21 Temmuz 2007 Cumartesi

NEBE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını, ikinci ayetinde geçen "Büyük Haber" deyiminden almıştır. Surenin muhtevası ve bahsedilen konular da, surenin bu adı almasına neden olmuştur. Nebe' kelimesinin anlamı "Haber" yani kıyamet ve ahiret gününden haber, demektir.

Konu: Bu surenin konusu da, Mürselat Suresi gibi kıyamet gününün ve ahiret hayatının açıklanarak, ispatlanmasına yöneliktir. Kıyamet gününü ve ahiret hayatını kabul veya inkâr etmenin sonuçlarının, bununla birlikte müminler ve kafirler üzerindeki etkilerinin neler olabileceği hakkında bilgi verilmektedir.

Rasulullah (s.a), Mekke'deki tebliğini üç temel ilkeye dayalı olarak sürdürüyordu:

1) Allah'tan (c.c.) başka ilâh yoktur.

2) Muhammed O'nun kulu ve elçisidir.

3) Dünya fânîdir ve ondan sonra yeni bir hayat başlamaktadır. Bu yeni hayatta gelmiş-geçmiş bütün mahlûkat cismanî olarak diriltilecek, inanç ve davranışlarının karşılığını görecektir. Artık mümin ve salih olanlar için ebedî bir cennet hayatı, kâfirler ve fasık olanlar için ise, ebedî bir cehennem hayatı vardır..

Rasulullah ile Mekkeli müşrikler arasında şiddetli bir çatışma olmasının temelinde, işte bu üç neden yatmaktaydı.

Birinci husus, çatışmaya neden teşkil ediyordu, çünkü Mekkeliler Allah'a (c.c.) inanıyorlar ve Allah'ı (c.c.) Yüce Yaratıcı, Rızk Verici olarak da kabul ediyorlardı.

Ancak Mekkelilerin taptıkları diğer tanrıların, Allah'ın (c.c.) kudreti dışında işgal ettikleri mevkî ve yetkilerinin sınırları, ihtilafın merkezini oluşturuyordu.

İkincisi, Hz. Muhammed'i (s.a.) Allah'ın (c.c.) gönderdiği bir rasûl olarak kabul etmiyorlardı. Fakat Mekkeliler aynı zamanda biliyorlardı ki, Muhammed onların arasında risaletinden önce 40 yıl geçirmiş ve kendi çıkarları sözkonusu olsa bile, hiçbir zaman yalan söylememişti. Ayrıca Mekkeliler, feraset sahibi, dürüst ve üstün ahlâk timsali olarak tanıdıkları Muhammed'in peygamberliğini inkâr ediyorlarsa da, şu problemin kafalarında bir istifham oluşturmasına engel olamıyorlardı. Muhammed gibi dürüstlük, doğruluk ve sadakat timsali olan biri, nasıl olur da böyle bir konuda yalan söyleyebilirdi? İşte bu nedenden ötürüdür ki, Hz. Muhammed'e (s.a) karşı yalan, iftira ve binlerce hile ile aleyhinde propaganda yapan bu insanlar, risaletin dışında kalan sahalarda onu dürüst kabul etmek zorunda kalıyorlardı.

Üçüncü husus (Kıyamet ve Hesap gününü) kabul etmek, Mekkelilere ilk iki hususu kabul etmekten daha güç geliyordu. Mekkeli müşrikler bu 'haber'i, yani ölümden sonra dirilişi, bir hikaye olarak değerlendiriyorlar ve bunun akla aykırı, imkansız bir şey olduğunu söylüyorlardı. 'Çürüyen vücudumuz toz olduktan sonra tekrar mı dirilecek?" gibi sorular ile Hz. Muhammed'e karşı bir iftira kampanyası açarak, söylenti çıkarıyorlar ve bu hususu her yerde alay konusu yapıyorlardı. Ancak herşeye rağmen Hz. Muhammed, (s.a.) Mekkelileri İslâm'a davet ederken, onları ölümden sonra dirilişe ve Ahiret'e inandırmak zorundaydı. Bir insanın, bu esasa inanmadan Hak ve Bâtıl konusundaki düşüncelerinde ciddi bir değişiklik olması beklenemez. Çünkü bu esasa iman, hayr ve şerr'i anlamada bir ölçüdür. Yine bu esasa iman etmeden, maddeci düşüncenin boyunduruklarından kurtulmadan İslâm'a girmek mümkün değildir. Bu nedenden ötürü Mekke'de nazil olan sureler, ekserî ahiret düşüncesini işlemiştir. Aynı zamanda böyle bir tarz-ı istidlâl, tevhid anlayışını zihinlere yerleştirirken, kısaca Hz. Muhammed'in (s.a) risaletini ve Kur'an'ın gerçekliğini de anlatmış oluyordu.

Bu dönemde nâzil olan surelerin, ahiret konusunu niçin sürekli tekrar ettiğini anladıktan sonra, bu surenin muhtevası üzerinde biraz duralım.

Nebe' Suresi'nin başında, ilk olarak ahiret haberinden söz edilmiştir.

Çünkü Mekke'nin her yerinde, her evde ve her mecliste bu haber hakkında konuşuluyordu. Bu konuşmalar üzerine Allah (c.c) şöyle buyurdu;

"Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı? Dağları birer kazık? Ve sizi çift çift yarattık. Uykunuzu bir dinlenme, geceyi de bir örtü kıldık."

İnsan gündüzleri çalıştıktan sonra, geceleri dinlenmek zorunda değil midir? Geceye gündüz eklenmemiş midir? Öyle ki, birbirlerini sürekli takip etmektedirler. Gökyüzünün nasıl bir düzen içinde kaim olduğunu görmüyor musunuz? Güneşi size ışık ve ısı vermesi için aracı kıldık. Bulutları gönderdik ki, size yağmur getirsin ve onunla, bitkilerle, ağaçlarla bezenmiş bahçeler oluşsun. Bütün bunları yaratan kudret sahibi Allah'ın (c.c), Kıyamet ve Ahiret günü sizi diriltip, hesaba çekmekten aciz olabileceğini nasıl düşünebilirsiniz? Mükemmel bir şekilde yaratılmış bulunan bir nizamın, nasıl devam etmekte olduğunu akletmiyor musunuz? Böyle bir nizamın, bir gayeye yönelik olmaması mümkün mü? Bundan daha boş ve daha anlamsız bir düşünce olabilir mi? Yaşadığı arz üzerinde, kendine geniş bir muhtariyet verilmiş olan insanoğlu, belli bir süre yaşayacak ve hayatı son bulduktan sonra, yaptıklarının karşılığını görmeyecek midir?

Bütün bu delillerden sonra açıkça belli olmuştur ki; kuşkusuz birgün İlâhî Adalet'in yerini bulması için mahkeme kurulacak ve Sûr'a son kez üfürüldüğünde herkes, heryerden hesap vermek üzere bölük bölük huzura geleceklerdir. İşte o zaman siz insanların iman edip-etmemesi hiç farketmeyecektir. Çünkü şimdi size verilen bu haberin gerçekliğine o gün bizzat kendiniz şahit olacaksınız.

Daha sonra surenin 21. ve 30. ayetleri arasında, Kıyamet gününü inkâr ederek, hesab vereceklerine inanmayan insanların, bütün davranışlarının tüm ayrıntılarıyla kaydedildiği ve cehennemin de tuzak kurmuş olarak, onları nasıl beklediği anlatılmaktadır. Onlar orada amellerinin tam karşılığını göreceklerdir. 31. ayetten 36. ayete kadar ise, iman edenler için verilen "müjde"nin nitelikleri açıklanmıştır. Müminler bu dünyada sorumluluklarını bilerek ve kıyamet gününü dikkate alarak, davranışlarını düzenledikleri için, 'en güzel mükâfat' ile ödüllendirileceklerdir. Ayrıca müminler mükâfat olarak, sadece amellerinin karşılığını değil, daha fazlasını da göreceklerdir.

Surenin son bölümünde Allah (c.c), Kıyamet gününün manzarasını tasvir etmiştir. O gün Yüce Allah'ın (c.c.) huzurunda, hiç kimse kendinde konuşma cesareti bulamayacaktır. Ancak şefaat edebilmeleri için, Allah'ın (c.c.) kendilerine izin verdikleri kimseler müstesna. Şefaat izni olanlar da istedikleri şekilde şefaat edebilme hakkına sahip olamayacaklardır. Çünkü şefaat; iman ettiği halde, günahkâr olan kimseler içindir, asi ve inkârcılar için değil.

Sure Allah'ın (c.c.) şu buyrukları ile tamamlanıyor; Size hakkında haber verilen o gün kuşkusuz gelecektir ve çok uzak da değildir. Artık dileyen Allah'a (c.c.) iman etsin ve ahiret için davranışlarını düzeltsin. Eğer insanoğlu, davranışlarını düzeltmez ve inkârında ısrar ederse, Kıyamet günü amelleri önüne serildiğinde şöyle diyecektir; "Ah! Keşke bu dünyaya gelmemiş olsaydım." Halbuki bugün insanoğlu, dünyanın peşinden büyülenmişçesine koşmaktadır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Birbirlerine hangi şeyi sorup duruyorlar?

2 O büyük haberi 1mi?

3 Ki kendileri hakkında anlaşmazlık içindedirler.

4 Hayır, 2yakında bileceklerdir.

5 Yine hayır; yakında bileceklerdir.3

6 Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı?4

7 Dağları da birer kazık?5

8 Sizi çift çift yarattık.6

9 Uykunuzu bir dinlenme 7yaptık.

10 Geceyi bir örtü yaptık.

11 Gündüzü bir geçim-vakti 8kıldık.

12 Sizin üstünüze de sapasağlam yedi-gök bina ettik.9

13 Parıldadıkça parıldayan bir kandil (güneş) kıldık.10

AÇIKLAMA

1. Büyük Haber deyimiyle, Kıyamet günü kastedilmektedir. Kıyamet günü hakkında Mekke müşrikleri çeşitli sorular soruyor ve diyorlardı ki; Bu ne ilginç bir haberdir? Kemiklerimiz toz olmuşken tekrar nasıl diriltilebiliriz. Bu imkânsız birşeydir. Gelmiş-geçmiş bunca insan diriltilerek, ayağa kaldırılması olacak şey midir? Koca dağların parçalanarak dağılması, güneşin sönmesi, ay ışığının kaybolması ve bu dünya nizâmının alt-üst olması mümkün müdür?

Bizler Muhammed'i aklı başında feraset sahibi biri olarak bilirdik. Oysa o, bizlere nasıl haberler veriyor. Madem öyle, onun haberini verdiği cennet, cehennem nerededirler? Şimdiye kadar Muhammed bize, bu tür şeylerden hiç bahsetmemişti. Niçin durup dururken bize böyle haber vermeye başladı?

'Ki onlar onda ayrılığa düşmektedirler.' ayeti iki anlama da gelebilir. Birincisi onlar bu haber hakkında farklı düşünceler taşımaktadırlar, ikincisi onlar dünya hayatının son bulacağı konusunda aralarında bir akide birliği olmamakla birlikte ihtilaf içindelerdi. Bazıları Hristiyanlığın etkisi altında bulunduklarından dolayı Maad'a inanıyorlar, fakat ölümden sonraki hayatin cismânî olmayıp, ruhanî olduğunu söylüyorlardı. Bazıları çeşitli tereddütler taşıyorlardı; "Saat nedir bilmiyoruz, onu sadece bir kuruntu sanıyoruz, biz ona inanmıyoruz." (Câsiye-32) Bazıları ise, öbür dünyadaki hayata hiçbir şekilde inanmıyorlardı; "Dediler ki, dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, diriltilecek değiliz." (En'am-29) Bazı ateist (dehrî)ler de diyorlardı ki; "Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur, ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor." (Câsiye-24) Yine bazıları ölümden sonraki dirilişi imkânsız sanarak şöyle söylüyorlardı; "Şu Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" (Yâsin-78) Mekkeli müşriklerin bu kadar farklı düşüncelere sahip olmaları, onların bir ilme dayanmadan zan ve kuruntu ile birlikte düşündüklerini gösterir. Şayet bir ilme dayansalardı, aralarında bu kadar köklü anlaşmazlıkların olmaması gerekirdi. Daha fazla bilgi için bkz. Zâriyat an: 6

2. Onların bu konudaki tüm sözleri yanlıştır ve kesinlikle onların düşündükleri gibi değildir.

3. Yani, o zaman çok uzakta değildir ve şimdi ileri geri konuşuyorlarsa da onlar yakında bu gerçeğe bizzat şahit olacaklardır. Böylece Resulullah'ın (s.a) verdiği haberlerin doğru ve gerçek olduğunu, onların 'zan' ettikleri gibi olmadığını da anlayacaklardır.

4. Yeryüzünü insan için bir döşek, yani bir sükûn yeri kıldık. Yeryüzünün bir sükûn yeri kılınmış olmasının kudret ve hikmetleri hakkında, Tefhimu'l-Kur'an'ın çeşitli yerlerinde açıklamalar yapılmıştır. Bkz. Neml an: 73-74-81, Yâsin an: 29, Mümin an: 90-91, Zuhruf an: 7, Câsiye an: 7, Kaf an: 18.

5. Yeryüzüne dağların yerleştirilmesi ile ilgili hikmetlerin anlaşılabilmesi için bkz. Nahl an: 12, Neml an: 74, Mürselât, an: 15

6. İnsanların erkek ve kadın olmak üzere çift çift yaratılmasında büyük hikmetler vardır. Açıklama için bkz. Furkan an: 69, Rum an: 28-30, Yâsin an: 31, Şura an: 77, Zuhruf an: 12, Kıyamet an: 25

7. Uyku ihtiyacı insanın fıtratında vardır ve çalışabilmesi için insan dinlenmek zorundadır. Bkz. Rum an: 33

8. Gece karanlık yaratılmıştır, çünkü insan karanlıkta daha iyi istirahat edebilir. İnsanın geçimini sağlayabilmesi için ise, gündüz aydınlık yaratılmıştır. Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinden doğan sayısız yararlardan sadece biri burada zikredilmiştir. Buradaki vurgulama, içinde yaşadığımız nizâmın, gayesi olmaksızın bir rastlantı sonucu oluşmadığına işarettir. Bu gerçeğin ardında sayısız yararlar vardır ve gerçekten de insanın çıkarları doğrudan doğruya buna bağlıdır. Örneğin rahatça uyuyabilmeniz için vücudunuzun gece karanlığına ihtiyacı vardır. "Biz bunun için geceyi karanlık yarattık ve rızık sağlayabilmeniz için aydınlığa olan ihtiyacınızı gündüzü yaratarak karşıladık. Bu muazzam nizam sizin ihtiyaçlarınıza cevap verecek şekilde yaratılmıştır." İşte böylesine eşsiz bir nizâmın, bir Hâlık'ı ve Hakîm'i olduğunu, bu sistemin bizzat kendisi kanıtlamaktadır. Bkz. Yunus. an: 65, Yasin. an: 32, Mümin. an: 85, Zuhruf. an: 4.

9. "Şidaden" kelimesi, "sağlam" anlamında kullanılmıştır. Göğün sınırları sağlamdır. Yani gökyüzünde sayısız yıldızlar dolaşıyor, herbiri kendi yolunu takib ediyor ve buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar. Daha fazla bilgi için bkz. Bakara. an: 34, Râ'd. an: 2, Hicr. an: 8-12, Müminun. an: 15, Lokman. an: 13, Yasin. an: 37, Saffat. an: 5-6, Mümin. an: 90, Kaf. an: 7-8.

10. "Vehhacen" kelimesi, güneş için kullanılmıştır. Asıl anlamı çok parlak ve çok sıcak demektir. Biz bu kelimeyi tefsir ederken, iki anlamı da tercih ettik. Allah (c.c.) bu ayetiyle büyük bir kudret ve hikmete işaret etmektedir. Güneşin çapı yeryüzünün çapından 109 kat daha geniştir ve güneşin sıcaklığı 4 milyon C°'dir. Yeryüzünden 933 milyon mil uzaklıktadır. Buna rağmen bir kimse, çıplak bir gözle güneşe bir süre baksa, gözleri aşırı derecede kamaşır. Yine güneşin sıcaklığı o kadar şiddetlidir ki, bazı bölgelerde bu sıcaklık 140 F° kadar yükselir. Güneşin yeryüzü ile arasındaki uzaklığın orantılı bir ölçüye göre ayarlanması, Allah'ın (c.c) yüce kudretinin bir göstergesidir. Güneş şayet dünyaya belli bir mesafeden daha yakın olsaydı, yeryüzü sıcaklıktan kavrulurdu. Yine belli bir mesafeden uzak olsaydı yeryüzünde herşey soğuktan donar, insan, hayvan ve bitkilerin yaşamaları mümkün olmazdı. Güneşin ölçülü bir ısı yayması ile yeryüzünde hayat devam eder. Bu ölçülü ısı yayılmasıyla birlikte, bitkiler yeşerir, olgunlaşır ve kendilerinden yararlanılacak hale gelirler. Aynı zamanda bu sıcaklık buharlaşmaya neden olur ve bulutlara yükselerek çeşitli bölgelerde yağmurun yağmasını sağlar. Allah Teâla'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması nedeniyledir ki, milyonlarca seneden beri, yeryüzünde aydınlık, ısı ve ışınların yayılması mümkün olabilmektedir.

14 Sıkıp suyu çıkaran (bulut)lardan da 'bardaktan boşanırcasına bir su' indirdik.

15 Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye

16 Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri11 de.

17 Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.

18 Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz.12

19 O sırada gök açılmış ve kapı kapı olmuştur.

20 Dağlar yürütülmüş, artık bir serab oluvermiştir.13

21 Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir.14

AÇIKLAMA

11. Yağmurlar dolayısıyla yeryüzünde bitkilerin, yeşilliklerin ve bahçelerin oluşması hakkında açıklama için bkz. Rum. an: 35, Şuara. an: 5, Müminun. an: 17, Nahl. an: 53/a, Zuhruf. an: 10-11, Mümin. an: 20, Yâsin. an: 29, Fâtır. an: 19, Vakıa. an: 28-30. Bu konu ile ilgili ayetlerde tabiat kanunlarının işleyişi hakkında bilgi verilerek, kafirlerden içinde yaşadıkları tabiatı ve hatta bizzat kendi hayatlarını tefekkür etmeleri istenmiştir.

Bu ayetler sizin dikkatinizi iki noktaya çekmek istemektedir: Birincisi, bu muazzam ve muhteşem nizam bir raslantı sonucu kendi kendine oluşmamıştır. Ayrıca düzenli bir biçimde kendinden istenileni yerine getirmektedir. İkincisi, hiçbir şey maksatsız yaratılmamıştır. Dolayısıyla herşeyin bir nedeni ve gayesi vardır. Bu hususları düşünebilmiş bir insanın, Allah'ın (c.c) kainatı yok ettikten sonra, yeniden yaratmaya gücünün yetmiyeceğini sanması için aklından zoru olması gerekir. Çünkü bu nizamın içinde hiçbir şey nedeni olmaksızın yaratılmamıştır.

Öyleki, bu nizâmın içinde insanoğlu da bulunmaktadır ve Allah (c.c) onu hayr ve şerr'i idrak edebilecek bir özellikte donatmıştır. İrade sahibi olarak yaratılan insan, kendisinden istenilenleri kabul edip etmemek konusunda bir serbestiye sahiptir. Ve yine diğer mahlûkat üzerinde tasarruf edebilme hakkının olması da boşuna değildir. Örneğin bir insan tüm ömrü boyunca salih amellerde bulunarak, kendisine verilmiş bulunan yetkileri hak yolunda kullanırken, bir başka insan ömrü boyunca kötü işlerle ilgilenerek, Allah'ın kendisine verdiği yetkileri ve enerjiyi boş yere harcayabilir. Şimdi her ikisi de ölümden sonra toz olur ve davranışlarının karşılıklarını görmezlerse, büyük bir haksızlık olmuş olur ve bu hayat anlamını yitirirdi. İşte bu nedenlerden ötürü, Kur'an-ı Kerim'de, tekrar tekrar Maad, yani ölümden sonraki hayat, Kıyamet ve ahiret konuları işlenmiştir. Bkz. Rad. an: 7, Hac. an: 9, Rum. an: 6, Sebe. an: 10-12, Saffat. an: 8-9

12. Bu ayet Sûr'a son kez üfürüldüğünde ölmüş bulunan bütün insanların ayağa kalkacağına işaret etmektedir. Burada, "gelirsiniz" ifadesi, yani muhatap siğası kullanılmıştır. Fakat burada muhatap, sadece o dönemde yaşamış bulunan insanlar değil, gelmiş, geçmiş ve gelecek çağlar boyunca yaşamış ve yaşayacak tüm insanlıktır. Açıklama için bkz. İbrahim. an: 57, Hac. an: 1, Yâsin. an: 46-47, Zümer. an: 79

13. Burada da, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde sözkonusu edildiği gibi, Kıyametin farklı safhaları birarada açıklanmıştır. Önce Sur'a son kez üfürüldüğünde nelerin olacağı açıklanırken, daha sonraki iki ayette bu olayların gelişimi anlatılmıştır. Açıklama için bkz. Hakka. an: 10

"Gök açılmış" ifadesi ile göğün hiçbir engelle karşılaşmadan, her taraftan semavî afetlerini yeryüzüne göndereceği anlatılmak istenmiştir. Yani göğün afetlerinin yeryüzüne gönderilmesi için, gökyüzünün kapıları açılacak ve önünde hiçbir engel olmayacaktır.

Dağlar yürütülmüş bir serap olmuştur; yani dağlar havalanacak ve paramparça olacaktır. "Sana dağlardan soruyorlar, de ki: Rabbim onları kül gibi ufalayıp, savuracak, yerlerini boş ve dümdüz bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik, ne de bir tümsek göremeyeceksin." (Taha-105-107) Ayrıca bkz. Tahâ. an: 83

14. Cehennem için, gözetleme yeri, yani av yakalamak için tuzak yeri anlamına gelen "mirsaden" kelimesi seçilmiştir. Çünkü kâfir ve âsîler hiçbir kimsenin kendilerini gözetlemediğini sanmaktadırlar. Tıpkı av hayvanının kendisi için kurulmuş tuzaktan habersiz, hoplayıp, zıplaması gibi, kâfir ve âsîler de dünyada böyle yaşarlar. Fakat cehennem bir tuzak gibi hazır beklemektedir ve onlar bu tuzağa takılarak cehenneme düşeceklerdir.

22 Taşkınlık edip-azanlar için son bir varış yeridir.

23 Bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır.15

24 Orada ne serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.

25 Kaynar sudan ve irinden16 başka.

26 (İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak,

27 Doğrusu onlar, hesaba-çekileceklerini ummuyorlardı.

28 Bizim ayetlerimizi de yalanlayabildikleri kadar yalanlıyorlardı.17

29 Oysa biz, her şeyi yazıp saymışızdır.18

30 Şimdi tadın. Size artık azabtan başkasını artırmayacağız;

31 Gerçek şu ki, muttakiler19 için 'bir kurtuluş ve mutluluk' vardır.

32 Nice bahçeler ve üzüm bağları.

33 Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar.20

34 Dopdolu kadehler.

35 İçinde, ne 'boş ve saçma bir söz' işitirler, ne bir yalan.21

AÇIKLAMA

15. Burada devirlerin ve çağların ardı arkası kesilmeyen sürekliliğini ifade eden, "Ahkaben" kelimesi kullanılmıştır. Bazı kimseler "devirler ne kadar uzun olursa olsun, bir sona mahkûmdur" diyerek, devir kelimesinin bir zaman dilimi olduğuna hükmettiler. Böylece bu kimseler cennet hayatını ebedî kabul ederlerken, cehennem hayatının sınırlı olduğu düşüncesini öne sürdüler. Cehennemin sınırlı bir zamanı kapsayacağı düşüncesi yanlıştır.

Bu düşünce şu iki nedenden ötürü yanlıştır. Birincisi 'Ahkaben' kelimesi, birbiri ardınca gelen devirler, yani her devrin ardından başka bir devrin gelmesini anlatır. Bundan dolayı bu kelime 'ebediyet' anlamına da gelmektedir. İkincisi, bu ayetten böyle bir anlam çıkarmak usûl itibariyle da yanlıştır. Çünkü ayet-i kerime böyle anlaşıldığı takdirde elde edilen sonuç; cehennemin ebedî olduğunu ifade eden diğer açık ayetlere ters düşer. Bu konuda, Kur'an-ı Kerim'de 34 yerde cehennem ehli hakkında 'Hulûd' kelimesi kullanılmıştır. 'Hulûd' kelimesi 'ebedi' anlamına gelir. Ayrıca üç yerde de 'Hulûd' kelimesinin yanına 'ebeden' kelimesi izafe edilerek birlikte kullanılmışlardır. Örneğin maide-37'de bu husus çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır:

"Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değildirler. Onlar için ebedî bir azap vardır."

Yine Hûd-107 ve 108'de şöyle buyurulmuştur;

"Gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Çünkü Rabbin istediğini yapandır. Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yerler durdukça orada ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka."

Bu açıklamalardan sonra anlaşılmıştır ki, bu ayetten, kafirlerin bir süre kaldıktan sonra cehennemden kurtulacakları şeklinde bir anlam çıkarmak mümkün değildir.

16. Ayette geçen "Gassâkan" irin, gözyaşı, ter ve kokuşmuş sular anlamına gelir.

17. Şu iki nedenden ötürü azaba müstehak olacaklardır: Birincisi, yaşadıkları zaman süresince, hiçbir zaman, bir gün yaptıkları ameller için Allah'a (c.c.) hesap vereceklerini düşünmemişlerdir. İkincisi de, Allah-u Teala'nın elçileri vasıtasıyla gönderdiği mesajları inkâr ve Allah'ın (c.c.) elçilerini tekzib etmişlerdir.

18. Onların söz ve davranışları, tüm hareketleri, hatta niyet ve düşünceleri dahi mükemmel bir surette kayıtlara geçirilmektedir. Oysa bu ahmaklar, istediklerini yapacaklarını, kendilerini bir gören olmadığını ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanmaktadırlar.

19. Bu ayette, yukarıda zikri geçen kâfirlerin karşıtı olan kimseler, yani Allah'a (c.c.) ve hesab gününe iman edenler için sakınan-korunan (muttakî) kelimesi kullanılmıştır. Mü'minler Kur'an'da genellikle 'müttakî' kelimesi ile nitelendirilmişlerdir.

20. Hepsinin aynı yaşta olması ya da eşine yaşıt olması şeklinde, her iki anlama da gelebilir. Sad Suresi'nin 52. ayeti ile Vakıa Suresi'nin 37. ayeti bu husus ile ilgilidir.

21. Boş söz, buhtan, iftira, sövgü, yalan v.b. duymayacaklardır. Kur'an'ın birçok yerinde bunun büyük bir nimet olduğu söylenmiştir. Bkz Meryem. an: 33, Vakıa. an: 13-14

36 Rabbinden bir karşılık olmak üzere yeterli bir bağış(tır bu).22

37 Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); ona hitap etmeye güç yetiremezler.23

38 Ruh24 ve meleklerin saflar halinde duracakları gün; Rahman'ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar, konuşmazlar. (Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir.25

39 İşte bu, hak olan gündür. Şu halde dileyen Rabbine bir dönüş-yolu edinsin.

40 Gerçekten biz sizi yakın bir azab ile uyarıp-korkuttuk.26 Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kâfir olan da; "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" diyecek.27

AÇIKLAMA

22. Elde edecekleri mükâfattan ayrı olarak kendilerine başka nimetler de verilecektir. Yani onlara amellerinin karşılığından daha fazlası sunulacaktır. Cehennem ehli için ise, ancak işledikleri suçun karşılığı, ceza olarak verilecektir. Bu karşılık eksik veya fazla olmayacaktır. Bu mesele Kur'an'ın bir çok yerinde açıklanmıştır. Bkz. Yunus-26-27, Neml-89-90, Kassas-84, Sebe-33-38, Mü'min-40

23. Mahşerde kimse dehşetten dolayı ağzını açmaya cesaret edemeyecek ve Allah'ın (c.c.) adaletine müdahalede bulunulamayacaktır.

24. Müfessirlerin çoğuna göre burada "ruh" ile, Cibril-i Emin kastedilmektedir. Allah'ın (c.c.) yanında O'nun diğer meleklerden daha yüksek bir mevkiye sahip olması, adının ayrı zikredilmesine neden olmuştur. Bkz. Mearic. an: 3

25. "Konuşmak" kelimesi ile şefaat kastedilmektedir. Şefaat için ise iki şart vardır. Birincisi Allah (c.c.) kime kim için şefaat izni verirse, sadece o konuşacaktır. İkincisi şefaat eden kimse, doğru ve gerçek şeyler söyleyecektir. Ayrıca şefaat edilecek kimse hayatta iken, inanç sahibi olmalı, kâfir ve âsi olmamalıdır.

26. Şimdi bazı kimseler "yakın bir azab" ayetinin 1400 yıl önce nâzil olduğunu ve bundan sonra da daha ne kadar geçeceği bilinmezken, bu ayeti nasıl anlayacaklarını sorabilirler. Böyle bir soruyu şu şekilde cevaplayabiliriz. İnsan ölümünden sonra ruh halinde yaşar ve orada zamanın bir anlamı yoktur. Kıyamet günü kaldırıldığı zaman kendisini uykudan kalkmış gibi hissedeceği için, binlerce yıl geçmiş olsa da, bunu anlamayacaktır. Daha fazla bilgi için bkz. Nahl. an: 26, İsrâ. an: 56, Taha. an: 80, Yâsin. an: 48

27. Ah! Keşke dünyaya hiç gelmemiş olsaydım veya toz olsaydım da yeniden kaldırılmasaydım.