22 Mayıs 2007 Salı

KEHF SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Evren, Allah (c.c.)'m varlığım ispat etmekte, vahiy de insanlığı O (c.c.)'na gö­türmektedir. Sahih bir iman ise, gerçekliğini bu iki delilden birlikte almakta­dır. Yani sahih bir imanın gerçekliği, evreni araştırmaya ve vahyi düşünmeye dayanmaktadır. Bakışları bu ilk delile çevirme hususunda Yüce Allah (c.c.) şöyle bu­yuruyor: "Hamd, gökleri ve yeri yaralan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur." (En'âm, 6/1)

Kehf Sûresi'nin başında da bakışları ikinci delile çevirmek için hamd tekrarlanı­yor.

"Hamd; kendisinde hiçbir tezat bulunmayan bu Kitab'ı kuluna indiren Allah'a mahsustur." (Kehf, 18/1)

Allah (c.c), kullarından, yaşanılan hayatı araştırmalarını ve her şey hakkında ay­rı ayrı düşünmelerini istemektedir; Tıpkı onlardan bu Kur'ân'ı araştırmalarını ve onun âyetleri üzerinde düşünmelerim istediği gibi. Ayrıca bu iki araştırma alanından yoksun olan kimsenin, şuurunu ve aklı selim ile davranma yeteneğini de kaybedece­ğini açıklamaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?" (A'râf, 7/185)

Evren, kendisinin tek bir Rabbinin olduğunu haykırıyor. Öyleyse bu diğer tanrı yeryüzünün ya da gökyüzünün hangi köşesinde gizlenmektedir? Gökyüzü sakinleri, Allah (c.c.)'ın bir olduğu, O (c.c.)'nun dışındaki her şeyin O (c.c.)'nun yaratıkları ol­duğu, Allah (c.c.)'ın hiçbir erkek veya kız çocuğu olmadığı ve O (c.c.)'nun hiç kim­senin babası olmadığı hususunda hemfikirdirler. Kur'ân ve onun tebliğcİsi Hz. Mu­hammed b. Abdullah (s.a.v.), diğer vahiy taşıyıcıları gibi, bu gerçeği en ince ayrıntı­larına kadar açıklamıştır. Bundan sonra kim bu gerçeğin adına bir şey söylerse o kim­se, bilmediği bir şey hususunda konuşuyor demektir. "O, 'Allah evlat edindi' diyen­leri uyarmaktadır. Ne onların ve ne de atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yoktur.

Kehf Sûresi • 279

Kur'ân-ı Kerînı'İn Konulu Tefsiri

Ağızlarından çıkan bu söz ne kadar da büyüktür! Oysa onlar yalandan başka bir şey bilmiyorlar." (En'âm, 6/4-5)

Kur'ân, Allah (c.c.)'ın birliğini belirleme hususunda birinci -hatta biricik- kay­naktır. İşte bu sebeple o, fikir ve yönlendirme bakımından güçlü ve dışardan ona do­kunacak tehlikelerden de uzak olmakla nitelendirilmiştir Gerçekleri açıklaması ve kaynağını belirlemesi nedeniyle Kur'ân büyük bir nimettir. Bu sebeple Kehf Sûresi, şu âyetlerle başlamaktadır:

"Hamd olsun o Allah'a ki: Kendi tarafından çetin bir azab ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan mü'minlere, içinde ebedî kalacakları (cennetle) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve 'Allah evlât edindi' diyenleri de uyarmak için kuluna, kendisinde hiçbir tezat ve eğrilik bulunmayan Kitab'ı İndirdi. Ne onların ve ne de atalarının, bu konuda bir bilgisi vardır. Ağızlarından çıkan bu söz ne kadar da büyüktür! Oysa onlar yalandan başka bir şey bilmiyorlar." (Kehf, 18/1-5)

Bu sûre, konusu olan tevhidin doğruluğuna ve gerçekliğine şahitlik eden insanlık hayatının tarihinden kesitler sunmaktadır. Burada sunulan bu kesitler, insanın durumu İle ilgili sunulmayan diğer kesitler için bir Örnek teşkil etmektedir. Örneğin bu sûre­de, mağarada yaşayan gençlerin kıssası, bahçe sahibi iki adam ve onların fakirlerle karşılıklı konuşmaları, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında geçen olay ve Zülkarneyn'in hayatından bir kesit aktarılmaktadır. Tüm bu kıssaların ardından da, Allah (c.c.)'a gö­türecek ve O (c.c.)'nun huzuruna çıkmaya hazırlık olacak net ve eşsiz yorumlar ve açıklayıcı bilgiler gelmektedir.

Bu olayları açıklamaya başlamadan önce Hz. Muhammed (s.a.v.)'e şöyle denildi: "Sen, sana indirileni tebliğ et ve hiçbir yalanlayıcının yalanlamasına üzülme." Çün­kü Hz. Peygamber (s.a.v.), ihlas ve samimiyetle insanları Allah (c.c.)'a davet ederken kalbi üzüntü ve kederle doluyor, insanların ondan yüz çevirmeleri ve O (s.a.v.)'nu terk etmeleri ile yalanlayıcıların hamleleri O(s.a.v.)'nu korkutuyordu.

Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v.), insanların kendisinden ayrılarak onları sadece helake götürecek olan kuruntulara tâbi oldukları şeyin karşısındaki hakkın sahibi ve savunucusu idi. Bu dünyada yolunu şaşırmış avareler ve hidâyetten şiddetle yüz çe­viren insanlar, ne de çoktur!

Fakat tüm bunlara rağmen Allah Teâlâ Nebisi'ne şöyle sesleniyor:

"Bu vahye inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle, neredeyse kendini harap ede­ceksin." (Kehf, 18/6)

Yani onların durumları seni hüzne boğmasın, zira senin görevin sadece tebliğdir. Akıl sahibi her insan kendisini hesaba çeker ve yeryüzünde geçirmiş olduğu dö-

280 ■ Kehf Sûresi

Muhammed Gazali

nernİ sorgular. Her kim iyi ve güzel işler yapmışsa kurtuluşa erer. Kim de kötü ve çir­kin işler yapmışsa batar. Rabbiniz olan Allah (c.c.) ise hiçbir kimseye zulmetmez.

Bu girişten sonra sûre, mağara ehlinin hayat hikâyesini anlatmaya başlamaktadır.

Mağara ehli, tek bir Allah (c.c.)'a iman etmiş ve O (c.c.)'nun dışındaki her şeyin, hiçbir zarar ve fayda veremeyecek olan boş şeyler olduğunu idrâk etmiş olan genç­lerdir. Ancak bu gençlerin içinde yaşadığı toplum, Allah (c.c.)'ın, haklarında hiçbir delil ve burhan indirmediği diğer tanrılara inanıyorlardı. İşte bu sebeple o toplum, gençlerden nefret ediyor ve gittikçe düşmanlıklarını artınyorlardi;

"Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar hakkın­da bîr delil getirseler, (ne mümkün!) Öyleyse Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlim kim vardır!" (Kehf, 18/15)

Kendilerinin geçtikleri bir sürü sjkmtı ve zorluk dönemlerinden sonra bu gençler, kendilerini kavimlerinin zulümlerinden ve baskılarından koruyacak bir mağaraya kaçtılar. Bunun üzerine Yüce Allah (c.c.) da onların hayatlarını, kıyamete kadar oku­nacak bir vahiy kılmayı diledi.

Siyasî baskı trajedisi ve mü'minlerin bu baskılara karşı direnişi her an tekrarlan­maktadır. Aynı şekilde Allah (c.c.)'ın inananlara yardımı ve zaferi ile inkarcıların ye­nilgisi de her an tekrarlanmaktadır:

"Yoksa sen, bizim âyetlerimizden sadece Kehf ve Rakîm sahiplerinin ibrete şâ-yân olduklarını mı sandın?" (Kehf, 18/9)

Yani onların yaşadıkları dönem, insanlık tarihinde hiç olmamış, türedi ve bid'at bir durum değildir ki!

O gençlerin mağaradaki yerlerine bakıyorum da dehşete kapılıyorum. İlim ve bil­gi diyor ki; Güneş, dünyadan tam 150 milyon km. uzaklıktadır ve onun ışınları, gü­neşten ayrıldıktan 8 dakika sonra bizlere ulaşmaktadır. İşte güneşin bu ışığı, içerisin­de insanın yaşadığı bir mağaraya düşüyor ve bu ışıklar sabah sağdan, akşam da sol­dan olmak üzere mağaranın girişinden içeriye sızıyor. Ta ki, oradan geçen bir kimse, mağaranın içinde herhangi bir kimsenin olduğunu hissetmesin. Bu eşsiz mucize, mü'min gençler için ne ifâde ediyordu?

"Güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. Böylece onlar mağaranın bir kö­şesinde (uyurlardı). İşte bu, Allah'ın âyet]erindendir." (Kehf, 18/17)

Geçmiş ve gelecektekiler için Allah (c.c.)'ın âyetleri ile etrafımızdaki âyetler ne kadar çoktur ama bizler, öylesine kendimizden geçmişiz ki bu âyetleri görmüyoruz bile.

KehfSûresİ-281

Kur'&n-ı Kerîm' in Konulu Tefsiri

İşte bu gençler, daldıkları uykudan tam 300 yıl sonra uyanıyorlar. Uzun bir uyku­nun akabinde aç olarak uyandıktan sonra ne yaparlar dersiniz? Bildiğiniz gibi yiye­cek almak için İçlerinden birini gönderirler ve derler ki; Müşriklerden birisinin seni tanımasından sakın:

"Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya ken­di dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyen iflah olmazsınız." (Kehf, 18/20)

Onlar, başlarına gelen şeyden habersizdiler ve onların önem verdikleri şey, sapık­lıktan uzaklaşarak fitneden kaçınmak ve hak üzere sebat etmekti. İşte bu sebeple on­ların hayat hikâyeleri, Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözüyle noktalanmaktadır:

"De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgi­si O'na aittir. Görmesi de İşitmesi de şâyân-ı hayrettir. Onların (göklerde ve ye­rde olanların), O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." (Kehf, 18/26);

Bu gençlerin hayat hikâyesi, tamamen tevhid inancım desteklemektedir. İşte bu sebeple sûrenin başında Yüce Allah (c.c.)'m şu sözü yer almaktadır:

"Kuluna, kendisinde hiçbir tezat ve eğrilik bulunmayan Kitabı indirdi." (Kehf, 18/1)

Dolayısıyla kıssanın bitiminden sonra şöyle bir uyarının gelmesinde de şaşılacak bir şey yoktur:

"Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O'nun kelimelerini değiştirebile­cek yoktur. O'ndan başka bir sığınak ta bulamazsın." (Kehf, 18/27)

Kur'ân karşısında insanlar, iki gruptur: Ona iman eden ve onu getiren elçiye tâbi olan grup ve hak yoldan sapan ve arzularına tâbi olan başka bir grup. İşte tam da bu­rada Yüce Allah (c.c), Nebîsi (s.a.v.)'ne, birinci gruptan olan kimseler için çok güzel bir geleceğin olduğunu bildirdiğini görüyoruz.

"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte sebat et." (Kehf, 18/28)

İkinci gruptakiler için ise, kötü bir geleceğin olduğunu bildiriyor:

"Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşı­rılık olan kimseye, itaat etme." (Kehf, 18/28)

Kıyamet koptuğu zaman, her iki grup için de âdil bir gelecek vardır:

"Biz, zâlimlere öyle bir cehennem azabı hazırladık ki, onun duvarları kendile­rini çepeçevre kuşatmıştır." (Kehf, 18/29)

Ancak takva ve şeref sahibi kimseler için ayrı bir mükâfat vardır:

282 ■ Kehf Sûresi

Muhammed Gazalî

"İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar (bilmelidirler ki) biz, güzel işler yapanların ecrini zâyî etmeyiz." (Kehf, 18/30)

Bu net ve yeterli açıklamalardan sonra, yeryüzündeki tüm insanlara şöyle denilir:

"Hak, Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman elsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29)

Mü'min, Rabbini bilen, O (c.c.)'nun için yaşayan, O (c.c.)'nun huzuruna çıkmak için hazırlık yapan ve Ölümün, yaşamı sona erdirmediğini bilen kişidir. Zira bu hayat çizgisini hiç kimse kesintiye uğratamaz. Ölüm ise, bir hayattan başka bir hayata ge­çerken oluşan, sadece bîr kesitten ibarettir. Kâfir ise, sadece kendini bilen, onun için yaşayan ve ihtiyaçlarını gidermek, hayatın yapı taşlarını anlamakla hayatını tüketen ve ölümden sonra herhangi bir dirilişi de beklemeyen bir kişidir. İşte böyle bir kişi için, şu andaki yaşadığı hayat, hem ilk hem de sondur.

Bu sûrede, zengin, mülk sahibi bir1 kâfirle, malı mülkü az olan bir mü'min arasın­da geçen karşılıklı konuşma vardır:

"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı ver­miş, her İkisinin de etrafını hurmalarla donatmış ve aralarında da ekinler bitir­miştik." (Kehf, 18/32)

Diğerinin böyle güzel bir bahçesi yoktu. Kibirli zengin kişi, övünerek ve büyük-lenerek diğerine şöyle diyordu:

"Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm." (Kehf, 18/34)

Senin gibi insan olan birisini, fakirliğinden dolayı niçin ayıplıyorsun? Eğer gücün yetiyorsa ona yardım et ve ona kötü söz söyleme. Kim bilir belki de Allah (c.c.) ka­tında o, senden daha hayırlı ve daha üstündür.

İtaati sebebiyle şımaran ve büyüklenen ve itaatinde biraz zayıf olan kimseye "Ye­min olsun ki Allah (c.c.) seni affetmeyecek" diyen itaatkâr insanı, Allah (c.c.) ayıpla­makta ve kıyamet günü ona sanki şöyle seslenmektedir: "Benim elimde olan şeye sen kadir olabilir misin? Zira. ben onun günahını bağışladım. Senin amelini ise şımarık­lığın ve büyüklenmen sebebiyle yok ettim..."

İslâm'ın gerektirdiği edep; kişinin, Allah (c.c.)'in kendisine vermiş olduğu nimet­lere: "Bunlar bana Allah (c.c.)'in bir ihsanı ve lütfü gereği verilmiştir." diye bakma­sıdır. Müslüman bir kimsenin Rabbine yapmış olduğu dualardan birisi de şudur: "Ey Rabbim! Senin verdiğine mani olacak hiçbir engel yoktur, senin mani olduğunu da ve­recek hiçbir kimse yoktur."

Zengin olanlardan bir kısmı, bu mal ve mülkü kendi zekâsı ve dehası sebebiyle

Kehf Sûresi -283

Kur'ân-ı Kerîm "in" Konulu Tefsiri

kazandığını sanır ve tıpkı Karun'un dediği gibi der:

"O servet bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." (Kasâs, 28/78) Varsa­yalım ki siz, bir dehâsınız ve servetinizi süper zekânızla biriktirdiniz. Oysa ki size bu süper zekâyı veren ve bu güçle donatarak ayrıcalıklı kılan kimdir?

İşte tüm bunları sana bahşeden, sahip olduğun her şeyi kendisine geri vermen ge­reken Yüce Allah (c.c.)'tır. Fakir mü'minin, kibirli arkadaşına açıklamaya çalıştığı şey, işte budur:

"Bağına girdiğinde: 'Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır.' deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rab-bîm bana, senin bağından daha iyisini verir: Senin bağına ise gökten yıldırım­lar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline geliverir." (Kelıf, 18/39-40)

Kalbi kırık bu mü'minin endişe ettiği şey artık gerçekleşmiştir: Gökyüzünün âfet ve felâketleri, bu çok güzel bahçenin üzerine inmiş ve onu çorak bir toprak haline ge­tirmiştir. Sahibini de pişmanlıktan şöyle haykıran bir kimse olarak bırakmıştır:

"Âh! Keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım! diyordu. Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, kendi kendini de kur­taracak güçte değildi." (Kehf, 18/42-43)

Bu zavallı kimseyi, kim Allah (c.c.)'a şirk koşturdu? Evet, onu Allah (c.c.)'a şirk koşturan şey, kendi içindeki nefsinden başkası değildir. Nefsi, onun tapmış olduğu putu idi. Zira o, nefsini ve arzusunu ilah edinmişti.

Genelde insanoğlu menfaatlerine düşkündür ve ihtiyaçlarının peşinden koşmayı iyi görür. Fakat bu gayret ve çaba bazen öyle büyür, öyle gelişir ve öyle ufku kaplar ki, insan kendi İstediğinden başka hiçbir şeyi göremez ve bilemez. Vicdanında ve gi­dişatında Allah (c.c.) için hiç bir boş alan kalmaz. Artık onun dünyası ve âhireti sade­ce, ihtiyaçları ve onun için bir koşuşturmacadır.

Modern medeniyet, bu yeryüzüyle sınırlı olan, bu türden nesiller yaratmıştır. Öy­le ki artık bu nesiller, dünya hayatının gerisindeki hiçbir şeyi göremiyor ve idrâk ede­miyorlar. Hatta âhireti hatırlamak, dikkatlerinden o kadar uzaklaşmıştır ki, âhiret hak­kında düşünmek veya konuşmak, artık akıllı insanların uğraşmayacağı ya da akla bi­le gelmeyecek hurafelerden bir hurafedir.

İşte böyleleri hakkında Yüce Allah (c.c.) şöyle söylüyor:

"Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi gürleşir, arkasından da rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir." (Kehf, 18/45)

Dünya hayatı, sonluluğuna rağmen salt kötü ve çirkin değildir. Bazen dünyada

284 • Kehf Sûresi

Muhammed Gazalî

yerleşmek, Allah (c.c.)'ın rahmetinden ve ihsanından bir lütuf da olabilir. Tıpkı Allah (c.c.)'ın Hz. Yûsuf (a.s.)'a en yüksek makam ve mevkileri verdikten sonra şöyle de­mesi gibi: "Ve böylece Yûsuf'a, orada dilediği gibi hareket etmek üzere, ülke içinde yetki verdik. Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz ve güzel davrananların mükâfatım zayi etmeyiz." (Yûsuf, 12/56)

Bu yeryüzündeki yerleşiklik, bazen hakkı savunma, zayıflara yardım etme ve şahsiyeti geliştirmek için de olabilir. Tıpkı Urve b. el-Verd'in dediği gibi:

"Âfet ve felâketlere maruz kalan güçlü değil midir? Zİra bunlar olmasa bizlere gerçek bir güven olmaz."

Aynı şekilde yeryüzünü ve gökyüzünü araştırma ve inceleme, gelişme bakımın­dan imanın artmasını sağlayan itici gücü oluşturur. Ayrıca insanların, Rablerini güzel bir şekilde tanımalarını sağlar. Kur'ân-a Kerim'de Allah (c.c.)'in hükümranlığı ile il­gili imanın doğruluğunu, bir düşünce üzerine oturtmaktadır.

Tüm bunların yanında bir de Yüce Allah (c.c), zenginlik ve bolluğu, sadece gü­nahkâr kullarına has kılarak, salih kullarına yasaklamamıştır ki. Zira o mağrur bahçe sahibine, bir veya birden fazla bahçesi var diye kızmamaktadır. Aksine Yüce Allah (c.c.)'ın o kimseye öfkelenmesinin gerçek sebebi, o kimsenin ahmakça bir düşünce ve aptalca bir mantığa sahip olması sebebiyledir.

Örneğin o bahçe sahibi insanın şu sözleri, ne ifâde etmektedir?

"Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmı­yorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." (Kehf, 18/35-36)

Bu kimse niçin böyle bir düşünceye sahip? Allah (c.c.)'a kafa tutmasının ve O (c.c.)'nu inkâr etmesinin karşılığında bir ödül alacağını nasıl düşünebiliyor? İşte böy­lesi ahmak bir kimse, âhirette cehennem odunu olmaya lâyıktır. Tıpkı dünyada o bah­çelerden mahrum olmaya layık olduğu gibi.

Anlatılanlar ışığında, bu kıssaya getirilen şu ilâhî açıklamayı daha iyi anlayabili­riz:

"Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbi-nin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır." (Kehf, 18/46)

Mal ve evlatlar, dünya hayatının süsü oldukları gibi, hürriyet ve şeref mücâdelesin­de galibiyet azığı da olabilir. Tıpkı düşmanlarına karşı İsrâiloğulları'na yardım ettiğin­de, onlara şöyle seslendiği gibi: "Sonra onlara karsı size tekrar (galibiyet ve zafer) ver­dik; servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık ve sayınızı daha da çoğalttık." fİsrâ, 17/6)

Kehf Sûresi • 285

Kıır'&n-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Bir Hadis-i Şerifte de şöyle denilmektedir: "Salih bir kula ait olan iyi bir mal, ne güzeldir!"

Allah (c.c.) yolunda cihad ve O (c.c.)'nun yolunda her şeyini feda etme aşama­sında, dünya tutkusu karşısında yenilgiye uğrarsan, işte o zaman dünya bir musibet haline gelir. Şayet kişi malı mülkü olduğu halde onu, açgözlülük ve cimrilik duygu­su kaplamışsa, işte o mal mülk sahibi için bir felâket ve âfettir. Bizim yapmamız ge­reken şey, dünyayı kötüleyen rivayetleri iyi anlamamız ve o rivayetlerin çizmiş oldu­ğu sınırları aşmamamızdır.

Erdem ve izzeti ifâde eden şu hadis de bu türden bir rivayettir: "Kim âhiretle meş­gul olursa, Allah onun kalbine bir zenginlik verir ve onu bir araya getirir; artık dün­ya ona koşarak gelir. Kimde dünyaya önem veriyorsa, Allah onun önüne fakirliği ko­yar ve onu birbirinden ayırır. Artık ona dünyadan, sadece kendisine takdir edilen ka­darı gelir ve o sabah akşam fakir olarak yaşar. Allah'a kalbiyle yönelen kul için, Al­lah da tüm insanların kalbini ona karşı sevgi ve rahmetle yöneltir. Sonuçta Allah tüm iyilikleri onun için çabuklaştınr."

Şüphesiz ki bu Hadis-İ Şerîf, açgözlülük ve hırs çılgınlığına, dünyaya tapmaya ve dünyanın geçici şeylerine bağlanmaya karşı bir şifâ unsurudur. Yoksa kendine hâkim olan ve edeple birlikte gelen zenginliğe engel olmamaktadır.

İnsanoğlunun geleceğine dair üzüntü verici şeylerden birisi de, insanın Rabbini unutması ve dünyanın oyun ve eğlencesine dalmasıdır. Bu o kadar İleri gider ki, hu­zuruna çıkmak için uzun boylu hiçbir şey hazırlayamaz ve hiçbir şüphe götürmeye­cek kadar gerçek olan âhiret, ona göre bir varsayımdan ibaret olabilir.

Böylesi bir hafıza kaybı, hüsran ve zarardan başka bir şey getirmez. İşte bu se­beple Kur'ânî siyak/bağlam, kıyamet gününü hatırlatmaya yönelmektedir:

"(Düşün) O günü ki, dağları yerinen götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak oldu­ğunu görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır." (Kehf, 18/47-48)

Genelde insanlar bir şeyler yaparlar ve yaptıklarını da hemen unuturlar. Hatta ki­şi içinde yaşamış olduğu günde, neyin olduğunu ve neyin olmadığını unutur. İşte bu sebeple Kur'ân, insanoğlunun karşı karşıya kalacağı ince hesaplarla onu dehşete dü­şürmektedir:

"Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, ondan yazılı olanlardan korkmuş olduk­larını görürsün. 'Vay halimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bı­rakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!' derler. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin asla hiç kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49)

Hesap günü, sürprizler karşılıklı aldatmaların olduğu bir gündür. Zira o gün müş-

286 • Kehf Sûresi

Muhammed Gazali

rikler, kendilerinin hata üzere olduklarına kesin olarak inanacaklar ve isyankârlar ise, azgınlıklarının ve taşkınlıklarının sınırını fark edecekler.

Öyle görünüyor ki, modern dünya, ilâhî mühlet gereği, bu şaşkınlık içerisinde be­lirli bir süre daha kalacaktır. Zira kendisi çepeçevre kuşatılana kadar bu modern dün­yadan, tevbe gerçekleşmeyecektir;

"İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helak ettik. Onları helak etmek için de belirli bir zaman tayin etmiştik." (Kehf, 18/59)

Kehf Sûresi'nde, biraz önce geçen iki kıssadan sonra üçüncü bir kıssa daha gel­mektedir. Bu da İsrâiloğullan'nın peygamberlerinden olan Hz. Mûsâ (a.s.) ile, hadisi şeriflerde belirtildiği üzere, ismi Hızır (a.s.) olan Allah (c.c.)'ın sâlih kullarından baş­ka bir peygamber arasında geçen bir kıssadır.

Benim görüşüme göre bü kıssa, yaygın olan şu hikmeti açıklamaktadır: "Nice za­rarlı gibi gözüken şeyler vardır ki gerçekte faydalıdır." Ya da bu hikmete benzer di­ğer bir hikmeti açıklanmaktadır: "Şayet gayba muttali olsaydınız, realiteyi tercih ederdiniz." Bizler bu dünya hayatında, doğru olarak bildiğimiz şeyleri yaparız ve bu da gerçekleşmesi ümit edilen faydalardır. Sonra da, bizleri üzüntüye sokabilecek, ya da öfke ve kızgınlığı celbeden başka neticeler doğuran sonuçlarla karşılaşırız. Oysa yapılması gereken şey, kişinin kadere teslim olması ve Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü­ne uyması gerekir: "Hoşlanmadığınız bir şey, belki sizin için daha hayırlıdır, sevdi­ğiniz bir şey de, belki sizin için daha kötüdür; Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216) Bunun anlamı, yaptığımız işlere ve verdiğimiz kararlara olan güvenimizi kay­betmek midir? Hayır! Aksine sen takip edeceğin yolu çiz, projeni hazırla ve doğru se­beplere sarıl; sonra da Allah (c.c.)'a kalan tarafını bırak.

Bunun anlamı, akla ve şeriata ters olan bir şeyi, "neticeler nasıl olsa bilinmekte­dir." gerekçesiyle yapmaya müsaademizin olduğu mudur? Hayır! Her kim şeriata ve akla aykırı bir davranışta bulunursa, hesaba çekilir ve sorumlu tutulur; onun hiç bir gerekçesi de kabul edilmez.

Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Hızır (a.s.) arasında geçen olay, eşsiz bir vahiyle gerçek­leşen özel bir olaydır. Her ikisi de Rablerinin kendilerine yüklediği risâlet görevini yerine getirmişlerdir. Oysa şu anda vahiy ve risâlet dönemleri bitmiştir. Bu sebeple kim, yasaklanmış bir iş yapar da, kendisinin Allah (c.c.) tarafından bu İşi yapmakla görevlendirildiğini iddia ederse, bu kimse yalancıdır; iddia ettiği ve işlediği işler ora­nında cezalandırılması gerekir.

Hz. Mûsâ (a.s.) için olan şey, özel olarak Allah (c.c.) tarafından onun için bir itap/azardır. Çünkü davetini tebliğ coşkusu içerisinde iken, kendisinden daha bilgili bir kimsenin bulunup bulunmadığı sorulduğunda O (a.s.), kendisinden daha bilgili

Kehf Süresi • 287

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

kimsenin olmadığını söylemişti. Oysa ki ilmin tamamının Allah (c.c.)'a âit olduğunu söylemesi gerekirdi. İşte bu sebeple, her ilim sahibinin üzerinde ondan daha iyi bilen bir zâtın varolduğunu göstermek için, Yüce Allah (c.c), Hz. Mûsâ (a.s.)'yı bu ilginç kıssa İle terbiye etmeyi dilemiştir.

Kıssa, cesur ve yiğit insanların ihtiyaç duyduğu şu iki önemli ahlâkî tavrı överek başlıyor: Kesin karar ve uzun süre tahammül. Şu âyette açıklanan şey, işte budur:

"Bir vakit Mûsâ genç adamına demişti ki: Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki deni­zin birleştiği yere kadar gideceğim, yahut senelerce yürüyeceğim." (Kelıf, 18/60)

Yani Hızır'a ulaşana kadar benim isteğim, arzum, gayretim ve çabam kesinlikle tükenmeyecek; ona varan yol çok uzasa bile.

Hz. Mûsâ (a.s.), ulü'1-azm peygamberlerden birisidir. Bu sebeple kesin karar ve uzun süre bir iş üzerinde sebat etme ve ne pahasına olursa olsun hedefine ulaşma gi­bi özelliklerin O (a.s.)'nda bulunması, garipsenecek bir şey değildir. Bir zamanlar Hz. Ömer (r.a.), iyi niyetli bir kimsenin güçsüzlüğünden, güçlü kişinin de ihanetinden şi­kâyet etmişti. Gerçek şu ki; büyük işler, ancak iyi niyetli bir güçle gerçekleşebilir, za­yıf olan iyi kimseler ise, hiçbir şey yapamazlar. Yani onların elinden hiçbir şey gel­mez.

Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.) karşılaştıklarında, Hz. Mûsâ (a.s.) ona büyük bir tevazu ile şöyle dedi:

"Sana Öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?" (Kelıf, 18/66)

Fakat Hz. Hızır (a.s.), zorluk ve sıkıntılara katlanmak için onun kendisine tabi ol­masını açıkça reddetti. Gerekçesi de şuydu: Belki Hz. Mûsâ (a.s.), bu sıkıntı ve zor­luklara katlanamaz;

"Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?" (Kehf, 18/67-68)

Ancak Hz. Mûsâ (a.s.) ona tâbi olacağına ve her türlü sıkıntıya sabredeceğine da­ir söz verdi. Ne var ki, bazı işleri için, binmiş oldukları gemiyi delmeye çalışan bir adamı görünce hemencecik itaatini ve sabrını kaybediverdî ve bu kötü fiile itiraz etti.

Hz. Mûsâ (a.s.)'nın kabullenmediği olaylar tekrar ettikçe, O (a.s.)'nun da inkârı ve itirazı devam etti. Şu âyet bu olayların tamamını gayet güzel bir şekilde anlatmak­tadır:

"Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak iste­dim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral

288 • Kehf Sûresi

M u h ;ı nı m e d G a 2 a 1 î

vardı." (Kehf, 18/79)

Bu kral, oradan geçen her iyi gemiye el koyuyordu, bu gemide bir hasar görünce buna el koymadı. Sonuçta gemideki delik, geminin, sahiplerinde kalması için bir ge­rekçe oldu.

Hz. Hızır (a.s.)'ııı Öldürmüş olduğu çocuğa gelince, bu çocuk haddi aşmış isyan­kâr ve inkarcı bir kimse idi. Allah (c.c.) da o çocuğun anne-babasmı onun kötülüğün­den kurtarmıştır. Bu olay bir başka sûrede şöyle anlatılmıştır: "Babalarınız ve oğul­larınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz." (Nisa, 4/11)

Burada asıl Önemli olan husus, yolculuklarının sonunda Hz. Hızır (a.s.)'m Hz. Mûsâ (a.s.)'ya dediği şeydir:

"Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur." (Kehf, 18/82)

Bu kıssada anlatılan olaylar, Allah (c.c.)'ın sâlih kullarından birisine yüklediği özel görevlerdir. Şayet herhangi bir kimse, kendi kendine bu tür işler yapmaya kalkı­şırsa, Allah (c.c.)'ın koyduğu kuralların dışına çıkmış ve yeryüzünde fitne ve fesat çı­karmış olur. Gaybın bilgisi sadece yüce Allah (c.c.)'a aittir. O (c.c), dilediği bir kim­seyi dilediği bir iş ile sorumlu tutabilir.

Kendi arzu ve isteklerine uyan ve başkalarına zulmedenlere gelince, bu kimseler yaptıkları şeyler dolayısıyla cezadan kurtulamazlar. Hz. Hızır (a.s.), Allah (c.c.)'ın kendisine vermiş olduğu özel bir görevi yerine getirmek için yola koyulmuştur. İşle­diği fiillerin meşruiyeti de buraya dayanmaktadır. Ve bu görev, Hz. Hızır (a.s.)'dan başkasına kesinlikle verilmemiştir.

Burada belki şöyle denebilir: Hz. Hızır (a.s.), Allah (c.c.) katında Hz, Mûsâ (a.s.)'dan daha mı faziletlidir? Bu soruya cevabımız şu olur: Kesinlikle hayır, Hz. Mûsâ (a.s.), Allah (c.c.)'ın kendilerinden, insanlığın hidâyeti için söz almış olduğu beş ulü'1-azm peygamberden birisidir. Bu peygamberler şunlardır: Hz. Nûh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.). İnsanlardan hiç kimse bu peygamberlerden daha üstün ve faziletli olamazlar.

Burada Hz. Hızır (a.s.)'da ortaya çıkan ayrıcalıklı özellikler, O'nu Hz. Mûsâ (a.s.)'mn Önüne geçirmez. Zira hiçbir özellik, başkalarına karşı üstünlüğü ve efdali-yeti gerektirmez. Bir kimsenin üstün konumu, onun şahsiyetinde bulunan bir çok ye­teneklerin varlığından gelir. Yoksa, birçok özelliğinde normal olduğu halde, Öne çı­kan tek bir yeteneğinden kaynaklanmaz. Örneğin yatağında yatan bir hasta, kendisi­ni, ziyarete gelen kimselerden daha iyi görebilir. İşte hastanın bu özelliği, onu diğer­lerinden üstün kılar mı?

Kehf Sûresi • 289

Kıır'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Her nerede dinden bahsedilse, hemen zihinlere, dünyadan el etek çekme ve on­dan uzaklaşma geliyor. Oysa gerçekte dünyadan el etek çekip uzaklaşan ya da ona hâ­kim olamayan bir din ve dinî hayatta ne bir hayır vardır ne de bir fayda. Bu ancak abesle iştigaldir.

Kehf Sûresİ'ndeki dördüncü kıssa, kendisine mal mülk ve İlim verilmiş bir adam­dan bahsetmektedir. Bu kimsenin dinî yaşantısı, doğru ve iyi şeyler için veya takva ve yeryüzünde hâkimiyet kurma için çok güzel bir örnektir. İşte bu kimse, Zülkar-neyn'dir.

Bu kimsenin Yunanistan'a, İran'a, Çin'e veya Yemen'e hâkim olduğunu bilmek bizi fazla ilgilendirmemektedir. Aksine bizim için önemli olan, Allah (c.c.)'ın bu kim­seye güç ve kuvvet sahibi olmanın sebeplerini ortaya koyan bir yol göstermesi, o kim­senin de bu yola tâbi olmasıdır. Onun öyle büyük bir saltanatı vardı ki, orada ilim, iman, hikmet ve insaf bir araya gelmişti: t

"Sana Zülkameyn hakkında soru soruyorlar. De ki: 'Size ondan bir hâtıra oku­yacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık ve ona her şey için bîr sebep verdik. O da bu sebeplere sarılarak bir yol tutup gitti.' " (Kehf, 18/83-85)

Allah (c.c.)'ın kendisi için açmış olduğu her hayır kapısından girdi ve Rabbinin rızasını kazandı.

Zülkarrîeyn, Allah (c.c.)'ın kendisine vermiş olduğu bir güç ve kuvvetle, kara par­çasının bittiği deniz kıyısına kadar yürüdü ve sahile varınca güneş ışınlarının, -tıpkı gözde tahayyül edildiği gibi- dalgalara düştüğünü gördü ve orada, içlerinde iyilikle­rin de kötülüklerin de bulunduğu karma karışık bir insan topluluğu ile karşılaştı. Bu­nun üzerine Yüce Allah (c.c.) Zülkarneyn'e şöyle vahyetti:

"Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin. O, şöy­le dedi: Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra o, Rabbine gönderilecek. Son­ra Allah da ona korkunç bir azap uygulayacak. İman edip iyi davranan kimse­ye gelince, onun için de en güzel bir karşılık vardır." (Kehf, 18/86-88)

İşte bu âdil bir yöneticinin güzel bir siyâsetidir.

Doğu yönündeki başka bir yolculuğunda Zülkarneyn, üzerlerine güneş batmayan geri kalmış bir toplulukla karşılaştı. Muhtemeldir ki Zülkarneyn, o topluluğa onların durumunu düzeltecek ve yaşamlarım yükseltecek kişiler bıraktı. Diğer bir seyahatin­de ise, O, sıradağların kestiği bir vadiye ulaştı. Burada yaşayanlar da, geri kalmışlık ve güçsüzlükte önceki gördüğü halklara benziyorlardı. Fakat bu halk topluluğunun komşuları onlara düşmanlık ediyorlar ve onları ele geçirmek istiyorlardı:

"Dediler ki: 'Ey Zülkarneyn! Bu memleketle Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk

290-Kehf Sûresi

Muhammed Gazalî

yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir ücret vere­lim mi?'" (Kehf, 18/94)

Zülkarneyn ise, onların vereceği mallara ihtiyacının olmadığını, Allah(c.c.)'ın kendisine verdiğinin, onların vereceğinden daha hayırlı olduğunu bildirdi ve onlar­dan, düşmanlarını engelleyecek büyük bir sed yapması hususunda kendisine yardım etmelerini istedi.

"Dedi ki: 'Rabbimİn beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar araşma aşılmaz bir engel ya­payım.'" (Kehf, 18/95}

Burada Zülkameyn'in mühendislik dehası açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira o, de­mir, bakır ve kayaları eriterek koruyucu özelliği bulunan bir sed yaptı. Bu şeddin te­melini sağlam, gövdesini de yüksek yaptı, ayrıca iki dağın arasını eşitledi. İşte bu şe­kilde düşmanlarım engelleyen bir, barikat kurdu.

"Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ve ne de onu delebildiler. Zülkar­neyn dedi ki: 'İşte bu, Rabbimden bir rahmettir.' " (Kehf, 18/97-98)

Ne zaman ki ben, Zülkameyn'in yaptıklarını okusam, hemen hüzünlenirim. Çün­kü O'nun ortaya koyduğu sanatsal tecrübe, günümüzde Müslümanlar arasında bilin­memektedir. Gayr-i müslimler bu sahada tekdirler ve her alanda uzman ilim adamla­rını çoktan yetiştirmişlerdir. Artık dünya işleri ile ilgili becerileri köklü bir gelenek halini almıştır.

İşin ilginç olan yanı ise, dünya işleri ile ilgili yenilikler yapmamız gerekirken, bu­nun yerine dinî konularda bid'at ve hurafeler öğrendik. Sonuçta da, Allah (c.c.)'ın izin vermediği şeylerle uğraştık.

Tüm bu yapılanların ardından da düşünce ve ahlak planında kargaşa hâkim oldu ve bu kaos bizleri, hem dünya hayatımızda ve hem de âhiret hayatımızda geri bıraktı.

Ye'cûc ve Me'cûc, hiç bir vahyin kontrol etmediği ve hiç bir şeriatın hükmetme­diği vahşî, barbar ve uygar olmayan bir toplumun neslidirler ve Çin'de yaşamaktadır­lar. Kelimenin kökünden onların Çin asıllı oldukları ortaya çıkmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim, bu sûrede şunu hatırlatmaktadır: Bir çok şehir ve ülke, âhir za­manda azaba çarptırılacaklardır:

"İşte bu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helak ettik. Onları helak etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik." (Kehf, 18/59)

Aynı uyarı, İsrâ Sûresi'nde de geçmektedir: "Ne kadar ülke varsa hepsini, kıya­met gününden önce, ya helak edecek veya en çetin bir şekilde cezalandıracağız." (İs­râ, 17/58)



Kehf Sûresi -291

Kur'ân-ı Kerîm 'İn Konulu Tefsiri

Tüm bunların hepsi Ye'cûc ve Me'cûc'ün eliyle mi olacaktır? Veya bir çok şehir ve ülkeye verilecek ceza, onların çıkış zamanına mı tesadüf edecektir? Enbiya Sûre-si'nde Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:"Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc (sedleri) açıldı­ğı, onlar her tepeden akın ettiği zaman ve gerçek vaad (ölüm/kıyamet) yaklaşınca, birden, inkâr edenlerin gözleri donakalır." (Enbiyâ, 21/96-97) İşte durum böyle. Ye'cûc ve Me'cûc, Kur'ân-ı Kerim'de zikredildiği gibi Tevrat'ta da zikredilmektedir.

Kehf Sûresi, baş tarafında ihtiva ettiği anlamlarla sona ermektedir. Zira sûre, ön­ceden açıkladığımız gibi, temelde tevhid inancını pekiştirmek ve Allah (c.c.)'ın ço­cuklarının ve eşlerinin olabileceğini ortadan kaldırmak İçin inmiştir.

"Ağızlarından çıkan bu (Allah evlât edindi!) söz ne kadar da kötüdür!" (Kehf, 18/5)

İşte sûrenin sonunda da Yüce Allah (c.c.) şöyle diyor:

"Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz ce­hennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık." (Kehf, 18/102)

Sûrenin başında Yüce Allah (c.c), insanların güzel İşler yapmak için yaratıldığı­nı ve dünyadaki görevlerinin bu olduğunu şöyle açıklıyordu:

"Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye, yeryü­zündeki her şeyi, dünyanın kendisine özgü bir ziynet yaptık." (Kehf, 18/7)

Sûrenin sonunda ise şöyle diyor:

"De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabalan boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı in­kâr eden, bu yüzden de amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz onlar için kıya­met gününde hiçbir ölçü tutmayacağız." (Kehf, 18/103-105)

İyi ve kötü kimselerin âhirette alacakları karşılığı belirttikten sonra, Allah(c.c.)'ın âyetlerinden bahseden pasaj gelmektedir. Bu pasajlara göre Allah (c.c.) diriltir, öldü­rür ve tüm varlıkları dilediği şekilde yönlendirir. O (c.c.) emrettiğinde, insan, hayvan ve bitkilerden oluşan âlem harekete geçer ve tüm varlıklar vasıflarını, şekillerini ve yaşam sürelerini alırlar. Tüm bunlar tek bir anda olmazlar. Aksine belirli bir zaman sürecinde gerçekleşirler; "O, her an yaratma halindedir." (Rahman, 55/29)

Tüm bunları saymaya herhangi bir kimsenin gücü yeter mi? Tüm denizler mürek­kep ve ağaçlar da kalem olsalar dahi bu mümkün değildir.

"De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve ge-tirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir." (Kehf, 18/109)

Burada "Allah (c.c.)'ın Kelimeleri"nden maksat, eşyanın kendisiyle var olduğu

292 • Kehf Sûresi

Muhammet! Gazali

veya yok olduğu şey, harekete geçtiği veya durakladığı güçtür.

Sûre, mükemmel bir anlam ile kapanmaktadır. Madem ki Allah (c.c.) Bir'dir, öy­leyse varılacak yer, hedef ve amaç da sadece O (c.c.) olmalıdır.

Onun dışındakilerin ne faydası vardır? Öyleyse ne zarar ve ne de fayda veren­lere neden yöneliyoruz? Nice kör kimseler Allah (c.c.)'la birlikte veya O (c.c.)'nsuz ortaklar edindiler ki bu ortaklar, gerçekte vehim ve boş şeylerden ibarettir. Gerçek tevhid inancı ise, ibâdet ve dua da Allah (c.c.)'ı birlemekten ibarettir;

"De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu kadar var ki) bana, İlâhınızın, tek bir ilâh olduğu vahyolunmaktadır/bi İd İril inektedir. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdetle hiçbir şeyi ortak koş­masın" (Kehf, 18/110)

Kchf Sûresi -293