14 Mayıs 2007 Pazartesi

YUNUS SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Yûnus Sûresi, Mekkî bir sûredir. Konusu itibariyle de En'âm ve İsrâ sûrelerine benzemektedir; O (c.c)'nun hükümranlığını tefekkür ederek ve yaratıklarını düşünerek, Allah (c.c.)'ı bilmek ve tanımak.

Bana göre, ilk iş olarak putperestlere yönelen Mekkî sûrelerin üslubu, aklı harekete geçirmeye, donuk fikri çalıştırmaya, fiîlî olarak insanları Rablerine iletmeye ve O (c.c.)'na dayanıp güvenmeye yöneliktir. Zira seküler, materyalist ve diğer dinsiz gruplarla diyalog, ancak bu şekilde doğru ve isabetli olur.

İster Mekkî olsun isterse Medenî olsun, Kur'ân'ın genel özelliklerinden bir tanesi de, beşeriyeti gaflet uykusundan uyararan, onlara Rablerini tanıtmak ve O. (c.c.)'nun huzuruna çıkmaya hazırlamak için çağrıda bulunan "insanlık kitabı" olmasıdır.

Ortama uygun olarak sûre, Kitap Ehli'nin yarattığı problemleri ve uydurdukları bid'at'ları tartışmaktadır. Bu İse, Medine döneminde inen âyetlerde açıkça ortaya çıkmaktadır.

Putperestlere gelince, mantık onları ele geçirmiştir ve sadece bu dünya için çalışmak, onların yegâne meşguliyetleridir. İşte bu hastalıklar, modern Batı medeniyetinin başında bulunan hastalıklara tıpatıp benzemektedir. Çünkü Avrupa ve Amerika'da -ve bu medeniyetin ulaştığı her yerde- insanlar, Allah (c.c.)'ı ve O (c.c.)'nun huzuruna çıkmayı akıllarına bile getirmiyorlar.

Geçmiş dinler onların benliklerinde kayda değer hiçbir iz bırakmıyor. Onlar sadece yaşamlarını İlah edinip ona tapınıyorlar ve din adamlarına ise, din diye inandıkları geleneklerine uygun olarak hareket edebilecekleri sınırlı bir alan bırakıyorlar. Onların din diye inandıkları gelenekleri ise, çok az akıl ve adalet mantığının onaylaya-

Yûnus Sûresi • 183

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

bileceği türden şeylerdir.

Oryantalist düşünce simsarlarından birisinin, Mekkî sûrelerin üslubunun 'atı-fîl duygusal', Medenî sûrelerin üslubunun ise 'aklî' olduğunu, çünkü Kur'ân'm Ehl-i Kitâb'ın içinde bulunduğu ilmî ortamdan etkilendiğini İddia etmesi kadar gülünç bir şey yoktur. Böyle bir iddiada bulunan müsteşrik, Kur'ân'm Medenî âyetlerindeki ilmî düşünceyi ispatlamaya çalışırken de yine Mekke'de nazil olan şu âyeti delil olarak getirmektedir: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök(lerin nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'in Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (Enbiyâ, /22) Oryantalistlerin anlaşıl-mazlıklarma bakın işte!

Kur'ân genel olarak şu hususa vurgu yapmaktadır: Şu anda içinde yaşamakta olduğumuz ilk varlık, kendisinde tekrar dirileceğimiz diğer bir varlık için bir ön hazırlıktır ve bu dünyada Allah (c.c.)'ı tanıyıp bilenler, öbür dünyada da bileceklerdir. Ya da şöyle diyebiliriz: Yaşam, öncüllerini burada, yani teklif ve gayret günlerinde hissettiğimiz, sonucunu da orada; hesap ve ceza günlerinde hissedeceğimiz tek bir süreçten ibarettir. Oysa modern medeniyet tüm bunları reddediyor.

Bizler bu dünyada, Allah (c.c.)'a hamd etmekle, verdiği nimetlere şükretmekle O (c.c.)'nu anıyoruz ve emirlerini yerine getiriyoruz. Buna karşılık âhiretteki teşbih etme, hamd etme ve sorumlulukları yerine getirme işi, hiçbir çaba, gayret ve yükümlülük olmaksızın bizim mizacımız olacaktır.

"İman edip güzel işler yapanlara gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." (Yûnus, 10/9-10)

Kim bu dünyada Allah (c.c.)'a yakın olursa, âhirette de O (c.c.)'na yakın olur ve O (c.c.)'na yakınlığı sebebiyle de mutlu olur. Ama bu dünyada İken O (c.c.)'nu inkâr eden âhirette ne bekleyebilir ki?!

Yaşadığı ânın kulu-kölesi olmak ve yarınını tamamen gözden çıkarmak, Batı medeniyetinin en bariz özelliğidir. Oysa Önceki dinlerin tamamı da böylesi bir medeniyetin gidişatının hiçbir fayda sağlamayacağını bildiren sözler söylemektedirler:

"Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla ra-hal bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!" (Yûnus,10/7-8)

Materyalist düşünce, Kur'ân-ı Kerim'i veya tüm valiyi yadırgamakta, saçma, abes ve anlamsız bulmaktadır. Çünkü o, yıldız savaşlarını düşünmenin dışında, gökyüzüne kesinlikle bakmayan maddeci bir kafaya sahiptir. Bu ise, içinde şiddetli bir tehlike bulunan inkardır. İşte Yûnus Sûresi de bu durumu resmederek başlamaktadır:

"İşte bunlar hikmet dolu Kitâb'ın âyetleridir. İçlerinden bir adama: 'İnsanları

184 ' Yûnus Sûresi

Muhammed Gazali

uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele', diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu elbette apaçık bir sihirbazdır', dediler?" (Yûnus,10/l-2)

İman, kolayca bilinen apaçık bilgi türündendir. Onun kaynağım, profesyonel sihirbazlar ya da inatçı câhillerin dışında hiçbir kimse bulandıramaz.

Bu sûrede, iman ile salih amel arasında sağlam bir bağın olduğunu görmekteyiz. İşte bu sebeple imanla birlikte, salih amelin de olması gerekir. Yüce Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:

"...Sonra da iman edip iyi işler (salih amel) yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri döndürür." (Yûnus, 10/4)

ve

"İman edip güzel işler yapanlara gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." (Yûnus,10/9)

Biraz sonra da şöyle diyor:

"İman edenlere daha güzel karşılık ve bîr de fazlası vardır." (Yûnus,10/26.)

İhsan; apaçık iman ve sâlih amelin, Allah (c.c.)'ın gözetimi ve murakabesi altında, insanda bir bütün halinde olmasıdır.

Sûre, Allah (c.c.) dostlarını, takva ve yakîn'i şahsında toplamış kimseler olarak tanımlamaktadır;

"Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyeceklerdir de. Zira onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır." (Yûnus,10/62-63)

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ağzından dökülen şu âyetleri bir düşünün;

"Eğer Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarını." (Yûnus, 10/15)

"Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir. Onları zillet kaplayacaktır ve onları Allah'a karşı hiç kimse de yoktur..." (Yûnus,10/27)

"...Allah, bozguncuların işini düzeltmez." (Yûnus,10/81)

İslâm ümmeti, diğer tüm ümmetlerin gördüğü hiçbir kayırma ve iltimas geçmeye ■nail olmadı, aksine ona şöyle denildi: "Sevap veya günah olarak karşılık, amelin cinsine göredir."

Eğer geçmiş ümmetler, ektiklerini biçip ve yaptıklarının karşılığını gördülerse, İslâm ümmeti de aynı şekilde muamele görecektir;

Yûnus Süresi • 185

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mucizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı, nice milletleri helak ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız. Sonra da, nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzüne halifeler kıldık. (Yûnus,10/13-14)

Sûre baştan sona kadar şu hakikate vurgu yapmaktadır:

"De ki: Ey insanlar! Size Rabbinİzden Hak (Kur'ân) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir; kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Resulüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret, zira O, hükmedenlerin en hayırlısıdır." (Yûnus, 10/108-109)

Bu adaletli ve insaflı son ile sûrenin başında Resûlullah'a söylenen şeyleri bir karşılaştırmaya tabi tutarsanız, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in görevinin adaleti sağlamak, hakkı hâkim kılmak ve bâtılı yok etmek olduğunu görürsünüz;

"...İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar İçin yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele..." (Yûnus, 10/2)

Ayrıca bu sûrede Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, gururlanmayan ve insanlara zarar vererek felâkete yol açmayan, aksine Rabbini tanıyan ve bilen, O (c.c.)'nu insanlara tanıtmaya çalışan, O(c.c.)'nun dosdoğru yolunda yürüyen ve O (c.c.)'nun huzuruna çıkmaktan hiçbir şüphesi olmayan bir ümmet oluşturmaya çalıştığını görürsünüz. Bu ümmet öyle bir ümmettir ki, haberleri Kur'ân'da zikredilen fir'avunların yolundan gitmez, hiçbir mal ve makam onu kandıramaz, aksine tâğût ve zâlimlerle mücâdele eder. Hz. Mûsâ (a.s.)'nın Rabbine dua ettiği gibi biz de diyoruz ki:

"Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et ve kalplerine sıkıntı ver. Çünkü onlar, elem verici azabı görünceye kadar iman etmezler." (Yûnus,10/88)

Şayet bir kimseye, 'Kendisine ibâdet etmekle mükellef kılındığımız ve bu dünyadaki yaşama süremiz sona erdiğinde de huzuruna çıkacağımız Rabbimiz kimdir?' diye sorsak, o kimsenin cevabı şüphesiz Yûnus Sûresi'nde gelen şu bilgiyle aynı olacaktır:

"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek Arş'a istiva eden Allah'tır. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır o halde O'na kulluk edin Hâlâ düşünmüyor musunuz!" (Yûnus,10/3)

Kuşkusuz bu cevap, aynı sûrede gelen diğer âyetlerle ayrıntılı olarak açıklamaya ihtiyaç duymaktadır. Zİra İnsanların arasında şom ağızlı, göğsü dar ve anlayışı kıt bin-

186-Yûnus Sûresi

Mulıammed Gazali

lercesi var.

Görmüyorlar mı, tüm canlıların rızkını kim veriyor ve bu rızıkları ete, yağa, göze ve kulağa kim dönüştürüyor? Gözlerin görmesini ve kulakların duymasını kim sağlıyor? İşte bu duyu organları, tek bir varlıkta sapasağlam ve kompleks bir mekanizmaya sahiptir. Düşünün bir kere; Kudret-i İlâhî, böylesi bir mekanizmayı milyonlarca varlıkta nasıl oluşturmuştur?

"De ki: Size gökten ve yerden kim nzık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim hakim bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü ) işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki: Öyle ise (O'na asi olmaktan) sakınmıyor musunuz?" (Yûnus,10/31)

Çiftçi toprağa bir tane tohum atıyor, bir de bakıyorsun bu bir tohumdan yüzlerce, binlerce tane çıkıyor. Yemesi ve kokusu pis olan kokuşmuş çamuru, yemesi ve kokusu güzel olan buğday, pirinç ya da herhangi bir taneciğe dönüştüren kimdir?

Gökkuşağının bütün renklerini dalgalandıran, organik kalıntıları şeker kamışına ve etrafa güzel kokular saçan gül ve çiçeklere dönüştüren kimdir?

"İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra, sapıklıktan başka ne kalır ki! O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?" (Yûnus, 10/32)

İşin ilginç ve tuhaf olan yanı, bazı insanların, yeryüzünde gezip dolaşarak yaratılışın nasıl başladığını araştırmak yerine, başını önüne eğerek yaratıcının zâtını araştırmaya ve O (c.c.)'nun künhüne vâkıf olmaya çalışmamalarıdır. O kimse aslında esas görevinden kaçmakta ve çirkin dehasını kötü bir işte göstermeye çalışmaktadır. Bu başını kuma gömüp etrafında olup biteni algılamama hali, İslâm medeniyetinin yok olmasının ve evrensel yenilgilere uğramasının sebeplerinden birisi olmuştur.

Allah (c.c.)'ın sıfatlarını anlatan âyetleri anlama hususunda bizler 'tefviz' (işleri Allah(c.c.)'a havale etme) görüşünü benimsemekteyiz. Bizler yakînî olarak inanıyoruz ki, Allah Teâlâ şanına yakışır biçimde arşına istiva etmiş ve hiçbir ortağı ve yardımcısı olmaksızın, yarattığı evrenin işlerini hikmetine uygun olarak düzenlemeye başlamıştır. Ayrıca yaratılmışın yaratıcıya ve hiçbir şeye gücü yetmeyen aciz bir beşerin, her şeye gücü yeten Kadir olan Allah (c.c.)'a yardım etmesi mümkün değildir.

Tüm insanların bu gerçeği bilmeleri, dolayısıyla da dualarında O (c.c.)'nun dışında hiçbir kimseye yönelmemeleri gerekir. Kur'ân böyle bir tavır sergileyen insanları şu şekilde kınamaktadır:

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve diyorlar ki: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçi! eri m izdir. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi habğr veriyorsunuz?

Yûnus Sûresi • 187

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." (Yûnus,10/18)

Gerçekle tüm insanlar -bunların başında peygamberler gelir- ve melekler -bunların başında da Cebrail gelir- Allah (c.c.)'ın kullarıdırlar; hükmüne özen gösterir ve hükümranlığına boyun eğerler: "O'ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar; onlar, sadece O'nun emri ile hareket ederler. Allah, onların yaptıklarını da yapacaklarım da bilir. Onlar, Allah'ın rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!" ("Enbiyâ, /27-28.)

Ancak sahih bir akide ve doğru bir inançla, Allah (c.c.)'la insanî bir bağ kurmak mümkün olabilir. Bu ilişki sayesinde kişi, ebedî bir hayat için sürekli bir mevcudiyet kazanabilir ve dünya hayatı da güzel anılara dönüşebilir.

Ferdin yaşamındaki onlarca yıl ve devletlerin tarihindeki onlarca asır, bir anda geçici prensiplere ve birkaç saate dönüşebilir;

"Allah'ın onları, sanki günün ancak birkaç saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar." (Yûnus, 10/45)

Ancak bu tanışma anını takip eden sevinç veya üzüntü zamanı ise, çok uzun olur. İşte bu sebeple İbn Kayyım şöyle diyor;

"Haydi Adn cennetlerine! Zira orası, biricik durağındır! Ve senin için orada barınacak yerler vardır."

Herhangi bir hata ve suçun cezası geciktiğinde, bazı insanlar bu gecikmenin bir imhal (geciktirme) değil de, ihmal olduğunu zannediyorlar. Geçmişte Yahudiler Müslümanları, "essâmü aleyküm (Helak sizin üzerinize olsun)" diyerek selamlıyorlar ve böylece emellerine ulaştıklarını zannediyorlardı, "...Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir şekilde selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: Bu söylediklerimiz yüzünden Allah' in bize azap etmesi gerekmez miydi? derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yendir orası!" (Mücâdele, 58/8) Onlar cezanın acele gelmesini istiyorlar ve ceza geciktikçe şüphe ve tereddütleri de artıyor.

Onlardan önce müşrikler de tek olan Allah (c.c.)'ı inkâr ediyor ve Resûlü'ne kafa tutuyorlardı. Kendilerinin doğru ve hak yolda olduklarına o kadar eminlerdi ki, alaycı ve inkarcı bir tavırla, yaptıklarına karşılık cezanın çabucak gelmesini istiyorlardı: "Senden, azabı çabucak (getirmeni) istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken, o ansızın kendilerine geliverecektir. Senden azabı çabucak (getirmeni) istiyorlar. Hiç şüphelen olmasın, cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır."(Ankebût, 29/53-54) Burada açıkladığımız aceleci tavır, Yûnus Sûresi'nin şu âyetinde kastedilen aceleciliktir:

188-Yûnus Sûresi

Muhammed Gazali

"Eğer Allah İnsanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız." (Yûnus, 10/11)

İşte bu uyarı şu âyetteki uyarıyla tam da çakışmaktadır: "Senin, bağışı bol olan Rabbin merhamet sahibidir; şayet yaptıkları yüzünden onları (hemen) sorumlu tutacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58) Fakat bu sûrede günahkârlar, "Bu acelecilik niçin? Bunun size ne faydası var?" diyerek, âdeta sorgulanmaktadırlar.

Oysa cezalandırılmadan önce, tevbe etmeleri ve kendileri için hayırlı olan tarafa yönelmeleri, onlar için daha iyi ve daha güzel değil midir?

"De ki: Ne dersiniz? Allah'ın azabı size geceleyin veya gündüz vaktinde gelirse (ne yaparsınız?). Suçlular onlardan hangisini istemekte acele ediyorlar? Başınıza belâ geldikten sonra mı İman edeceksiniz, şimdi mi? (Çok geç) Halbuki onu (azabın gelmesini) istemekte acele ediyordunuz!" (Yûnus, 10/50-51)

Gelip çattığı gün Allah (c.c.)'m azabından herhangi bir kimse kaçabilecek midir? Her şey Allah (cc.j'ın mülkü olduğuna göre, nasıl kaçılabilir ki?

"İyi biliniz ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Yine bilesiniz ki, Allah'ın vaadi haktır; fakat onlann çoğu bilmez." (Yûnus, 10/55)

Bu uyarı, aklını kullanmayanlar içindir, aklını kullananlar için ise yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"İyi biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa yalnızca Allah'ındır. (O halde) Allah'tan başka ortaklara lapanlar neyin ardına düşüyorlar? Doğrusu onlar, zandan başka bir şeyin ardına düşmüyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar." (Yûnus, 10/66)

Tüm eşyalar ve şahıslar Allah (c.c.)'ın emrine âmâde ve yalnızca O (c.c.)'nun malı ise, günahlanyla birlikte insan nereye kaçabilir ve onu kim himaye edebilir ki?

" 'O (azap) bir gerçek midir?'diye senden haber İstiyorlar. De ki: Evet, Rabbi-me andolsun ki, o şüphesiz gerçektir ve siz asla aciz bırakacak değilsiniz." (Yûnus, 10/53)

Allah (c.c), bir adam seçerek ona vahyettiği ve o kimsenin de Rabbinden aldığı bilgileri insanlara tebliğ ettiği zaman, bunu tuhaf bir şey olarak görmeye iten etken nedir? Belki de, şu âyette ifâde edildiği şekliyle, his ve duyular kin ve nefretle doludur; " 'Zikir (Kur'ân) aramızdan O'na (Muhammed'e) mı indirildi?' diyerek kalkıp yürüdüler." (Sâd, 38/8) Öfke ve hiddet, insanları putperestliğe ve o kültürün gelenek

Yûnus Sûresi • 189

Kur'3n-ı Kerîm'iıı Konulu Tefsiri

ve göreneklerini taklit etmeye sürüklemektedir. Zira çoktanncılığı atalarından miras olarak alan kimseler tevhidi ve dünya hayatına tapınmayı öngören emperyalizmin yaşam tarzını miras olarak alanlar da, âhiret hayatından bahseden tüm sözleri inkâr ediyorlar.

Yûnus Sûresi, tevhid sancağını yükselten, 'Yüce Varlık (c.c.)'ın delâletlerini gözler önüne seren ve Allah (c.c.)'ın yüceliğine işaret eden evrenin tüm yönlerini açıklayan sûrelerden birisidir.

"Güneşi bir ışık, ayı da nur kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) bir takım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini böylece açıklamakladır." (Yûnus, 10/5)

Araplar işte böyle bir vahyi inkâr ettiler ve bu sûre de, belirtildiği gibi tam üç ayrı yerde Kur'ân-ı Kerİm'e karşı çıktılar;

Birinci yer:

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler dediler ki: Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!" (Yûnus, 10/15)

İlahlarımızı övecek, bizim gelenek ve göreneklerimizle içinde yaşadığımız hayatı onaylayacak başka bir söz söyle.

"De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım." Yûnus, 10/15

Sonra yüce Resul (s.a.v.), onlara şöyle bir açıklama getirdi: Kendisi kırk yaşına gelinceye kadar hiçbir vahiy okumadı veya hiçbir dini düzeltmeye kalkışmadı. Ama ansızın kendisine vahiy geldi, böylece O (s.a.v.) da Rabbinin emirlerini tebliğ etti, zira O (s.a.v.) tebliğ etmekten başka hiçbir şeye sahip değildir:

"De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor

musunuz?" (Yûnus, 10/16)

Kur'ân-ı Kerim'in zikrinin geçtiği ikinci yer ise Yüce Allah (c.c.)'m şu sözüdür:

"Bu Kur'ân Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab'i açıklayandır. Onda şüphe yoktur ve o âlemlerin Rabbindendir." (Yûnus, 10/37)

İnsaflı bir okuyucu Kur'ân'ı okuduktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, Kur'ân'dan tek bir kelime bile uydurmadığını anlar ve Hakka davetinin o sıcakhğı-

190 ■ Yûnus Sûresi

Muhammed G a z a 1 î



nın, tıpkı taze bir bitkideki suyun akışı gibi, Kur'ân'in içeriğinde akıp gittiğini idrâk eder. Acaba bu Kur'ân Allah (c.c.)'tan başkası tarafından indirilmiş olabilir mi, diye bir endişeye kapılmak doğru değildir. Eğer geçmiş semavî kitapları kabul ediyorsak, bu Kur'ân'ın şöyle bir görüşe götürdüğünü iddia etmek kesinlikle yanlıştır: İnsanoğlu, vahiy icat etme ve gönderme hususunda, insanların Rabbinden daha iyidir. Hayır, zira Kur'ân, ulûhiyyet ve Allah (c.c.)'ın birliğini savunma hususunda, daha aktif, daha doğru sözlü ve burhanı daha güçlü olandır

Eğer bu Kur'ân beşer sözü ise, bir benzerini getirmekten alıkoyan şey nedir acaba?

"Yoksa, onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da, onun benzeri bir sûre getirin." (Yûnus, 10/38)

O'nun benzeri bir kitap veya O'na denk bir sûre yazmak için, insan ve cinlerden oluşan belagat dehalarını yardıma çağırın. Yüzyıllar boyunca bu meydan okuma sürdüğü halde, hiçbir kimse hiçbir şey getirememiştir.

"Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur'ân'ı) yalanladılar." (Yûnus, 10/39)

Onlar, gelecekleri kaderin elinde olan câhillerdir; umulur ki, bu kötü durumlarından vazgeçerler.

Sonra, bu Kitâb'a oranla, insanların duruşları anlatılıyor:

"İçlerinden bir kısmı ona (Kur'ân'a) inanır, bir kısmı da inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir." (Yûnus, 10/40)

Peki bu Kur'ân'dan şüphe eden yalancıların durumu nedir?

"Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yûnus,

10/41)

Kur'ân'ın hüküm sürdüğü yerlerde, düşünce hürriyetinin olduğu ortam dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır. Zira bu dinde, ikrah ve zorlama yoktur. Bunun apaçık cevabını, fethedilmiş toprakların halkları ve hayatını sadece hakka feda eden kimseler verecektir. Ama bunların dışındakilere gelince, taassup kulağım tıkamış, hiçbir şeyi duyamayan ve anlayamayan sağır kimseye ya da şafağın aydınlattığı çevresini ve çevresinde olan şeyleri göremeyen bir köre, ne yapabilirsin ki?

"Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara -üstelik akılları da ermiyor-sa- sen mi duyuracaksın?" (Yûnus, 10/42)

Sûrenin, Kur'ân'la ilgili üçüncü yerinde yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

Yûnus Sûresi • 191

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifâ, mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir." (Yûnus, 10/57)

Kur'ân, nefislerin ne güzel eğiticisidir. Zira o, rezilliklerden sakındıran, şüphe ve endişelerden koruyan, şaşkınlıktan kurtaran ve sahibi için hem ruhî hem de fiziksel bir zenginliktir. İşte bu sebeple, âyetin devamında şöyle bir bilgi gelmektedir:

"De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır." (Yûnus, 10/58)

Kendisine Kur'ân verilen bir kimse, kendisinin dışındaki insanlara, kendisine verilenden daha hayırlı bir şey verildiğini düşünürse, o kişi, yüce olanı hakir görmüş, hakir olanı da yüceltmiş olur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) düşmanlarıyla, bu Kur'ân'la savaştı ve düşman ordularının saflarını ayırdı. Çünkü onların kendilerine özgü tüm bakış açılarım çürütmüştü. Hz. Peygamber (s.a.v.) her yerde Kur'ân'ı okurdu ve her yere taşırdı. İşte bu sebeple bu sûrede O (s.a.v.)'na şöyle denildi:

"Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'ân'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yapsanız o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidiz-dir. Ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey , Rabbİnden uzak (gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) bulunmasın." (Yûnus, 10/61)

Sûrenin sonunda, vahye sıkı sıkı yapışma ve ona güvenme hususunda, baş tarafı onaylayıcı mahiyette âyetler gelmektedir. Eğer insanlar, içlerinden bir adama Allah (c.c.)'m vahyetmesine şaşıyorlarsa, bu sûrenin son âyetinde Allah (c.c.)'ın, Resûlü'ne söylediği şu söze kulak versinler:

"Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır." (Yûnus, 10/109)

Bizlerin, Kur'ân-ı Kerim'in apaçık bir hak olduğu hususunda hiçbir şüphesi yoktur. Ancak Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında, Kur'ân etrafında, şiddetli tartışmalar olmaktadır.

Kur'ân'da öyle ifâdeler vardır ki, bunların gerçek anlamlarını, ancak Arap edebiyatı ve belagatında uzman olmuş kimseler anlayabilir. İşte bu tür ifâdelerle ilgili olarak, bazı insanlar, bunların aslı-astarının olmadığı zannına kapılırlar. Teşvik ve teyit amacıyla eşsiz öncüler için şu tavsiyelerde bulunabiliriz: Tembellik yapmak İsteyen veya ihmalkâr davranan kimseye diyebiliriz ki: Tembellik yapma ve ulaştığın zirvede kalmayı başar. Çünkü güzide bir insan olarak yaşamaya isteklisin. Allah (c.c.)'ın, elçisine söylediği şu söz de bu kabildendir:

192 ■ Yûnus Sûresi

Mulıammed Cazalî

"Eğer sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce Kitab'ı (Tevrat'ı) okuyanlara sor..." (Yûnus, 10/94)

"Teslis" inancına sahip olanlara "tevhicTden sorulması ya da "tecsim" (Allah'ı ci-simleştirmek) inancına sahip olanlara "tenzih"den sorulması düşünülebilir mi? İslâm ilk günden itibaren tek basma tevhid ve tenzih inancına sahiptir. İşte bu sebeple bir hadiste şöyle denilmiştir: "Şüphe de etmiyorum, sormuyorum da" Bir tartışma olduğunu farz etsek, bu tartışma ortamında da, iftiracıların avukatlığını veya şüphecilerin şahitliğini yapan türden sorular gelse dahi, yine de Allah (c.c), bir'dir, samed'dir, doğrulmamış ve doğmamıştır ve O (c.c.)'nun hiçbir eşi ve benzeri yoktur.

İşte bu inanç, etrafında soru ve sorgulamaların cirit attığı İslâm'ın temel dayanağıdır. Sûre bağlamında zikredilen Yahudilerle ilgili sözler de bu türdendir. Allah (c.c.)'a ve O (c.c.)'nun kutlu elçilerine yönelttikleri ithamların asılsızlığında hiçbir şüphe yoktur, hatta bu suçlamaları araştırmaya bile gerek yoktur. İşte tam da burada kesin bir emir geliyor:

"...Andolsıın ki Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şüphecilerden olma! Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra ziyana uğrayanlardan olursun. Gerçekten haklarında Rabbinin sözü (hükmü) sabit olanlar, kendilerine bütün mucizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmayacaklardır." (Yûnus, 10/94-97)

İşte durum bu. Beşerî akim kesin bir yargısı vardır; Allah (c.c), kesinlikle iki veya üç olmayacaktır ve câhillerin iddia ettiği gibi, O (c.c.)'na hiçbir beşerî zaaf felâketi bulaşamayacaktır.

İnsanlar kritik zamanlardan geçerler; bu dönemlerde insanoğlu acı ve zafiyet hisseder, krizlerin kapıya dayandığını veya öldürücü darbesini vurduğunu algılar. Hemen Rabbinden kurtuluş dilemeye koşar, bir çıkış yolu arar, yalvarır, yakarır. Sonunda meşakkatli, acılı ve kederli günler geride kalır. İşte bu dönemde kişinin imanının o sıcaklığı kalır mı? Rabbine yalvarışı ve yakarışı devam eder mi? Yoksa imanının sıcaklığı gider ve Rabbini unutur mu? Yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara, yapmakta oldukları şey güzel gösterildi." (Yûnus, 10/12)

İşte bu, gittikçe içine kıvrılan çıkmaz bir yoldur. Oysa insanoğlunun yapması gereken şey; kendisini sıkıntılarından kimin kurtardığını ve bir çıkış yolu verdiğini hatırlaması, zorluk ve sıkıntı anında O (c.c.)'na tutunduğu gibi, iyilik ve bolluk anında

da tutunmasıdır.

Yûnus Sûresi ■ 193

Kur'âıı-i Kerîm'in Konulu Tefsiri

Yûnus Sûresi, bu durumu biraz daha genişleterek tekrar açıklamaktadır:

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Halta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemilerde içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcuların) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a has kılarak: 'Andolsun eğer bizi buradan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız', diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleylıinizedir; (bununla) sadece fani dünya hayalının menfaatini elde edebilirsiniz, ama sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz." (Yûnus, 10/22-23)

İnsanların, boğulma anında ve etrafını azgın dalgalar sardığında, Allah (c.c.)'tan başka tüm ümitlerinin kesildiği bir gerçektir. Çünkü o zaman Allah (c.c.)'tan başka sığınılacak ve yardım istenecek hiçbir kimse yoktur. Ancak kurtulduktan sonra, kendisine uzatılan yardım elini niçin unutur? Neden insanlar, şaşkınlıklarına ve nankörlüklerine tekrar dönerler? Bu, hiçbir şeref sahibinin taşıyamayacağı ve bir an önce tedavi edilmesi gereken ihanet hastalığıdır.

Sevinç ve mutluluk dalgalarının içinde kaybolanlar, kendilerinin dışında kimseyi düşünmezler ve kendilerine verilen cezayı da fazlasıyla hak ederler. İşte bu ceza, sevinç ve mutluluk sarhoşluğunun zirvesinde ve şaşkınlığın had safhaya vardığı anda birden geliverir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." (Yûnus, 10/24)

Acı ve izdırap verici felâketler, hiç umulmadık bir anda kapıyı çalar ve hem fertler için hem de toplumlar için sabit düşünce çizgisini koparıp atar. Şâir şöyle diyor:

"Geceler seni mutlu kıldı, sen de buna aldandın,

Oysa gecenin en berrak olduğu anlarda, üzüntü ve keder doğar..."

Ekinlerin ve mahsullerin başına gelerek onları yok eden felâketler, hasat zamanına yakın bir dönemde gelir. İnsanlar, elde edilecek ürünün artık olgunlaştığını, hatta elde edildiğini düşünürler. Belki de, felâketin tam hasat mevsiminde gelmesi, o topluma inen cezanın daha fazla can yakıcı olması içindir.

194-Yûnus Sûresi

Muhammed Gazalî

İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, hemen Allah (c.c,)'tan korkup O (c.c.)'na sığınmaları, onların haklarıdır. Ancak kurtuluştan sonra da O (c.c.)'na şükretmeleri ve kendisinden O (c.c)'na sığındıkları sıkıntı ve zorluk bitse bile Allah (c.c.)'Ia var olan münâsebetlerini sürdürmeleri de, Allah (c.c.)'ın onlar üzerindeki hakkıdır. Zira insanlar hiçbir zaman için Allah (c.c.)'tan müstağni kalamazlar.

Âyetin Örnek olarak verdiği ekili alanlar, insanların yeryüzündeki tüm iş, davranış ve medenî değerleri için de geçerlidir. Sonuçta, ihanet ve şaşkınlık anında kaderin darbeleri gelir ve insanlar o zaman sadece ektiklerini biçerler.

Sûrenin bitiminden önce Allah (c.c), Resulü (s.a.v.)'ne; nasihat ve ibâdet ile dolu şu nazik hitapla insanlara yönelmesini emretmektedir:

"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana mü'minlerden olmam emrolundu ve bana, Hanîf olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye (emredildi.) Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar veremeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun. Eğer Allah sana bir zarar dokundu-rursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini de geri çevirecek yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir ve O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Yûnus, 10/104-107)

İşte İslâm budur: Tek olan Allah (c.c.)'a bağlanmak, şayet gerçeklikleri varsa (!), tüm ortaklardan ümidi kesmek, ümit ve korku ile O (c.c.)'nun zâtına tutunmak ve tüm insanlarla bu temel üzerine ilişki kurmak.

Bu sûrede Allah (c.c), geçmiş kavimlerden bir kısmının hayat hikayelerini anlatmaktadır. İşte bunlardan birisi de, özet bir şekilde anlatılan ve sûreye ismini veren Hz. Yûnus (a.s.) ve kavminin kıssasıdır. Belki de bu kıssa ile Allah (c.c), Mekke ehline bir göndermede bulunmaktadır, zira onlar Hz. Yûnus (a.s.)'un memleketinin kurtulduğu gibi, kendilerinin de kurtulabileceklerini zannediyorlardı.

Mekke müşriklerinin, ilk ortaya çıktığı zaman İslâm'a karşı şiddetle direndikleri ve yirmi yıl boyunca ona karşı savaştıkları bilinen bir gerçektir. Ancak onlar daha sonra, bu dine girdiler, dinlerinde samimi oldular, onun sancağını taşıdılar ve Kâ'be'sini korudular.

Hz. Yûnus (a.s.)'un kavmi, Hz. Hûd (a.s.) ve diğer peygamberlerin kavminden, çok daha iyiydi. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Yûnus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) her hangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de, bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yûnus'un kavmi iman edince, kendilerinden dünya haya-

Yünus Sûresi • 195

Kur" â ii - ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

tındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre (dünya nimetlerinden) faydalandırdık." (Yûnus, 10/98)

Benzer ortamlarda sunulan farklı kıssalar Hz. Peygamber (s.a.v.)'i ilgilendiriyordu. O (s.a.v.) da, kıssalardan alınması gereken ibreti alıyor ve çağlar değişse bile, inkarcıların birbirine benzeyen tereddütlerini öğreniyordu.

Kavmi inatla direndiği halde Hz. Nûh (a.s.), onları tam 950 sene dine davet etti. Bunca ısrarın sonucu vardığı yer ne oldu dersiniz?

"Onlara Nuh'un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki; ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah'a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin. Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret islemedim. Benim ecrim Allah'tan başkasına aîl değildir ve bana Müslümanlardan olmam emrolundu." (Yûnus, 10/71-72)

Hz. Nûh (a.s.)'un kavmine dediği şey, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kavmine dediği şeyin aynısıdır. Peygamberler salt dâvetçilerdir; mal ve makam istemezler. Hakkı ve doğruyu tanıtmak, onlar için yeterlidir.

Bundan sonra da, peygamberler anlatıldı, ardından Fir'avun ve kavminin hayatı hakkında uzun uzun konuşuldu. En son olarak da, İsrâiloğulları ve onların dâvetçile-rinin hayatları anlatıldı.

Fir'avunları, hakka karşı taşkınlıkları ve insanları küçümsemeleri, helak etti. İsrâiloğulları'n in helak sebebi ise, onlar vahiyle pazarlığa tutuştular, Allah (c.c.)'a karşı böbürlendiler ve kendilerine verilen ilimden istifâde etmediler.

"Andolsun biz İsrâiloğulları'nı güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir." (Yûnus, 10/93)

Hz. Muhammed (s.a.v.)'e tabi olan mü'minlerin, bu tür ayak kaymalarından sakınmaları, sadece İslâm davetini taşımaları ve ihlasla, samimiyetle Allah (c.c.)'a yönelmeleri gerekir.

196 • Yûnus Sûresi