yine kafir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duygu/arı herkesten iyi bilir. "

62- Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.

63- Allah'a bağlı bilginler ile din adamları bunları günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.

64- Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın. onlara lanet olsun! Tersine O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır. Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez.

Bu ibareler, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı uyarınca hareketli tablolar ve canlı sahneler meydana getirmektedir. Bu ayetleri okuyan, yüzyılların ötesinden -aynı düşünceyle- Kur'an'ın sözünü ettiği bu topluluğu, -tercih edilen görüşe göre- yahudileri seyredebilir. Çünkü ayetlerin akışı onlardan söz etmektedir. Bu arada Medine'deki bazı münafıkların kastedildiği de düşünülebilir. Müslümanlara gelip "inandık" demeleri göz önüne getirilebilir. Müslümanların yanına girerken ve çıkarken dağarcıklarında taşıdıkları şeyin karşıtını dilleriyle söylemelerine rağmen, dağarcıklarında "küfrü" sakladıkları, girerken, çıkarken onu taşıdıkları göz önüne getirilebilir.

Belki de bunlar, geceleri komplolar kurup, kimisi kimisine; "sabahleyin Kur'an'a inanın akşamleyin de inkar edin, belki dönerler" diyen yahudilerdir. Bu kargaşa ve iğrenç olduğu kadar aşağılık kuşkulandırma ile, müslümanları dinlerinden döndürebileceklerini umuyorlardı.

"Allah onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi bilir."

Bunu yüce Allah söylüyor, çünkü gerçektir. Bir de müminlerin Allah'ın desteğine güvenmeleri, düşmanlarının tuzaklarından koruyacağından emin olmaları ve O'nun ilmiyle bu gizli tuzakları kuşattığını bilmeleri amaçlanmaktadır. Sonra vazgeçerler diye, bu tür komploları kuranlar da tehdit edilmektedir.

Ayetin akışı, hareketlerini gözle görülebilir biçimde çizmektedir. İfadede bunlar, açıkça seyredilebilir.

"Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür."

"Musarea" işdeş kipindendir. Topluluğu günah, düşmanlık ve haram yemekte yarışır olarak tasvir etmektedir. Bu, iğrendirmek ve aşağılamak için çizilen bir tablodur. Ancak, fesat yaygınlaştığı, değerler yok olduğu ve kötülük her tarafı kapladığı her zaman ki toplumların, sosyo-psikolojik durumlarından birini tasvir etmektedir. Böyle bir duruma gelmiş toplumlara baktığında insan, güçlüsüyle, zayıfıyla, içindeki her ferdin kötülükte, günah ve düşmanlıkta yarıştığını görecektir. Günah ve düşmanlık, bu tür aşağılık, bozulmuş toplumlarda sadece güçlülere özgü bir davranış değildir. Güçsüzler de bu suçu işlerler. Bunlar da günah akımına kapılırlar ve haksızlık yapabilirler. Doğal olarak güçlülere, haksızlık yapamazlar. Bunlar da birbirlerine haksızlık yaparlar. Allah'ın yasaklarını çiğnerler. Çünkü bozulmuş toplumlarda yöneten, yönetilen, hiç kimsenin korumadığı serbest bölge burasıdır. Dolayısıyla bozulduğu zaman, günah ve haksızlık, toplumun özelliği olur. Bu tür toplumların işi, günah ve haksızlıkta yarışmaktır.

O günkü yahudi toplumu da böyleydi. Böyle haram yiyorlardı. Nitekim haram yemek, yahudinin her zamanki özelliğidir.

"Yaptıkları şey ne kadar kötüdür."

Ayetlerin akışı, şeriatı uygulamayı üstlenen Allah'a bağlı kimselerin ve dini bilimleri öğretmeyi üzerine almış bilginlerin, tüm bunlara sessiz kalışlarını, kavmin günah ve haksızlıkta yarışmalarına, haram yemelerine ses çıkarmayıp, kötülükte yarışmaktan alıkoymamalarını kınarken, bozulmuş toplumlarının karakteristik özelliklerinden bir diğerine işaret etmektedir:

"Allah'a bağlı bilginler ile din adamları bunları, günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!"

Bu özellik, toplumda günah ve haksızlığın yaygınlaşmasına, şeriat ve dini bilgileri üstlenen kimselerin ses çıkarmayışı özelliği, yıkılmağa yüz tutmuş bozuk toplumların karakteristik özelliğidir. İsrailoğulları da, Kur'an-ı Kerim'in haklarında buyurduğu gibi:

"İşledikleri kötülüklerde birbirlerini sakındırmazlardı." (Maide Suresi, 74)

İyi, faziletli, canlı, güçlü ve dayanışmalı toplumun özelliği; iyiliği emr, kötülüğü yasaklamanın yaygın oluşudur. İçinde iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan kimselerin bulunmasıdır. Aynı şekilde iyilik emrini ve kötülüğün yasaklanışını dinleyecek kişilerin de bulunmasıdır. Ayrıca bu toplumun geleceği o kadar güçlüdür ki, içindeki sapıklar, bu emir ve yasağı engellemeye ve iyiliği emredip, kötülüğü sakındıran kimselere eziyet etmeye cesaret edemezler.

Nitekim yüce Allah, müslüman ümmeti nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız. (Al-i İmran Suresi, 110) İsrailoğullarını nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: İşledikleri kötülüklerde birbirlerini sakındırmazlardı (Maide Suresi, 79) Bu iki özellik, toplumu ve iki grubu birbirinden ayıran arakesittir.

Burada ise, günah ve haksızlıkta yarışılmasına, haram yenmesine ses çıkarmayan dolayısıyla, korumak zorunda oldukları Allah'ın kitabında yeralan, hakkı savunmamaları nedeniyle Allah'a bağlı kimselere ve din bilginlerine yönelik bir kınama yer almaktadır.

Aslında bu, dine inanan herkese yapılan uyarıcı bir çağrıdır. Çünkü toplumun dirliği ya da bozulması, şeriatın ve din ilimlerinin korunmasına ve iyiliğin emredilmesi, kötülükten sakındırmak görevinin yerine getirilmesine bağlıdır. Ancak bu iş, daha önce bu tefsirde dediğimiz gibi, emredip yasaklama yetkisine sahip bir otoriteyi gerektirmektedir. Çünkü emretmek ve yasaklamak, davet etmekten farklı bir şeydir. Davet etmek açıklamaktır. Emredip yasaklama ise, egemenliktir. Buna göre, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanların, bu emir ve yasaklarının toplum içinde bir değerinin olması için, otoriteyi ellerinde bulun-durmaları gerekir. Yoksa bütün iş sözde kalır.

En iğrenç şekliyle günah olan sözlerine örnek olarak, Kur'an-ı Kerim, ahmak ve melun yahudilerin şu sözlerini anlatmaktadır:

"Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun. Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir."

Bu, yahudilerin yüce Allah'a ilişkin yanlış düşünceleridir. Kur'an-ı Kerim, bu tür yanlış düşüncelerinden bir çoğunu anlatmıştır. Allah yolunda harcama yapmaları istendiğinde, "Allah fakir biz ise zenginiz" demişlerdi. Nitekim "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlardı. Bunu cimriliklerine neden gösteriyorlardı. İddialarına göre Allah, onlara ve insanlara çok az mal veriyordu. O halde, nasıl hayır amaçlı harcama yapsınlardı?

Duyguları o kadar yanılmış, kalpleri o denli katılaşmış ki, kastettikleri bozuk ve yalancı anlam olan cimriliği, doğrudan doğruya ifade etmeyip, daha çirkin, küstahça saldırgan ve kafirce bir söz seçiyorlar: "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlar.

Gelen cevapta onların, bu sıfatı hakkettikleri belirtilmektedir. Söylediklerine karşılık lanetlendikleri, Allah'ın rahmetinden kovuldukları bildirilmektedir.

"Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun!"

Öyle de oldular. Allah'ın yarattıkları arasında en cimri, en mal tutkunu kişilerdir.

Ardından bu bozuk ve hastalıklı düşünce düzeltilmekte, yüce Allah üstün sıfatlarıyla vasfedilmektedir. O, kullarına lütfundan hesapsız bağışlar:

"Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.."

Yaratıklara yönelik bitmez tükenmez bağışı, açıkça görülmektedir. Açık el, tükenmez lütuf ve bol bağış buna şahittir. Her dil bunu söylemektedir. Ancak yahudi bunu görmez. Çünkü o, mal toplamak ve arttırmak, cimrilik, nankörlük ve iğrenç sözler söylemekle meşguldür. Allah hakkında bu tür sözler söylemekten çekinmez.

Yüce Allah, peygamberlik için seçilmesinden dolayı ve bu peygamberliğin onların eski, yeni bazı kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmasından ötürü, kendisine duydukları kin ve öfke nedeniyle bu kavmin ilerde sergileyeceği tavırları, peygamberine anlatmaktadır:

"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır."

Kin ve kıskançlık nedeniyle, yüce Allah'ın, peygamberine indirdiği kitapta durumlarını ortaya çıkarması sebebiyle, birçoklarının azgınlık ve küfrü artacaktır. Çünkü onlar, imandan yüz çevirmişlerdir. Karşıt tarafta yer almaları kaçınılmazdır. Cimrilik ve kötülüklerinin, küstahlıklarının ve küfürlerinin artması doğaldır. Dolayısıyla peygamber, müminler için rahmet, inkarcılar için de bir ağırlıktır.

Sonra yüce Allah, takdir edip aralarına saldığı, düşmanlık ve öfkeleşmekten, son derece kızgın alevli tuzaklarını boşa çıkarmasını ve müslüman cemaate karşı giriştikleri kızgın savaştan yenilgiyle döneceklerini ant almaktadır peygamberine.

"Onların arasında kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür."

Kuşkusuz, yahudi grupları birbirlerine düşmandırlar. Her ne kadar günümüzde, dünya yahudilerinin dayanışma içinde oldukları ve İslâm memleketlerine karşı savaş başlatıp başarıya ulaştıkları görülse de, kısa bir zaman dilimini ve gerçeği tümüyle içermeyen görünüşü dikkate almamamız gerekmektedir. Çünkü 1300 seneden beri, hatta İslâm öncesinden beri yahudiler, düşmanlık, aşağılanmışlık ve parçalanmışlık içinde hayat sürdürüyorlar. Çevrelerine ne kadar dayanak dikerlerse diksinler, sonları yine böyle olacaktır. Ancak her konumun anahtarı yüce Allah'ın, onlarla vaadini gerçekleştirdiği mümin topluluğun varlığına bağlıdır. Allah'ın vaadini karşılayacak, O'nun kaderine perde olacak ve yüce Allah'ın onlarla yeryüzünde dilediğini gerçekleştireceği günümüzün müslüman topluluğu nerede?

Müslüman ümmet İslâm'a döndüğü, İslâm'a gerçek anlamda inandığı, hayatını bütünüyle sistemine ve şeriatına dayandırdığı gün, işte o gün, yüce Allah yaratıklarının en kötüleri aleyhindeki müminlere yönelik vaadini gerçekleştirecektir. Yahudiler bunu biliyorlar. Bu yüzden, yeryüzünün her karış toprağında ortaya çıkan İslâmî diriliş hareketlerinin üzerine dağarcıklarındaki tüm kötülük ve hilelerle çullanıyorlar, ellerindeki her zorbalık ve saldırganlığı devreye sokuyorlar. Kendi elleriyle değil ancak, işbirlikçilerinin elleriyle vahşi ve iğrenç darbeler vuruyorlar. Mümin topluluk hakkında bir sözleşme ve antlaşma gözetmezler. Ancak Allah, karşı konulmaz egemenliğin sahibidir ve Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir:

"Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür."

Yüce Allah'ın, yahudide somutlaşan kötülük ve bozgunculuğu durdurup ortadan kaldırıp göndermesi kaçınılmazdır. Çünkü Allah, yeryüzünde bozgunculuk yapılmasını sevmez. Bu yüzden yüce Allah'ın sevmediği şeyi ortadan kaldırıp süpürecek kullarını göndermesi bir zorunluluktur:

"Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez."

Dersin sonunda, büyük bir iman kuralı yer almaktadır. Yeryüzünde Allah'ın dinini yerleştirmenin anlamının, müminin hem dünya hem de ahiret hayatı, için dirlik, kazanç ve kurtuluş olduğuna ilişkin bir kural yerleştirilmektedir. Din ile dünyayı ayırmak söz konusu değildir. Dünya ile ahireti de ayırmak mümkün değildir. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret için, dünya ve din için gönderilmiş bir sistemdir. Bu büyük iman kuralı, Kitap Ehli'nin Allah'ın dininden sapmalarından, haram yemelerinden ve şu yeryüzü nimetlerinden herhangi birini elde etmek için, kelimeleri yerlerinden oynatmalarından söz edilmesi münasebetiyle yer almaktadır. Şayet onlar, Allah'ın yolunu seçselerdi, Allah'ın dinine uymak, yerde ve gökte, dünya ve ahirette onlar için çok daha yararlıdır.



65- Eğer Kitap Ehli, iman edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.

66- Eğer onlar Tevrat'a, İncil'e ve Rableri tarafından kendilerine indirilen Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi. Onların içinde ılımlı, aşırı davranışlardan sakınan bir kesim var. Fakat çoğu ne fena işler yapıyor!

Şu iki ayet, İslâm düşüncesinin büyük esaslarından birini dile getirmektedir. Dolayısıyla insanlık hayatı için, son derece önemli bir gerçeği temsil etmektedir. Belki de günümüzde olduğu kadar bu gerçeğin belirginleşmesine ve açıklanmasına hiçbir zaman ihtiyaç duyulmamıştı. Çünkü insan aklı, insanlığın sahip olduğu ölçüler ve kurumları, bu son derece önemli konuda çeşitlerin sisleri, düzenlerin sapıklıkları arasında bocalamakta, sarsıntılar geçirmekte ve boşluğa doğru sürüklenmektedir.

Yüce Allah Ehli Kitab'a diyor ki, -tüm Ehli Kitab'ı kapsayan en doğru sözü söylüyor- şayet inanır Allah'tan korksalardı, günahları siler onları bol nimetli cennetlere koyardı. Bu, onların ahiret mükafatıydı. Aynı zamanda onlar, dünya hayatlarında, tevrat, incil ve yüce Allah'ın kendilerine indirdiği diğer direktiflerde somutlaşan ilahî hayat sistemini -Allah'ın indirdiği şekilde bozmadan, değiştirmeden- uygulasalardı, dünya hayatları düzelecekti. Yaşama düzeyleri yükselecek, bol rızıklar elde edeceklerdi. Başları üstünden ve ayakları altından fışkıran rızıkları yiyeceklerdi. Geniş çaplı, bir üretim, güzel bir dağıtım ve hayatın dirliği ile karşılaşacaklardı. Ancak uzun tarihleri boyunca, aşırı davranışları olmayan, ılımlı bir azınlığın dışında hiçbiri iman etmemiş, Allah'tan korkmanı ve O'nun hayat sistemini uygulamamıştır. "Fakat çoğu ne fena işler yapıyor."

Böylece şu iki ayetten anlaşılıyor ki, iman ve takva, bir de Allah'ın sistemini şu dünya hayatında insanların hayatına egemen kılmak, Allah'ın şeriatını tatbik eden mümin takva sahiplerine sadece ahiret mükafatını kazandırmakla kalmıyor, -Bu çok daha öncelikli ve sürekli olmakla beraber- aynı zamanda dünya işlerinin dirliğini de garantiliyor ve bu kişilere dünya mükafatın ı da kazandırıyor. Bolluk, gelişme, dengeli servet bölüşümü ve yeterlilik... Nitelik şu sözde, bolluk ve genişliğin anlamını somut bir şekilde çizmektedir:

"Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi."

Böylece ahiretteki güzel mükafatı elde etmek için ayrı, dünya dirliği için de ayrı bir yolun bulunmadığı da anlaşılmış oluyor. Nem dünya hem de ahiret hayatını düzenleyen, tek bir yol vardır. Bu yoldan şaşıldığı an, dünya hayatı bozulduğu gibi, ahiret hayatı da mahvolur. Bu biricik yol; iman, takva ve dünyada ilahî hayat sistemini uygulamaktadır.

Bu sistem sırf, kalbi bir bilinç ve takvadan ibaret değildir. Aynı zamanda o, -bunlara bağlı olarak- insanlığın pratik hayatının dayandığı ve kendisinin de hayata egemen olduğu bir sistemdir. İman ve takvayla beraber bu sistemi yeryüzüne yerleştirmek, dünya hayatının düzelmesinin, bol rızkın, geniş çaplı üretimin ve dengeli dağıtımın garantisidir. Öyle ki, -bu sistemin gölgesinde- tüm insanlar başlarının üzerinden ve ayaklarının altından fışkıran nimetlerden yerler.

Kuşkusuz imana dayalı hayat sistemi, dini dünyaya karşılık, ahiret mutluluğunu da dünya mutluluğuna karşılık olarak öngörmez. Ahiret mükafatını elde etmek için, dünyada tutulan yoldan başka bir yol edinmez. işte bu günümüz insanının düşüncesinde, akıllarında, vicdan ve pratik konumlarında kapalı kalmış bir gerçektir.

İnsanların fikirlerinde, vicdanlarında ve realitelerinde dünya ve ahiret yolları ayrılmıştır. Öyle ki, sıradan bir insan -yolunu şaşırmış insanlığın genel görüşü de budur- iki yolu birleştirmenin mümkün olacağı düşünülemez olmuştur. Aksine, dünya yolunu seçtiği zaman kendi hesabına ahireti, ahiret yolunu tutmak istediğinde de dünyayı gözden çıkarmak durumunda kalacağını sanmaktadır. Düşünce ve pratik hayatta ikisinin birleşeceğinin mümkün olacağını düşünememektedir. Bu zamanda, yeryüzünün ve insanların pratik durumu ve sistemi bunu öngörmektedir, zannetmektedir.

Doğrusu; Allah'tan ve O'nun hayat sisteminde uzak, sapık cahiliyenin hayatı yönlendiren kurumları, günümüzde dünyayı ve ahiret yollarını birbirlerinden uzaklaştırmaktadır. Toplum içinde sivrilmek, dünyevi menfaat kaynaklarını elde etmek isteyenlere, ahiret yolunu bırakmalarını zorunlu kılmaktadır. Dini prensipleri, ahlak ilkelerini, yüksek düşünceleri ve dinin özen gösterdiği temiz hayat tarzını feda etmelerini istemektedir. Buna paralel olarak, ahirette kurtulmak isteyenlere, bu dünyanın akıntısından, murdar kurumlarından ve toplum içinde sivrilmek, menfaat kaynaklarını elde etmek için, bu kurumların benzeri yöntemlerden uzak olmalarını zorunlu görmektedir. Çünkü bu yöntemlerin temiz olmaları mümkün olduğu gibi, din ve ahlâkla uyuşmaları da imkansızdır. Allah'ın bunlardan hoşnut olması da söz konusu değildir.

Ancak... Bunu içinden çıkılmaz bir durum olarak görmektedirler. Bu yapışkan durumdan kurtulmanın mümkün olmadığını, dünya ve ahiret yollarının birleşmesinin imkansız olduğunu düşünüyorlar.

Aksine... Bu içinden çıkılmaz bir durum değildir. Dünya ve ahiret arasındaki bu karşıtlık, dünya ve ahiret yollarının farklılığı, değişmez nihai gerçekler değildir. Aslında bu durum, hayatın tabii özelliklerinden de değildir. Geçici sapıklıktan kaynaklanan ve sonradan olma bir durumdur bu.

Aslında insan hayatının karakteristik ilkesine göre dünya yolu ile ahiret yolu birdir, çakışıktır. Ahiret için yararlı olan yol, aynı zamanda dünya için de yararlı olan yoldur. Üretim, kalkınma, yeryüzü nimetlerini bollaştırma faaliyeti, dünya hayatında refah sağlayıcı olduğu gibi ahiret sevabını da kazandıran bir faktördür. Bunun yanısıra iman, takva ve iyi amel, gibi nitelikler yüce Allah'ın rızasını ve ahiret sevabını kazandırıcı faktörler oldukları oranda aynı zamanda dünyadaki maddi kalkınma sürecinin de sebeplerini oluştururlar.

Bu ilke, insan hayatının temel karakteristiğidir. Fakat insan hayatı, yüce Allah'ın önerdiği sisteme dayandırılmadıkça bu ilke gerçekleşemez. Çünkü çalışmayı ibadet sayan yüce Allah şeriatı uyarınca yürütülecek yeryüzü halifeliğini farz kabul eden sistem, bu sistemdir. Yeryüzü halifeliği, çalışmaktır, emektir, üretimdir, gelişmedir, kalkınmadır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette buyurduğu gibi herkese, "başları üzerinden ve ayakları altından rızık akmasını" sağlayan, sosyal adalettir.

İslâm düşüncesine göre insanın görevi, yüce Allah'ın izni ve şartları uyarınca O'nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olmaktır. Buna göre her türlü üretici ve ortaya eser koyucu çalışma, yeryüzünün, hatta evrenin tüm olanaklarını ve hammaddelerini kullanarak maddi refah düzeyini yükseltmeye yönelik gayretler bu halifelik görevinin kaçınılmaz gerekleridir. İnsan, yüce Allah'ın sistemi ve şeriatı uyarınca ve halifelik misyonunun şartlarını gözetmek sureti ile bu görevi yerine getirince yüce Allah'a itaat etmiş olur ki, bu itaat, kendisine ahiret sevabını kazandırır. Bunun yanısıra eğer insan, bu görevi anlattığımız biçimde yerine getirirse, yüce Allah'ın, yararına sunmuş bulunduğu yeryüzü nimetlerini elde eder; yukarda okuduğumuz ayetin anlam yüklü deyimi uyarınca, "başı üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan bol rızklara" kavuşur.

Buna karşılık yeryüzünün kaynaklarını işletmeye yönelmeyen, insanoğlunun yararına sunulmuş evrensel maddi imkanları kullanmaya girişmeyen insan, İslâm düşüncesine göre, yüce Allah'a karşı gelmiş uğrunda yaratıldığı temel göreve sırt çevirmiş sayılır. Çünkü yüce Allah, insan hakkında bir ayetinde meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyurmuş (Bakara Suresi, 30) ve başka bir ayetinde de, insanlara, "Allah, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyi sizin yararınıza sundu" diye, seslenmiştir. (Casiye Suresi, 14) Buna göre maddi kalkınma çabasına yan çizen insan, yüce Allah'ın kullarına bağışladığı rızkı işe yaramaz hale getirmiş, böylece dünyasını berbat ettiği için ahiretini de hüsrana mahkûm etmiş olur.

İslâm sistemi, bu ilkesi ile, dünya ile ahireti, uyumlu ve koordinasyonlu bir biçimde birleştiriyor. Bu uyum ve koordinasyon içinde insan, ne ahireti elde etmek için dünyasını ve ne de dünyasını elde etmek için ahiretini ihmal etmek, bir yana bırakmak zorunda kalıyor. Neden derseniz; çünkü İslâm sistemine göre İslâm düşüncesine göre, dünya ile ahiret ne birbirinin karşıtı ve ne de biri diğerinin alternatifidir.

Gerçi bu ilke, genel anlamda insan soyu ve yeryüzünde yüce Allah'ın sistemi uyarınca yaşayan insan toplulukları içindir. Fakat tek tek fertler için de aynı ilke geçerlidir. Çünkü İslâm sistemine göre fertlerin yolu ile toplumların yolu arasında çelişme, çatışma ve bağdaşmazlık yoktur. Buna göre bu sistem, her ferde bütün aklî ve bedenî yeteneklerini çalışma ve üretim uğrunda seferber etmesini emreder. Ona çalışması ve üretimi sırasında yüce Allah'ın rızasını gözetmesini önerir. Onu zalimlikten, gaddarlıktan, aldatıcılıktan, hıyanetten, haram yemekten, yolsuzluktan, sahip olduğu imkanları toplumdaki yoksul kardeşleri ile paylaşmaya yanaşmama bencilliğinden kaçınmaya çağırır. Onun, çalışarak kazandığı meşru malı üzerindeki mülkiyet hakkını onayladığı gibi, bu ferdi mülkiyete ilişkin yüce Allah'ın emirlerinden ve yasalarından kaynaklanan toplumsal hakları da onaylar. Sistem, bu sınırlar içindeki, şartlar uyarınca ortaya konan maddi çalışmaları, fert hesabına ibadet olarak kaydeder. Bu çalışmaları, dünyada müreffeh bir hayat düzeyi ile, ahirette de cennetle ödüllendirir. Ayrıca ferdi, Allah'ına daha sıkı şekilde bağlamak üzere ona bir takım belirli ibadet görevleri yükler. Bu ibadet görevleri, periyodik aralıklarla tekrarlandıkça onunla Allah'ı arasındaki bağı daha güçlü ve daha dayanıklı hale getirirler. Yani, her gün beş kere namaz kılarak, yılda bir ay oruç tutarak, ömründe bir kere hacca giderek ve her yıl sonunda malının zekatını vererek, yüce Allah ile arasındaki bağı sürekli biçimde yenilenen bir çaba ile kuvvetlendirme imkanına kavuşur.

İşte İslâm sisteminde bu farz ibadetlerin değeri bu noktadan kaynaklanır. Bu ibadetler kulun, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileme ve tazeleme girişimleridirler; yüce Allah'ın hayata ilişkin kapsamlı sistemine karşı, kulun bağlılığını pekiştirirler. Bunlar, hayatın bütün kesimlerini düzenleyen; maddi çalışmayı, üretimi, servet bölüşümünü, insanlar arası ilişkileri ve halifeliğe ilişkin görevlerini disipline bağlayan bu sistemin yükümlülüklerini yerine getirme azmini bileyen Allah'a yaklaştırıcı faaliyetlerdir. Ayrıca bu ibadetler, yüce Allah'ın yardımı ve desteği sayesinde, bu kapsamlı ve eksiksiz sistemi hayata yansıtmanın gerektirdiği fedakarlıklara katlanma bilincini geliştirirler. İnsanların, yolları üzerine dikilen ihtiraslarını, inatlarım, sapık eğilimlerini ve keyfî arzularını bertaraf ederler.

Bu farz ibadetler maddi çalışma, üretim, servet bölüşümü, insanlar arasında hüküm verme, yargılama, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde yerleştirme ve bu sistemin insan hayatındaki egemenliğini pekiştirme amacı ile girişilecek cihad gibi faaliyetlerden kopuk görevler değildirler. Tersine iman, takva ve farz ibadetler, bu sistemin ilk yarısını oluşturur ve bu ilk yarı; sistemin öbür yarısının gereğinin yerine getirilmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Böylece, yüce Allah'ın, yukarda okuduğumuz iki ayette insanlara vaadettiği gibi iman, takva ve ilahî sistemin pratik hayata yansıtılması, maddi refaha ve rızık bolluğuna ulaştıran bir yol oluşturur.

İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi ne ahireti, dünya hayatının ve ne de dünyayı, ahiret hayatının alternatifi olarak sunmaz. Bunun yerine dünyayı da ahireti de, aynı yoldan gidilerek ulaşılacak ve aynı çaba ile kazanılacak hedefler olarak sunar. Fakat insan hayatında dünya ile ahiretin birleşebilmesi için insanın mutlaka yüce Allah'ın hayat metoduna uyması gerekir. Bunun yanısıra insan hayatına ilahî sistemden kaynaklanmayan herhangi bir yabancı unsur karıştırmamalı ya da ilahî sistemle bağdaşmayan her bir şahsî düşünce kırıntısının bu hayatın ahengini bozmasına meydan verilmemelidir. Çünkü dünya ile ahiret arasında ancak, bu sistem sayesinde uyumlu bir bütünlük kurulabilir.

İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi imanı, ibadeti, iyi ahlâklılığı ve takvayı maddi çalışmanın, emeğin, üretimin, kalkınmanın ve pratik hayat düzeyini geliştirmenin alternatifi olarak sunmaz. Bu sistem, günümüzün bazı sığ akıllarının sandıkları gibi, insanlara sadece ahiret cenneti vaad ederek bu cennete nasıl varılacağını belirlemekle yetinen ve bunun yanısıra, dünya cennetine nasıl varılacağı konusunda hiçbir şey söylemeyerek bu cennete götürecek yolu benimseme işini insanlara bırakan bir sistem değildir. Tersine, İslâm düşüncesine ve bu düşünceden kaynaklanan İslâm sistemine göre maddi çalışma, emek, üretim, kalkınma ve pratik hayat düzeyini geliştirme faaliyeti, yeryüzü halifeliğinin kaçınılmaz gereğini oluşturur. Bunun yanısıra iman, ibadet, iyi ahlâklılık ve takva, söz konusu ilâhi sistemi pratik insan hayatına yansıtmanın beslenme kanallarını, zorunlu kurallarını, itici gücünü ve hızlandırıcı enerjisini oluştururlar.

Bu iki nitelik gruplarının her ikisi, hem yeryüzü cennetini ve hem de ahiret cennetini birlikte kazandırırlar. Her iki cennete giden yol aynı yoldur. Günümüzde yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerinde görüldüğü gibi, din ile pratik maddi hayat arasında bir kopukluk bir bağdaşmazlık yoktur. Bu kopukluk günümüz dünyasına egemen olan cahiliye sistemlerinde vardır. Bu sistemlerin çoğu kafalara yerleştirdiği asılsız saplantıya göre insanlar, ya dünyayı ya da ahireti seçmelidirler, bu ikisini ne düşüncede ve ne de pratik hayatta biraraya getirmek mümkün değildir. Çünkü bunlar, birbirleri ile bağdaşamazlar!

Evet cahiliye toplumlarında ve cahiliye zihniyetlerinde insanların hayatında dünya yolu ve ahiret yolu arasında, dünya işi ile ahiret işi arasında, insan ruhunu besleyen ibadet ile maddi buluşlar arasında, dünya hayatına ilişkin başarı ile ahiret hayatına ilişkin başarı arasında çelişki ve kopukluk görülür. Fakat bu uğursuz bedel, insanlığa yüklenmiş kaçınılmaz bir kader hükmünün gereği değildir. Bu uğursuz ve ağır ceremeyi, yüce Allah'ın sistemine sırt çevirerek, temelde ve amaçta bu sisteme zıt başka uydurma sistemler benimsemekle insanlık, kendi kendine yüklenmiştir. .

İnsanlar bu ağır ceremeyi, dünya hayatında kanlarından ve sinirlerinden ödüyorlar. Tabii ki, asıl ceremeyi daha ağır ve daha bel bükücü biçimde ahirette ödemek zorunda kalacaklardır.

İnsanlar maddi çalışmanın, üretimin, bilimin, deneysel işlemler yapmanın, gerek fert ve gerekse toplum olarak hayat mücadelesinde başarılı olmanın tek yolu budur, saplantısına kapılarak dini tümü ile bir yana bıraktıklarında kalpleri, iman güveninden, iman huzurundan, iman besininden ve iman doyumundan yana bomboş kalır. Bu boşluğun sonucu olarak, sözünü ettiğimiz uğursuz kopukluğun faturasını, ceremesini endişe, şaşkınlık, bunalım, gönül bedbahtlığı ve duygu kargaşalığı olarak ödüyorlar. Bu durumda insanlar, kendi fıtratları ile boğuşuyorlar, kalplerinin inanç sistemine karşı duyduğu fıtrî açlıkla boğuşuyorlar, insan kalbi bu boşluğa, bu yoksunluğa katlanamaz. Öte yandan bu öyle bir açlıktır ki, onu hiçbir sosyal akım, hiçbir felsefî doktrin, hiçbir bilimsel teori asla gideremez. Çünkü bu açlık, ilahını arayan insanoğlunun içgüdüsel açlığıdır.

Bir yandan insanlar, bir yandan sosyal düzeni, kurumları, düşünceleri, maddi kazanç yöntemleri, başarılı olma metodları tümü ile yüce Allah'ın sistemi ile çatışan günümüz toplumlarının hayat anlayışına göre yaşamayı benimserken öte yandan, Allah inancını gönüllerin bir köşesinde korumaya çalışınca da bu yüklü faturayı, bu ağır ceremeyi yine endişe, bunalım, şaşkınlık, gönül mutsuzluğu ve duygusal anarşi olarak ödemek zorunda kalıyorlar. Çünkü içinde yaşadıkları bu uğursuz toplumlarda dini inanç, dine dayalı ahlâk ve dine bağlı davranış sistemi ile egemen kurumlar, yasalar, değer yargıları ve ahlâkî normlar karşılıklı bir çatışma halindedirler.

Gerek yüce Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateist-komünist ideolojilerin gölgesi altında ve gerekse dine pratik hayatın düzeninden kopuk basit bir inanç olarak yer tanıyan, diğer maddi ideolojilerin gölgesi altında yaşayan insanlar dinin Allah'a ve hayatın insanlara ait olduğunu, dinin; inanç, duygu, ibadet ve ahlâk, buna karşılık hayatın; düzen, yasal mevzuat, üretim ve çalışma olduğunu düşünen zavallı insanlar, tümü ile bu mutsuzluğun ızdırabını yaşıyorlar.

İnsanlık bu ağır faturayı; bu mutsuzluk, bu bunalım, bu şaşkınlık, bu ruh boşluğu faturasını ödemek zorunda kalıyor. Çünkü dünya ile ahireti birbirinden ayırmayıp her ikisini bir kabul eden, dünya refahı ile ahiret mutluluğu arasına çatışma koymayıp, bunların her ikisi arasında uyum kuran ilahî sistemi benimseyip uygulamaya koymaya girişmiyorlar.

Allah'a inanmadıkları, kalplerinde Allah korkusu taşımadıkları ve hayatlarına yüce Allah'ın sistemini egemen kılmadıkları halde bolluk içinde yüzen, bol maddi üretim gerçekleştiren ve yüksek bir refah düzeyine erişen milletleri görünce, geçici bir zaman dilimine özgü bu yalancı görüntülere aldanmamalıyız.

Bu geçici bir refah dönemidir. Ancak değişmez ilahî yasalar etkilerini gösterinceye kadar varlığını sürdürebilir. Maddi üretim ve gelişme ile ilahî sistem arasındaki kopukluk eninde-sonunda, tüm sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu sonuçların bazıları, değişik biçimlerde, daha şimdiden ortaya çıkmıştır bile.

Bu sonuçlar bu toplumlarda, dengesiz gelir dağılımı biçiminde ortaya çıkıyor. Bu durum, bu toplumları mutsuzluklara ve kinlere boğuyor. Toplumun iliklerine işleyen bu kinler sarsıcı devrim beklentilerine ve kaygılarına yol açıyor. Bu durum, yüksek refah düzeyine rağmen gündeme getirilmiş bir sosyal beladır.

Yine bu sonuçlar, belirli bir oranda gelir dağılımı dengesi kurmak isteyen bazı toplumlarda baskı, terör ve yıldırma biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü bu toplumlarda egemen olan siyasi iktidarlar, milli gelirin nisbeten dengeli bölüşümünü sağlayabilmek için zorlamacı, ezici, yıldırıcı ve sindirici yöntemlere başvuruyorlar. Bu da insanları can güvenliğinden, huzurdan ve hatta gece olunca korkusuzca yatağa girip rahat bir uyku uyuma garantisinden bile yoksun bırakan bir sosyal belâdır.

Öte yandan bu sonuçlar psikolojik ve ahlâkî çöküntüler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu çöküntüler er ya da geç, maddi hayatın da yıkımına yol açacaklardır. Çünkü çalışmak, üretmek ve servet bölüşümü; bunların hepsi ahlâkî bir yaptırımın teminatına muhtaçtır. Tek başına yeryüzü kaynaklı yasalar çalışma düzeninin güvenliğini sağlamakta kesinlikle yetersizdir. Günümüz dünyasının her tarafında bu gerçeği açıkça görüyoruz.

Yine bu sonuçlar sinirsel gerginlikler, stresler ve şimdiye kadar adları duyulmamış değişik hastalıklar biçiminde ortaya çıkıyorlar. Bu hastalıklar ve gerginlikler, başta en kalkınmış toplumları olmak üzere günümüzün bütün milletlerini kasıp kavuruyorlar; önce insandaki zekâyı ve dayanma gücünü zayıflatıyorlar, arkasından da çalışma ve üretme düzeyini düşürüyorlar. Bu gidişin sonunda ekonomik bunalımın ve refah düzeyi düşüklüğünün gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu belirtiler günümüz toplumlarında her gözlemcinin dikkatini çekecek oranda net ve belirgindir.

Yine bu sonuçlar, günümüzün bunalımlı dünyasında her an beklenen top yekün yok oluş kaygısında ortaya çıkıyor. İnsanlık tümü ile soyunu yeryüzünden tamamen silebilecek bir dünya savaşı çılgınlığının tehlike çemberi içinde yaşıyor. Bu kavganın sonucunda, sinirleri yay gibi gerilen insanlar; olur-olmaz her şeyden korkuya kapılır, paniğe tutulur hale gelmiştir. Bu panik çeşitli sinir hastalıklarına zemin hazırlıyor. Öyle ki, günümüzün ekonomide kalkınmış ülkelerinde kalp sektesinden, beyin kanamasından ya da intihar ederek ölenlerin oranı şimdiye kadar hiçbir dönemde ve hiçbir toplumda rastlanmamış derecede yüksektir. Öte yandan bu uğursuz sonuçlar bir bütün olarak, bazı milletlerde görülen dağılma, soy kuruması ve günden güne sayıca azalma eğiliminde, daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu eğilimin en çarpıcı örneğini Fransız milleti oluşturuyor. Fakat Fransa, bu alanda diğer milletlerin akıbetini önceden gösteren somut bir örnektir sadece. Bu tehlikeli gidiş maddi faaliyetler ile ilahî sistemi, dünya ile ahireti, din ile pratik hayatı birbirinden ayırma cürmünün ya da ahirete ilişkin sistemi ilahî kaynağa, dünyaya ilişkin sistemi insanların keyfi arzularına dayandırarak ilahî sistem ile insanların hayatı arasında uğursuz bir uçurum açan sapıklığın doğal bir cezasıdır.

Yukardaki ayette dile gelen büyük gerçeğe ilişkin bu açıklamamızı noktalamadan önce ilahî sistemde iman, takva ve bu sistemi pratik hayata yansıtma işlemi ile maddi çalışma, üretim ve yeryüzü halifeliği görevini yerine getirme arasındaki umumun önemini bir kere daha vurgulamak istiyoruz. Bu uyum yüce Allah'ın gerek Kitap Ehli'ne ve gerekse bütün diğer toplumlara koştuğu bir şarttır. İnsanlar ancak bu temel şartı yerine getirmekle dünyada, "Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler" yeme imkânına kavuşabilirler, ancak bu temel şartın gereğine uymakla ahirette, "Günahlarından arındırılarak bol nimetli cennetlere girme" bahtiyarlığına erebilirler; ancak bu şartın gereğine sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bolluk, yeterlik, barış ve güven içeren dünya cenneti ile insana sayısız nimetler ve Allah rızası kazandıran ahiret cennetine birlikte kavuşabilirler.

Fakat bu gerçeği vurgularken asla akıldan çıkarılmaması gerektiğini istediğimiz şu temel kuralı, şu ana prensibi de bir kere daha hatırlatmayı yerinde görüyoruz: İnsanın ana görevi ve hayatın temel ekseni iman, takva ve ilahi sistemi pratik hayata yansıtma işlevidir. Bu işlev maddi çalışmayı, üretimi, kalkınmayı ve hayatı geliştirme sürecini de beraberinde taşır. Üstelik kulun yüce Allah ile sıkı ilişki içinde olması, hayatın bütün değerlerine değer katan, bütün kriterlere anlam kazandıran ve bütün hazların çeşnilerini değiştiren bambaşka bir haz, eşsiz bir tad içerir. Bu ilke İslâm düşüncesinin ve İslâm sisteminin en temelli prensibini oluşturur. Arkasından diğer her şey, bu temelli ilkeye bağlı olarak, ondan kaynaklanarak ve onun doğal uzantısı olarak çorap sökülüşü gibi ortaya çıkar. Böylece hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin herşey uyum ve koordinasyon içinde yerine oturur.

Şunu hatırlatmalıyız ki, iman, Allah korkusu, ibadet, yüce Allah ile ilişki halinde olmak ve yüce Allah'ın şeriatını hayata egemen kılmak gibi nitelik ve faaliyetlerin meyvaları insanlar içindir, insanların hayatlarına yansıyacaktır. Yoksa yüce Allah tüm varlıklara karşı ihtiyaçsızdır, onların hiç birine ihtiyacı yoktur. Buna göre eğer İslâm sistemi, bu temel nitelikler ve faaliyetler üzerinde ısrarla duruyor, onları diğer bütün eylem ve faaliyetin ekseni sayıyorsa, bu ana eksene bağlanmayan her tür eylem ve faaliyeti reddediyorsa; onu kabul edilmeyecek bir batıl, yaşamaya hakkı olmayan bir siliklik ve havaya giden sonuçsuz bir çaba olarak kabul ediyorsa bu demek değildir ki, kulların ibadetlerinden, takvalarından, imanlarından ya da ilahî sistemi yeryüzünde egemen kılma girişimlerinden yüce Allah'a bir pay gidiyor. Asla. Yüce Allah, kulların iyilikleri ve kurtuluşa ermeleri bu yolda olduğu için, onları bu niteliklere ve faaliyetlere sarılmaya çağırıyor.

Nitekim Hz. Ebu Hureyre'nin Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) dayanarak naklettiği bir kutsi hadise göre yüce Allah kullarına şöyle buyuruyor:

"Ey kullarım! Ben zulmü kendime nasıl haram kıldım ise onu sizin aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyiniz.

Ey kullarım! Hepiniz sapıksınız, sadece benim doğru yola ilettiklerim müstesna. Buna göre benden dileyiniz ki, sizi doğru yola ileteyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız, sadece benim doyurduklarım müstesna. O halde dileyiniz ki, sizi doyurayım. Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız, sadece benim giyindirdiklerim müstesna. O halde dileyiniz de sizi giyindireyim.

Ey kullarım! Siz gece-gündüz günah işlersiniz, ben ise tüm günahları affederim. O halde dileyiniz de günahlarınızı affediyim. Ey kullarım! Sizin gücünüz yetmez ki, bana zarar dokundurasınız, yine gücünüz yetmez ki, bana fayda sağlayasınız.

Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınız ve cinninizin tüm kalpleri, aranızdaki en iyi kulun kalbi kadar takvalı olsa bu benim şanıma birşey katmaz. Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınızın ve cinninizin tüm kalpleri aranızdaki en günahkar insanın kalbi kadar bozuk olsa bu durum da benim şanımdan bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cinniniz bir meydanda toplanarak bana dileklerinizi sunsanız da, ben her birinizin dileğini tek tek karşılasam hazinemden hiçbir şey eksiltmez. Bu durum benim hazinem için, denize daldırılan bir iğnenin boşaltabileceği deniz suyu gibi bir şeydir.

Ey kullarım! Bunlar tek tek hesabınıza yazıp sonra eksiksiz karşılıklarını biçtiğim kendi amellerinizdir. Bana göre kim iyilik bulursa Allah'a hamd etsin. Kim de bunun dışında bir karşılık bulursa sadece kendini kınasın." (Sahih-i Müslim)

İşte iman, takva, ibadet, yüce Allah'ın sistemini hayata egemen kılmak ve şeriata göre hüküm vermek gibi temel görevlerimizi bu bakış açısının ışığı altında kavramalı, değerlendirmeliyiz. Bu temel görevlerin sonuçları gerek dünyada gerekse ahirette bizim, yani tüm insanlığın hesabına geçiyor ve bunlar insanlığın hem dünyaya hem de ahirete ilişkin iyiliğinin vazgeçilmez gerekleri oldukları için bize emredilmişlerdir.

Öyle umuyorum ki, bu ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şartın sadece Kitap Ehli'ne özgü olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Okuduğumuz ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şart şu maddeleri içeriyor: Allah'a inanmak, O'nun yasaklarından sakınmak, yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat'ta, İncil'de, doğal olarak son Peygamberlik misyonu öncesinde kendilerine ulaşan kutsal mesajlarda somutlaşan ilahî sistemi hayata yansıtmak.

Buna göre bu şart, kendilerine Kur'an indirilenler için haydi haydi geçerlidir. Bu şart müslüman olduklarını söyleyenler için öncelikle geçerlidir. Çünkü oların dini gerek kendilerine indirilen Kur'an'a ve gerekse daha önceki peygamberlere indirilmiş tüm 'kutsal kitaplara inanmayı, gerek kendilerine indirilen Kur'an'ı ve gerekse daha önceki şeriatlardan kalan ve yüce Allah tarafından kendi şeriatlerinin kapsamına alınarak yürürlükte tutulan eski hükümleri uygulamayı açık bir dille emrediyor. Onlar öyle bir dinin bağlılarıdırlar ki, yüce Allah ondan başkasını din kabul etmiyor. Daha önceki bütün dinler ona düğümlenmiştir. Yüce Allah'ın kabul edebileceği başka bir din yok artık ortada.

Buna göre yüce Allah'ın yukardaki şartı ve taahhüdü, bu son dinin bağlıları için öncelikle geçerlidir. Başka bir deyimle bu dinin bağlıları yüce Allah'ın tek hoşlandığı din olan dinlerine herkesten coşkun bir sevgi ile sarılmalı ve bunun sonucu olarak yüce Allah'ın ahirete ilişkin, "günahlardan arındırarak cennete yerleştirme" ve dünyaya ilişkin, "başları üzerinden ve ayakları altından nimetleri yeme" vaadlerinden yararlanmayı öncelikle hakketmektedirler.

Evet, bu dinin bağlıları, günümüzde İslâm aleminin -ya da daha doğru bir deyimle, bir zamanlar müslümanların yaşadığı ülkelerin- her köşesinde egemen olan açlığın, hastalıkların, korkunun, güvensizliğin ve perişanlığın yerine, yüce Allah'ın bu vaadinden öncelikle yararlanan kimseler olmalıdırlar. Yüce Allah'ın şartı ve vaadi her zaman olduğu gibi şimdi de geçerlidir ve bu şarta, bu vaade giden yol bellidir. Ama eğer müslümanlar akıllarını başlarına toplayabilseler! ..

Önümüzdeki derste yine Kitap Ehli'nin, yani yahudiler ile hristiyanların tutumu ele alınıyor; onların inançlarının sapıklıkları vurgulanıyor; özellikle yahudilerin tarihleri boyunca ortaya koydukları çirkin davranışlar sergileniyor; arkasından Kitap Ehli ile Peygamberimiz ve müslüman toplum arasındaki ilişkilerin bir yönüne ışık tutuluyor; bu arada Peygamberimiz ile müslümanların onlara karşı nasıl davranmaları gerektiği anlatılıyor. Bunların yanısıra sapık inançlara ve bu sapık inançların taraftarlarına karşı müslüman toplumun nasıl bir hareket stratejisi izleyeceği, İslâm düşüncesinin ilkeleri uyarınca nasıl bir tavır takınacağı sorularına cevap veriliyor.

Yüce Allah, okuyacağımız dersin ayetlerinde Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenerek; O'nu, kendisine indirilen kutsal mesajı, hiçbir noktasını atlamadan tümü ile ve olduğu gibi insanlara duyurmakla yükümlü tutuyor. Bu duyuru görevini yaparken karşılaştığı şartların özelliklerine aldırış etmemesini, "insanların keyfi arzularına ya da toplumun pratiğine ters düşerim" endişesi ile duyurma görevini ertelememesini, yoksa duyurma görevini yerine getirmemiş sayılacağını tembihliyor.

Bu duyuru görevinin bir parçası olarak Peygamberimizin Kitap Ehli'nin yüzlerine karşı şunları açık açık söylemesi isteniyor: "Sizler Tevrat'ı, İncil'i ve yüce Allah'tan gelen mesajları hayatlarınızda uygulamadığınız sürece birer hiçsiniz, anılmaya değer bir varlığınız yoktur." Evet, bu gerçek onların yüzlerine karşı böylesine kesin ve net bir dille, dobra dobra haykırılacaktır.

Ayrıca Peygamberimiz şu gerçekleri de ilân etmeye çağrılıyor: yahudiler, yüce Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri ve peygamberlerini sebepsiz yere öldürdükleri için kafir olmuşlardır. Bunun yanısıra hristiyanlar da "Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" ve "Allah, üçün üçüncüsüdür." dedikleri için aynı şekilde kâfir olmuşlardır. Ayrıca Hz. İsa'nın, yahudileri müşrikliğin kötü akıbeti konusunda uyardığı, yüce Allah'ın, müşriklere cenneti haram kıldığı, isyankarlıkları ve taşkınlıkları yüzünden yahudilerin Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın dillerinden lânetlendikleri ilan ediliyor.

Dersin sonunda Kitap Ehli'nin, müslümanlara karşı müşriklerle (putperestlerle) işbirliği yaptıkları belirtiliyor ve bu tutumun onların yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmadıklarından kaynaklandığı açıklanıyor, bunların Peygamberimizin getirdiği ilahî mesaja çağrılı olduklarını ve eğer bu çağrıya olumlu karşılık vermedikleri takdirde mümin sayılamayacakları ilan ediliyor.

İSLÂM'A İNANMANIN GEREĞİ

Bu kısa özetlemenin arkasından şimdi bu dersin ayetlerinin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. Okuyalım:



67- Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kafirleri doğru yola iletmez.

68- De ki; "Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz. " Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme.

69- Yahudilerden sabiilerden (yıldızlara tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.

Burada Peygamberimize kesin ve kararlı bir emir verildiğini görüyoruz. Ondan Rabbinin kendisine indirdiği mesajı olduğu gibi duyurması, bu sırada doğru sözü haykırırken hiçbir yan endişenin hesabını yapmaması isteniyor. Mesele bu kadar yalın ve kesin. Yoksa Peygamber duyurma görevini gerektiği gibi yapmamış, iyilik yükümlülüğünün gereğini yerine getirmemiş olur. O'nu insanlardan koruyacak olan, insanlara karşı sakındıracak olan bizzat yüce Allah'tır. Koruyucusu Allah olana, zavallı insanlar ne yapabilirler ki?

İnanca ilişkin doğru söz kekelenerek söylenmemeli, evelenip gevelenmemelidir. Tersine açık açık, dobra dobra söylenip duyurulmalıdır. Bu sözün karşıtları varsınlar, ne isterlerse söylesinler. Bu sözün düşmanları varsınlar, ne dilerlerse yapsınlar. İnanca ilişkin doğru söz, insanların keyiflerini pohpohlamayı, insanların arzularını, hatırlarını gözetmeyi amaçlamaz. Onun tek gözettiği şey, haykırılmak ve böylece tüm gücü ile kalplere işleyerek oralarda etkili olmaktır.

İnanca ilişkin doğru söz haykırılınca, hidayete yatkın kalplerin en ücra köşelerine kadar işler. Fakat eğer kekelenerek, kem-küm edilerek söylenirse iman etme yeteneği taşımayan katı kalpleri yumuşatamaz. Oysa kimi zaman hak davetçisi, gerçeği yumuşatarak, ya da allandırıp pullandırarak bu katı kalplerden olumlu karşılık alabileceğini umar. Okuyoruz:

"Allah, kâfirleri doğru yola iletmez."

O halde doğru söz kesin, kestirip atıcı, kapsamlı ve eksiksiz söylenmelidir. Hidayet ve sapıklık, kalplerin bu doğru söze açık olup olmamasına, bu sözü içlerine sindirmeye yetenekli olup olmamalarına bağlıdır; yoksa hak sözün zararına ya da hak söz konusunda yapılacak olan yumuşatmalara, yağcılıklara bağlı değildir.

İnanca ilişkin gerçeği kesin ve dobra dobra haykırmak, sertlik ve kabalık anlamına gelmez. Bilindiği gibi Peygamberimize, insanları Rabbinin yoluna çağırırken düşündürücü, etkileyici ve tatlı öğüt verici bir dil kullanması emrediliyor. Kur'an-ı Kerim'in farklı direktifleri arasında çelişki olmaz. Gerçeği açık ve kesin bir dille haykırmak ile, etkileyici ve tatlı öğüt verici bir üslup kullanmak, birbirleri ile bağdaşmaz şeyler değildir. Çünkü duyurma ve tanıtmanın yolu ve yöntemi ile içeriği ve konusu ayrı ayrı şeylerdir. Amaç inanca ilişkin gerçeği söylerken yağcılığa sapmamak, gerçeğin ortalarında buluşmaya razı olan bir uzlaşmacılığa yeltenmemektir. Çünkü inanca ilişkin gerçekler ortalamacı çözümlere elverişli değildirler.

Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) çağrı ve duyurma çalışmalarının ilk günlerinden itibaren, her zaman etkileyici ve öğüt verici bir dil kullanmayı prensip edinmişti. Bununla birlikte inanç konusunda açık ve net konuşmayı da hiç ihmal etmemişti. Nitekim kendisine karşısındakilere, "Ey kâfirler, ben sizin taptığınız ilahlara tapmam" demesi emredilmişti (Kadirun Suresi, 1) Böylelikle kafirlere gerçek sıfatları ile seslenme netliğini gösteriyor, inancını açık-seçik bir dille ortaya koyuyor, kendisine önerilen uzlaşmacı çözümü peşinen reddediyor, karşısındakilerin istediği gibi bir yağcılığa girişip onların yağcı reaksiyonlarına muhatap olmaya tenezzül etmemiş oluyordu. Onlara, "Eğer yolunuzda, inanç sisteminizde bir takım ufak-tefek değişiklikler yaparsanız aramızda mesele kalmaz" demiyordu. Tersine onlara yollarının katışıksız bir eğri yol olduğunu, kendisinin ise tam doğru yolu temsil ettiğini söylüyordu. Başka bir deyimle gerçeği yüksek perdeden, olduğu gibi ve kesinkes haykırıyor, fakat konuşurken kaba, kırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınıyordu.

İşte bu sûrede dile gelen ilahî sesleniş ve ilahî emir. Okuyalım: '

"Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Bu seslenişin öncesi ve sonrası açıkça gösteriyor ki, amaç, Kitap Ehli'ne inanç sistemlerinin gerçek mahiyetini, bu inanç sistemleri sebebi ile hak etmiş oldukları sıfatın ne olduğunu açıkça duyurmaktır, din, inanç sistemi ve iman bakımından boşluğa yuvarlanmış birer hiç olduklarını yüzlerine vurmaktır. Çünkü onlar, "Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan Kur'an'ı benimseyip pratik hayatlarına yansıtmıyorlar. Bundan dolayı Kitap Ehli oldukları, belirli bir inanç sistemine, belirli bir dine sahip oldukları biçimindeki iddiaları, realite ile çelişen kuru bir davadan ibarettir. Okuyoruz:

"De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiç bir temele dayanmış değilsiniz."

Burada Peygamberimiz, Kitap Ehli'nin din, iman, inanç sistemi bakımından boşlukta olduklarını, hiçbir güvenilir temele dayanmadıklarını yüzlerine vurmakla yükümlü tutuluyor. Oysa Peygamberimize bu kesin ve yüzcülükten uzak direktif verilirken, bu adamlar kendi kutsal kitaplarını okuyorlar, kendilerine yahudilik ve hristiyanlık yaftalarını yakıştırarak aslında "mümin" kimseler olduklarını söylüyorlardı. Fakat Peygamberimizin yüzlerine vurmakla yükümlü tutulduğu ilahî tebliğ, onların kendilerine yakıştırdıkları bu sıfatların hiçbirini onaylamaya yanaşmıyordu.

Çünkü "din" dille söylenen birtakım kuru sözler, okunan ve törenlere çeşni katan kitaplar, miras olarak devralınan ya da yakıştırma yolu ile sahip çıkılan bir takım sıfatlar ve yaftalar demek değildir. Din, hayat sistemidir, yaşama biçimidir. Kalplere işlemiş inancı, ibadetlerde somutlaşmış bir kulluk yaklaşımını ve hayatın tüm yönlerine yansıyan bir uygulama çabasını içeren bir hayat sistemidir. İşte Kitap Ehli, dini, bu temel tabana oturtmamış oldukları için, Peygamberimize, herhangi bir dine dayanmadıklarını, bu yönden tamamen boşlukta olduklarını yüzlerine karşı haykırması direktifi verilmiştir. Çünkü "Tevrat'a, İncil'e ve yüce Allah tarafından indirilen diğer mesajlara uymanın başta gelen gereği Kitap Ehli'nin, Peygamberimiz tarafından getirilen dine girmeleri idi. Sebebine gelince, bütün peygamberlere inanacaklarına, onları tutup destekleyeceklerine dair kendilerinden söz alınmıştı. Peygamberimiz ile müslümanlar hakkında, hem Tevrat'ta hem de İncil'de onlara tanıtıcı bilgiler verilmişti. Bu gerçeği bize, en doğru sözlerin söyleyicisi olan yüce Allah haber veriyor.

Buna göre Kitap Ehli "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi uymamış" oluyorlardı. Acaba buradaki, "Rabbleri tarafından kendilerine indirilmiş diğer mesajlar" ifadesinden maksat nedir? Bu ifade ile ister bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Kur'an-ı Kerim kasdedilmiş olsun, isterse Davud'a indirilen Zebur gibi daha önce gelen diğer kutsal kitaplar kasdedilmiş olsun fark etmez. Her iki durumda da şu sözümüz geçerlidir. Onlar, ellerindeki kutsal kitabi onaylayan ve ana amacını bünyesinde içeren bu yeni dine girmedikçe, "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilen diğer mesajlara gereği gibi uymuş" olmayacaklardır. Onlar, bu son dine girmedikçe bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile temelsiz, dayanaksız kalacaklardır. Peygamberimiz burada onlar hakkındaki bu ilahî kararı yüzlerine vurmakla, gerçek niteliklerini ve konumlarını kendilerine net bir dille tebliğ etmekle yükümlü tutuluyor. Aksi halde Rabbinin elçisi olma görevini yerine getirmemiş sayılacaktır. Aman Allah'ım! Ne ağır tehdit!

Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu gerçeğin yüzlerine vurulmasının, bu kesin söze muhatap olmalarının onların kâfirliklerini, azgınlıklarını, inatlarını ve olumsuz reaksiyonlarını artıracağını biliyordu. Fakat bu bilgisi peygamberimize, bu gerçeği yüzlerine vurmasını emretmesine engel oluşturmadı: Ayrıca Peygamberimize, bu açık bildirim sebebi ile, katmerleşecek olan kâfirlikleri, azgınlıkları, sapıklıkları, ilahî çağrıya kulak asmamazlıkları yüzünden esefe kapılmamasını, üzülmemesini telkin ediyor. çünkü yüce Allah'ın hikmeti, doğru sözü mertçe haykırılmasını ve insanların vicdanlarını etkileme şansına kavuşturulmasını gerektiriyor. Bundan sonra ise, doğru yola giren bile bile girsin ve sapıtan da bile bile sapıtsın. Yüce Allah'ın deyimi ile "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat bulan bile bile hayat bulsun" (Enfal Suresi, 42) Ayetin devamını okuyalım:

"Allah tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun kâfirliğini ve azgınlığını arttıracaktır. Fakat sen kâfirler için üzülme."

Yüce Allah bu direktifi ile İslâm davetçilerinin uygulayacakları yöntemin ana hatlarını çiziyor, onlara bu yöntemin içerdiği hikmeti açıklıyor, onlara doğru söz karşısında küplere binerek, kafirliklerinin ve azgınlıklarının dozunu daha da arttıracak nasipsizlerin içine düşecekleri çıkmazdan dolayı eseflememeleri teselli üslubu ile söylüyor. Bu nasipsizler sözü edilen bedbaht akıbete müstahaktırlar. Çünkü kalpleri doğru söze tahammül edemiyor. Bu kalplerin derinliklerinde hayrın ve samimiyetin kırıntısı bile yoktur. Buna göre bu kalpleri doğru sözle yüzyüze getirmek, yüce Allah'ın hikmetinin gereğidir. Doğru sözle yüzyüze gelsinler de içlerinde saklı duygular açığa çıksın, derinliklerinde barındırdıkları kâfirliği ve azgınlığı meydana vursunlar da azgınların ve kafirlerin çarpılacakları cezaya çarpılmayı hakketsinler!

Şimdi yeniden müslümanlar ile Kitap Ehli arasında dostluk, işbirliği ve yardımlaşma meselesine dönüyoruz. Yalnız burada bu meseleyi, Peygamberimize yöneltilen yukardaki açık sözlü tebliğ yükümlülüğünün ve bu kesin tavır yüzünden çoğu Ehli Kitap bağlıları arasında görülen kâfirlik ve azgınlık tırmanmasının ışığı altında ele alacağız. Acaba ne görüyoruz?

Gördüğümüz şu. Yüce Allah "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi uymadıkça" ve bu uymuşluğun doğal sonucu olarak bu son dine girmedikçe, yahudiler ile hristiyanların hiçbir temelli inanca sahip sayılamayacaklarını belirtiyor. Onların yüce Allah tarafından böyle görüldükleri açık ve yalın bir gerçektir. Nitekim bu gerekçe ile onlar, Kur'an'ın birçok yerlerinde yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmaya çağrılıyorlar. Demek ki onlar, "Allah'ın dini"nin çerçevesi içinde değildirler. Demek ki onlar, yüce Allah'ın onayladığı bir "din"in bağlıları sayılamazlar.

Gördüğümüz bir başka realite de şudur: Yüce Allah, bu gerçeği onların yüzlerine vurulmasının, çoğunu daha koyu bir kâfirliğe ve azgınlığa sürükleyeceğini biliyor. Buna rağmen Peygamberimize, bu gerçeği hiç çekinmeden yüzlerine vurmayı emrediyor ve bu yüzden çoğunluğunda meydana gelecek olan sapıklık artışı karşısında üzüntüye kapılmamasını tembihliyor.

Şimdi eğer biz, bu konudaki Allah'ın sözünü son söz olarak kabul edersek, -ki işin doğrusu ve olması gerekeni budur- yahudiler ile hristiyanları "din"li insanlar olarak kabul etmenin hiçbir gerekçesi kalmaz. Böyle olunca kimi aldanmışların ve aldatıcıların ileri sürdükleri gibi "müslüman" dinsiz-ateistlere ve komunistlere karşı mücadele etmek üzere onlar ile işbirliği yaparken hangi ortak temele dayanacaktır? Bu adamlar, Tevrat'a, İncil'e ve Allah tarafından indirilen diğer mesajlara uymadılar ki, müslüman, onları şu ya da bu oranda aslı-temeli olan bir inancın sahibi saysın. Müslüman, yüce Allah'ın kararından başka bir karar veremez ki!

"Allah ve Peygamberi bu konuda kesin hüküm verdikten sonra mümin erkek ve kadınların artık o konuda hiçbir tercih yetkileri kalmaz." (Ahzab Suresi, 36)

Yüce Allah'ın sözü her zaman geçerlidir. Konjonktürel şartlar onun hükmünü ortadan kaldırmaz.

Eğer bu konuda yüce Allah'ın söylediği sözü, son söz olarak kabul edersek -ki işin doğrusu ve yapılması gerekeni budur- bu gerçeği yahudiler ile hristiyanların yüzlerine vurunca küplere bineceklerini, bize karşı daha saldırgan kesileceklerini hesap etmeye kalkışamayız. Bu tehlikeleri önlemek bahanesi ile sevgilerini, sempatilerini kazanalım diye, "sizin dininiz doğru bir dindir, biz sizin dininizin doğruluğunu onaylıyoruz. Geliniz, elele verelim de hem sizin dininizi hem de bizim dinimizi ortak düşmanımız olan Allah tanımazlığa karşı savunalım" diyemeyiz, böylece onların "asılsız" inançlarını, yüce Allah'ın tek kabul ettiği din olan, kendi hak dinimiz ile eşdeğer saymaya yeltenemeyiz.

Yüce Allah, bize böyle bir direktif vermiyor, böyle bir onaylamaya kalkışmamızı kabul etmiyor, böyle bir işbirliğine girişmemizin günahını bize bağışlamıyor. Hatta böyle bir işbirliğine kaynaklık eden düşüncemizin suçunu bile affetmiyor. Çünkü o takdirde biz, yüce Allah'ın kararından başka bir karar vermiş, O'nun tercihine aykırı bir tercih ortaya koymuş oluruz; bunun sonucunda, sapık bir inanç sistemini "ilahî" bir din olarak tanıyarak onunla, ilahî din bazında ortak olduğumuzu söylemiş oluruz. Oysa yüce Allah, yahudiler ile hristiyanların "Tevrat'a, İncil'e ve Allah tarafından indirilmiş diğer mesajlara uymadıkça" hiçbir gerçek kırıntısına dayanmış sayılamayacaklarını söylüyor. Yahudiler ile hristiyanlar ise, Allah'ın bu şartını yerine getirmiyorlar. O'nun bu sözüne kulak asmıyorlar.

Müslüman olduklarını söyledikleri halde yüce Allah'ın indirmiş olduğu mesajların gereğine uymayanlar da tıpkı bu yahudi ve hristiyanlar gibidirler, onlar da inanç bakımından boşluktadırlar, gerçeklik temelinden yoksundurlar. Yüce Allah'ın yukardaki sözü, kitaplarının hükümlerini benliklerinde ve hayatlarında uygulamaya koymayan bütün kutsal kitap taraftarları için geçerlidir. Müslüman olmak isteyen kimse, yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyduktan sonra bu kitabı uygulama dışı tutanlara karşı, bu kitabın hükümlerine uymadıkça hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını, dindar oldukları şeklindeki iddialarının bizzat dinin sahibi olan yüce Allah tarafından reddedildiğini açık açık haykırmakla görevlidir. Bu konuda net bir tavır ortaya koymak zorunludur. Yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyan "müslüman"ın bundan sonraki görevi ilahî kitabın içeriğine yüz çevirmiş söz konusu kişileri yeni baştan "İslam"a çağırmaktır. Çünkü insanın, sadece kuru sözle ya da mirasçılık mantığı ile müslümanlık iddiasında bulunması onu, müslüman yapmaz, kalbini imanla doldurmaz, yüce Allah'ın dinine bağlılık sıfatı kazandırmaz. Böyle bir kimse hangi milletten olursa olsun, hangi zamanda yaşarsa yaşasın fark etmez.

Gerek bu sözde müslümanlar ve gerekse öbürleri, yani yahudiler ile hristiyanlar, ne zaman yüce Allah'ın kitabını hayatlarında uygulamaya koyarlarsa işte o zaman, "müslüman" onlarla işbirliği yapabilir; ancak o zaman onlarla elele vererek, Allah tanımazlık-ateizm belâsına ve bu insanlık musibetinin taraftarlarına karşı "din"in ve "dindar"ların savunmasına girişebilir. Ama bu ortak noktada buluşulmadan önce böylesine bir işbirliği bos bir iştir, aldanmışların ya da aldatıcıların ileri sürdükleri bir yutturmaca, iki yüzlü bir kandırmacadır!

Yüce Allah'ın dini, ne kuru bir yafta, ne içi boş bir slogan ve ne de atalardan geçen bir miras değildir. Yüce Allah'ın dini, vicdanlara yansıyan ve hayat tarzlarında, kalpleri donatan inanç sisteminde, Allah'a sunulan ibadet amaçlı davranışlarda ve hayata yön veren sosyal düzende somutlaşan bir realitedir. Yüce Allah'ın dini ancak, bu çok boyutlu bütünlük içinde varolabilir. İnsanlar bu çok boyutlu bütünlüğü vicdanlarında ve hayat tarzlarında gerçekleştirmedikçe, yüce Allah'ın dinine koyulmuş sayılamazlar. Bunun dışındaki her görüş tarzı, inanç sistemini sulandırmak ve gönül avutmaktır, dürüst bir "müslüman" böyle bir aldatmacaya asla girişmez.

"Müslüman" bu gerçeği, sesinin olanca yüksekliği ile haykırmalı, insanlar ile arasındaki uzaklığın ve yakınlığın derecesini bu esasa göre ayarlamalıdır. Bu mesafe koyma işleminden doğacak sonuçları düşünmek, onun üzerine vazife değildir. Koruyucu Allah'tır ve "Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

İslâm davetçisi, insanları benimsemeye çağırdığı gerçeği bütün yönleri ile buyurmadıkça ve yağcılıksız, tavizsiz bir dille karşısındakilerin inanç sistemlerindeki bozuklukları olduğu gibi ortaya dökmedikçe, yüce Allah'ın mesajını insanlara duyurmuş ve böylece insanların Allah karşısında ileri sürebilecekleri gerçeklerden habersizlik bahanesinin yolunu tıkamış sayılamaz. Eğer davetçi, insanlara zarar dokundurmaktan gerçekten kaçınmak istiyorsa ve onlara yararlı kalmayı amaçlıyorsa şu yöntemi adım adım izlemelidir: Karşısındakilerin inanç açısından boşlukta olduklarını, inandıkları ve hayatlarına yansıttıkları yargıların kökten asılsız ve eğri olduğunu açık açık söylemelidir. Onları, bağlı oldukları ve hayatlarında uyguladıkları düşüncelerden tamamen farklı bir inanç ve düşünce sistemine çağırdığını belirtmelidir. Kendilerini köklü bir değişime, uzak amaçlı bir dönüşüme, uzun bir yolculuğa; düşüncelerinde, sosyal kurumlarında, düzenlerinde ve ahlâk sistemlerinde çok boyutlu bir başkalaşıma çağırdığını peşinen açıklamalıdır. Böylece insanlar davetçilerin aydınlatıcı açıklamaları sayesinde benimsemeye çağrıldıkları gerçekle aralarındaki mesafenin boyunu net olarak öğrenmelidir. Ta ki, bu bilginin ışığında, yüce Allah'ın deyimi ile: "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat bulan da bile bile hayat bulsun."

Bazı davetçiler kimi zaman lâfı ağızlarında eveleyip geveleyerek ve kem-küm ederek insanların inandıkları ve pratik hayatlarında uyguladıkları batıl ile benimsenmesine çağırdıkları hak arasındaki köklü farklılığı, savundukları gerçek ile karşılarındakilerin uyduğu eğrinin arasındaki uçurumu belirtmekten kaçınırlar. Söz konusu davetçiler ya içinde bulundukları özel şartların baskısı ile ya da insanların hayat tarzlarının, düşüncelerinin ve inançlarının kendilerine dikte ettiği pratik realiteye ters düşmekten çekindikleri için, bu tavizci yola başvururlar. Fakat onlar iyi bilmelidirler ki, bu durumda karşılarındaki insanları aldatmış, kayba uğratmış olurlar. Çünkü onlara, kendilerinden ne yapmalarını istediklerini olduğu gibi anlatmamışlardır. Üstelik yüce Allah'ın, kendilerini duyurmakla görevlendirdiği gerçekleri insanlara duyurmamış olurlar.

İnsanları yüce Allah'a çağırırken gösterilmesi gereken yumuşaklık davetçinin kullanacağı davet üslubunda bulunmalıdır, yoksa duyurduğu gerçeğin içeriğini yumuşatması düşünülmemelidir. Gerçek insanlara olduğu gibi, hiçbir kısıntıya yeltenilmeksizin, insanlara duyurulmalıdır. Duyurmanın ve tanıtmanın üslubuna gelince, temelde etkili olmaya ve tatlı öğüt vermeye önem vermesi gereken bu faaliyet, uygulamaya konduğu çevrenin ve zamanın özel şartlarına uyarlanarak yürütülür.

Günümüzde bazılarımız, dünyaya bakınca yahudiler ile hristiyanlar (Kitap Ehli'nin) sayıca kalabalık ve maddi güç bakımından üstün olduklarını görüyor. Arkasından çeşit çeşit putlara tapan putperest toplumlara bakıyor, onların da sayıca, yüzlerce milyonlara vardıklarını ve devletlerarası konularda sözleri dinlenen bir konuma sahip olduklarını görüyor. Bu arada materyalist ideolojilerin taraftarlarına bakıyor, onların da kalabalık nüfuslar oluşturduklarını, bunun yanında ölüm kusan gelişmiş teknolojik silahlara sahip olduklarını görüyor. Bütün bunlardan sonra müslüman olduklarını söyleyenlere bakınca, dünya siyasetinde hiçbir ağırlıkları olmadığını görüyor. Çünkü bu kimseler yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu kitabın hükümlerine göre yaşamıyorlar. Bu durum sözünü ettiğimiz gözlemcilerin ağırına gidiyor. Bu yüzden, şu sapık insanlığın tümü ile karşısına dikilip yüzlerine karşı kesin gerçeği yüksek sesle haykırmak kendilerine ağır geliyor. Bütün insanlığa yanlış yolda olduklarını, boş inançlara tutsak düştüklerini duyurmayı, arkasından insanlara "hak din"i anlatmayı yararsız görüyorlar.

Oysa doğru yol bu değildir. Cahiliye, tüm yeryüzünü kaplamış olsa da, yine cahiliyedir. Tüm insanların pratikleri, yüce Allah'ın dinine dayanmadığı sürece hiçtir, temelsizdir. Davetçinin görevi aynıdır, bu görevi ne sapıkların kalabalıklığı ve ne de eğrilik (batıl) yanlılarının şişkin görünümü değiştiremez. Çünkü eğrilik kof bir sistir. Bu davanın ilk çağrısı, nasıl o günün tüm yeryüzü halkına inanç ve hayat biçimi bakımından bir hiç olduklarını haykırarak işe başladı ise, bugün de bu misyon sesinin olanca gürlüğü ile ortalığı çınlatmaya devam etmelidir. Zaman döndü dolaştı ve yüce Allah'ın Peygamberimizi duyurma görevi ile gönderdiği, O'na şöyle seslendiği günün benzerine gelip dayandı. Yüce Allah'ın bu çağrısını bir daha okuyoruz:

"Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı insanlara duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

"De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanıyor değilsiniz."

Bu ayetlerin devamında yüce Allah'ın insanlardan kabul edeceği "din"in ne olduğu, son kez vurgulanıyor. Evet, insanların sıfatları, ünvanları ve Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizden önce bağlı oldukları inanç sistemleri ne olursa olsun, acaba yüce Allah onlardan hangi dini kabul ediyor? Tarihin karanlık dönemlerinden günümüze kadar ortaya çıkmış çeşitli dinlere ve mezheplere bölünen insanlık, acaba hangi dinin ortak platformunda buluşmalı, kaynaşmalıdır? Okuyalım:

"Müminlerden, yahudilerden, sabiilerden (yıldıza tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."

Buradaki "müminler"den maksat, müslümanlardır; "yahudiler"den ise İsrailoğulları. "Sabiiler" ise çoğu tefsir bilginlerinin ileri sürdüklerine göre, Peygamberimizin peygamber olarak görevlendirilişinden önce, putperestliği bırakarak belirli bir dine ya da mezhebe bağlanmaksızın tek ilaha kulluk etmeye yönelen bir insan topluluğudur. Aralarında çok az sayıda Arap da vardır. "Hristiyanlar"dan maksat da bilindiği gibi Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) taraftarlarıdır.

Okuduğumuz ayet şu ilkeyi ortaya koyuyor: Kim Allah'a, ahiret gününe inanır ve iyi ameller işlerse, kurtuluşa ermiştir. Yalnız bu ayetten dolaylı olarak bir diğer bazı ayetlerden doğrudan doğruya çıkardığımız anlama göre, kurtuluşa erecek bu kimseler burada söz konusu edilen şartları, yüce Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizin getirdiği talimatlar uyarınca yerine getirmelidirler. Bu takdirde:

"Onlar için korku söz konusu değildir, onlar biç üzülmeyeceklerdir."

Bunun yanısıra bu kimseler, artık ne daha önceki sapık inançlarından dolayı ve ne de o güne kadar taşıdıkları çeşitli ünvanlar ve adlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklardır. Çünkü önemli olan en son ünvandır.

Bu ayetten dolaylı olarak çıkardığımız bu anlam aslında, "din" kavramının zaruri anlamıdır. Çünkü bu inanç sisteminin yalın ve tartışma kaldırmaz ilkesine göre Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur; O, bütün insanlığa gönderilmiştir; buna göre daha önceki dinleri, mezhepleri, inançları, milliyetleri ve yurtları ne olursa olsun, bütün insanlar O'nun getirdiği ilahi mesaja, bu mesajın hükümleri uyarınca inanmaya çağrılıdırlar. İnsanlar, bu mesajın hem bütününe ve hem de ayrıntılarına inanmakla yükümlüdürler. Kim Peygamberimizin peygamberliğine ve getirdiği mesajın bütününe ya da ayrıntılarına inanmazsa sapıktır, doğru yolun dışındadır. Yüce Allah, onun daha önceki dinini geçerli saymaz ve böyle bir kimse bu ayetteki, "Onlar için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." müjdesinin kapsamına girmez.

Bu ilke, "din" kavramından zorunlu ve dolaysız olarak anlaşılan ve hiçbir gerçek müslümanın, günümüzün güçlü görünümlü cahiliye realitesinin baskısı altında ağzında eveleyip geveleyebileceği, kekemeli ve kem-kümlü ifadeler ile boğuntuya gelmesine meydan vermeye razı olamayacağı kesin bir gerçektir. Bu ilke aynı zamanda müslümanın, yeryüzünde yaşayan diğer insanlarla ilişki kurarken de ölçü olarak tutacağı ve asla gözden kaçırmayacağı bir prensiptir. Müslüman, her dinin ve her mezhebin taraftarına bu ilkenin ışığında not verecektir. Günümüz cahiliye uygarlığının baskısı, müslümanı bu konuda kaypaklığa zorlamamalı, onu söz konusu sapık dinlerin ve mezheplerin taraftarlarını aklamaya, sözde dinlerini yüce Allah'ın kabul edebileceği gerçek bir "din" saymaya; onları dost, yandaş ve müttefik edinmeye sürüklememelidir.

"Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur." (Maide Suresi, 56)

Olayların görüntüsü ne olursa olsun, kesin gerçek budur. Kim bu tek hak dinin esasları uyarınca yüce Allah'a ve ahiret gününe inanır, aynı zamanda iyi ameller işlerse böyleleri için ne dünyada ve ne de ahirette korku söz konusu değildir. Onlar ne kof bir sis tabakasını andıran cahiliye uygarlığının batıl gücünden korkarlar ve ne de iyi ameller işleyen mümin nefislerinden yana kaygılı olurlar. Ayrıca onlar hiç üzülmeyeceklerdir de.

Daha sonraki ayetlerde tekrar yahudilerin tarihlerine dönülüyor, onların inanç ve yaşama tarzı bakımından boşlukta oldukları vurgulanıyor, bu yüzden onların İslâm'a çağrılmaları gerektiği, bu dinin kendilerine duyurulmasının kaçınılmaz olduğu, ancak bu çağrıya uyunca yüce Allah'ın dinine sığınmış olacakları belirtiliyor. Bu arada onların değişmeyen karakterleri açığa vurgulanarak müslümanların gözleri önüne seriliyor. Böylece müslümanların gözünden düşmeleri sağlanarak kalplerinin onları dost edinmekten, kendileri ile işbirliği yapmaktan nefret etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Çünkü yahudilerin gerçek ve din karşısındaki düşmanca tutumları eskiden olduğu gibi devam ediyor. Okuyoruz:



YAHUDİLERİN KİRLİ TARİHLERİ

70- Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı.

71- Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldu. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görüyor.

Yahudilerin tarihleri pek eski ve geçmişleri pek kirlidir. Başka bir deyimle, Peygamberimize karşı takınmış oldukları olumsuz tutum, bu türden tutumlarının ne ilki ve ne sonuncusudur. Onlar hakka karşı çıkmayı ve ona sırt dönmeyi, yüce Allah'a verdikleri sözlerden dönmeyi, yüce Allah'ın dinini bir yana bırakarak nefislerinin arzularını ilah edinmeyi, sürekli günah işlemeyi, hakka çağıranlara saldırmayı, hak çağrısına düşmanca karşılık vermeyi huy ve gelenek haline getirmişlerdir. İlk ayeti tekrarlıyoruz:

"Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı."

Yahudilerin Peygamberlerine karşı neler yaptıklarını içeren suç dosyası kabarıktır. Bu dosyanın sayfaları; yalanlamalarla, dönekliklerle, yüz çevirmelerle, öldürmelerle, saldırılarla, arzu ve ihtiras tutsaklıkları ile dopdoludur.

Belki de yüce Allah bu yüzden, yahudilerin tarihini müslüman ümmete uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatıyor. Bu ümmet yahudiler gibi olmasın, onların durumuna düşmesin, yolunun tökezlenme noktalarında sürçmekten korunsun diye. Ya da bu tarihi anlatmanın amacı, yüce Allah ile sıkı ilişki halinde olan bilinçli müslümanların yoldaki tökezleme noktalarını önceden kavramalarıdır. Bir başka ihtimal de şu olabilir: İlerde bazı müslüman kuşaklar yahudilerin içine düşmüş oldukları sapıklığa düşebilirler. Uzun yıllar geçince onların da kalpleri kararıp, ihtiraslarına tutsak düşebilirler. O zaman da tıpkı yahudi zorbalarının uzun tarihleri boyunca yaptıkları gibi, bu sapık müslüman kuşaklar da gerçeğe yüz dönebilirler ve hak davetçilerinin kimisini yalanlayıp kimisini de öldürebilirler. İşte belki o zaman, bu bilinçli ve hakka bağlı müslümanların yahudilere gelen peygamberleri örnek almaları istenmiştir.

Yahudiler bütün bu ağır suçları işlerken yüce Allah'ın başlarına hiçbir belâ vermeyeceğini, kendilerini hiçbir cezaya çarptırmayacağını sanıyorlardı. Bu yanılgıya kapılmalarının sebebi; yüce Allah'ın değişmez kanunlarından habersiz olmaları ve "Allah'ın seçkin halkı" oldukları şeklindeki asılsız iddialarına güvenmeleri idi. Okuyoruz:

"Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu."

Yüce Allah gözlerinin görme gücünü giderdi. Bu yüzden gördükleri şeylerden hiçbir şey anlayamıyorlardı. Yine Allah, kulaklarının işitme gücünü giderdi. Bu yüzden kulaklarına gelen seslerden hiçbir anlam çıkaramıyorlardı. Devam ediyoruz:

"Sonra tevbelerini kabul etti."

Yüce Allah onlara rahmetini eriştirdi. Fakat onlar bu fırsatı kullanmadılar, ondan yararlanmasını bilemediler. Devam ediyoruz:

"Fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldular. Hiç şüphesiz Allah, onların ne yaptıklarını görüyor."

Yüce Allah onları çok iyi gördüğü ve çok iyi bildiği durumlarına göre cezalandıracaktır. Onların yaptıkları yanlarında kalacak değildir.

Eğer müslümanlar bu eski yahudi tarihini iyi bilirlerse, sırf bu yüzden bile yahudilere karşı nefret beslerler, bu bilgileri yahudilerden uzak durmaları için varolan diğer gerekçelere eklenmiş yeni bir itici faktör olur. Tıpkı sahabilerden Ubade b. Samit gibi, onlardan iyice soğurlar. Bu durumda onları, sadece Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi münafıklar dost edinebilirler!

Kitap Ehli'nin iki kolundan birini oluşturan yahudilerin durumu bu. Kitap Ehli'nin öbür kolu olan hristiyanlara gelince Kur'an-ı Kerim, onların da durumunu gerek bu surenin özelliği ve gerekse sözün akışı ile uyuşacak bir kesinlikle vurgulayarak gözlerimizin önüne seriyor.

Bu sûrenin daha önceki bir ayetinde, "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler, kâfirlikle nitelenmişlerdi. (Maide Suresi, 17) Şimdi ise bu nitelik, hem "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür" diyenlere ve hem de "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenlere yönelik olarak tekrarlanıyor. Daha sonra Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) söz konusu kâfirlik hükmüne tanık olduğu, hristiyanları, yüce Allah'tan başka hiç kimseye ilahlık niteliğini yakıştırmaktan vaktiyle sakındırdığı, yüce Allah'ın hem kendisinin ve hem de hristiyanların Rabbi olduğunu vurguladığı bildiriliyor. Okuyacağımız ayetlerin sonunda bizzat yüce Allah'ın bir uyarısı yer alıyor. Bu uyarıda hristiyanlar, Allah'a ve Allah'ın hak dinine inanan hiçbir kimsenin ağzına bile alamayacağı bu tür saçma sözlerden tehdit içerikli bir dille sakındırılıyor. Şimdi ayetleri okuyoruz.



HRİSTİYANLARIN SAPIK GÖRÜŞLERİ

72- "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; "Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur. "

73- "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise onların içinde kafirleri başlarına acıklı bir azap gelecektir.

74- Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.

75- Meryemoğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu ayetleri nerelerinden çarpıtıyorlar!

76- De ki; "Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne de yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir.

77- De ki; Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız, sizden önceki dönemlerde sapıtmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin keyfi arzularına uymayınız.

Daha önce, yüce Allah'ın bir peygamberi sıfatı ile Hz. İsa'nın Allah katından getirdiği inanç sistemine, bu sapık saçmalıkların Kilise konseyleri aracılığı ile nasıl sızdırıldıklarını kısaca anlatmıştık. Dediğimiz gibi Hz. İsa, diğer peygamber kardeşleri gibi, içine hiçbir müşriklik unsuru katılmamış, halis bir Tevhid inancı getirmişti. Çünkü bütün peygamberler, müşrikliğin kökünü kazıyarak Tevhid inancını yeryüzüne egemen kılmak üzere gelmişlerdir.

Şimdi de Teslis ve Hz. İsa'nın ilahlığı konularında söz konusu kilise konseylerinde oluşturulan görüş birliği ve bu görüş birliğinin arkasından meydana gelen düşünce farklılıklarına yine kısaca değineceğiz. Bilindiği gibi bu çelişkili duruma daha önce de parmak basmıştık.

Hristiyan yazar Nuvfel b. Nimetullah b. Serkis, "Sevsenetü Süleyman" adlı eserinde bu konuda şunları yazar:

"Değişik kiliselere göre farklılık göstermeyen ve İznik Konsülü tarafında belirlenen anayasada yeralan hristiyanlık inancının ilkeleri şunlardır: Bir tek ilaha, baba ilaha inanmak. Bu baba ilah herşeyi denetimi altında tutar, göklerin ve yerin, görünür-görünmez herşeyin yaratıcısıdır. Ayrıca bir başka tek ilah olarak Yasu(İsa)ya inanmak gerekir. Yasu, yüzyıllarca önce, Allah'ın nurundan, baba Allah'tan doğmuş tek oğuldur. Hak ilahtan gelmiş hak bir ilahtır. Doğurulmuş fakat yaratılmamıştır. Baba ilah ile aynı cevherdendir. Herşey onun aracılığı ile varolmuştur. O biz insanlar için, bizim günahlarımızdan ötürü gökten yere inerek cesede bürümüş bir Ruhul Kudüs olmuştur. Bakire Meryem'i yoldaş edinmiş, Platus zamanında bizden koparılarak çarmıha gerilmiş, ızdırap çektirilerek mezara konmuş ve kitapların yazdığına göre üçüncü gün ölüler arasından doğrularak göğe çıkmış ve Rabbin sağına oturmuştur. İlerde ölülere ve dirilere dinini aşılamak için şerefle geri gelecektir. Onun mülkü hiç sona ermez. Bir de Ruhul Kudüs'e inanmak gerekir. O baba ilahtan meydana gelmiştir. Oğul ilah ile birlikte baba ilaha secde eder, onu kutsar. O peygamberler aracılığı ile konuşandır."

Öte yandan Dr. R. Bosset "Kitaba Mukaddes Tarihi" adlı eserinde şunları yazar; "Allah'ın tabiatı üç kutsal unsurdan (uknumdan) oluşmuştur bunlar birbirlerine eşittirler: Baba ilah, oğul ilah ve Ruhul Kudüs ilah. Yaratma fonksiyonu oğul ilah aracılığı ile baba ilaha aittir. Fedakarlık oğul ilaha ve günahlardan arındırma da, Ruhul Kudüs'e aittir."

Üç kutsal unsuru bir tek ilahın yapısında düşünmek, Tevhid ile Teslis ilkelerini birbirleri ile bağdaştırmak akıl için son derece zordur. Bu yüzden hristiyan teologlar, aklın daha baştan reddettiği bu mesele üzerinde düşünmeyi erteleme, geriye atma yolunu seçmişlerdir. Nitekim Rahip Poertre'nin "İlkeler ve Ayrıntılar" adlı broşüründen aldığımız şu parağraf sözünü ettiğimiz aklî değerlendirmeyi geriye atma amacını dile getirir:

"Biz bu meseleyi aklımızın gücü oranında anladık. Gelecekte, göklerde ve yerde bulunan herşeyin üzerindeki perdeler kalktığı zaman, bu meseleyi daha iyi anlayabileceğimizi umuyoruz. Şimdi ise anladığımız kadarı bizim için yeterlidir."

İşte yüce Allah "Bu saçma sözler, tümü ile küfürdür" buyuruyor. Daha önce dediğimiz gibi hem Hz. İsa'nın Allah olduğu ve hem de Allah'ın, üç kutsal unsurun üçüncüsü olduğu biçimindeki sözlerin her ikisi bu kategoriye girer. Yüce Allah'ın sözünden sonra başka söz yoktur. O doğruyu söyler ve doğruyu iletir. Okuyoruz:

"Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; `Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."

Görüldüğü gibi Hz. İsa, hristiyanları vaktiyle uyardı fakat, bu uyarıya kulak asmayarak peygamberlerinin aralarından ayrılışından sonra sakındırıldıkları sapıklığa düştüler. Hz. İsa'nın sözlerini unutarak cennetten mahrum olmalarına ve cehennemi boylamalarına yol açacak eğri bir yola girdiler. Okuyoruz:

"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz."

Görüldüğü gibi Hz. İsa hristiyanlara, hiçbir ortağı bulunmayan tek Allah'ın kulları olmaları bakımından kendisi ile onlar aynı düzeyde olduklarını aynı konumu paylaştıklarını açıkça ilan ediyor.

Kur'an-ı Kerim, hristiyanların diğer saçma ve inkarcı sözlerini de yukardaki hükmün kapsamına alıyor. Okuyoruz:

"Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır."

Arkasından bütün peygamberlerin Allah katından getirdikleri inanç sistemlerinin ortak dayanağını oluşturan temel gerçeği vurguluyor. Okuyoruz:

"Tek Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur."

Ayetin devamında hristiyanlar, sözlerine yansıyan ve inançlarına yerleşen bu kâfirliğin kötü akıbetine ilişkin olarak tehdit ediliyorlar. Okuyoruz:

"Eğer onlar dediklerinden vazgeçmezlerse içlerindeki kâfirlerin başlarına acıklı bir azap gelecektir."

Burada sözü edilen "kafirler"den maksat, yüce Allah tarafından açıkça kafirlik sebebi olarak ilan edilen bu saçma sözlerden vazgeçmeyenlerdir.

Bu tehdidi ve korkutucu ifadeyi, özendirici ve umut aşılayıcı bir ifade izliyor. Okuyoruz:

"Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler daha iyi olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."

Böylece tevbe kapısı önlerinde açık tutuluyor. Henüz fırsat eldeyken, henüz iş işten geçmemişken yüce Allah'ın bağışlayıcılığına ve rahmetine umutla sığınsınlar diye.

Arkasından, bu adamlar, realitenin somut ve tutarlı mantığı ile karşı karşıya getiriliyorlar. Böylelikle fıtratlarının dumura uğramış sağduyusu tekrar canlandırılmak isteniyor. Aynı zamanda bunca ısrarlı açıklamalardan sonra yine de bu yalın mantıktan uzak kalmış olmalarına hayret ediliyor. Okuyoruz:

"Oysa Meryemoğlu Mesih(İsa) sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"

Yemek yemek, gerek Hz. İsa'nın ve gerekse özü-sözü doğru annesinin hayatlarında somut biçimde görülen bir realite idi. Bu olgu sonradan yaratılmış (hadis) canlıların karakteristik özelliklerinden biridir. Hz. İsa ile annesinin insan olduklarını, hristiyan teolojisinin deyimi ile O'nun "Nasuti" niteliğe sahip olduğunu kanıtlar. Yemek yemek, karşı konulmaz bir organik içgüdüye tatmin sağlar. Oysa yaşamak için yemek yemek zorunda olan bir canlı ilah olamaz. Yüce Allah, kendinden kaynaklanan öz bir güçle yaşıyor, varlığını sürdürüyor ve etkinliğini devam ettiriyor. Bunların hiçbiri için hiçbir şeye muhtaç değildir. Onun özüne ne dıştan birşey girer ve ne de ondan birşey dışarıya çıkar. Meselâ yemek gibi.

Burada yalın ve realist bir mantık sergileniyor. Öyle ki, hiçbir aklı başında insan ona karşı çıkamaz. Bu yüzden bu mantığın sergilenişinin ardından hristiyanların olumsuz tutumu yeriliyor, bu açık mantığa sırt çevirmeleri hayretle karşılanıyor. Tekrarlıyoruz:

"Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"

Evet, Hz. İsa'nın hayatı somut bir insan hayatı idi. Bu durum, -O'nun aksi yöndeki bütün uyarılarına rağmen- kendisini ilahlaştırmaya yeltenenleri zor duruma düşürüyor, çıkmaza saplandırıyor. Bu yüzden yukarda kısaca anlattığımız gibi bu kimseler, O'nun ilahlığı ve insanlığı (nasutiliği) konusunda sonu gelmez tartışmalara dalmışlar, içinden çıkılmaz görüş ayrılıklarına gömülmüşlerdi. (Maide Suresi, 15-16 ayetlerinin tefsirine bakınız.)

Ayetlerin akışı içinde sergilenmesine devam edilen bu yalın Kur'an mantığı, başka bir açıdan kendini göstererek yine şaşkınlık duygularımızı harekete geçirmeyi amaçlıyor. Okuyalım:

"De ki; `Allah'ı bırakıp ne zarar ve ne de yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi tapıyorsunuz?Oysa Allah herşeyi işitir ve o herşeyi bilir. "

Bu ayette, sapıkların tapınmaya yeltendikleri sahte ilâhlara değinilirken, kasıtlı bir şekilde akıl sahibi varlıklar için kullanılan "men(o)" zamiri yerine , "ma(o)" zamiri kullanılıyor. Böylece tapılan tüm "yaratıklar", akıl sahibi olanlar da dahil olmak üzere aynı kategoriye konuyor. Amaç bu sahte ilahların, ilahlık özünden uzak olan "sonradan yaratılmışlık" niteliklerine dikkatleri çekmektir. Bu ortak nitelik Hz. İsa'yı da, Ruhul Kudüs'ü de , Hz. Meryem'i de kapsamına alır. Çünkü bunların ortak özelliği yüce Allah'ın yaratıkları olmaları olgusudur.

Ayet bu noktada mesajının çapını daha da genişleterek yüce Allah tarafından yaratılmış herhangi bir varlığın ilah olma ihtimalinden asla söz edilemeyeceğini son derece kolay anlaşılır somut bir gerekçeye bağlıyor. Çünkü bu sahte ilahlar insanlara yarar ve zarar dokundurabilme gücünden yoksundurlar. Devam ediyoruz:

"Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir."

Yüce Allah işitir ve bilir, bu yüzden de hem yarar hem de zarar dokundurma gücüne sahiptir. O kullarının kendisine yönelttiği çağrıları ve ibadetleri işittiği gibi, bu duaların ve ibadetlerin gerisindeki kalplerde saklı tutulan, açığa vurulmayan duyguları da bilir. Onun dışındaki sahte ilahlar ise, böyle gizli sırları ne işitebilirler ne bilebilirler ve ne de kendilerine yöneltilen çağrılara karşılık verebilirler.

Yüce Allah bütün bu uyarıları ve direktifleri geniş kapsamlı bir çağrı ile noktalıyor. Peygamberimizi bu çağrıyı Kitap Ehli'ne yöneltmekle yükümlü tutuyor. Okuyoruz:

"De ki; `Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız; sizden önceki dönemlerde sapıtmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin keyfi arzularına uymayınız."

Nitekim yukardan beri sözünü ettiğimiz sapıklıklar Hz. İsa'ya saygı gösterme konusunda düşülen aşırılıktan kaynaklanmıştır. Bunun yanısıra putperestlikten kalma inançlarını hristiyanlığa aktaran Roma İmparatorlarının keyfi arzuları ile aslında birbirlerinin amansız rakipleri olan kilise konsüllerinin keyfi yorumları elele vererek, bu saçma sözleri yüce Allah'ın saf dinine sokuşturmuşlardır. Oysa Hz. İsa, yüce Allah'tan alıp getirdiği bu dini peygambere yaraşır bir güvenirlikle insanlara duyurmuş ve onlara şöyle demişti:

"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."

Yukardaki sesleniş, Kitap Ehli'ni kurtarmaya yönelik son çağrıdır. Bu çağrı onları sapıklıkların, çatışmaların, keyfi arzuların ve ihtirasların bataklığından çıkarmayı amaçlıyor. Daha önce sapmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin gırtlaklarına kadar gömüldükleri sapıklıklardan, çatışmalardan, keyfi arzulardan ve ihtiraslardan yakalarını kurtarmalarını öğütlüyor. Yukardaki çağrı ile bağlanan bu noktada birazcık durarak şu üç önemli gerçeğe kısaca değinmek istiyoruz:

Birinci gerçek: İslâm sistemi, inanca ilişkin düşünceyi doğrultmak, düzeltmek için yoğun bir çaba harcıyor; bu düşünceyi; Allah'ın kayıtsız-şartsız birliği temeline oturtmaya çalışıyor; bu tevhid ilkesini, Kitap Ehli'nin inançlarını bozan paganizmin ve müşrikliğin izlerinden, sızıntılarından arındırmaya özeniyor; insanlara, ilahlık kavramının özünü tanıtmaya gayret ediyor; onları, ilahlığın karakteristik özelliklerini yüce Allah'ın tekelinde görmeye, gerek bir takım insanları ve gerekse başka yaratıkları bu karakteristik özelliklere ortak etmemeye çağırıyor.

İnanca ilişkin düşünceyi berraklaştırmak için, eksiksiz ve kesin tevhid temeline yönelten bu olağanüstü özen bize açıkça gösterir ki, bu düzeltme işlemi son derece önemlidir, ayrıca inanca ilişkin düşünce, insan hayatının gerek yapılanmasında ve gerekse sağlıklı işleyişinde hayati bir fonksiyona sâhiptir; bunların yanısıra İslâm inancı, bütün insan faaliyetlerinin ve bütün insanlar arası ilişkilerin temeli ve ana ekseni saymaktadır.

İkinci gerçek: Kur'an-ı kerim "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" ve "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür" diyenlerin kesinlikle kafir olduklarını belirtiyor. Yüce Allah'ın bu sözünden sonra artık müslümana söylenecek başka söz düşmez. Yüce Allah, "bu adamlar bu saçma sözleri gerekçesi ile kafirdirler" diye, buyururken bu kimseleri, yani bu tür sözler söyleyen hristiyanları ilahî kaynaklı bir dinin mensupları saymak, müslümana yakışmaz.

Gerçi İslâm daha önce dediğimiz gibi, hiç kimseyi kendi inancını bırakarak İslâm'a girmeye zorlamaz, ama müslüman olmayanların sapık inançlarına "Bunlar, yüce Allah'ın hoşlandığı türden birer dindir" demez. Tersine, yukarda okuduğumuz ayetler bu sapıklıkların kâfirlik gerekçesi olduğunu, kâfirliğin de asla yüce Allah'ı hoşnut edecek bir din olamayacağını açık açık söylemektedirler.

Üçüncü gerçek: Bu gerçek, ilk iki gerçeğin zorunlu sonucudur ve şudur: İslâm'ın insanlara öğrettiği biçimde Allah'ın birliğini onaylayan ve Peygamberimizin getirdiği şekli ile İslâm'ın Allah katından gelmiş tek "din" olduğuna inanan bir müslüman, sözünü ettiğimiz Kitap Ehli'nden biri ile dostluk ve işbirliği ilişkisi kuramaz, bunun imkanı yoktur.

Bundan dolayı inkarcı materyalizm ve ateizm karşısında ortak bir mücadele cephesi oluşturmak amacı ile bütün sözde "dinler"in işbirliği yapmasını söylemek, İslâm tarafından ciddiye alınması düşünülemeyecek anlamsız, boş bir sözdür. Çünkü temel inanç ilkeleri konusunda böylesine uçurum çapında ayrılıklar olunca, artık diğer konularda uzlaşmaya imkan kalmaz. Sebebine gelince; İslâm'a göre hayattaki herşey en başta inanç temeline dayanır.

İSRAİLOĞULLARININ TARİHİ

Son olarak İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerin tarih boyunca İsrailoğullarının kafirlerine karşı tutumlarını ortaya koyan kapsamlı bir açıklama geliyor. Bu peygamberlerin (salat ve selam üzerlerine olsun) tutumları Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın tutumları ile somutlaştırılmıştır. Bu iki peygamber de İsrailoğullarının kafirlerini lanetlemiştir. Allah da onların beddualarını kabul etmiştir. Çünkü İsrailoğulları isyankardı, zalimdi. Sosyal açıdan çözülmüşlerdi. Kötülüğe karşı susmayı tercih ediyor, içlerinde yayılan kötülüğe engel olmaya çalışmıyorlardı. Kafirleri dost ediniyorlardı. Bu nedenle Allah'ın gazabına ve lanetine uğradılar. Sonsuza dek cehennemlik oldular :



78- İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi.

79- Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!

80- Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlanmıştır.

81- Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.

Böylece İsrailoğullarının küfür, isyan ve lanet dolu köklü tarihleri olduğu ortaya çıkıyor. Onları doğru yola iletmek ve kurtarmak için gönderilen peygamberlerinin, sonunda onları lanetlemekten ve Allah'ın hidayetinden kovulmalarını dilemekten başka çare bulamadıkları, Allah'ın da bu peygamberlerin beddualarını kabul edip İsrailoğullarını gazabına ve lanetine uğrattığı anlaşılıyor.

"İsrailoğullarından kâfir olanlar" kendilerine göre kitabı tahrif edenler -bu surenin bir çok yerinde ve başka sûrelerde geçtiği gibi- Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayanlar (O'nun hükmüne başvurmayanlar), tüm peygamberlere yardım edeceklerine, onları destekleyeceklerine ve onlara uyacaklarına dair verdikleri sözlerinde durmayanlardır.

"Bu lanetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi."

Bu öyle bir isyankârlık ve zalimliktir ki, hem akidelerinin hem de ahlâklarının her alanında somut biçimde gözlenebilmektedir. Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde de ayetleri ile açıkladığı gibi, İsrailoğullarının tarihi zulümler ve isyanlarla doludur.

İsrailoğulları toplumunda isyankârlık ve zalimlik bireysel eylemlerden ibaret değildi. Bu sıfatlar sonunda, bu topluluğun karakteri haline gelmiştir. Toplum bu kötülüklere karşı sessiz kalmış onlardan tiksinmemiş ve engellemeye kalkmamıştır.

"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları."

Sapık, bozguncu ve kötü insanlar tarafından ortaya konan, isyankârlık ve zalimlik her toplumda gözlenebilir. Yeryüzü kötülükten arındırılamaz. Ve anormallikler her toplumda gözlenebilir. Fakat iyi bir toplumun karakteri, kötülük ve çirkin şeylerin orada hoş karşılanabilen geleneklere dönüşmesine müsade etmez. Bu kötülüklerin her isteyen kişinin rahatlıkla işleyebileceği normal hareketlere dönüşmesine izin vermez... Herhangi bir toplumda kötülük yapmak iyilik yapmaktan daha zor duruma gelince, kötülüğün cezası da toplumsal ve yıldırıcı olup toplumun tamamı kötülüğün karşısında yer alınca yıldırıcı cezanın kesin uygulanacağı kanısı yaygınlaşınca kötülük siner, kötülüğe iten sebepler kontrol altına alınır. Bu durumda toplum birbiriyle kenetlenir. Toplumsal hastalıkların önü alınır. Bu durumda bozgunculuk ancak toplum tarafından dışlanan bazı fertler ve küçük gruplar tarafından işlenebilir. Ve toplum içinde hakimiyet kurması önlenir. Bu durumda kötülükler yaygınlaşmaz ve toplumun karakterini yansıtacak düzeye ulaşmaz.

İslâm sistemi yahudi toplumundaki bu olayı çirkin bir şekilde gösterip onu eleştirmekle İslâm cemaatının sağlam, canlı, derli-toplu bir yapıya sahip olmasını istemektedir. Zulmün ve isyankârlığın her çeşidini genel bir nitelik kazanmadan bertaraf etmesi gerektiğini dile getirmektedir. İslâm toplumunun hakkı savunmada sağlam olmasını, hakka yöneltilen zulüm karşısında hassas olmasını istemekle, dini korumakla yükümlü bulunanların yükümlülüklerini üstlendikleri emaneti gerçek anlamda yerine getirmelerini, kötülüğe, bozgunculuğa, isyankârlığa ve zulme karşı çıkmalarını bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamalarını istemektedir. Tabii ki kötülüğün idareyi ellerine geçiren iktidardan, malları ellerine geçiren zenginlerden, gücü ellerine geçiren zorbalardan, arzu ve isteklerin peşinden sürüklenen halk kitlelerinden gelmesi arasında fark yoktur. Allah'ın sistemi Allah'ın sistemidir. Ona karşı çıkanlar da ister yüksek tabakadan, ister aşağı tabakadan olsun fark etmez.

İslâm bu emanetin gereği yerine getirmeye önem verir. Onun içindir ki toplum içinde meydana gelen kötülüklere sessiz kalındığında bütün toplumu cezalandırır. Emaneti genel olarak cemaatın sırtına yükledikten sonra tek tek her ferde de bu yükümlülüğü dağıtır.

İmam Ahmed, Abdullah ibni Mesut'tan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder; İsrailoğulları günahlara daldıklarında bilginleri onları vazgeçirmek istediler. Fakat onların vazgeçmediklerini gördüklerinde onlarla beraber oturup yediler içtiler. Allah da onları birbirine benzetti. Bunun üzerine Hz. Davud ve Meryemoğlu İsa'nın dili ile lanete uğradılar...

`Çünkü onlar Allah'a karşı gelmişler ve O'nun ölçülerini çiğnemişlerdi."

Bu sözleri söylediğinde peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) yaslanmış bulunuyordu, doğrularak oturdu ve şöyle buyurdu:

"Canımı elimde tutan Allah'a yemin ederim ki siz onları doğru yola geri çevirinceye kadar çalışacaksınız."

Ebu Davud Abdullah b. Mesud'dan peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İsrailoğullarında ilk meydana gelen zaaf şuydu; onlardan biri kötülük yapan birine rastladığında: Ey adam Allah'tan kork ve yaptığın işi bırak çünkü bunu yapman sana helal değildir, dedi. Fakat ertesi gün tekrar onunla karşılaştığında bu durum onu beraber yemek, içmek ve oturmaktan alıkoymazdı, onlar böyle yaptıkları için Allah, onların kalplerini birbirine benzetti." Sonra peygamber "İsrailoğullarının kafirleri Davud ve İsa'nın diliyle lanetlendiler" diye başlayıp "onların çoğu yoldan çıkmış (fasık) kimselerdir diye biten ayetleri okudu. Arkasından sözlerini şöyle bağladı. "Allah'a yemin olsun ki, hayır siz iyiliği emredecek kötülüğe engel olacaksınız. Zalimin elini tutup zulüm etmesine engel olacaksınız ve siz onu doğru yola geri çevirene kadar mücadele edeceksiniz."

Burada müslümanın görevi sırf iyiyi emir ve kötülükten sakındırmak değildir. Mesele bununla bitmez onun görevi bu isteklerinde ısrar etmek, onlarla kesin tavır ortaya koymak kötülüğü, bozgunculuğu, günahkarlığı ve zulmü kuvvetle engellemektir.

Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu bildirir: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü yetmezse diliyle; ona da gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."

İmam Ahmed, Adiy b. Ümeyre'den peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cenabı Allah halkın tümünü belirli bir grubun yaptıkları yüzünden cezalandırmaz. Ne zaman ki halk arasında kötülük işlenir, onlar da güçleri yettiği halde onu kınamazsa Allah onların hepsini tümden cezalandırır.

Ebu Davud ve Tirmizi'de Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "En üstün cihad zalim bir devlet başkanına karşı dile getirilen doğru sözdür."

Bir çok ayet ve hadiste bu konu sık sık vurgulanır.

Çünkü cemaatın yapısındaki bu dayanışma öyle sağlamdır ki; müslüman cemaate bağlı birisi başkasının yaptığı kötülüğü gördüğü halde bana ne diyemez. Bu toplum bozgunculuğun karşısında öyle bir hak tutkunluğu getiriyor ki; bozgunculuğun geliştiğini gördüğü halde ben ne yapabilirim, bozgunculuğa karşı koymak, başımı belaya sokar diyemez. Allah'ın kutsal kıldığı değerlere karşı beslenen tutku, onları korumak ve savunmak için Allah'ın kendisine yüklediği doğrudan yükümlülüklerin bilincinde olmak... Evet bunların hepsi müslüman cemaatın dayanaklarıdır. Bunlar olmadan İslâm cemaati de olmaz.

Bunların hepsi de sağlıklı bir şekilde Allah'a iman, bu imanın yükümlülüklerini en güzel şekilde öğrenmeyi gerektirir. Allah'ın sistemini doğru bir şekilde anlamayı ve onun, hayatın her tarafını kapsamına aldığını idrak etmeyi zorunlu kılar. Akideyi kuvvetle desteklemenin ciddiyetini ve bu akideden coşup gelen toplumun tamamının hayatına şekil verecek olan sistemi yürürlüğe koymak için harcanması gereken çabanın kavramasını gerektirir. Hukuk sistemini Allah'ın şeriatından alan ve hayatının tamamını Allah'ın sistemi üzerine kuran müslüman toplum, müslümanın iyiliği emretme, kötülüğü engelleme görevini gerçekten yerine getirmesine izin veren toplumdur. Böyle bir müslüman toplum olmadan iyiliğe yapılan çağrının, kötülükten engelleme çabasının sonuç alınamayan bireysel eylemlerden öteye geçmesi mümkün değildir. Bütün dünyanın her tarafında egemen bulunan cahili toplumlarda iyiliği emretme, kötülüğü engelleme çalışmaları çoğu zaman asla gerçekleştirilemez. Çünkü bu toplumlar,kendi hayatlarını insanların birbirine müdahale etmesini dışlayan sosyal terminolojik esaslara ve geleneklere dayandırmakta fasızlığı, kötülüğü ve günahkarlığı "özel hayatım" şeklinde değerlendirmekte ve onlara kimsenin müdahale etmesine izin vermemektedirler. Bunun yanısıra zulümden, baskıdan, haksızlıktan ve azgınlıktan öyle korkunç bir kılıç yapmaktadırlar ki, ona karşı ağızlara gemler vuruluyor, diller bağlanıyor ve zalimlere karşı iyiliği, doğruyu savunanlar cezalandırılıyor.

Bu nedenle en köklü çalışmaların, en onurlu fedakarlıkların her şeyden önce iyi bir toplumun kurulması üzerine yoğunlaştırılması gerekmektedir. İyi toplum ise Allah'ın proğramı üzerine kurulan toplumdur. İyiliği yaygınlaştırma kötülükten alıkoyma yoluyla dar kapsamlı düzeltmelere, özel ve bireysel ıslahatlara yönelmeden önce çabaların, çalışmaların ve fedakarlıkların bu noktada yoğunlaştırılması gerekmektedir.

Toplumun bir bütün olarak bozulduğu, cahiliyenin azgınlaştığı, toplumun Allah'ın sistemi dışındaki sistemlere göre düzenlendiği ve Allah'ın şeriatı dışında başka bir hukuka boyun eğildiği durumlarda dar kapsamlı çalışmalara yönelmenin yararı yoktur. Bu durumlarda yapılan çalışmaların temelden başlaması, kökten yeşermesi gerekir. Harcanan çabanın ve verilen mücadelenin yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini gerçekleştirmeye adanması lazımdır. Bu egemenlik meselesi çözüme kavuşturulunca, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten alıkoymanın dayanabileceği bir temel oluşturulmuş demektir.

Bu da imana ihtiyaç gösterir ki bu imanın gerçek yapısını kavramayı ve onun hayat düzeni üzerindeki fonksiyonunu anlamayı gerektirir. İşte bu düzeydeki bir iman, güvenin tamamını Allah'a yöneltebilir. Yol ne kadar uzarsa uzasın, Allah'ın iyiliği muzaffer kılacağına tam olarak güvenir. Mükafatının Allah katında olduğundan şüpheye düşmez. Bu görevi üstlenen kimse bu yeryüzünde herhangi bir mükafat beklemez. Sapık toplumun kendisini takdir etmesini ve herhangi bir yerde cahiliye taraftarlarının kendisine destek olmasını beklemez.

Kur'an-ı Kerim'in ve peygamberin iyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engellemeye ilişkin bütün direktifleri, müslüman toplumda müslüman bireyin görevleriyle ilgilidir. Yani bazı durumlarda bir takım idari zulümler, bazı zamanlarda kötülüklerin yaygınlaşmasına rağmen temel ilke olarak, Allah'ın egemenliğini kabul eden ve onun şeriatını esas alan bir toplumda yaşayan müslümanın görevini dile getirmektedir. İşte böylece biz peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) "En üstün cihad zalim bir imamın karşısında doğru sözü dile getirmektir" buyurduğunu görmekteyiz. Yani karşısında hak söz dile getirilen "imamdır" (Hükümdardır). Kişi Allah'ın egemenliğini ilke olarak kabul etmeyip onun şeriatını yürürlüğe koymadıkça zaten İslâm devletinin hükümdarı, imam olamaz. Yani Allah'ın şeriatıyla hükmetme ene "imam" adı verilmez, onu Cenab-ı Allah, "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin kendileridir" şeklinde nitelemektedir." (Maide Suresi, 44)

Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayan cahili toplumlarda ise en büyük ve en ciddi kötülük, tüm kötülüklere kaynaklık eden, ana kötülük Allah'ın hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetmektir. İşte dar kapsamlı kötülüklerle mücadeleye girişmeden önce reddedilmesi gereken bu, her türlü kötülüğün kaynağı olan temel ve köklü kötülüktür. Çünkü diğer kötülüklerin tamamı onun peşinde gelmekte, onun bir dalı ve uzantısı olmaktan öteye geçmemektedir.

Allah'ın hükmüne karşı cüretkârlıktan, ilahlık özelliklerini iddia etmekten, Allah'ın hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğü, pek tabii olarak diğer dar kapsamlı kötülüklerin anası durumunda iken çıkarılacak iyi ve seçkin insanların çalışmalarını dar kapsamlı kötülüklerle mücadele yolunda boşa harcamamalıdır. Ana kötülüğün uzantılarından ve uğursuz ürünlerinden biri olduğunda kuşku bulunmayan dar kapsamlı mücadeleyle zaman öldürmenin hiç bir yararı yoktur.

Sonra biz insanları işledikleri herhangi bir kötülükten dolayı nasıl sorguya çekebiliriz? Onların davranışlarını hangi ölçüyle ölçüp, bu yaptığınız iş kötüdür, ondan sakının diyebiliriz. Çünkü biz bu iş kötüdür dediğimizde şuradan buradan onlarca insan karşımızda duracak ve: "Hayır! Bu kötü bir şey değildir. Eskiden bu iş kötü görünüyordu! Fakat dünya "gelişiyor", toplum "ilerliyor" ve değerler de değişiyor" diyeceklerdir.

Öyleyse her şeyden önce tüm davranışları kendisine göre değerlendirmemiz gereken, herkes tarafından onaylanmış bir ölçü olmalıdır. İyiliği ve kötülüğü kendisine göre tayin edebileceğimiz değerler olmalıdır. Peki bu değerleri nereden alabiliriz? Bu ölçüyü nereden getireceğiz?

İnsanların bir şekilde durmayan, sürekli değişen arzularından, ortak uzlaşmalarından, geleneklerinden, ihtiraslarından mı? Bu durumda biz, içinden çıkılmayacak bir şaşkınlığa düşer, uçsuz bucaksız bir çölde yolumuzu şaşırırız.

O halde her şeyden önce bir ölçü belirlemek gerekiyor. Ayrıca bu ölçünün arzu ve isteklere göre değişmeyen sabit bir ölçü olması da zorunlu oluyor.

İşte bu değişmez ölçü, Allah'ın ölçüsüdür.

Eğer toplum, ilke olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiyorsa, Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymuyorsa, hatta kendisini Allah'ın proğramına çağıran insanları hafife ve alaya alıyor, onları dışlıyor, cezalandırıyorsa, bu durumda ne yapılacaktır?

Değişik ölçüleri ve değerleri bulunan görüşlerin ve arzuların birbiriyle çeliştiği bu tür toplumlarda, hayatın detaylarına ilişkin konularda iyiliği emretmek kötülüklerden sakındırmak, boşa kürek sallamak, eğlencelik abes bir iş değildir de nedir?

Herşeyden önce hükmün, ölçünün, egemenliğin, görüş ve arzuların çeliştiği durumlarda başvurulacak kaynağın belirlenmesi gerekir.

Herşeyden önce en büyük iyiliği; Allah'ın egemenliğini ve hayat için belirlediği proğramı, kabul ettirmeye çalışmakla, en büyük kötülüğü de; Allah'ın hayat için koyduğu yasayı reddetmekle (Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğünü) ortadan kaldırmak gerekmektedir. Çünkü ancak temel atıldıktan sonra binanın dikilmesine geçilebilir. Öyleyse bölük pörçük çalışmalar bir noktada yoğunlaştırılmalı, hepsini tek bir cephede toplamayı ve binanın temelini oluşturan biricik zeminin hazırlanmasına ağırlık verilmelidir.

Bazan müslüman toplumun; hayatının temeli ve iyiliği emretme kötülükten sakındırma eyleminin zeminini hazırlayan asıl mesele ayak altına alınmışken insan, birtakım insanların detaylara ilişkin iyiliği emretme kötülükten sakındırmak için ortaya koydukları çabaya hayıflanıyor ve üzülüyor!

Ekonomisinin temeli faize dayanan ve malının tamamı haram olan ve hiçbir ferdinin helal lokma yeme imkanına sahip olamadığı bir toplumda, haram yemenin günahından bahsetmenin ne anlamı olacaktır? Çünkü bu toplumun sosyal ve ekonomik düzeni bütünüyle Allah'ın hayat için koyduğu yasayı reddetmekle her şeyden önce Allah'ın ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır!

Kanunları zorla ırza geçme dışında zinayı yasak saymayan, hatta zorla ırza geçme halinde bile onu Allah'ın yasası ile cezalandırmayan bir toplumda fuhşu engellemeye çalışmak ne işe yarar... Çünkü bu toplum Allah'ın hayat için koyduğu şeriatı reddetmekle ilke olarak Allah'ın ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır?!

Kanunları içki içmeyi ve alış-verişini serbest bırakan ve umuma ait yollarda apaçık sarhoşluk dışında kimseyi cezalandırmayı öngörmeyen hatta bu durumlarda bile Àllah'ın hükmünü, sarhoşa uygulamayan bir toplumda, sarhoşluğun zararlarını dile getirmenin, buna engel olmaya çalışmanın ne gibi bir yararı olabilir? Çünkü bu toplum ilke olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiş değildir. Allah'ın egemenliğini kabul etmeyen ve içinde Allah'a değil, Allah'ın dışındaki ilahlara tapılan bir toplumda, dine sövmeyi yasaklamak hangi meseleyi çözebilecektir? Çünkü burada toplumun hukukunu, yasasını, düzenini, kurumlarını, değerlerini ve ölçülerini belirleyen Allah'ın dışındaki ilahlardır. Söven de sövülen de Allah'ın dininde değildir. Onların her ikisi ve toplumlarının kitleleri; toptan onlara hukuklar, yasalar belirleyen, onlar için değerler ve ölçüler koyan kimselerin dinindendir.

Bu durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamanın ne yararı olacaktır. Bu büyük kötülüklerin en büyüğü olan, Allah'ın hayat için belirlediği hayat proğramını red etmek suretiyle, Allah'ı inkar etme kötülüğü yasaklanmadığı müddetçe, değil küçük kötülükleri engellemenin, büyük günahları engellemenin bile ne yararı olabilir?

Mesele bu saf insanların harcadığı çabaların, güçlerin ve onun verdiklerinin çok üstünde bir büyüklüğe, genişliğe ve derinliğe sahiptir. Bu aşamada ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun hatta, isterse bunlar Allah'ın sınırları olsun detaylara göre hareket edilmez. Allah'ın koyduğu sınırlar her şeyden önce Allah'ın egemenliğini kabul etme temeline dayanır. Başka bir temele değil. Eğer bu egemenlik, yaşanan bir realite olarak kabul edilmiyorsa, Allah'ın yasası, yaşamanın biricik kaynağı olarak alınmıyorsa, Allah'ın ilahlığı ve egemenliği siyasi otoritenin tek kaynağı sayılmıyorsa o zaman detaylara ilişkin her çalışma boşunadır. Ayrıntılarla ilgili her girişim abestir. En büyük kötülük diğer kötülüklerden daha çok çalışmaya ve çaba sarf etmeye, engellemeye muhtaçtır.

Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) diyor ki: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü yetmezse diliyle, yine gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu imanın en zayıf derecesidir."

Müslümanların kendi elleriyle kötülükleri engelleyebilecek güçlerinin olmadığı zamanlar olabilir. Bu kötülüğü dilleriyle de engelleme gücünde olmayabilirler. Bu durumda imanın en zayıf derecesi elde kalır. O da kalpleriyle ona engel olmaya çalışmalarıdır. Yani ona antipati besleme çaresidir. Eğer onlar gerçek müslüman ise hiç kimse onları bu içe dönük davranışlarından, eylemlerinden alıkoyma gücüne sahip olamaz.

Son maddede sözü edilen kalp ile değiştirme olayı kötülüğe karşı pasif bir tavır olarak gözükmektedir. Peygamberimizin onu bir engelleme olarak göstermesi onun kendi yapısında olumlu bir eylem olduğunu göstermektedir. Kötülüğe kalp ile karşı koymak, bu kalbin kötülüğe karşı aktif bir tavır takındığı anlamına gelir. Bu kalbin kötülükten tiksindiği, onu reddettiği ve ona teslim olmadığı anlamına gelir. Bu kötülüğe boyun eğilmesi ve kabul edilmesi gereken meşru bir durum olarak görmüyor demektir. Kalplerin herhangi bir duruma karşı tavır koyması, bu kötü düzenin yıkılması yolunda harekete geçen aktif bir kuvvettir. "Meşru" bir düzenin ele geçen ilk fırsatta ele geçirilinceye kadar o kötülüğe karşı sürekli bir gözetim mekanizması oluşturulmuş demektir. Bu gelişmelerin hepsi de değiştirme ve aktif bir eylemdir. Buna rağmen bu eylemlerin hepsi de imanın en zayıf derecesidir. Artık müslümanın imanın en zayıfını korumaktan daha aşağı bir duruma düşmemesi gerekir. Varlığının bir realite olarak kabul edilmesi, bazan sindirici bir dikta rejimine sahip olması nedeniyle kötülüğe teslim olmak ise, en son halkanın da dışına çıkmak, imanın en zayıf derecesinden soyutlanmak demektir.

Bu durumda toplum yahudilerin uğradığı lanete uğramayı hak etmiş demektir:

"İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi.

"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!"

Sonra yahudilerle ilgili bu bölümün sonlarına geliniyor. Bu aynı zamanda 6. cüzün de sonudur. Burada yahudilerin peygamberimiz dönemindeki durumları tasvir ediliyor ki, bu onların her yer ve her zamanki halleridir. Onlar kafirleri dost edinirler, müslüman kitleye karşı onları desteklerler. Bunun sebebi de ehli kitap olmalarına rağmen Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleri ve Allah'ın son dinine girmemeleridir. Yani onlar mümin değildir. Eğer mümin olsalardı kafirleri dost edinmezlerdi.

"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlamıştır."

"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."

Ayetlerin ortaya koyduğu bu tesbitler peygamberimiz dönemindeki yahudilerin durumlarını ortaya koyduğu gibi onların bu günkü, yarınki ve her zamanki durumlarını sembolize etmektedir. Aynı şekilde bugün yeryüzünün büyük bir kısmında egemen olan ehli kitabın diğer bir kolu olan hristiyanlar için de geçerlidir. Bu aynı zamanda Kur'an'ın sırları ve her zamanki müslüman cemaat için verdiği tesbitler üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.

Müşriklerle dostluk ilişkilerini geliştiren ve onları müslümanlara karşı kışkırtanlar yahudilerdir. "Kafir olanlara, bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlardı."

Kur'an onların bu sözlerini vermektedir. Yahudilerin ve müşriklerin ortaklaşa gerçekleştirdiği Hendek savaşı da onların bu tutumlarını ortaya koymuştur. Bundan önce ve bundan sonra günümüze kadarki olaylar da onların tavırlarını net olarak ortaya koymaktadır. Filistin toprağında kurulan İsrail devleti de ancak Materyalist, şimdiki ateist kafirlerin dostluğu ve desteğiyle kurulmuştur.

Ehli Kitab'ın diğer grubu olan hristiyanlar ise, müslümanlarla ilgili her konuda materyalist-ateistlerle (komünistlerle) yardımlaşmaktadır. Yine müslümanlar söz konusu olduğunda onlar, putperest müşriklerle de yardımlaşmaktadırlar! İsterse bu "müslümanlar", hiç bir şeyle İslâm'ı temsil etmesin. Müslümanlıkları sadece ataları müslüman olan bir milletin torunları olmaktan ibaret olsun. Bunlar, müslüman olduğunu söyleyen herkesten bu müslümanlık iddiaları sözden öteye geçmese de bu dine kinlerinden dolayı nefret ederler! Allah ne kadar doğru söylüyor:

"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlamıştır."

İşte kendi elleriyle kendilerine hazırladıkları akıbet budur. Allah'ın gazabına uğramaları... Cehennemde süresiz olarak kalmaları. Bu ne kötü bir akıbettir. Kendi elleriyle kendilerine sundukları şey ne kötüdür! Aman Allah'ım! Bu ne acı bir meyvedir, kafirlere dost olmalarının meyvesi!

bizden kim bu toplulukla ilgili Allah'ın sözünü duymuşsa, Allah'ın izin vermediği birtakım bahaneler ileri sürüp müslümanlarla kafirleri dost edinen düşmanları arasında dostluğu ve işbirliği yapmaya kalkışmasın. Ve kafirleri dost edinen düşmanlarına yanaşmasın.

Peki sebep ? Onları kâfirlerle dost olmaya iten sebep nedir? Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleridir.

"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."

İşte neden budur. Onlar Allah'a ve peygamberimize iman etmemişlerdir. Onların çoğu fasıktır. Öyleyse onlar bilinçte ve yönelişte kafirlerle aynı gruptandır. Bu nedenle müminleri dost edinmeyip, kafirleri dost edinmelerinde bir gariplik yoktur. Kur'an'ın bu değerlendirmesiyle üç gerçek ortaya çıkmaktadır:

Birinci gerçek: Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) iman eden az bir grup dışında Ehli Kitab'ın tamamı Allah'a inanmamıştır. Çünkü onlar Allah'ın son peygamberine inanmamışlardır. Kur'an onların yalnız peygamberimize iman etmediklerini değil, Allah'a da iman etmediklerini belirtmektedir.

"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."

Bu Allah'ın, saptırması mümkün olmayan açık bir belirlemesidir. Onlar istediği kadar Allah'a iman ettiklerini iddia etsinler, özellikle bu derste ve başka Kur'an ayetlerinde belirtildiği gibi, onların ilahlık gerçeği hakkındaki düşüncelerinin sapıklığını göz önünde bulundurduğumuzda bu gerçeği daha rahat kavrayabiliriz.

İkinci gerçek: Ehl-i Kitab'ın tamamı peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından Allah'ın dinine girmeye çağırılmıştır. Bu çağrıya kulak verenler iman etmiş ve Allah'ın dinine girmiştir. Yüz çevirenler de Allah'ın kendilerini nitelediği sıfatı hak etmişlerdir.

Üçüncü gerçek: Ehli Kitap ve müslümanlar arasında herhangi bir alanda, dostluk ve yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü müslümana göre hayatın her alanı dinin emrine bağlı kalmak zorundadır.

Bununla beraber İslâm, müslümanlardan İslâm'ın egemen olduğu bölgede (Dar'ul-İslâm) günlük hayatlarında, ahlâklarında, canlarını, mallarını ve namuslarını korumada Ehl-i Kitaba iyi davranmalarını ister. Onları her ne olursa olsun, kendi inançlarında serbest bırakmalarını güzellikle İslâm'a çağırmalarını, güzellikle onlarla tartışmalarını, müslümanlarla barış ve antlaşmalarına bağlı kaldıkları müddetçe, müslümanların da bu antlaşmalara bağlı kalmalarını ister. Her ne olursa olsun, onlar din konusunda hiçbir zorlama ile karşılaşmazlar... İşte İslâm budur... Tüm açıklığı, bütün netliği, tüm güler yüzlülüğü ve bütün hoş görüsü ile İslâm...

Allah doğruyu söyler ve O doğru yolu gösterir.

YEDİNCİ CÜZ

Bu cüz, altıncı cüzde baş taraflarını açıkladığımız Maide sûresinin son kısımları ve En'am suresinin baş tarafından "Eğer biz onlara melekler göndermiş olsaydık" diye başlayan 111. ayetine kadar olan bölümünden oluşmaktadır. Cüz'ün ikinci bölümünü oluşturan kısımla ilgili açıklamayı En'am sûresinin baş tarafında vereceğiz. Şimdi biz cüzün birinci bölümünü oluşturan Maide sûresinin geri kalan kısmını açıklamaya devam edeceğiz.

Altıncı cüzde yer alan Maide sûresinin tanıtılması ile ilgili olarak şunları söylemiştik:

"Bu Kur'an Hz. Peygamberin kalbine; kendisiyle bir ümmet oluşturması, bir devlet kurması, bir toplum düzenlemesi, bu toplumun fertleriyle, bu devletin diğer devletlerle ve bu ümmetin diğer milletlerle olan ilişkilerinin belirlenmesi için indirilmiştir. Yanısıra tüm bu ilişkilerin güçlü bir bağla bağlanması, ayrılıkların birleştirilmesi, parçaların bütünleştirilmesi ve tamamının tek bir buyruğa, tek bir otoriteye ve tek bir hedefe bağlanması için indirilmiştir. İşte Allah katındaki gerçeği üzere müslümanların -gerçek müslüman oldukları o günlerde- tanıdıkları şekliyle din budur.

Daha önce geçen üç uzun sûrede olduğu gibi, bu sûrede de değişik konular yer almaktadır. Bu konuların tamamını birbirine bağlayan bağ ise, Kur'an'ın bütününü gerçekleştirmek için geldiği şu temel hedeftir: "Kendisine has inanç, belirli bir düşünce ve yeni bir yapılanma temeline dayanan bir ümmet oluşturma, bir devlet kurma ve bir toplum düzenleme..."

Bunun da temeli, İlahlık, Rablik, hakimiyet ve otoritede Allah'ın biricik tanınması ve dünya görüşünün kanunlarının, düzeninin, ölçülerinin ve değerlerinin -ortaksız olarak- sadece O'ndan alınmasıdır.

Sûrede, yanısıra şunları da bulmaktayız: İnanca dayalı düşüncenin yapısı, bu düşüncenin putperest masallarından ve Kitab Ehlinin sapma ve tahriflerinden temizlenip arındırılması, müslüman toplumun yapısının ve fonksiyonunun gerçeği, yolunun ve yolundaki zorlukların tabiatı, bu toplumun ve bu dinin düşmanlarının kollayıp durduğu gedikleri.. Müslüman ferdin ve toplumun ruhunu temizleyen ve Rabbine bağlayan ibadetlere ilişkin hükümleri... Toplum ilişkilerini düzene koyan "toplumsal yasaları" ve devletlerarası ilişkileri düzenleyen "devletler hukuku"nu, yiyecek, içecek ve evlenmeye ilişkin ya da amel ve tutumlara ilişkin helal ve haram hükümlerini...

Tüm bunlar Allah'ın dilediği -gerçek müslüman oldukları günlerde- anladığı şekliyle "Din"in anlamını içeren bir sûrede topluca sunulmaktadır."

Sûrenin karakteri ve muhtevasıyla ilgili bu genel tasvirin ışığı altında bu cüz'de yer alan surenin geri kalan kısmını da inceleyebiliriz. Bu bölüm de, altıncı cüzde bir kısmı açıklanan sûrenin ihtiva ettiği konuların bir devamı niteliğindedir.

Burada Medine'deki İslâm ümmetinin karşısında yer alan değişik düşman odaklarından ve bu ümmete karşı onların gönüllerindeki düşmanlıktan söz edilmektedir. Bunun yanında bu güç odaklarının tavır ve tutumlarındaki farklılıktan bahsedilmekte, gerçek sözü duyduklarında kalpleri yumuşayan ve peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) çağrısını kabul edip Allah'ın mükafatını ve altında ırmaklar akan cennetleri kazanan, hristiyan cemaatler gibi bazı grupların hidayete sempati duyduklarına işaret edilmektedir.

Helal ve haram kılma gibi yaşama yetkisinden söz edilmekte, Allah'ın belirlediği ilke ve direktiflerden destek almadan helâl ve haram kılmaya kalkışma yasaklanmakta, müminlere, iman ettiklerini açıkladıktan sonra iman ve küfürle doğrudan ilişkisi bulunan bu tür konularda Allah'tan korkmaları hatırlatılmaktadır.

Bundan sonra yeminler, içki, kumar, putlar, fal okları, ihram halinde ava çıkma, Kabe, Haram Aylar, kurbanlıklar ve gerdanlıklı hayvanlar dokunulmazlığı ile ilgili hukukî yasamalara değinilmektedir. Allah'ın yasalarına ve peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) emrettiklerine itaat edip bağlanmanın gerektiğine dikkat çekilmekte, onlara aykırı düşmekten sakındırılmakta ve uzak durulması telkin edilmektedir. Acıklı azap ve Allah'ın intikamı ile tehdit edilmekte, herkesin kendisine döneceği yüce Allah onlara hatırlatılmaktadır.

Buradan müslüman cemaatın eğitilmesiyle ilgili konulara geçilmektedir. Pratiğe aktaracağı değerler belirtilmektedir. Buna göre müslüman cemaat, kötülüğün yaygın oluşuna kendisini kaptırmayacak tersine, iyiye, temize taraftar olacaktır. Rabbine ve peygamberine karşı zorunlu olan edebi takınacaktır; kendisine açıklanmayan şeyleri sormayacak, ana hatlarıyla değindiği konuların detaylarını istemeyecektir.

Sonra cahiliyenin Allah'a ortak koşmasından ve putperestliğinden kaynaklanan bir takım geleneklerin ve yasaların iptaline değiniliyor. "Bahire, Saibe, Vasile ve Hâmi" gibi hayvanlar ve onların kesim yasaklarına ilişkin hükümler kaldırılıyor. Hayatın her alanıyla ilgili tüm konularda gerçek yasama yetkisinin yalnız bir kaynağa dayandırılması gerektiği ve bu kaynağın da insanların örfleri ve uygun gördükleri değil, yalnız Allah olduğu vurgulanıyor.

Bunun yanında, müslüman ümmetin kendisine özgü karakteriyle ortaya çıkması, kendi iç bünyesinde kenetlenmesi, başkasından apayrı bir nitelik kazanması, kendi uyruğuna bağlanması, yanlış yolda gidenlerin uyruğundan ilişkisini kesmesi, kendisinin ve başkasının ahiret gününde hesabını yalnız Allah'a bırakması gerektiği belirtiliyor.

Yasama konularıyla ilgili açıklama, yolculuk sırasında veya ikamet edilen bölgeden uzak yerlerdeki ölüm hallerinde vasiyet edilirken şahit tutulması gerektiğini bildiren hüküm ile sona ermektedir. Allah yolunda cihad eden, Allah'ın nimetlerinden yararlanmak amacıyla ticaret yapmak için yola çıkan bir toplumda İslâm'ın, bu tür problemleri nasıl çözüme kavuşturduğuna, bu hükümleri, dünya ve ahirette Allah korkusuna nasıl bağlandığına ışık tutmaktadır.

Sûrenin geri kalan kısmında ise, Ehli Kitabın bir kesimini oluşturan hristiyanların akidelerinin düzeltilmesine devam edilmektedir. Bu nedenle tekrar Meryem ve İsa kıssalarına değinilmektedir. Allah'ın, Hz. İsa'nın eliyle gerçekleştirdiği mucizeler, Havarilerin istediği sofra (Maide) meselesi ele alınmaktadır. Sonra Hz. İsa ve Annesi'nin ilahlığı meselesine dolayısıyla hristiyanların bu konudaki asılsız iddialarına temas edilmekte, Hz. İsa (selâm üzerine olsun) canlandırılan dehşet verici bir kıyamet sahnesinde Rabbinin ve bütün insanların huzurunda, tüm peygamberlerin (salât ve selâm hepsinin üzerine olsun) de hazır bulunduğu bir sırada bu iddiayı yalanlamakta ve bu iftiradan uzak olduğunu açıklamaktadır.

Sûre, yerin, göklerin ve ikisinde yer alan her varlığın, Allah'a ait olduğunu, Allah'ın kudreti için hiçbir kayıt ve sınırdan söz edilemeyeceğini açıklamakla sona ermektedir. "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği Allah'ın tekelindedir. O'nun her şeye gücü yeter."

Sûrenin muhtevasına ilişkin bu özet, sûrenin kendi metoduna uygun içeriğiyle tam bir bütünlük arz ettiğini ortaya çıkarıyor. Sûrenin baş tarafında bu metoda değinmiş ve bu kısa açıklamanın başında da bundan birkaç parağraf nakletmiştik.



82- İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların "Biz hırıstiyanız" diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları varılır ve onlar büyüklük taslamazlar.

MÜMİNLERE KARŞI EHL-İ KİTABIN VE MÜŞRİKLERİN TAVIRLARI

Bu bölüm, sûrenin yarısından fazlasını kapsayan uzun konunun bir devamıdır. Burada yahudilerden, hristiyanlardan ve müşriklerden, bu üç kesimin peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman ümmete karşı tutumlarından söz edilmektedir. Daha önce hem hristiyanların ve hem de yahudilerin inanç sistemlerinin bozuk olduğuna temas edilmiş, yahudilerin hem kendi peygamberlerine hem de son peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) karşı kötü niyet beslediklerine, onlara karşı katı tavırlar takındıklarına, peygambere karşı müşrikleri desteklediklerine değinilmiştir... Yahudilerin ve hristiyanların kendi kitaplarını uygulamadıkları, Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine sunduğu Kur'an'ı yalanladıklarından dolayı akide olarak "küfre" düştükleri hükme bağlanmış ve Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblerinden kendilerine gönderilen Kur'an'ı yürürlüğe koymadıkları müddetçe hiçbir gerçeğe dayanmış olmayacakları vurgulanmıştır.

Sonra hitap peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yöneltilmiş ve Rabbinden kendisine gönderilen vahyi müşrik, yahudi, hristiyan herkese ulaştırması gerektiği bildirilmiştir. Bu kesimlerin hepsi de İslâm'a girmeleri için İslâm'la muhataptı. Ayrıca müslüman ümmete yöneltilen hitabta; Allah'a, peygambere ve iman edenlere dost olmaları, yahudi ve hristiyanlarla ise dost olmamaları gerektiği, onların bir kısmının bir kısmına dost oldukları, yahudilerin inkar edenlerle dostlukları ve Hz. Davut ile Meryem'in oğlu Hz. İsa tarafından lanetlendikleri belirtilmiştir.

Sûrenin geri kalan şimdiki bölümünde ise, bütün bu grupların peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman ümmete karşı takındıkları tavırlar dile getirilmektedir. Ahirette hepsini bekleyen ceza anlatılmaktadır.

Bu İslâm ümmeti, Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ve açıklamalarına göre, stratejisini ve hareketini belirlemek, tüm insanlara karşı tutumlarını bu direktiflere ve açıklamalara uygun biçimde ayarlamak için inanıyor ve ona sahipleniyordu. Bu kitap, İslâm ümmetine yön veren, onu harekete geçiren, kılavuzluk eden ve yol gösteren bir kitaptı. Onun içindir ki bu ümmet hep galipti, mağlup olmamıştı. Zira peygamberi yüce ilahî direktifler doğrultusunda ona liderlik ettiği andan itibaren, düşmanıyla giriştiği savaşlarda, sürekli olarak doğrudan Rabbanî bir liderliğe bağlı olarak hareket etmiştir.

Bu Rabbanî direktifler ve Kur'an-ı Kerim'in kapsadığı açıklamalar halâ tazeliğini korumaktadır. Bugün de yarın da İslâm'ın mesajını yüklenenler, bu direktïflerle ve açıklamalarla sanki şu anda kendilerine iniyormuş gibi muhatap olmak zorundadırlar. Bu direktiflerin ve açıklamaların ışığı altında çeşitli insan kesimlerine, çeşitli görüşlere, ekollere, inançlara, çeşitli kurumlara ve düzenlere, çeşitli değerlere ve ölçülere karşı tavırlarını belirlemek mecburiyetindedirler. Bu, bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacak ve kıyamete kadar da öyle devam edecektir...

"İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin...'

Ayet-i kerimenin ifadesi Hz. Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) özel bir hitab olabileceği gibi, genel geçer bir gerçeği dile getiren genel bir hitap da olabilir. Çünkü her insanın görebildiği apaçık bir realiteyi dile getirmektedir. Kur'an-ı Kerim'in kendisiyle indirildiği dil olan Arapça'da bu tür ifade biçimlerine rastlamak mümkündür. Ayet, her iki halde de, değindiği gerçeği açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Bu gerçeği belirttikten sonra, ayetin ifade biçiminde yahudilere ortak koşanlardan önce yer verilmesi dikkat çekmektedir. Yani iman edenlere en amansız düşmanlar müşriklerden önce yahudilerdir. Yahudilerin düşmanlığı müşriklerinden daha yaman, daha acımasız daha apaçık ve düşünen herkesin görebileceği bir realitedir. Düşmanlıkta önce yahudiler sonra müşrikler gelir.

Evet, ifade şekillerinde "ve" bağlacı ile yapılan bağlamalar beraberlik ifade eder; bir sıralama, bir öncelik sonralık anlamına gelmez. Ancak burada yahudilerin önce kaydedilmesi, onların kökeni ehli kitap olmaları nedeniyle iman edenlere karşı müşriklerden daha az düşman olmaları gerektiği şeklindeki anlayışla beraber ele alındığında bu öne alışın, özel bir önemi olduğunu ve Arap ifade biçimde "ve" ile yapılan atıflardan farklı bir ifade tarzı olduğunu kestirebiliriz. Çünkü bu öne alış en azından onların Ehl-i Kitap oluşlarının, bir vakıa olan gerçeği, yani onların da aynı Allah'a ortak koşanlar gibi iman edenlere amansız düşman kesildikleri gerçeğini değiştirmediğine dikkat çekmektedir. Bunun "en azından" böyle olduğunu söylüyoruz. Fakat böyle söylemiş olmak yahudilerin düşmanlıkta Allah'a ortak koşanları da geçebileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz.

İnsan bu Rabbani açıklamayı, İslâm'ın doğuşundan günümüze kadar somut tarihi gerçeklerle açıklamaya çalıştığında, yahudilerin iman edenlere karşı düşmanlığının, müşriklerin düşmanlığına oranla daha amansız, daha katı, daha ısrarlı ve daha köklü olduğuna karar vermede asla tereddüt etmez!

Yahudiler, Medine'de ilk İslâm Devleti kurulduğu andan itibaren İslâm'a karşı düşmanca tavır koydular. İslâm ümmetinin ilk ümmet olduğu günden itibaren ona karşı tezgahlar kurdular. Kur'an-ı Kerim'in bu düşmanlık ve düzenbazlıklara ilişkin açıklamaları ve işaretleri yahudilerin tarih boyunca İslâm'a, peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman ümmete karşı giriştikleri sürekli savaşı, on dört asra yakın bir zamandır bir an dahi sönmeyen ve bugün hâlâ yeryüzünün her bölgesinde bütün şiddetiyle devam eden savaşı, tek başına aydınlatmaya yeterlidir.'

Hz. Peygamber Medine'ye vardığında ilk iş olarak yahudilerle bir arada yaşama anlaşması yapmış ve onları ellerindeki Tevrat'ı tasdik edene; İslâm'a çağırmıştı. Fakat onlar bu anlaşmaya bağlı kalmamışlardı. Nitekim tarih boyunca her zaman Rableriyle ve daha önceki peygamberleriyle yaptıkları her sözleşmeyi bozmuşlardı. Hatta onlar hakkında Allah buyuruyor ki:

"Biz sana öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki, onları sadece fasıklar inkar eder."

Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yan;a atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz.

Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar.

Allah'ın Evs ve Hazreç kabilelerini İslâm'da birleştirdiği günden itibaren İslâm ve müslümanlara karşı düşmanlıklarını gizlediler. Artık yahudiler, onlar üzerinde ne olumlu ne de olumsuz hiçbir etkiye sahip değildi. Müslüman ümmetin liderliği belirginlik kazanıp Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) dizginleri eline aldığı günden itibaren yahudilerin otoritesine yer kalmamıştı.

Onlar yahudi düzenbazlık dehasının ortaya koyduğu, Babil'deki esaretin, Mısır'daki köleliğin ve Roma Devleti'ndeki ezikliğin kendisine kazandırdığı her çeşit silah ve vasıtayı kullanmıştı. İslâm, tarih boyunca ulusların ve inançların kendilerine uyguladığı baskıdan sonra, onlara geniş imkanlar tanımasına rağmen, onlar ilk gününden itibaren İslâm'ın nezaketini en çirkin tuzaklarla, en alçak hilelerle geri çevirmişlerdi.

Arap yarımadasında Allah'a ortak koşan bütün güçleri İslâm'a ve müslümanlara karşı kışkırtmıştı. Birbirinden apayrı kabileleri müslüman kitleye karşı savaşmak için, bir araya getirmeye çalışmışlardı.

İnsanların müslüman olduğu devirlerde İslâm, onları hakkın gücü ile mağlup edince, İslâm'a karşı daha sinsi düzenbazlıklara yönelip, kitaplarına uydurma şeyler sokmaya çalıştılar. Öyle ki bu tahrifatta yüce Allah'ın korumayı garanti ettiği Kur'an-ı Kerim dışında yakasını kurtarabilen tek İslâm kitabı kalmamıştır. Ayrıca müslümanların safları arasında ayrılık tohumlarını ektiler. Daha yeni olarak İslâm'a girenleri, İslâm'ı henüz iyice kavrayamamış müslüman ülkelerden birtakım kimseleri kullanma metoduyla, fitneyi körüklemeye çalıştılar. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki İslâm düşmanlarını bu dine karşı kışkırtarak da bir takım komplolar hazırladılar. Onların bu tavırları son asra kadar değişmeden geldi. Şimdi onlar yeryüzünün her tarafında İslâm'a karşı yürütülen savaşın liderliğini yapıyorlar. Bu kapsamlı savaşta hem Haçlıları hem putperestleri kullananlar, yeni akımlar oluşturan ve müslümanların adlarını taşıyan bazı kimseleri kahraman yapanlar, bu dinin temellerinden her birini yok etmek; Haçlı-Siyonist bir savaş vermek için, bu kahramanları ileri sürenler de yine onlardır!

Ve gerçekten yüce Allah doğru söylemiştir: "İnsanlar arasında müminlere en acımasız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksiniz."

Medine'de kurulan İslâm Devleti'ne karşı düşman kitlelerini kışkırtan, Beni Kurayza ve diğer yahudiler ile Mekke'deki Kureyş ve Arap yarımadasındaki diğer kabileleri birleştiren yahudidir.

Hz. Osman'ın (Allah ondan razı olsun) ölümü ile sonuçlanan ve ondan sonra baş gösteren iç çekişmelerde göze çarpan fitne olayında halk kitlelerini kışkırtan, dağınık kitleleri birleştiren ve doğru yanlış haberler yayan yahudilerdir.

Hz. Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) hadislerine, rivayetlere ve İslâm tarihine uydurma ve yalan şeyler katmaya önderlik eden yahudidir. Bunu izleyen ve yeryüzünün herhangi bir yerinde ortaya çıkan İslâmî direnişin öncülerine karşı başlatılan savaşın arkasında yahudi vardır.

Sonra, ateist-materyalist ideolojinin arkasında olan yahudidir. Hayvanî seksüel duyguların, serbestliğini öngören görüşlerin arkasında yahudi vardır. Tüm kutsal şeylere ve sınırlamalara karşı olan, yıkıcı görüşlerin çoğu yahudi tezgahıdır!

Yahudilerin İslâm'a karşı başlattıkları savaş, Allah'a ortak koşanların ve putperestlerin eskisi ve yenisiyle İslâm'a karşı verdikleri barbarca savaşlardan daha uzun boylu ve daha geniş çaplı olmuştur. Allah'a ortak koşucu olan Araplarla girişilen savaş, bütünü ile yirmi yıldan fazla bir zaman almamıştı. Pers İmparatorluğu'yla girişilen savaş da ancak bu kadar zaman almıştı. Bu asırda ise, Hint putperestliğiyle İslâm arasındaki savaşın şiddetli bir savaş olduğu açık olmasına rağmen, bu savaşın şiddeti, Siyonizmin İslâm'a karşı sürdürdüğü savaşın şiddetine ulaşmamıştır. Marksizm de bu uluslararası savaşın bir boyutudur. Yahudilerin İslâm'a karşı başlattığı sürekli ve geniş kapsamlı savaşın, ilerde değineceğimiz Haçlı savaşlarından başka bir benzerine rastlanamaz.

Yüce Allah'ın "İnsanlar arasında müminlere en acımasız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin" dediğini işitir ve metinde yahudilerin, ortak koşuculardan önce kaydedildiğine dikkat eder, sonra da tarihi realiteyi gözden geçirirsek, yahudilerin, neden ortak koşuculardan daha önce yer aldığını, Allah'ın buna ilişkin hikmetini bir ölçüde kavrayabiliriz!

Bu yahudilerin, çirkin, iğrenç karakteridir. Sürekli olarak gönüllerinde İslâm'a ve peygamberimize karşı bir kin beslemişlerdir. Bu nedenle Allah peygamberini ve müslümanları onlardan sakındırmıştır. Yahudilerin bu çirkin ve iğrenç karakteri ile İslâm ve İslâm'ı en güzel biçimde yaşadıkları sırada müslümanlardan başkası baş edememiştir. Bu çirkin ve şirret karakterden dünyayı ancak İslâm kurtarabilir, insanlar ona teslim olduğu gün.

"Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların "Biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."



83- Peygambere indirilen Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz. "

84- Rabbimizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?

85- Allah, onları bu sözlerinden dolayı, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükafatıdır.

86- Kafirlere, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar temelli cehennemliktir.

Bu ayetler, bir durumu tasvir etmekte ve bu durumla ilgili bir hükmü belirtmektedir. Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) izcilerinden bir kesimin, "Biz hristiyanız diyenlerin" durumunu tasvir etmekte ve onların iman edenlere en çok sempati duyanlar olduğunu belirtmektedir.

Bu ayetlerin bir bütün olarak ele alınması; onların belli bir durumunu tasvir ettiğinden ve bu belli açıklamanın bununla ilgili olduğu konusunda şüpheye yer bırakmamasına rağmen, pek çok kimseler bu ayetin anlamını kavramakta hataya düşmektedir. Bu ayetleri, müslümanların değişik düşman çevreleriyle ilişkilerini belirlemesinde ve bu düşmanların kendilerine karşı nasıl bir tavır aldıklarını tespit etmesinde rahatsız edici bir kaypaklığa alet etmektedirler. Bu nedenle Tefsirimizde, özel bir durumla uyum arzeden, özel bir hükmü tasvir eden bu ayetleri dikkatli bir biçimde inceleme gereği duyuyoruz.

Bu ayetlerin tasvir ettiği durum; "Biz hristiyanız" diyen insanlardan bir grubun durumudur. Onlar iman edenlere daha çok sempati duymaktadırlar: "Çünkü onlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları vardır ve onlar büyü)dük taslamazlar." Onlardan hristiyanların gerçek dinini bilen ve gerçekler kendilerine izah edildiğinde büyüklük taslamayan kimseler vardır. Yalnız Kur'an'ın ifadesi bununla yetinmiyor. Meseleyi kapalı ve belirsiz halde bırakmıyor. Ve "Ben hristiyanım" diyen herkesi kapsayacak şekilde geniş tutmuyor. Kastettiği bu kesimin tutumlarını tasvir etmeyi sürdürüyor:

"Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar arasına yaz."

"Rabbimizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"

İşte bu iman edenlere daha çok sempati duyan bu insan kesimini, canlı bir biçimde gözler önüne seren Kur'anî tasvirdir. Bunlar, peygambere gönderilen Kur'an'ı işittiklerinde duyguları harekete geçer, kalpleri yumuşar, işittikleri gerçeğin engin ve yakıcı etkisinin bir ifadesi olarak gözlerinden yaşlar boşanır. İlk olarak onunla karşılaştıklarında sözle onun etkisini ifade edemediklerinden hüngür hüngür ağlarlar. Bu imanın fıtratında var olan bir realitedir. İnsan sözle ifade edemeyeceği bir ölçüde etkilendiğinde, sözle ifade edemediklerini gözlerinden akan yaşlarla dile getirmiş olur. Bu da içinde biriken engin ve şiddetli ağırlığın etkisinden kurtulmasını sağlar insana.

Sonra onlar bu coşkun gözyaşlarıyla da yetinmemiş Kur'an'ı dinledikleri sırada duydukları ve kendisinden bu ölçüde etkilendikleri gerçeğe, Kur'an'ın ihtiva ettiği gerçeğin bilincine varmalarına ve Kur'an'ın üstünlüğünü duygularıyla idraklarına karşı olumsuz bir tutum içine girmemiştir. Onların durumları, bu gerçekle ilişkileri, geçici bir süre onun etkisinde kalarak gözlerinden yaşlar akanların durumu gibi değildir! Onlar bu gerçeğe karşı daha olumlu ve açık bir tavır içine girmek için hemen ileriye atılıyorlar. Bu gerçeği kabul edip ona iman etmelerini, onun gücüne boyun eğmelerini; bu imanlarını ve boyun eğişlerini açık, derin ve güçlü bir ifade ile dile getirmeye yöneliyorlar.

"Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar arasına yaz. Rabbimizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"

Onlar önce Rabblerine, tanıdıkları bu gerçeğe iman ettiklerini ilan ediyorlar. Sonra yüce Rablerine, kendilerini bu gerçeğe şahid olanların listesine katması, yeryüzünde bu gerçeğe bağlı olarak yürütmesi için niyaz ediyorlar. Onlar, bu dinin gerçek olduğuna şehadet eden, bu gerçeği beşer hayatında hakim kılmak için şehadetinin gereklerini diliyle, eylemiyle ve karakteriyle yerine getiren müslüman ümmet ile birlikte kılınmalarını Rablerinden diliyorlar... İşte bu yeni şahidler de bu müslüman ümmete katılıyor ve bu ümmetin kendisine tabi olduğu gerçeğe iman ettiklerine Rablerini şahit tutuyorlar. Ve kendilerini de İslâm ümmetinin kütüğüne kaydetmesi için yüce Rablerine niyaz ediyorlar.

Ayrıca onlar herhangi bir sebebin; kendilerini Allah'a imandan ve bu gerçeği işittikten sonra O'na inanmaktan alıkoymasını yadırgıyorlar. Bu imanla Rablerinin kendilerini kabul edeceğini, katında derecelerini yükselteceğini ve kendilerini iyi olan toplulukla beraber kılacağını ummamayı yeterli bulmuyorlar.

"Rabbimizin bizi iyi kullarının arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"

Onların, Allah'ın peygamberine indirdiği gerçek karşısında takındıkları bu tavır, açık ve kesin bir tavırdır. Dinleme ve onaylama... Derin biçimde etkilenme ve apaçık bir iman... İslâm ve müslüman ümmete katılma... Bunun yanında yüce Allah'ın kendilerini bir gerçeğe şahit olanlarla beraber kılması için niyaz ediyorlar. Bu dinin yeryüzüne hakim kılınması ve insanların hayatına egemen olması için hayatları, eylemleri ve cihadları ile şehadetlerinin gereğini yerine getiren şahitlerle birlikte olmalarını sağlamasını diliyorlar. Ayrıca onların anlayışında yolun birliği ve açıklığı da gözlenebilmektedir. Yani yürünmesi ve işlenmesi gereken yol sadece bir tanedir. O da, Allah'a ve O'nun peygamberine gönderdiği gerçeğe iman yoludur. Ancak bundan sonra Allah'ın katından, takdir edilmekten, Allah'ın rızasına kavuşmaktan söz edilebilir.

Kur'an'ın anlatımı burada: "Biz hristiyanız" diyenlerden Allah'a iman edenlere en fazla sempati duyanların kimler olduğunu açıklamakla; Allah'ın peygamberine (salât ve selâm üzerine olsun) gönderdiği gerçeğe karşı tutumlarını belirlemekle, apaçık bir imanla müslümanların safına katılmakla; canları, malları ve tüm gayretleriyle şehadetin gereklerini yerine getirmeye çalışmalarını bu gerçeğe, sözü edilen nitelikleri taşıyan bir şahadeti gerçekleştirenlerin saflarında kendilerini de kabul etmesini Allah'tan dilemelerini ve sonunda kendilerini bu güzel kafile ile birlikte kılmasını arzu etmeleri nedeniyle apaçık, olumlu bir tavır içine girmelerini açıklamakla yetinmiyor..

Kur'an'ın anlatımı, Allah'a iman edenlere en çok sempati duyanların bunlar olduğunu açıklama sınırında kalmıyor. Tabloyu tamamlamak ve onların sonunda ulaştıkları konumu aydınlatmak için kendi yolunu izliyor:

"Allah, onları bu sözlerinden dolayı, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetleri ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükafatıdır."

Yüce Allah, kalplerinin ve dillerinin dürüstlüğünü, doğru yolda yürüme arzularının ciddiyetini, iman ettikleri yeni dine ve seçtikleri bu müslüman safa karşı, şehadetlerini yerine getirmek için gönülden samimiyetlerini biliyordu. Onların bu şehadetin canla, malla ilgili tüm yükümlülüklerini yerine getirmeyi Allah'ın dilediği kullarına bahşettiği bir nimet olarak kabul ettiklerini izlemeleri gereken yolun, üzerinde yürüyeceklerini ilan ettikleri yoldan başka bir yol olmadığını ve onların, Rablerinden kendilerini iyi kullar arasına katmasını dilediklerini biliyordu.

Allah, onların tüm bu hallerini biliyordu. Bildiğinden dolayı da onların bu dualarını kabul ediyor ve mükafat olarak kendilerine cenneti veriyor, bizzat kendisi onların iyi insanlar olduğuna ve kendilerini iyi insanların mükafatı ile ödüllendireceğine şahitlik ediyor:

"Allah, onları sözlerinden dolayı, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi... Bu iyi kulların mükafatıdır."

Ayet-i kerimede geçen "ihsan" kavramı, iman ve İslâm'ın en üstün derecesidir. Ve yüce Allah, bu insanların, bu dereceye ulaştıklarına şahitlik ediyor. Bunlar nitelikleri belli olan özel bir gruptur. Kur'an-ı Kerim bu ayette onlardan söz ediyor:

"...Müminlere en çok sempati duyanların "Biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin."

Bunlar gerçeği duyduğunda büyüklük taslamazlar. Onu, takdirle, açık tavırla ve engin bir teslimiyetle kabul ederler. Onlar İslâm'ı kabul ettiklerini, müslümanların saflarına katıldıklarını açıklamakta tereddüt etmezler. Bu akidenin yükümlülüklerini özel bir biçimde yerine getirmekte, bu akidenin doğrultusunda dosdoğru yürümek ve onu hakim kılıp yerleştirmek için cihad etmek suretiyle, akidesinin şehadetini yerine getirmekte tereddüt etmezler. Bunlar, Allah'ın, doğru söylediklerini bildiği ve kendilerini ihsan düzeyine ulaşanların safına kabul ettiği bir gruptur.

Fakat Kur'an'ın anlatımı, insanlar içinde iman edenlere en çok sempati duyduklarını gördüğümüz bu sözü edilen grubun niteliklerini bu ölçüde belirtip bırakmıyor; açıklamasını sürdürüyor. Bu kesimi, yine kendilerinin hristiyan olduğunu söyleyen fakat, aynı gerçeği işittiği halde onu red edip yalan sayan, onu kabul etmeyen ve şahitlerin saflarına katılmayan diğer gruptan ayırıyor.

"Kafirlere, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar temelli cehennemliktirler."

Bu ayette söz konusu edilen kafirlerin ve yalan sayanların "Biz hristiyanız", deyip gerçeği işittiği halde onu kabul etmeyenler olduğu kesindir. Buna benzer bütün tutumlarında olduğu gibi burada da Kur'an onlara, "kafirler" adını vermektedir. Bu konuda yahudiler ve hristiyanlar arasında fark yoktur. Allah'ın, peygamberine gönderdiği gerçeği yalanlama tutumlarını, Allah'ın,kendisinden başka hiçbir dini kabul etmeyeceği İslâm'a girmeye yanaşmama tavırlarını sürdürdükleri sürece Kur'an onları, müşriklerle birlikte "kafirler kafilesine" katacaktır. Bu gerçek aşağıdaki ayetlerde de görülmektedir.

"Ehli Kitap'tan ve müşriklerden kâfir olanlar kendilerine beyyine gelinceye kadar birbirinden ayrılmış değillerdi." (Beyyine Suresi, 1)

"Ehli Kitap'tan ve müşriklerden kâfir olanlar cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalacaklar. Onlar yaratıkların en kötüleridir." (Beyyine Suresi, 6)

"Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 73)

"Allah Meryem oğlu İsa'dır, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 17)

"İsrailoğullarının kâfirleri Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir." (Maide suresi, 78)

Bu ifade, Kur'an'da alışılan bir ifadedir ve bu hüküm de yadırganmayacak bir hükümdür. Bu ayeti kerimeler, "Biz hristiyanız" diyen iki hristiyan grup arasındaki farkı bildirmekte, her iki grubun iman edenlere karşı tutumlarını belirlemekte, hem beriki hem öteki grubun Allah katındaki akıbetini açıklamaktadır. Olumlu tavır takınan gruba, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler ve ihsan sahibi kulların mükâfatı vardır. Olumsuz tavır içine girenler ise, cehennemliktir.

Öyleyse, hristiyan olduğunu söyleyen herkes, "Onların iman edenlere en çok sempati duyanlarının "Biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin." hükmünün kapsamına girmez. Kur'an ayetlerini, bir bütün olarak değil de, parça parça yorumlayanların bu çabaları boşunadır. Bu hüküm Kur'an anlatımının meselesini kapalı, niteliklerini belirsiz bırakmadığı özel bir durumla ilgilidir. Hiç bir şekilde başka tavırlarla karıştırılmayacak bir tutumla ilgilidir.

Bu ayeti kerimelerde sözü edilen hristiyanların kimler olduğunu belirleme konusunda özel ağırlığı olan rivayetler de vardır:

Buna bağlı olarak Kurtubî, tefsirinde şunları kaydetmektedir: "Bu ayet-i kerime, Habeş İmparatoru Necaşi ve yakın arkadaşları hakkında inmiştir. İbni İshak ve diğer İslâm Tarihi yazarlarının da kaydettiği gibi, birinci hicret esnasında müslümanlar, müşriklerin eziyetlerinden Habeşistan'a hicret etmişlerdi ve bunların sayısı hayli kabarıktı. Bundan sonra peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'den hicret etmişti. Onlar ise, Resulullah'a ulaşamadılar. Harb durumu onların, peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ulaşmasına engel olmuştu. Bedir olayı gerçekleşip, Allah, orada kâfirlerin ileri gelenlerini öldürdüğünde Kureyş kâfirleri adamlarına: "Sizin intikam alacağınız kimseler Habeşistan'dadır. Necaşi'ye hediyeler hazırlayıp beraberinde yüksek düzeyde iki adam gönderin. Memleketinde bulunan müslümanları size vermesini isteyin. Bedir'de sizden öldürülenlere karşılık onları öldürürsünüz" dediler. Kureyş kafirleri, Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rebia'yı hediyelerle Necaşi'ye gönderdiler. Peygamber (salât ve selam üzerine olsun) bu;girişimden haberdar oldu. Amr. b. Ümeyye ed-Damiri'yi bir mektupla birlikte Necaşi'ye gönderdi. Amr, Necaşi'ye gitti. Necaşi, peygamberin mektubunu okudu. Sonra Cafer b. Ebi Talib ve diğer muhacirleri çağırdı. Din adamlarına ve Allah'a bağlı bilginlere de haber gönderip hepsini topladı. Sonra Cafer'e, kendilerine Kur'an okumasını söyledi. Cafer, Meryem suresini okudu. Adamlar yerlerinden kalktıklarında gözlerinden yaşlar akıyordu. İşte bu ayet onlar hakkında indirilmiştir: "Müminlere en çok sempati duyanların "biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin.." (Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Ebu Davud der ki: Muhammed b. Mesleme el-Muradi, İbni Vehb, Yunus b. Şihab, Ebu Bekir b. Abdurrahman b. Hars b. Hişam, Said b. Müseyyib, Urve b. Zübeyr kanalıyla kaydeder ki: "Birinci Hicret, müslümanların Habeşistan'a yaptıkları göçtür." Ebu Davud hadisi uzun boylu olarak kaydeder.)

Beyhaki'de İbn İshak'tan aldığı rivayetinde diyor ki:Peygamber Mekke'de veya Mekke yakınlarında olduğu bir sırada Habeşistan'dan peygamber ve peygamberlik haberini duyan yirmi adam geldi. Gelen adamlar Peygamber'i camide gördüler. Kendisiyle sohbet ettiler. Ve ona bir takım sorular sordular. Bu sırada Kureyş'ten bazı adamlar da Kabe çevresindeki puthanelerindeydi. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) sormak istedikleri sorularını bitirince, peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onları aşkın ve yüce olan Allah'a davet ettiği ve kendilerine Kur'an okudu. Kur'an'ı işittiklerinde gözlerinden yaşlar boşandı. Sonra çağrısını kabul edip, ona iman ettiler ve kendisini tasdik ettiler. Kendi kitaplarında yer alan onun sıfatlarını tamdılar. Peygamberin yanından ayrıldıklarında, Ebu Cehil, Kureyş'ten bir grupla kendilerine sataşıp: "Siz ne Allah'ın cezası bir topluluksunuz. Sizi, din kardeşleriniz buraya gönderdi ki, onlar adına araştırasınız ve adam hakkında bilgi götüresiniz. Onunla fazla oturmadan hem dininizden arıldınız ve size söylediklerine bakıp onu tasdik ettiniz. Sizden daha ahmak bir topluluk görmedik" dediler. Veya bu anlamda bir şeyler söyledi. Onlar ise Allah size selamet versin, sizi bilmiyor değiliz. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Biz kendimizi güzel şeyden mahrum etmeyiz... Bir rivayete göre, hristiyanların bu topluluğu Necran halkındandı. Yine rivayete göre: "Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, evet onlar buna iman ediyorlar... Bizim cahillerle işimiz yok..." ayeti onlar hakkında inmiştir.

Bir rivayete göre Cafer ve arkadaşları, üzerlerinde yün elbise bulunan yetmiş kişilik bir grupla Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) gelmişti. Bu yetmiş kişinin altmış iki kişisi Habeşistan'lı, sekiz kişisi ise .Şam'lıydı. Şam'lıların isimleri: Rahib, Bahira, İdris, Eşref, Ebrehe, Sümâme, Kas'an, Dureyd ve Eymen idi. Peygamber onlara, "Yasin" suresini sonuna kadar okudu. Kur'an'ı dinlediklerinde ağladılar, O'na iman ettiler. Ve: Bu sözler, Hz. İsa'ya gönderilen sözlere ne kadar çok benziyor, dediler. İşte: "İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların "Biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin." ayeti, Necaşi'nin gönderdiği bu elçilere işaret ediyordu. Bunlar hayatlarını manastırlara adayan kimselerdi. Said b. Cübeyr der ki; "Ondan önce kendisine kitap verdiklerimiz ona iman ederler. Bu kitap kendilerine okunduğunda: Ona iman ettik. Bu Rabbimizin katından gelen gerçektir. Biz ondan önce de müslüman idik. Bunlara sabrettiklerinden, kötülüğe iyilikle karşılık verdiklerinden ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ettiklerinden mükafatları iki kere verilecektir." (Kasas Suresi, 52-54) ayetleri de, bunlar hakkında inmiştir. Mukatil ve Kelbi ise; bu kafilenin kırk kişisinin Habeşistan'dan, altmış iki kişisinin de Şam yöresinden olduğunu söylemişlerdir. Katade der ki; Bu ayet, Hz. İsa'ya gönderilmiş hak dine bağlı bulunan, Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra O'na da iman eden ve böylece Allah'ın takdirine mazhar olan Ehli Kitap'tan bir grup hakkında inmiştir."

Burada ayetin anlamıyla ilgili olarak yaptığımız tesbitler; bizzat ayetlerin ifade tarzı ve az önce verdiğimiz rivayetler tarafından desteklendiği gibi, bu sûrede ve başka sûrelerde yer alan, genel olarak Ehli Kitab'ın -yahudisiyle, hristiyanıyla- İslâm'a ve müslümanlara karşı tutumlarına ilişkin açıklamalar tarafından da desteklenmektedir. Bu yaklaşım aynı zamanda ondört asır boyunca müslüman ümmetin yaşadığı tarihi gerçeklere de uygun düşmektedir.

Bu sûre, yönelişiyle, gölgeleriyle, atmosferiyle ve hedefleriyle tam bir bütünlük arzetmektedir. Yüce Allah'ın kelâmı içinde asla çelişmez. "Bunlar Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı. (Nisa Suresi, 82) Bizzat bu sûrenin kendisinde açıklamaya çalıştığımız ayetin anlamını belirleyen ve ona açıklık kazandıran ayetler ve açıklamalar yer almaktadır. Onlardan sadece bir kaçını belirtelim:

"Ey iman edenler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Gerçekten Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." (Maide Suresi, 51)

De ki; Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir teméle dayanmış olmazsınız. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme." (Maide Suresi, 68)

Bakara suresinde de buna ilişkin bir ayet vardır: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur. Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ne de bir yardımcı bulamazsın." (Bakara Suresi, 121)

TARİHE BAKIŞ

Yüce Allah'ın, müslüman ümmeti hem yahudilerden hem de hristiyanlardan sakındırmasını, tarihi gerçekler de doğrulamış bulunmaktadır. Tarihi gerçeklerin bildirdiğine göre, yahudiler İslâm'ın Medine'ye girdiği ilk günden bu yana, İslâm'a karşı iğrenç bir tutum içine girmiş ve bu iğrenç tutumlarını bitmez, tükenmez oyunlarla, hilelerle şu ana kadar sürdürmüşlerdir. Ayrıca bu günde yahudiler dünyanın her yerinde iğrenç kinleriyle ve alçak oyunlarıyla İslâm'a karşı yapılan saldırıların başını çekmektedirler... Aynı şey tarihi bir realite olarak Haçlı hristiyanları için de geçerlidir. Hristiyanlar da İslâm ordusu ile Bizans orduları arasında meydana gelen Yermuk savaşından beri, İslâm'a karşı düşmanca bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Bir bütün olarak hristiyanların eğilimini temsil eden bu tutum, bugün dış görünüş olarak sona erdiği kabul edilen fakat gerçekte alevleri hâlâ sönmemiş bulunan Haçlı savaşlarıyla simgelenmektedir. İslâm'ın Yermuk kıyılarında Bizanslılarla karşı karşıya geldiği günden itibaren ateşin alevleri sönmemiştir. Şu anda açıklamaya çalıştığımız ayetlerin değindiği ve bazı gönüllerin İslâm'a yönelip müslüman olduğu bir takım durumlar istisnadır. Bazı hristiyan grupların kendi dindaşlarından gördükleri zulme karşı, İslâm'ın adaletiyle diğer grupların zulmünden korunmaya çalışmaları da bu tür istisnaî durumlardan sayılır.

Haçlıların İslâm'a ve müslümanlara karşı kinleri, iki asır boyunca devam eden Haçlı savaşları sırasında bütünü ile ortaya çıkmıştı. Ayrıca Haçlıların bu kinleri; İspanya'daki İslâm'a ve müslümanlara karşı yerli halkı kışkırtmaları ile, önce Afrika'daki daha sonra tüm dünyadaki İslâm memleketlerine karşı sürdürülen sömürme ve misyonerlik hareketleri ile de gözler önüne serilmiştir.

Uluslararası siyonizm ile uluslararası Haçlılar, aralarında onca düşmanlıklara rağmen, İslâm'a karşı savaşta tam bir dost gibi davranmaya devam etmektedirler. Yalnız onlar, yüce Allah'ın da belirttiği gibi, İslâm'a karşı savaşta "birbirlerinin dostudur". Onlar böylece son hilafet devletini parçaladılar. Beraberlik yollarını izleyerek İslâm dinini halka halka çözmeye yöneldiler. Önce "Devlet" halkasını parçaladılar ve sonra "Namaz" halkasını parçalamaya yöneldiler!

Şimdi onlar, eski yahudilerin,, müslümanlara ve putperestlere karşı tutumlarını tekrar diriltiyorlar. Nerede olursa olsun İslâm'a karşı putperestliği destekliyorlar. Bu eylemlerini bazen ellerindeki imkanları doğrudan kullanmak suretiyle, bazen de ellerindeki uluslararası kurumlar aracılığıyla gerçekleştirmektedirler. Hindistan ile Pakistan arasındaki savaşın nedeni Keşmir değildir ve Haçlıların bu savaştan uzak olduğu sanılmamalıdır.

Bunların ötesinde dünyanın her tarafındaki uyanış ve diriliş hareketlerini kökten bastırmayı üstlenen; ulusal devletleri kurmaları, onları beslemeleri ve her konuda desteklemeleri, bu devletleri kuranlara sahte kahramanlık giysileri giydirmeleri, etraflarında davul zurna çaldırmaları, dünyanın her tarafında bu sahte kahramanlar etrafında koparılan gürültüler sayesinde, İslâm'ı yok etmeye yol bulmaya çalışmaları da bu düşmanlığın bir tezahürüdür.

İşte bu, yahudilerin ve Haçlıların on dört asır boyunca İslâm'a karşı takındıkları tavırlara ilişkin tarihi realiteler tarafından tescil edilen gerçeklerin kısa bir özetidir. Yahudiler ile Haçlılar arasında hiçbir fark yoktur. İslâm'a karşı düzenlenen komplolarda, ona karşı duyulan kinde, uzun zamanlar boyunca ateşi sönmeyen savaşlarda yahudilerin cephesiyle, Haçlıların cephesi arasında hiç bir ayrılık yoktur.

Bu, bugün de yarın da tüm bilinçli kimselerin anlaması gereken bir realitedir. İdrak sahibi kimseler bu olguları anlamalı ve aldatıcı veya aldatılmış kaypak hareketlerin peşine takılmamalıdır. Bu tip insanlar, genellikle buna benzer Kur'an ayetlerinin devamına bakmadan, sûrenin bütünlüğünü göz önünde bulundurmadan, Kur'an'ın temel ilkeleri ile ilgili açıklamaları incelemeden ve bunların hepsini doğrulayan tarihi gerçekleri dikkate almadan ayetlerin ön kısımlarını alırlar. Ve kendilerine kin besleyen, kendilerine karşı tuzak peşinde olan düşmanlarının hesabına; bu ayet parçalarını birer vasıta olarak müslümanların duygularını, bilinçlerini uyuşturmak için kullanırlar. Bu, aynı zamanda düşmanların da gerçekleştirmeye çalıştığı bir eylemdir. Ve bu inanç sisteminin köklerine indirilmek istenen son darbe mesabesindedir.

Bu düşman gruplarının en büyük korkusu sayıları ve hazırlıkları ne kadar azda olsa, inanmış kitlenin gönlündeki uyanıştır. Onun içindir ki, bu uyanış hareketini uyutmaya çalışanlar İslâm'ın en büyük düşmanlarıdır. Bunların bir kısmı aldatılarak bu uyutma eylemine alet edilmiş olabilirler. Yalnız ne olursa olsun onların zararları, en büyük düşmanın zararından hiçte az değildir. Hatta onlarınkinden daha zararlı ve daha etkili olmaktadır.

Önümüzdeki bölüm -değindiği konuların farklılığına rağmen- bütünü ile bir meseleyi ele alıyor, hepsi tek bir eksen etrafında dönüyor. Burada ele alınan mesele yasa koyma meselesidir. Bu bölümde, yasama meselesi ilahlığın bir meselesi olarak ele alınıyor. Helal ve haram belirleyecek olan Allah'tır. Sakıncalı gören ve serbest bırakan Allah'tır. Yasaklayan ve emreden de Allah'tır. Sonra bu kural karşısında bütün meseleler küçüğü ile büyüğü ile eşit ağırlığa kavuşturuluyor. Öyleyse insan hayatının bütün meseleleri, başka hiçbir esasa göre değil, yalnızca bu kaideye dayandırılması gerekmektedir.

Yasama yetkisinin kendisinde olduğunu iddia eden ya da bunu bizzat üstlenen kimse, ilahlık hakkını iddia ediyor veya bunu bizzat üstleniyor demektir... Aslında böyle bir hak Allah'tan başka kimsenin değildir... Yoksa bu, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına karşı haddini aşmak olur. Ve Allah haddini aşanları sevmez. Bu konuların herhangi birinde, insanların geleneklerine, görüşlerine ve uzlaşmalarına dayanan kimse, Allah'ın, peygamberine gönderdiğinden yüz çevirmiş olur. Bu yüz çevirmesi ile, Allah'a iman dışına çıktığı gibi, bu dinin de dışına çıkar.

YASAMA KONUSU

Okuyacağımız bölümün her maddesi tekrar edilen tek bir çağrı ile bağlanmaktadır: Ey İman edenler..." "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı temiz nimetleri haram saymayın." "Ey müminler içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz". "Ey müminler, Allah kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener."

"Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın" "Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız, sapıklar size zarar vermez." "Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan sözüne güvenilir iki kişiyi şahit tutsun, ya da sizden olmayan iki kişiyi..."

Yasama meselesini ele alan ve bu meseleyi ilahlık meselesi, iman meselesi ve din meselesi olarak gören bu bölümde, bu tür çağrıların ayrı bir yeri ve anlamı vardır. Bu çağrı iman sıfatı ile yapılan bir çağrıdır ki, anlamı ve gereği, ilahlığı yalnız Allah'a vermeyi, hakimiyeti yalnız yüce Allah'a mahsus kılmayı gerektirir. Bu çağrı, sûrenin buna ilişkin bölümünde imanın temelini ve kaidesini hatırlatma ve yerleştirme kabilinden bir çağrıdır. Bununla beraber Allah'a ve peygambere itàat emredilmekte, yüz çevirmekten ve sırt çevirmekten sakındırılmakta, Allah'ın şiddetli azabı ile tehdit edilmekte, kendisine sığınanlara karşı Allah'ın rahmeti ve bağışlanmasının bol olduğu telkin edilmektedir.

Sonra... Bundan sonra müminler ile onların yolundan sapanların, küçük-büyük her meselede yasama yetkisini yalnız Allah'a bırakma, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına karşı haddini aşmaktan uzak durma konularında müminlerin bu metodlarını izlemeyenlerin ayrılışından söz edilmektedir:

"Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır, O size yaptıklarınızın iç yüzünü bildirecektir."

Müminler, kendilerine has; dini, yolu, hukuku ve Allah'tan başka hiçbir kimseye dayanmayan yasa kaynağı bulunan tek bir ümmettir. Bu ümmet kendisine has proğramı ile ortaya çıktıktan ve buna bağlı olarak insanlara karşı konumunu belirledikten sonra, insanların sapıklığa düşüşünden ve cahiliye hayatlarını sürdürmelerinden dolayı bu ümmete bir zarar gelmez. Bundan sonra onların dönüşü Allah'a olacaktır.

Gelecek hükmün bir bütün olarak etrafında dönüp-dolaştığı eksen budur. Bu çerçeve içinde yeralan konulara gelince, bunları bu cüzün giriş kısmında özetlemiştik. Şimdi ise, bu genel çerçevenin sınırları içinde bu konuları detaylı olarak ele alacağız:



HELAL VE HARAMLAR

87- Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç kuşkusuz Allah sınırları aşanları sevmez.

88- Allah'ın size bağışladığı helal ve temiz nimetlerden yiyince, Allah'tan korkun.

89- Allah size ağız alışkanlığı ile yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin cezası, kefareti budur. Yeminlerinizi tutun Allah, şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor.

Ey müminler... Sizin imanınızın ilk şartı -Allah'ın kulları birer insan olarak- yalnız Allah'a mahsus bulunan ilahlık özelliklerini kendinizde görmemektir. Buna göre siz, Allah'ın helal kıldığı tertemiz nimetleri haram yapamazsınız. Aynı şekilde Allah'ın size rızık olarak verdiği tertemiz ve helal nimetleri haram kılmak suretiyle onları yasaklayamazsınız. Size bu helal ve tertemiz nimetleri rızık olarak veren Allah'tır. "Şu helaldir, şu haramdır" demek yetkisine de yalnız O sahiptir.

"Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç kuşkusuz Allah sınırları aşanları sevmez. Allah'ın size bağışladığı helal ve tertemiz nimetlerden yiyin ve inandığınız Allah'tan korkun."

Yasama yetkisi meselesi tamamen ilahlık meselesi ile ilgili bir meseledir. İnsanın hayatını düzenleme konusunda, ilahlık hakkının temelini şu gerçek oluşturmaktadır: İnsanları yaratan ve onlara rızık veren Allah'tır. Buna göre, verdiği rızkın dilediği kısmını helal kılmak, dilediğini onlara haram kılmak hakkına sahip olan da yalnız Allah'tır. Bu, bizzat insanların da kabul edeceği bir yaklaşımdır. Çünkü mülkün sahibi, aynı zamanda mülkün tasarruf hakkına da sahiptir. Bu apaçık ilkenin dışına çıkan kimse, hiç kuşkusuz haddini aşan bir azgındır! Müminler tabiatıyla inandıkları Allah'a karşı sınırları aşmazlar. Allah'a karşı sınırları aşmak ile Allah'a inanmak, aynı kalpte asla bir araya gelemez!

İşte bu iki ayetin apaçık bir mantıkla ele aldığı mesele budur. Bu gerçeği, sınırları aşandan başkası kabul etmekten yan çizemez. Ve Allah sınırları aşanları sevmez. Bu genel meseledir. Kulların boynundaki ilahlık hakkını tanımaya ilişkin genel bir ilkeyi belirlemektedir. Allah'a imanın ilk şartına bağlı olarak müminlerin bu meseledeki tutumları ile de ilgilidir.

Bazı rivayetler bu iki ayetin ve yeminlerin hükmüne ilişkin sonraki ayetin, peygamber döneminde müslümanların hayatında meydana gelen özel bir olay hakkında indiğini belirtmektedir. Şu kadar var ki: Önemli olan ayetlerin genel kapsamıdır, sebebin özel oluşu önemli değildir. Sebep; anlama, azıklık ve netlik kazandırmakla birlikte, bu ilkeyi değiştirmez.

İbni Cerir der ki: Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) bir gün oturdu ve insanlara hatırlatmalarda bulundu. Sonra onları daha fazla korkutmadan kalkıp gitti. Ashaptan birkaç kişi: "Eğer bir şeyler yapmazsak kurtulamayız. Nitekim hristiyanlar kendilerine bir takım şeyleri haram kılınıştı. Biz de kendimize bazı şeyleri haram kılalım!" dediler. Buna bağlı olarak, bazıları et yemeyi ve gece yatmayı, bazıları gündüzleri yemeyi, bazıları ise, kadınlarla evlenmeyi kendilerine haram kıldılar. Bu durumu haber alan Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bazılarına ne oluyor ki, kadınları, yemeği ve uykuyu haram kılıyorlar? İyi bilin ki, ben geceleyin uyku da uyur, namaz da kılarım, bazan oruç tutarım, bazan tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Benden yüz çeviren benden değildir." Bunun üzerine, "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın.." diye başlayan yukardaki ayet indi.

Buhari ve Müslim'de, Enes'ten (r.a) gelen bir rivayet de, İbni Cerir'in bu rivayetini desteklemektedir. Bu rivayete göre:

Enes der ki: "Üç kişi peygamberin hanımlarına geldi. Peygamberin nasıl ibadet ettiğini soruyorlardı. Peygamberin nasıl ibadet ettiği kendilerine bildirilince sanki onu az gördüler ve "Biz nerede Peygamber nerede, Allah O'nun geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlamış bulunmaktadır" dediler. Sonra onlardan biri: "Ben bundan böyle geceleyin sürekli olarak namaz kılacağım" dedi. Diğeri: "Ben de sürekli oruç tutacağım, hiç oruçsuz günüm olmayacak" dedi. Ötekisi ise: "Ben de kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim" dedi. Resulullah oraya geldi ve şöyle buyurdu: "Böyle böyle söyleyenler siz misiniz? Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanınız benim. Buna rağmen ben, oruç da tutarım, oruç tutmadığım da olur. Gece namaz da kılarım, uyurum da. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim izlediğim yoldan yüz çevirirse benden değildir."

Tirmizi de kendi isnadı ile İbni Abbas'tan şunları rivayet eder: Bir adam Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) geldi ve: "Ben et yediğim zaman kadınları arzu ettiğim ve şehvetimin etkisinde kaldığım için et yemeyi kendime haram kıldım" dedi. Bunun üzerine Allah'ın: "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın." diye başlayan yukardaki ayeti indi. Ant ve yeminlerle ilgili sonraki ayetlere gelince:

"Allah sizi, ağız alışkanlığı ile yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunlardan hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin, cezası, kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor."

Bu ayetin, mübah olan şeyleri kendilerine yasaklamaya ilişkin yeminlerin söz konusu olduğu durumlar ve benzerleri ile ilgisi açıktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, müslümanlardan bir grup bir takım nimetleri haram kılmış, Resulullah onların bu yasaklama girişimine karşı çıkmış, Kur'an-ı Kerim de, onların kendi başlarına helal ve haram kılma girişimlerini reddetmiş, bunun kendilerinin işi değil, kendisine iman ettikleri Allah'ın işi olduğunu bildirmiştir. Bu ayet, aynı zamanda iyilik yapmaktan geri durmak ve kötülük yapmaya karar vermekle ilgili her çeşit yemini de kapsamına almaktadır. Yemin eden kişi, yemin ettiği şeyin daha güzelini gördüğünde, daha güzelini yapmalı, bu ayeti kerimede belirtilen şekillerde yeminin kefaretini vermelidir.

İbni Abbas der ki: "Bu ayetin nüzul sebebi: Yiyeceklerin, giyeceklerin ve kadınların helâl olmalarını, kendilerine haram kılan ve bu konuda yemin eden topluluktur. "Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın." ayeti indirilince, yeminlerimizi ne yapacağız dediler. O zaman bu ayet indi.

Bu ayet-i kerime yüce Allah'ın, müslümanları, gönülden bir niyet ve kasıtla desteklenmeyen, sadece dille ifade edilen yeminlerinden hesaba çekmeyeceği hükmüne yer vermekte, bununla beraber rast gele yeminlere fazla dalınmaması gerektiği telkin edilmektedir. Çünkü, Allah adına yapılan yeminlerin kendilerine has bir kutsallığı ve ciddiyeti olmalıdır. Öyleyse rastgele Allah'ın adına yemin edilmemelidir.

Beraberinde bir kasıt ve niyet taşıyan kesinleşmiş yeminler ise bozulduğu takdirde, bu ayetin açıkladığı tarzda bir kefaret ödenmesini gerektirir:

"Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir: Bunların hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin cezası, kefareti budur."

On yoksulu doyurmak, yeminini bazan şahsın kendi ailesine yedirdiği yemeklerin "ortalaması üzerinden" olmalıdır.

Ayet-i kerimede "ortalaması üzerinden" diye geçen "Evsat" kavramı, "En güzel" anlamına geldiği gibi "En orta" anlamına da gelebilir. İki anlamını birden kastedilmiş olması da düşünülebilir. Zira "orta" olan aynı zamanda "en güzel" olandır. İslâm'ın kriterlerine göre, orta olan en güzel olandır... "Ya da giydirmek" kavramı da en sağlıklı yaklaşıma göre, giydirilecek elbisenin ortalamasını ifade eder. "Veya bir köle azad etmek" ifadesinde ise. kölenin mümin olması gerektiği belirtilmemiştir. Onun içindir ki, bu konuda birtakım fıkhî ihtilaflar söz konusu olmuştur. Fakat burada onlara yer vermeye gerek yoktur. "Bunların hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün oruç tutar". Bu, kesinleşmiş yeminlerde, başka kefaret türlerine güç yetirilmediği zaman başvurulacak olan kefaret şeklidir. Bu üç gün orucun arka arkaya mı yoksa, aralıklı mı tutulması gerektiği konusunda da; ayet, onların arka arkaya tutulması gerektiğini bildirmediğinden, fıkhî bir ihtilaf söz konusudur. Bu tefsirde, bu tür detaylara ait fıkhî bir ihtilaflara dalmamayı metod olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Bu konulardaki fıkhî görüşleri incelemek isteyen, fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine başvurmalıdır. Aslında bu görüşlerin hepsi, bizi ilgilendiren asıl önemli nokta ile uyum arzetmektedir. Burada mesele kefaretin, bozulan yeminin değerini tekrar kendisine kazandırmak ve yeminlerin hafife alınmasını önlemek amacı taşıdığıdır. Zira bunlar birer "anlaşmadır" ve yüce Allah anlaşmalara bağlı kalmayı istemektedir. İnsan kendi yeminini kesin bir şekilde otaya koyduktan sonra, daha iyi bir şeyle karşılaştığında, daha iyi olan şeyi yapmalı, yeminini bozmasının kefaretini ödemelidir. Helal kılma, haram sayma gibi kendi hakkı olmayan bir konuda kesin yemin ettiğinde, yeminini bozmalı ve kefaretini ödemelidir.

Bundan sonra, bu ayetlerin nüzul sebebini oluşturan asıl konuya dönebiliriz. Meseleye "özel sebep" açısından baktığımızda yüce Allah burada, Allah'ın helal kıldıklarının tertemiz olduğunu, haram kıldıklarının ise, pis olduğunu belirttiği, insanın Allah'ın kendisine seçtiğinden başkasını seçmeye iki yönden hakkı olmadığını bildirdiği görülecektir: Birincisine göre: Helâl ve haram kılma yetkisi sadece rızık veren Allah'ın özelliklerindendir. Zira rızık verme özelliği, rızkın helâlını ve haramını belirlemeyi dé kapsamaktadır. Yoksa bu, yüce Allah'ın hiç hoşlanmadığı sınırları aşmaktadır. Ve Allah'a iman etmekle asla bağdaşmaz. İkincisine göre: Yüce Allah tertemiz, güzel nimetleri helâl kılar. Bu nedenle hiç kimse, bu tertemiz, güzel nimetleri kendisine haram kılamaz. Bunlar hem kendisinin hem de hayatın yararınadır. Zira insanın, kendisini ve hayatı, bu tertemiz ve güzel nimetleri ile helal kılan yüce Allah'ın bildiği ve tanıdığı ölçüde tanıması mümkün değildir. Eğer Allah'ın helâl kıldığı bu nimetler, kullarına zararlı ve kötü olsaydı Allah onlardan kullarını korurdu. "İnsanların onlardan mahrum olmasında bir iyilik olsaydı bu nimetleri kendilerine helâl kılmazdı." Bu dinin amacı, beşer hayatının bütün güçleri arasında tam bir uygunluk, mutlak bir denge sağlamak, onları iyiye ve yararlı olana kavuşturmaktır. Bu din, insanın doğuştan gelen ihtiyaçlarından hiç birini ihmal etmez. İnsanın, sağlıklı biçimde işleyen ve kendisi için belirlenen yoldan ayrılmayan yapıcı güçlerinden hiçbirini bastırmaz. Bu nedenle ruhbanlıkla savaşır. Çünkü ruhbanlık insanın fıtratını bastırmak, enerjisini boşa harcamak, Allah'ın gelişmesini istediği hayatın gelişmesini önlemeye çalışmaktır. Ayrıca bu din, Allah'ın tertemiz nimetlerinin herhangi birini haram kılmayı da yasaklamıştır. Zira bunlar, hayatın oluşması, gelişmesi ve yenilenmesine etki eden faktörlerdir. Yüce Allah bu hayatı, gelişsin, yenilensin ve Allah'ın yasasına bağımlı olan gelişme ve yenilenme yoluyla yükselsin diye yaratmıştır. Ruhbanlık ve tertemiz şeyleri haram kılma ise, Allah'ın hayat için öngördüğü nizam ile çelişmektedir. Çünkü bunlar, hayatı yücelme ve yükselme bahanesiyle belli bir noktada dondurmaktadır. Halbuki yücelme ve yükselme de, Allah'ın, hayat için belirlediği yasanın kapsamına dahildir. Bunlar, Allah'ın, insanlara öğrettiği ölçüde rahat bir biçimde fıtratla uyum sağlayan bir yasaya göre işlemektedir.

Bütün bunlardan sonra, sebebin özel oluşu, ayetin genel hükmünü sınırlandırmaz diyebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu genel hüküm, ilahlık ve yasama meselesiyle ilgilidir. Bu mesele yemede, içmede, evlilikte bir takım helâller, haramlar çerçevesi ile sınırlandırılamaz. Burada asıl mesele, hayatın herhangi bir alanında yasama hakkını Allah'ın dışında hiç kimseye vermemektedir.

Biz bu ilkeyi yer yer tekrar ediyor ve önemini vurguluyoruz.

Zira İslâm'ın uzun bir zaman boyunca layık olduğu biçimde ve gerçek anlamda hayata hükmetmekten uzak kalışı, bu ilkenin anlamlarını ve boyutlarını Kur'an-ı Kerim'de ve İslâm dininde ortaya konan gerçek şekliyle anlaşılmasını zorlaştırmış bulunmaktadır. Neticede "helâl" ve "haram" insanların gözlerinde asıl kapsamları daralmıştır. Öyle ki, helâl ve haram kavramları, sadece kesilen bir hayvanın, yenecek bir yemeğin, içilecek bir içkinin, giyilecek bir elbisenin, kıyılacak bir nikahın sınırlarını aşamaz olmuştur... İşte artık insanların, "bu helâl mıdır, haramınıdır?" diye, İslâm'ın görüşlerini almaya çalıştığı konular sadece bunlardır! Bütün insanları ilgilendiren işlerde ve büyük meselelerde ise; insanlar, teorilere, anayasalara ve Allah'ın yasasının yerine konan kanunlara başvurmaktadır! Sosyal düzenin tamamında, siyasal düzenin tamamında, uluslararası sistemin tamamında, Allah'ın yeryüzündeki ve insanların hayatındaki özelliklerinin hepsinde artık, İslâm'a danışılmaz olmuştur.!

Halbuki İslâm, hayatın tamamını kapsayan bir sistemdir. Ancak ona bir bütün olarak uyan kimse, mümindir ve Allah'ın dinindedir. Bir tek hükümde dahi olsa başkalarına uyan kimse, imanı reddetmiş, Allah'ın ilahlığına baş kaldırmış ve Allah'ın dininden dışarı çıkmış olur. İstediği kadar inanç sistemine saygısı bulunduğunu ve müslüman olduğunu söylesin, farketmez! O'nun, Allah'ın yasasından başka bir yasaya uyması, iddiasını yalanlamakta ve O'nu Allah'ın dininden dışarı çıkmakla damgalamaktadır.

İşte açıklamakta olduğumuz Kur'an ayetlerinin ortaya koymak istediği genel kural budur. Bu ayetler, bu önemli kuralı Allah'a imanın ilk şartı yahut, Allah'a karşı sınırları aşmanın bir tezahürü olarak göstermektedir. Kur'an ayetlerinin gerçek kapsamı da budur. Bu kapsam, aynı zamanda bu dinin ciddiyetine, bu Kur'an'ın ciddiyetine, ilahlığın ve imanın anlamının ciddiyetine de uygun düşmektedir.

Helal ve haramı belirlemeye ilişkin yasama meselesi, Medine'de bulunan İslâm ümmetinin eğitim projesi, ümmetin cahiliye atmosferinden ve kalıntılarından, bireysel ve toplumsal geleneklerinden arındırılması meselesiyle ilgili olarak son ve kesin emirler geliyor. Burada içkinin ve kumarın haram kılınması, Allah'a ortak koşmakla aynı anlama gelen, dikili anıtlar ve fal oklarının haram sayılmasıyla birlikte veriliyor:



İÇKİ KUMAR VE FAL OKLARI

90- Ey müminler, içki, kumar, anıt taşlarına fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.

91- Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?

92- Allah'a ve peygambere itaat ediniz, onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır.

93- İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever.

Gerçekten de içki, kumar, anıt taşları ve fal okları cahiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve cahili toplumun en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını oluşturmaları açısından; birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Cahiliye Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar etmek, önemli bir odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor, içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara, bu toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine sürdükleri putlardı. (Tanrılara yani tanrıların papazlarına kurban olarak sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana bağlı olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı olan, hayvanın en büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar, aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! ..

Böyle sosyal içerikli gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların, cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği gözlemlenebilmektedir.

İslam nizamı ilk etapta, bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım yanlış inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı! İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi düğümünden başlamıştır. Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur. İnsanlara, ilahlara ilişkin düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar kendilerini cahiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk bağı, akide bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra, insanın fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, bir çok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir...

Bu nedenle İslâm nizamı, cahiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü oluşturan bu rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun yerine akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmekle işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara geçek ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet nitelikli semboller de dahil olmak üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar, artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir seçenekleri olmadığını kavramışlardı!

Başka bir ifade ile: Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra... Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği gibi:

"... En büyük düğüm. Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir ve yasağın beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan İslâm'a girmişlerdi. Doğru olan kendilerine açıkladıktan sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme karşı gönüllerinde herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri, onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü"

Bununla beraber içkinin ve buna bağlı olarak kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi. Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım atılmış, bir kaç aşama kat edilmişti.

İslâm nizamında içki probleminin tedavisinde bu ayetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi.

Birinci merhale, hedefe atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde buyuruyor bize, "Hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel bir rızkı elde ediyorsunuz" (Nahl Suresi, 67) Bu müslümanların duygularını harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren madde), güzel rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka bir şeydi.

İkinci merhale, müslümanların gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir. Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219) Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya haram oluşu zararının veya yararının ağır basmasına bağlıdır.

Üçüncü merhale, içki alışkanlığını kırıyor ve bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey müminler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın". Beş vakit namaz çoğunlukla bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile, "Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi cahiliye gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı gerektiren tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz farizasını zamanında yerine getirme ile, içki alışkanlığını zamanında karşılamak arasında, bir çelişki ortaya çıkarıyordu!

Sonra dördüncü merhale olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu. Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında itaati ve boyun eğişinden başka bir şey kalmamıştı.

Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) dedi ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" (Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir açıklama arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir. Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, cahiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma alışkanlığının cahili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu ayeti gönderildi: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap". dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey müminler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu ayet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son verdik, son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle katıldığını dile getirdi. (Ashabus Sünen)

Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali,artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi halledildi!

Şimdi de Kur'an'ın sunuş tarzına; eğitim ve yönlendirme yöntemini kapsayan metoduna bir göz atalım:

"Ey müminler, içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi? Allah'a ve peygambere itaat edin, Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır."

Bu ayetler, bu bölümün alışılagelen hitap şekliyle başlıyor: "Ey müminler"...

Bir taraftan müminlerin kalplerini harekete geçirmek, öbür taraftan bu imanın zorunlu sonucu olan, bağlılık ve itaat eylemini hatırlatmak için...

Bu etkili hitaptan sonra, net ve açık bir biçimde ifade edilen kesin bir hüküm yer alıyor:

"İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir."

Bunların hepsi, Allah'ın helâl kıldığı "tertemiz nimetler" sıfatıyla uyuşmayan kirli işlerdir. Ve bunlar şeytan işidir... Şeytan ise insanın tarihi düşmanıdır. Müminin, bir işten duygusal olarak nefret etmesi, psikolojik olarak tiksinmesi, fıtrat olarak ondan ürküp kaçması, korkarak ondan uzaklaşması ve ondan sakınması için, bu işin şeytan işi olduğunu öğrenmesi yeterlidir!

İşte bu esnada, kurtuluş umudu ile birlikte yasak konuyor. Bu aynı zamanda, derin psikolojik duyguları harekete geçiren bir dokunuştur:

"Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."

Bundan sonra ayet-i kerime, bu pisliğin gerisinde bulunan şeytanın planını açıklamaya geçiyor:

"Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister."

Böylece müslümanın gönlünde; şeytanın hedefi, tuzağının amacı, iğrençliğinin yolu aydınlanmış oluyor... Bu hedef, içki ve kumar yolu ile müslümanların arasında, kin ve düşmanlık tohumlarını ekmektir. Aynı şekilde, "iman edenleri" Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktır bu. Öyleyse bu, ne korkunç bir hile...

Şeytanın güttüğü bu hedefler, birer realitedir. Müslümanlar bu gerçekleri, gerçeğin kendisi olan ilahi ifadeler aracılığıyla tasdik ettikten sonra, realiteler dünyasında da onları görebilirler. Şeytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya gerek yoktur. İçki, insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar ise, insanın gönlünde binbir çeşit kin ve hüsran duygusu bırakır. Çünkü, kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden alana ister-istemez kin besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür biraraya gelişleri; dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan imanları çatışma ve patlama alanlarında karşı karşıya getirmektedir.

Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaya gelince; bunların ikisi üzerinde düşünmeye bile gerek yoktur. İçki herşeyi unutturur. Kumar da alıkoyar. Kumarcılara göre, kumarcının aklı ile sarhoşun aklı arasında fark yoktur. Kumarcının alemi de sarhoşun alemi gibi, içki masalarını, kadehleri ve kumar oyununu aşmaz!

Şeytanın iğrenç hedefini belirten bu işaret, amacına ulaşıp, "iman edenlerin" kalplerini uyarmak ve onları harekete geçirmek istediğinde bir soruya yer veriliyor. Bu öyle bir sorudur ki, onu, Hz. Ömer'in bu ayeti dinlediği sırada verdiği cevaptan başka biçimde cevaplamak mümkün değil:

"Artık bu işlere son veriyorsunuz değil mi?"

Ömer hiç beklemeden cevap verir: "Son verdik, son verdik"

ALLAH'A İMAN VE TAKVA

Fakat ayet-i kerime, o büyük etkisiyle beraber sürüyor:

"Allah'a ve peygambere itaat edin. Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktadır."

Herşeyin kendisine bağlı olduğu kaide: Allah'a itaat, peygambere itaat...

Yani İslâm... Allah'a ve peygambere mutlak itaat. Sonra onlara karşı gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir tehdit:

"Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktır."

Gerçekten de peygamber tebliğ etmiş ve açıklamıştı. Açıkça duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere sorumluluk yükü biniyordu.

Bu üstü kapalı üslup ile ifade edilen ve insanın belini büken bu tehdit müminlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar, karşı gelip itaat etmedikleri zaman, kendilerinden başka hiç kimseye zarar veremezler. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini yapmıştır. Onların işlerinden elini çekmiştir. Artık onlardan sorumlu değildi O. Kendisine itaat etmeyip karşı geldikleri takdirde, onlardan hiçbir azabı savamaz. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Sırtını dönen isyankârları cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette yetecektir!

İşte ilahî yol, kalplerin kapısını böyle çalıyor, gönüllerin kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu gönüllere varan yollar, geçitler buluyor.

Bu yasağın kendisiyle ilgili olarak geldiği içkinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olur. Ebu Davud'un İbni Abbas'tan aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren herşey içkidir ve sarhoşluk veren herşey haramdır."

Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) minberinde ve sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin indiği sırada içki beş şeyden yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan ve arpadan. Aslında içki, akla sarhoşluk veren herşeydir." (Kurtubi Tefsiri)

Her iki rivayete göre de içki, sarhoşluk meydana getiren, akla zarar veren herşeydir. Herhangi bir türüne mahsus değildir. Ve sarhoşluk veren herşey haramdır.

Sarhoşluk veren herhangi bir madde ile meydana gelen sarhoşluk halı, İslâm'ın müslüman kalplerin her zaman Allah'a bağlı olması, her an Allah'ın kontrolü altında olduğunu duyabilmesi için farz kıldığı, sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın kalbi, bu uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve yenilenmesinde, hayatın zaaflarında ve bozukluklardan korunmasında, kendisini, malını ve namusunu korumasında, müslüman cemaatın güvenliğini, yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman fert, kendi başına ve arzuları ile baş başa bırakılmış değildir. Her an sürekli uyanıklık gerektiren yükümlülükleri vardır. Rabbına karşı yükümlülükleri, kendisine karşı yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri bütün insanlığa karşı mesajını iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel yükümlülükleri bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi için, sürekli olarak uyanık olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın helâl kıldığı nimetlerden yararlanırken bile, bu nimetlere karşı uyanık durmasını, şehevî arzuların ve lezzetlerin kölesi olmamasını istemektedir.

Müslüman gerekli olarak arzularına hakim olmak zorundadır. İşine hakim olan adamın durumu gibi bu isteklerin ancak bir kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun verdiği şuursuzluk halı ise, hiçbir şekilde bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz.

Sonra bu sarhoşluk halı, aslında belli zaman dilimlerinde hayatın realitelerinden kaçmaktan ve çakır keyiflik halinin veya aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere dalmaktan başka bir şey değildir. İslâm ise, insanların bu yola baş vurmalarını hoş karşılamaz. Onların gerçekleri görmelerini, gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin içinde yaşamalarını, hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde yönlendirmelerini ister. Bu hayatlarını bir takım hayaller ve kuruntuların temeline dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle yüzyüze gelmek, azim ve iradenin harekete geçmesini sağlar. Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere dalmak ve kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından, iradenin erimesinden başka bir şey değildir. İslâm sürekli olarak irade eğitimine önem vermekle iradeyi, köklü alışkanlıkların, tiryakiliklerin bağlarından kurtarmaya çalışır. Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri haram kıldığını görmemize yeterli olacaktır. Zira bunlar, şeytan işi iğrençliklerdir... insan hayatının düzenini bozmaktır.

Bazı fıkıh bilginleri, içkinin, diğer pislikler gibi hem içilmesinin haram hem de kendisinin pis olduğunu söylerken diğer bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu söylemişlerdir. Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır. Rabia, Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve daha sonraki bazı Bağdatlı fıkıhçılara göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde meseleye bu kadar değinmemiz yeterlidir.

Bu ayetlerin indirilmesi, burada içkinin haram kılındığının bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden olmakla nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir, nedenleri ve hedefleri ayrı olan iki sesin yükselmesine neden oldu.

Bu açıklamayı olduğu gibi kabul eden fakat, işin içinden çıkamayan bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat eden kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan önce Uhut'ta karınlarında içki olduğu halde şehit edilen arkadaşlarımızın durumu nedir?" dediler.

Şaşkınlık ve kargaşalık peşinde bir takım fırsatçılar da bu veya buna benzer birşeyler söylediler. Bununla, gönüllerde yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni sarsmayı veya içkinin haram kılınmadığı sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi iğrençliklerden biri olan içki ile karınları dolu olduğu halde vefat ettiklerinden dolayı, imanlarının boşa gittiği imajını yaymayı hedef alıyorlardı. İşte tam bu sırada aşağıdaki ayet indi:

"İman edip iyi ameller işleyenler, -Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."

Bu ayet-i kerime, herşeyden önce, haram kılınmadan önce hiçbir şeyin haram olmayacağını, haram kılınmanın ayetten önce değil, ayet ile birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret ile ilgili meselelerde ayetin kendisinden önceki halleri kapsamayacağını bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan ayettir. Öldüklerinde, o sırada haram kılınmamış olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından herhangi bir sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda, haram kılınmış bir iş yapmış ve bir günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor, iyilik yapıyor, her şeyde Allah'ın kendilerini gözettiği bilinciyle hareket ediyorlardı. Niyetlerinin ve eylemlerinin Allah tarafından görüldüğünü biliyorlardı. Bu hal üzere bulunan birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah işlemez.

Biz burada Mutezile'nin, içkinin pisliği hakkındaki hükmüne bağlı olarak körüklediği tartışmaya girmek istemiyoruz. Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin haramlığına ait hükmünden mi, yoksa içkinin kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi olduğunu araştırır. Haram kılınan şeylerin, bu haramlıklarının kendilerinden ayrılmayan bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram kılınmasından mı kaynaklandığını tartışır. Bizim anlayışımıza göre, bu tür konulardaki tartışmalar boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa tamamen yabancıdır!.. Yüce Allah bir şeyi haram kıldığında, onu neden haram kıldığını bilir. İster haram kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark etmez. ister haram kılmak; haram kılınan şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu kullananın bizzat kendisine veya içinde yaşadığı cemaata zarar veren bir sebepten olsun, değişen birşey olmaz. Herşeyi bütünü ile bilen yüce Allah'tır. Ve O'nun emrine itaat etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan kaynaklanamaz. Halbuki gerçekçilik, bu ilahî yolun vazgeçilmez özelliğidir. Buna bağlı olarak hiç kimse, "Madem ki haram kılınma, haram kılınan nesnedeki bir niteliğe bağlıdır, öyleyse haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?" dememelidir! Yüce Allah'ın belirli bir süre haram kılmadan bırakmış olmasının, bir hikmeti olmalıdır. Çünkü her şeyin dizgini, Allah'ın elindedir. Zaten ilah oluşunun gereği de budur.

İnsanların herhangi bir nesneyi güzel görmesi, ya da çirkin bulması bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o hükmün gerçek sebebi olmayabilir. Allah'a karşı edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve uygulamayı gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister bilinmesin fark etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz bilmezsiniz."

Allah'ın yasasını uygulamanın herşeyden önce, kulluk temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı, kulluğunu ortaya koymak ve O'na itaat etmek temeline dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin anlamı, İslâm'da budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü yettiği ölçüde Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeylerin hikmetini araştırması doğru olabilir. Hikmeti araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini, Allah'ın açıklayıp açıklamaması fark etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp kavramaması da birşeyi değiştirmez. Herhangi bir şeyde, Allah'ın yasasını güzel görecek olan yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir işte emrini veya yasağını bildirdikten sonra tartışma biter, emir veya yasak kesinleşmiş olur. İyi veya kötü görme olgusunun, insanın aklına bırakılması, Allah'ın yasasında son merciin insan olduğu anlamına gelir. Öyleyse, ilahlığın konumunu ve insan aklının konumunu gerçekten iyi tesbit etmek gerekmektedir!

Buradan ayet-i kerimenin ifade tarzına ve ifade tarzının taşıdığı anlama geçeceğiz:

"İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever "

Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, takvanın bir kere iman ve ameli salih ile, bir kere yalnız imanla, bir kere de yalnız ihsanla birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin görüşleri içinde içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık. Fi Zılâl'in birinci baskısında da, bu tekrarlar hakkında doyurucu bir açıklama yapmamıştık. Duygularımı tam ifade edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel yaklaşım İbni Cerir Taberi'nin yaklaşımı oldu. "Birinci takva: Allah'ın emirlerini kabul etmek, onları tasdik etmek, onlara boyun eğmek ve uygulamaktır. İkinci takva: Bu tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takva: İhsan'dır. Nafilerle Allah'a yaklaşmaktır.

Birinci baskıda bu konuda yaptığım yorum şöyleydi: "Bu ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra detaylara inmekle pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde takvayı, imanı ve amel-i salihi özet olarak vermiştir. İkincisinde takvayı iman ile birlikte, üçüncüsünde amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu pekiştirmenin amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek, amellerin değerlendirilmesinde değişmez yasayı oluşturan iç bilinci Allah'ın herşeyi kontrol ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak... Her an O'nunla ilişki içinde olduğunu idrak etmek bilincini... Allah'a iman etmeyi, O'nun emir ve yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde yeralan akidenin apaçık tercümanı olan amel-i salihi, gizli olan akide ile, bunun ifadesi olan amel arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı hedef almaktadır. İşte hükmün illeti, nedeni budur, yoksa dış görünüş ve dış şekiller değildir... Bu ana kaide ise, tabii olarak pekiştirmeyi tekrarı ve açıklamayı gerektirir."

Artık bu yaklaşımı, biçimi rahatlatıcı olarak göremiyorum. Fakat şu ana kadar içime bir başka yaklaşım doğmuş değil... fakat yardım Allah'tandır.

İHRAMLI İKEN AVLANMA

Daha sonra ayetlerin seyri; helal ve haram kılma sahasında ilerleyerek ihram halinde avlanmaktan, avlanmanın kefaretinden, söz etmekte; Allah'ın, Kabe'yi, kutsal ayları, kurbanlıkları ve gerdanlıkları haram kılmasının hikmetini izah etmektedir. Daha önce sûrenin giriş kısmında, bunlara dokunmak yasaklanmıştı. Bu bölüm müslüman fertlere ve İslâm toplumuna en hassas ölçünün bildirilmesiyle sona eriyor. Bu ölçüye göre, tertemiz olan nesne; az da olsa, çok olan pis nesnelere ağır basar.



94- Ey müminler, Allah' kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener. Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir.

Daha sonra, sûrenin baş tarafında yüce Allah, müminlere şöyle hitab etmişti:

"Ey müminler, yaptığınız sözleşmeleri yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı. Allah dilediği hükmü verir."

"Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kabe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kabe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca da avlanabilirsiniz. (Maide Suresi, 1-2)

İhramlı iken avlanmayı helal saymaya, Allah'ın nişanelerini; kutsal ayları, kurbanlıkları, gerdanlıkları veya Allah'ın Evi'ni ziyaret etmek amacındaki insanlara dokunmayı normal görmeyi yasaklayan bu ayetler, aykırı davrananlara bu dünyada bir cezayı öngörüyor, yalnızca onların günaha girdiklerini bildiriyordu. Şimdi ise, bu eylemlerin cezası olan kefaret açıklanıyor; "işlediği suçun vebalini tadması için". Bu haram şeyleri daha önce helal saymış olanların, bağışlandığı ilan ediliyor. Bu açıklamaya rağmen hâlâ onları helal sayacak kimseleri, Allah'ın kendilerinden öç alması ile tehdit ediyor.

Bu bölümün her maddesi gibi, bu maddesi de, alışılan hitap ile başlıyor: "Ey müminler..."

Sonra onlara, ihramlı halde avlanma yasağı dolayısıyla, Allah tarafından sınanacakları, bir denemeden geçirilecekleri haber veriliyor:

"Ey müminler, Allah, kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener. Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir."

Bu basit bir avdır. Allah onu kendilerine gönderir. Yakında ellerinin ulaşabileceği, mızraklarının zorluk çekilmeden ulaştığı bir avdır bu. Rivayet edildiğine göre Allah onlara bu avı öyle çok göndermişti ki, onların çadırları ve evleri yakınında dolaşıp duruyorlardı. Bu insanın kendisiyle sınandığı bir aldanıştır. Bu, daha önceleri yahudilerin kendisine dayanmadığı aldanışın kendisidir, onlar peygamberleri olan Musa'ya (selâm üzerine olsun) ısrarla ricada bulunarak, Allah'ın, kendileri için günlük hayatın hiçbir işiyle uğraşmayacakları bir dinlenme ve dua günü tayin etmesini istemişlerdi. Allah da onlara Cumartesi gününü tayin etmişti. Daha sonra Cumartesi günleri balıkları kıyılara kadar göndermiş, onların gözleri önünde dolaştırmıştı. Cumartesi günleri dışında balıklar, sudaki normal haline dönüyorlardı. Bunun üzerine yahudiler, Allah'a verdikleri sözde duramadılar. Yahudi'dirler, meşhur karakterleri gereği; Allah'a karşı kurnazlıklara başvurdular. Cumartesi günü gelen balıkları kaçırmamak için, denize bir set geriyorlardı. Ancak, o gün avlanmıyorlar, ertesi gün sabah olunca setlerdeki balıkları tutmaya gidiyorlardı! Yüce Allah'ın, yahudilerin tavırlarını ve karakterlerini bildirmek için Peygamberine (salât ve selâm üzerine olsun) yönelttiği şey de buydu:

"Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu. Fakat, Cumartesi yasağını çiğnedikleri gün, onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf Suresi, 163)

Yüce Allah müslüman ümmeti de aynı şekilde sınamış, yahudilerin kaybettiği bu sınavdan İslâm ümmeti başarı ile çıkmıştı. Bu da yüce Allah'ın bu ümmetle ilgili sözlerinin bir realite olarak gerçekleşmesiydi:

"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en bayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız. Eğer Kitap Ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu. Onlardan mümin olanlar vardır, yalnız çoğunluğu fasıktır." (Al-i İmran Suresi, 110)

Bu ümmet, yahudilerin kaybettiği pek çok yerde, başarıya ulaşmıştır. Bu nedenle Allah, yeryüzündeki hilafet görevini yahudilerin elinden almış ve onu bu ümmete emanet etmiştir. Yeryüzünde daha önceki hiçbir ümmete tanımadığı imkanları ona vermiştir. Çünkü Allah'ın nizaını, hayatın tamamına hükmeden realiteye dayalı bir sistem olarak, müslüman ümmetin hilafetinde temsil edildiği gibi, hiçbir ümmet tarafından temsil edilmemiştir. Elbette bu görevi ancak, gerçek müslüman olduğu günlerde, İslâm'ı Allah'ın dini ve yasası olarak beşer hayatına hakim kıldığı günlerde, bu büyük emaneti yüklendiğinin bilincinde olduğu devrelerde, Allah'ın nizamını insanlara tatbik etmek ve Allah'ın emaneti ile onları idare etmekle yükümlü olduğunun bilincinde olduğu sıralarda, yerine getirmiştir.

İhramlı olunduğu sırada rahat avlanabilecek hayvanların avlanma yasağı, bu ümmetin başarıyla geçtiği sınavlardan biriydi. Yüce Allah'ın bu ümmeti bu tür sınavlarda eğitmesi, O'nun, bu ümmeti diğer ümmetlerin arasından seçtiğinin ve onu koruduğunun bir görüntüsüydü.

Yüce Allah, iman edenlere bu sınavın hikmetini açıklamıştır.

"Allah kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için."

Görmeksizin Allah'tan korkmak, bu akidenin müslüman gönüllerdeki ana kaidesidir. Akide binasının, yaşam tarzının üzerinde kurulduğu sağlam kaidedir. Yeryüzünde hilafet görevini Allah'ın sarsılmaz nizamına uygun bir şekilde yerine getirmenin de ana kaidesidir bu.

İnsanlar Allah'ı görmezler. Yalnız iman ettikleri zaman O'nu, içlerinde bulurlar. Yüce Allah, insanlar açısından gaybtır. Fakat insanların kalpleri görmeden O'nu tanır ve kendisinden korkarlar. Bu tüyleri ürperten hakikatin, görmeden Allah'a iman ve O'ndan korkma hakikatının gönüllerde yer etmesi, bundan sonra gözle görmeye ve müşahedeye ihtiyaç duyulmayacak hale gelinmesi, şehadete denk düşecek hatta ondan daha da ağır basacak biçimde bu gaybın bilincine varılması, Allah'ı görmediği halde mümini, Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmeye sevk etmesi... Evet bu hakikatın bu şekilde gönüllerde yer etmesi, insan denen varlığın yücelmesinde, fıtrî yapısında mevcut olan bütün yeteneklerini en güzel biçimde kullanmasında büyük bir aşamadır. Bu yükselişi ölçüsünde insanın yetenekleri düzeyinde gayb alemini tanımayan hayvanî alemden onu uzaklaştırır. Ayrıca insanın ruhu ve duyu organlarının ötesindeki dünyalara açılmasını, sevgisinin sırf duyu organlarının dairesi içinde sıkışıp kalmamasını, değerli olan ilişki ve buluşma cihazlarının hareketsiz kalmamasını sağlar. İnsanın, "Maddi" hislerden oluşan hayvanî düzeyde kaybolmasına müsaade etmez!

Bu nedenle Allah, bu hakikatı, bu sınamanın bir hikmeti olarak göstermiştir. Müminlere de bu hakikatı açıklamıştır ki, onların gönülleri bu hakikatı elde emek için harekete geçsin. Yüce Allah, ledünni bir ilimle görmeksizin kimin kendisinden korktuğunu bilmektedir. Yalnız yüce Allah, kendileri hakkındaki ledünni ilmiyle insanları hesaba çekmez. Onları yalnız kendilerinin bir realite olarak yaşadığı eylemlerden sorumlu tutar. İnsanın bu bilgiye uygun olarak yaşaması, Allah'ın ledün ilmini realiteler ilmine dönüştürür.

"Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir."

Müminlere sınanma haberi verilmiş, bu sınavla karşılaşmasının hikmeti bildirilmiş, sınavı kaybetmemeleri için gerekli uyarı yapılmış ve başarının bütün yolları gösterilmişti. Bütün bunlardan sonra kim yasakları çiğnerse, acıklı bir azaba çarptırılması hak ve adaletin gereğiydi. Bu cezayı bizzat kendisi seçmiş ve onu hak etmiş olurdu.

Bütün bunlardan sonra, bu aykırı davranışın karşılığı daha ayrıntılı olarak yasakla başlayıp tehditle sona ermektedir:



95- Ey müminler, ihramlı iken av hayvanı vurmayınız. Kim bu durumdayken bilerek bir av hayvanı vurursa, işlediği suçun vebalini tadması için, içinizden iki adil kişinin vurulan av hayvanının dengi olduğuna karar verecekleri bir kurbanlığı, ceza olarak, Kabe ye ulaştırıp kesmesi ya kefaret olarak yoksullara yemek yedirmesi yada bunun dengi kadar gün oruç tutması gerekir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse Allah ondan öç alır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır.

Buradaki yasak, ihramlı kişinin bile bile avı öldürmesi ile ilgilidir. Yanlışlıkla öldürdüğü takdirde ise ne günah ne de kefareti vardır. Bilerek öldürdüğü takdirde, bunun kefareti, öldürdüğü avın dengi olan bir başka hayvanı kurban etmesidir. Buna göre, ceylanı öldürenin bir koyun veya keçiyi, geyiği öldürenin, bir ineği, devekuşunu ve zürafayı öldürenin bir deveyi kurban etmesi gerekir. Tavşan, yaban kedisi ve benzeri hayvanların kefaretinde ise, bir tavşan yeterlidir. Hayvan olarak karşılığı bulunmayanların değerini, para olarak vermek gerekir.

Bu kefaret hususunda, adalet sahibi iki müslümanın hüküm vermesi gerekir. İki müslüman bir hayvanın kesilmesine karar verince, kurbanlık hayvan serbest bırakılır. Kâbe'ye ulaştığında orada kesilir ve yoksullara yedirilir. Bir hayvan bulunmadığı hallerde ise, bu iki müslüman, hayvanın veya avın değerine karşılık olacak miktarda, yoksullara yedirilecek bir yemeği vermeye hükmedilir. Bu konuda, fıkıhçıların bir kısmı avın değerini, bir kısmı ise onun yerine, kurban edilen hayvanın değerini esas aldıklarından dolayı, görüş ayrılığı söz konusudur.

Kesecek hayvan bulamayan kimse hayvanın değerini verir. Malı olmayan oruç tutar. Oruç ise, avın veya kurbanlık hayvanın değeri üzerinden hesaplanır. Bu değer, değerin kendilerine verileceği yoksulların sayısına bölünür. Ve böylece fakirlerin sayısı belirlenir. Her bir yoksula verilecek miktar karşılığında, bir gün oruç tutulur. Bir kişiyi yedirmenin değeri ne kadardır meselesi ise, fıkıhçılar arasında tartışmalıdır. Yalnız bu zamana, mekana ve şartlara bağlıdır. Kur'an-ı Kerim, bu kefaretin hikmetini de belirtiyor:

"İşlediği suçun vebalini tadması için."

Buna göre kefarette ceza da söz konusudur. Zira burada suç, İslâm'ın özellikle büyük önem verdiği bir kutsallığı çiğnemek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hemen sonra, geçmiştekilerin affedildiği belirtilmekte ve bundan elini çekmeyenler Allah tarafından cezalandırılmakla tehdit edilmektedir.

"Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse, Allah ondan öç alır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır."

Eğer onun katili, Allah'ın kendisi için emniyet dilediği ve emin yerde bulunan avı vurmak suretiyle, güç ve kuvveti ile övünüyorsa, Allah daha üstün iradeli, güçlü ve öç almaya kadirdir.

Kara avının durumu budur. Deniz avına gelince bu ihramın dışında da ihramlı iken de helaldir:



96- Deniz hayvanlarını avlamak ve hem kendiniz hem de yoksullar için besin maddesi olarak yemek size helâl kılındı. Huzurunda bir araya getirileceğiniz Allah'tan korkunuz.

Buna göre deniz hayvanlarını avlamak helâldir. Onun etini yemek hem ihramlı olmayana hem de ihramlıya helâldir. Deniz hayvanlarının avlanması ve yenmesinin helâl olduğunu belirttikten sonra, ihramlıya kara avının haram olduğunu tekrar hatırlatıyor:

"Fakat ihramlı olduğunuz sürece size kara avı haram kılındı."

Bu konuda, fıkıhçıların söz birliği ile kabul ettiği görüş ihramlıya, kara avının haram olduğudur. İhramlı olmayan biri tarafından vurulan av hayvanını ihramlı yiyebilir mi? Av hayvanından kastedilen nedir? Normal olarak avlanan hayvanları mı kapsar yoksa, bu yasak avlanan hayvanlardan olmasa da kendisine av hayvanı adı verilmese de, tüm hayvanları içine alır mı? Bu konularda farklı görüşler vardır.

Haram ve helal kılma ile ilgili bu bölüm vicdanlarda Allah korkusunu harekete geçirmek, Allah'ın huzurunda toplanma ve hesaba çekilmeyi hatırlamakla sona eriyor:

"Huzurunda bir araya getirileceğiniz Allah'tan korkunuz." Sonra... bu yasaklar neden?...

EMİN ŞEHİR

Kâbe bir huzur bölgesidir. Yüce Allah, onu mücadelenin egemen olduğu insanlık için güven yeri yapmıştır. Allah'ın kutsal saydığı Kabe'dir. Kutsal aylardır. Bütün çeşitleri ve bütün cinsleriyle hayat için; arzular, istekler, şehvetler ve zaruri ihtiyaç için birbiriyle sürtüşen, boğuşan, mücadele eden, savaşan düşmanlar arasına konmuş engeldir. Bu engel, onların korkularını gönül huzuruna, düşmanlıklarını barışa dönüştürür. Sevgiden, kardeşlikten, güvenden, barıştan kanatlar çırpmaya başlar aralarında. İnsanın arzularını; teori ve ideal dünyasında değil, realiteler dünyasında bu duygulara ve bu olgulara göre eğitir. Buna bağlı olarak sevgi, kardeşlik, huzur ve barış uçup giden sözlerden, tatlı rüyalardan ibaret kalmaz. Hayat realitesinde gerçekleşmekten uzak kalmaz:



97- Allah, Kabe'yi, o dokunulmaz evi, insan/ar için güvenli bir barınak kıldı. Savaşılması yasak ayları, kurbanlıkları ve (bu bölgeye sığınma göstergesi olarak takılan) gerdanlıkları da bu dokunulmazlığın kapsamına aldı. Allah'ın gök/erde ve yeryüzünde olan her şeyi bildiğini, O'nun bilgisinin her şeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı.

98- Biliniz ki, Allah, azabı ağır olan, bunun yanında da affedici ve merhametli olandır.

99- Peygamberin görevi sadece duyurmaktır. Allah gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları iyi bilir.

Cenabı Allah, bu haramların, Beytu'l-Haram'da insanların, kuşların, hayvanların ve böceklerin güvenliğini sağlamasını dilemişti. Bu yasaklar ihram süresi boyunca, ihramlı kişiyi, Haram Bölge'de olmasa da bağlayıcı nitelikteydi. Ayrıca hiçbir öldürmenin ve savaşmanın asla caiz olmadığı Zil-Kade, Zil-Hicce, Muharrem ve Recep aylarını savaşılması yasak olan dört ay olarak belirlemişti. Yüce Allah, cahiliye dönemlerinde bile Arapların kalplerine bu ayların kutsallığını yerleştirmişti. Onlar, bu aylarda hiç kimseyi öldürmez, kimseyle kan davası gütmez, hiç kimseden intikam almazdı. Öyle ki, adanı, bu aylarda babasının, kardeşinin ve oğlunun katiliyle karşılaşır fakat ona dokunmazdı. Bu aylar seyahatin,yeryüzünde dolaşmanın ve rızık temin etmenin en güvenli zamanıydı. Allah bu yasakları koymuştu. Çünkü Kabe'yi (Allah'ın kutsal evini) barış ve güven yeri kılmayı dilemişti. insanları orada toplayan ve onları korku ve endişeden koruyan bir ev yapmayı istemişti. Kabe'yi yer olarak bir güven bölgesi kıldığı gibi, Haram Ayları da zaman olarak bir güven bölgesi yapmayı dilemişti. Sonra güvenin sahasını zaman ve mekan bölgesinin dışına taşırmıştı. Bu hakkı kurbanlık bir hayvana da tanımıştı. Hac'da ve Umre'de Kabe'ye adanan kurbanlıklara tanınan bu hak, yoldaki hayvana herhangi bir kimsenin zarar vermesini önlüyordu. Allah'ın kutsal evine sığınmasının bir ifadesi olarak, Harem'in ağaçlarından yapılan gerdanlıkları taşıyanlara da dokunulmazlık vermişti.

Cenabı Allah, bu yasakları, Kabe'nin İbrahim ve İsmail tarafından yapıldığı günden beri koymuş ve orayı insanlara güvenli bir barınak kılmıştı. Hayatta Allah müşriklerin bile bu güvenden yararlanmasına müsaade etmişti. Çünkü Allah'ın evi onlar için de güvenli bir barınaktı. Etraflarındaki insanlar yerlerinden sürülürken, onlar, orada ve onun sayesinde güven içinde bulunuyorlardı. Buna rağmen onlar, Allah'a şükretmiyorlardı. Tevhid evinde yalnız Allah'a ibadet etmiyorlardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini tevhide çağırdığında: Eğer biz seninle beraber doğru yola girersek yerlerimizden sürülürüz, diyorlardı. Cenabı Allah onların bu sözlerine Kur'an'da işaret etmiş ve onları korku ve güvenin gerçekliğiyle yüzyüze getirmiştir:

"Dediler ki, eğer biz doğru yola uyar da seninle beraber olursak yurdumuzdan kovuluruz. Katımızdan bir rızık olarak onları her şeyin ürününden toplandığı dokunulmaz ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilemezler." (Kasas Suresi, 57)

Buhari ve Müslim'de, İbni Abbas'tan gelen bir hadiste; Mekke'nin fethedildiği günde peygamberimizin şöyle dediği rivayet ediliyor: "Bu şehir kutsaldır. Ağacı kesilmez, otları yolunmaz. Avı kovalanmaz. Bilinenin dışında yitik mallarına dokunulmaz."

Canlı varlıklar içinde Haram Bölgesi'nde ve ihramlıya öldürülmesi caiz olan hayvanlar yalnızca karga, yılan, akrep, fare ve kuduz köpektir. Zira Buhari ve Müslim'de yeralan, Hz. Aişe'nin hadisi bu konuya ışık tutmaktadır: "Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ihramlı ihramsız halde, zararlı beş hayvanı öldürmeyi emretti. Bunlar; karga, delice (Dölengeç) kuşu, akrep, fare vé kuduz köpektir."

Müslim'deki İbni Ömer hadisinde, bunlara ilave olarak yılan yer alır. Medine de kutsaldır. Çünkü Hz. Ali hadisinde, Peygamberimizin; "İyi ile Sevr (dağları) arasında bulunan Medine kutsaldır" buyurduğu rivayet edilmiştir.

Buhari ve Müslim'de yer alan Ubad b. Temin hadisinde peygamberimizin şöyle buyurduğu belirtiliyor: "Hz. İbrahim Mekke'yi kutsal yaptı ve orası için dua etti. Ben de Hz. İbrahim'in Mekke'yi kutsal kıldığı gibi Medine'yi kutsal kılıyorum."

Ayrıca burası sadece zaman ve mekan açısından güvenli bölge olarak kalmıyor. Güvenin sahası yalnız insanları ve hayvanları kapsamına alıyor. Bu aynı zamanda, insanın vicdanına kadar inen bir güven bölgesidir. Çok boyutlu bir çatışma alanı olarak insanın maneviyatı üzerinde derin etkileri bulunan, coşup kaynayan, alevleri ve dumanı zaman ve mekanı, insanı ve hayvanı kuşatan insan vicdanında... Evet işte bu çatışma alanında, bir barış ve hoşgörü bölgesidir. Öyle ki artık, ihramlı adam elini kuşa ve hayvana uzatmaktan çekinir. Halbuki bu ikisi, bu bölgenin dışında insana helaldir. Yalnız onlar burada güvenli barınakta, güvenli zamanda, güvenli gönülde bulunmaktadır. Burası insan nefsinin eğitildiği, iyi şeylere alıştırıldığı yerlerdir. Burada insanın nefsi eğitilir, iyi işlere alıştırılır ki temizlensin, yükselsin, kanatlanıp, ruhlar alemine ulaşsın, ruhlar alemine ilişkiye hazırlansın.

Dikkat edin ki, bugün korku ve dehşet içinde kıvranan, birbiriyle boğuşan, birbirini yiyip bitiren insanlık Allah'ın, İslâm dininde insanlara bahşettiği ve Kur'an-ı Kerim'de açıkladığı bu tür bir güven ortamına ne de çok muhtaçtı.

"Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi bildiğini, O'nun bilgisinin herşeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı."

Burada ilginç bir açıklamadır bu. Ve rahat anlaşılıyor! Yüce Allah bu yasayı koyuyor ve bu barınağı belirliyor ki, insanlar, Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini ve Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşattığını öğrensinler. İnsanlar, Allah onların karakterlerini, ihtiyaçlarını, içlerinde gizlediklerini, ruhlarının seslerini bildiğini, yasalarını bu karakterlere ve ihtiyaçlara karşılık vermek, içlerinde gizli arzu ve isteklere cevap vermek için koyduğunu bilsinler. İnsanların kalpleri. Allah'ın rahmetini yasalarında gördüklerinde, bu yasalar ile kendi engin fıtratları arasındaki uygunluğun güzelliğini tattıklarında, Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi bildiğini ve O'nun bilgisinin herşeyi kuşattığını kavrayacaklardır.

İslâm dini insan fıtratının tüm ihtiyaçlarına tam karşılık vermesi ve insan hayatının her türlü isteklerine en gerçek anlamda karşılık vermesi açısından ilginçtir. İslâm'ın projesi, fıtratın projesiyle, İslâm'ın yapısı fıtratın yapısı ile uyum içindedir. Bir gönül İslâm'a açıldığında öyle bir güzellik, öyle bir huzur, öyle bir aşinalık, öyle bir anlayışla karşılaşır ki, onun tadına varandan başkasına tanıtılması mümkün değildir!

İhramlı ve ihramsız hallerle ilgili helâl ve haramların belirtildiği bu bölüm; açıkça azaptan sakındırmayı ve Allah'ın rahmet ve bağışlamasına ümitle bakmayı, telkin ederek sona eriyor:

"Biliniz ki, Allah azabı ağır olan, bunun yanında affedici ve merhametli olandır."

Bu sakındırmanın yanında dönüş niyeti olmayan isyankârlara bir uyarı ve işaret verilmektedir:

"Peygamberin görevi sadece duyurmaktır. Allah, gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları iyi bilir."

Bu madde Allah'ın değerler için belirlediği bir ölçü ile sona eriyor. Müslüman bu ölçüye göre ölçecek ve hükmedecektir. Bu ölçüde güzel şeyler ağır basar, kötü şeyler hafif kalır. Böylece hiçbir zaman ve hiçbir durumda, kötü şeyler çoklukları ile müslümanı aldatamaz!



100- De ki; "Murdar "ın çokluğu (yaygınlığı) senin beğenini kazanmış olsa da, murdar ile temi- (aslında) bir değildir. Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.

Burada murdar olan şeylerle temiz şeylerin veriliş nedeni, avda ve yemeklerde helal ve haramın birbirinden ayrılışı ile ilgisinden kaynaklanıyor. Haram murdardır. Helâl ise temiz. Murdar'ın çokluğu aldatıcı bir beğeni kazandırsa da, temiz ile murdar bir olmaz. Temiz olan şeyler, sonunda pişmanlık ve zarar olmayan, hastalık ve acıya neden olmayan nimetlerdir. Murdar şeylerdeki lezzet, mutlaka normal ölçüde dünya ve ahiretin akıbetinden emin olunacak biçimde temiz şeylerde de vardır. İnsanın aklı, şehevi arzuların etkisinden kurtulduğunda, takva ile birlikte ve kalbin denetimi ile hareket ettiğinde, temiz olan şeyi murdar şeye tercih eder. Böylece hem dünyada hem ahirette kurtulmuş olur:

"Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz."

Bu iki konu arasındaki özel ilgi budur. Yalnız ayet bundan öte daha geniş bir alana, daha uzak ufuklara varıyor. Hayatın tamamını kapsamına alıyor. Ve bir çok alanda gerçekleşiyor:

Bu ümmeti yoktan var eden ve onu insanlara örnek gösterilen en hayırlı ümmet kılan yüce Allah, onu son derece önemli bir göreve hazırlıyordu. Onu, yeryüzündeki sistemin emanetini yüklenmesi için hazırlıyordu. Hazırlıyordu ki, bu ümmet, daha önce hiç bir ümmete nasib olmayan bir biçimde bu emaneti dosdoğru yüklensin. Onu, daha önce hiçbir ümmete nasip olmayan bir biçimde insanların hayatına uygulasın. Bu ümmetin uzun bir süre eğitilmesinden, herşeyden önce kendisini cahiliyeden arındıracak olan cahiliyenin bataklığından alıp yüksek yerlere, İslâm'ın muhteşem zirvesine çıkaracak bir eğitimden geçtikten sonra, düşüncelerini, alışkanlıklarını ve duygularını cahiliyenin tortularından arındırmaya, iradesini hakkı ve hakkın gerekli kıldığı yükümlülükleri yerine getirmek için eğitmeye yönelmesinden daha tabii ne olabilirdi? Bundan sonra hayatı hem bir bütün olarak hem de detaylarına varıncaya kadar, Allah'ın ölçülerindeki İslâmî değerlere uygun biçimde değerlendirmeye varması... Gerçek anlamda ilahi bir niteliğe kavuşuncaya, kendi insanlığını en yüksek düzeye çıkarıncaya kadar çaba sarf etmesi gerekiyordu. İşte o zaman bu ümmetin ölçüsünde, temiz ile pis olan şeyler bir olmaz. Pis şeylerin çokluğu onları etkilemez! Çokluk göze gelir ve insanın duygularını dehşete iter. Fakat tertemiz olanın pis şeylerden ayrılması, insanın manevi yönden yükselerek Allah'ın ölçüleriyle ölçebileceği konuma gelmesi, çokluğuna rağmen pis şeylerin kefesinin hafif kalmasını sağlar, azlığa rağmen tertemiz şeylerin kefesini bastırır. İşte bu durumda, İslâm ümmeti, güven içinde hakimiyet görevini.. insanlığa hakim olma görevini, rahatlıkla üstlenebilir. İnsanlığa Allah'ın ölçüsüne göre muamele yapar. Allah'ın değer verdiği şekilde değerlendirir. İnsanlığa iyi, temiz şeyleri seçer. Kötü şeylerin çokluğu onun gözünü almaz, içini büyülemez!

Bu ölçünün faydalı olduğu bir yer daha var. Batılın kabararak insanlara çok göründüğü sırada... Sonra Allah'ın ölçüsü ile bu şişirilmiş batıla baktığında müminin eli titremeyecek, gözleri kamaşmayacak, ölçüsü şaşmayacaktır. Bu batıla karşı, hiçbir köpüğü, hiçbir kabarcığı, hiçbir teçhizatı ve sayı yönünden hiçbir gücü bulunmayan, yalnız haktan ibaret olan hakkı seçer. Zatından ve sıfatlarından, Allah'ın ölçüsündeki ağırlığı ve sebatı, kendisinden olan güzelliği ve egemenliği dışında hiçbir niteliği bulunmayan hakkı tercih eder!

Yüce Allah, İslâm ümmetini Kur'an metodu ile eğitti. Peygamberimizin komutasında yetiştirdi. Allah'ın dinini gerçekten emanet alabilecek düzeye ulaştırdı. Yalnız içlerinde ve vicdanlarında değil, yeryüzündeki yaşamında ve hayatında onu bir bütün olarak üstlenebilecek seviyeye geldi. Hayatın her çeşit isteklerini, arzularını, duygularını eğitimlerini, menfaatler arasındaki çatışmalarını, bireyler ve topluluklar arasındaki istilalarını aşabilecek konuma geldi. Hayatın her alanında insanlığı kumanda etmek için bütün gücünü kullandı.

Yüce Allah, bu ümmeti çeşitli yönlendirmelerle, değişik olaylarla, çeşitli sınırlarla, değişik hükümlerle eğitti. Bunların hepsi de sonuçta tek bir noktaya varıyor, bir tek noktada birleşiyordu. Tüm bunların amacı, bu ümmeti, akidesi ve düşünceleriyle, duyguları ve reaksiyonlarıyla, yaşantısı ve ahlâkıyla, yasası ve nizamıyla yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılması ve insanlığın kumandasını üstlenmesi için hazırlanmaktı. Ve cenabı Allah bu ümmete dilediğini gerçekleştirdi. yeryüzü hayatında Allah'ın dininin bu parlak şekli, bir realite olarak gerçekleşti. Bu realite olarak yaşanan bir idealdi. Çünkü Allah'ın gücü herşeye yeter. Ayrıca insanlık böyle bir ideale ulaşmak için çalıştığında, her zaman Allah'ın yardımını yanında bulacaktır.



İSLÂM TOPLUMUNUN EĞİTİMİ

101- Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın, eğer Kur'an inerken bu konuları sorarsanız onlar size açıklanır. Oysa Allah onlara değinmemiştir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, yumuşaktır. (halimdir).

102- .Sizden önceki bir ümmet böyle konuları sordu, fakat sonra bunlar yüzünden kafir oldular.

Yukarıdaki ayet-i kerimeler, İslâm ümmetinin eğitimini ve peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) karşı takınması gereken edebi ele almaktadır. Buna bağlı olarak İslâm ümmetinin, peygamberin haber vermediği şeyleri sormaması gerektiğini bildirmektedir. Çünkü bu tür konularda hükmün bildirilmesi, soru soranın hoşuna gitmeyecek, onu sıkıntıya düşürecek, gücü yetmeyeceği yükümlülük getirecek veya Allah'ın serbest bıraktığı, kullarına merhametinden herhangi bir sınır koymadığı konularda, zorlamalara neden olacaktır.

Bazı sahabiler, herhangi bir emir veya yasağın gelmediği konularda Peygamberimize sorular soruyor, yahud Kur'an'ın ana hatları ile verdiği, Allah'ın ana hatlarını belirtip vermekle insanları serbest bıraktığı konuların detaylarının verilmesinde ısrar ediyorlardı. Ya da açıklanmasında zorunluluk görülmeyen konularla ilgili sorular soruyorlardı. Çünkü bu tür konuların açıklanması ya soru soranı rahatsız eder, veya başka müslümanları rahatsız edebilirdi.

Rivayete göre Hac ayeti indiğinde sahabilerden biri: "Her yıl mı hacca gitmemiz gerekiyor?" diye sormuştu. Peygamberimiz bu soruyu hoş karşılamadı. Çünkü hac ile ilgili olan şu ayet konuya kısaca değiniyordu: "Ona yol bulabilenlerin Kabe'ye hac etmesi Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır." (Al-i İmran Suresi, 97) Bir kere hac etmek, bu emri yerine getirmiş olmak için yeterliydi. Burada her yıl mı, diye sormak, Allah'ın farz kılmadığı, zorlukla onu tefsir etmekten başka bir anlam ifade etmezdi!

Tirmizi ve Darekutni'nin Hz. Ali'den (r.a) rivayet ettikleri bir hadiste deniyor ki: "Ona yol bulabilenlerin Kabe'ye hac etmesi Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır" ayeti indiğinde, sahabiler; "Ey peygamber, her yıl mı hacca gideceğiz?" diye sormuşlar. Peygamberimiz de susmuştu. Tekrar: "Her yıl mı?" diye sormuşlar. Peygamber "Hayır, eğer ben evet deseydim her yıl hacca gitmeniz zorunlu olurdu" buyurmuştu. Bu olay üzerine şu ayet inmişti.

"Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın."

Aynı hadisi Darekutni, Ebu Iyâd'tan, Ebu Hureyre'den rivayet eder. Buna göre Peygamberimiz: "Ey insanlar, hac size farz kılındı." buyurduğunda, bir adam ayağa kalktı ve "Her sene mi ya Resulullah?" dedi. Resulullah duymazlıktan geldi. Adam tekrar: "Her sene mi ya Resulullah?" diye sordu. Resulullah bu sefer "Bunu soran kim?" dedi, falancadır dediler. Resulullah: "Allah'a yemin ederim ki evet deseydim, zorunlu olacaktı. Eğer zorunlu olsaydı gücünüz yetmezdi. Eğer gücünüz yetmeseydi küfre düşenlerden olurdunuz" buyurdu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Ey müminler açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayınız'' diye başlayan ayetini gönderdi.

Müslim'in Sahih'inde Enes'ten (r.a) rivayet ettiği bir hadiste, peygamber şöyle buyurmuştur: "Burada durduğum müddetçe bana ne sorarsanız cevabını veririm" (İbni Cerir'in Enes'ten aldığı bir rivayete göre ise, onlar Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) öyle çok soru sordular ki, O'nu bezdirdiler. O da böyle söyledi. İbni Cerir'in bu konuya ilişkin Ebu Hureyre'den bir rivayeti daha var ki, onu metnin içinde vereceğiz.) Bunun üzerine adamın biri ayağa kalktı ve "Ben nereye gideceğim?" dedi. Resulullah "Cehenneme" karşılığını verdi. Abdullah b. Huzafe ayağa kalktı ve: "Benim babam kimdir ya Resulullah?" diye sordu. "Baban Huzafe'dir." buyurdu. İbni Abdil Berre der ki: Abdullah b. Huzafe ilk müslümanlardandı. Habeşistan'a yapılan ikinci hicret ile Habeşistan'a göç etmişti. Bedir savaşına katılmıştı. Biraz şakacı bir adamdı! Resulullah Kisra'ya gönderdiği mektubunu onunla göndermişti. Abdullah: "Benim babam kimdir ya Resulullah?" deyip, peygamber de; "Baban Huzafe'dir" cevabını verince, Abdullah'ın annesi, "Senden daha asi bir oğul görmedim. Sen kendi annenin cahiliye kadınlarının yaptığı gibi başka erkeklerle yatmadığından emin miydin, ya anneni milletin önünde rezil etseydin!" diye çıkıştı. Abdullah ise, "Allah'a yemin ederim ki, eğer benim siyah bir kölenin oğlu olduğumu söyleseydi bile, gider onun babalığını kabul ederdim" karşılığını verdi.

İbni Cerir'in kendi isnadiyle Ebu Hureyre'den olduğu rivayette ise deniyor ki; bir ara Resulullah öfkeli öfkeli, yüzü kızarmış bir şekilde dışarı çıktı. Geldi Minbere oturdu. Bir adam ayağa kalktı ve: "Ben neredeyim?" diye sordu, "Cehennem`de" buyurdu. Başka biri kalktı ve "Babam kim?" dedi. "Baban Huzâfe" cevabını verdi. Ömer b. Hattab ayağa kalktı ve: "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan Peygamber olarak Muhammed'ten iman olarak Kur'an'dan razıyız. Ey Allah'ın rasulü, biz daha yeni olarak cahiliyeden ve şirkten arınmış bir milletiz. Allah babalarımızın kimler oldu unu daha iyi bilir" dedi. Resulullah'ın öfkesi dindi ve şu ayet geldi: "Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın."

Mücahid'in, İbni Abbas'tan aldığı rivayete göre, bu ayet, Peygamberimize Bahire, Saibe, Vesile ve Hamiden soru soran bir topluluk hakkında inmiştir. Bu, aynı zamanda Said b. Cübeyr'in de görüşüdür. Said der ki: Bundan sonraki ayetin: "Allah Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey ortaya koymamıştır." dediğini görmüyor musun?

Buraya aldığımız ve almadığımız rivayetler, Allah'ın iman edenlerin sormamalarını yasakladığı bu soruların ne türden sorular olduğuna ışık tutmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, sırf bir akideyi yerleştirmek, sırf bir yasa konmak için gelmemiştir. Akide ve yasa ile beraber, bir ümmeti eğitmek, bir toplum meydana getirmek, kendisinin öngördüğü bir akıl ve ahlâk sistemine göre insanları oluşturmak ve yetiştirmek için gelmiştir. İşte bu nedenle onlara soru sormanın adabını, araştırmanın sınırlarını ve öğrenmenin yolunu gösteriyor. Madem ki, bu şeriatı gönderen ve gaybtan haber veren yüce Allah'tır. Öyleyse kulların, bu şeriatın hükümlerinin öz olarak veya detaylı biçimde gönderilmesini, bu gayba ilişkin konuları açıklayıp açıklamamasını Allah'a bırakmaları, O'na karşı terbiyelerini takınmalarının gereğidir. Kulların bu konuda, herşeyi bilen ve hepsinden haberi olan Allah'ın belirlediği sınırlamalara bağlı kalmaları gerekir. İlahî hükümlerin kapsamını daraltarak kendilerini zora koşmamaları, ihtimaller ve faraziyelerin peşine düşmemeleri lazımdır. Allah'ın kendilerine açıklamadığı ve onların hiç bir zaman elde edemeyeceği gayb konularını aydınlatmaya kalkışmamaları gerekir. İnsanın gücünü ve kaldırabileceği yükü en iyi bilen Allah'tır. Allah insanlar için güçlerinin sınırlarını aşmayan kanunlar koyar. Onlara yapılarının kaldırabileceği, gayb konularını açıklar. Allah'ın özet olarak verdiği ve kapalı bıraktığı birtakım işler, konular olabilir. Bunların böyle Allah'ın dilediği biçimde bırakılması, insanlara hiçbir zarar getirmez. Fakat peygamber döneminde ve Kur'an'ın inmeye devam ettiği sırada bu tür konularla ilgili soru sormak, bazı kişilerin hoşuna gitmeyen, herkese zor geldiği gibi kendilerinden sonra gelecek olan nesillere de zor gelebilecek konuların belli hükümlere bağlanmasına neden olabilirdi.

Bu nedenle yüce Allah, iman edenlere, açıklandığında kendilerine zor gelecek meseleleri sormayı yasaklamış ve vahiy döneminde, Peygamberimizin hayatta olduğu sırada, bu konuları sorduklarında onlara cevap verileceği uyarısında bulunmuştur. Yoksa bu soruların Allah'ın bağışladığı, öyle bıraktığı, farz kılmadığı bir takım yükümlülüklerin zorunlu olmasına neden olacağını bildirmiştir:

Ey müminler, açıklandığı takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın, eğer Kur'an inerken bu konuları sorarsanız onlar size açıklanır. Oysa Allah onlara değinmemiştir."

Yani Allah'ın değinmediği ana hatları ile belirleyecek farzlığını veya hac gibi detaylarını açıklamadığı, hiç sözünü etmediği konuları sormayın.

Daha sonra yüce Allah, onlara kendilerinden önceki Kitap Ehli'ni örnek olarak göstermiştir. Bunlar yükümlülükler ve hükümler hakkında sorular sorarak kendilerini zora koşan kimselerdi. Fakat yüce Allah bunları, kendilerine farz kıldığında onları inkar ettiler ve Onların gereğini yapmadılar. Eğer onlar susmuş, Allah'ın kulları için dilediği kolaylıkla işleri ele alsalardı işleri böyle zorlaşmaz, dolayısı ile kusurlarının ve nankörlüklerinin sonucuna katlanmak zorunda kalmazlardı.

Bakara sûresinde yahudilerin, Allah'ın, kayıtsız-şartsız olarak bir inek kesmelerini emrettiğinde nasıl hareket ettiklerini görmüştük. Herhangi bir ineği tutup kesmeleri yetiyordu kendilerine... Fakat onlar ineğin vasıflarını sormaya koyuldular. Ve bir soru onların işlerini bir kat daha zorlaştırmıştı. Eğer soru sormamış olsalardı işleri gayet basitti.

Kendilerinin konmasını istedikleri fakat, sonra da sonuçlarına dayanamadıkları Cumartesi gününde de tutumları buydu...

Hatta onların her zamanki hali buydu. Buna bağlı olarak yüce Allah onlara, eğitme ve cezalandırma amacına yönelik olarak pek çok nimeti haram kılmıştı!

Sahihi Buhari'de Peygamberimizden rivayet edilir ki: "Size hüküm belirlemediğim konularda beni kendi halime bırakın. Sizden önceki ümmetler ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine ters düşmeleri yüzünden mahvolmuşlardır."

Yine Sahihi Buhari'de Peygamberimiz diyor ki: "Allah bir takım farzlar belirlemiştir, onları yerine getirin. Birtakım sınırlamalar koymuştur, onları aşmayın. Birtakım yasaklar koymuştur, onları çiğnemeyin. Birtakım şeyleri de unuttuğundan değil, size acıdığından dolayı hükmünü belirlememiştir. Onları da kurcalamayın."

Sahihi Müslim'de ise Amir b. Said babasından, Peygamberimizin şöyle dediğini bildirmektedir: "Müslümanlar arasında, müslümanlara karşı en büyük suç işleyen kimse, müslümanlara haram kılınmamış olan bir hususta soru sorup da bu soru yüzünden haram kılınmasına neden olan kimsedir."

Öyle sanıyorum ki, Kur'an-ı Kerim'in ayetleri yanında bu hadisler İslâm'ın bilgi konusundaki metodunu ortaya koymaktadır.

İslâm'da bilgi, gerçek bir ihtiyaca karşılık vermek ve bu gerçek ihtiyacın sınırları dahilinde kaldığı sürece önemlidir. Gayb alemine ve fizik ötesi meselelere gelince İslâm, insanın enerjisini, bu konuları aydınlatmak ve mahiyetini öğrenmek için harcamasının önüne geçer. Çünkü bu tür konularla ilgili bilgi, insan hayatında gerçek bir ihtiyaca karşılık vermez. İnsan kalbinin, bu alemleri gerçekten bilen yaratıcının tanıttığı ölçüde bu gaybî konulara inanması yeterlidir. Eğer iman konuları öyle kabul edilmez ve gaybin mahiyeti araştırılmaya kalkılırsa, insanın bu konuda, kesin bir sonuca ulaşması asla mümkün değildir. Zira insan, bu konuları Allah'ın açıkladığının dışında, mahiyetini idrak edebilecek güçte yaratılmamıştır. Öyleyse bu konudaki araştırma boşa giden bir çabadır. Hatta bu, uçsuz bucaksız çölde, kılavuzsuz dolaşmaktan, daha derin bir sapıklığa düşmekten başka bir işe yaramaz.

Halbuki hükümlere gelince, bu hükümleri gerektiren problemler gerçek bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığında sorulur ve istenir. İşte İslâm'ın metodu budur.

Buna bağlı olarak Mekke dönemi boyunca, bazı nesneler ve eylemlerle ilgili bir takım emirler ve yasaklar gönderilmişse de, pratik uygulamalara ilişkin herhangi bir hüküm gönderilmemiştir. Hukuki cezalar, tazirler ve kefaretler gibi pratik hükümler ise, bu hükümleri yürürlüğe koyacak olan müslüman devlet kurulduktan sonra gelmeye başlamıştır.

İlk müslüman nesil bu metodu ve amacını çok güzel kavramıştı. Onlar, bir olay meydana gelmeden onunla ilgili hüküm vermeye yanaşmazlardı. Temel ilkelerin ve söz konusu edilen meselenin sınırları dışına çıkmazlardı. Böylece sorunun ve onunla ilgili hükmün önemini ve ilahî eğitim metodu ile paralel yürümesini sağlıyorlardı.

Hz. Ömer henüz pratik bir ihtiyaç haline gelmeyen konularda soru soranlara lanet okuyordu. Darimi Müsned'inde Hz. Ömer'in bu tavrına yer verir. Zühri'den aldığı bir rivayette ise, kendisine bir soru sorulduğunda Zeyd b. Sabit el-Ensarî, "Böyle bir şey oldu mu?" diye, söylerdi. Eğer onlar, "Evet oldu" derlerse, o konuda bildiğini söylerdi. Eğer "olmadı" derlerse, "Bırakın da olsun" derdi. Ammar b. Yasir'den aldığı bir rivayette, Ammar'a bir soru sorulmakta, Ammar: "Böyle bir şey meydana geldi mi?" diye sorduğunda; "Hayır" cevabını alınca, "Bırakın meydana gelsin. Meydana geldiğinde onu halletmek için hemen harekete geçeriz" karşılığını vermektedir.

Darimi der ki: Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe İbni Fudayl, Ata, İbni Abbas kanalıyle bize gelen rivayete göre İbni Abbas: Peygamberimizin ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar peygambere vefat edinceye kadar onüç sorudan başka soru sormamışlardır. Bu soruların hepsi de Kur'an'da yer almıştır. Bu sorulardan biri: "Sana kutsal ay'dan soruyorlar" ayeti, biri de "Sana aybaşı halinden soruyorlar" ayetidir... Onlar ancak kendilerine yararlı olan şeyleri sorarlardı.

İmam Malik der ki: ben bu şehre (Medine'ye) geldiğim zaman Allah'ın kitabı ve Peygamberin sünneti dışında onların yanında bir ilim yoktu. Herhangi bir olay olduğunda başkan, orada bulunan alimleri toplar ve karar verdiklerini uygularlardı. Siz ise çok soru soruyorsunuz. Halbuki Resulullah bundan hiç hoşlanmazdı.

Kurtubi de bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak diyor ki: Müslim, Muğire b. Şube'den Resulullah'ın şöyle buyurduğunu kaydeder: "Allah size annelere karşı gelmeyi,kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram üç şeyi de size mekruh kılmıştır: Dedikodu, çok soru sormak ve malı boş yere harcamak". Alimlerden çoğu diyor ki: "Çok soru sormaktan" amaç, fıkhî meselelerde fazladan, hakkında hiçbir hüküm bulunmayan konularda zorlayarak çok soru sormak, demogojik ve meydana gelmemiş olayların detayına inmektir. Bu da gösteriyor ki, ilk nesiller bu tür hareketleri hoş karşılamaz ve bunu bir zorlama olarak görürlerdi. Herhangi bir mesele çıktığın onun üstesinden gelebilecek biri ileride olur, derlerdi.

Gerçekten İslâm nizaını realiteye dayalı ciddi sistemdir. Hayatın realitelerini göz önünde bulundurarak meselelere çözüm getirir. Hükümlerini, Allah'ın yasasının temelinden alır, Olayları gerçekçi ve pratik biçimde karşılar. Problemleri bütün boyutlarıyla, şekli ve şartlarıyla ve tüm alanlarını göz önünde bulundurarak ele alır. Sonra onu karşılayacak, kuşatacak, kapsamına alacak ve kendisine en ince noktalarına varıncaya kadar tam uygun düşecek hükmünü koyar.

Meydana gelmemiş problemleri savuşturmak ise, sınırları belli olmayan bir faraziye ile uğraşmaktır. Farz edilen mesele meydana gelmediğinden dolayı onun sınırlarını belirlemek mümkün olmayacaktır.

Bu sırada meseleye getirilecek olan çözümler... Ona uygun düşmeyecektir. Zira hadisenin tüm boyutları henüz kesin biçimde belirlenmiş değildir. Faraziye halindedir. Faraziye halindeki bir mesele ile ilgili sorular ve cevaplar ise şeriatın ciddiyetini ayak altına almak anlamına gelir. Bunun yanısıra bu tutum, dosdoğru olan İslâm'ın yoluna aykırı düşer.

Allah'ın şeriatının uygulanmadığı bir ülkede, Allah'ın şeriatının hükümlerini soruşturmak ve bu esasa göre hüküm vermek de bunun gibidir... Allah'ın şeriatı, hükümleri soruşturmaya ancak, tatbik etmek ve yürürlüğe koymak için izin verir.

Eğer soru soran da soru sorulan da, Allah'ın şeriatının uygulanmadığı bir yerde olduklarını biliyor, burada Allah'ın yeryüzündeki, toplum üzerindeki ve insanların hayatındaki hakimiyeti kabul edilmiyor, Allah'ın hükmüne boyun eğilmiyor ve Allah'ın hakimiyetine teslim olunmuyorsa... Meseleyi soruşturanın bu soruşturması, ne işe yarar? Fetva verenin fetvası nasıl bir önem taşıyabilir. Bu durumda onların her ikisi de Allah'ın şeriatını ucuzlatıyor. Bilinçli veya bilinçsiz olarak Allah'ın şeriatını ayak altına alıyor demektir!

Tamamen detaylara ilişkin fıkhın ve uygulamayla hiçbir ilgisi bulunmayan hükümlerin üzerinde yapılan soyut teorik etüdler de bunun gibidir. Onlar eğlence türünden etüdlerdir! Çünkü bu etüdler, bu fıkhın; enstitülerinde okutulduğu halde mahkemelerinde uygulanmayan bu ülkelerde, yine de bir değeri olduğu imajını vermek içindir. Bu işe ortak olan herkes, bu imajın verilmesinden kullanılacağı için, insanların duygularını uyuşturacak ve büyük bir vebal altına girecektir!

Bu din ciddiyet dinidir. Hayata hükmetmek için gelmiştir. Tüm insanları yalnız Allah'a kul yapması için gönderilmiştir. Bu din Allah'ın hakimiyetini zorla eline geçirenlerin elinden, bu hakimiyeti çekip almak ve bu otoriteyi başkasının yasalarına değil, yalnız Allah'ın yasalarına vermek için vardır. Bu şeriat bütünüyle hayata hükmetmek için gelmiştir. Allah'ın hükümleriyle, hayatın realitesindeki ihtiyaçları ve problemleri çözüme kavuşturmak için vardır. Bir realite olarak Allah'ın hükmünü, hadiselerin hacmine, şekline ve şartlarına göre hakim kılmak için gönderilmiştir.

Bu din sırf bir slogan ve soyut bir şekil olsun diye gelmemiştir. Şeriatı, hayatın realitesiyle ilgisi bulunmayan teorik etüdlere konu olsun diye gönderilmemiştir. Yine bu din hayatta meydana gelmeyen faraziyelerle beraber yaşasın ve bu boş faraziyeler için havada fıkhî hükümler koysun diye gönderilmemiştir.

İşte İslâm'ın ciddiyeti budur, işte İslâm'ın metodu budur. Bu dinin "bilginlerinden", bu ciddiyetle onun metodunu izlemek isteyenler; ya hayatın realitesinde Allah'ın şeriatını hakim kılmayı istesinler; hakim kılmanın yollarını arasınlar ya da en azından boşu boşuna fetva vermekten hükümlerini havaya savurmaktan vazgeçsinler.

CAHİLİYENİN GELENEKLERİ

Mücahid'in İbni Abbas'tan aldığı rivayete ve Said b. Cubeyr'in: "Ey müminler size açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın." ayetinin inişi sebebiyle ilgili rivayetinden kalan bazı sorular da yer alıyordu. Fakat bu soruların neler olduğu hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Yalnız gereksiz soruların yasaklandığını bildiren ayetten sonra, Bahire, Saibe, Vesile ve Hami kavramlarının geçtiği ayetin gelişi, bunlar arasında bir bağ olduğuna işaret etmektedir. Şimdi biz bu kadarıyla yetinerek Kur'an ayetlerinin bu cahili alışkanlıklar hakkında geleneklerine bakalım:



103- Allah, Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey koymamıştır. Fakat kâfirler Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundur.

104- Onlara Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygambere uyunuz denildiğinde, "Atalarımızın miras bıraktığı düzen bize yeter" derler. Peki ya, ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse?

Buna göre insanın kalbi, ya Allah'ın kendisini yarattığı fıtratına dayanıp doğru yolu bulacak, buna bağlı olarak tek olan ilahını tanıyacak, onu kendine rab edinecek, yalnız ona kul olmayı kabul edecek ve sadece O'nun yasasına teslim olacak, O'ndan başkasının ilahlığını red edecek ve O'nunla ilişkilerinde tam bir netliğe kavuşacak ya da cahiliyenin putperestliğinin dar geçitlerinden ve tuzaklarından sürekli biçimde geçmek zorunda kalacaktır. Geçtiği her geçitte, bir karanlıkla karşılaşacak ve patikada yeni bir kuruntuyla yüz yüze gelecektir. Cahiliyenin ve putperestliğin azgın otoriteleri ondan, kulluk için çeşitli ayınlar isteyecek, kendilerini memnun edebilmesi için ondan, çeşitli fedakarlıklar bekleyeceklerdir.

Sonra ibadetlerdeki ve fedakarlıklardaki bu ayınlar öyle bir çoğalacaktır ki putperest bunların temelini unutacak, hikmetini kavramadan onları bilinçsizce yerine getirecektir. Çeşitli ilahlara ibadet ettiğinden Allah'ın insana bağışladığı insanî onurunu yitirecektir.

Halbuki İslâm, kulların bağlı bulunduğu otoriteyi bire indirgemek, bununla insanları birbirine kulluk etmelerinden kurtarmak, çeşitli ilahlara ve Rablere kulluğundan kurtarmak için tevhidi esas almıştır.

İnsanın vicdanını putperestliğin kuruntularından ve korkularından kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak için, insanın aklına onurunu geri vermek, onu ilahların ve ayınların boyunduruğundan kurtarmak için gelmiştir. İşte bu nedenle İslâm, putperestliğin her çeşidine, her biçimine karşı savaşmış. Onu tüm boyutlarıyla ve girintilerine çıkıntılarına varıncaya kadar amansız bir şekilde kovalamıştır. Vicdanlarının derinliklerinde, ibadet şekillerinde,sosyal hayatla ilgili konularda, idare ve sistemli yasamaların tümünde ona karşı mücadele etmiştir.

İşte bu da putperest Arap cahiliyesinin çıkmazlarından biridir. İslâm onu düzeltmek için ele alıyor ve üzerine projektörlerini yönelterek etrafını kuşatan mitolojik ağı parçalamaya çalışıyor. Düşünce ve teorinin ilkelerini, kanun ve yasamanın metodunu belirliyor:

"Allah Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey ortaya koymamıştır. Fakat kafirler Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundur."

Bunlar, cahiliyenin akıl ve vicdan karanlıklarında meydana getirdiği kuruntular yığınından kaynaklanan özel şartlarla, ilahlarına adadıkları hayvan çeşitleridir: Bahire, Saibe, Vesile ve Hami!..

Peki bu hayvan çeşitleri neyin nesi? Onlarla ilgili bu hükümleri koyan kimdi?

Bu hayvanların tanımlarına ilişkin rivayetler çoktur. Şimdi biz bu tanımlardan yalnız bir kısmını vereceğiz.

Zühri, Said b. Musayib'ten rivayet eder ki: Bahire: Sütü tağutlara adanan develer idi. (Yani onların sütü sağılmaz yani ilahlara adanır, insanlar onu yemezdi. Tabii olarak bu sütleri tanrıların hizmetçisi olan Kahinler alırdı!) Saibe: Bu da ilahlar adına salıverilmiş develer idi. Vesile: İlk yavrusu ve ikinci yavrusu dişi olarak doğan, dişi devedir. Onlar, aralarında bir erkek olmadığı halde iki dişi deve doğurdu deyip onu tağutlar adına kesiyorlardı. Hami ise, erkek deve demektir. Araplar onu belli sayıdaki dişi deveyi döllendirdikten sonra serbest bırakırlar, adına Hami deyip, "sırtını korurdu" derlerdi.

"Dil bilginleri de derler ki: Bahire kulağı yarılmış dişi devedir." Behartü Üzüne Nakatı ebhuruha Behren ve Nekatün Mebhuretün ve Behiretün" sözleri, Araplarda devenin kulağını geniş açmak anlamında kullanılır. Genişliğinden dolayı denize de, Buhr adı verilir. Cahiliye halkı Behireyi dokunulmaz sayarlardı. Eğer bir dişi deve beş doğum yapıp sonuncusunu erkek doğurursa, kulaklarını yarar, etini haram kılar, onu kesmez ve yük için kullanmazlardı. Hiçbir suyun başından kovmaz, hiçbir merayı ondan esirgemezlerdi. Yorgun olan kimseler bile onlara rastladığında, onlara binmezlerdi. Saibe; salıverilmiş dişi deve demektir. Cahiliye devrinde bir kişi, yolculuktan dönmesi, hastalıktan kurtulmasına benzeri durumlarda adak amacıyla "devem salıverilmiştir" derdi. Bundan sonra onun devesi de dokunulmazlık ve serbestlik açısından serbest bırakılan Bahire gibi kabul edilirdi. Vesile: Bazı dil bilginlerine göre, erkekle beraber doğan dişi koyundur. Cahiliye döneminde bu koyuna, "kardeşine ulaştı" deyip onu kesmezlerdi. Diğer bazı dil bilginlerine göre ise, Vesile. koyun, dişi doğurduğunda kendilerinin sayılırdı, erkek doğurduğunda ise onu, ilahları için kurban ederlerdi. Eğer koyun bir erkek bir dişi beraber doğurursa ona: "Kardeşine ulaştı" deyip, erkek yavruyu ilahlara adar, kesmezlerdi. Hami, deve demektir. Ondan on nesil aldıktan sonra "sırtını korudu" deyip kendisine binmezler, hiçbir suyu ve merayı ondan esirgemezlerdi.

Bu çeşit töresel gelenek tanımlarıyla ilgili bir takım rivayetler daha vardır ki, düşünce seviyesi olarak bunların üstüne çıkmamakta ve onların sebeplerini gösteren gerekçeleri bunlarınkinden daha ileri geçmemektedir. Görüldüğü gibi bunlar putperestliğin kuşatıcı karanlıklarından kaynaklanan kuruntulardan başka birşey değildir. Kuruntuların ve nefsanî arzuların hakem tayin edildiği durumlarda; ne bir sınırdan, ne ayırıcı özellikten, ne bir ölçüden, ne de mantıktan söz edile bilinir. Çok kısa bir zamanda töre çeşitleri doğuverir. Hiç bir ölçü tanımadan ilaveler ve çıkartmalar yapılır. İşte Arap cahiliyesinin de durumu buydu. Bu her zaman ve her yerde meydana gelebilecek bir durumdur. İnsanın vicdanı mutlak Allah'ın birliğinden ayrıldığında hiçbir zikzak ve karanlık tarafı bulunmayan birlik düşüncesinden saptığında, gözlenebilecek bir sistemdir. Bu sistemde dış şekilleri farklılık gösterse de, cahiliyenin özü sürekli değişmeden kalacaktır. Cahiliyenin özü ise, hayatın herhangi bir meselesinde Allah'tan başka herhangi bir kimseye dayanmaktır, O'nun hükmüne bağlanmaktır.

Cahiliye herhangi bir zaman dilimi değildir. Cahiliye zamanın değişen şartlarına rağmen sürekli olarak varlığını koruyan bir sistem, bir durumdur. İnsanlar ya kapsamlı bir kulluğun karşıladığı, her çeşit hakimiyetin bünyesinde barındığı, her türlü düşünce ve duygunun niyet ve eylemin düzen ve sistemin kendisine yöneltildiği her türlü değer ve ölçünün, kanun ve yasanın, düşünce ve direktifin kendisinden alındığı tek bir ilahlığa yönelecek ya da, herhangi bir şekilde cahiliyeye saplanacaklardır. Cahiliyenin en belirgin özelliği insanın insana veya Allah'ın yarattıklarından başka birine kulluk etmesidir. Bunun ise bir ölçüsü ve sınırı yoktur. Zira insan aklı, tek başına sağlıklı bir kriter olamaz, sağlıklı bir akidenin ölçülerine bağlanmadıkça. Akıl, her zaman gördüğümüz gibi keyfî arzularından etkilenmekte, çeşitli baskılara karşı direnme gücünü yitirmektedir. Akıl, sağlam bir ölçüye dayanmadan bu baskılara karşı koyamaz. Kur'an'ın inişinden 14 asır sonra bugün yine görüyoruz ki, insanın kalbi tek bir ilaha bağlılıktan koptuğunda sayısız bataklıklara ve çeşitli çıkmazlara sürüklenmektedir. Çeşitli rablıklara boyun eğmekte, özgürlüğünü, onurunu ve direnme gücünü yitirmektedir. Ben yalnız bu hurafeye ilişkin olarak, Mısır'ın Said bölgesinde ve köylerinde evliyalara ve papazlara adanan bazı hayvan çeşitlerinden onlarcasını gördüm. Bunlar aynen eski cahiliyenin kendi tanrılarına adadıkları kurbanlıklara benzemektedir.

Öyleyse bu tür cahili geleneklerde ve diğer tüm cahiliye sistemlerinde önemli olan, ana kaidedir. Bu, aynı zamanda İslâm'ın yolu ve cahiliyenin yolunun ayrılış noktasıdır. Bu ana kaide, şu soruda düğümlenir: İnsanların hayatında hakimiyet kimindir? Allah'ın yasasında belirlediği gibi yalnız Allah'ın mıdır? Yoksa insanların belirlediği gibi, Allah'tan başkasının mıdır? İnsanların kendilerinin belirlediği hükümlerin, makamların, yasaların, ayınların, değerlerin ve ölçülerin midir? Başka bir ifade ile: İnsanların ilahlık yetkisi kimindir? Allah'ın mıdır? Yoksa insanlara karşı ilahlık yetkilerini kullanan yaratıklardan herhangi birinin midir? İnsanlar üzerinde ilahlık yetkisini kullanan bu yaratığın, şu veya bu oluşu önemli değildir.

İşte bu nedenle Kur'an ayeti, Allah'ın bu töresel gelenek şekillerini belirlemediği açıklamaktadır. Yani Allah, Bahire'yi Saibe'yi, Vesile'yi ve Hami'yi bir yasa olarak koymamıştır. Öyleyse kafirlere bu yasayı koyan kimdir?

"Allah' Behire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey ortaya koymamıştır."

Allah'tan başkasının koyduğu yasalara uyanlar kafirlerin kendileridir. Allah'a yalan iftiralar yakıştıran kafirler, bazan kendi arzularına göre yasa koyarlar. Sonra da, "Bu Allah'ın yasağıdır" derler. Bazen de, "yasalarımızı kendimiz koyarız, sistemimizde Allah'ın yasasına yer vermeyiz" derler. Buna rağmen, Allah'a karşı gelmediklerini söylerler. Bunların hepsi de Allah adına uydurulan yalanlardır:

"Fakat kafirler Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundurlar."

YA ATALARI SAPIK İDİYSELER?

Müşrik Araplar da, İbrahim'in Allah katından aldığı İbrahim'in dinine bağlı olduklarına inanıyorlardı. Onlar tamamen Allah'ı inkar etmiyorlardı. Aksine Allah'ın varlığını, üstün kudretini ve evrenin tamamını idare ettiğini kabul ediyorlardı. Yalnız onlar, kendi kendilerine yasalar yapıyor sonra da bunun, Allah katından olduğunu iddia ediyorlardı. Ve onlar bu yüzden kâfir olmuşlardı. Kendi kendilerine yasa koyan sonra da bunların Allah'ın yasası olduğunu veya olmadığını iddia eden her zaman ve her mekandaki bütün cahiliyelerin mensupları da, müşrik Araplar gibidir.

Allah'ın yasası, kitabında belirlediği ve Resulullah'ın açıkladığı yasalardır. Allah'ın yasaları belirsiz ve kapalı değildir. Bir kimsenin kendi isteğine göre belirlediği uydurma yasaların bu yasalarla karıştırılması ve öyle sanılması mümkün değildir. Her yerde ve her zamanda cahiliye mensupları, Allah'ın yasalarını belirsiz ve kapalı gibi gösterse de, gerçek hiç de öyle değildir.

Bu nedenle Allah, bu tür iddia sahiplerini küfürle damgalıyor. Düşünce yeteneğinden yoksun yaratıklar olarak da damgalıyor. Çünkü, eğer onlar, düşünebilselerdi Allah'a iftira etmezlerdi. Eğer onlar, akıllarını kullansalardı bu iftiranın tutacağını sanmazlardı.

Sonra onların, sözlerinin ve davranışlarının tutarsızlığını daha netleştirerek şöyle buyuruyor:

"Onlara geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz denildiğinde, "Atalarımızın miras bıraktığı düzen bize yeter" derler. Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse?"

Allah'ın yasası açıktır. Ve bu yasa, Allah'ın gönderdiği kitapla ana ilkeleri belirlenmiş ve peygamberin uygulaması ile açıklanmıştır. İşte mihenk taşı olan budur. Ve İslâm'ın yolu ile cahiliyenin yolunun, iman yolu ile küfür yolunun ayrılış noktası budur. İnsanlar Allah'ın ayetleri ile Allah'ın kitabına ve bunun açıklayıcısı olan Peygamberine çağırıldıklarında ya kabul ederler ve müslüman olurlar ya da, Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında, red ederler ve kafir olurlar. Bundan başka seçenek yoktur.

Bunlar ise, kendilerine; geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz denildiğinde, "atalarımızın bıraktığı miras bize yeter" derler. Kulların yasalarına uyar, kulların ilahı tarafından belirlenen yasayı bırakırlar. Kulların kullara kulluğundan kurtuluş çağrısını red ederler. Aklın ve vicdanın babaları atalara kulluğunu seçerler.

Sonra Kur'an-ı Kerim, onların bu tutumlarını, kınanacak ve hayret edilecek bir tavır olarak değerlendirir:

"Peki ya ataları hiç bir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse?."

Onların, hiçbir şey bilmeseler de, doğru yolda olmasalar da atalarına uymalarına rağmen çirkin gösterilmesi, eğer ataları birşey bilirlerse, onlara uyup Allah'ın indirdiği Kur'an'ı ve peygamberin onu açıklamasını terk edebilecekleri anlamına gelmez. Bu sadece onların ve kendilerinden önceki atalarının yaşadığı realitenin dile getirilmesidir. Onların ataları da atalarının veya kendilerinin belirlediği yasalara uyuyorlardı. Allah'ın yasası ve peygamberinin sünneti elinin altında olduğu halde kendisinin veya atasının belirlediği yasalara dayanan herkes birşey bilmiyor ve doğru yolda gitmiyor demektir! Kendisi veya onun adına başkaları istediği kadar onların bildiklerini ve doğru yolda olduklarını söylesin, önemli değildir. Şüphesiz yüce Allah en doğru söyleyendir. Ve işin gerçeği de bunu göstermektedir. Allah'ın yasasını bırakıp insanların yasalarına yönelenler hem sapık ve cahil kimselerdir, hem de iftiracı ve kâfir!

VE NET ÇİZGİ

Ayet-i kerimeler kafirlerin durumlarını ve sözlerini açıkladıktan sonra "müminlere" dönüyor. Müminlerin onlardan farklı ve bambaşka karakterlere sahip olduklarını belirtiyor. Yükümlülüklerini ve görevlerini açıklıyor. Başkalarına karşı tavırlarının nasıl olacağını belirliyor, onları bu yeryüzünün zenginliklerine ve emellerine değil, Allah'ın hesabına ve mükafatına çağırıyor.



105- Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size yapmış olduklarınızın iç yüzünü bildirecektir.

Bu, müminler ile diğer insanlar arasındaki ayrılık ve farklılıktır. Bu bir tek ümmet olmaları nedeniyle aralarında gerçekleşen dayanışma ve beraberliğin ifadesidir.

"Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez."

Siz diğer insanlardan ayrı bir birliksiniz. Aranızda dayanışma ve beraberlik içindesiniz. Öyleyse siz kendinizden sorumlusunuz. Kendi nefsinizden sorumlusunuz, onu temizleyin ve arındırın. Kendi cemaatınıza bakın, ona bağlanın ve bu bağlılığın gereklerini yerine getirin. Siz doğru yolda olduktan sonra, başkasının sapıklığından dolayı size bir zarar gelmez. Siz başkasından apayrı bir birliksiniz. Siz kendi aranızda dayanışma içinde bir ümmetsiniz. Siz birbirinizin dostlarısınız. Sizin başkaları ile bir dostluğunuz ve bağlılığınız yoktur

Bu ayet-i kerime tek başına, İslâm ümmetinin karakterini ve diğer insan toplulukları ile ilişkilerindeki ana ilkeleri belirlemektedir.

İslâm ümmeti, Allah'ın taraftarı olan bir topluluktur. Onun dışındaki uluslar ise şeytanın taraftarlarıdır. Bu nedenle İslâm ümmeti ile diğer uluslar arasında herhangi bir dostluk ve dayanışma söz konusu olamaz. Zira akidelerinde bir beraberlik yoktur. Dolayısıyla herhangi bir hedef ve yöntem, ceza ve sorumlulukta bir beraberlik söz konusu değildir.

İslâm ümmetinin kendi arasında bir dayanışma içerisine girmesi, birbirine tavsiye ve öğütlerle destek olması gerekir. Allah'ın gösterdiği doğru yolu izleyerek diğer uluslardan bağımsız ve ayrı ümmet olması lazımdır. Bundan sonra kendisi doğru yolu izlediği müddetçe çevresindeki insanların sapıklığa düşmesi ona asla bir zarar vermez.

Yalnız bu demek değildir ki, İslâm ümmeti tüm insanları doğru yola davet yükümlülüğünü ihmal etsin. Çünkü doğru yol onun dinidir, yasası ve sosyal düzenidir. İslâm ümmeti, yeryüzünde kendi düzenini kurduktan sonra, tüm insanları bu sisteme davet etmek ve onları doğru yola erdirmek için çalışmak zorundadır. Tüm insanlar üzerinde İslâm'ın hakimiyetini gerçekleştirip onların arasında adaleti gerçekleştirmelidir. İnsanları içinden çekip çıkardığı cahiliye ve sapıklık bataklığından uzaklaştırmalıdır.

İslâm ümmetinin Allah'ın huzurunda yalnız kendisinden sorumlu olması, doğru yolu izledikten sonra sapıklığa düşenlerin ona zarar vermemesi, öncelikle kendi aralarında, sonra yeryüzünün tamamında iyiliği yaygınlaştırmak, kötülüğü ortadan kaldırmak konusundaki görevinde, kusur yaptığında hesaba çekilmeyeceği anlamına gelmez. En başta gelen özelliği Allah'a teslim olmak ve O'nun yasasını yürürlüğe koymaktır. Kötülüklerin başı ise cahiliyettir. Allah'ın hakimiyeti ve yasasına karşı haddini aşmaktır. Cahiliyenin idaresi tağutun idaresidir. Tağut ise, Allah'ın hakimiyetinden ve otoritesinden başka, tüm egemenliklerin ortak adıdır. İslâm ümmeti, önce kendisine sonra da tüm insanlığa önder olmak zorundadır.

Ayet-i kerimedeki sorumluluğun sınırları, eskiden bazı kimselerin anladığı ve şimdi de bazı kimselerin anlayabileceği gibi, müminlerin birer fert olarak iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek göreviyle mükellef olmadığı anlamına gelmez. İslam ümmetinin bizzat kendisi doğru yolda olduktan sonra, etrafındaki insanların sapıklığa düşmesi ona zarar vermez. O, yeryüzünde Allah'ın yasasını hakim kılmak zorunda değildir, denemez.

Bu ayet-i kerime ne ferdin ne de ümmetin kötülüğe karşı koyması, sapıklığa karşı direnmesi ve azgınlarla savaşması konusundaki sorumluluğûnu kaldırmamaktadır. Bütün zulümlerin en büyüğü hiç kuşkusuz Allah'ın ilahlığına karşı haddini aşmak, hakimiyetini gasp etmek ve insanları Allah'ın yasaları dışında başka yasalara boyun eğdirmektir. Bu öyle bir kötülüktür ki, bu kötülük ayakta durduğu müddetçe ne ferdin doğru yolda oluşu ne de ümmetin doğru yolda oluşu bir fayda verir.

Ashabus Sünen'in rivayetine göre, Hz. Ebu Bekir bir ara ayağa kalkmış, Allah'a hamd ve övgüsünü dile getirdikten sonra şöyle demişti: "Ey insanlar siz `Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez' ayetini okuyorsunuz. Ve onu yanlış şekilde yorumluyorsunuz. Halbuki, ben peygamberin şöyle dediğini işitmiştim; `İnsanlar bir kötülüğü görüp onu engelleyemezlerse Allah'ın onları toptan cezalandırması yakındır.'

Böylece birinci halife (Allah ondan razı olsun) kendi zamanında bazı insanların bu ayetle ilgili yanlış anlayışlarını düzeltmiştir. Bugün biz de böyle bir düzeltmeye daha da muhtacız. Zira kötülükleri engellemeye yönelik yükümlülükleri yerine getirmek o kadar zorlaşmıştır ki, zayıf iradeli insanlar bu ayeti kendilerini cihadın zorluklarından ve yorgunluklarından kurtaracak, cihadın katılığından ve belasından(!) sıyrılmak için, rahat bir yaşama imkan verecek yorumlara rahatlıkla kaymaktadırlar!

Allah'a yemin olsun ki hayır! Bu din ancak gayret ve cihad ile ayakta durabilir. Ancak çalışma ve mücadele ile düzelebilir. Bu dinin, insanları tekrar ona döndürerek, insanları kulların kulluğundan yalnız Allah'ın kulluğuna ulaştıracak çalışkan fedailere ihtiyacı vardır. Allah'ın ilahlığını yeryüzünde egemen kılacak, Allah'ın bu otoritesini gasp edenlerin elinden bu otoriteyi geri alacak, Allah'ın yasasını insanların hayatında yürürlüğe koyacak ve insanları buna göre yönlendirecek, çalışmalara kendini adayıp var gücüyle çalışan müslümanlara ihtiyaç vardır. İnsanların teker teker sapıklığa yuvarlandığı, yol gösterilmeye ve aydınlatılmaya muhtaç olduğu durumlarda, güzellikle onlara ulaşabilecek çalışmalara ihtiyaç vardır. İnsanların Allah'ın yolundan alıkoyan, Allah'ın dinini yok etmek isteyen ve Allah'ın yasasının yürürlüğe girmesine karşı koyan zalim kuvvetlerin ortalıkta cirit attığı durumlarda ise, Allah'ın dininden yana olacak güce ihtiyaç vardır.

İşte ancak bundan sonra müminlerin görevi bitmiş olur. Bundan önce değil. Doğru yolda olanların da sapıkların da Allah'ın huzurunda bir araya geldiği sırada, sapıklar Allah'ın cezasına müstehak olurlar:

"Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, size yapmış olduklarınızın içyüzünü bildirecektir."

VASİYET VE ŞAHİTLİK

Şimdi de bu surede yer alan şer'i hükümlerin sonuncusu gelmektedir. İslâm toplumunda sosyal ilişkilere yönelik bir hükmün açıklanmasıdır bu. Bu hüküm, yolculuk esnasında ve kişinin toplumdan uzak olduğu durumlarda vefat edeceği sırada yaptığı vasiyete şahit tutmasıyla ve İslâm şeriatının hakkı sahibine ulaştırmak için ön gördüğü güvencelere ilişkin bir hükümdür:



106- Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan iki sözüne güvenilir kişiyi şahid tutar. Yada eğer yolculuk sırasında ölüm olayı ile karşı karşıya gelirseniz sizden (müslüman) olmayan iki kişiyi şahid tutarsınız.

Eğer (bu gayri müslimlerin şahitlikleri konusunda) kuşkuya düşerseniz namazdan sonra onları alıkoyarak "söz konusu olan akrabalarımız bile olsa şahitliğimizi menfaat karşılığında satmayız, Allah'ın emaneti olan şahitliği saklamayız, yoksa günahkarlardan oluruz" diye kendilerine Allah adına yemin ettirirsiniz.

107- Eğer daha sonra bu şahitlerin günaha girdiği ortaya çıkarsa, şahitlikleri yüzünden hakları çiğnenen iki kişi onların yerine geçerek "bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz hiçbir hakkı çiğnemiyoruz, yoksa zalimlerden oluruz, diye yemin ederler.

108- Bu işlem, şahitlerin gerektiği şahitlik yapmalarını yada yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur.

Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah fasıkları doğru yola iletmez.

Bu üç ayetin hükmünü şu şekilde özetleyebiliriz:

Ecelinin yaklaştığını hisseden adam eğer yanında bulundurduğu malını ailesine vasiyet etmek istiyorsa, evinde olduğu durumlarda müslümanlardan iki adaletli şahidi çağırır ve vasiyet etmek istediği malı orada bulunmayan aile efradına teslim etmeleri için onlara emanet eder. Eğer vasiyet edecek kişi yolculukta bulunuyor ve yanında bulunan malını emanet bırakacağı iki müslüman şahid bulamazsa, bu iki şahidin gayri müslimlerden tutulması caizdir.

Eğer müslümanlar veya ölü sahipleri, şahidlerin söylediklerinde ve emaneti olduğu gibi koruduklarında kuşkuya düşerlerse, onları kendi akidelerine göre namazlarını kıldıktan sonra Allah'a yemin etmeleri için alıkoyarlar. Her iki şahit kendi menfaatları veya yakın akrabası dahi olsa başkasının yararı için yeminlerini bozmayacaklarını ve emanet aldıkları hiçbir şeyi gizlemeyeceklerine, gizledikleri takdirde büyük vebal altına girmeyi kabul ettiklerine dair, Allah'ın adı üzere yemin ederler. Namazdan sonra bu şekilde yemin ettikleri takdirde şahitlikleri kabul edilir.

Eğer bundan sonra şahitlerin yalancı şahitlik yaptıkları, yalan yere yemin ettikleri ve emanete hıyanet ettikleri ortaya çıkarsa, yalancı şahitlikler yüzünden hakları çiğnenen, ölene en yakın iki kişi ayağa kalkar ve Allah'a yemin ederek kendi şahitliklerinin önceki iki şahidin şahitliklerinden daha doğru olduğuna yemin ederler. Bu eylemleriyle bir gerçeği değiştirmeyi amaçlamadıklarına and içerler. Böylece ilk iki şahidin şahitliği iptal edilir, son iki şahidin şahitliği kabul edilir.

Sonra ayet-i kerime diyor ki: Bu gibi uygulamalar gerçek şahitlik görevini yerine getirmede daha garantilidir ve önceki iki şahidin şahitliğini reddetmekten sakındırmanın en güzel yoludur. Bu durum onları gerçeği aramaya sevk eder. "Bu işlem, şahidlerin gerektiği gibi şahitlik yapmalarını ya da, yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur". Ayet-i kerime, onların hepsini Allah'tan korunmaya, O'ndan korkmaya, sürekli O'nun gözetiminde bulunduklarının bilincinde olmaya çağırarak sona eriyor. O'nun emirlerine itaat etmeye çağırıyor. Çünkü yüce Allah, kendi yolundan sapanları iyiliğe ve doğru yola iletmez:

"Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah, fasıkları doğru yola iletmez."

Kurtubi, tefsirinde bu üç ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

"... Bu ayetlerin Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda hakkında indiği üzerine herhangi bir ihtilaf yoktur. Buhari, Darekutni ve diğer hadis derleyicileri İbni Abbas'tan rivayet ederek onun şöyle dediğini bildiriyorlar: Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda sürekli Mekke'ye gidip geliyorlardı. Bir ara Beni Sehm kabilesinden bir genç de onlarla beraber yola çıkmıştı. Genç hiçbir müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etmiş ve iki adama vasiyet etmişti. Onlar da kendilerine emanet edilen malları ailesine getirip teslim ettiler. Yalnız altın kaplamalı gümüş bir bardağı kendilerine sakladılar. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onları, bir şey saklamadıklarına ve bir şey almadıklarına dair yemin ettirdi. Sonra söz konusu bardak Mekke'de bulundu. Bardağın yanında bulunanlar onu, Adi ve Temini'den satın aldığını söylediler. Şehm kabilesinden iki adam bu bardağın, vefat eden akrabalarına ait olduğuna yemin ettiler ve şahitliklerinin Adi ve Temimi'n şahitliklerinden daha doğru olduğuna ve haddi aşmadıklarına and içtiler. Böylece Resulullah bardağa el koyup onlara teslim etti.

İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir.

Açıktır ki; bu hükümlerin kendileri için belirlendiği toplumun yapısı, bu olayların şekline hatta bu uygulamaların yapısına bir ölçüde etki etmiştir. Şahit tutmak ve bu şekilde şahidliğin doğruluğuna kanaat getirmek, namazdan sonra bir kalabalık içinde Allah'ın adına yemin etmek, dini duyguları harekete geçirmek; yalan ve sahtekarlığın ortaya çıkması halinde toplumda rezil olmaktan sakınmak içindir. Evet bunların hepsi de özel bir toplumun karakterini yansıtmaktadır. Bu uygulamalar onun ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun düşmektedir.

Bugünkü toplumlar da suçu tespit etmenin başka vasıtalarına ve başka başka uygulama şekillerine sahip olabilir. Yazmak, belgelemek, bankalara yatırmak ve benzeri şeyler gibi...

Yalnız, acaba bu ayetler bu günkü beşeri toplumlara karşı fonksiyonunu icra etmek güçlerini yitirmiş midir?

Biz çoğu zaman, belli bir toplumu göz önünde bulundurarak, bazı yasaların ve uygulamaların etkinliğini yitirdiğini ve artık onun zorunlu olmadığını, onların zamanı geçmiş bazı toplumların kalıntılarına dönüştüğünü zannederek yanılırız!

Beşeriyetin kendine başka yeni yöntemler edindiğini, bunların eskilerine ihtiyaç bırakmadığını sanırız!

Evet çoğu zaman aldanır ve bu dinin tüm ülkelerdeki ve tüm çağlardaki insanlığın tamamı için gönderildiğini unuturuz. Yine bugünkü insanlığın büyük çoğunluğunun halâ ilkel bir hayat yaşadığını ya da, henüz ilkel hayattan yeni yeni kurtulmakta olduğunu hesaplamayız. Bu insanlığın tüm şekillerine ve gelişme devrelerine uygun biçimde düşecek her çeşit ihtiyaca cevap verecek hükümlere ve uygulamalara ihtiyaç duyacağını unuturuz. İnsanlığın her dönemde ihtiyaçlarını bu dinden karşılayabileceğini bir merhaleden üst bir merhaleye geçtiğinde de, yine aynı şekilde, tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini düşünmeyiz. İnsanlığın, bu dinin şeriatında pratik tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini, sonra yavaş yavaş gelişerek ilerki merhalelerde de gelişmiş geniş ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini göz önünde bulundurmayız. Biz bunun, İslâm dininin bir mucizesi, İslâm şeriatının bir mucizesi olduğunu hesaplamaz, onun Allah tarafından bir işaret olduğunu kavramayız. Ve onun için de aldanırız.

Ayrıca biz, beşeriyetin bu devrelerini geçirmiş bulunan toplumlardaki bireylerin içinde bulunduğu zaruretleri, bu yasanın kolaylığını ve kapsamlılığını yansıtan tedavi yöntemlerini, bu dinin, her toplum ve durumda ilkellikte ve medenilikte, ormanda ve sahrada, çalışmasına müsait olan yöntemlerini göz önünde bulundurmadığımız zaman yine yanılırız. Çünkü İslâm, beşeriyetin her asır ve her toplumdaki değişmez dinidir. Ve bu, İslâm'ın büyük mucizelerinden biridir.

Biz insanlar olarak, insanları, insanların ilahından daha iyi bildiğimizi düşünerek de yanılırız. Fakat realiteler bizi zorunlu olarak alçak gönüllü olmaya iter! Ama realitelerin korkunç gerçeklerine toslamadan, bu gerçekleri hatırlamamız ne güzel olur. İnsanların yaratıcısı hakkında, insanların takınması gereken edebi takınmamız, kulların ilahına karşı kulların takınması gereken edebi takınmamız gerçekten ne güzel olur. Keşke düşünebilsek, anlıyabilsek ve ona göre tavır alabilsek...

Bu gelecek ders de bütün uzunluğu ile, akide konusunda bir düzeltmedir. Hristiyanların kendi inanç sistemine, kendilerinin katmış olduğu asılsız ilaveleri düzeltmeye çalışmaktadır. Hristiyanlar bu akidelerinde yaptıkları tahriflerle, onu temel kuralından saptırmış, onu semavi niteliğinden ayırmış, Hz. İsa'nın ve önceki peygamberlerin çağrıda bulunduğu mutlak tevhid inancından uzaklaştırmış ve Allah'ın dini ile hiç bir ilgisi bulunmayan şirk şekillerine dönüştürmüşlerdir.

İşte bu nedenle, bu gelecek ders, ilahlık gerçeğini ve kulluk gerçeğini arz ettiği bu dehşet verici sahne karşısında bu gerçeğe de yer vermeyi hedef almaktadır. Göz önünde canlandırılan bu sahnede, Hz. İsa, büyük bir peygamber topluluğu ve tüm insanların mahşeri kabalığı karşısında kendisinin ilahlığı ve annesinin ilah edinilmesi konusunda ümmetine hiçbir şey söylemediğini dile getirmekte ve bu tamamı ile şirkten ibaret olan inançlardan tamamen uzak olduğunu belirtmektedir!

Kur'an-ı Kerim, bu gerçeği, Kur'an'ın arz ettiği canlı, dile gelen, etkili, mesaj dolu, derin iz bırakan bir kıyamet sahnesinde tasvir yönüyle vermektedir. Bu insanın tüm duygularını sarsan ve tasvir edilen bu realitenin içine az sonra girecekmiş gibi gösteren bir tasvirdir. Gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bir realitedir bu. Bu sahnede bütün çabalar hareketler ve çehreler hayat doludur.!



109- Allah, bütün peygamberleri bir araya getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap verdi? diye sorar, Peygamberler de; bizim birşey bildiğimiz yok. Hiç şüphesiz sen gaybleri bilensin derler.

ALLAH'IN HUZURUNDA

Yüce Allah zamanın içine serpiştirdiği, arka arkaya, ayrı ayrı yerlere, ayrı ayrı milletlere gönderdiği peygamberlerini bir araya topladığı gün... Zaman, mekan ve milletlerin farklılığına rağmen, insanların hepsini tek bir davaya çağıran peygamberlerini... Son peygamberi de bütün zamanlara ve mekanlara, bütün renklere ve cinslere, insanların hepsine gönderdiği biricik davasını tebliğ eden peygamberleri topladığı gün...

Değişik milletlere, değişik zaman ve mekanlara gönderilen bu peygamberlerin hepsini, onları teker teker gönderen yüce Allah, bir araya topluyor. Onlar da çeşitli yönelişleri ve kabullenişleri biraraya topluyor. İşte bunlar, dünya hayatında insanların en seçkinleri... Beraberlerinde dünyanın her tarafındaki insanlara gönderilen Allah'ın mesajları... Ve onların ardından çeşitli asırlarda onları izleyen insan toplulukları... İşte bunların hepsi Allah'ın huzurunda. İnsanlığın yüce ilah huzurunda dehşet verici bir sahnede. Ve bu sahne baştan sona hayat ve canlılık dolu.

"Allah bütün peygamberleri bir araya getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap verdi?"

"İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?"

Bugün ürünler toplanıyor, parçalar yerleştiriliyor, peygamberler ilahî mesajların sonuçlarını Allah'a takdim ediyor ve şahidlerin yanı başında sonuçları ilan ediyor.

"İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?" Peygamberler de diğer insanlar gibi birer beşerdir. Onlar ancak gördüklerini bilir. Kendilerine gizli olan geleceği bilemezler.

Onlar kendi milletlerini doğru yola çağırmışlar, bazıları, bu çağrıyı kabul etmiş bazıları da, bu çağrıya sırtlarını dönmüşlerdir. Peygamberler getirdikleri mesaja kimlerin gerçekten sırt çevirdiğini bilseler de kimlerin onu gerçekten kabul ettiklerini bilemezler. Çünkü onlar işin yalnız dış görünüşünü bilirler. İşin iç yüzünü ise yalnız Allah bilir. Şimdi onlar, kendisini en güzel şekilde tanıdıkları ve büyüklüğü karşısında iliklerine kadar titredikleri ve O'nun karşısında bir şey bildiklerini söylemekten haya ettikleri, yüce Allah'ın huzurundadırlar. Herşeyi bilenin herşeyden haberi olanın huzurunda.

Bu dehşet verici mahşer gününde, yüksek ve düzeyli bir kesimin huzurunda; tüm insanların huzurunda gerçekleşen korkunç bir soruşturmadır. Bu insanların birbiriyle yüzleştirildiği, insanların peygamberleriyle karşılaştırıldığı özellikle bu insanlar da, peygamberlerini yalanlamış olan yalancıların, yalanladıkları peygamberleriyle yüzleştirildiği bir soruşturmadır. Bu soruşturmayla açıkça ortaya çıkıyor ki, bu değerli peygamberler ancak Allah katından görevlendirilmiş ve O'nun dinine çağırmışlardır. İşte şimdi onlar yüce Allah'ın huzurunda, kendi peygamberliklerinden ve daha önce kendilerini yalanlayan kavimlerinden sorguya çekilmektedir.

Peygamberler ise, gerçek ilmin yalnız Allah katında olduğunu ilan ediyorlar ve kendilerinin sahip olduğu bilgilerin ilmin gerçek sahibi huzurunda sözü bile edilemeyeceğini söylüyorlar. Onlar edeplerini ve hayalarını takınıyor ve Allah'ın huzurunda hadlerini biliyorlar.

"Peygamberler de bizim bir şey bildiğimiz yok. Hiç şüphesiz sen gaybleri bilensin, derler."

ALLAH'IN HZ. İSA'YA VERDİĞİ NİMETLER

İsa dışındaki tüm peygamberlere iman edenler iman etmiş, inkar edenler de inkar etmiştir. Onların işleri bu mükemmel ve kapsamlı cevap ile sona eriyor. Bu cevap ilminin tamamını Allah'a bırakıyor. Ve Allah'ın huzurunda işlerin tamamını O'na havale ediyor. Bu sahnede Kur'an ayetleri, onlar hakkında daha fazla bilgi vermiyor. Burada yalnızca Meryemoğlu İsa'ya hitap ediliyor, çünkü ümmetin kendisiyle fitneye düştüğü ve etrafında atmosferi oluşturan, Meryemoğlu İsa'dır. İnsanlar O'nun zatı hakkında yanılgılara ve asılsız düşüncelere düşmüşler. O'nun sıfatları, doğuşu ve sonu hakkında bir takım kuruntulara kapılmışlardı.

Burada hitap, Hz. İsa'yı ilahlaştıran, O'na tapan, O'nun ve annesi Meryem hakkında yığınlarca efsane uyduran kalabalığın huzurunda Meryemoğlu İsa'ya yöneltiliyor. Allah'ın O'na ve annesine bahşettiği nimetlere dikkat çekiliyor. Allah'ın, insanların O'nun peygamberliğini kabul etmesi için, O'na verdiği mucizeler dile getiriliyor. Buna rağmen onların içinden kendisini en çirkin şekilde yalanlayıp karşı koyduklarına, onunla ve Allah'ın kendisine verdiği mucizelerle onların fitneye düştüğü bu ayetler nedeniyle, O'nu Allah'la beraber ilah konumuna getirdiklerine işaret ediliyor.

Ayrıca bu mucizelerin hepsi onu yaratan, peygamber olarak gönderen ve mucizelerle destekleyen Allah tarafından yaratıldığına temas ediyorlar:



110- hani Allah dedi ki, ey Meryemoğlu İsa sana ve annene vermiş olduğum nimetleri, ayrıcalıkları hatırla:

Hani seni Ruhul Kudüs (Cebrail) aracılığı ile destekledim, hem beşikte hem de yetişkin yaştayken insanlarla konuşabiliyordun

Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim.

Hant benim iznimle çamurdan kuşa benzeyen bir şekil yapıyordun da içine üfleyince iznimle canlı bir kuş oluveriyordu.

Hani benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüyü dirilterek mezardan çıkarıyordun.

Hani açık mucizeler göstermem üzerine israiloğullarının kafirleri "Bu düpedüz bir büyüdür" dediklerinde, seni onların ellerinden kurtarmıştım.

111- Hani havarilere vahiy yolu ile, "Bana ve peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun üzerine onlar da, "inandık, şahid ol ki bizler müslümanız " dediler.

Bu ayet, Allah'ın, Hz. İsa'ya ve annesi Meryem'e verdiği nimetleri hatırlatmaktadır. Allah, O'nu, Ruhul Kudüs ile desteklemiş, henüz beşikte konuşma çağında değilken konuşturmuş, annesinin alışılmamış bir doğum yapması etrafında körüklenen şüpheleri bertaraf etmek, annesini temize çıkarmak için konuştuğu gibi yetiştiğinde onları Allah'a çağırmak için de konuşmuştu. Ruhul Kudüs olan Cebrail O'nu, hem burada hem orada desteklemişti. Dünyaya geldiği zaman hiçbir şeyi bilmediği halde Allah O'na kitabı ve hikmeti belletmişti. Kendisinden önce İsrailoğullarına gönderilen Tevrat'ı okumasını, kendisine verilen ve daha önceki Tevrat'ı destekleyen İncil'i öğretmişti. O'na Allah'ın izni dışında hiçbir insanın yapamayacağı harikulade mucizeleri vermişti. Buna bağlı olarak O, Allah'ın izniyle çamurdan kuşa benzer bir şekil yapıyor, ona üflediğinde Allah'ın izniyle canlı bir kuş oluveriyordu. Biz bu mucizelerin nasıl meydana geldiğini bugün dahi kavrayamıyoruz. Çünkü Allah'ın nasıl yarattığını ve bu hayatı canlılara nasıl verdiğini bilmiyoruz. Yine O, Allah'ın izniyle, anadan kör olarak doğmuş amayı görecek şekilde tedavi etmiş, Allah'ın izniyle alacalığı iyileştirmişti. Bunun için hiçbir ilaç da kullanmamıştı. Bugün tıp, anadan kör olarak doğan birisini görebilecek şekilde tedavi edemiyor. Fakat görme yeteneğini veren yüce Allah, insanın gözlerini aydınlatmaya elbette güç yetiriyordu. Tedavi olmak Allah'ın şifasının gerçekleşmesi için bir vasıtadır. Şifaya izin veren elbette ki bu vasıtayı değiştirebilir ve gayeyi vasıtasız olarak gerçekleştirebilir. Hz. İsa Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu. Hayatı ilk olarak veren Allah elbette ki onu dilediği anda tekrar geri verebilirdi. Sonra Cenabı Allah, mucizelerin hepsini gösterdiğinde israiloğullarının O'nu yalanlaması ve bu harikulade mucizelerini apaçık bir büyü olarak nitelemeleri üzerine, O'nu koruduğunu bir nimet olarak hatırlatıyor! Çünkü yahudiler binlerce kişinin gördüğü bu gerçekleri inkar edememiş, inatlarından ve üstünlük taslamalarından teslim de olmak istememişlerdi. Yüce Allah bu sırada Hz. İsa'yı korumuş, onların şerrinden muhafaza etmiş, onlar diledikleri gibi O'nu öldürememiş ve asamamışlardır. Aksine Allah, O'nun canını alarak katına yükseltmişti. Yine yüce Allah havarilere verdiği ilhamla, Allah'a ve peygamberine iman etmelerini sağlamış, onlar da bu ilhama yönelmiş ve teslim olmuşlardı. İsa'yı, imanlarına ve kendilerini Allah'a teslim edişlerine şahid olarak tutmuşlardı.

"Hani havarilere, vahiy yoluyla bana ve peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun üzerine onlar da, inandık şahid ol ki biz müslümanız dediler."

Bunlar yüce Allah'ın Meryemoğlu İsa'ya bir delil ve şahid olarak bahşettiği mucizelerdir. Ama ne yazık ki, onun izcilerinden pek çoğu mucizelerle onun etrafında sapıklara yer vermektedir. işte burada Hz. İsa seçkin bir topluluğun huzurunda onların çoğunluğunu oluşturan kendi ümmetinin de içinde bulunduğu bütün insanlar karşısında onlarla yüz yüze geliyor ki ümmeti bunu duysun ve gözleriyle görsün, yine bütün insanların huzurunda acı ve çirkin bir şekilde yaptıkları yüzlerine vurulsun.

Ayet-i kerimeler Hz. İsa'ya ve Annesine verilen nimetlerin yanında Allah'ın Hz. İsa'ya ve kavmine bahşettiği nimetlere de değinmektedir. Hem Havarilerin hem de ümmetin gözleriyle gördüğü Allah'ın kendisini onlarla desteklediği mucizelere temas etmektedir.



112- Hani havariler Ey Meryemoğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi?" diye sordular da İsa onlara "Eğer mümin iseniz Allah'tan korkunuz" demişti.

113- Havariler O'na dediler ki, "İstiyoruz ki, o sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven bulsun, bize doğru .söylediğini kesinlikle bilelim ve olayın tanıklarından olalım.

114- Bunun üzerine Meryemoğlu İsa şöyle dedi; "Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki bu gün hem öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. .Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.

115- Allah dedi k; Ben o sofrayı size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım.

Bu konuşma Hz. İsa'nın ümmetinin karakterini ortaya koymaktadır. Onların içinden seçkin bir topluluğu temsil eden havarilerin karakterini... Bir de görüyoruz ki, bunlarla peygamberimizin ashabı arasında büyük bir fark vardır...

Bunlar, Allah'ın kendilerine Allah'a ve peygamberi İsa'ya iman etmelerini ilham ettiği, onların da iman edip, İsa'yı müslümanlıklarına şahit tuttuğu havarilerdir. Bununla beraber onlar şu ana kadar gördükleri Hz. İsa'nın mucizelerine rağmen yeni bir harika istiyorlar ki, gönülleri onunla yatışsın, bununla Hz. İsa'nın kendilerine doğru söylediğini öğrensinler ve bu mucize ile O'nun doğruluğunu sonraki nesillere ulaştırabilecek bir tanıklık elde etsinler.

Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ashabı ise müslüman olduktan sonra ondan bir tek mucize istemediler. Onların kalpleri iman etti ve imanın serinliği sirayet ettiği andan itibaren gönülleri huzura kavuştu. Peygamberlerini doğruladılar. Bu delilden sonra onun doğruluğu için delil istemeye kalkışmadılar. Onlar Kur'an'ın dışında hiç bir mucize görmeden onun doğruluğuna tanıklık ettiler.

İşte Hz. İsa'nın havarileri ile Hz. Muhammed'in havarileri arasındaki fark. Bu ayrı bir seviye, o ayrı bir seviyedir. Bunlar da müslümandır onlar da müslüman... Bunlar da Allah katında takdir edilmiş onlar da. Fakat aralarındaki seviye farkı Allah'ın dilediği biçimde tamamen muhafaza edilmiştir.

SOFRA MUCİZESİ

Maide -sofra- kıssası Kur'an'da belirtildiği şekliyle hristiyanların kitaplarında yer almaz. Hz. İsa'dan uzun bir zaman sonra yazılan İncillerde de bu olaya değinilmez. Tabii ki bu İncillerde verilen bilgilerin Allah'tan gelen gerçeklere uygun düştüğü söylenemez. Bu İnciller, bazı din damlarının Hz. İsa'nın hayatı ile ilgili rivayetlerinden başka bir şey değildir. Bunlar Allah'ın O'na verdiği ve kendisine İncil diye verdiği bir kitap değildir.

Yalnız kutsal sofra haberi başka bir şekilde incillerde geçmektedir. Matta İncilinde 15. İshah'ın sonunda deniyor ki; "Ve Yesu (İsa) öğrencilerini çağırıp dedi: Ben herkese acıyorum. Çünkü şu anda onlar üç gündür benimle beraber yürüyorlar. Yiyecek bir şeyleri de yok. Yolda bayılmasınlar diye ben onları oruçlu olarak yola koymak istemem. Öğrencileri ona dediler ki: Bu ıssız yerde şu kadar büyük kitleyi doyuracak kadar ekmeği nerden bulabiliriz? İsa'da: Kaç ekmeğiniz var? diye sordu. Yedi ekmek ve biraz da küçük balık diye karşılık verdiler. İsa kitlelere oturmalarını söyledi. Yedi ekmeği ve balıkları aldı. Dua edip, ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. Öğrencileri de bunu kitlelere verdiler. Hepsi ekmeğini yedi ve karnını doyurdu. Sonra bu parçalardan yedi dolu sepeti kaldırdılar. Bu yemeği yiyenler kadınlar ve çocuklar hariç dört bin kişiydi..." Buna benzer rivayetler diğer İncillerde de vardır. (Kitab-ı Mukaddes. Matta)

Mücahid ve Hasan gibi bazı tabiiler (Allah onlardan razı olsun) kutsal sofranın inmediği kanısındadır. Çünkü yüce Allah'ın "Ben onu size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." sözlerini duyduklarında korktular ve O'nun inmesini istemekten vazgeçtiler.

İbni Kesir, Tefsirinde der ki "Leys b. Ebi Süleym Mücahidten O'nun şöyle dediğini rivayet eder: Kutsal sofra, Allah'ın verdiği bir örnektir. Fakat indirilmiş değildir. (İbni Ebi Hatim ve İbni Ceri rivayet etmiştir.) Sonra İbni Cerir der ki: Haris, Kasım b. Selman'dan, o da Haris'ten, İbni Cureye'den, Mücahit'den haber veriyor ki mücahid şöyle demiştir. Bu üzerinde yemek bulunan bir sofradır. onu isteyenler, inkar ettikleri takdirde cezalandırılacaklarını duyduklarında onu istemekten vazgeçtiler. İnmesi ile ilgili isteklerini geri aldılar. Yine İbni Cerir diyor ki:

Ebul-Müsenna, Muhammed b. Cafer'den, Şube'den, Mansur b. Zâdân'dan Hasan'dan rivayetle onun kutsal sofra hakkında şöyle dediğini rivayet eder: "Kutsal sofra inmemiştir." Bişr, Yezit'ten, Said'ten, Katade'den o da Hasan'dan rivayetle onun şöyle dediğini bildirir. Onlara: "Ama ondan sonra kim kafir olursa, onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." denildiğinde onlar: "Öyleyse gerek yok" dediklerinden kutsal sofra indirilmemiştir.

Şu kadar var ki, bu ümmetin selefi çoğunlukla kutsal sofranın indiği kanısındadır. Çünkü Allah: "Ben onu size indireceğim" buyurmuştur. Ve Allah'ın vaadi doğrudur. Kur'an'ın kutsal (maide) sofraya ilişkin verdiği bilgiler bizim için esastır, başka kaynakların verdikleri bilgiler değil...

Yüce Allah, mahşer gününde ve bütün insanların huzurunda Meryemoğlu Hz. İsa, kavmi ile karşılaştığında O'na nimetlerini hatırlatıyor:

"Hani havariler, Ey Meryemoğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi? diye sordular."

Hz. İsa'nın öğrencileri en yakın arkadaşları ve onu en iyi tanıyan havariler, O'nun bir insan olduğunu... Meryem'in oğlu olduğunu biliyorlardı. Ve O'nu en güzel tanıdıkları isimle çağırıyorlardı. O'nun ilah olmadığını, Allah'ın ilahlığını onaylayan ibadet eden bir kul olduğunu, Allah'ın oğlu olmadığını, ancak Meryem'in oğlu olduğunu ve Allah'ın kullarından biri olduğunu biliyorlardı. Yine O'nun vasıtasıyla gerçekleşen mucizelerin O'nun ilahı tarafından meydana getirildiğini, O'nun kendi özel gücü ile bu mucizeleri yapmadığını biliyorlardı. Bu nedenle gökten bir sofranın kendilerine indirilmesini istediklerinde, bunu ondan istemiyorlardı. Çünkü onlar, İsa'nın kendi başına bir mucizeyi yapamayacağını biliyorlardı. Onun için meseleyi şöyle dile getiriyorlardı:

"Ey Meryem oğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi?"

Havarilerin "indirebilir mi?" cümlesi değişik yorumlara yol açmıştır. Onlar Allah'a iman ettikten ve Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) müslüman oluşlarına şahit tuttuktan sonra nasıl böyle bir ifade kullanabiliyorlardı? Bazıları: "İndirebilir mi?" cümlesinin gücü yeter mi" anlamında olmadığını buradan amacın güç yetirmenin kendisi olduğu ve onu indirebileceği anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: Sen dilediğin zaman "Allah yapar mı?" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu cümle "ta" ile "testetiu" şeklinde de okunmuştur. Bu durumda "Sen Rabbine dua edip bize gökten bir sofra indirmesini sağlayabilir misin?" anlamına gelir.

Ne olursa olsun. Hz. İsa (selâm üzerine olsun) onları bu tür bir harikayı istememeleri için uyarmıştır. Çünkü müminler harikaları istemez ve Allah'a öneride bulunmazlar.

"Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkunuz, dedi."

Fakat havariler, bu taleplerinin illetini, sebeplerini ve bununla amaçladıklarını açıklayarak istediklerini tekrarladılar:

"Havariler O'na dediler ki, "İstiyoruz ki, o sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven bulsun, bize doğru söylediğini kesinlikle bilelim ve bu olayın tanıklarından olalım."

Onlar, yeryüzünde hiç kimsede benzeri bulunmayan eşsiz yemekten yemek gözlerinin önünde, gerçekleşen bu harikayı görmekle kalplerini huzura kavuşturmak, Hz. İsa'nın kendilerine doğru söylediğine kesin kanaat getirmek ve bu mucizenin gerçekleştiğini diğer insanlara ulaştıracak şahitler olmak istiyorlar.

Daha öncede belirttiğimiz gibi, bütün bunlar belli bir seviyeyi peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ashabının seviyesine ulaşmayan bir seviyeyi tasvir etmektedir. Bunlar onlarla karşılaştığında da farklı bir yapı arz ettikleri ortaya çıkar!

İşte bu sırada Hz. İsa (selâm üzerine olsun) Rabbine yönelerek O'na niyazda bulunuyor:

"Bunun üzerine Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bu gün hem öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın."

Kur'an'ın sürekli olarak kullandığı bir ifade olan Meryemoğlu sıfatı ile anılan Hz. İsa'nın bu duasında bile seçkin ve Rabbini en güzel biçimde tanıyan bir kulun edebi görülmektedir. O Rabbine şöyle sesleniyor: Allah'ım... Ey Rabbimiz... Bize gökten, bizi hayra boğacak, bayram gibi bir sevinç yaşatacak, hem öncekilerimize hem sonrakilerimize bir bayram olarak bir sofra indir. Kuşkusuz bu da senin rızkındandır. Rızık landır bizi. Sen rızık verenlerin en iyisisin... Demek ki Hz. İsa Rabbini biliyor, Rabbinin Allah olduğunu biliyor. Hz. İsa bunu bütün alemlerin hazır olduğu bir sırada, ümmetin huzurda ve büyük bir kalabalığın huzurunda.

Yüce Allah da iyi bir kul olan Meryemoğlu İsa'nın duasını kabul etmişti. Yalnız şanının yüceliğine yaraşır bir şekilde: Onlar bir harika istemişler Allah'ça onların bu isteklerini kabul etmiştir. Ve bu harikadan sonra inkar edilenleri hiç kimseyi çarptırmadığı gerçekten şiddetli bir azaba çarptıracağını şart koşarak...

Allah dedi ki, ben onu size indireceğim ama ondan sonra kim kâfir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım."

İşte bu, gerçekten yüce Allah'a layık yaraşan bir ciddiyettir. Ta ki harikalar istemek oyun ve eğlence gelmesine apaçık ve kesin delilden sonra da küfür yolunda devam edenler korkunç bir cezaya çarptırılmadan bırakılmasın!

Mucizelere rağmen peygamberleri yalanlayanların yok edilişi Allah'ın öteden beri sürüp gelen değişmez bir yuvasıdır. Burada ise bu cezanın hem dünya azabı hem de ahiret azabı olma ihtimali vardır.

HZ. İSA'NIN ŞAHİDLİĞİ

Ayet-i kerimelerin akışı Allah'ın vaadinden ve tehdidinden sonra tekrar ana meseleye... İlahlık ve Rabblık konusuna dönmek üzere kesiliyor. Zaten bu dersimizin tamamını kuşatan meseleyi oluşturuyor.

Şimdi tekrar bütün alemin gözü önünde hala açıkça durmakta olan büyük manzaraya dönelim, tekrar dönelim ki, Meryemoğlu İsa ve annesi için iddia edilen ilahlık meselesinde doğrudan bir soruşturma dinleyelim. Hz. İsa'ya tapanlar hakkında yöneltilen bu soruşturmada onlar Hz. İsa'yı dinleyecekler, Hz. İsa kendisi adına uydurulan bu büyük iftiradan korku ve dehşet içinde Rabbine yönelip ondan tamamen uzak olduğunu dile getirecek:



116- Hani Allah "Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin " dedi. İsa şöyle dedi; "Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.

117- Ben onlara sadece bana emrettiğini yani "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim. Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek gözetleyicisi Sen oldun. Her şeyin şahidi Sensin.

118- Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin kullarında; eğer günahlarını affedersen kuşku yok ki Sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin.

Yüce Allah Hz. İsa'nın insanlara ne söylediğini çok iyi bilmektedir. Fakat bu o korkunç günde korku ve dehşet dolu soruşturmanın gereğidir. Bu soruşturmada özellikle sorunun kendisine yöneltildiği şahıstan başkasına mesaj verilmek istenmektedir. Fakat olayın bu şekilde ortaya konuşu onurlu ve iyi bir kul olan bir şahsı ilahlaştıranların tutumlarını daha net, eylemlerinin çirkinliğini daha rahat gözlenebilir bir konuma sokmaktadır.

Bu öyle büyük bir günahtır ki, normal bir insan bile böyle bir iftiraya dayanamaz. Kul olduğunu bile bile ilahlık iddiasına kalkışamaz. Nasıl olur da Ulu'l Azm'dan bir peygamber Meryemoğlu İsa böyle bir iddiaya kalkışabilir.

Halbuki ona yüce Allah peygamberliğinden önce de peygamber olduktan sonra da bir dizi nimet vermiştir. O doğru yolda bulunan salih bir kul olduğu halde ilahlık iddiası ile ilgili bir soruşturma nasıl ona yöneltilebilir?

İşte bunun içindir ki huşu ve huzur, dehşet ve ürperti ile dolu bulunan cevap tashih ve tenzih ile başlıyor:

"Gerçek olmadığını bildiğin bir sözü söylemek bana yakışmaz.

Bizzat Allah'ı; kendisinin bu olaydan uzak olduğuna şahit gösteriyor. Ayrıca Allah'ın huzurunda küçüklüğünü dile getirerek kendi kulluğunun özelliklerini ve Rabbinin ilahlık özelliklerini açıklıyor:

"Eğer böyle bir şey söyleseydim, sen bunu bilirdin sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem hiç kuşkusuz sen gaybleri bilensin.

İşte ancak o zaman ve uzun tenzihten sonra söylediklerini ve söylemediklerini ifade etmeye, anlatmaya geçiyor. Onlara ancak kendisinin ve kavminin Allah'a kul olduğunu ve onları Allah'a kulluğa çağırdığını açıklıyor:

"Ben onlara ancak bana emrettiğini, yani benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim."

Vefatından sonra onlardan elini-eteğini çektiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce Hz. İsa'nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı rivayetler O'nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada anlayabildiğim kadarıyla Allah'ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim şehidlerde yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah'ın katında diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz. Hz. İsa'nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: "Fakat sen canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem" demektedir.

"Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek gözetleyicisi sen oldun her şeyin şahidi sensin."

Hz. İsa onların işini kayıtsız şartsız Allah'a havale ederek sözlerini bitiriyor Bununla beraber onların yalnız Allah'a kulluk yapmaları gerektiğini onları bağışlama veya cezalandırma gücünün yalnız Allah'ta olduğunu belirtiyor, onları hem bağışlama hem de cezalandırma konusunda hikmetine uygun olarak hesaba çekecek olanın da olduğunu bildiriyor.

"Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin kullarındır eğer günahlarını affedersen, kuşku yok ki, sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin."

Aman Allah'ım! Allah'ın salih bir kulu ne korkunç bir tabloyla karşı karşıya!

Allah'ın tertemiz kulunun bu derece ürperti içinde kendisinden uzaklaştığı ve bu nedenle Rabbine bu kadar samimiyetle yönelip niyazda bulunduğu bu büyük iftirayı ortaya atanlar nerede acaba?

Bu durumda bu sahnede nerdedir onlar? Kur'an ayetleri onlara bir tek defa daha dönüp bakınıyor. Herhalde onlar utançlarından ve pişmanlıkları altında eriyip yok oluyorlar. Biz de ayet-i kerimelerin onları kendi halleriyle baş başa bıraktığı gibi bizde onları bırakıp bu ilginç sahnenin son kısımlarını görmeye çalışalım:



119- Allah dedi ki; Bugün, doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür, onlar için altından nehirler akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennétler vardır. Allah onlardan razıdır, onlar da ondan razıdırlar. İşte o büyük kurtuluş, o büyük başarı budur.

... Bugün doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür. Bu değerlendirme yalancıları yalanlarıyla bu onurlu peygambere bütün meselelerin en büyüğünde yakıştırdıkları büyük iftiranın sonuçlarıyla uygun düşen bir sonuçtur. Bu, evrenin bütünüyle içindeki eşya ve canlılarla gerçek temeline dayandığı ilahlık ve kulluk meselesidir..

... Bugün doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür. Bu alemlerin yüce Rabbinin sözüdür. Bütün alemlerin huzurunda gerçekleşen korkunç soruşturmanın sonunda gelmektedir. Ve o bu sahnenin son sözüdür. Bu konudaki en kesin sözdür. Bununla beraber doğruluk ve doğrulara yakışan mükafat da dile getirilmektedir:

"Onlar için altlarında nehirler akan cennetler vardır.

"İçlerinde ebedi olarak kalacakları"

"Allah onlardan razıdır."

"Onlar da ondan razıdırlar."

Bunlar birbirinin ardından gelen derecelerdir. Cennetler... Orada ebedi kalmak. Allah'ın rızası. İlahlarından gördükleri ağırlama ile hoşnut olmak.

"İşte o büyük kurtuluştur."

Kur'an'ın kendisine özgü sunuş metodu ile ortaya koyduğu neyi gördük ve son sözünü işittik, gördük ve duyduk. Çünkü Kur'an'ın tasvir metodu söylenen sözleri bir vaad halinde bırakmıyor beklenen bir gelecek halinde sunmuyor. Yine onu kulakların duyduğu gözlerin okuduğu soyut ibareler şeklinde vermiyor, o bu tasvir metodu ile duyguları harekete geçiriyor ve gözlerin görebildiği kulakların işitebildiği şu anda meydana gelen gerçek bir olay şeklinde canlandırıyor.

Şunu da belirtmek gerekir ki, önünde bir dizi engel bulunan biz insanlara göre beklenen bir gelecek, bir kıyamet günü varsa da o gün Allah'ın mutlak ilmine göre ortada bulunan bir realitedir. Zaman ve zamanın engelleri fani birer varlık olan biz insanların düşüncelerinde ancak söz konusu olabilir.

Bu dersin hiç bir peygamberin izcileri tarafından daha büyüğü ortaya atılmamış büyük iftiranın Meryemoğlu İsa-Mesih'in takipçileri tarafından uydurulan büyük iftiranın, onun ilahlığı ile ilgili iftiranın Hz. İsa'nın bu derece kendisini uzak tuttuğu ve kavminin işini bu konuda tamamıyla Rabbine havale ettiği asılsız iftiranın sonunda.:.

Bu iftiranın tasvir edildiği ve bu korkunç soruşturmanın sunulduğu bu büyük sahnede bu dersin sonunda surenin sonuna imzasını atan bir gerçeğe parmak basılıyor. Burada yüce Allah'ın yeryüzünün göklerin ve oralarda bulunan her şeyin yalnız Allah'ın egemenliğinde olduğu ilan ediliyor. Ve onun yüce kudretinin sınırsız bir şekilde her şeyi kuşattığı ifade ediliyor.



120- Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği Allah'ın tekelindedir. O'nun herşeye gücü yeter.

Etrafında önce büyük fırtınaların koparıldığı o büyük iftira meselesiyle ve Allah'ın tek başına ilmiyle, tek başına ilahlığıyla, tek başına kudretiyle ağırlığını koyduğu, tüm peygamberlerin kendisine sığındıkları, her şeyin emrini ona havale ettiklerini, Meryemoğlu İsa'nın da kendi işini ve kavminin durumunu O'na havale ettiği üstün iradeli hikmet sahibi Allah'ın üstünlüğünü ortaya koyan büyük sahne ile uyum sağlayan bir sondur bu. "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği onun tekelindedir. Ve onun her şeye gücü yeter."

Bu son "Din"den söz eden ve onu yalnız Allah'ın şeriatına uyma, yalnız O'ndan direktif alma, baskısının hükümleriyle değil, O'nun gönderdiği hükümlerle hükmetme şeklinde somutlaştıran sürenin muhtevasıyla da tamamen bağdaşan bir sondur bu .. O öyle bir hakimdir ki göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği O'nundur. O öyle bir hüküm sahibidir ki, her meselede hüküm verme yetkisi yalnız O'nundur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler ise kafirlerin ta kendileridir" (Maide Suresi, 44)

Bu dava tek bir davadır... İlahlık davasıdır. Tevhid davasıdır. Allah'ın . hükümleriyle hükmetme davasıdır. Çünkü ancak bu şekilde ilahlık makamı bire indirgenebilir. Ancâk bununla tevhid akidesi gerçekleşebilir.